Ahmet Kardam’ın Mustafa Suphi kitabından Hareketle UKTH ve Ulusal Mücadele Üzerine!

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu bir kitap tanıtması ya da kitap eleştirisi yazısı değil. Sadece, Ahmet Kardam’ın son derece dikkatli bir incelemenin ürünü olan Mustafa Suphi (İletişim, 2020) kitabının bana düşündürdüklerinden hareketle, ulusal mesele, ulus devlet, ulusal kurtuluş hareketleri üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Yeri geldikçe Ahmet Kardam’ın kitabına da atıfta bulunacağım.

Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nın pratikte uygulanışı

Ne yazık ki esasen SBKP’nin bu konudaki pratiği, ulusların kaderinin tayinine değil, ulusların kaderinin, darbe, işgal, tasfiye vb. yoluyla gaspına işaret etmektedir. Zaten bu pratik aslında, A. Kardam’ın kitabında alıntıladığı Stalin’in şu sözleriyle teorize edilmekte ve ortaya konmaktadır:

Ulusların kaderlerini tayin hakkının yanı sıra bir de işçi sınıfının kendi iktidarını pekiştirme hakkı olduğu ve kendi kaderini tayin hakkının bu ikincisine tabi olduğu unutulmamalıdır. Kendi kaderini tayin hakkının bir başka hakla, daha yüce bir hakla, yani iktidara gelmiş olan işçi sınıfının iktidarını pekiştirme hakkıyla çatıştığı durumlar vardır. Bu gibi durumlarda, açıkça söylemek gerekir ki, kendi kaderini tayin hakkı işçi sınıfının sahip olduğu diktatörlük hakkını gerçekleştirme hakkının önünde bir engel haline gelemez, gelmemelidir. Birincisi ikincisine boyun eğmelidir.” (Bolşevik Partisi’nin Nisan 1923 tarihli 12. Kongresi’ne Stalin tarafından sunulan Merkez Komitesi raporundan. Aktaran: Ahmet Kardam, s. 133.)

Yani ancak bu kadar açık sözlü olunabilirdi. Her zaman böyle açık sözlü olmayan Stalin bu cesareti sanırım, Bolşevik Parti’nin İç Savaş’tan zaferle çıkmasından, “milletler hapishanesi” Rusya’daki bütün milliyetlere şu ya da bu şekilde boyun eğdirmiş olmasından, bütün milliyetlerin başına işgal, darbe vb. yoluyla iş birlikçi, yerel bürokratik klikler yerleştirmiş olmasından almaktaydı.

Bu tür gaspların burada giremeyeceğimiz kadar çok örneği var. A. Kardam, konusuyla bağlantılı olarak bazılarından kısaca söz etmiş. Örneğin, Azerbaycan’daki Müsavat Partisi yönetimi, yerli dincilerle, askerî birlikleriyle oralara kadar gelmiş Osmanlı paşalarıylave yerel iktidar tutkunlarıyla iş birliği yapılarak darbeyle devrilmiş; keza Ermenistan’da Taşnak Partisi iktidarı, yine yerel darbecilerle iş birliği halinde Kızıl Ordu’nun açık işgaliyle sona erdirilmiş; aynı olay, Gürcistan’daki Menşevik ağırlıklı hükümete karşı da tekrar edilmişti.

Bütün pratiklerden ortaya çıkan tek bir sonuç var: Ulusların Kaderlerini Tayin hakkı, Bolşevik Partisi’nin ezilen milliyetlere uzattığı bir yemden ibaretti. Milliyetler bu yemi yutmayıp gerçekten kendi kaderlerini tayin etmeye giriştiği zaman, karşılarında merkezî iktidarın silahlı güçlerini buluyor ve işgal altına giriyorlardı. Stalin’in belirttiği de zaten bundan başka bir şey değildi.

