Kemalizmin Altı Oku!

Herhangi bir devlete özel düşmanlığım yok ama tüm devletlere ayrımsız karşıyım. Hiçbir devlet adamına ya da kurucusuna karşı da özel bir düşmanlığım yok ama devlet adamlarının ve kurucularının hiçbirini sevmem. Çünkü devlet kuruculuğu demek, öldürme, işkence, baskı ve sömürü aygıtlarının kuruculuğu demektir bence.

Mustafa Kemal Atatürk’le hiçbir alıp veremediğim yok. Kendisini tanımam. Şahsıma karşı herhangi bir olumsuz tutumuyla da karşılaşmadım. Kendisi hakkında anlatılanlardan edindiğim izlenime göre, kararlı bir devlet adamıymış. Yani ölüm, işkence baskı ve sömürü aygıtını kurmakta ve geliştirmekte duraksamayan bir lider. Buna rağmen, kendisiyle aramdaki uzaklık, diğer devlet kurucularıyla ve devlet adamlarıyla olan uzaklıktan daha fazla değil.

Kafamı meşgul eden, Mustafa Kemal’den çok, onun adına kurulan devlet ideolojisi: Kemalizm.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletinin temellerindeki bu Kemalizm ideolojisi nedir, fiiliyatta nasıl uygulanmıştır?

1.     Kemalizm, başından itibaren kapitalist-emperyalizmle iç içe olmuştur. “Kurtuluş savaşı” denen şeyin, “düveli muazzama” adı verilen o zamanki emperyalist devletlerle savaşmakla bir ilgisi yoktur. Ankara hükümeti, düveli muazzamanın desteğini çektiği Yunan ordusuyla savaşmıştır sadece. Yine Mustafa Kemal ve maiyeti, ülkeden emperyalist sermayeyi atmak için herhangi bir girişimde bulunmadıkları gibi, emperyalistlere kapıları sonuna kadar açmış ve ülkeyi onlarla birlikte yağmalamışlardır. Ülkenin, 1950’deki Demokrat Parti iktidarıyla emperyalizme teslim edildiği büyük bir yalandır.

2.     Kemalist iktidar başından sonuna kadar baskıcı, anti-demokratik bir iktidar olmuştur. Adı üstünde, bir tek parti diktatörlüğüdür bu. Dolayısıyla, hakim sınıflar içindeki farklı fraksiyonlara bile hayat hakkı tanımayan, hatta, Şeyh Sait isyanından ve İzmir Suikastından sonra yapıldığı gibi onları da baskı altına alan tekelci bir iktidardır. Ancak 1946’dan sonra, Fikret Başkaya’nın deyişiyle, taşaron partilere izin verilecektir. Taşaron partinin anlamı, gerçek iktidarın yine Kemalist devlet diktatörlüğünün elinde bulundurulmasıdır. Bu Kemalist rejim, sadece düzen içi muhalifleri ezmekle kalmamış, komünistlere baskı ve işkencenin en korkunçlarını uygulamıştır. Üstelik komünistler, Komintern’den aldıkları talimatların gereği olarak bu Kemalist iktidarı kölece destekledikleri halde.

3.     Kemalist rejim, üniter ulus-devletçi misyonunun gereği olarak, içerde ırkçı-asimilasyoncu bir politika uygulamış, Kürtlerin direnişine devlet baskısı, idam ve katliamlarla cevap vermiştir. Zaten bu ideolojinin temelinde, Anadolu’daki Ermeni ve Rum halklarını yok eden İttihat Terakki ulusal katliamcılığı yatmaktadır. Kemalistler bu politikayı aynen devralmış ve sürdürmüşlerdir. 1940’lı yıllarda varlık vergisi aracılığıyla azınlıklara uygulanan cezalandırma ve zorla çalıştırma politikası bunun en açık kanıtıdır. Bugün Türkiye Cumhuriyetinin Ermeni katliamını inkârının en büyük nedeni de devraldığı bu katliamcı mirastır.

4.     Kemalizm, ulusal baskıcı olduğu gibi, dinsel baskıcıdır da. Üstelik onun dinsel baskıcılığı iki taraflı çalışan bir bıçak gibidir. Şimdi var mı bilmiyorum ama eskiden nüfus cüzdanlarında din ve mezhep zorunlu olarak yazılırdı. O kadar “laik” olan Kemalist Cumhuriyet bu zorunluluğu neden koymuştu acaba? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Türk olduğu kadar İslamdı da. Hem de nüfus cüzdanının mezhep kısmına zorla “Hanefi” diye yazdırtacak ölçüde. Kemalist Cumhuriyetin dincilere baskısı, tamamen dini devletin tekeline alma çabasının ürünüdür, yoksa aydınlanmacı bir ideolojinin değil. Kaldı ki, Kemalist iktidar yalnızca sunni inançlı kesimleri değil, alevi inançlı kesimleri de baskı altında tutmuş, onların kendi ibadetlerine izin vermemiştir. Kemalist Cumhuriyet, ordu ve din de dahil olmak üzere kadim Osmanlı’nın tüm mirasını devralmış, aslında genç değil, kadim bir devlettir.

5.     Kemalist Cumhuriyeti kuranlar ve bugünlere kadar getirenler, halkla hiçbir zaman kaynaşmayan, işçileri ve köylüleri küçümseyen elitler tabakasıdır. Bu tabaka, işçilerin ve köylülerin aşırı sömürülmesi, kanının emilmesi sonucu palazlanmıştır. Kemalist iktidar, 1960’lara kadar işçi sınıfının yasal ekonomik örgütlenmesine bile izin vermemiş, “milletin efendisi” köylüyü bir yük hayvanı derekesinde insafsızca sömürmüştür. Bu mirasın temsilcisi CHP’nin köylük bölgelerden hiçbir zaman yeterli oyu alamamasının en önemli nedeni budur.

6.     Kemalist ideoloji, “inkılapçı” değil, tipik muhafazakâr bir ideolojidir. Kendi devletini ve ideolojik hegemonyasını kurduktan sonraki tüm çabaları, hayatı dondurmak ve değişim yolundaki her gelişmeyi engellemek yolunda olmuştur. Kemalistlerin “inkılap” dedikleri, kendi karşıdevrimci hegemonyalarını, tüm iktidarlar gibi, bir yandan baskı, diğer yandan  rıza yoluyla sağlama almaktan ibarettir.

İşte Kemalizmin gerçek altı okunun özeti bence bundan ibarettir.

Gün Zileli
21 Ağustos 2007

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tet ve Hamas!

Son Hamas saldırısıyla Vietnam’da 1968 yılının Ocak ayında Vietkong gerillalarının Güney Vietnam’ın çok sayıda şehir …

46 Yorumlar

  1. yazınıza bugün okudum ve hiçbir bilimsellik objektif bir yan göremedim. Kemalizmi böyle eleştirirken tutarsız bir şekilde gözüm kitaplığımda ki A.taner kışlalının Atatürke saldırmanın dayanılmaz hafifilği adlı kitabına takıldı. ve yazınızdan utandım.kitapta kemalizmin bir sürekli devrimcilik olduğu yazıyor siz devrimci değil muhafazakar diyorsunuz.ikinci olarak uğur mumcunun milliyetçilik ve devrimciliği özdeşleşen sözleri aklıma geliyor.Türk sosyalizmi makalesi aklıma geliyor. siz bu yazarları hiç okumadınız mı?Bizim ülkemizde neden bu var kendi yaptıklarını hep eleştirip dışarda ki yapılanları ise daha bir benimsemesi. Kışlalının ve uğur mumcunun kitaplarını yazılarını sözlerini okuyun.eğer okuduysanızda baştan dikkatli bir şekilde altını çizerek okuyun saygılar.

  2. Milliyetçilik ve devrimin yanyana olması mümkün değil… Böyle kemalist muhafazakarlık bana dindar muhafazakarlıktan hiç farklı gelmiyor. Bence ezbere bildiğiniz kemalist literatürü bir kenara bırakıp farklı okumalar yapmalısınız.

  3. Hüseyin, sizin yorumunuza yazdım önceki yorumu.

  4. SAYIN DALLOWAY Kapitalizm, hakim ekonomiler nazariyesi gereğince enternasyonaldir. Yani asıl milliyet tanımayan akım budur. Sol akımlar bu enternasyonal güçle savaştıkları için millidirler. Daha doğru bir tanımla, Kapitalizm bugün uluslararası soygun örgütünün kibarca bir adıdır. Sol bu soyguna karşı milli direnişleri örgütleyen milliyetçiliğin gücüdür ve milli uyanışları örgütlediği ölçüde sol olacaktır uğur mumcunun bu sözü sizce boşuna söylenmiş ezberlenen kemalist literatürmü. ulusal üniter bir devlette milliyetçilik yurtseverliktir vatanseverliktir bunun ırkçılıkla bir ilgisi yoktur. Batının bile korktuğu bir ideolojiyi siz bir çırpıda silemezsiniz. tek dünya devletini öngören bir anlayışa karşı ulusçuluk akımları kendini korumalıdır. direniş göstermelidir.

  5. Tam bir yanılgı içindesiniz. Kapitalizmi de, emperyalizmi de yaratan ulus ve milliyetçiliktir. Kapitalizm tamamen ulus-devlet temelinde gelişmiştir ve gelişmektedir. Bugün de kapitalizmin ya da emperyalizmin ulus-devletleri yıktığı ya da yıkmakta olduğu ulusalcıların ve milliyetçilerin uydurmasıdır. Kapitalistler de biliyorlar ki, kendi sermaye güçlerini ancak ulus-devletlerin bekçiliğiyle koruyabilirler. Bugünkü Türk devletinin ordusu, polisi emperyalizme ya da kapitalizme karşı mı savaşıyor, yoksa kapitalist çıkarların bekçiliğini mi yapıyor.? Eğer ordunuz “anti-emperyalist”se iddia edildiği gibi, neden Nato’dan çıkmıyor, tam tersine Nato’nun emrinde şuraya buraya asker yolluyor…

  6. ben şuanki ordunun polisin yada devletin kurumlarının Kemalist bir çizgide olduğuna inanmıyorum zaten.ismet inönüde dahil bütün hükümetler Atatürkün hiçbir devlet politikasına uymamış ve aksi yönde çalışmıştır. bence yukarıda ki yazılarımda örnek verdiğim düşünce adamları bu ülke de doğru şeyleri savundukları için katledilmiştir. emperyalizme başkaldıran bir önderi yermek ancak bunu kesinlikle söylüyorum dışarıdan desteklenen kendince devrimci zihniyette olup hiç birşey yapmayan sadece yazılı doktrinler üzerinden konuşanlardır. Oysa kemalizm devrimini yapmış yazılı bir ideoloji olacağına pratikte kendini göstermiştir.unutmayın kışlalının dediği gibi sol Türkiyede işçi hareketlerinden doğmadı Kemalizmden doğmuştur. yaptığı devrimlere bakarsanız bunu daha iyi anlarsınız. eşitlik özgürlük haklar döneminin şartlarına göre çok ileridedir. ATATÜRKE SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİNİ YAŞAYANLAR UNUTMASIN SAVUNDUKLARI İDEOLOJİLERİNİ YAYMAK İÇİN BİR VATANA GEREK VARDIR İŞTE O VATANI VE O HAKLARIN BAŞLANGICINI O BEĞENMEDİĞİNİZ İDEOLOJİ YAPMIŞTIR.Batı türk insanını istediği bir noktaya getirdi zaten değerlerini yargıla sorgula ve yanlış kanıya var bunun adıda demokrasi özgürlük

  7. hem devlet kapitalizme karşı diyorsunuz hemde devleti savunmaktan imtina ediyorsunuz. Olmadı ki. Ayrıca, sözünü ettiğiniz dönemler içinde en fazla batı yanlısı dönem Mustafa Kemal’in “ebedi şef”liğini yaptığı dönemdir. Rahmetli Mumcu ve Kışlalı da dahil, kemalistler, gerçeklikteki Mustafa Kemal’den çok farklı bir tanrı yaratmaya çalıştılar. Diğer solcular da buna katkıda bulundu. Şu malum “kalmaklı Mustafa Kemal” miti bir uydurmadır. Böyle bir “anti-emperyalist lider yoktur. Mustafa Kemal, başından itibaren batı kapitalizmiyle işbirliği yapmış ve bunun kurumlarını yaratmak için uğraşmıştır. “Kemalist devrim”ler denen şeyin anlamı bundan ibarettir.

  8. Hüseyin,

    şu anki ordunun ve devlet kurumlarının Kemalist olmadığını söylemek Kemalizmin çıkmazlarını aklamaktır.. Ki bence asıl Kemalizmin kritiği yapılırsa (şu sıralar entelijansiya içinde pek bir popular ama olsun) belki kısmen daha da özgürlükçü bir yere gidilebilinir. Rejim ne olur bilmiyorum ve açıkçası beni çok da ilgilendirmiyor. Vatanseverlik adı altında örtülmüş ırkçılığın kokusu nedense tam da kemalistlerden geliyor özellikle şu sıralar…. Rejimin kemalist veya şeriat olması sokaktaki açlığı, evsizliği, hayvan ve insan hakkını etkilemeyecek nasılsa. GAP denen ne olduğu belirsiz santraller (ve şimdi adlarını anımsamadıklarım) daha önce de vardı. Bana bunları anlatın lütfen. Doğayı tahrip etmeyen, hayvana, insana ‘can’a önem veren bir tek Kemalist politikayı şu şu zamanda şu şu vardı diyin. (İstiklal Mahkemeleri’nin amacını mesela.. Sakın ‘Tek bir ses’e engel teşkil ettikleri için kurulmuş olmasın?)

    Politikanın izm,i ideolojisi yoktur. Kemalizmi o günün koşullarında M. Kemal’in yaptığı Marxist/Keynes/Makyavel ve daha bir sürü okumalar neticesinde koşullara uyarlaması sonucu ortaya attığını ve yeni kurulmaya çalışılan cumhuriyet üzerinde de pratik olarak uyguladığını düşünüyorum.

    Türkiye’de tek bir halk yoktur ki ‘ulus’ devlet olarak yekpare kalabilsin. Kemalizm denendi. Ne oldu?

    Bu günün devleti ve ordusu kemalist olmadığı için böyle değildir. Tam tersidir.

  9. Siyasi olayları kavrayıp sorgulamaya başladığımdan beri kendimi Atatürkçü olarak tanımlıyorum (kemalist değil, isteyen olursa neden farklı olduüğunu düşündüğümü anlatırım, ha eşe dosta kemalist diyor geçiyorsun o ayrı) hiç bir zaman katı kurallarla bağlı bir insan olmadım, yetiştirilirken genelde bağımsız ve kendi kararlarımı vermem sağlandı. Devrim kadrosu ve Atatürk’e saygım sonsuz ancak kendilerini hiç bir zaman putlaştırmadım onların boyunduruğunda olmak gereksinimi duymadım. Buna rağmen bana bile çok çarpıcı geldi bu yazı. Bu resmi devlet ideolojisinin tüm çarpık yanlarını bir solukta anlatmış Gün Bey. Aslında bakıyorum, zaten kendisi çarpık duruyor. Ancak bu yazıya cevap verebilmek ve kendi sorularımı sorabilmek için daha fazla altyapıya ihtiyacım var. şimdilik beni aşar.
    Ayrıca biraz geç bir cevap olacak ama Gün Bey: nüfus cüzdanlarında hala din hanesi bulunmakta. AKP’nin lütfu ile artık orada yazan dini sildirebiliyoruz ama hane hala sabit ve bu durum iş başvurularında hala sıkıntı yaratıyor. malesef ben sildirdiğim haneyi yeniden yazdırmak zorunda kaldım, evet yalan söylüyorum ama söylemezsem aç kalacağım. Zaten kapitalizmi güçlü kılan nedenlerden biri de bu değil mi? Herkes yalan söyleyecek herkes birbirinin üstüne basa basa, birbirini eze eze biryerlere gelecek ha bana göre bir çeşit rekabet olmalı ancak bu güçlü olanın zayıf kalanı istediği gibi eğip bükmesi anlamına gelmemeli, devlet de bunu engellemede araç olarak kullanılmalı diye düşünüyorum. (ben yanlış yere geldim galiba son yazdığımdan hafif tatlı bir marksizm kokusu geldi)

  10. Arkadaşlar kemalizim iyisyle kötüsyle türkiye cumhuriyetıinin sistemidir. Saygı duymak gerek m. kemal sisteminin artısyla eksigiyle insanlar inanır uygular o insanın kendi fikir vicdanına kalmış meseledir. Önemli olan dünayadaki tüm insanların dünaymızdaki savaşların zülümlerin onun bıraktıgı yıkımları inşa etmek için hayatımıızn ortaklaşa paylaşabilecegimiz savaşların ve yıkımların olmadıgı bir dünya inşa etmek çünkü İnsan istedimi bu dünya kurulur

  11. Rejim ve ideolojilerin insanların saygısına da saygısızlığına da ihtiyaç duyduğunu düşünmüyorum. Var olmak için bu iki değer de rejim ve ideoojiler için nötr değerdedir. Dolayısıyla kritik etmek bireysel olarak bizlerin akıl yürütme yoluyla bulunduğumuz değerleri sorgulama aracıdır. Kemalist rejime sahip bir sistemdeyse sorgulamaya çalışmak insanı çelişkiye ve zorlu bir yere götürüyor… Bu noktada üslupları gözden geçirebiliriz, evet.
    Yine de asıl saygı duyulacak şey her ne amaç uğruna olursa olsun tek parti/istiklal mahkemeleri/soykırım/demokrasi sosuna bulanmış diktatörlük vs.. duruşu tersine çevirecek fikri atılımlar yapmaktır.. TC bir şekilde kurulurdu, adı ve rejimi ne olurdu bilemem ama kurardı biri(ler)i. Veya zaten kurulmuştu. Uluslaşma pastasından payına düşeni almamazlık etmezdi yine ‘lider ruhlu, zeki, narsisist, kelle koltukta olduğu için mecburen gözü kara biri(ler)i.