Herhangi bir ulusun pratikte kaderini gerçekten tayin ettiği durumlar da olmuştur belki dünyada ama Sovyetler Birliği’nde bunun tek örneği yoktur. Bazı arkadaşların “ya Finlandiya!” dediklerini duyar gibi oluyorum. Ama bu, fiiliyatta Rusya’dan zaten bağımsız hale gelmiş Finlandiya’ya “sen artık bağımsızsın” demekten başka bir anlamı olmayan göstermelik bir karardır. Sovyetler Birliği’nin UKTH’na ne kadar bağlı olduğunun propagandası için kullanılmıştır, yani bu “hak” Finlandiya’ya “tanınmış” olmasaydı da Finlandiya bağımsızlığını fiilen, pratikte zaten kazanmıştı. Kaldı ki, verilen bu “hakkı” da II. Dünya Savaşı’nın hemen başlangıcında Finlandiya’ya fiilen saldırarak ortadan kaldırmaya çalıştılar. Başaramadılar, o başka!

Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Pratikte Gerçekleşebilir mi?

Bence imkânsız değildir ama çok zordur bu. “Köpek balıklarının” (köpek balıklarına yakıştırılan imajı benimsediğim için değil, sırf metaforda kolaylık olsun diye kullanıyorum) kaynadığı denizde gariban bir fok balığının hayatta kalmayı becerebilmesi kadar zor. Ulus devletlere dayanan bir yerkürede bir ulus nasıl olup da gerçekten kendi kaderini hiçbir dış müdahaleye (“köpek balıkları”nın saldırısına) maruz kalmadan belirleyebilecektir? Kaldı ki “ulus” kavramı da sorunludur. O “ulus”un içinde, ulusal baskıya uğrayan başka uluslar da vardır. Onlar ne olacaktır? Hadi bunu bir an için unutalım, dünya emperyalist devletleri bölgesel çıkarları açısından buna izin verecekler midir? Komşu devletler bunu kendi çıkarları açısından nasıl karşılayacaklardır? Çıkarlarına halel getiren bir durum olduğunda hep birlikte o ulusun üstüne çullanmayacaklar mıdır? Bunların hepsi birer önemli sorudur ama biz yine de o ulusun dış müdahalelerden azade bir şekilde kendi kaderini nasıl tayin edebileceğini, etmesi gerektiğini tahayyül etmeye çalışalım.

Ulusların kaderlerini Tayin Hakkı’nın birinci koşulu, o ulusun ya da milliyetin her türlü dış müdahaleden ve etkiden azade olması olmalıdır. Yani hiçbir devlet, hiçbir dış güç, herhangi bir gerekçeyle o ulusun iç kararlarına karışma, müdahale etme hakkına sahip olmamalıdır. Bu, uluslararası hukukun en başta gelen ilkesi olmalıdır. Ne yani, o milliyetin içinde bir kesim ya da egemen unsur diğerini kesse de mi (örnekleri var) müdahale edilmeyecek? Cevabım: Evet! Her toplum, her ulusal topluluk vb. sular ne kadar bulanırsa bulansın kendi iç dengesini bulacaktır. Kaldı ki o “insani” iç müdahaleler sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmekten ya da emperyalist jandarmalığı meşru hale getirmekten, üstelik o iç sorunu daha da kangrenleştirmekten başka bir sonuç vermiyor. Bu yüzden, her türlü dış müdahale reddedilmeli ve o toplumun kendi iç gelişmesine ve dengelerine güvenilmelidir, bunun başka yolu yoktur. 

Peki, o ulus bir faşist diktatörü (diyelim, Franco gibi birini) başa getirdiği zamanda mı dışarıdan müdahale edilmeyecek? Cevabım: Evet! Her toplum kendi diktatörünü nasıl başa getirdiyse sonunda devirmesini de bilir. Devirmiyorsa da yapılacak bir şey yok, öyle yaşamaya devam eder. Dışarıdakiler elbette o diktatör hakkında düşüncelerini söyleme ve onu kınama hakkına sahiplerdir, bunda UKTH’na aykırı bir şey yoktur. Ama dışardan darbe, işgal vb. yolla girişilecek her hareket özünde emperyalist, hegemonyacı ve diktatoryaldır ve sonuçta ulus içinde o diktatörlüğe sempatiden başka bir sonuç vermez. Elbette bu, o ulus içinde özgürlük yönünde mücadele eden güçlerle dayanışma içinde olmayacağımız anlamına gelemez. Ama sadece duygudaşlık anlamında bir dayanışma! İçerideki yandaşlara silahla vb. destekte bulunmaya kalkışmak kesinlikle yanlıştır. Unutmayalım ki, bu tür “destekler” bir adım ötede halka karşı dönebilir!

Dış müdahaleciliğe karşı en güzel çıkışı yapan Taşkent delegesi Narbutabekov’dur. Bugüne bile ışık tutan sözlerdir bunlar:

Karşı-devrimcilerinizi, ulusal uyumsuzlukları yaygınlaştıran elemanlarınızı, komünizm maskesi altında faaliyet gösteren kolonocilerinizi Türkistan’dan çekiniz!” (Akt: A. Kardam, s. 192)

Sonuç olarak UKTH’nın gerçek anlamda hayata geçmesinin her türlü dış müdahaleden azade olmasıyla mümkün olduğunu düşünüyorum. İç güçlerin serbestçe gelişmesi mümkün olabilirse o ulus sonunda doğru yolu bulabilecek ve özgür uluslar ailesine katılabilecektir.

Ulusal Kurtuluşçulara ya da Ulus Devletçilere Nasıl bakmak gerekir?

Benim buna kısa cevabım onlardan uzak durmak gerektiği yönündedir. A. Kardam’dan da bir kere daha okuduğumuz gibi, ulusal kurtuluşçu M. Kemal örneği hiç de olumlu değildir. M. Kemal daha başından diktatörlük eğilimindeydi ve bu gücü elde eder etmez ilk darbeyi önce sol muhalefete indirdi, Mustafa Suphi’yi ve yoldaşlarını öldürttü ve solun yasal çalışma haklarını tamamen ortadan kaldırdı.

M. Kemal tek örnek değildir. Aşağı yukarı bütün ulusal kurtuluş hareketleri iktidarı ele geçirir geçirmez diktatörlüklerini ilan etmişlerdir. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya ve Uzak Asya’ya kadar hepsinde böyledir durum. Hepsinin ilk yaptığı iş özgürlükleri gasp etmek olmuştur.

Artık meseleye UKTH gibi dış müdahaleye karşı olmak türü hassas bir konudan değil, ulusun içinden bakıyoruz. Buradan baktığımız zaman bağımsızlık değil, özgürlüktür ön plana çıkan. A. Kardam’ın kitabındaki anlatımlardan da gördüğümüz gibi, emperyalist işgal altındaki İstanbul bile, özgürlükler ve solun legal hakları açısından, Ankara hükümetinin bütün solu yeraltına iten diktatörlüğünden daha iyi durumdadır:

Birinci Dünya Savaşı’nın bitip İttihat ve Terakki iktidarının son bulmasıyla yaşanan göreli siyasi özgürlük ortamında kurulmaya başlayan sosyal-demokrat ve sosyalist partiler de bulunmaktadır: Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye Sosyalist Fırkası ve Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası… 1918’in sonlarında kurulan Sosyal Demokrat Fırkası’nın ardından, 1919 Şubat’ında Hüseyin Hilmi’nin Türkiye Sosyalist Fırkası kurulur.” (A. Kardam, s. 279)

Keza Dr. Şefik Hüsnü’nün başında bulunduğu, Almanya’dan dönmüş Spartakist gençlerin kurduğu Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) 22 Eylül 1919’da, İngilizlerin işgali altındaki İstanbul’da resmen ve legal olarak kurulabilmiştir. Oysa bir yıl sonra Ankara hükümeti bütün sol örgütleri (Yeşil Ordu, Halk Zümresi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF) vb.) kapatacak, mensuplarını hapse atacaktı.

Dolayısıyla, eğer gönüllü olarak hapse girmek istemiyorsak ulusalcıları ya da ulusal kurtuluşçuları desteklemek, onların iktidarı alıp diktatörlük kurmalarına ve solun bütün legal haklarını ve özgürlükleri ortadan kaldırmalarına yardımcı olmak saçmadır.

UKTH hakkı nasıl bağımsızlığı ve dış müdahaleden masun olması gerektiriyorsa, özgürlüklerin ve legal hakların korunması da her türlü ulusal iktidardan masun olmayı gerektirmektedir.    