  12. AK Parti emperyalizme karsi mücadelenin öncüsü

    Afişinde İkiz Kuleler’in enkazında Türk bayrağının bulunduğu bir belgesel hazırlayan “Hıristiyan Eylem Şebekesi” (Christian Action Network-CAN), gelen yoğun eleştiri mailleri üzerine afişe Türk bayrağının yanı sıra İran, Pakistan, Suudi Arabistan ve Sudan bayraklarını da ekledi. Önceki gün Taraf’a konuşan derneğin proje direktörü Jason Campbell, ay yıldızlı bayrağın Türkiye’nin değil İslam dünyasının sembolü olarak kullanıldığını belirtmişti.

    Dün de internet sitesine bir açıklama koyan şebeke, afişe sadece Türk bayrağı koyarak kimseyi incitmeyi amaçlamadıklarını belirtti ve şunları söyledi: “Türkiye bir zamanlar Amerikan yanlısı laik kimliğe sahip bir müttefikti ancak şu anda ülkeyi ters istikamete götüren AKP hükümeti tarafından yönetiliyor. Türkiye, İsrail’in bir numaralı provokatörü ve anti- Amerikancılığın kalesi haline geldi. Umarız gelecek yılki seçim sonuçları Türk halkının radikal İslam’a olan muhalefetini yansıtır.”

  13. bizim dincilerimizle abdli dinciler gerizekalılıkta yarışıyor.

  14. Kemalizm hakkında Ortaya koymuş olduğunuz objektif görüşler son derece doğru olmakla birlikte bu acı gerçeklerle aniden karşılaşan gençlik afallıyor. Buda çok normal. Çünkü bu ülkede yıllardır gençliğin nasıl korkunç bir beyin yıkama ile yetiştirildiğini biliyoruz.
    Hatırlarsanız ‘Yarılma’ adlı kitabınızda 1969 yılında SBF’deki bir tartışmaya kitaplardan alıntı yapmak için kürsüye 20 adet kitapla çıkıp nasıl zor durumda kaldığınızı anlatıyorsunuz. O zamanlar tartışmalarda ‘ustalar’ dan alıntı yapmak modaydı.Hatta bu moda 79 lara kadar devam etti.
    Ancak şimdi tekrar alıntı yapmanın zamanı geldi.Kimdenmi alıntı yapacağız? Bizzat Mustafa Kemal ve arkadaşlarından. Çünkü bu ülkede Atatürk bile sansürlenmiş. Mesela şu İzmir İktisat kongresi neden İzmirde düzenlendi? Kime mesaj veriliyordu? vs.
    Yani demek istediğim şuki yukarıdaki yazınızdaki fikirleri bizzat o zamanın belgeleriyle desteklemeniz ve o günkü belgelerden alıntılar yapmanızdır. Bu konuda yeterince belge,bilgi ve kitap olduğunu sanıyorum.Selamlar.

  15. Kime?

    Mesela şu İzmir İktisat kongresi neden İzmirde düzenlendi? Kime mesaj veriliyordu? vs.

  16. 1-sermayenin küreslleşmesine parelel yürüyen bir ulus-devlet aşınması yaşanmakta mıdır? (yoksa bu bir faraziye mi?)
    2-bu süreçte türkiye gibi devlet ulus oluşumlarında, kemalizm vb.faşizan ideolojilerce “emperyalizm”e karşı bir “direniş” gibi gösterilmenin dışında, başka hangi “gerekçeler”le meşruiyet arayabilir?(kendisi de bir ulus devlet savunusundan öte bir şey olmayan leninist marxizmin bu miyadı dolmuş kavramlarının başka bir kıymeti harbiyesi kaldı mı?)

  17. ne emperyalizmi kardesim.

    Kemalizm emperyalizmin en sadik köpegidir. Kemal emperyalistler adina Türkiye halklarinin ruhunu satin almakla görevlendirilmistir; 1922’de emperyalist devletlerin tek bir korkusu vardi: Bolseviklerle müslümanlarin birlesmesi ve kapitalizmin canina okunmasi. Buna engel olamk için zaten eskiden beri Ingiliz ajani olan Kemal’i görevlendiler. Lozan’dan sonra Isviçreli ve Fransiz müfettisler geldi. TC’yi onlar yönetti. Adina devrim denen saçmaliklari onlar yapti. Takrir’i-Sükun kanunu emperyalistlerin istegi üzerine çikarildi. Müslümanlar, Komünistler, Kürtler, kadinlar, yahudiler ve masonlar baski altina alindi. Devrim adi altinda fasist yasalar taklit edildi (bkz. Italyan ceza kanunu)1925’de Kemalist totaliter rejim kuruldu. Kemal emperyalizmin en sadik köpegidir. Emperyalistlerin bu topraklarda tek geçerli rakibi olabilecek Osmanli gelenegini yok etmek için görevlendirilimis, ihanetçi ve ajan bir harekettir. Kemalizmin pesinden kosan sözde solcular da ihanetçi ve ajandir. Kemal, Sivas kongresinde Amerikan mandasi için oy kullandi. Isteyen bakip kontrol edebilir. Ancak politik nedenlerden bu manda isteginde basarili olamadi. Kemal’in gerçeklestirmeyi basaramadigi ABD mandasi 1946 yilinda Inönü tarafindan getirildi. CHP ve onun kuyrukçusu sözde komünistler Karaköy genelevini badana ettiler. Missuri zirhlisi Istanbul’a geldi. Sözde komünist aydinlar bu olay için siirler yazdilar. Aynen ajan Dogu Perinçek’in 1970’lerde ahi gitmis vahi kalmis Rusya’ya karsi sözde sosyal emperyalizm aleyhtari cephe kurmak için ABD’ye yanasmasi gibi o zamanki TKP-P’liler de ABD’ye yanasti. Ama yine de yaranamadilar. CHP’li fasistler basta Ilhan Selçuk ve Orhan Birgit gibi azili fasist liderleri olmak üzere Tan matbaasini yaktilar. CHP , Beyaz Türk DP ve kuyrukculari ABD mandasini pekistirdi. 27 Mayis fasist darbesini yapan asagilik katil sürüsü köpekler igrenç darbelerine “Nato’ya ve Cento’ya bagliyiz” avaneleriyle basladilar. 12 Eylül 1980 ABD tarafindan ” bizim oglanlar iyi is yapti” denerek desteklenmisti. 28 Subat da ABD ve Israil’in Turkish sol’un , ÖDP, Dev-Yol ve Dev-Sol ve diger fasisto-komünist ajan grupçuklarin destegiyle yaptigi bir darbe idi. Türkiye’de ABD mandasina Recep Tayyip Erdogan son vermistir. Tek reformcu lider Recep Tayyip Erdogan’dir, digerleri sahtekar ve ajandir. Ancak Erdogan da bir devrimci degildir. Devrimci liderlige acil ihtiyaç vardir. Türkiye’de kendine sol diyen gelenek asagilik, hal düsmani, insanlik ve islam düsmani, ABD ve Israil’in eline bir provokasyon odagidir. Solun bu hainleri temizlemesi gerekir. Bu en acil devrimci görevdir. Korkmayalaim yilmayalim; sola ve kitlelere olan güveni yitirmeyelim.

  18. gün,

    ‘ve gürbüz tüfekçi’ ölmüş..

    duymuş muydun?

  19. Gürbüz Tüfekçi'nin fikirleri

    Topragi bol olsun, Perinçek’in teyze oglu ve Kemalizm hocasi Tüfekçi söyle demekteydi:

    Atatürk, Türk yurdunda yaşayan kişilerin tümünün, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşları olduğunu şöyle açıklamaktadır:

    “a) Siyasî varlığımızın haricinde, başka ellerde, başka siyasî zümrelerle isteyerek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, köken birliğine sahip ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk cemaatleri vardır. Bu durum, bugünkü Türk Milletinin birlik ve beraberliğini asla bozamaz.

    b) Bugünkü Türk Milletinin siyasal ve sosyal topluluğu içinde kendilerine kürdlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat geçmişin baskı dönemleri ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olan birkaç mürteci beyinsizden başka hiçbir millet ferdi üzerinde kederden başka bir etki yapamamıştır. Çünkü, bu millet fertleri de bütün Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar

  20. alakasız bir şeyler

    malişere,senin bu konuda fikirlerini merak ediyorum.
    Allah özgürlüğün teminatıdır(mı?)
    Toplumlar başsız olur mu? Toplum yaşamında düzenleyici bir organizasyon gerekmez mi? Toplumlar kendi sezgisel hukuklarıyla yaşamlarını sürdürebilirler mi? Toplumların başlarında birileri olup ta toplumun yine de özgür olması mümkün müdür?
    yukarıdaki sorulara cevap aramaya çalışalım. Küçük komünal topluluklarda dahil olmak üzere bilinen tarihte sürekli topluma yön veren önderler olmuştur. Bunlar doğal olarak öne çıkmış önderlikler, soydan gelen liderlikler(aristokrasi), krallıklar babadan oğul a, günümüze yaklaştıkça “seçimle” başa gelen “demokratik” yönetimler şeklinde olmuştur. Kimi zaman aile, kimi zaman bilginin, kimi zaman da iyi savaşçılığın getirdiği iktidarlar şeklinde olmuştur. Buna anarşistlerden tepki gelebilir ancak küçük bir takım anarşik yaşam denemeleri olmuştur onlarda da mutlaka bir takım önderler öne çıkmıştır(ispanya da Durruti, Ukrayna da Nestor makhno gibi). Çünkü bilgiyle, savaşla ya da zenginlikle, illa ki öne çıkıp iktidar olunacaktır, her zaman iktidarla mücadele edilir.
    Allah’ın özgürlüğün teminatı olabilmesi meselesine gelirsek, karşı çıktığımız iktidarlar nasıl oluşur? Mülkiyetle, bilgiyle, kahramanlıkla v.b.
    O zaman bütün mülkiyet Allah’ın olduğu zaman bu aynı zamanda var varlıkların mülkiyet edinememesini de beraberinde getirir. Çünkü Allah mülkiyetin sahibi ancak kullananı değildir. Doğal olarak biz ise bütün doğa herkesin ortak kullanım alanı olacaktır. Tek yöneticilik yok varlık olarak Allah’ta olduğu zaman hepimiz eşitlenmiş olacağız, tek yöneticimiz ise bu yaşamın içindekiler gibi yaşamımıza devletler gibi müdahale etmeyecektir, onun bütün göndermeleri vicdanımıza ve erdemimizedir.
    Özgürlüğün bizatihi kendisi özgürlüğün önünde bir engel haline gelebilir mi?
    Özgürlüğü eğer olunabilecek bir durum görürsek evet özgürlük fikrinin kendisi bize her ulaştığımız özgürleşmede , yenisini göstereceği için mevcut durumdan faydalanmamıza sürekli engel olur. Bir baskı aracı gibidir.
    Ama özgürlük de aşk gibi hep ulaşılmak istenendir. Ulaşıldığında aşk biter. Yani özgürlük arayışının kendisi güzeldir. Arayış esnasında özgürüzdür. Ulaşılan bir durumdan dolayı değil.
    Çünkü yaşam devinerek devam etmektedir.

  21. toplumlar değil,farklı dil, inanış,cins vb kültürlerde insanlar ve.
    bunların oluşturduğu insanlık tek toplumu var. bunu mümkün kılan eski ekonomik engeller hızla ortadan kalkmaktayken biz neden nostaljik takılalım?
    bu ayrımların kendisi değil miydi iktidarı mümkün kılan? ve de toplumların hep bir somut “baş”larının olması, gelekcekte olacaklarının neden garantisi olsun?
    elbette biz geleceğin ideal toplumunda yaşamıyoruz. ama hedefe ulaşmaktan vazgeçemeyiz; değil mi?
    anarşistler de bu erişim mücadelesinde bir takım geçici ve doğal ( senin deyişinle) önderler çıkarmışlardır.aradaki farkı belirtmek gereksiz; arifin bileceği kadar da açık. özgürlük ve allah konusunda sorunu tam anlamış değilim. itirazın eğer herkesin allaha inanamaya “zorlanmasıysa” ben de her tür zor ve zorunluğa karşı biriyim. ister inansın, isterse inanmasın, mülkiyetin tahakküm üreten asıl neden olduğu noktasındaysa sorun yok. yok değilse, ister kapitalist( birey ) ister sosyalist(devlet ya da o ada biaen toplum adına) tüm mülkiyet biçimleri zulmün ve sömürünün müsebbibi olacaktır.
    mülk ün allaha ait olması mülkiyetin “sahipsizliğnden” kendilerine mülki nema arayanları durduracak en temel ahlaki dayanak olamaz mı? “toplumların yaşamında düzenleyici organizasyon”dan söz etmişsin:
    ekonomik organizasyon olarak devletsiz- mülkiyetsiz anarşist piyasa.. ve ahlaki olarak oluşturulmuş komün ya da isresen cemaatler.
    not: şer değil, şér (aslansoyadım, kürtçe)
    selam

  22. http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=99
    Konuk yazarlar bölümüne konulmasını oneriyorum

  23. Neo fasistler

    Kendine sosyalist diyen bazi ögrenciler Türbanli kizlara saldirarak üniversiteye girmelerini engellemeye çalisiyorlar, bu nedir? Bir cins sosyalizmin intihari mi? Yoksa bu gençler alevi dinci radikali olup mezhep çatismasi çikarmaya mi ugrasiyorlar? Nedir?

  24. Gün Zileli,tarihte ilerici ve devrimci olan ne varsa ona saldırmaktadır.
    Bu bir dönüşümdür.
    Gün Zileli’nin düşünceleri özünde,”Yalan Söyleyen Tarih Utansın” vb sağcı tezlerden farklı değildir.
    Zileli ve F.Başkaya vb.leri AKP’nin ideologlarıdır.

  25. Tarihte ilerici ve devrimci olan

    Ilerici ve devrimci iskenceler, ilerici ve devrimci katliamlar, ilerici ve devrimci daragaçlari, ilerici ve devrimci soykirim, ilerici ve devrimci bombalama, ilerici ve devrimci açlik, ilerici ve devrimci zulüm, ilerici ve devrimci ayrimcilik, ilerici ve devrimci baski, ilerici ve devrimci falaka, ilerici ve devrimci cop, ilerici ve devrimci elektrik, ilerici ve devrimci filistin askisi, ilerici ve devrimci asit poli hidro karbonik, ilerici ve devrimci akil hastanesi, ileric ve devrimci toplama kampi, ilerici ve devrimci gulag, ilerici ve devrimci iskelet, ilerici ve devrimci mezar, ilerici ve devrimci tabut, ilerici ve devrimci Veli Küçük, ilerici ve devrimci Levent Temiz, ilerici ve devrimci Temizöz, ilerici ve devrimci cuntaci generaller, ilerici ve devrimci cellat, ilerici ve devrimci vampir, ilerici ve devrimci kurt adam, ilerici ve devrimci iskencecisine garsoniyer ayarlayan ilerici ve devrimci adam, ilerici ve devrimci fasist iskencecilerine yalakalik yapan ilerici ve devrimci müsvedde, ilerici ve devrimci? Nereye ilerlemis, neyi devirmis?

  26. İlericilik ve gericilik savaşımında işte size düşen de ilerici/devrimci ne varsa ona saldırmak.
    Biliniyor:
    İlerici hiç bir değer yargısıyla bağı kalmamış,sola dışardan küfür yazıları döşenmeyi ve kin kusmayı marifet sayan bu yeni sağcılar AKP tarafından sola saldırtılmaktadır.