Gün Zileli

21 Kasım 2020

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yeni Bir Toplumsal Özgürlük Partisi’ne İhtiyaç Var

(Bir yerel seçim sonrası yazısı) Seçim sonuçlarına elbette sevindik. Bu yerel seçim, otoriter bir iktidarın …

16 Yorumlar

  1. Yazının Türkiye ile ilgili bölümüne, M.Suphi örneği yanında Lozan antlaşmasının 39. maddesi ile ilgili bölüm de örnek verilebilir. O madde de bütün gayrimüslümler ile farklı dil konuşanlar ( Kürtler, Zazalar vs.) kendi dilleri rahatça ile ibadet edebilecek, konuşabilecek, eğitim alabilecekler vs. yazıyor. Ama bırakın o maddelerin uygulanmasını söz konusu gruplar vahşice susturuluyorlar. Stalin’in yukarıda söylediklerine çok benzeyen bir başka yerli/milli uygulama da 1919’dan 1923’e kadar Ankara hükumeti, Kürtlere el uzatıp dini bir vurguyla “Milletimiz Ermeniye karşı elele vermeli” diyor ama ne zaman ki iktidarını pekiştiriyor o tarihten sonra Türk Milleti gibi etnik vurgu yapılmaya başlanıyor.

  2. Çok keskin, “kesin çözüm”cü, “mutlak çözüm”cü bir tutum takınmışsınız bu yazınızda Gün bey.

    Keşke, Avrupa bir şekilde organize olabilseydi de, “Soğuk Savaş”ın bürokratik taktiklerinden kendini sıyırabilseydi de, SSCB iktidarını bir an önce devirip, başta “Gulag”ları özgürleştirmek olmak üzere Rusya’yı despotluk hiyerarşisinden kurtarsaydı.

    Olmadı.

    1991 yılına varıncaya kadar milyonlarca insan boşuna öldü.

    Madem SSCB iktidarını devirecek Rusya içinde kendiliğinden bir hareket oluşamıyor, öyleyse “dışarıdan” birilerinin doğrudan/dolaylı yardımını ve hâttâ müdahalesini isterim. Olmadı. SSCB’nin despot iktidar mekanizması altında milyonlarca insan boşuna öldü.

    Size birkaç tavsiye Gün bey:

    ===== Memories of USSR: Daily life of Russians in the Soviet Union =====

    Part 1:
    https://www.youtube.com/watch?v=GAVqM4geAAk

    Part 2:
    https://www.youtube.com/watch?v=YkWEDJXtsA0

    ===== Karosta: Life After The USSR =====

    https://www.youtube.com/watch?v=OY-vUKlRrfU

    ===== İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu =====

    https://www.kafkakitap.com/kitap/ikinci-el-zaman-kizil-insanin-sonu/

    “Bize kimse özgürlüğü öğretmemişti. Sadece özgürlük adına ölmeyi öğretmişlerdi.”
    Svetlana Aleksiyeviç

  3. Size katılmam mümkün değil. Kurtuluş hiçbir zaman dışarıdan gelemez. Bunun en yakınlardaki örneği Irak’ta Saddam diktatörlüğüne karşı girişilen işgal eylemidir. Saddam dış müdahaleyle yıkılmış ama bu sefer ortadoğu kan gölüne dönmüştür. Irak halkı bugün de diktatörlük altındadır.

    Bunu geçelim. Sovyetler Birliği’ndeki despotizmin eline gerekçe ve bahaneler veren biraz da Batı’nın ekonomik ve siyasal ambargosu değil midir?

    Sonuç olarak, içeriden bir özgürleşme yoksa dışarıdan gelen “özgürlük” sadece diktatörlükleri ve kırımı körükler.

  4. Atı dağlarda görülen Zapata

    Gün abi,

    Bakü’de Doğu Halklari Kurultayı’nda bolşevikler, ulusçular, Asya halkları temsilcileri; M. Suphiler olduğu gibi, orada Kuvayı Milliyeciler, Enverler de vardı. Emperyalizme, kapitalist Batıya karşı bütün bu unsurlar görüşlerini ortaya serdiler.

    M.Suphi dramının arkasındaki suçlu, yeni Türkiye rejimi mi acaba? Lenin, Sovyet gizli servisi, hatta Enverciler, ve hatta İngiliz gizli servisi neden olmasın?

    M.Kemal, ulusçu, Batıcı bir komutan olarak bolşevizme yönelmeden ama stratejik önlemlerle onlarla bağlaşıklar oluşturarak, Kurtuluş Savaşı’nda teknik ve ekonomik yararlar sağladı. Kurucu dönemindeki devlet adamlığında, Bolşevik M. Suphi’nin parti çalışmasını kriminal bir katliamla engellemesi söylentisi, adece bir masal, bir efsane neden olmasın?

    M. Kemal, UKTH’ını, kurduğu Türkiye ile dünyaya göstermiş olmasın? Türkiye’deki UKTH meselesi ayrı bir bağlamda. Kürtçe, Zazaca, azınlık vb. sorunsallar, Kürtçü blokun, emperyalizmin, Kürtçü rkçılığın meseleleri.

    Stalin gibi karanlık bir diktatörün yaşadığı bir donemde Atatürk gibi bir aydınlığın var olduğunu belirtmek istedim Gün abi. Hatalı mıyım?

  5. Sorunu cevaplayayım: Hatalısın. Gönlündeki Atatürk sevgisi gerçekleri görmeni engelliyor ne yazık ki? M. Suphi ve yoldaşlarının cinayetini doğrudan örgütleyen M. Kemal’dir. Bunun için Karabekir’i, o bölgenin valilerini, İttihatçıları, polis ajanlarını vb. kullanmıştır elbette ama esas fail M. Kemal’dir. Aynı, Kirov ciyayetinin esas failinin Stalin olması gibi.

  6. Atı dağlarda olan Zapata

    Peki, açık sözlü Gün abi.

    Dönem adamlarının koçlar gibi vurustuğu bir zamanda, vuran ve vurulan olmuş. Hatta kurtlar sofrasında yenen ve yenilen de olmuş bizim ülkenin ilk zamanlarında. Haklısınınız, gerçek için perspektifimizi sağlam tutmak önemli.

    Fakat, gerçekten gönlümdeki Atatürk sevgisini yadsıyamam. Sadece böyle bir tutum bile benim gibilere “solcu” denmesinden fazla, “komünist” denip eziyetler çekmesine neden olmuş bir durum, bir konum olmuşken, değme devrimciler neler çekti bu topraklarda. Size de haksızlık edecek değilim.

    Üzücü M.Suphi konusu yanında kıvanç verici Atatürk ve Cumhuriyet konusu, beni “birazcık” devrimci ve ilerici yapıyorsa mutluluk işte.

    Saygılar abi.

  7. Zapata arkadaşım. Samimiyetin beni etkilemedi desem yalan söylemiş olurum. Elbette insanlar bu cangılda bir şeylerden güç almak isterler. Bunu da anlıyorum, yeter ki sonu hayal kırıklığı olmasın. Bana soracak olunsan, en iyisi her türlü illüzyondan kurtulmaktır. Bu da elbette zaman alır. Benim ömrümün 60 yılı illüzyonlardan kurtulma mücadelesiyle geçti. Ölene kadar da sürecek bu. Belki de bir devrimcinin ömrü illüzyonlardan kurtulma mücadelesinden ibarettir.

  8. 60’ları, 70’leri yaşamadım.

    Türkiye’de 60’lı ve 70’li yılların sol hareketleri içinde bulunmuş kişilerin yıllar sonra yazdığı anıları okuduğumda, bu anıların çoğu; hangi motivasyonlarla mücadele ettiklerini, fraksiyonlar arasındaki uyumsuzlukların (ve yer yer kavgaların) neler olduğunu gayet net yazmış, yazıyorlar.

    Ancak, çok önemli bir hususun üzeri atlanıyor. Şunu hep merak etmişimdir Gün bey:

    Uzatmamak adında birkaç temel isim üzerinden soruyorum size.

    60’larda ve 70’lerde, Karl Marx’ın, Mao Zedong’un, Lenin’in, Stalin’in, Che’nin kitapları (elbette bu isim listesini uzatabiliriz, gerek yok) Türkçe’ye layığıyla, kitapların özüne mümkün mertebe sadık kalarak çevrilmiş miydi?