  27. Kemalizm tasfiye mi ediliyor?
    Emperyalist tasfiye sopası, bir taraftan ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine sallanırken; öte yandan komprador kliklerin bir kesimince diğer bir kesimine karşı da sallanmaktadır
    Kemalistlerde Kemalizm’in tasfiye edilmesi kaygılarının hortladığı bugünkü koşullarda, geniş çevrelerde yaşanan “olup bitenler Kemalizm’in tasfiyesi midir, değil midir?” tartışmasına açıklık getirmek, sınıf tavrı açısından gerekli ve faydalıdır. Ancak, Kemalizm’in tasfiye edilip edilmediğini anlayabilmek için, Kemalizm’in ne olduğuna bakmak; daha doğrusu, alenen bilinen komprador büyük burjuvazi, az sayıdaki Türk ticaret burjuvazisi ve feodal toprak ağaları sınıfının temsilcisi olma gerçeğini ve benzerini tekrarlamadan, konumuzla direk bağlantılı olan tarihçesine belli yönleriyle ve birkaç satırla da olsa değinmek faydalı olacaktır. Zira günün gelişmelerini Kemalist hünerden tamamen bağımsız görmek mümkün değildir. Bilakis onun bıraktıklarının ürünüdür.
    Yarattığı gerici-faşist çark elbette dönüp kendisini de vuracaktı; bugün vuruyor da. Çünkü Kemalizm ya da Kemalist ideoloji, Sovyetler ve genel olarak komünizm ve devrime düşmanlık üzerine kurulu bir ideolojidir; bu bağlamda da gerici ve faşisttir. Son derece de pragmatisttir. Dolayısıyla, komünizm ve devrime düşman olan her şeyle çıkar temelinde uzlaşır; her yolu mübah saymaktadır. Komünizm korkusuna karşı örgütleyip geliştirdiği ve giderek kendisinin de ortaklaşarak aynılaştığı o kokuşmuş mekanizma ve bu mekanizmaya dahil olan unsurlar, şimdi kendisini yemeye başlamıştır. 1980’lerin cuntacı paşaları Kemalist idiler ve onun kurduğu cumhuriyeti koruyup ilkelerini sürdürüyorlardı. Komünist tehlikeye karşı hemen her köye cami yaptıran, Kur’an kursu açtıran; yani bugün “şeriat tehdidi” diye söz ettikleri kendi canavarlarını büyüten onlardı. Kemal Atatürk dahil, bugüne kadar her devlet/iktidar ve hükümet başkanı ya da temsilcisi, din adamları ve cemaatlerle kol kola olmaktan çıkmamıştır. O halde yadırganacak bir durum da yoktur ortada.
    Kemalist CHP, program ve bayrağına “devrimcilik” ilkesi koydu ama; Kemalist hareket, daha nüve halindeyken, “Kurtuluş” Savaşı yıllarında, halk devrimi ihtimaline karşı gelişen bir hareket oldu ve muhtemel halk devrimini kanla boğdu. Programına “halkçılık” ilkesini koydu ama; halihazırda, işbirlikçi niteliğiyle, emperyalizmin ve hakim sınıfların çıkarlarına bağlı olarak en azılı halk düşmanlığını üstlenerek temsil etti/ediyor. “Milliyetçilik” ilkesini koydu programına; bir taraftan ırkçı-faşist Türk milliyetçiliğiyle Kürt ulusu ve diğer azınlıklara acımasız bir milli baskı uygularken; öte taraftan ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmekten ve onun gönüllü hizmetçisi olmaktan geri durmadı/durmuyor. Uluslar arası hakim sınıflarla olan sınıf kardeşliği, milli duygularının önüne geçti; Adana Nusaybin’de demir yolu işçilerinin İngiliz şirketine karşı eylemlerini kanla bastırdı. “Laiklik” ilkesini “benimsedi” ama; devlet iktidarının dini denetleyen kurumlarını devreye sokmaktan ve her bakımdan din üzerinde etki kurarak kullanmaktan geri durmadı, duramazdı da! Alevilik gibi diğer mezhepler üzerinde terör estirip katliamlar gerçekleştirmekte sınır tanımadı. “Atatürkçülük” ilkesini benimsedi ve işte buna uygun davranarak Atatürk’ü putlaştırdı; onu dokunulmaz tek kahraman yapıp, tek ses dışındaki sesleri yasakladı; eleştiriyi ve ekonomik-demokratik hak mücadelelerini amansızca bastırdı ve tek devlet-tek millet argümanıyla, Atatürk’ün “Bir Türk dünyaya bedeldir.” “Ne mutlu Türküm diyene!” felsefelerini sıkıca takip edip, ezilen ulus ve azınlıkları kılıçtan geçirdi.

    Kemalizm, dün ne ise, bugün de odur!
    Kemalizm veya Kemalist iktidarın tek partili dönemi de, çok partili döneme geçiş dönemleri de, özü ve genel hatlarıyla aynıdır. Irkçı, şoven, Türk milliyetçisi, emperyalizme bağımlı/işbirlikçi komprador ve faşisttir. Karşıt kliklerle iktidar dalaşı dönemlerinde -özellikle de muhalefete düştüğü dönemlerde-, popülist argümanlar kullanıp halk kitlelerinin özlemlerini dile getirerek, onların kendisine yedeklenmeleri gayesiyle sahtekarca demokrasiden dem vursa da, bu durum değişmemiştir. İktidara geldikten sonra, ideolojik-politik niteliği ve sınıf karakterinin tezahürü olarak, faşizme başvurmakta tereddüt etmemiştir. Kemalizm her türlü gericiliği temsil ve himaye ederek, iktidar ereği için kullanmıştır. Tarihin garip cilvesidir ki, büyüttüğü gericilik mekanizmasının parçaları, aynı gerici emellerle bugün kendisine dönmüştür. Gerici çıkarlar tabiatına uygun olarak birbiriyle çatışmaktadırlar. Gerici tarih, tekerrür etmektedir.
    Burjuva-feodal sınıf klikleri arasında tarihsel olarak süregelen geleneksel çıkar ya da iktidar dalaşı, “devletin yeniden yapılandırılması” temasıyla, emperyalizmden alınma projenin yürürlüğe konmasıyla ivme kazanmıştır. Faşist Kemalist diktatörlüğün iktidar tarihi, klikler arası derin çatlaklar ve keskin dalaşlarla mimlidir. Bu gerici iktidar kavgasının en uç tipiği, Mendereslerin asılması serüvenine de uzanan faşist kanlı darbe örneğiyle iyi bilinmektedir. Bu tarih, sultanlık/padişahlık dönemi olan Osmanlı yönetiminde süren iktidar kavgalarında kardeş kellesinin alınmasından tutalım da; “Bizans oyunları” tabiriyle bilinen binbir türlü hile ve entrikayla ünlenen tarihe dayanır.
    Osmanlı döneminin yönetim geleneklerini devralarak, onun bir türevi ve devamcısı olarak, ama aynı zamanda ondan koparak da gelişen; İttihat Terakki ve Jön Türk hareketi yılları ile (bunlar içinde beslenip, bizzat bunların devamı/kendisi olarak) bunu takip eden yıllarda(iktidar yılları dönemi de dahil), gayrimüslimlerin katledilmesi, soykırımdan geçirilmesi, sürülmesi ve zenginliklerine el koyulmasıyla güçlenip, “Kurtuluş” Savaşı yıllarında emperyalizmle işbirliği içinde iyice palazlanarak, sonrasında iktidara oturan Kemalistlerin, kişi sultasıyla sultanlık idaresi biçiminde karakterize olan tek partili CHP iktidarı ile Mustafa Kemal önderliğinde TC devletine geçiş süreci, oyun ve komplolarıyla Osmanlı dönemine kök söktüren cinstendir.
    “Devşirmecilik”le nam salan öncelleri gibi, Ermeni Soykırımı’nda, Kürtleri ve diğer azınlıkları “Hamidiye Alayları” gibi katliam mangalarında örgütleyerek alçakça kullanan TC devletinin Kemalist iktidar yılları da, komplocu/hileci niteliği, sadece içte, iktidar dalaşlarında değildir. Başta iç-dış gelişmeler ve siyaset olmak üzere, her türlü muhalefet ve devrimci harekete karşı da aynı niteliktedir.
    Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarından sonraki müzakere ve anlaşmalarda ikiyüzlü pragmatist politikayla “Şark dansözü” kıvraklığında Sovyetler Birliği ile “itilaf devletleri” emperyalistleri arasında mekik dokuyup ikili oynayarak, emperyalistlere karşı Lozan’da pazarlık masasına avantajlı oturmak için, “pazarlık” kozu olarak Sovyetler Birliğine yaklaşmayı kullanması ve son tahlilde emperyalist cepheye sadakat mesajı vererek güvenlerini kazanma adına Sovyetlere karşı tavır almakla birlikte, ülke içinde tüm devrimci dinamik ve Komünistlere karşı azgın saldırılar başlatması; “Kurtuluş” Savaşı yıllarında, emperyalizmle savaş içindeyken “dirsek temasına” girerek el altından işbirliği yapması ile emperyalistlerin işgale son vererek Kemalist iktidara hayırhah tutum göstermesine karşın, sahtekarca “bağımsızlıkçı” kesilmesi; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında, işgale karşı gelişen direnişin ve devrimci hareketin önderliğini ele geçirerek, bu devrimi ters yüz edip kanla boğması; Çerkez Ethem’in Sovyet yanlısı devrimci tutumla emperyalizm karşıtı duruşundan rahatsız olarak, Çerkez Ethem’in başarılarının yarattığı etkileri ters yüz etmek için, onu “hain” ilan etmesi; sahte Komünist Partisi’nin kurulması suretiyle, demokratik görünüp hem Sovyetlere şirin gözükmeye çalışması, hem de komünistlerin açığa çıkarılması veya tuzağa düşürülmesi için oyun çevirmesi ve sonrasında da azgın bir terörle en küçük demokratik hareketi bastırarak yasaklaması; eleştirel yazı yazma ihtimaliyle bile tutuklamaların yapmaya kadar varan koyu bir faşist diktatörlükle, iktidar veya hükümeti eleştiren yazılarından dolayı, gazeteci ve aydınları tutuklayıp hapsetmesi; “Topal Osman Olayı” olarak bilinen komployla, Mustafa Suphileri(15’lerin) oyuna düşürerek hunharca katletmesi; muhtariyet vereceği sözüyle aldatıp iradelerine el koyduğu Kürtleri temsilen Lozan’a gidip, Kürdistan topraklarının parçalanmasının altına imza atarak, Kürtlerin kaderlerini tayin etme hakkını alçakça çiğnemesi olayları, Kemalistlerin ve onların iktidar döneminin icraatları ve temel özelliklerinin birkaç örneğidir.

    Var olan klik dalaşı, devletin re-organizasyonu sürecinin doğal sonucudur
    Komprador bürokrat burjuva sınıf kliklerinin, tarifli zamandan beridir devlet iktidarı konulu zeminde hırçınlaşarak kabaran iç çatışmaları yol almıştır/daha da alacağa benzemektedir. Sorunun devlet iktidarı üzerinden gelişmesi, iktidarın nitel anlamda el değiştirmesi tarzında bir devrim telaffuzuyla tanımlanmasına çıkmaz. Zira nitel ve köklü bir değişim dinamiği söz konusu olmadığı gibi, iki karşıt sınıf arasındaki bir değişim de değildir bu. Amiyane tabirle, gerici hakim sınıfların bir iç-iktidar dalaşıdır. Devletin karakteri, iktidar ve yönetim biçimini özünden ayıran bir özellik taşımamaktadır. Toplumsal sistemin öz niteliği korunarak, kimi düzenleme ve biçimlemelerle daha da pekiştirilmektedir.
    Devletin yeniden organize edilmesi biçimindeki gerici eylemde, devletin bekası ve gerici-faşist hakim sınıflar düzeni ve iktidarı, emperyalizmin ihtiyaçları temelinde tahkim edilmektedir. Dolayısıyla, işletilen bu süreçle; geniş halk kitleleri ağır bir tahakküm altına alınmak, Kürt ulusu ve diğer etnik topluluklar prangalanmak ve devrimci hareket tasfiye edilmek istenmektedir. Sürecin özü ve ana hedefi budur. Çünkü emperyalist projenin başarılmasının önündeki stratejik engel budur. Ne var ki, bu süreçte iktidardan “uzaklaştırılan” ve iktidara oturtulan ayrı ayrı komprador klikler vardır. Ve bunlar, iktidar emellerine bağlı olarak çatışmaktadırlar. Mazlum ulus ve azınlıklar ile devrimci sınıf ve hareketine karşı yürütülen tasfiyeci saldırıyla birlikte; faşist egemen sınıf klikleri de iktidar çıkarları uğruna birbirlerini hırpalamaktadırlar. Hakim sınıf kliklerinin iktidar pastası için yürüttükleri bu keskin iç dalaşta, bu kliklerin kontrgerillacı niteliği, kanlı gizleri, çirkef yüzleri ve yasadışı karakterleri de ortaya dökülmektedir. Emperyalist tasfiye sopası, bir taraftan ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesine sallanırken; öte yandan komprador kliklerin bir kesimince diğer bir kesimine karşı da sallanmaktadır; hepsi bu! Bu gerici çatışma realitesi, iradesi dışında/objektif olarak, devrimci harekete birçok açıdan olanak, zemin ve fırsatlar da sunmaktadır.
    Tasfiyeci sürecin içeriği/kapsamı ve taktik/stratejik tüm hedefleri göz önüne alındığında, derin ve zorlu bir süreç olduğu/olacağı her bakımdan anlaşılmaktadır. Sürecin zorlu ve çetin olma özelliğini koşullayan temel parçalarından biri, genel tanımlamayla ifade edilen “Laik Kemalistler” ile “laiklik karşıtı-şeriat yanlısı İslamcı kesim” arasında cereyan eden mücadele gerçeğidir. Kılıf ve motif ne olursa olsun, bu mücadele veya çatışmanın işbirlikçi komprador kliklerin iktidar payları uğruna yürüttükleri bir çatışma olduğu açıktır. En nihayetinde, gerici-faşist yerel güçler somutunda, “Laik Kemalistler” ile “laikliğe karşı olan şeriatçı İslamcılar” arasında olma görünümüne bürünen dalaş, bunlar şahsında yürümektedir; ama özünde emperyalist güçlerin coğrafyamızdaki çatışmasıdır. Yanı sıra, iktidar kavgası olarak somutlanan dalaş da, devletin yapılandırılması özüne oturan derinliğe sahiptir. Yani devletin biçimlendirilmesi, dalaşın temelinde yatmaktadır. Bu da komprador kliklerin devlet iktidarı çatışmasını koşullamaktadır.
    Not etmek gerekir ki, “devletin yeniden yapılandırılması” projesi, yine ABD’nin genel planına bağlı olmak kaydıyla, AB’ye uyum sürecinin de bir gereğidir. Söz konusu yapılanma süreciyle AB’ye uyum paketleri de yürütülmekte; süreç, bunun gereği ve buna uygun olarak da gelişmektedir. TC’nin “Truva atı” olarak AB’ye girmesi, ABD’nin dünya projesine bağlı hesaplarının gereği ve bir parçasıdır.

    Emperyalizmin “işine gelmeyenler” tasfiye ediliyor: Kemalizm’in işbirlikçisi makbuldür!
    Yine açıktır ki, “Laik” Kemalistlerin en azından belli bir kesimi, devlet iktidarından tasfiye ediliyor. Bu, Kemalizm’in/Kemalist “ideoloji”nin -daha doğrusu Kemalist devletin- tasfiye edildiği anlamına gelmiyor. Fakat Kemalist devletin biçimlendirilmesi, Kemalizm’in terbiyeye tabi tutulması ve Kemalist “ideolojinin” rektife edilmesi ve geriletilmesi anlamına geliyor. Kemalizm’in, emperyalist “yeniden yapılanma” süreciyle Yeni Dünya Düzeni bağlamında emperyalist ihtiyaçların dayattığı yeni şartlara uyarlanması anlamındaki değişimi benimseyen kesimi, devlet iktidarındaki gücünü koruyor. Ancak ayak direyen CHP ve ordudan oluşan büyük kesimi, önemli oranda sınırlanıp geriletilerek bir biçimde tasfiye ediliyor. Yalnız açık ki, tasfiye edilen kesim sadece CHP-ordu eksenindeki Kemalistler değil. MHP gibi Avrupalı emperyalistlerin bir kısmına bağımlı olan kesimler de tasfiye ediliyor. Yani, devletin yeniden yapılandırılmasına, kendi kliğinin çıkarlarına bağlı olarak karşı çıkan tüm kesimler de tasfiye ediliyor. O halde açık ki, mesele Kemalizm’in tasfiyesi meselesi değil, ABD emperyalizminin çıkarlarına bağlı olarak yürütülen devletin yeniden yapılandırılmasına karşı çıkan tüm kesimlerin geriletilerek tasfiye edilmesi meselesidir. Niteliği farklı yorumlansa da, yaşananın tasfiye olduğunu söylemek abartı değildir. Tasfiye bu mahiyette sürerken, Kemalistler veya Kemalizm de, objektif olarak hedefler arasına girip tasfiye edilmektedir. Tasfiyede Kemalizm’in/Kemalistlerin tasfiyesi esası oluşturur. Çünkü devlet mekanizması ve bürokrasisini köklü olarak sarıp sarmalayan esas güç, Kemalizm ve Kemalistlerdir. Dolayısıyla ABD emperyalizminin ihtiyaç duyduğu yeniden yapılanma projesinin önündeki en büyük iç engel budur. Tasfiye edilmesi gereken esas güç de, bu olacaktır.
    Kemalist CHP’nin feryat-figanı bu anlamda boşuna değildir. “Sürecin devlet projesi olmadığı” vurgusunu öne çıkarması, alelade değildir. Darbe çığırtkanlığı ve hatta açık çağrıları; giriştiği komplolar; açık ve yasa dışı örgütlenmeler; Cumhuriyet ve benzeri mitingler; klasik vatan-millet edebiyatıyla ırkçı milliyetçiliği kışkırtarak devreye sokması; Kürt düşmanlığını gizleme gereği duymayarak Türk milliyetçiliğinden nemalanmaya çalışması; şuursuzca “Ergenekon” ve kontra çetelerinin avukatı olduğunu deklare etmesi ve faşizmi savunması; ama öte yandan AKP kliğini faşizmle suçlaması; “sivil faşizm” tanımlamalarını ortaya atması; etkin olduğu devlet kurumlarını ve bürokrasisini devreye sokarak, devlet kurumlarını (karşıt kliğin de yaptığı gibi) çatıştırmayı açıktan yapmakta sakınca görmemesi ve bu noktada tüm olanaklarını ve gücünü kullanması; hatta erken seçim çağrılarıyla toplumsal baskılanma yaratmaya çalışması ve bunun gibi çırpınışları, kendi adına yersiz değildir. Her koldan geliştirdiği/ortaya koyduğu direnç anlamsız değildir. Bunlar Kemalizm ve dolayısıyla Kemalistlerin, uğradıkları tasfiyeye karşı akıbetlerini görerek geliştirdikleri tepkinin ürünü olup, tasfiyenin gerçek olduğunu açıklamaktadır. Öte yandan Kemalistlerin soruşturmalara uğrayıp tutuklanmaları gerçeği ve AKP’nin devlet kurumlarında belirgin olarak sırıtan etkinliği ya da devletin temel kurumları dahil hemen her sahada yaşanan ciddi çatışmalar da, tasfiyenin işlediğini/yapıldığını göstermektedir. Polisin “Fethullahçılar” denetimine girmesi, yargıdaki bölünmüşlük, ordudaki bölünmüşlük, “milli eğitim”den devlet bürokrasisine kadar her alanda dinci, AKP’ci, Fethullahçı kadrolaşma, iktidarın bu kesimce elde tutulması, bu tasfiyeyi gösteren işaretler ve tasfiye planının sonuçlarıdır. Yargı ve yasamada ciddi kapışma sürerken, yürütme tek partili olarak AKP’nin elindedir.
    Ordunun tüm realitesine ve Kemalist esas niteliğine karşın, AKP’nin yürüttüğü emperyalist sürece öyle ya da böyle dahil olması veya boyun eğmesi de dikkat çekicidir. Bu realite, AKP’nin hem tasfiye sürecini yürüttüğünü gösterir, hem de tasfiye edilen Kemalist kliğin ordu içindeki kesiminin -en azından belli bir kesiminin- sürece katılarak tasfiye edilmediğini; Kemalizm’in bu boyutuyla devlet erkinde muhafaza edilip hepten tasfiye edilmediğini gösterir. Kemalist ordu kesimi, AKP ile önemli bir çatışma içinde olsa da, emperyalist sürece dahil olarak devlet ve iktidardaki söz hakkını korumakta; AKP’nin eliyle geliştirilen tasfiyeci sürece ortak olmaktadır. Anlaşılıyor ki, ABD esas aktör olarak AKP’yi kullansa da, ilerisine dönük tam emin olamayıp ikinci kozu da elinde bulundurmaktadır. Yani AKP’nin bu süreci işletememesi veya ciddi engellerle karşı karşıya kalıp kitle desteğini yitirmesi durumunda, süreci “B planı” olarak elinde tuttuğu bu Kemalist kesimle sürdürmeyi de ihtimal dışı tutmadan ihmal etmemektedir. Esas tercih AKP olsa da, olağanüstü gelişmeler durumunda, süreci ilgili Kemalist kesimle yürütmeyi tasarlamaktadır. Kemalistlerin (ordu kesimi veya bunun bir bölümünün) sürece dahil olması durumu, efendi değiştirme biçiminde bir gelişmeye de işaret eden bir durum olabilir. Öte yandan Kemalistleri tamamen tasfiye edememesinde, elbette, emperyalist dengeler rol oynamaktadır. Nitekim Kemalistler de emperyalist sermayeye dayanmakta, AB’li bir kesim emperyalistlerle birlikte Rusya’ya doğru önemli bir eğilim göstermiş olmakla, bunları temsil etmektedirler. Hatta bir kısmının-tasfiye edilmeyen kısmının- ABD ile ilişkiler içinde olduğu söylenebilir. Kemalistler içinde tasfiye edilen kesimin ise, Rus-Çin eksenine doğru kayan kesim olduğu açıktır. Bunların AB’li emperyalistlerle önemli oranda işbirlikçilik ilişkilerinin olduğu da doğrudur. Özcesi, Kemalistlerin tasfiye edilen bölümünün, özellikle Rus-Çin bloğuna yanaşan kesim olduğu, dolayısıyla da yaşanan tasfiyenin temelinde de, ABD emperyalizmi ile Rusya arasındaki emperyalist kapışmanın yattığı açıktır. Bu anlamda ve bu temelde Kemalistlerin bir tasfiyeye tabi tutuldukları da kesindir.

    Ordu da, sürecin ihtiyaçlarına göre, “re-organize” ediliyor!
    Kemalizm’in ve Kemalistlerin devlet iktidarında sınırlanıp geriletilerek tasfiyeye tabi tutuldukları bir gerçektir. TC ordusunun, Kemalist olmakla birlikte, siyaset-üstü konumda ve neredeyse devletin iç-dış politikasında tek karar mekanizması durumunda, tayin edici bir fonksiyon/güç olduğu; dokunulmaz, korkulan, dil uzatılamaz/eleştirilemez, mutlak bir otorite olup, istediğinde darbeler yaparak göstermelik parlamentoyu da bir kenara atarak her şeye el koyduğu bilinmektedir. İşte bu Kemalist ordunun, tarihinde görülmemiş şekilde komplocu, kanlı katliamcı, çeteci, kontracı kirli gerçeklikleriyle tartışılıp bu anlamda teşhir edilmesi, sıradan bir gelişme değildir. MGK’nın “sivilleştirilmesi”, üst düzey askerlerin yargılanması, askeri karargahtan askerlerin alınıp tutuklanması, ordu içindeki darbe ve komplo planlarının açığa çıkarılarak önlenmesi, yasa değişiklikleriyle sivil hakimlerin belli sınırlarda yargılama yetkisine kavuşturulması, askerlerin belli suçlarının ve YAŞ kararlarının “sivil” yargıya açılması ve hatta “kozmik odalar”a kadar girilmesi yollu gelişmeler, ordunun eski pozisyonundan alıkonularak geriletilmesini açıklayan öğeler olduğu gibi; Kemalizm’in ordu şahsında uğradığı tasfiyeyi tanıtlamaktadır. Elbette, henüz tam anlamıyla ordunun tüm gerçeğinin üzerine gidilip açığa çıkarılmış, etkisi kırılmış değildir. Ordu esasta korunup kollanmaktadır. Zira ordu gözden çıkarılmış değildir; ama belli bir biçime çekilmektedir. Ordudaki dengeler düzenlenmekte, Kemalist kesim geriletilerek, Fethullahçı-AKP’ci kesim egemen kılınmak istenmektedir. Bunlar, ordu içinde Kemalist kesimin tasfiyesi anlamına gelmektedir. Tüm bunlar da, Kemalizm’in belli biçimde tasfiyeye tabi tutulduğunu ispatlamaktadır.
    Kemalist kliğin yerine geçirilen AKP kliğinin devlet bürokrasisi ve kurumlarındaki örgütlenişiyle birlikte, aynı kliğin ekonomik olarak da iyice palazlanıp güçlendiğini tespit etmek doğru olacaktır. Bu genel hazırlıkta “CIA ajanı” ve dini otoritelerden sayılan Fethullah Gülen ve sermayesinin büyük rol oynadığını görmek gerekir. Özetle, Kemalistlerin tasfiye edilen kadarıyla tasfiye edilmesinde, ABD destekli/bağımlısı sermaye ayağının da yeterli olup rol oynadığını ve dolayısıyla bu cephede de Kemalistlerin zayıflatılma anlamında tasfiye edildiğini söylemek doğrudur. Tasfiyenin esas temeli de, AKP-Gülen sermayesinin büyüyüp gelişmesine dayanır. Fethullah Gülen’in, hem sermayesi boyutuyla ve hem de ideolojik-örgütsel etkinlikleriyle(okul ve dini örgütlenmeler vs.) AKP iktidarına gerekli şartların yaratılmasında büyük rol oynadığı kesindir. Ayrıca AKP, hükümet ve iktidar sürecinde, devlet olanaklarını/bürokrasisinin avantajlarını da kullanarak, palazlanmasını büyüttü. Sermaye boyutunda bir egemenlik sağlanmadan, iktidarın el değiştirmesi veya Kemalistlerin tasfiye edilmesi düşünülemezdi.

    Mesele “laiklik” veya “din” değil; “nitelikli uşaklık”tır!
    Burada bir noktanın altı çizilmelidir ki, “Laik Kemalistler” ile “laikliğe karşı olan dinci-İslami kesim” renkleri görünümündeki çatışmanın temeli, “laiklik” ile “din”e dayanmamaktadır. Mesele, işbirlikçi gerici kliklerin iktidar menfaatleri ile devlet erkinde hangi kesimin-hangi emperyalizm işbirlikçisi kesimin- esasta söz sahibi olacağı; dolayısıyla da emperyalizmin çıkarlarıdır. O halde, “laiklik” ve “din” olan bu iki unsurun da araç olarak kullanıldığı açıktır. Yapılan, kitlelerin gözünü boyamaya dönük halüsinasyon oyunudur. Söz konusu argümanlar, kitlelerin geri duygularına hitap edip, onların hassasiyetleri kullanılarak yedeklenmeleri ve gerici iktidar emellerine ortak edilmeleri için öne çıkarılmaktadır. Oysa iki komprador klik de, laik olmadıkları gibi; din karşısındaki tutumları da, özünde aynıdır.
    Esas olan, komprador ve emperyalist çıkarlardır. CHP; AKP iktidarının ustalıkla kullandığı “din” unsuruna karşı, “laikliği” manivela etmektedir; AKP ise, iktidarı için dini manivela etmektedir. Meselenin özü budur. Elbette gerici sınıflar, dayandıkları idealizm felsefesine bağlı olarak, dindar kimliğe sahiptirler. AKP başta olmak üzere, hepsinde de bu yan vardır. Fakat esas olan, sömürü/zulüm düzenleri ve sınıf çıkarları ile, klik iktidarı olduğu için, dini sadece araç edinmekte ve kitlelerin uyuşturulması amacıyla kullanmaktadırlar. Kemalist iktidarların dini kullandığı tarihleriyle de aşikârdır. AKP için de dinin gerçek anlamı budur. AKP dini, iktidarını sağlama almak için kullanmaktadır. Dolayısıyla, klasik dini yasalarla(şeriatla) yönetilen düzen kurmak istemeleri söz konusu değildir ama; din silahını kullanıp toplumsal halk kitlelerini uyuşturarak gerçek sorunlarından uzaklaştırmayı ve böylece sömürü düzeninin uysal köleleri haline getirmeyi tasarlamaktadırlar. Zira gerici-çağdışı yasalarla karakterize olan bir devlet, emperyalizmin genel veya özel çıkarlarına uymadığı gibi, yerli hakim sınıfların çıkarlarıyla da örtüşmez. Ancak emperyalist çıkarlara göre düzenlenmiş “ılımlı İslam” modeli, bugün emperyalistlerce de öngörülmüş bir yapılanmadır. AKP bunu temsil etmektedir. Kemalist devlet modeli, emperyalist çıkarlara uygun görülmediği koşullarda, daha da geride olan “şeriat devleti” uygun görülüp kurulamaz. İslam kimliğiyle ABD’nin dünya projesinde fonksiyon oynayan AKP liderliğinde devletin biçimlendirilmesi, emperyalizmin çıkarları ve yerli işbirlikçi iktidarın sağlam dayanaklara oturtulması bakımından tercih edilmektedir. İşte Kemalizm’in tasfiyesi bu denklemde de gündemdedir. Ama her şey bu kadar değildir. Daha fazla yorumlayarak, tamamlamak gerekmektedir.

    Kemalizm’de değişen bir şey yok; budanan dalları, tıraş edilen saçları dışında!
    Kemalizm’in tasfiyesi meselesini, salt yukarıda koyduğumuz gibi algılamak yeterli olmadığı gibi, bu bakış açısı, tek yanlı bakış açısı olarak, hatalıdır da… Yani, yukarıda aktardığımız biçimde bir tasfiye söz konusuyken, bu, Kemalizm’in bütünüyle tasfiye edildiği anlamına gelmez. Dahası tasfiye edilenin hangi boyut olup, ne anlama geldiği ve tasfiye edilmeyen boyutunun ne olduğu sorununa açıklık getirmek gerekir. Düz bir şekilde “Kemalizm tasfiye ediliyor” demek doğru olmaz. Ve zaten hiçbir şey, mutlak çizgiler işleyip ilerlemez. Atılan bir şeyin tutulan yanlarının da olduğunu görmek/kabul etmek gerekir. Bir anlamda “Kemalizm tasfiye ediliyor” demek doğru ama, diğer bir anlamda da “doğru değil” demek mümkün… Örneğin, Kemalist ordunun(ordu her ne kadar eski durumuna göre geriletilse de), emperyalist yeniden yapılanma sürecine dahil olması, Kemalizm’in komple tasfiye edilmediğini gösterir. AKP ile çatışkılı da olsa, ordu, emperyalist sürece katılmış ve ortaklaşmış durumdadır. Dolayısıyla geriletilmesinin ötesinde, tam bir tasfiyesinden bahsetmek mümkün değildir. Geriletilmesiyse, AKP’nin esas aktör olmasının ve devletin yeniden yapılandırılması biçiminin sonucudur. Ama bu, Kemalizm’in ordu kesiminin de tam tasfiye edildiği anlamına gelmez. Kemalizm, belli yanlarıyla tasfiye ediliyor, ama belli özleriyle de tasfiyenin tersine sahipleniliyor/korunuyor. Meselenin bu biçimiyle koyulması, bilimsel olandır.
    Buna göre; Kemalistlerin veya Kemalistlerin önemli bölümünün tasfiye edilmesi, genel olarak Kemalizm’in/Kemalist “ideoloji’nin/Kemalist devletin tamamen tasfiye edildiği anlamına gelmez. Günün şartlarında gündeme gelen emperyalizmin ihtiyaçlarıyla uyum sağlayamayan Kemalist kabuk(öz değil!) ve emperyalizmin öngördüğü biçim karşısında eski kalan biçiminin tasfiye edilmesi, Kemalizm’in bütünen tasfiyesi olarak değerlendirilemez.
    Eğer Kemalizm, emperyalizme bağımlı devlet karakterini temsil ediyor ve bu devlet modeline oturmuş iktidar niteliğini/yapısını ifade ediyor ise(-ki öyledir), aynı nitelik ve özdeki devlet ya da iktidar biçimi, aynılıkla korunup sürdürülmekte hatta pekiştirilmektedir. O halde, bu manada Kemalizm’in tasfiye edilmesinden söz edilemez. Bugün yeniden yapılandırılan devlet biçimi ve özü de aynı devlet mantalitesidir.
    Eğer Kemalizm, emperyalizme bağımlı komprador bürokrat burjuvazinin, büyük toprak ağalarının, büyük ticaret burjuva sınıflarının egemenliğini temsil ediyorsa ve bunların devlet iktidarının ifadesiyse(-ki öyledir); o halde “Kemalizm ve Kemalist devlet tasfiye ediliyor” denemez. Aynı devlet ve iktidar niteliği olduğu gibi korunuyor, tek farkla ki; daha da pekiştirilerek!
    Eğer Kemalist “ideoloji”, böyle bir devlet-iktidar ve yönetim şeklinin “ideoloji”si veya temsili ise(ki, öyledir), bu anlamda Kemalist “ideoloji”nin tasfiye edildiği söylenemez.
    Eğer Kemalizm, gerici hakim sınıfların faşist diktatörlüğü ise(-ki öyledir), bu durumda asla “Kemalizm tasfiye ediliyor” denemez. Kemalizm ya da Kemalist “ideoloji”, ırkçı, şoven Türk milliyetçiliği ise, diğer ulus ve azınlıklar üzerinde amansız bir milli baskı ve zulüm anlamına geliyor ise, geniş devrimci halk kitleleri üzerinde azgın faşist terör ve baskıyı ifade ediyor ise, emperyalist gerici dünyanın bir parçası olarak devrimci dünya karşısında halk düşmanı cephede karşı-devrimci bir “ideoloji”nin, iktidarın ve devlet egemenliğinin ifadesi ise, sonsuz kere söylemek gerekir ki, tasfiye edilmiyor demektir.
    Kemalizm esasta bu nitelikler dışında başka bir şey değilse(-ki değildir), nasıl/hangi anlamda tasfiye edilmiş oluyor? Kemalizm’in temelleri, ruhu, ekonomik, siyasi, sınıfsal karakteri, devlet-iktidar özelliği ve geleneği, ideolojik-politik niteliği, esasta temsil edilerek korunmaktadır. Değiştirilen renktir, biçimdir. Bazı aktörlerin pabucu dama atılarak, imtiyazları tırpanlanıyor; yerine başka aktörler, aynı devlet iktidarına getiriliyor. Ve halen de yerleştirilmeleri devam ediyor. Yani, Kemalizm’in ABD emperyalizminin yeni ihtiyaçları ve dünya projesine uygun düşmeyen kabukları tasfiye ediliyor; bu kabuğu temsil eden Kemalistler devlet iktidarından uzaklaştırılıyor/geriletiliyorlar. Son tahlilde, Kemalizmin, ABD emperyalizminin çıkarlarına ters düştüğü kadarı tasfiye ediliyor, bu çıkarlara uyum sağlayan temeli korunarak pekiştiriliyor. Komprador aktörler yer değişse de, Kemalizm’in özü korunup geliştiriliyor; dalları budanarak, saçları tıraş ediliyor! Özcesi, Kemalizm’in tasfiye edilmesinin en doğru algılanmasının bu olduğu açıktır.
    Devrimci Demokrasi: 169. sayı (Analiz)

  28. Kemal Atatürk öte alemden seslenirken

    Cemil KOÇAK/STAR GAZETESİ

    Atatürk ile doğrudan temas kurmak mümkün müdür? Necla Çarpan’ın kitabını görünceye kadar bu soruya tereddütle cevap verebilirdim. Ancak Necla Çarpan’ın ‘Öte Alemden Atatürk Sesleniyor: İlâhî Nutuk’ kitabını okuyunca konuyu düşünmeye değer buldum!

    SON zamanlarda özellikle ulusalcı çevrelerde “Atatürk yaşasaydı ne derdi; ne yapardı?” sorusu daha sık dile getirilir oldu. Günümüzde yaşanan tüm sorunların çözüm yolunun yine Atatürk’ten esinlenerek çözülebileceğine ilişkin derin inanç, bu soruyu neredeyse kaçınılmaz kılıyor. Tüm siyasal alanın ancak Atatürk ve Atatürkçülükten beslenebileceğine ve ancak bu sayede meşruluk kazanabileceğine yönelik önkabul, ister istemez bu soruyu dile getiren çevrelerin düşünce ufkunu daraltıyor. Eğer günümüzün sorunlarına ilişkin sihirli bir çözüm formülünüz varsa, bu türden bir formülün patentinin sadece sizin adınıza kaydedilmiş olması muhtemelen yeterli olmayacağı gibi, heyecan verici de olmayacaktır. Ancak formülün patentinin Atatürk’e ait olmasıdır ki, çözüm önerisinin meşruluğunu ve doğruluğunu sağlayacak yegane ögedir ve bu nedenle belirli bir kitle açısından talep edilendir de.

    Atatürk’le doğrudan irtibat kuranlar var

    Acaba Atatürk ile doğrudan temas kurmak mümkün müdür? Elbette Anıtkabir ziyaretlerinden söz etmiyorum. Atatürk bizimle doğrudan iletişim kurabilir mi sorusuna yanıt arıyorum. Bazılarımız bunun mümkün olmadığını düşünebilir; bazılarımız hayli şüpheyle yaklaşabilir. Ne var ki, hiçbir konuda kesin yargıyla hareket etmemek gerekir.

    Ben de Necla Çarpan’ın kitabını görünceye kadar bu konuda tereddütlü yanıt vermeye yatkın olabilirdim. Fakat yazarın “Öte Âlemden Atatürk Sesleniyor: İlâhî Nutuk” kitabını görüp de okuyunca, doğrusu bir miktar yeniden düşünme ihtiyacını duydum. Kitabın ilk basımı 1973 tarihli. Elimdeki metin ise, genişletilmiş ikinci basım olup, muhtemelen 1975 yılında yayınlanmıştır. Kitabın daha sonra yeniden ve genişletilerek 1976 yılında bir kez daha basıldığını saptayabildim.

    Üç yıl kadar hapiste kaldığını açıklayan yazar, kitabında Atatürk’ün kendisine “öte âlemden” seslendiğini belirtmektedir: “1959 yılından beri Atatürk’ümüzün mübarek ruh varlığından aldığım mesajlar dolayısıyla görülüyor ki, Atatürk (…) ölümsüzlük âleminden sesleniyor.” Yazar, Atatürk’ün elyazılı mesajlarını yayınlamıştır: “Okuduğunuz mesajlar, kendileri tarafından verilen ve hiçbir kelimesi ve satırı değiştirilmemiş, hatta yaşantısındaki el yazısının aynı olan tebliğlerdir.”

    Yazarın öyküsü şöyle başlıyor: 1959 yılının noel gecesinde medyum olduğunu öğrenmiştir. O gece başlayan ruh çağırma seansı sırasında Atatürk’e de seslenmiştir. Atatürk de kendisine. 27 Mayıs öncesinde Atatürk yazara bütün olacakları aktarmış ve “büyük vazifeler ve emirler vermeye” başlamıştır.

    Atatürk’ün sesi; daha doğrusu kalemi

    1960 yılında Atatürk milliyetçilik konusunda şöyle demektedir: “Türkler, açık yürekli, sevimli insanlardır, istila ettikleri kavimlerin kızlarıyla evlenmişlerdir. Buna rağmen, Türk kadınları en mükemmel erkek olarak kendi erkeklerini beğendiklerinden ve bu bir anane olduğu için diğer milletlerin erkekleri ile evlenip çoluk çocuk yapmadıkları için de erkekten gelen nesli Türkü bilhassa muhafaza etmişlerdir.”

    1968 yılında Atatürk gençlere seslenmekte ve aralarında kavga etmekten vazgeçmelerini istemektedir. Sağ-sol diye ayrılmak doğru değildir. Hep birlikte çalışmak varken, ideolojilerin taassubu altında kalmak da yanlıştır. 1971 yılında ise “materyalist ve maddeci” genç kuşaklara karşı uyarılarda bulunmakta ve “sapık ideolojiler”den söz etmektedir. Pek çok okuyucunun da hatırlayacağı gibi, bu yıllar “anarşi”nin hakim olduğu dönemdir ve sonradan 68 kuşağı olarak tanımlanacak devrimci gençlerin eylemlerine tanık olmaktadır. Ordunun iktidara el koyduğu bu sırada Atatürk’ün de 12 Mart askeri cuntasıyla aynı görüşlere sahip olduğunu öğrenmek ilginçtir. Atatürk’ün 1972 yılında televizyon yayınlarının yurt çapında genişletilmesi ve çift kanal sağlanması yolunda uyarısı vardır. Ve tabii ki komünizmin mutlaka önüne geçmek lazımdır. Üniversite sınavı kaldırılmalı, öğrenciler fakültelere yetenekleriyle alınmalıdır. Çeşitli illerde fakülteler açılmalı; kampüsler yaygınlaştırılmalıdır. Yabancı dil eğitimi veren “ecnebi kolejler”e artık ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü “orada yetişenler şimdi Türklüğünü, ananesini, dinini unutturmak için birer misyon haline getirilmiş misyonerlerin memlekete soktukları nifakçılar”dır. 1975’de Atatürk’ün Kıbrıs’ta ABD ile SSCB’den bağımsız politika izleyen bir Türkiye’den yana olduğunu görüyoruz. Ancak Türkiye’nin eninde sonunda İslâm âleminin liderliğini üzerine alacağından da emindir. Zaten Allah da “kâfirlerle çarpışın” demektedir. Fakat kâfirler, dinsiz ve Allahsız olan komünistlerdir. Bu bakımdan yanlış anlamaları önlemek isterim. Komünizmle mücadele edebilecek yegane güç İslâmiyet ve Müslümanlıktır. Bu bakımdan Amerika’ya ve Rusya’ya, bu arada İsrail ve siyonizme karşı İslâm birliği kaçınılmazdır. Emperyalistler de siyonistlerin planı doğrultusunda Ortadoğu’yu ele geçirmeye çalışmaktadır.

    Atatürk, Türkiye’nin geleceğini dizayn edecek “Devrim Konseyi” kurulmasından yanadır. “Askeri bir millî güvenlik tezi plan ve programı” hazırlanmalıdır. Ülke “cahil bir zümrenin siyaset ve politika yaptığı ortamdan kurtarılmalı”dır. “Değerli fikir adamlarının konseyler halinde özgür anlayış içinde kalkınma programlarını benimsettiği, fikir ortamını geliştirdiği bir büyük yapıcı çağ” açılmalıdır.

    Atatürk, Türk milletinin bariz özelliğinin ırsî ve “kromozon vasfı” olduğunu belirtmektedir. Türk milleti, “İslâmiyetten evvel de Müslüman olarak yaşamış ve İslâm törelerini milletçe benimsemiştir.” Atatürk, gençlerin sol eğilimli olmasına karşı da tekrar uyarılarda bulunuyordu: “Güzel ahlâkı benimsemeyenler anarşist” oluyordu.

    Atatürk, Kıbrıs harekâtının yapıldığı gecenin ilerleyen saatlerinde şöyle seslenmiştir: “Eğer bir hava akımı ile çıkartma yapılabilirse, ada kurtarılır.” Yazar soruyor, “Ne olacak Atam?”. Yanıt: “Ada etrafında hep mayın, torpil döşediler; çıkartma yapılacak limanları kestiler. Karadan, yani deniz yoluyla karadan geçmek mümkün değil, ancak hava indirmesi yapılır.” Atatürk, o zamana kadar hazırlık yapılmamasından ötürü sorumluları eleştirmektedir. Hatta bu eleştirilerden bizzat İsmet İnönü’nün de payını aldığı görülmektedir. Fakat yazar, aynı gece Atatürk’ün genelkurmaydaki toplantıya katıldığını da belirtmektedir. Nitekim hava indirmesinin tercih edilmesi Atatürk’ün ikâzı üzerine gerçekleşmiştir. Bir gün sonra ise Atatürk, Kıbrıs davasının nedenini açıklamıştır: “Yassıada davaları ihdası ve neticeleri Yunan kopiline bu arsızlığı vermiş”tir. Zaten Ecevit de yeterli değildir: “Ordumu Ecevit çok müşkül duruma” sokmuştur. Gerekirse 12 adalar, Dedeağaç, Karaağaç, Selanik geri alınmalıdır.

    Yazarın daha sonraki tarihlerde yeni yeni tebliğler yayınlayıp yayınlamadığını saptayamadım; fakat günümüzün ulusalcılarının pek çok tezinin bu tebliğlerle örtüştüğünü görünce bir kıyak yapmak istedim. Belki bu kitabın yeni baskılarını yaptırıp dağıtmak isteyebilirler. Yakışır.

    Meraklısı için not

    İNTERNET üzerinden minik bir araştırma yaptım; yazarın tutuklu kaldığı sürede bulunduğu yer, iddialara göre Bakırköy akıl hastahanesi imiş. Galiba şizofreni tedavisi görmüş. Tabii kendisine yönelik hain bir komplonun varlığını da gözardı etmemek gerekir. Atatürk düşmanlarının Atatürk ile irtibatımızı kesmek için her türlü komplonun içinde yer aldığı günümüzde elbette gözümüzü açık tutmalıyız. Bu bakımdan yazar hakkındaki iddiaları ben şahsen kuşkuyla karşıladım; yani henüz ikna olmadım. Zamanında, yani ülkenin henüz Atatürkçülükten kopmadığı o eski güzel günlerde kendisine gösterilen resmî yakınlık da zaten bu kuşkuma hak vermektedir.

    Övünç duyulan bir başka kitap

    JANDARMA Genel Komutanlığı, 1967 yılında resmî bir yazıda, yazarın bir başka eseri olan “Yeni Mesnevi” kitabıyla ilgili olarak, bu faydalı eserden isteyenler olursa ilgili adresten edinilebileceğini hatırlatıyordu. Genelkurmay Başkanlığı da, 1970 yılındaki resmi yazısında, eserin yetkili kurulca incelendiğini ve askerî okullar ile askerî kütüphanelerde bulundurulması için silahlı kuvvetlere salık verildiğini açıklıyordu. (Merak edenler resmî yazışmaları kitabın içinde bulabilirler) Milli Eğitim Bakanlığı Yayımlar ve Basılı Eğitim Malzemeleri Genel Müdürlüğü de, Sinop Boyabat Lisesi Müdürlüğü’ne hitaben kaleme aldığı tarihsiz bir yazısında, bakanlıkça satın alınan “Öte Âlemden Atatürk Sesleniyor” kitabının lise kütüphanesinde yerini almasının sağlanmasını istiyordu. Kitap okuyucuların istifadesine sunulmalıydı. (İlgili resmî yazı, tesadüfen kitabın içinden çıktı)

  29. http://kouadk.org/archives/19

    Sonra birtakım dalkavuklar toplandılar; O ‘nda uzun bir süre uğraşarak meydana getirmeye çalıştıkları kibiri okşamak için “Atatürk” sıfatını verdiler parmak zoru ile. Niçin Atatürk? Mustafa Kemal’den önce Türklük yok mu idi? Veya Türklük ondan mı doğmuştu?..

  30. Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler Özgür Doğan

    Anayasaya değişikliği vesilesiyle ileri sürülen, “Atatürk İlke ve İnkılâpları”na yapılan atıfların Anayasadan çıkarılması önerisi, beklenildiği gibi statükocuların istemezük hezeyanlarıyla karşılaştı. Bu tartışmalar içerisinde ileri sürülen akla ziyan savların hepsini bir tarafa bırakmakta yarar var. Tek bir noktayı belirtmek yeterli: Kemalizm eleştiricileri cephesinde bile, bu anlayışın bir bütün olarak cesurca tartışılması ve artık aşılması gerektiğini dile getirecek net bir pozisyon alış sözkonusu değildir. En liberal görünen burjuva ideologlar bile gerçekte belli Kemalist önyargılardan bütünüyle muaf değildirler.
    1946’da Kemalist tek parti rejiminin sona ermesinin ardından, 1950 seçimlerine gidilirken, Atatürk ilke ve inkılâplarının geniş halk kitleleri gözündeki anlamını idrak etmiş olacak ki, zamanın CHP yönetimi, seçim bildirisinde, altı okun tümünü birden Anayasadan çıkarmayı taahhüt ediyordu: “Tek parti devrinin icabı sayılarak anayasaya sokulmuş olan 6 umdeyi oradan çıkaracağız.”[1] Bugünse Kemalistler benzer bir öneriyi vatana ihanetle eş tutuyorlar! Kemalizmin temel ilkeleri olarak sayılan altı okun nasıl şekillendiğine ve işçi sınıfı açısından ne anlama geldiğine bakalım.

    Kemalizm “Milli Mücadele” döneminin ideolojisi değildir

    Kemalist ideolojinin temel unsurları olarak görülen ve “altı ok”la sembolize edilen ilkeler; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık idi. Bu ilkeler, resmi eğitim sisteminin yıllar boyunca propaganda ettiği gibi daha “Milli Mücadele” yıllarında benimsenen ya da bu mücadeleye kılavuzluk eden ilkeler olmadığı gibi, TC’nin kuruluşuna damgasını basarak daha baştan resmiyet kazanmış da değillerdi. Bir başka deyişle, bugün generallerinden profesörlerine tüm Kemalistlerin iddia ettiğinin aksine bu ilkeler “Kurtuluş Savaşının ve TC’nin kuruluş felsefesini” yansıtmıyordu. Nitekim Milli Mücadeleyi yürütüp başarıya ulaştıran ve böylelikle de TC’ye giden yolu açan I. Meclisin yekpare bir felsefesi ya da siyasi anlayışı olmadığı gibi, bu Meclis içerisinde Bolşevizme içten bir sempati duyan küçük bir gruptan, saltanat ve hilafet yanlılarına kadar geniş bir yelpaze mevcuttu.
    Sözkonusu ilkeler, Kemalist bürokrasinin öncülük ettiği burjuva dönüşüm sürecinin çeşitli evrelerinde, günün ihtiyaçlarına yanıt olarak pragmatist bir biçimde gündeme getirilmiş, altları farklı dönemlerde farklı şekilde doldurulmuş, adları sonradan konmuş ve resmiyet kazanmışlardı. 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleriyle, Kürtlerin ayaklanmaları bastırılmış, işçi sınıfının örgütleri dağıtılmış, bununla da yetinilmeyip, burjuva devlet aygıtı içinde ve Milli Mücadeleye önderlik eden kadrolar arasında da kapsamlı bir “temizlik” gerçekleştirilmişti. Böylelikle CHP’nin tek parti diktatörlüğünün önündeki engeller temizlenmişti. 1927’de CHP’nin II. Kurultayında Mustafa Kemal’in 36,5 saat süren Nutuk’u aslında, Milli Mücadeleyle başlayıp o güne dek uzanan tarihsel sürecin, zafer kazanmışlar tarafından yeniden yazılması ve böylelikle bir mitolojinin de temellerinin atılmasıydı. Aynı Kurultayda, CHP’nin ilkeleri olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık benimsenmişti. 1931’deki III. CHP Kurultayında ise bunlara laiklik, devletçilik ve devrimcilik de eklendi. 1935’deki IV. Kurultayda ise, parti programına, “Partinin güttüğü bu esaslar Kemalizm prensipleridir” cümlesi eklenerek, “Kemalizm” ifadesine resmiyet kazandırılmıştı. Sözkonusu ilkeler 1937’de de Anayasaya dâhil edildi.

    Cumhuriyetçilik

    İttihat ve Terakki’nin tüm genç subayları gibi Mustafa Kemal de “devlet-i Osmaniyi kurtarma” ve onu modern temellerde ayağa kaldırma heveslisi bir gelenekten geliyordu. Bunun yolu ona göre de Batı ile bütünleşmekten ve onun düzeyine çıkmaktan geçiyordu. Padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı ve göstermelik bir düzeye çekildiği Anayasal monarşi bu açıdan biçilmiş kaftandı ve yeni gelişmekte olan burjuvazinin çıkarlarıyla da uyumluydu. I. Dünya Savaşının öncesinde arzulanan ve yaşananlar da bu yöndeydi. Ne var ki Osmanlı’nın savaştan yenik çıkması ve başkenti olan İstanbul’un işgal edilmesi durumu değiştirdi. Emperyalist işgale tümüyle boyun eğen saltanatın, üstelik de kendisini kurtarmaya çalışanları vatan haini ilan edip haklarında idam fermanı çıkarması, anayasal monarşi hayallerinin suya düşmesini ve Mustafa Kemal ekibinin ister istemez saltanatı dışlayan bir çözüm arayışına girişmesini beraberinde getirdi.
    Böylece Batı kapitalizmine entegre olarak devleti kurtarmanın ve onu modern kapitalist temellerde yeniden inşa etmenin tek yolu, saltanatın tasfiye edilmesinden, monarşiye son verilmesinden ve dolayısıyla cumhuriyetten geçiyordu. Bu aynı zamanda Sarayın aforoz ettiği Mustafa Kemal ve ekibi açısından siyasal iktidar üzerinde belirleyici olmanın geriye kalan tek yolu idi. Bu bağlamda, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu meşhur vecizesi, egemenliğin gerçekten “millete” ait olduğunu değil ama artık kesinlikle padişaha ait olmaması gerektiğini anlatıyordu. Dolayısıyla, cumhuriyetçilik, egemenliğin mülk sahibi sınıflarda ve onunla iç içe geçip ona öncülük eden Kemalist bürokraside olduğu gerçeğinin ifadesiydi.
    İşin aslında cumhuriyet, sözcük anlamıyla, egemenliğin “bir yerde toplanmış halk topluluğunda”, cumhurda, olduğu anlamına gelir. Cumhuriyet sözcüğünün karşılığı olduğu respublica, siyasetin “kamu”ya, yani tüm topluma ait olduğu rejim demektir. Bu durumda cumhuriyet, toplumun kendi kendisini yönetmesini yani demokrasiyi de içinde barındırmalıdır. Ne var ki, kavramların soyut dünyasından gerçek dünyaya geri döndüğümüzde, hiçbir burjuva cumhuriyette, siyasal iktidarın tüm topluma ait olduğunu göremeyiz. Toplum sınıflara bölünmüştür ve siyasal egemenlik de gerçekte iktisaden egemen olan sınıfa aittir. Kapitalist toplumda demokrasi, burjuva demokrasisidir. Ancak burjuvazi normal koşullarda egemenliğini olağan yollardan sürdürebilmek için işçi sınıfı ve emekçilerin de siyasal haklarını belli ölçüde tanımak zorunda kalır. Yalnızca tüm toplumun üyelerinin biçimsel eşitliği anlamına geliyor olsa bile, bu durum, kapitalizm öncesi toplumlara göre önemli bir ilerlemedir. İşte cumhuriyet ve demokratik haklar arasındaki bu içsel ilişkiden ötürüdür ki, işçi sınıfı, feodalizme, monarşiye ve Asyatik despotizme karşı mücadele bayrağına cumhuriyet talebini de işlemişti.
    İşçi sınıfı açısından cumhuriyet rejimini savunulur ve anlamlı kılan şey, onun demokratik mahiyetidir. Dolayısıyla demokratik olmayan kendinden menkul bir cumhuriyet işçi sınıfı için bir şey ifade etmediği gibi, cumhuriyet olmadan da burjuva demokrasisi pekâlâ mümkündür. Kapitalizmin beşiği olan Hollanda ve İngiltere bugün bile krallıktırlar; ancak burjuva demokrasisinin göreli genişliği, bu ülke işçi sınıflarının siyasal gündeminden cumhuriyetçilik ilkesinin zaman içerisinde düşmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı şeyi Belçika, İspanya ve Japonya için de söylemek mümkün. Burada önemli bir hususa daha değinelim. İşçi sınıfı açısından demokratik cumhuriyet talebinin hiçbir şekilde yeterli olamayacağı gerçeği daha 1848 devrimleri sırasında ortaya çıkmıştı. Demokratik cumhuriyet talebiyle yola çıkan burjuvazinin o günkü en ilerici kanadının programı bile işçi sınıfı açısından yetersiz idi ve tam da bu nedenden ötürüdür ki, işçi sınıfı kendi hedefini yalnızca demokratik bir cumhuriyetle sınırlamamış, daha o günden önüne sosyal bir cumhuriyet hedefini koymuştu. Bu hedef, zaman içerisinde Komün tipi bir iktidarla somutlaşıp Sovyet Cumhuriyeti olarak 1917’de zafere ulaşacaktı.
    Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı bu açıdan temel bir sorunu içinde taşır. Bu cumhuriyet daha en başından itibaren ne ilkesel olarak ne de pratikteki uygulamalarıyla demokratik bir içeriğe sahiptir. Demokratlık prensibi, Kemalizmin ne temel ilkeleri arasında ne de sonradan icat edilen “yardımcı ilkeler” arasında mevcuttur. Kemalist rejimin Adalet Bakanı ve önde gelenlerinden Mahmut Esat Bozkurt, Hitler’in ve Mussolini’nin Atatürk’ü örnek aldığını söylemelerinden gurur duyuyor ve şöyle diyordu: “gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor[lar]. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir. … Demokrasi de bundan başka bir şey olamaz.”[2]
    İşçi örgütlerinin, grevlerin, komünist parti ve düşüncenin yasaklanması, Kürt isyanlarının defalarca kıyımlarla bastırılması, azınlıkların mübadelesi ve geriye kalanların büyük baskı altına alınması, Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemelerince binlerce kişinin sudan sebeplerle idam edilmesi, 30’larda siyasi ve toplumsal baskının faşizan boyutlara tırmanması vb. gibi cumhuriyetin ilanından sonraki anti-demokratik uygulamalar bu otoriter “demokrasi” hakkında yeterli fikir vermektedir. Ayrıca, cumhuriyetin ilanını takip eden süreçte olduğu gibi onu önceleyen süreç de, mülk sahibi sınıfların muhalif temsilcilerinin dahi suikastlara varacak boyutlarda baskıcı yöntemlerle susturulmasını içeriyordu. Bu süreçte yaşananlar, cumhuriyet döneminde yaşanan çok daha ağır baskı koşullarının bir habercisiydi. Nitekim saltanatın kaldırılması görüşmelerinde yaşananlar bunun sadece bir örneğiydi.
    Mecliste saltanatın kaldırılması görüşmeleri, Mustafa Kemal’in de içinde olduğu 82 milletvekilinin önergesiyle başlamış ancak sonuç alınamamıştı. 1 Kasım 1922’de tekrar görüşülen konu, komisyona havale edilmiş ve komisyonda da görüşmeler tıkanma noktasına gelmişti. Mustafa Kemal’in “burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır ama, belki birtakım kafalar kesilecektir” şeklindeki tehdidi ile aynı gün saltanat oybirliği ile kaldırıldı. Ne var ki, Milli Mücadeleye önderlik eden bu I. Meclis, daha önce de değindiğimiz üzere, cumhuriyet kurmak için değil, saltanat ve hilafeti kurtarmak ve işgali kırmak amacıyla yola çıkmıştı. Mustafa Kemal ve ekibi, Meclis içerisinde kendilerine muhalif olanların direncini kırmayı başaramamıştı. Önce kendilerini Müdafaa-ı Hukuk grubu olarak örgütleyen Kemalist ekip, ardından Milli Mücadelenin amaçlarını ve çerçevesini belirleyen Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarını bu grubun biricik amacı olarak ilan ettiler. Böylelikle, Milli Mücadelenin yalnızca kendileri tarafından verildiği şeklinde bir izlenim yaratılmış oluyordu.[3] 1923 Nisanında Hıyanet-i Vataniye kanununda yapılan değişiklikle muhalefet imkânsız hale getirildi. Ardından da Meclis dağıtıldı. Yeni Meclise kimlerin milletvekili “seçileceğini”, oluşturulacak listede kimlerin yer alacağını belirleyen tek bir kişi vardı: Mustafa Kemal. Göstermelik bir seçimin ardından oluşan II. Meclisin neredeyse tamamı artık bu gruptan oluşuyordu. Grup kendisini 9 Eylül 1923’de Halk Fırkası olarak adlandırdı. İktidarın bir parti aracılığıyla tek bir ekibin elinde tekelleşmesine rağmen, cumhuriyetin ilanı yine aynı grup içinde yaşanan şiddetli iç tartışmaların ardından ancak 29 Ekim 1923’de gerçekleştirilebildi.
    Yeni rejimin tek adam ya da tek parti diktatörlüğü olduğu şeklindeki eleştirilere karşı Mustafa Kemal’in açıklamaları, bunu reddeden değil açıkça ilan eden bir içeriktedir: “Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içine bir kısım değil, bütün millet dâhildir.” Mademki Halk Fırkasına bütün millet dâhildir, bu durumda “milli egemenlik” de CHP’nin egemenliği anlamına geliyordu! CHP’nin bu egemenliği hangi temsilciler aracılığıyla kullanacağı, Meclise kimlerin gireceği, kimlerin devlet aygıtının hangi pozisyonunda yer alacağı vb. ise yine öldüğü tarihe kadar Mustafa Kemal tarafından belirlenecekti.[4] Klasik burjuva devrimlerinin cumhuriyet talebi parlamenter demokrasiden ayrı düşünülebilir bir şey değildi. Gerçekten de burjuva demokrat anlamda bile “özgür” seçimlerin olmadığı bir cumhuriyet ise, “milli egemenlik” düşüncesiyle çelişmektedir. Türkiye’de yaşanan durum bu açıdan 20. yüzyıl dünya tarihindeki ilk cumhuriyet garabetlerinden biridir ama sonuncusu olmamıştır.

    Milliyetçilik

    Kara Harp Okulunun 2007 yılı açılışında, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Başbuğ, “Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu ve gelişiminin bir devrim olduğunu” ifade ederek şunları söylüyordu: “Atatürk’ün ulus devlet anlayışı dinsel ve etnik temellere bağlı değildir ve bağlanmaya da çalışılmamalıdır. Onun devrimi ümmet toplumundan laik ulus devlete dönüşümdür.”[5] Üzerinden 80 yıl geçtikten sonra bile en üst düzey generallerin her fırsatta ve biteviye Kemalist milliyetçiliğin ne demek olduğunu açıklama gayretleri dikkat çekicidir. Peki bu gayretler ne tür bir sıkıntının dışavurumudur? Herhalde, her şeyden önce, Kemalist milliyetçiliğin tam da etnik kökene son derece yoğun bir vurgu yaptığı gerçeğini örtbas etme kaygısının olsa gerek. Bıraktık etnik kökeni öne çıkarmasını, 30’lu yıllarda milliyetçilik en militarist, en saldırgan ve en ırkçı biçimlere bürünmüştü. “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” ile tüm insanlık uygarlığının temelinde “Türk uygarlığı”nın yattığı, Türklerin en üstün millet olduğu düşüncesi resmi ideolojinin en önemli parçası durumundaydı. Türklerin asker bir millet olduğu ve iki ordusunun bulunduğu söyleniyordu. Bunlardan birincisi TC devletini korumak için ölüp öldürecek askerlerden oluşuyordu; ikincisi de gençlere ne için ve neden ölüp öldürmeleri gerektiğini kavratacak olan öğretmenler ordusuydu. Uzun yıllar CHP Genel Sekreterliğini ve İçişleri Bakanlığını yapmış, Kemalist ekibin önde gelen faşistlerinden Recep Peker, “İnsanlık 20. yüzyıla açılırken tek bir şey, Türk kanı bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştır” diyordu. 1930 yılında Ağrı’da patlak veren Kürt isyanı hakkında Başbakan İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”[6] Ayaklanmanın bastırıldığı günlerde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise, “bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” diyor ve dönemin yaygın ırkçı anlayışını şöyle dile getiriyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.”[7]
    Bu militarist ve ırkçı milliyetçilik anlayışı, bir taraftan özellikle 30’lu yılların ortalarından itibaren Alman faşizmiyle iktisadi ve siyasi planda sağlanan yakınlaşmaya, diğer taraftan da halk kitleleri arasında gerçekte varolmayan bir milliyetçi değerler setini bir an önce oluşturmanın rejimin bekası için zorunlu olduğu düşüncesine dayanıyordu. Cumhuriyetin kuruluşunun öncesindeki on yıllar, İmparatorluğun milliyetçi ayaklanmalarla parçalanmasına şahit olmuş ve buna bir tepki olarak Kemalist önderliğin de içinden çıktığı İttihat ve Terakki geleneği, “devleti koruyup kurtarma” adına, Türk milliyetçiliğini geliştirmeyi, Osmanlı sınırları içerisindeki gayri Müslim azınlıkları tasfiye etmeyi amaçlamıştı. Birinci Dünya Savaşının başlangıcında Ermeniler fiilen büyük ölçüde temizlendikten sonra 1920’li ve 30’lu yıllarda sıra Kürtlere gelmişti. Modern bir ulusal bilincin gelişebileceği gelişkin bir kapitalist temelin yokluğunda ve Kürtlerin arkası kesilmeyen isyanları karşısında, geçmişin korkularını üzerinden atamayan Kemalist yönetici kadrolar, tüm diğer sorunlarda olduğu gibi ulusu inşa etme sorununda da tepeden inme, baskıcı ve totaliter yöntemlerle, faşist Almanya’dan kopyalanmış muazzam bir propaganda aygıtını kullanarak çözüme ulaşılabileceğini düşündüler.

    Halkçılık, Devletçilik

    Solcu geçinen çeşitli çevrelerin Kemalizme olan sevdasının temel nedenlerinden biri, onun devletçi, ulusal kalkınmacı ve güya halkçı çizgisidir. Halkçılık olarak bilinen ilkenin ortaya çıkışı, onun içeriğinin ne denli halkçı olmaktan uzak olduğunu da gösterir. I. Meclis içerisinde Bolşevizme sempati duyan bir Halk Zümresi grubunun oluşması, bu grubun komünistlerle ilişkiye geçmesi ve Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu güçlerinin de desteğini alması, Mustafa Kemal’e büyük bir tehdit olarak görünür. Yeşil Ordu ve Halk Zümresinin emekçilerden yana tutum ve söyleminin etkisini kırmak için Mustafa Kemal 13 Eylül 1920’de kendi “halkçılık programı”nı açıklayıverir: “[Onları] Hükümetten ayrı bir grup yapmaktan vazgeçirmek istedik, mümkün olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı altında hükümetçe bir program kabul ettik. ‘Halk Zümresi’ kendiliğinden dağılmış gibidir.” Aynı günlerde Kemalistlerin, güvendikleri adamlarına bir resmi “Türkiye Komünist Partisi” kurdurttuğunu ve “komünist” fikirler savunulacaksa bu partiye üye olunmasını şart koştuğunu da hatırlatalım! Ne var ki, olaylar hiç de Mustafa Kemal’in dediği gibi gelişmemiş, ne Halk Zümresi ne de Yeşil Ordu kendiliğinden dağılmıştır. Her ikisinin üzerine de iç savaş yöntemleriyle gidilmiş ve fiziksel olarak tasfiye edilmişlerdir. Mustafa Suphi önderliğindeki gerçek komünist önderler kadrosunun ise aynı dönemde Karadeniz’de vahşice katledildiğini biliyoruz.
    Kemalist halkçılıkla kastedilen, halkın en geniş kesimlerinin çıkarları doğrultusunda bir politika izlemek değildi. Bu ilke, toplumda çıkarları birbiriyle çatışan sınıfların bulunmadığını, toplumun birbiriyle dayanışma içinde ve birbirine muhtaç çeşitli mesleklerdeki bireylerden oluştuğunu ileri sürer. Ancak gerçekliğin tümüyle reddine dayanan bu savın hiçbir bilimsel temeli yoktur. Burjuva sosyologlar bile toplumun sınıflardan oluştuğunu ve üstelik de bu sınıfların bir çıkar çatışması içerisinde bulunduğunu bilir ve reddetmezler.
    “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi, Kemalist rejimin totaliter özünü açıkça ortaya seriyordu.[8] Sınıfsızlık maskesi altında, burjuvazinin toplumsal egemenliğinin temelleri atılmaya, korunmaya ve güçlendirilmeye çalışılıyordu. Her şey gerçekte halka rağmen, görünüşte ise halk için yapılıyordu! Mademki halk sınıfsız ve kaynaşmış bir kitleydi, bu durumda bu kitlenin çıkarlarını korumak için Halk Partisinden başka bir partiye de, demokrasiye de gerek yoktu. Bir taraftan sınıfların varlığı reddedilirken, diğer taraftan faşist İtalyan ceza yasalarından kopyalanıp 1990’lara kadar devam edecek olan meşhur 141 ve 142. maddeler komünistlere karşı bir önlem olarak yürürlüğe sokuluyordu. Bu maddeler, “bir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde tahakküm kurmaya teşebbüsünü” suç olarak düzenliyordu. Olmadığı söylenen, yani hayali bir sınıfın, olmayan diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını istemek, hiç de hayali olmayan, gayet de gerçek bir ağır hapis cezası demekti: 8 yıldan 15 yıla kadar.
    Kemalizmi devletçi olduğu için sol olarak görmek, ulusal kalkınmacı olduğu için de anti-emperyalist olarak değerlendirmek diğer bir yaygın yanılsamadır. Oysa Kemalizmin, sol düşünceyle, sosyalist fikirlerle hiçbir ortak tarafı yoktur. Kemalist devletçilik, devlet kapitalizmi demektir. Sermayeye karşı değildir, bilakis sermaye sınıfını temel alır, onun gelişimini teşvik eder ve kapitalist sanayinin gelişiminin zeminini hazırlar. Nitekim daha cumhuriyet kurulmadan önce, Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresinde, Kemalistler, hem emperyalist sermayeye hem de yerli burjuvaziye ve özellikle de İstanbul’un kozmopolit ticaret burjuvazisine güvenceler vermişlerdi. Osmanlı borçlarının devralındığı ve hiçbir şekilde karşılıksız millileştirmeye girişilmeyeceği karara bağlanmıştı. Kongrede Mustafa Kemal, “yabancı sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her zaman hazırız” diyordu. 20’li yıllarda bir dizi önlemle gerek yerli burjuvazinin gelişiminin önündeki engeller kaldırılmaya gerekse de yabancı sermayenin ülkeye gelmesi teşvik edilmeye çalışıldı.
    Her türlü teşvike ve emeği sınırsızca sömürme hakkına rağmen 20’li yıllarda özel sektörün sanayileşme yolunda ciddi bir adım atamaması ve beklenen yabancı sermaye akışının bir türlü gerçekleşmemesi rejimi sıkıntıya sokuyordu. 1929’da tüm kapitalist dünyayı sarsan büyük buhran Türk ekonomisini de fena halde vurmuştu. Kemalist bürokrasi, bu krizin etkilerini hafifletebilmek için, 1930’lu yılların başlarından itibaren bizzat kendi eliyle temel tüketim maddelerini, sanayi için hammadde ve ara mamulleri üretecek büyük sınai kuruluşları inşaya girişirken bir taraftan da sanayinin gelişmesi için gerekli altyapı yatırımlarını yapmaya başladı. CHP’nin 1931 ve 1935 programlarında devletçilik şöyle formüle ediliyordu: “Aslolan ekonomik faaliyette bireysel teşebbüstür, ama bunun yetmediği yerlerde devlet gücü devreye girerek ekonomik kalkınmayı sağlar.” Yani devlet kapitalist sanayinin gelişimine destek olur ve onun zeminini hazırlar.
    Böylelikle sağlanan iktisadi canlılık ve büyümeden faydalanan yine de uzun yıllar boyunca ticaret ve tarım burjuvazisi oldu. Sanayi burjuvazisi de bu dönemde gelişimini sürdürdü ama onun ciddi bir atılım yapması ancak 50’li yılların sonlarından itibaren mümkün olacaktı. Devletçilik politikasının önemli sonuçlarından biri de asker-sivil bürokrasinin giderek çok daha büyük oranlarda iş âlemine dalarak “burjuvalaşması” olacaktı. Devlet kapitalizmiyle burjuvazinin iktisadi gelişiminin önünü açan “halkçı” Kemalist rejim, sıra o halkın çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik haklarına gelince kılını bile kıpırdatmadı. Bir iş yasasının çıkması için cumhuriyetin ilanının üzerinden 13 yıl geçmesi gerekti. Sendika hakkı ancak 1947’de, Kemalist tek parti diktatörlüğü dönemi bittikten sonra tanındı. Grev ve toplusözleşme hakkı için ise işçi sınıfı tam 40 yıl beklemek zorunda kalacaktı.
    Peki kapitalizmi devlet eliyle geliştirme anlamına gelen devletçilik emekçilere ne sağladı? Dizginsiz, kuralsız ve sınırsız bir sömürü! Emekçi halk kitlelerinin dizginsiz sömürüsü daha da arttıkça Kemalist rejimin “halkçılık” söyleminin de güçlendiğini görürüz! Daha 1927 yılında İsmet İnönü Meclis kürsüsünden şöyle haykırıyordu: “Memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiçbir şey yok! Ben bunları yapacağım, bunları yapabilmek için paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para da bulsam alacağım.” Köylü memleketin “efendisi” idi ve buğday üretiyordu, ama dünya krizi koşullarında köylüyü korumak için Buğday Koruma Kanunu da şarttı; ekmek yiyen herkes ekmek başına bir kuruş vergi verecekti! Her yetişkin erkek yıllık 8 ila 15 lira “yol vergisi” verecekti. Ortalama bir köylü ailesi için bu, yıllık yaklaşık 60 lira demekti, 1 ton buğday ise o dönemde 40 liraya satılıyordu! Tüketim malları üzerindeki vergiler 1927’den 1934’e %53 artarken, aynı dönemde kişi başına düşen gelir %40 azalmıştı. Hapishaneler vergisini ödeyemeyenlerle doluyor, 1932’de 700 bin kişi vergi ödeyemediğinden zorla yol yapımında çalıştırılıyordu! İlerleyen yıllarda burjuva devlet iki bin milyoner yetiştirmekle övünürken, zorla çalıştırma daha da yaygınlaşıyor, ücretler daha da düşüyor, işgünü resmen 11 saate çıkarılıyordu. Tüm bunlar, devletçiliğin kimin çıkarına olduğunu göstermesinin yanı sıra tek parti diktatörlüğü dönemi bittiğinde, CHP’nin neden büyük bir seçim yenilgisine uğradığını da açıklıyor olsa gerek.

    Laiklik

    Yukarıda değindiğimiz konuşmasında orgeneral Başbuğ, laiklik ilkesinin “Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşı” olduğunu vurgulayarak, devletin ulusal, üniter ve laik olma ilkelerinin, “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temel unsurlarını oluşturduğu”nu söylüyor. Laiklik konusundaki bu yorum da yanlıştır. Baştan başlayalım. I. Meclis’in açılış töreninin nasıl yapılacağı ve tüm yurtta kutlamaların nasıl yapılması gerektiği bizzat M. Kemal tarafından bir bildiriyle açıklanmıştı. Buna göre, “vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtarılması” görevini yapacak olan Meclis’in açılışı için bilinçli olarak Cuma günü tespit edilmişti. Tüm vekillerle birlikte Cuma namazı kılınarak Kur’an okutulacak ve onun “nurundan feyz alınacak”tı. Ardından “Sakal-ı Şerif” ve “Sancak-ı Şerif” alınarak Meclise gidilecek, Meclis kapısında dualar okunarak kurban kesilecekti. Meclis’in açılacağı güne kadar her ilde hatim indirilecek, “Halifemiz, Padişah efendimizin yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları” için dualar okunacak, vaazlar verilecekti. Tüm bunlar harfiyen yerine getirildi ve yıllar sonra Mustafa Kemal ünlü Nutuk’unda, bu durumu “o günün duygu ve düşüncelerine uymak zorunda kaldıklarıyla” açıkladı. Ne de olsa “şartlar ve zemin” uygun değildi! Ama yine de bu dini tören ve ritüeller, daha en baştan ulusal ve laik bir devleti hedeflediği iddia edilen bir önderlik için pek de uygun bir başlangıç olmasa gerek! Benzer dini törenler, İslam dinine atıflar vb. ilerleyen yıllarda da devam edecekti. Oysa 1908’de II. Meşrutiyet Meclisi açılırken bu tür dini törenlerin hiçbiri sözkonusu olmamış, övgüler Hilafet ve Saltanat makamına değil, Anayasaya yapılmıştı.
    Cumhuriyetin ilanından bir ay önce Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Fırkasının program niteliğindeki dokuz maddelik bildirisinin ikinci maddesinde, “Hilafetin en yüksek dini makam olarak korunacağı” yazılıydı. Bu madde 1927 yılına kadar değiştirilmedi. Laiklik ilkesinin çok daha sonraları icat edildiğinin en bariz göstergesi, 3 Mart 1924’de halifelik kaldırılmış olmasına rağmen, Nisan ayında yürürlüğe giren 1924 Anayasasının ikinci maddesinde “Türkiye Devletinin dini İslamdır” ibaresinin yer alıyor oluşudur. Üstelik bu madde 1928’e kadar yürürlükte kalmıştır! Halifeliği kaldıran düzenlemeyle birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim veren gayri resmi okullar kapatılıp resmi imam-hatip liseleri kurulmuş, din dersleri resmi devlet okullarında da zorunlu ders olarak verilmeye başlanmıştı. Böylelikle gerek din eğitimi, gerekse de dini ibadetler devletin denetimi altına alınarak resmileşiyordu. Bu durum anayasal bir devlet dininin varlığıyla da birleşince, kesinlikle laik olmayan bir devlet anlamına geliyordu. TC’de ortaya çıkan bu durum aslında Osmanlı’nın son döneminde oluştuğu şekliyle devletin dinsel alan üzerindeki egemenliğinin devam ettiği anlamına geliyordu. Toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi din alanında da devlet, kendi anladığı, uygun gördüğü bir anlayışı yerleştiriyor, dinsel kurumları örgütlüyor ve besliyordu.
    Muhalefete göz açtırılmadığı, farklı siyasal parti kurmanın yasak olduğu, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda huzursuzluk kendisini geleneksel kanalların dışında ifade edemez hale gelir. İşte daha TC’nin kuruluşundan itibaren yaşanan da tam bu olmuştur. Çeşitli iç isyanların ve en önemlisi de Şeyh Sait’in önderlik ettiği Kürt isyanının İslami motifleri de içinde barındırmasının nedenlerinden biri bu idi. Geleneksel dini toplanma yerlerinde giderek yükselen huzursuzluğun dışa vurulması, devlet tarafından uygulanan baskının daha da artmasına yol açmış, Takrir-i Sükûn yasası ve İstiklal Mahkemeleriyle bir terör dönemi başlamış idi. Bu terör dalgasından, işçi sınıfı, komünistler, Kürtler ve kimi burjuva muhaliflerden sonra geleneksel dini kurum ve mekânlar da paylarına düşeni aldılar. Muhalefetin bu geleneksel kanallarını da ortadan kaldırmak üzere, 1925 sonunda tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı, dini cemaatler ve tarikatlarla birlikte devletin denetimi dışında her türlü dini faaliyet, unvan, sıfat ve giysi de yasaklandı.
    Ne var ki, yasaklamalarla ne bir din ortadan kaldırılabilir ne de muhalefet sonsuza kadar yok edilebilir. Nitekim öyle de oldu ve yasaklanan her şey yeraltına geçerek devam etti. Tabii bunlarla birlikte bürokrasinin rejimin bekasını sağlama korkusu da! Bu korkunun derinleşip kökleşmesiyle, nihayet 1928’de TC Anayasasından “devletin dini İslamdır” ibaresi çıkarıldı. Laiklik ilkesi 1931 yılında CHP’nin programına, 1937’de ise Anayasaya dâhil edilmesine rağmen devlet dinden elini hiçbir zaman çekmedi. Din hiçbir zaman resmilikten çıkıp tam olarak sivilleşmedi. İslam dininin başı olarak halifelik kurumunu kaldıran ama bizzat kendisi dinin başı olarak hareket eden bir devletin laik olduğu yutturmacası bugün de devam ediyor. Gerçekte hiçbir zaman laik olmamış olan TC’nin 1937’ye kadar hukuki olarak da laik bir devlet olmadığını burada not edelim.
    Öyle gözüküyor ki, generalimizin bahsettiği “laik kuruluş felsefesi”nin (“resmi tarih” yazma girişiminin demek daha doğru olur) temelleri ancak 1927’deki muzafferler kongresinde okunan Nutuk ile atılmaya başlanmış ve 30’lu yılların ortalarında bütünsel bir şekle kavuşmuştur!

    İnkılâpçılık

    Uzun yıllar boyunca devrimcilik olarak anılan bu ilke, 12 Eylül faşizmiyle birlikte “inkılâpçılık” olarak kullanılmaya başlandı. Ne de olsa devrimcilik tehlikeli bir şey idi! Bu “ilke” devrimciliği övmez, tersine zaten Mustafa Kemal’in “yanılmaz” önderliği sayesinde “geleneksel kuruluşları modern kuruluşlarla” değiştiren devrimler yapıldığını iddia ederek, böylece ortaya çıkan “modern yapı”nın tanınıp, kabul edilmesini ve korunmasını söyler. Bir başka deyişle, statükonun muhafaza edilmesini belirtir.
    İktisadi ve siyasi alanda yapılan “inkılâplar”, toprak devrimi gibi kapsamlı bir dönüşümün yapılamamasının yarattığı belirleyici daraltıcı etkiye rağmen yine de burjuva toplumun iktisadi gelişiminde ilerletici bir rol oynamışlardır. Bu açıdan Elif Çağlı, Mustafa Kemal ve onun önderliğini şöyle değerlendirir: “M. Kemal kendi döneminde tarihi ve iktisadi açıdan burjuva toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Fakat bu durum, onun siyasi çizgisinin ve siyasal uygulamalarının, işçi sınıfını ve halk kitlelerini ezen zorba ve baskıcı bir siyasal karaktere sahip olduğu gerçeğini asla değiştirmez.”[9] Yukarıda bu ilerlemenin işçi ve emekçilerin ne denli dizginsiz bir sömürüsüne ve nasıl bir siyasal despotizme dayandığını görmüştük. Ne var ki, toplumsal planda ve eğitim ve kültür alanında sınıflandırılan “inkılâplar”a geldiğimizde işler değişmeye başlar. Bunlar hakkında söylenmesi gereken ilk şey, tüm bu reformların emekçi halkın çıkarına olsun diye yapılmadığı, çoğunun göstermelik ve biçimsel girişimler olarak kaldığı ve toplumun geniş kesimlerinin gündelik yaşamına pek nüfuz edemediğidir.
    Topluma tepeden dayatılan, çoğunlukla üstyapısal dönüşümleri hedefleyen biçimsel uygulamalarla sınırlı bu reform girişimlerini bir devrim olarak adlandırmakla, aslında “halk yararına” gerçek bir toplumsal devrimin ve kültürel atılımın yapılamadığı gerçeği gözlerden gizlenmeye çalışılıyordu. Çağdaşlaşma adına doğrudan toplumsal hayatı düzenlemeye dönük reform girişimlerinin çoğu büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
    Birkaç örnek verelim. Kadının erkekle eşit haklara kavuşturulduğu iddiasının koca bir yalan olduğu ortada değil midir? Şapka ve kıyafet devrimi gereğince “modernleşmedikleri” için onlarca insanın idam edildiği bir başka ülke var mıdır? Ya da “devrimin” üzerinden 82 yıl geçmişken halen başörtüsüyle uğraşan bir başka ülke? Lâkap ve unvanların kaldırılmasıyla övünülür, ancak yasaklanan sıfatların birçoğu kullanılmaya devam edilmiştir; bugün bile ortalık “beyler”den, “hanımefendiler”den geçilmediği gibi, Kemalist devrimlerin koruyucusu sıfatlı generaller kendilerine “Paşa” denilmesinden büyük gurur duyarlar. Bir taraftan “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar ülkesi olamaz” denilip geleneksel dini mekânlar kapatılırken, diğer taraftan birçok “Şeyh”in tek parti rejimi sona erene dek daimi mebusluğa atanmasına ne demeli? İnsanların ölülerden medet ummaması gerekçesiyle türbeler yasaklanır, oysa kendileri kişi putlaştırmasının en alasını yaparlar. Ya da pek laik eğitim sisteminde zorunlu din derslerine, devlete ait imam-hatip liselerine, ilahiyat fakültelerine, okullardaki mescitlere ve en başta da Diyanet İşleri Başkanlığına ne demeli? Öztürkçeleştirme amacıyla girişilen dil devriminin en önemli sonuçlarından biri, dilin kısırlaşmasına yol açarak torunların dedelerinin söylediklerini ve yazdıklarını anlamamaları olmadı mı?
    İktisadi bir temele dayanmaksızın da birtakım kararnamelerle toplumun gündelik yaşantısının bugünden yarına dönüştürülebileceğini, kültür kararnameleriyle bir kopuş yaratılarak Batı seviyesine çıkılabileceğini hayal eden bu tepeden inmeci, seçkinci anlayışın gündelik yaşam içerisinde yaratabileceği tek şey muazzam bir toplumsal travma idi. Tek parti diktatörlüğü dönemindeki bu çabaların en önemli sonucu, bir bütün olarak toplumsal yaşamda kent ile kır arasındaki çatlağın genişlemesi ve uçurumun derinleşmesi oldu. Nüfusun çok küçük bir kesiminin yaşadığı kentlerde mülk sahibi sınıfların mensupları ve bu arada öğretmenler, hâkimler, müdürler, valiler, kaymakamlar, devletlû aydınlar vb. gibi düzenin gözbebeği durumundaki ayrıcalıklılar ordusu, Batı’dan aynen kopyalanmış, ama içi boş kalan bir modern kapitalist kültürle yaşamlarını sürdürürlerken, toplumun sözde efendisi olan köylüler, bir Amerikalı gözlemcinin sözleriyle, Hititlerden kalan yöntemlerle tarımla uğraşıyor ve onlar gibi yaşıyorlardı. Bu muazzam kopukluk, bugün “Beyaz Türk” lakabıyla anılanların atalarının, kırı sürekli bir tehdit ve gericilik kaynağı olarak görüp horlamalarını da beraberinde getirmişti.
    Bir bütün olarak bakıldığında bu dönüşüm çabalarının esas amacı, Kemalistlerin iddia ettiği gibi, modernleştirerek halkın yaşam düzeyini yükseltmek değildi. Bu reformlar, esas olarak mülk sahibi sınıfların kapitalist Batı dünyasıyla ilişkilerinde ortaya çıkan uyumsuzlukları ortadan kaldırmayı, özel mülkiyet rejimini ve emeğin sömürü olanaklarını genişleterek güvence altına almayı amaçlıyordu. Özel mülkiyet sisteminin önü bir kez açıldığında, zaman içerisinde kapitalist gelişmenin hızlanması zaten kaçınılmazdır. Ne var ki, geniş emekçi kitlelerin seferberliğine dayanarak toprakta pre-kapitalist ilişkileri Jakoben bir tarzda ortadan kaldırmakla, kırsal kesimde kapitalist gelişimi Prusya tipinde sancılı bir evrimsel sürece havale etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Kemalist rejim, ikinci yoldan yürümüş ve kırı kendi kaderine terk etmiştir. Hatta bununla da yetinmemiş, kırın geri unsurlarıyla (toprak ağaları, şeyhler, vb.) ittifak kurarak onları meclise taşımıştır.

    Kurtarıcı mesihlere aldanma

    Gördüğümüz gibi CHP’nin meşhur altı oku, Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasının ardından kurulan ve 20’li yılların sonlarına doğru ancak pekiştirilebilen bir olağanüstü burjuva rejimin ideolojik dayanakları olarak sonradan imal edildiler. Kemalizme boyundan büyük bir anlam yükleyenlerin, onu anti-emperyalist bir hareket olarak değerlendirip, ona son derece abartılı bir ilericilik hatta solculuk atfeden sol çevrelerin temel yanılgılarından biri, Kemalizm denen program ya da ideolojinin, bir olağanüstü burjuva düzenin resmi ideolojisi olarak şekillendiğini görememektir. Bu ilkeler, halk kitlelerinin devrimci seferberliği için daha baştan ortaya konan bir “burjuva devrim programı”nın ilkeleri değildirler. Düpedüz, halk kitlelerinin sınırlı etkinliğinin de boğulması üzerinden kurulmuş ve ardından kendisini pekiştirmeye girişmiş bir burjuva diktatörlüğün resmi ideolojisi olarak ortaya konulmuşlardır.
    Burjuvazi adına hareket ederek onun kolektif çıkarlarını hayata geçiren bürokratik önderlik, bir taraftan halkın devrimci etkinliğinin en küçük belirtilerini bile boğarken, diğer taraftan burjuvazinin sınıf egemenliğini kurmakla tepeden bir devrim gerçekleştirmiş oldu; halk kitlelerinin içinde yer almadığı ve böyle olduğu için de onların gündelik yaşantısını köklü bir değişikliğe uğratamayan bir “devrim”! Burjuvazinin toplumsal ve iktisadi gücünün zayıflığıyla ters orantılı olarak, onun adına hareket eden önderliğin toplum üzerindeki baskısı alabildiğine yoğun oldu. Bu yoğun baskıya son derece eklektik, yapaylığı paçalarından akan, keyfi ve hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, sonradan imal edilmiş ve kişi putlaştırmaya dayanan bir resmi ideoloji eşlik etti. Zafer kazananlar, geriye dönüp tarihi de kendi arzularınca, kendilerini yücelten bir tarzda yeniden yazarak resmileştirdiler. Kemalist kadronun hiçbir öğreti ve sistematiğe dayanmıyor olması, yani ciddi bir düşünsel temelinin olmaması, yüce bir erdem olarak sunuldu. Tarih, şaşmaz ve yanılmaz önderin kafasının içindeki planların açılıp serpildiği bir süreç olarak resmedildi; oportünist manevralar önderin politik dehasının göstergesi olarak aklandı; nitekim o en başından itibaren neyi hedeflediğini ve hedeflenen şeye nasıl ulaşılacağını en ince detaylarıyla bilmesine rağmen “şartlar ve zemin” oluşmadığından bunları saklamış ve ancak zamanı geldiğinde hayata geçirmişti! Halk kitleleri denileni yaptığı sürece, süreç zaten onun dışında gelişen ve mülk sahibi sınıfların arasındaki bir politika oyunundan ibarettir. Ve bu oyunda, ideolojik berraklık ve buna uygun açık, net politik tutumlar en para etmez ilkelerdir. Çünkü tepeden devrimler Bizans entrikalarının da en parlak sahneleriydiler.
    20. yüzyıl yalnızca Türkiye’de değil dünyanın birçok bölgesinde emekçi halkları kurtaracağı iddiasındaki bürokratik önderliklere şahit oldu. Kemalist rejimden Stalinist diktatörlüklere, Arap sosyalizminin babası Nasır’dan “21. yüzyıl sosyalizmi”nin mucidi Chavez’e kadar birçok önderlik, farklı sınıfsal temellere dayansalar da, kendi iktidarlarını işçi sınıfını ve emekçileri kurtardıkları ya da kurtaracakları iddiasıyla meşrulaştırmaya çalıştılar, çalışıyorlar. İşçi sınıfının kurtarıcılara ihtiyacı yok, tepeden devrimlere de artık karnı tok olmalı. Her türlü emekçi düşmanı ideolojiye karşı kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde, kendi ideolojisiyle yani Marksizmle donanıp harekete geçtiği sürece, Marx’ın, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” düşüncesinin gerçek kılınmasının önünde hiçbir engel yoktur.

    [1] akt: Emin Türk Eliçin, Kemalist Devrim İdeolojisi, Ant Yay., Mart 1970, s.63
    [2] Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137
    [3] CHP, Sivas Kongresini kendi birinci kongresi ilan etmişti. Böylelikle Milli Mücadelenin birçok önderi bu mücadelenin mirasından mahrum edilmiş, gözden düşürülmüş oluyor ve Milli Mücadele CHP ile özdeşleştiriliyordu. Bugün bile CHP, kendisini “Kurtuluş Savaşı”nı yürüten ve cumhuriyeti kuran parti olarak gösterip göz boyama peşindedir.
    [4] 1927’deki CHP kongresinde köy muhtarlarının seçiminin partinin kontrolüne verilmesi kararlaştırılmıştı. Faşist Almanya ile çok sıkı ilişkilerin geliştirildiği 30’lu yılların ikinci yarısında ise, parti genel sekreteri aynı zamanda içişleri bakanı, parti il başkanları da valilerdi. Bölge genel müfettişleri hem devlet işlerini hem de parti teşkilatını denetliyorlardı. Bunların yanı sıra CHP tüzüğüne göre cumhurbaşkanı aynı zamanda partinin değişmez ve daimi genel başkanı idi. İktidar üzerinde mutlak tekelleri varken “cumhurbaşkanının tarafsızlığı” diye bir ilkeleri olmayan, tam tersini tüzük maddesi haline getiren Kemalistlerin bugün koparttıkları yaygara tam bir ikiyüzlülüktür.
    [5] Milliyet, 24 Eylül 2007
    [6] Milliyet, 31 Ağustos 1930
    [7] Milliyet, 19 Eylül 1930
    [8] Kemalist rejimin totaliter doğası hakkında ayrıntılı bir okuma için Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabına bakınız.
    [9] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.206

  31. Extraterrestrial

    gün bey’e duyduğum büyük saygıyı belirterek başlayacağım sorularıma..

    1) sadece yunan kuvvetleri ile çatıştığını söylüyorsunuz; türk kuvvetleri maraşta henri goudard yönetimindeki fransız kuvvetlerini suriyeye püskürtmemiş midir? Bu fransız komutanı çanakkale savaşında kolunu kaybetmemiş midir? queen elizabeth gemileri vs nerden çıkmıştır?

    2) sscb’nin kemalist rejime desteği, stalinin iktidarı tamamen ele geçirmesine kadar değil midir?

    3) fikir sahibi olacak kadar bilgim yok

    4) 1923-1938 arası nüfus kağıtlarında din hanesi gerçekten vardı ve hanefi yazılması zorunlu muydu? varsa bir örnek bir link rica ediyorum.

    5) köy enstitüleri kolhoz, kibbutz gibi denemesede birbirine yakın; kültür alışverişine, paylaşıma, toplumun eğitimine, tarımsal gelişmeye katkı sağlamayan kurumlar mıydı? bu oluşum kimin fikriydi?

    6) tekke türbelerin kapatılıp, çoğunluğu bağnaz müslüman olan toplumun ahlakının dine indirgenmesinin önlenmesi, kuranın ve ezanın insanların anlayabildiği dilde yani türkçe okunmasının sağlanması, okuma yazma oranın bir an evvel yüksek düzeylere getirilmesine çalışılması ‘inkilapçı’ bir tutum değil midir? (ki büyük dinler insanlığın başındaki en fena bela ve sıkıntıdır bence.)

    saygılarla..

  32. sevgili arkadaşım,

    Fransız kuvvetlerinin püskürtüldüğü konusunda bilgi sahibi değilim. olabilir, olmuştur da. ama bu kadarı bu savaşı anti-emperyalist bir savaş olarak görmemize yeter mi bilmiyorum. Çanakkale savaşı ise emperyalist paylaşım savaşının bir parçasıdır. emperyalist savaşın bir tarafında yer almanın anti-emperyalizmle bir ilgisi yoktur. Türk birlikleri alman emperyalistleriyle müttefiktiler çanakkale’de.

    Hayır değil. Bu destek II. dünya savaşına, hatta sonrasına kadar sürmüştür. esasen soğuk savaşta Türkiye’nin açıkça ABD safında yer almasıyla birlikte sona ermiştir.

    Yazılması zorunlu muydu bilmiyorum ama böyle bir mezhep hanesinin yazılı olması bile yeterlidir.

    Esasen Sovyetler Birliği’nden etkilenmenin ürünüydü bildiğim kadarıyla. Yani üretimle eğitimi birleştirme ve köy gençlerinden rejime destek bir entelektüel güç ve destek sağlama projesiydi.

    Devlet tarafından şu ya da bu gerekçeyle yapılan her türlü müdahale ve zorbalığın yanlış olduğunu düşünüyorum. Nitekim bu tür ilenrlemeci çabalar bugün görüldüğü gibi tam aksi yönde bir reaksiyon yaratmıştır. Keza türban konusu da bunun son örneğidir. esas olan insanların kafalarının içinin değişmesidir ki, bu da ancak özgürlükçü bir ortam yaratmakla mümkündür, zorbalıkla değil.

    benden de saygılar ve sevgiler

  33. ki büyük dinler insanlığın başındaki en fena bela ve sıkıntıdır bence

    Insanligin basindaki en buyük sikinti Kemalizm, Nazizim, Stalinizm gibi ideolijiler ve o ideolojilmere inanan insanlik düsmani ve hadlerini bilmeyen canilerdir.

  34. Bu yazınızı Doğu Perinçek okumuşmudur bilmiyorum..şayet okumuş ise yazıyı ve sizi eleştirisini de merak eder oldum…

  35. Kemalistler kadar çelişkili ve basiretsiz insanlar yoktur. Sen kalk Rum’u, Ermeni’yi, Yahudi’yi, Hıristiyan’ı ülkenden kov, misyonerliklerini yasakla, Alevileri, komünistleri baskı altına al, sonra da Sünni İslamcı yobazlar karşına heyula gibi dikilince ağlak edebiyatı yap.

  36. Anadolu’nun fedakar müslüman halkina karsi bitmez tükenmez bir kin duyanlar her kiliga girebilir: Rum, Ermeni, Yahudi, Hıristiyan, misyoner, Alevi, komünist……. Ama aslinda bu anonimlerin ne kimlikleri, ne de kisilikleri yoktur, nefert söylemi disinda pek de bir bok bimezler.

  37. Allahtan Anadolu’nun fedakar halkindan fazla kalmadi da rahat nefes alabiliyoruz. Simdi o halk sehirli oldu, siniflari doldurdu. Hatta sinif bile atladilar.

    Ameleligi kim yapacak simdi kurtler de haklarini alinca? E o insaatlar o kadar kar getirmez Kurt Memed nobete gitmeyince. O zaman da Anadolu’nun fedakar halkinin muteahhit kismisi da azla yetinmek zorunda kalir mesela. Ki o fedakar halk ne cefalar cekerek muteahhit oldu, ne cefalar cekerek mafya oldu, kimbilir hangi Ermeninin malina el koydular da ilk sermayelerini elde ettiler, kimbilir kimleri kaziklayarak sinif atladilar. Kolay mi ama? Yazik oldu o fedakar, o cefakar halka, hic bir seyden cekmedi kendi yaptiklarindan cektigi kadar.

  38. Halk düsmanligini, insanlik nefretini kusmaya devam et bakalim , asalak olarak yasadin, asalak olarak geberecek ve nefretinde bogulacaksin, Ramses Cemil.

  39. Insanlik dusmanligi igrenc milliyetciliktir. Milliyetcilik asalakliktir. Baska uluslari somurmektir. Aslinda yalan tabi. Baska uluslari somurdugunu sanarak aslinda kendi efendilerine kendini somurtturmektir. Asalak oldugunu sanarak asalaklari beslemektir. Kuskafali milliyetci seni.

  40. Kemalist-Sultangaliyevist

    Söz konusu Anti-Kemalizm olunca dinci, liboş argumanlarına sarılmak mübahtır. Gerisi laf-ı güzaf. İsmet Paşa’nın deyimiyle: “Hadi canım sen de!”

  41. Batılaşma devrimini kutsarken aynı zamanda antiemperyalistlik taslayan “Atatürkçü” yahut “Kemalist” çevrelerin muztarip olduğu inanılmaz kafa karışıklığı zaman içinde maalesef toplumun hatırı sayılır bir kısmına da sirayet etti. Tabir caizse ‘biraz mümin biraz münafık ve müşrik, biraz yerli biraz yabancı, biraz ümmetçi biraz Arap yahut Kürt düşmanı (duruma göre Türk düşmanı), biraz delikanlı biraz kaypak, biraz güzel biraz çirkin’ kalabalıklar oluştu. Toplumsal bir şizofreniye yol açtı “cumhuriyet ideolojisi”.

    Çelişkilerin bini bir para: Mustafa Kemal “Cumhuriyetçiyiz” dedi ve fakat cumhura korkunç ıstıraplar çektiren bir diktatörlük kurdu. “Halkçıyız” dedi ve fakat halkı memurlara, bürokratlara, sermayedarlara ezdirdi. “Fikri hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmekten bahsetti ve fakat fikirlere ve vicdanlara zincir vurmaya çalıştı. Kendisi gibi düşünüp inanmayan ve bunu izhar eden kimseler polis ve askerleri tarafından derdest edildi, işkenceden geçirildi, zindana atıldı, sürgüne gönderildi, yoksulluğa terk edildi veya öldürüldü. Ele güne karşı demokrat görünmeye yeltendiği olduysa da tek parti despotluğuna bir türlü kıyamadı. Siyasi rakiplerini ve potansiyel rakip olarak gördüklerini acımasızca tasfiye etti. Kendisini omuzlarında yükselten silah arkadaşlarına bile kıyabildi. Ardından gelenler ABD ile Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş’ın gereği olarak çok partili sisteme geçtiler ve fakat her partinin “Atatürk”e bağlı kalmayı taahhüt etmesini şart koştular. Çok partinin neticede tek parti (CHP) olması ve “Atatürk’ün çizdiği yol”dan sapmaması için gerekli yasal ve askerî tedbirleri aldılar. “Atatürkçü değil” diye partiler kapattılar, “irticaı hortlattı” diye hükümetler devirdiler, halkın seçtiği bir başbakanı ve iki bakanını asmaktan bile çekinmediler.

    Bir lidere yücelik atfederek onun heykellerini dikmek ve o heykellerin önünde saygı duruşunda bulunmak, Mekke müşriklerinin putperestliğini hatırlatıyor. Mekke müşrikleri Allah’a inanıyorlardı (Abdullah ismi onlarda da vardı), fakat O’nun yeryüzündeki otoritesini tanımıyorlardı. Yeryüzünde rab olarak putları ve onların temsil ettiklerini kabul ediyorlardı. Aynı şey. Mustafa Kemal putlaştırıldı derken mecaz yapmıyoruz. Bayağı putlaştırıldı. Kendisine rağmen değil, bizzat kendi iktidarı döneminde, kendi arzusuyla, bizzat kendi kontrolünde. “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm” kesinlikle bir putperestlik projesidir. “Türkler Allah’ı bırakıp Atatürk’e tapsınlar” denilerek yola çıkılmıştır.

    Mustafa Kemal’in resimlerini her yere asmak, büstlerini her yere koymak, heykellerini her yere dikmek, ismini her yere vermek, mezarındaki deftere ona hitaben bir şeyler yazmak, kendisine mütemadiyen bağlılık bildirmek, “Ulu Önder” ve “Ebedî Şef” diye konuşmak, yukarıdaki iğrenç metinlerle beraber düşünülmeli ve bütün bunların “yeni din” projesine ait unsurlar olduğu idrak edilmeli.

    CHP’li despotlar Mustafa Kemal’e “Atatürk” ismini verdiler diye biz kendisini bu isimle anmak zorunda değiliz. “Atatürk” demek Türk’ün atası demek. O ismi cân-ı gönülden telaffuz eden bir Türk, cumhuriyetin ilanını Türk tarihinin miladı olarak kabul etmiş olur. Türk’ün varlığını “Atatürk İlke ve İnkılapları” denilen müktesebatla kaim olarak gördüğünü ifade etmiş olur.

    “Atatürk Milliyetçiliği ırk esasına dayanmaz” denilip durulur, fakat Mustafa Kemal’in “asil kan” retoriğine ırkçılıktan başka bir izah getirmek mümkün olmasa gerek. Hele, kafatası incelemelerine itibar ettiği de biliniyorsa…

    “Ümmetten ulusa” geçiş Anadolu’yu Frenklerin askerî işgalinden -ama sadece askeri işgalinden- kurtardıysa da, memleketi selamete çıkarmadı. Bilakis, Kemalist rejimin acayiplikleri, meselâ “İslam Milleti” anlayışını terk edip farklı ırklardan Müslümanların hepsini “Türküm” demeye zorlamak ve üstelik Türklüğü İslam’dan soyutlamaya çalışmak, memleketi trajediden trajediye sürükledi. Türkiye Cumhuriyeti’nin en trajik sayfalarını bizzat Mustafa Kemal yazdı ve bizzat yazmadıklarına da ilham kaynağı oldu. Şeyh Said liderliğindeki İslami içerikli Kürt ayaklanması ile Dersim İsyanı’nı kaçınılmaz kılan zulümler, o ayaklanmaları bastırmak adına çoluk-çocuğun dahî hunharca katliamdan geçirilmesi, Mustafa Kemal’in otoritesi altında gerçekleşmiştir. PKK’yı doğuran şartlar (akıl almaz zulümler) ve 30 yıldır neredeyse hiç durmadan akan kan da “Atatürkçü” yahut “Kemalist” taassuptan kaynaklanıyor. Bugün Kürt Meselesi’nin çözülebileceğine dair bir umut doğduysa, o taassubun yavaş yavaş terk edilmesi sayesindedir.

    Mezkûr ideoloji hakikatsizliktir ve kalplerin süruruna, toplumsal barış ve huzura manidir. Uluslararası nüfuza ve genel olarak terakkiye de manidir. Düşmanın elinden zor kurtulmayı destanlaştıran (üstelik o sürecin hikâyesini binbir yalanla tahrif edip bütün şan ve şerefi Mustafa Kemal’in hanesine yazan, onca kahramanı bozuk para gibi harcayan) ve geri çekilebileceğimiz son noktaya kadar geri çekilmeyi idealleştirerek bunu ulaşabileceğimiz en uzak hedef gibi gösteren bir ‘resmi ideoloji’den kimseye hayır yok.

    Dileyen kendi evinin duvarlarına Mustafa Kemal’in resmini asabilir, kendi odasına büstünü koyabilir, kendi bahçesine heykelini dikebilir ve isterse Mustafa Kemal’e tapabilir; fakat “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm”i herkese zorla kabul ettirme gayretine daha fazla tahammül etmek mümkün değil. “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm” resmi ideoloji olmaktan çıkarılmalı (ortalık yerdeki heykeller filan da kaldırılmalı) ve hatta bu ideolojinin yol açtığı tahribat için halktan resmen özür dilenmeli.

    “Atatürkçülük” yahut “Kemalizm”e tam olarak nasıl bakmalıyız? – Hakan Albayrak
    http://dirilispostasi.com/a-2226-ataturkculuk-yahut-kemalizme-tam-olarak-nasil-bakmaliyiz.html