    Örneğin, Marx-Engels’in “Alman İdeolojisi”, Marx’ın “Grundrisse” adlı kitapları, Mao Zedong’un “Küçük Kırmızı Kitap” adlı kitabı Türkçe’ye layığıyla, kitapların özüne mümkün mertebe sadık kalarak çevrildi mi? O yılların Türkiye’sinde kendini solcu olarak gören insanlar; bu gibi kitapları layığıyla okuyup, anlayıp, kendi müktesebatının dişe dokunur olduğuna kanaat getirip, bu temel üzerinden mi mücadele ediyorlardı?

    Yoksa,

    Bu kitapların neredeyse hiçbiri layığıyla, kitapların özüne mümkün mertebe sadık kalarak Türkçe’ye çevrilmedi mi? O yılların Türkiye’sinde kendini solcu olarak gören insanlar; sadece slogan kalabalığı olarak özetlenebilecek, kopuk kopuk, Türkçe’ye çevirirken öz anlamından kasten saptırılmış kitapları okuyarak mı kendi müktesebatını oluşturdu, kendilerine bir temel kurduğunu zannetti?

    Hangisi?

    Sizden bu soruma; gerçeği yerli yerinde tayin edici, “muhakkak sizin cevabınız doğrudur” minvalinde cevap yazmanızı beklemiyorum.

    Gözleminizi soruyorum.

  9. Kitapların aslına uygun çevrilip çevrilmediğini bilemem, ancak örneğin Lenin’in “İki Taktik” kitabının MDD tezine uyacak şekilde çarpıtıldığını duymuştum. Ama bu sadece bir duyumdur, kendi tespitim değil.

    Kitapların okunması ise elbette o zamanki MDD tezini haklı çıkartacak alıntılar bulma dogmatik okunmasıydı, yani özlerine ilişkin ciddi bir incelemeden söz edilemez. Sol, genelde dogmatikti.

    Bu böyle olmakla birlikte o kitaplar düzgün çevrilse ve hakkı verilerek okunsaydı da sonuç değişmezdi. Çünkü o kitapların hepsi, Marksist üretici güçler teorisiyle maluldü. Lenin de, Mao da bu teoriyi savunmuş ve kendilerince geliştirmişlerdir. Yani sakatlık temeldedir. Temel yanlış atılınca binanın da yanlış inşa edilmesi ve bugün gördüğümüz gibi dünyanın sarsıntıları içinde yıkılması kaçınılmaz olmuştur.

  10. Çukur demişken, şunu da yeni gördüm:
    https://gazete.red/perincek-giderek-cirkinlesiyor/

  11. Kürt MDD’ciliği de arada kaynamasın:
    https://sol.org.tr/yazar/proleter-denen-unsurun-izinde-20840

  12. Selam,

    Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ölümünü bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün örgütlediğini kesin bir yargı ile belirtmişsiniz.. Somut bir belge, bilgi sunmak ister misiniz? Duyum, tevatür, rivayet vesaire vesaire olmasın ama..

    Saygılar

  13. yazıya yeniden bakıp döneceğim

  14. “M. Kemal daha başından diktatörlük eğilimindeydi ve bu gücü elde eder etmez ilk darbeyi önce sol muhalefete indirdi, Mustafa Suphi’yi ve yoldaşlarını öldürttü ve solun yasal çalışma haklarını tamamen ortadan kaldırdı” demişim. Evet, bu kesin bir ifade. Fakat kesin delilim yok. Zaten bu tür devletsel cinayetlerde kesin delil bulmak imkânsız gibi bir şeydir. Kirov cinayetini Stalin’in işlettiği kesindir ama kesin delil yoktur. Çünkü bütün deliller ve tanıklar yok edilmiştir. M. Kemal örneğinde bu kadarını bile yapmaya gerek yoktu. Çünkü kanımca M. Kemal bu cinayeti uzaktan kumandayla ve kendisi hiçbir şekilde bulaşmayarak işletmiştir. Ne var ki bütün oklar M. Kemal’i gösteriyor. Burası bir mahkeme değil. Burada deliller değil, kanaatler konuşur.

  15. M: Suphi’nin Kürtlere karşı tutum açısından bir eleştirisi: https://artigercek.com/haberler/ahmet-kardam-in-m-suphi-kitabi-uzerine-bazi-dusunceler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir