Anarşizm… Zor Ama Mümkün!

(Bu yazı, Konuk Yazılar’da yayımlandığı duyurulan İbrahim Özkurt’un yazısıyla bağlantılı olarak okunmalıdır.)

Anarşizm… özgürlüğün Devlet aracılığıyla değil, Devlet’ten kazanılacağına inanır.
Peter Marshall

Anarşizm üzerine bir şeyler yazmak sıkıntılı bir iştir. Anarşizm üzerine yazılmış kitapların tarihi sıralamasına göre, Godwin’den, Proudhon’a, oradan Bakunin ve Kropotkin’e doğru tarihi bir sıra izleyerek artık iyice mekanikleşmiş bir tarihsel dizgeyi sürdürmek zorunda kalırsınız; bunun ardından, Rus devriminde, İspanya devriminde, 68 devriminde anarşistlerin etkilerinden ve mücadelelerinden söz edersiniz. Genel geçer olan bir diğer anlatım da, Marksizmle anarşizmin bilinen tarihi tartışmalarını temel alarak bugünlere doğru ilerlemektir.
Ben bu yazıda bunlardan kaçınmaya çalışacağım. Anarşizmin düşüncesi, eylemi ve diğer düşünsel akımlarla ilişkileri konusunu merak edenler için yazının sonunda vereceğim anarşizm üzerine Türkçe kitaplar listesi, en azından temel bilgiler açısından yeterli bir kaynak olacaktır diye düşünüyorum.
Bu yazıda ağırlıklı olarak, bir toplumsal proje olan anarşizmin önermeleriyle, her toplumsal projenin belirleyici özü olan insan güdüleri, davranışları ve alışkanlıkları arasındaki uyum ve uyumsuzluklar üzerinde durmaya çalışacağım. Ama bunu yaparken, tarihteki doğaçlama anarşist toplulukların bir dip akıntısı olarak devam edegelen spontane ayaklanmalarını, tarihteki ve günümüzdeki comunity olarak var olma ve yaşama deneyimlerini ve geleneklerini değil de, 1789 devrimiyle başlayan, yeni ve özgürlükçü bir toplum kurma girişimlerini esas alacağım.
1789 devriminin bir burjuva devrimi olduğunu düşünmüyorum. Bunun, kendi toplumsal projeleri için bir basamak görevi görmesi amacıyla Marksistler tarafından ortaya atılmış yanlış bir tanımlama olduğu kanısındayım. Burjuvazinin 1789 devriminde oynadığı rol sınırlıdır ve üstelik esasen de karşıdevrimci bir roldür bu. Burjuvazi, daha 1789 devrimi öncesinden aristokrasiyle geniş bağlar kurmuş, para gücüyle onu ve ünvanlarını satın almış, devleti ele geçirmişti. Bu yüzden, burjuvazinin 1789 gibi büyük bir devrime ihtiyacı yoktu. Devrim patladıktan sonra da yaptığı, ya onu durdurmasına veya devleti tamamen ele geçirmesine yarayacak şekilde saptırmaya çalışmak oldu. Jakobenler, bu ikinci amacı gerçekleştirmekte çok büyük rol oynamışlardır.
1789 devrimi, burjuvazinin dar ufuklarına sığdırılamayacak kadar büyük bir devrimdi ve insanlığın ufkunda yepyeni bir çağı başlatmıştı. Nedir bu çağ? İnsanlığın, toplumsal özlem ve tasarıları bilinçli bir biçimde ve bir toplumsal proje olarak hayata geçirmeye muktedir olduğunu ilan eden bir çağ. 1789 Devrimi, işte bu çağı ilan ettiği için büyük bir devrimdir ve halen de 1789 Devriminin ilan ettiği bu çağın içinde yaşıyoruz. İsterseniz, bu çağa eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya kurma ya da oluşturma çağı diyelim.
Bu çağ, üç düşünce ve üç projeyle yürüdü: Liberalizm, Sosyalizm ve Anarşizm.
Liberalizm, özgürlüğe önem veren ama bu özgürlüğü, var olan kurumların evrimiyle gerçekleştirip güvenceye almayı hedefleyen bir projeydi. Ne var ki, var olan kurumlar eşitsiz sınıf ilişkilerine dayanıyordu ve bu eşitsizlik, ister istemez özgürlüğün de formel bir alana kapatılmasını getirmekteydi.
Sosyalizm, liberalizmden farklı olarak, var olan toplumların eşitsiz sınıf ilişkilerine dikkat çekiyor ve özgürlüğün güvence altına alınabilmesi için öncelikle bu eşitsiz sınıf ilişkilerinin ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürüyordu. Sosyalizm, sınıfsal eşitsizlik noktasına dikkat çekmekte haklı olmakla birlikte, eşitsizliğin kaldırılmasını esas alırken, bu sefer özgürlüğü ihmal eden, onun eşitlikten ayrı bir varlığı olduğu gerçeğini ikinci plana atan bir yönelime girdi ve somut pratikte bu ihmalin çok acı sonuçları yaşandı.
Anarşizmin, liberalizmden ve sosyalizmden üstün yanı işte bu iki noktada ortaya çıkmaktadır. Anarşizm, ne liberalizm gibi eşitliği, ne de sosyalizm gibi özgürlüğü ikinci plana atmaya yanaşmıştır. Belki de düalist denebilecek bir tutumla, eşitliğin ancak özgürlükle hayata geçirilebileceğini, özgürlüğün ise ancak eşitlikle yaşayabileceğini ileri sürerek, birinden birine ağırlık vermeyi ya da birinden birini ihmal etmeyi veya ikinci plana atmayı reddetmiştir. Gerçekten de, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum kurmanın yolu, eşitlikle özgürlüğü birbirinden kopartmadan, birbirine feda etmeden eşit ölçüde önemsemekle ve hayata geçirmekle mümkündür. Peter Marshall da bu noktaya dikkat çekmektedir:
“Aslında anarşizm, hem liberalizmin hem de sosyalizmin fikirlerini ve değerlerini birleştirir ve iki büyük düşünce akımının yaratıcı bir sentezi olarak görülebilir.” (Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, çev: Yavuz Alogan, imge, 2003, s. 872)

Bu saptamayı yaptıktan sonra, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun özmaddesi olan insanın, eşitlik ve özgürlükle uyumu veya uyumsuzluğu tartışmasına geçebiliriz. Eğer anarşizmin önerdiği gibi, gerçekten eşit ve özgür bir toplum kurulacaksa, bu, ancak insanın, bu eşitlik ve özgürlüğe ne kadar yatkın olup olmadığıyla bağlantılıdır. Elbette burada, değişmez bir insan unsurundan ya da insan özünden söz ediyor değilim. Özellikle Marksizmin bu noktada önemli bir katkısına dikkat çekmek gerekir. İnsan unsuru da toplumsal koşulların değişmesine göre değişir muhakkak. Bununla birlikte, acaba değişmesi çok zor ya da imkânsız öğeler de var mıdır? Eğer varsa, bunlar nelerdir? Eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun kurulmasında anarşizmin iyimserliği ne ölçüde geçerlidir? Bütün bu soruların cevapları, aynı zamanda anarşizmin, sadece yaklaştıkça uzaklaşan bir ütopya mı, yoksa günün birinde gerçekleşecek bir toplumsal proje mi olduğu noktasını da aydınlatacaktır.

İnsan Eşitliğe Uyum Sağlar mı?

Milyonlarca insanın bir hiçlik gibi, başkalarına servet yığarken, bunun faturasını solgun, donuk ve perişan hale gelmekle ödeyen etten kemikten makineler olmalarını talep eden şey, özel mülkiyettir.
Emma Goldman

Paranın ortaya çıkmasıyla birlikte kapitalizmin de bir rüşeym olarak var olduğunu düşünme eğilimindeyim. Yani kapitalizm beş yüz yıl önce ortaya çıkmış değildir. Evet, beş yüz yıl önce dünyaya gelmiştir ama paranın ortaya çıkmasıyla birlikte ana rahmine düştüğünü ve binlerce yıllık bir gelişmenin sonunda bağımsız bir varlık haline geldiğini düşünmek hiç de yanlış olmaz.
Eğer böyleyse, insanlığın kanı, paranın – ya da isterseniz uygarlığın diyelim – ortaya çıkışından beri para ilişkileriyle zehirlenmektedir. Para ilişkileri eşitsizlik ilişkileri demektir. Para, salt bir alışveriş aracı değil, esasen servetin bir yerde yığılmasının ve dolayısıyla büyük çoğunluğun yoksullaştırılmasının aracıdır.
İnsanlığın kanı bu kadar uzun süredir eşitsizlikle zehirlenmişse bu eşitsizliğin genlere de işlemiş olma ihtimali epeyce kuvvetli değil midir? Eğer böyleyse, insanlığın eşitsizliğin zehirinden kurtulması imkânsız olmasa bile, uzun bir zaman almayacak mıdır?
İşte bu noktada anarşizmin hem umutlu bir başlangıç, hem de fazlasıyla iyimser bir yönelim olduğunu düşünmek mümkündür. Yeni bir toplum projesi için umutlu olmak zorunludur ama fazla iyimserlik, hem uyanıklığı köreltir hem de zıddını, yani kötümserliği doğurabilir. Kaldı ki, eşitsizlik, sadece mülkiyet ilişkileriyle kısıtlı bir şey de değildir. İnsanlar arasındaki doğal eşitsizlikler de – zekâ, yetenek vb. – eşitsizliğe katkıda bulunur.
Eşitliğe ve eşitsizliğe eğilim, insanın birbiriyle çelişen iki temel güdüsü gibi görünmektedir. Marksistler, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla eşitsizliğin bir süreç içinde ortadan kalkacağını düşünürler. Fakat bu noktada Marksistlerin, insanların eşitsizlik yönündeki güdülerini fazla dikkate almadıklarını düşünebiliriz. Anarşistler, bireye ve insanî öze daha fazla önem atfettiklerinden, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını yeterli görmezler, insanın özündeki eşitlikçi eğilime fazla önem verirler.
Marksizmin, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla sorunun esasen hallolacağı öngörüsü tarihi deneyler tarafından doğrulanmamıştır. Bir kere, Marksizm, gerçek anlamda bir toplumsallaşma deneyi aşamasına bile ulaşamadan iflas etmiştir. Daha doğrusu, Marksizm, toplumsallaştırmayla kamulaştırma ya da devletleştirme arasındaki farkı ortadan kaldırarak korkunç bir hata yapmıştır. Anarşizm, üretim araçlarının devletleştirilmesi noktasında Marksizme şiddetli bir şekilde muhalefet ederek elbette doğru bir yönelim sergilemiştir ama sonuçta, kısa süreli bazı deneyler dışında – İspanya’daki kolektifler – anarşizm de gerçek bir toplumsallaştırma deneyi ortaya koyamamıştır.
Sonuç olarak insanlığın bugüne kadar gerçek bir toplumsallaştırma deneyi yaşamadığını söyleyebiliriz.
Eğer yaşansaydı ne olurdu? Bu konuda ancak bazı faraziyelerde bulunabiliriz. Üretim araçları, anarşizmin önerdiği gibi, gerçekten yerel özgür komünlerin eline geçerse, yani gerçek bir toplumsallaşma yaşanırsa, insanlar artık paranın geçerli olmayacağı bu eşitlikçi topluma uyum sağlarlar mı? Eşitsizlik yönündeki güdüleri buna engel olmaz mı?
Bence olmaz. Elbette her şey pürüzsüz bir şekilde ilerlemeyecektir. İnsanların bin yıllara dayanan eşitsizlik ya da bir başkasının üzerinde üstünlük veya tahakküm kurma eğilimleri çok uzunca bir süre, hatta belki de ilelebet devam edecektir ama eğer yerel özgür komünlere dayanan bir toplum bütün insanların eşitliğin meyvelerinden eşitçe ve özgürce yararlanmasının ne büyük bir mutluluk ve güvence getirdiğini gösterebilirse, eşitsizlikten nemalanan sınıfların mensupları veya çocukları bile bir süre sonra eşitlikçi bir topluma sahip çıkıp kanlarındaki zehiri temizleyebileceklerdir.
Sonuç olarak bu konuda şunu söyleyebiliriz: Anarşizmin eşitlikçilik projesinin hayata geçmesi zordur ama imkânsız değildir. Hele bu projenin meyveleri bir kere görülmeye başladıktan sonra insanların büyük bir çoğunluğu eşitlik fikrine sıkı sıkıya sarılacak ve eşitsizliğin kötülüklerinden, belki de bir daha geri dönmemek üzere uzaklaşacaklardır.
Eşitlik derken bir kere daha vurgulamalıyım: İnsanlar arasındaki doğal eşitsizlikleri kaldırmak elbette mümkün değildir. Yetenek ve zekâ eşitsizlikleri –ki bunlar da kısmen sınıfsal eşitsizliklere dayanır – sürecektir ama ekonomik, sınıfsal, ulusal, ırksal, cinsel, kültürel vb. vb. eşitsizliklerin ortadan kaldırılması orta ve uzun erimde pekalâ mümkündür, dolayısıyla Anarşizmin ve Marksizmin eşitlik ideali insanlığın ufkunda bugün de parlamaktadır.

İnsan, Özgürlüğe Uyum Sağlar mı?

İnsan ancak eşit derecede özgür insanlar arasında özgürdür.
Mihail Bakunin

İnsanlık bin yıllardır tahakküm toplumları ve toplulukları halinde yaşıyor. İlkel topluluklardaki şefler bile, bu topluluklardaki eşitlikçi ve özgür ilişkilere rağmen tahakkümün başlangıç adımlarının temsilcileri olarak görülebilir.
Daha yakınlara geldiğimizde tahakkümün devlet olarak kurumlaştığını görüyoruz. Günümüzde ise tahakkümün iyice içselleştirilip adeta “görünmez” hale getirildiği biçim, “demokratik” devlettir. Bu böyledir, çünkü tahakküm, tahakküme uğrayanın onayına dayandırılmış ve o oranda da içselleştirilmiştir.
Tabii, bu biraz kötümser bir yorum olarak ele alınabilir. İnsanlık özgürlüğe doğru mu ilerliyor, yoksa tahakkümün kurumlaşmasına doğru mu? Firavunlar devrinde insanlar köle olarak kamçıyla çalıştırılıyordu, artık böyle bir şey yok.
Bence bu hayli düz bir mantık ve üstelik daha 20. yüzyılda yaşananları bile görmezden gelen bir bakış açısı. 20. yüzyılda firavunlar devrindeki gibi köle emeğine dayanan iki sistemde yaşananların üzerinden çok zaman geçmedi. Hatta bunların tanıkları halen hayatta. Stalin ve Hitler devirlerinden söz ediyorum. Her iki sistem de yoğun olarak köle emeği kullandı. Sovyetler Birliği, hızlı sanayileşmesini köle-mahkûm haline getirilen milyonlarca köylünün ve entelektüelin emeğine dayanarak gerçekleştirdi. Almanya ise savaş sanayini esasen Yahudi-köleler sayesinde inşa etti.
Bu çok bariz örnekleri bir yana bıraksak bile, tahakkümün sermaye aracılığıyla yürütüldüğü bugünkü kapitalist toplumların tahakkümcü özünü unutmamız mümkün değil. Tahakküm, bir yandan devlet zoruyla, bir yandan da para zoruyla gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla bu toplumlarda özgürlük sadece bir aldatmaca ve ilüzyondur. Daha doğrusu, gerçek özgürlük, insanların özgür oldukları ilüzyonuyla boğulmaktadır.
O halde insanların özgürlüğe tutkun olduklarını ya da özgürlüğü aradıklarını söylememiz mümkün mü? Burada da çelişkili bir konumda kalmamız kaçınılmaz. Mutlak özgürlük taraftarı anarşizmin, insanların özgürlük güdüsüne dikkat çekmesi elbette yerindedir ama özgürlüğün bugün artık bir yanılsama ve aldatmaca aracı haline geldiğini ve kimsenin gerçek anlamda özgürlük peşinde olmadığını söyleyemez miyiz?
Bir şey, olmadığı zaman aranır. Ama var olduğu sanılıyorsa aranmaz. İşte bugün özgürlük de bu durumdadır. Var olduğu sanıldığı için kimse onun çok fazla peşine düşmemektedir. Özellikle batı demokrasilerinde durum böyledir.
Bununla birlikte, bu görüş de bir ölçüde aldatıcıdır. Çünkü insanlığın temel güdüsü olan özgürlük, üstü ne kadar küllenirse küllensin, üstüne ne kadar tonlarca toprak atılırsa atılsın, için için kor gibi yanmaktadır ve yanılsamanın büyüklüğü bir anlamda gelecekteki özgürlükçü patlamanın büyüklüğünün de göstergesi olabilir.
Özgürüm ama kafama her an polis copu inebilir. Özgürüm ama her an tutuklanabilirim. Özgürüm ama param olmadığı için bu özgürlüklerim sadece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm. Özgürüm ama işsiz olduğumdan bu özgürlüğün hiçbir değeri yok, karşılığı olmayan, geçersiz bir paradan farksız. Özgürüm, özgürce her istediğimi söyleyebilirim, yazabilirim ama bu söylediklerim ve yazdıklarım sadece akademik duvarlar arasındaki bir beyin jimnastiğine hizmet eder, yani yeni bir özgürlük ilüzyonuna. Özgürüm ama dünyanın herhangi bir yerine ancak pasaport ve vize ile gidebilirim; bunlar olsa bile gidecek param yok vb. vb.
İşte bugünkü çağ, özgürlük ilüzyonunu büyüttüğü oranda bir anlamda özgürlük patlamasına da o kadar açıktır. Bir de buna insanların doğal özgürlük güdülerini katarsanız kötümser olmak için hiçbir neden yok.
Anarşizmin özlediği, devletsiz, baskısız özgür toplum ise hiç de imkânsız bir şey değildir. Tersine, eğer bu kadar mantıksız tahakküm toplumları insanlara zorla dayatılabiliyorsa, insanlar kendi özgürlüklerine sahip çıkıp gerçek anlamda mantıki olanı neden uygulamasınlar?
Özgür komünler federasyonu, gerçek özgürlüğü pekalâ hayata geçirebilir; insanlar kendi iradelerini hep birlikte ortaya koyarak ortak bir özgür iradenin yönlendirdiği bir toplumu gerçekleştirebilirler. Bu bakımdan, son tahlilde, anarşizmin insanın özündeki özgürlük tutkusuna güvenmekle haklı olduğunu düşünmememiz için hiçbir sebep yok.

Peki, Sınıfsız, Devletsiz Bir Toplumda
Üretim ve Dağıtım Nasıl Olacak?

Doğanın kendi kendini düzenleyişiyle ilgili son bilimsel teorilerin de doğruladığı kadim ve kendiliğinden düzen teorisini benimseyen anarşistler, ‘kaos’ gibi görünen kendiliğinden düzenden korkmazlar.
Peter Marshall

Anarşizmin eşitlik ve özgürlük argümanlarını kabul edenler bile, toplumun somut işleyişi noktasına gelince şöyle bir durmaktadırlar. Tamam, özgürlükçü ve eşitlikçi bir toplum kurduk diyelim, evet ama böylesi bir devasa toplumda, düzenleyici bir devletin, bir piyasanın, paranın, özel çıkarların, kâr ve kazanç güdüsünün olmadığı koşullarda üretim nasıl olacak, ücret ve para olmadığında üretimde kim çalışacak, üretim yapıldı diyelim, üretimin koordinasyonu nasıl sağlanacak, dağıtım nasıl gerçekleştirilecek, ürünler, ihtiyaç olan alanlara nasıl sevk edilecek, insanların sayısız ihtiyaçları nasıl sağlanacak? Bunun gibi yüzlerce soru. İşte anarşizmin eşitlikçiliğini ve özgürlükçülüğünü ütopik bir ideal olarak beğenmelerine rağmen gerçekçi ve uygulanabilir bulmayanların belki yüz yıldır sordukları sorular bunlardır. Elbette bu konularda bir reçete yazmak mümkün değildir, bunlar somut pratikte çözülebilecek sorunlardır ama eğer anarşizm bir idea olmanın ötesinde bir toplumsal projeyse, insanların sorularına en azından bazı temel noktalarda ikna edici yanıtlar vermek zorunludur. İnsanlar, icatlarını önce kafalarında tasarlarlar.
Öncelikle şunu saptamalıyız: Paranın ve devletin egemenliğinin sürdüğü bir toplumda ya da toplulukta eşitliği ve özgürlüğü gerçek anlamda gerçekleştirmek imkânsızdır. “Ticari ve kâr gözetilen düşüncenin kişisel iradeyi belirlemekte önemli rolü olduğu sürece, dünya üzerinde ne özgürlük, ne uyumlu bir gelişme mümkündür.” (Emma Goldman, Anarşizm Neyi Savunur?, çev: Derya Kömürcü, Agora Kitaplığı, 2012, s. 44)
Aslında bunu Marx ve Engels de saptamışlardır, ancak onlar, komünizm adını verdikleri eşitlikçi ve özgür bir topluma ulaşmak için devleti bir kaldıraç olarak kullanmanın kaçınılmaz ve gerekli olduğunu, paranın ise ancak uzunca bir geçiş aşamasının sonunda kaldırılabileceğini öngörmüşlerdir.
Önce devletin kaldıraç olarak kullanılması fikri üzerinde duralım. Bir kötülük, başka bir sınıfın elinde (örneğin proletaryanın) kötülük olmaktan çıkmaz. Daha doğrusu, devlet gibi kötü bir alet sadece ezenler ve sömürülenler tarafından kullanılabilir. Aynı aleti ben, üstelik bu aletin kendisini de ortadan kaldırmak için kullanacağım demek ya büyük bir saflık ya da kurnazca bir demogojidir. Kanseri kanserle yenemezsiniz. Hasta hücreleri hasta hücrelerle tedavi edemezsiniz. Tersine, böyle bir tedavi, hasta hücrelerin daha da büyük bir hızla yayılmasına hizmet eder ve nitekim de böyle olmuştur. Devleti devlet gücüyle kaldırmaya çalışanlar sonunda çok daha devasa, hantal ve monolitik bir devlet inşa ederek sosyalizm deneyinin muazzam bir başarısızlığa uğramasına yol açmışlardır. Anarşizm, “araçların amaçlardan ayrılamayacağını ve liberter bir hedefe ulaşmak için otoriter bir strateji kullanmanın imkânsızlığını vurgular.” (Marshall, s. 873)
Devleti kullanmaktan uzak durulsa dahi, onun bir süreç içinde ortadan kalkacağını düşünmek de hatalıdır. Bunun, vücutta kanserli hücreleri ya da uru tutmaktan bir farkı yoktur. Oysa urun derhal kesilip atılması gerekir. Devletin süreç içinde kalkacağını ya da söneceğini düşünenler onun varlığını ilelebet tanımanın ve ona mahkûm olmanın da yolunu açmaktadırlar. “Anarşist Marksist-Leninist Devlet eleştirisi büyük acılarla doğrulanmıştır. Bu yüzyılda, Rusya, Çin, Vietnam ve Küba’da yaşanan büyük komünist devrimler, ‘proletarya diktatörlüğü’nün parti önderinin diktatörlüğüne, en azından parti diktatörlüğüne dönüşme tehlikesini gösterdi. Bu devrimler siyasal iktidar merkezileştirildiğinde ve bu iktidarın aygıtları bürokratik bir elit tarafından ele geçirildiğinde, Devlet’in ‘sönümlenmesi’nin mümkün olamayacağını canlı biçimde kanıtladı.” (Marshall, s. 877)
O halde devlet, ya bir toplumsal devrimle derhal ortadan kaldırılmalı ya da eğer böyle topyekûn bir toplumsal devrim söz konusu değilse, yeni bir toplum deneyine girişenler kendi toplumsal deney alanlarında devletin müdahalesini bilfiil ortadan kaldırmalıdırlar. Devletin yerini alan özgür komünlerin gönüllü federasyonu, tahakküm ve zoru barındırmadığından gerçek anlamda insanî bir toplumsal eşgüdüm aracı olacaktır.
Paraya gelince. Paranın uzunca bir geçiş sürecinin sonunda ortadan kalkacağını düşünmek de büyük bir yanılgıdır. Hele hele yeni düzenin parayı yeni ilişkilere adapte edebileceğini sanmak iyice safdilliktir. Para bir alışveriş ölçüm aracı değildir. Para, sömürü ilişkileriyle var olan ve yaşayan bir varlıktır. Bir yerde para varsa orada ücretli emek de vardır ve ücretli emeğin olduğu yerde sömürü kaçınılmazdır. Bu sömürüyü ister tek tek patronlar ya da burjuva sınıfı, isterse kamu mülkiyetini yönettiğini ileri süren yönetici sınıf yapıyor olsun, sonuç değişmez. Artı-emeğin, paranın ve verginin olduğu yerde sömürü ve tahakküm yeniden ve yeniden ürer.
O halde yeni bir toplum deneyi, daha baştan parayı da, devleti de ortadan kaldırmak zorundadır. Bu ne anlama gelir? Bu, insan topluluklarından çalınan iktidarın insan toplulukları tarafından geri alınması; çalışan insanlardan çalınan artı-emeğin çalışan insanlar tarafından geri alınması anlamına gelir.
Eğer özgür komünler kendi kendilerini yönetebiliyorlarsa orada devlet gereksiz hale gelmiş demektir. Eğer özgür komünler kendi komünlerindeki insanların emeğini başka yerlere aktarmıyorsa (vergi vb. yoluyla) ve aynı zamanda özgür komüne dahil çalışan emekçilerin kendi çalıştıkları alanlardaki artı-ürünün yine o emekçilerce paylaşılmasını sağlıyorsa sömürü ortadan kalmış ve para da gereksiz hale gelmiş demektir.
Bir üretim merkezi düşünelim. Bu, gerçekten toplumun ihtiyaçları için üretim yapan küçük bir “fabrika” olsun (geleceğin toplumunda bu üretim yerlerine fabrika denip denmeyeceği ayrı bir tartışma konusudur). Bu fabrikada çalışan 50 kişi bir değer üretiyor. Bu değeri bir rakamla ifade edelim. 50 değer diyelim. O zamana kadarki sistemlerde bu 50 değerin 10 değeri o fabrikada çalışan emekçilerin yeniden üretim için yaşama ihtiyaçlarına bırakılır, geri kalan 40 değere önce fabrika sahibi tarafından el konur, sonra bu 40 değerin 20’si burjuvazinin ortaklık şirketi devlete vergi olarak giderdi. Artık bu durum değişmiştir. O fabrikada 50 değer üretilmişse 50 değerin 50’si de orada kalacak ve 50 çalışanın arasında paylaşılacaktır. Böylece artı-değer hiçbir yere aktarılmamış olacaktır.
Peki ama toplumun genel ihtiyaçları nasıl karşılanacaktır o zaman? Nedir toplumun genel ihtiyaçları? Örneğin bir bölgenin su ihtiyacının karşılanması gibi ihtiyaçlar. Basitleştirerek şöyle bir örnek verelim: Beş özgür komünün birlikte yaşadığı bir kasaba düşünelim. Bu kasabanın ortak su tesisatının yenilenmesi gerekiyor. Bunu kim karşılayacak? Eskiden vergilerle yaşayan devlet ya da onun yerel kolu olan belediye karşılardı. Şimdi ise böyle kurumlara ihtiyaç yoktur. Beş özgür komünün oluşturduğu komünler birliği su tesisatının yenilenmesi kararını mı aldı? O zaman özgür komünlerin üyeleri, kendilerinden koparılıp alınan zorunlu vergiler yoluyla değil, artı-emek sömürüsü yoluyla da değil, kendi emeklerine sahip insanlar ve insan toplulukları olarak bu su tesisatının yapımı için gönüllü olarak seferber olacaklardır. Kimisi emeğiyle katkıda bulunacaktır; kimisi (para olmadığından) komşu komünlerle değiş tokuşta kullanılacak malları üreterek katkıda bulunacaktır. Örneğin o fabrikada günde 30 ayakkabı üretiliyorsa, ürün değiş tokuşu için fabrikanın çalışanları 40 ayakkabı üretecekler, fazla 10 ayakkabıyla yaptıkları katkı karşılığında komşu komünlerden (diyelim ki) 5 metre su borusu alınmasını sağlayacaklardır. Dikkat edilirse, burada sömürü yoktur. Çalışanlar, fazladan emeklerinin karşılığını komüne su borusu kazandırarak almışlardır.
Bu anlattıklarımın, dünyanın devasa global ekonomisinin hızla dönen çarkları karşısında pek basit, pek çocukça kaldığını düşünen bir hayli kişi olduğunu, bu arkadaşların bıyık altından güldüğünü görür gibi oluyorum. Geç gülen iyi güler sözünü hatırlatayım onlara.
Geç gülen iyi güler, çünkü devasa global ekonomi denen şey, yüzde doksan ölçüsünde gereksiz üretim ve tüketimdir. İnsanlığın büyüyen ekonomilere, büyümeye vb. ihtiyacı yok. Tam tersine, ekonomiler büyüdükçe insan küçülüyor. Ekonomi devasalaştıkça gerçek kültürel ihtiyaçlar görülemeyecek ölçüde cüceleşiyor. Kapitalizm tarafından yapay bir şekilde körüklenen insan “ihtiyaçları” bir çığ gibi büyüyerek insanlığın üzerine çöküyor.
Kesinlikle böyle bu. Bugün insanların gerçek ihtiyaçları neredeyse yok derekesine indirilmiş ve kapitalizmin kâr ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey olmayan üretim ve tüketim çığı büyüdükçe büyümüştür. Bütün bu üretim ve tüketim çılgınlığının doğaya verdiği zarardan falan söz etmeyeceğim burada. Bunlar çokça yazılıp çiziliyor. Konumuzla ilgisi açısından sadece dev boyutlardaki üretim ve tüketimin yüzde doksan ölçüsünde gereksiz olduğunu söyleyeceğim.
Eğer bu iddiam doğruysa, o zaman endişelenmeye ne gerek var? İnsanlık gerçekten ihtiyaç duyduğu ürünleri özgür komünlerin ve bireylerin özgür katkılarıyla fazlasıyla sağlayabilir ve bu sade üretim, dağıtım tüketim yine son derece sade bir değiş tokuş sistemiyle gayet güzel yürüyebilir. Yani, dev üretim ve tüketim yoluna sapmış insanlığın bu yoldan dönüp basit üretim ve tüketime yönelmesi zorunlu.
Kısaca söyleyecek olursam, bugünkü sistemin tam tersidir özgür komünler federasyonu sistemi. Bugün ekonomiler büyümüş, insan ise küçülmüş, hatta yok edilmiştir. Yarınki toplumda, ekonomiler küçülecek, üretim çarklarının çoğu ıskartaya çıkartılacak ama bunun karşılığında insan yeniden büyüyecek ve insanla birlikte insanî olan her şey, kültür, sanat, gerçek spor, sağlık, neşe, gerçek insan ilişkileri, gerçek eğlence büyüyecektir.
İnsanların bugünkü gerçek ihtiyaçları esas alınırsa üretim için günde sadece iki saat çalışmak fazlasıyla yetecektir. Bu, insanlara bol boş zaman bırakacak ve bu boş zaman, gerçek insanî faaliyetlerle, toplumsal faaliyetlerle doldurulacaktır. İyi ve eşitlikçi, toplumsal güvenliği ve geleceği garanti altına almış bir toplumda hiç kimse bir iki saatlik bir çalışmadan kaytarmayacaktır. Bu katkıyı kendi varlık nedeni ve insanî bir borç olarak seve seve yapacaktır.
Büyük çapta üretim, büyük çapta planlama vb. gereksizdir. Yerel komünler kendi zenginliklerine sahip çıktıktan sonra böyle büyük ölçekli tesislerin ve global ürün transferinin hiçbir anlamı kalmayacaktır. Bırakalım, Afrika’nın muzu kendisine kalsın. Bugün bir takım insanların muz lüksü için muzun gerçek ülkesinde insanlar muz yiyememektedir. Ayrıca meyve ihracının globalleşmesi hormonlu yapay yiyecek üretimini teşvik etmiş, hormonlu yiyecekler dünya yüzünde kanser hastalığının yaygınlaşması, kanser vb.’nin yaygınlaşması da muazzam bir “sağlık” ve ilaç sektörü doğurmuştur. Ovakado yemeyiverelim, eğer yaşadığımız yerde doğal yollardan yetiştirilmesi mümkün değilse. Ovakado yiyemiyoruz diye yer yerinden oynamaz, dünya da yıkılmaz. Kapitalizm ekonomiyi globalleştirerek kârını dünya çapında arttırma yoluna gitmiştir. İnsanın ihtiyacı bu değildir.
Bütün bu söylediklerimize, geçmiş olumsuz sosyalizm deneyleri de örnek gösterilerek, “yoksullukta eşitlik” mi istiyorsunuz diye itiraz edilmektedir. Bunu söyleyenler üstelik, hem yoksulluğun hem de eşitsizliğin müsebbipleridir. Hayır, yoksullukta eşitliği savunmuyoruz. Tersine, zenginlikte eşitliği savunuyoruz. Ama zenginlik nedir? Bugün zenginlikten söz edenler insanı her şeyden önce ruhen yoksullaştırmışlardır. Antidepresanların vb. bu kadar yaygınlaşmasının sebebi nedir? Edebiyat ve sanatın bir ticari meta haline getirilerek içeriğinin neredeyse tamamen boşaltılmasının sebebi nedir?
Aslında bu konularda söylenecek çok söz var ama sözü fazla uzatmak istemiyorum. Kısaca söylemek gerekirse, eşitlikçi ve özgür bir toplumun hayata geçmesi elbette zordur ama imkânsız değildir. Ne para ne de devlet vazgeçilmez şeylerdir. Bunlar, bu yeryüzünde yüz binlerce yıllık uzun bir geçmişi olan insanlık tarihinin son 10 bin yılında ortaya çıkmış araçlardır, üstelik kötü araçlardır. Hiçbir şey sonsuz değildir. Bugün artık bilgisayar çağında paranın dolaşımını bu kadar hızlı hale getiren (elbette kendi aleyhinde) insanlığın paranın dolaşımını ortadan kaldırıp yerine çok daha insanî ve sade iletişim ve alışveriş yolları koymaması için hiçbir sebep yoktur. Keza tepesinde büyüyen ve kendisini gittikçe daha fazla ezen bir urdan başka bir şey olmayan devleti toptan ve bütünüyle “tarihin müzesine, balta ve çıkrığın yanına” gönderip çok daha insanî olacağı kuşku götürmez, özgür bir toplum kurmaması için hiçbir sebep yoktur.
Peki ama nasıl? Nasıl olacak bu? Tek tek ülkelerdeki devrimlerle mi? Dünya çapında bir toplumsal devrimle mi? Özgürlükçü toplulukların kırsal ya da kentsel komünal bir arada yaşama girişimleriyle mi? İşte sorunun en zor yanına geldik.

Olabilir mi? Nasıl Gerçekleşecek?

Toplum en iyi gelişimi en az müdahale durumunda gerçekleştirir ve insanlar en yaratıcı ve en etkin faaliyeti çalışmak zorunda kalmadıkları zaman gösterirler. Otorite yanlıları anarşist otorite ve iktidar eleştirisinin saflık olduğunu düşünebilirler, ancak bu yüzyıl içinde otoriter liderlerin ve hükümetlerin sergilediği feci örnekler anarşist çözümlemenin geçerliliğini doğrular.
Peter Marshall

Öncelikle, insanlığın iki yüz yılı aşkın bir zamanı kapsayan toplumsal devrim serüveninin geçtiği yolları kısaca da olsa gözden geçirmemiz gerekiyor.
Fransız Devrimi’nin büyük ve yeni bir çağı başlattığını daha önce belirtmiştim. Bu çağ, insanlığın özgürlük, eşitlik ve adalet arayışının çağı olarak nitelenebilir. Fransız Devrimi’nin bütün dünyaya yayılan salvoları, 19. Yüzyılda, tam Avrupa’da yankılandı. 1848 devrimi ve 1870 Paris Komünü deneyimleri yenilgiyle sonuçlandı. Yenilgiyle sonuçlandı, çünkü bu devrimler sağlam kitlesel temellerine ve fedakârca mücadelelere rağmen, güçlü burjuva devletleri karşısında kendilerini savunacak bir örgütlenmeden ve güçten yoksundular.
Bunun ardından, Blanquistlerin ve anarşistlerin Blanquist ayaklanmaları geldi. Blanquist ayaklanma, bir tür darbeci ayaklanma tarzı olarak da görülebilir. Toplum henüz bir ayaklanmaya hazır değilken silahlanan bir azınlık, şehirlerin kilit noktalarını ele geçiriyor ve ayaklanmayı başlatıp kitlelerin harekete geçmesini sağlamaya çalışıyordu. Bu tür ayaklanmalar, yine burjuvazinin ordu ve polisi tarafından kolayca ezilebildi. Demek ki, savunma araçlarından yoksun kitlesel ayaklanmalar kadar, azınlıkların silahlı ayaklanmaları da bir toplumsal devrimi başarmak için yeterli değildi. Galiba bu ikisinin birleştirilmesi gerekiyordu.
Bundan sonra, bir yandan umutsuzluktan, bir yandan da yeni bir toplumsal kurtuluş hareketinin verdiği heyecan ve cesaretten güç alan anarşist, nihilist ve narodniklerin (son ikisi özellikle Rusya’da etkiliydi) bireysel kahramanlığa ve fedakârlığa dayanan suikastlar dönemi geldi. Genellikle küçük, gizli grupların örgütlenmesine ya da anarşist bireylerin kendi başlarına hareket etmelerine dayanan bu eylemler Avrupa’da burjuvaziye korku salsa da, toplumsal bir ayaklanma şansı yakalamaktan yoksundu.
Lenin, bütün bunlardan da ders çıkartarak, devrim için yeni bir örgütlenme tarzı geliştirdi. Kendiliğinden ayaklanmalar da, Blanquist girişimler de, bireysel suikastlar da sonuçta yenilmeye mahkûmdu. Kitlesel ayaklanmaları organize edecek, en az karşıdevrimci devletler ve ordular kadar güçlü bir merkezi örgütlenmeye ihtiyaç vardı. Kitlesel ayaklanma önemliydi ama onun silahlı güçler karşısında yenilmemesinin garantisi işte bu, merkezi ve disiplinli bir şekilde (adeta bir ordu gibi) örgütlenmiş, çekirdeğini profesyonel devrimcilerin oluşturduğu örgüt ya da proletarya partisiydi.
Lenin, bu teorisini, Rusya’da, Çarlığı deviren 1917 Şubat devriminden sonraki süreçte ve 1917 Ekim Devrimi ile birlikte pratiğe koyma olanağı buldu. 1917 Ekim devriminden sonra, devrilen sınıfların direnişiyle başlayan ve dört yıl süren iç savaş ve dünya kapitalist devletlerinin uyguladığı abluka sırasında Lenin’in teorisi doğrulanmış gibi göründü. Gerçekten de, ayaklanan bir halk, ilk kez, gerek karşıdevrimci silahlı güçlere ve gerekse kapitalist ablukaya karşı direnerek devrimi koruyabilmişti.
Ne var ki, ilk elde doğrulanmış gibi görünen bu teori, sonradan yaşanan olaylarla çok kötü bir şekilde yanlışlandı: Karşıdevrim, devrimci partinin ve onun önderliğindeki Kızıl ordunun halktan da güç alarak direnmesiyle başarısızlığa uğratılmış, fakat bu sefer partinin ve onun emrindeki silahlı gücün kendisi, gerçek toplumsal devrimi bastıran karşıdevrimci bir güce dönüşmüştü. Bugüne kadar bu dönüşümün nasıl gerçekleştiği üzerine çok şey yazıldığından bu konuya girmeyeceğim ama kısaca şunu söyleyebilirim ki, devrimci partinin ve onun önderliğinde başarıya ulaşan devrimin bizzat devrimi bastıran bir güç haline gelmesi, belki de 19. Yüzyıl devrimlerinin doğrudan burjuvazi tarafından bastırılmasından da büyük bir hayal kırıklığı ve insanlığın emansipasyonunda çok büyük bir kırılma yaratmıştır. Bir anlamda, 1917 Devriminin içerden çürümesinin, insanlığın yakaladığı büyük bir dünya toplumsal devrimi fırsatının kaçırılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Şurası bir gerçektir ki, insanlık, toplumsal devrim yolunda inat etse bile, bu Leninist yolu bir daha denemeyecektir.
1968 Devriminin, yeniden partisiz devrime bir dönüş denemesi olduğunu söylemek mümkündür. Hatta 1968 devrimi, bir iktidarsız devrim denemesi olarak bile görülebilir. Yani, iktidara karşı bir iktidar merkezi yaratmak yerine, doğrudan eylem yoluyla insanı, toplumun kültürel ve toplumsal yapısını dönüştürmeyi hedefleyen bir toplumsal devrim deneyimi. 1968 Devrimi dalgası geri çekilirken toplumlarda kalıcı izler ve kurumlar da bırakmıştır ama sonuç olarak tarihteki yenilmiş devrimler mezarlığındaki yerini almaktan geri kalmamıştır.
İyice yakın bir zamana gelerek bu özetlemeyi sonuçlandırmak istiyorum: 2011 yılı başında başlayan ve günümüzde de devam eden Arap Devrimleri. Arap devrimleri, iki yüz yıldır yaşanan devrimlerin yaşadığı yenilgilerin özeti gibidir adeta.
Tunus’ta başlayıp, Mısır’da başlangıçta başarılı sonuçlar elde etmiş gibi görünen Arap devrimleri, Libya ile devam etmiş ve Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanarak Suriye’ye ulaşmıştır. Arap halklarının özgürlük ve eşitlik özlemleri ile ayağa kalkışı ne kadar etkileyici olursa olsun, bu devrimci kalkışmaların bize bir kere daha gösterdiği çok önemli bir gerçek var. İster tek tek ülkelerde olsun, isterse bölge çapında olsun, gerçekleşen devrimci ayaklanmalar, ya içerdeki karşıdevrimci devlet güçleri tarafından ezilmektedir ya da emperyalist-kapitalist batı ülkelerinin dış müdahalesiyle saptırılmakta, devrim adına silahlanan güçler satın alınıp bir emperyalist işbirlikçisi orduya dönüştürülmekte ve devrim sona erdirilmektedir. Bu açıdan Libya ve Suriye olayları son derece tipiktir. Kaddafi’ye karşı ayaklananlar bir süre sonra emperyalist bir müdahaleye sırt dayamaya yönelmiş ve ayaklanma ilk başta ne kadar özgürlükçü özlemlerle başlamış olursa olsun, kısa sürede dış müdahale güçlerinin güdümüne girmiştir. Bugünlerde aynı senaryonun Suriye’de de yürürlüğe konduğunu görüyoruz.
O zaman? İki yüz yıllık bütün bu deneyler bize neyi gösteriyor? Açıkça belirtmek gerekirse şunu gösteriyor: Dünya yüzünde silahlı emperyalist güçler, ülkelerde ağır silahlı ordu ve polis güçleri olduğu sürece ayaklanmaya dayanan bir toplumsal devrim aşağı yukarı imkânsızdır. Bu güçlerle bilek güreşi yapacak ölçüde bir karşı güç yaratsanız bile, bu sefer de 1917 Devrimi örneğinde görüldüğü gibi, bizzat bu güç, toplumsal devrimi yozlaştırıp ezen bir baskıcı güce dönüşmekte ya da Arap devrimleri örneğinde görüldüğü gibi devrimler dışarıdan emperyalist müdahaleyle saptırılmaktadır.
Bu durumda geriye iki olasılık kalmaktadır. Birinci olasılık, dünya kapitalizminin bir katastrofla dünya çapında bir yıkıma uğramasıdır (yeni bir dünya savaşıyla ya da dünya ölçeğinde, artık altından kalkılamayacak ölçüde muazzam bir krizle). Toplumsal devrim güçleri, böyle bir katastrofa kadar devrimci ideali yaşatmalı, kapitalizmden rahatsız özgürlükçü ve eşitlikçi ezilen halk kesimlerinin, böyle bir güne hazır olmalarını sağlamak üzere esaslı bir şekilde örgütlenmelidirler. O gün geldiğinde de yeni bir toplumun inşasına hazır güçler olarak ortaya çıkmalıdırlar. Evet ama bu tutum, kıyamet gününü ya da mesihi bekleyen batinî tarikatlarının ruh haline fazlasıyla benzememekte midir?
İkinci olasılık (daha doğrusu yol diyelim buna), madem tek tek ülkelerde ya da bölge çapında ayaklanmalar sonuçta boşa çıkmaktadır, o halde ayaklanmacı yolu terk ederek ve egemen düzenlerin iktidar aygıtlarıyla (parlamentosuyla vb.) hiçbir şekilde muhatap olmadan, hatta onlardan uzak durarak eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun inşasına bugünden girişme çalışmalarını başlatmaktır. Evet, açıkça belirtmem gerekir ki, ayaklanmacı ve iktidar yıkıcı yol terk edilmelidir. Bu yolun her halükârda başarısızlığa mahkûm olduğu ortaya çıkmıştır. Üstelik bu yol, devrimci güçlerin boşu boşuna kırılmasına, muazzam bir devrimci enerjinin boşa gitmesine yol açtığı gibi, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun olanaksız, bu tür şeylerin bir ütopyadan ibaret olduğu gibi karamsar düşünceleri güçlendirmekte, kapitalizmin mümkün tek düzen olduğu fikrinin ekmeğine yağ sürmektedir.
Tamam, iktidarlardan ve onların sisteminden uzak duralım ama bunu nasıl yapacağız? Ütopik anarşistlerin yaptığı gibi, toprak satın alıp bu topraklar üzerinde ideal toplumu mu kurmaya çalışacağız? Kastettiğim bu değil elbette. Bu tür deneylere bütünüyle karşı olmamakla birlikte, gerçek hayattan ve yaşayan insanların çoğunluğundan kopuk bu tür girişimlerin fazla şansı olduğunu düşünmüyorum. Benim düşündüğüm, köylerde ve mahallelerde, çalışan insanların bulunduğu her yerde özgür komünler fikrini yaymak ve bu yönde bugünden başlayarak deneylere girişmektir. Elbette, “dört dörtlük” anarşistlerle ya da marjinallerle değil, gerçek hayatın içinde yer alan, zorluklarla cebelleşen, hayat kavgası veren, bu tür deneylere doğal bir yatkınlık gösterebileceği farz edilebilecek ezilen sınıflardan ve kesimlerden insanlarla. Böyle bir deneyin ne derece başarılı olacağını, insanların ilgisini ne ölçüde çekeceğini, ne kadar katılım sağlayacağını başından bilmek mümkün değildir.
Böylesi deneyler legal olmadığı gibi, illegal de olmamalıdır. Yani yasallık sorunuyla bağları kesmek, meşruluğu ve açıklığı esas almak gerekir ki, daha baştan mümkün olduğu kadar çok katılım sağlanabilsin.
Evet ama daha başlangıçta, sömürü aracı olan paranın ve tahakküm aracı olan devletin varlığını sürdürdüğü koşullarda eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal devrim deneyinin başarılı olamayacağını söylememiş miydim? Şimdi böyle bir öneri yaparak kendimle çelişmiyor muyum?
Bu son cümle bir bakıma hem doğru, hem de bir bakıma yanlış. Doğru, çünkü önerim eğer hayata geçerse, kaçınılmaz olarak paranın ve devletin tahakkümünün devam ettiği bir toplumda ya da alanda uygulanacaktır, dolayısıyla para yoluyla yozlaşması, devlet yoluyla dağıtılması olasılığı az değildir. Yanlış, çünkü özgür komünal deneylerin ezilen kitleler tarafından fiilen yürürlüğe konduğu alanlarda paranın ve devletin egemenliğinden kısmen söz edilebilirse de, kısmen de bu egemenliğin kırıldığını düşünebiliriz pekalâ.
Özgür komün deneyimine girişen bir köy düşünelim. Mutual aid (karşılıklı yardımlaşma) anarşist ilkesini kendine rehber alan bir özgür köy komünü, açıkça kendi içinde parayı kullanmayı reddetme kararı alabilir. Kendi içinde karşılıklı yardımlaşma esasını uygulayarak, daha önce de köylerde kendiliğinden uygulanmış imece usulüyle tarlaları hep birlikte ekebilir, hatta eğer gönüllüce karar verilirse toprakları ortak çiftlikler haline bile getirebilir. Aynı köy halkı kendi içinde bireylerin ve ailelerin ihtiyaçlarını aynı usulle karşılayabilir ve uyguladığı bu yol başarılı olursa hem kendi özgür komününün üyelerini deneyin olumlu olduğuna daha çok ikna eder hem de komşu köylere olumlu örnek olur.
Köy halkının kendinde olmayan mallara olan ihtiyacına gelince. Eğer köy halkı parayı kullanmamakta kararlı olursa, bu ihtiyaçlarını komşu köylerden ya da kasabalardan değiş tokuş yoluyla almayı deneyebilir. Yani kısacası, bu noktada önemli olan karar vermektir. İnsanlar nasıl sigarayı bırakmaya karar veriyorlarsa, para kullanmamaya da toplu halde karar verebilirler.
Bir bakıma bunu şehirde uygulamak daha zor olabilir. Çünkü esasen şehirdeki hayat, köye göre çok daha yoğun bir şekilde, ücret ve satın alma sistemine göre işlemektedir. Yani işçi ücret almak ve hayatını bu ücrete dayanarak idame ettirmek zorundadır insanlar. Bu doğru olmakla birlikte, burada esas sorun, yine insanların bir şeye karar vermeleriyle bağlantılıdır. Bir mahallede özgür bir komün kurulduğunu farz edelim. O mahalle halkı hep birlikte ve el birliğiyle temel ihtiyaçların bulunabildiği bir kooperatif kurabilir, elbette bu kooperatifte satılan malların çoğunluğu dışarıdan parayla satın alınacaktır ama komün ortak bir kararla şöyle bir uygulama ortaya koyabilir: Herkes kooperatiften ihtiyacı olan malları alsın ama alırken takas usulüne uygun olarak kooperatife para yerine kendinde olan bir malı, bir ürünü bıraksın. Kooperatif bu mal ve ürünleri dışarıda satar ve bundan gelen parayla kooperatif için yeniden gereken ihtiyaç mallarını satın alır.
Görüleceği gibi, burada içte parasız, dışta paralı, yani yarı-komünal bir sistem söz konusudur. Ne var ki, özgür komünler yaygınlaştıkça parayla satın almanın daha da azalacağını farz edebiliriz. Elbette bu tür girişimlerin, içerdeki çıkarcıların istismarlarıyla ve paranın çürütücü etkisiyle yozlaşabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir.
Devletle ilişkilere gelince. Özgür komünlerin mensupları elbette devletle zorunlu idari ilişkilerini sürdüreceklerdir. Ama bu ilişkiyi bununla kısıtlı tutmaya çaba göstermek gerekir. Özgür komünlerin mensupları vicdani ret hakkına sahip çıkmalı ve gençlerin askere gitmemesi için mücadele etmelidirler.
Peki devletin asla vazgeçemeyeceği vergi sorunu ne olacak? Özgür komünler, Amerika’da, 19. Yüzyılda uygulamaya konmaya çalışılan single tax hareketinin yaptığı gibi, vergi ödemeyi reddeden bir kampanyanın başını çekmelidirler. Bununla birlikte, silahlı bir güç olan devletin zoru vergi ödemeyi dayatabilir. Böyle bir zora direnmeye çalışmak boşunadır. Böyle durumlarda devletle pazarlığa girilmeli ve en azından vergiyi hem mümkün olduğu kadar alt bir sınıra indirmek, hem de para olarak değil (çünkü hiç kimse para kullanmaya zorlanamaz), mal olarak ödemek için mücadele edilmelidir.
Peki, devlet özgür komünlerin bu faaliyetlerine göz yumacak mıdır? Onları zorla dağıtmaya girişmeyecek midir? Girişmesi yüksek ihtimaldir ama eğer özgür komünlerde yaşayan insanlar kendi hayatlarını yönetmekte kararlılarsa, devletin kitlesel bir hareketle başa çıkması çok güçtür. Devlet güçleri gelir, baskınlar yapar, önceden saptanan insanları tutuklar, bölgede terör estirir vb. Bütün bunlar olurken, özgür komün devlet güçleriyle boşuna çatışmaya girip güçlerini yıpratmamalı, devletin muhasarası ve baskısı altında bile bildiğini okumalı, kendi parasız ve tahakkümsüz ilişkilerini soğukkanlılıkla ve sükûnetle inşa etmeye devam etmelidir. Eğer bu başarılabilirse devlet madara olmuş demektir.
“Otoriter trend dünyanın pek çok kesiminde hâkimiyetini sürdürürken, Colin Ward, haklı olarak, ‘kendisini otoritesiz örgütleyen bir anarşist toplum, tıpkı karın altındaki tohum gibi varlığını sürdürür” gözleminde bulunmuştur. (Anarchy in Action, s. 11) Piramit gibi değil de şebekeler halinde örgütlenen, gönüllü, geçici ve küçük olan grup ve birliklerde bunu görmek mümkündür. Anarşist toplum, katı bir kurallar kitabından çok, üyeler arasındaki sempatiyi temel alan; jöle halinde değil, akış halinde olan grupların içinde oluşur. Yardımlaşma ve doğrudan eylem örgütlerinde, kooperatiflerde, öğrenim şebekelerinde ve topluluk eylemlerinde biçimlenmeye başlar. Acil durumlar, afetler, grev ve devrimler sırasında halk kendisini Devlet’in dışında örgütlediği zaman kendiliğinden oluşur.” (Marshall, s. 900-901)

İnsanlığın özgürlük, eşitlik ve toplumsal devrim yürüyüşünün ufkunda giderek parlamaya başlayan en akılcı yol bu gibi görünüyor bana. Tek güvence, toplumsal dönüşümde kararlı olan insan iradesidir.
Anarşizmin, savaşın (isterse devrim adına yürütülen iç savaş ya da kıyıcı ayaklanmalar olsun) yıkıcı ve yabancılaştırıcı etkilerinden uzak durma idealiyle de çok iyi örtüşen bir yol gibi görünüyor bu.

Gün Zileli
5 Nisan 2012
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Otorite ve Sorumluluk…

Artıgerçek Birkaç gün önce, aradığım kitabı sormak için Kadıköy’deki bir kitapçıya uğramıştım. Bir genç, bana …

44 Yorumlar

  1. Gerçekte neyin ne olup ne olmadığına dair gerçekçi ve kendine de eleştirel bir tavırla yazılmış teoriyle birlikte pratiğe vurulmasını anlatan güzel bir yazı olmuş. Ellerinize sağlık.

  2. “Bununla birlikte, acaba değişmesi çok zor ya da imkânsız öğeler de var mıdır? Eğer varsa, bunlar nelerdir?”

    Bu ve benzeri sorular için bol malzeme sağlayan muhteşem bir araştırma programı var elimizin altında ama sosyal düşünürler buna pek ilgi göstermiyor. Evrim teorisi yani. Gerçi teori ta Marx’tan beri solun gündeminde, ama bu basbayağı araçsal bir gündemleştirme. Dinsel düşünce sistemleriyle polemik yaparken evrim teorisinden bol bol yararlanılıyor. Ama “İnsan düşünen hayvan” ise ne kadarı “hayvan”? sorusu pek ilgi çekmiyor.

    1800’lerin ikinci çeyreğinde İngiltere’de süren bir tartışmayla ilgili olarak Darwin’in şöyle bir sözü var:

    “Babunu anlayan metafiziğe Locke’tan daha fazla katkı yapar.”

    “Tahakkümün başlangıç adımlarını” anlamak için de benzer bir kıyas yaklaşımı neden verimli olmasın? Doğadaki tahakküm biçimleri üzerinde kafa yormanın insandan neyi beklemek, neyi beklememek gerektiği konusunda sosyal düşünürlere yardımı dokunabilir kanısındayım.

  3. Hocam yazıyı şimdi baştan sona kadar okuma fırsatı buldum ve çok sevindim. Anarşist ütopyalarımıza giden yolun nasıl olacağı üzerinde ciddi ciddi düşünmenin zamanı çoktan gelmişti. Umarım bu yazı, yeni tartışmaları körükleyerek toplumsal devrimci odakların, komünal demokrasiye giden somut yol haritaları ve somut deneyler ortaya çıkarmaları için bir ön adım olur.
    Şehirlerle ve devlet aygıtıyla doğrudan yüz-göz olmayan ama bu yapıları sarmalayarak şiddetsiz yollardan devredışı bırakmayı hedefleyen yatay şebeke modeli, veyahut buna benzer bir “özgür komünler federasyonu” modeli üzerinde ben de uzun bir zamandan beridir düşünmekteyim. Fakat ben aynı zamanda “şehir” denen devasa vücudun, son beş-on bin yıllık mülkiyete dayalı uygarlığın da cisimleşmiş bir hali olduğunu düşünürüm; dolayısıyla kapitalist moderniteden temelli kurtulabilmek için “şehir” denen yapılardan temelli kurtulmanın gerekli olduğunu düşünürüm. Bilmiyorum, belki bu fikrim size ve diğer arkadaşlara çılgınca veya deli saçması gibi gelebilir. Şehirler, insan ihtiyaçlarının asıl kaynağı olan topraktan gelen ürünleri işleyen, bunların üstüne kâr koyan, bunları çoğu zaman gereksiz metalara çeviren, bu gereksiz metaları da kendi iç pazarında (veya diğer şehirlerin pazarlarında) sirküle eden, bu gereksiz metaların dolaşımı sayesinde şehir insanının hayatındaki anlamsızlığı ve boşluk hissini (yaratıcı özünü istediği alana/hobiye aktarma fırsatı olmayan insandaki boşluk hissini) meta fetişizmi yoluyla ikame etmesini sağlayan bir yapıdır kanımca. Bu yapıya içkin olan gereksiz-üretim/gereksiz-tüketim diyalektiği, aynı zamanda şehir insanını bebeklikten itibaren afyonlayarak görünmez bağlarla şehre tutsak etmektedir. Bu yüzden, şehirlerin ortadan kaldırılması (bu, şehirlerin minimalize edilmesi şeklinde de olabilir, köylülüğe temelli dönüş şeklinde de olabilir) da nihai hedeflerimizden biri olmalıdır. Hem aynı zamanda, bir çeşit “şehirden kaçış hareketini” veya “köylülüğe dönüş hareketini” örgütlemek*, geçmiş devrimlerde görülen iktidarı zor yoluyla alma veya zor yoluyla yıkma gibi eylem tarzlarına kıyasla, toplumsal kurtuluş için daha sağlıklı bir araç gibi görünüyor. Düşünsenize, oligarklar, teknokratlar ve üst düzey bürokratlar, bir sabah uyandıklarında bütün caddeleri bomboş, her yeri sessiz, insansız bir şehir manzarasıyla karşılaşıyorlar (şimdi bana da çılgınca geldi :)); bu manzara herhalde bir genel grev manzarasından çok daha şok edici ve vurucu etkiye sahip olur. Sık sık yıkma/yapma diyalektiğinden bahsederiz ya, köylerde ve diğer ufak yerleşim yerlerindeki özgür komünleri inşa ederken, bununla eşgüdümlü bir şekilde “şehirden kaçış hareketini” veya “köylülüğe dönüş hareketini” örgütlemek, bu diyalektiğin “yıkma” ayağını kurmanın en barışçıl yolu olurdu herhalde. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

    * “şehirden kaçış hareketi” veya “köylülüğe dönüş hareketi” derken kastettiğim şey, şehir hayatının bizlere dayattığı kısır döngüyü ve örtük esareti teşhir etmeye ve insanlara “şehir dışındaki” alternatif kültürü ve doğa sevgisini özendirmeye dönük bir propaganda hareketi olabilir. Bu hareketin nasıl olabileceği hakkında henüz çok ayrıntılı düşünmedim…

  4. ben de sevinerek okudum yajzdıklarını. Bunların üzerinde düşünmenin gerçekten de zamanı geldi. Bu bakıman, Marksist kökenden gelen İbrahim Özkurt’un yazısı da önemlidir. aklın yolu bir yani. Şehirleri terk etmek güzel olur elbette ama bunun hemen yapılamadığı koşullarda şehirlerde de özgür komün denemelerine girişilmeli bence. Özellikle varoşlar bunun için elverişlidir diye düşünüyorum. Çünkü varoışlarda zaten bir çeşit şehre taşınmış köş değil mi?

  5. Mantıklı memur

    Hep de ayakkabı fabrikası örneği verilir de Politzer’in döneminden bu yana yeryüzünde o kadar ürün çeşitliliği oluştu. Kolaysa slikon vadisinde üretim yapan işçilerle ilgili bir örnek versenize. “Özgür komün” nasıl uygulanacak? Chip üreten işçiler, mause üreten işçilerle ne değiştokuş edecek? Bir de para kullanmayacaklar ama ellerindeki hisse senetlerini ne yapacaklar? Alışverişlerde işe yarayacak mı? 🙂

  6. Evet, dediğiniz gibi varoşlar da şehre taşınmış birer köy sayılırlar, buranın insanları köylülükten gelme özellikleri yüzünden de şehirliler tarafından istenmeyen üvey evlat muamelesi görürler. Sistem oraları önce yozlaştırarak suç yuvası haline getirir ki, sonradan oraları “mutenalaştırmak” ve bu alanları sermayeye peşkeş çekmek için bahaneleri olsun. Özgür komünler, varoşlar için de tek çözümdür, aynı zamanda kent rantına göz dikmiş olan (ve varoşları kafasında ıskartaya çıkarmış olan) sermayeye karşı da iyi bir direniş mevzisidir. Buralarda, yani şehrin periferisinde sermaye ilişkilerini durdurmak, aynı zamanda şehirlerin daha fazla genişlemesini, daha fazla doğal alanı tahrip etmesini de yavaşlatacaktır.

  7. Tabii ki, halıhazır koşullarda düşünülürse zor görünüyor ama insanlar imkansız denen çok şeyi gerçekleytirebilmişler. Chip ve mause üretimi olmayacağından (vazgeçmek gerekir) bunların değiştokuşu da mümkün olmaz ve zaten aslında bir kullanım değerleri de yoktur. Bunlar kapitalist üretime ilişkin şeylerdir. Kapitalist toplumun her şeyinin dışına çıkmak gerekir mümkün olduğunca. Kurumlarının da üretiminin de.

  8. önce sosyal yardim almaktan vazgeç

    Burjuva kurumlarini mesrulastirmamak için önce sosyal yardim almaktan vazgeçmek gerek.

  9. Mantıklı memur

    Gün hocam, kapitalizmden geriye gitmek mümkün müdür? İnternetten, CD üretiminden, lazer teknolojisinden (burda sağlık da devreye giriyor!) ve yel değirmenlerinden vazgeçilebilir mi? Bunların hepiceğini tahirp edersek saadete erer miyiz? Ben de bir adada, sevdiklerimle ortakçı bir yaşamı hayal ediyorum ama bunun için kaçmamız yeterli. Oysa siz geri kalanları kaçırmaktan söz ediyorsunuz.

  10. Mantıklı, “ileri”lik ve “geri”lik izafi kavramlardır. tamamen kâra dayanan devasa ve insanlığı çökerten kapitalist mekanizmaları ortadan kaldırmaya “geri”ye gitmek demek doğru mu sence. İnsanlığın insanlığını kapitalizmden geri alması gerekiyor. Bunun için kapitalist kâr mekanizmalarıyla biryikte devasa ve yararsız ekonominin ve teknolojinin de imhası gerekiyor. Sağlıktan söz ediyorsun. Kârın geçerli olduğu yerde sağlık olur mu sanıyorsun? Kapitaelizm hormonlarıyla vb. insanları hasta ediyor,. sonra da ilaç ve sağlık teknolojisi satarak bir kere daha kâr ediyor. gerçek sağlık için de kapitalizmden kurtulmak, doğaya dönmek şart. İnsanlığın kurtuluşunun tek yolu bu dev global kapitalizmden kurtulmaktır. Marksizmin, büyük devasa üretici güçlerinin üstünde sosyalizmin yükseleceği safsatası iflas etmiştir çoktan.

  11. Tamam, marksizm bu konuda hatalı. Benim demek istediğim, artık bundan sonra geri dönüş olur mu? Sağlık sorunlarının çoğunluğu kapitalist düzenin ürünü, o da doğru da, röntgen çekmeyi bırakıp hastayı güneşe tutarak mı teşhis konacak artık? yani, şakayla karışık demem o ki, geriye dönüş yok artık. Ne olacaksa, ne gibi bir komünal özgür gelecek toplumu kurulmaya çalışılacaksa bu, kapitalist ilerlemenin eleştirisi altında yine de, pek de fazla geri dönüş olmadan olacak.

    Bu nedenle teknolojik imkanları ve interneti, üretimin, denetimin ve bölüşümün ortakçı ilkelerin hizmetinde kullanıldığı bir yeni toplum projesi kurgulanmalı. Yine kapitalist azgınlığın frenlendiği, günde 2 saati aşmayan çalışmanın esas alındığı, eğlencenin ve boş zamanın öne çıktığı ve ama modern ve teknolojik bir toplum. Bence bu daha gerçekçi.

  12. özgürlükçü

    diğer makaleler ve ardından yorum diye yapılan seviyesiz tartışmalardan ders çıkarıp nihayet asıl site takipçilerinin ve kadim liberter özgürlükçü anarşizmin biriktirdiği günümüzün pratik değerlerine uygun mükemmel bir yazı olmuş.bu gibi yazılar yerine geçmiş yazılarla ne kadar hata yaptığını zilelide sanırım daha iyi anlamıştır.tartışma ve yorumlarda sanki özgür kömün deneyleri yokmuş gibi davranacağımıza şimdiye kadar yapılmış etkili etkisiz deneyleri tartışıp olumlu tüketmeye ihtiyaç var sanırım bunu yapabilirsek daha çok özgürleşmiş yeni başarılı kömün deneylerininde önünü açabiliriz düşüncesindeyim.toplu tutuklamalara itiraz ben burdayım irademe dokunma kazlıçeşme mitinginde toluca katılan anarşist toprak ve devrim grubundaki arkadaşlar o gün ıstanbulda yeni kömün çalışması olduğunu söylemişlerdi bu ve benzeri deneyleri bizzat yaşayan arkadaşların katkısı olursa verimli bir tartışmadanın pratikleriylede konuyu zenginleştirme mümkün olabilir.gever deneyinide inceleyip olumlu tüketmeye ihtiyaç var sanırım

  13. Şu sitede de konumuz hakkında faydalı deneyler ve yazılar var:
    http://www.devrimcihalkciyerelyonetimler.com/

  14. özgürlükçü

    kadim güzelemeciye adın çıkacak çıracı olumlu katkıya bile cevap verme ihtiyacı gereksiz makalelerle geçmiş hastalıkların izlerini taşıyan yazılardan bu tarz yazıların verimli olduğunu gizleyemeyiz artık fesatlanmayıda bir kenara bırakıp yukardaki makaledeki yerel kömün deneylerine teorik ve pratik olarak en yakın anlayış olan kürt özgürlük hareketindende bahsedip deneylerini olumlu tüketebilirsek her türlü iktidar,otorite ve hegemonyadan uzak özgür ve eşitlikçi başka bir hayatın ip uçlarını ve nüvelerini yaşayarak daha özgür bir toplum idealinin mümkün olduğunun başarılı pratik kömün deneylerini başarabiliriz

  15. önce Gün Zileli sitesini kapat

    Internet, mouse, chip vs.’den önce bu siteyi kapat. Hem “Chip ve mause üretimi olmayacağından (vazgeçmek gerekir) bunların değiştokuşu da mümkün olmaz ve zaten aslında bir kullanım değerleri de yoktur” demektesin, hem de bunlari sonuna kadar kullaniyorsun, tipik Stalinci komünist tutum. Nokta noktadan teyyare, selam söyle o yare. Baktin ki, 12 Eylül provokasyonun tepki dogurdu hemen anarsizm geyigi çevirmeye basladin, yemezler. Ne güzel, ne akilli adamsin. Keh, keh, keh… Hayydi, sansür et bakalim bu fikir yazisini.

  16. Ama “değişim”de bir zorunluluk. Kimi zaman, bir şeyleri, eskiden yaptığınız gibi yapamazsınız. Niye? Koşullar değişmiştir, imkânlar, araçlar değişmiştir. Bodrum’dan Beyrut’a yelkenle gidebilir misiniz? Gidebilirsiniz tabii. Ama buna ne derler? “Spor” derler. “Adam çok iyi yelkenci, yelkeni bir açtı, Beyrut’a vardı” derler. Ama Beyrut’ta bir ithalatçıya fermuar satmak üzere iş konuşması yapmaya gidiyorsanız, normal ahvalde, Bodrum’dan yelken mi açarsınız, yoksa söz gelişi Yeşilköy’den yola çıkmayı mı tercih edersiniz?

    http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=6422&Murat_BELGE-Degisim_ve_sureklilik

  17. Evet, bazen uçakla yolculuk yaptığım da oluyor.

  18. iş görüşmeleri de gereksiz olacağına göre iş görüşmesi için Beyrut’a gitmeye gerek kalmayacak demektir.

  19. Sosyal yardım kalkacak mı?

    Aman ha, sakın kalkmasin. İşin görüşmesi bile olmayacağına göre iş hiç olmaz, o zaman neyle geçineceğiz? Gerçi Gün Amca bu konuda mutlaka birşeyler yapar, yine sosyal yardım devam eder. Umudumuz Gün Amca.

  20. Mantıklı memur

    İş görüşmeleri gereksiz mi olacak ki? Özgür komünler arası alışveriş de mi olmayacak? Mesela petrol çıkan yerlerden çıkmayan yerlere hizmet gitmeyecek mi? Petrole gerek olmayacak mı? At arabalarıyla mı seyahat edilecek?
    Peki aşk görüşmeleri de mi olmayacak? Farklı ülkelerden evlenenmiş çiftler veya sevgililer ayrılacak mı?
    Elektrik üretilecek mi yoksa mum ışığı mı olacak? Elektrik olacaksa bu ülke çapında bir örgütleme gerektirir. Rüzgar enerjisi kullanılabilir ama bu her yerde olmaz. Rüzgarı olmayan yerler de var. Üfleme esintiyle değirmen dönmez. 🙂

    Bence benim, teknolojik komünal sistem daha mantıklı.

  21. Tabii ki bunların hepsi tartışılmalıdır. ama öncelikle bu dev yapılardan vazgeçmeye karar vermek gerekiyor. İnsanlık ölmeden tabii ki.

  22. Mantıklı memur

    İnsanlığın ölmemesi için de bence teknolojik müdahale gerekiyor. Sera etkisinin giderilmesi, ozon bulutlarının onarılması, yağmur ormanlarının kesilip yok edilmekten kurtarılması gibi acil müdahaleler teknolojik olmak zorunda.
    Benim ileri teknolojiyi, kapitalist azgın kalkınmacılığın elinden alıp, felsefî temelli, ilkesel komünal amaçla kullanma önerim dikkate alınmalı. Üretim, bölüşüm, dağıtım, yönetim konuları, “tekno-kom” modeliyle çözümlenmeli.

  23. 15 ve 16. yoruma katılıyorum. Ayrıca, insanlığın ölmemesi için teknolojik ilerleme, yaşam olan diğer gezegen sistemlerinin kolonileştirilmesi açısından zorunludur. Çünkü, uzak bir gelecekte olsa bile Güneş nedeniyle yeryüzündeki yaşam yok olacaktır.

  24. hakaret dolayısıyla kaldırıldı.

  25. BaranaS, biraz insaf! Doğan Tarkan yazısı daha duruyor. Hiç bir şey beğenmezsiniz.

  26. Bu konu hakkında ben de bir şeyler düşünüyorum. Burada biraz anlatmak isterim. (kusura bakmayın, öylesine aklıma geldiği gibi yazıyorum, kopukluklar, atlamalar olabilir)

    Bundan bir kaç yıl önce devrimcilerin hakim olduğu bölgelerde bir arkadaşın atölyesine gitmiştim. Sokaklar boyunca tüm duvarlarda yazılar, köşelerde dikilip durmuş gençler vardı bol bol. Buralara devlet giremez diye övünmüştü arkadaş.
    Oysa o sokaklar, o binalar, o evler daha ilk bakışta insan yaşamına uygun inşa edilmemiş olduklarını gösteriyordu.

    Ve sermaye tam da bunu kullanarak daha “güzel” bir yaşam söylemiyle, zamanın geldiğine inandığı an oralara inmeye hazır bekliyordu. Gerçekten yeterli karı sağlayacak olgunluğa eriştiğinde bin bir oyunla ve zor sopasını da kullanarak çökecekti oraya.

    Benim dikkatimi çeken, o köşede duran gençlerdi ve o evlerin halleri. Bu binaları kendileri dikmişlerdi oraya, tuğlaları tek tek örmüşler, sıvasını yapmışlar, elektriğini çekmişler, suyunu akıtmışlardı. Ve tüm bunların nasıl yapıldığı konusunda -yetersiz de olsa- fikirleri, deneyimleri olan insanlardı. E görünüşe göre mahalle siyasi olarak da birbirleriyle anlaşan, sınıfsal olarak da aynı sınıfa mensup insanlardan oluşmaktaydı.

    Peki sorun neydi de bu insanlar, birlikte o binaları toptan yıkıp yine kendi elleriyle daha yaşanabilir binalar inşa etmek yerine, yamuk duvarlara yampiri yazılar yazmakta ısrar ediyorlardı?
    Bunun bir sürü nedeni var haliyle. Ama öncelikli olarak “kaliteli” yaşamı savunan insanların bundan bihaber olmalarında yatıyor gibi geldi bana.

    Bir gün oralar boşaltıldığında köylerine, memleketlerine dönmeyecekleri ve illa şehirde kalmak isteyecekleri için de, şehir sınırları içinde olsun da neresi olursa olsun diye kendilerine şimdiki yaşadıkları yere saatlerce uzaklıktaki Toki binalarına geçmeye razı olacaklardı.

    İşin kötüsü, o ömrü üç günlük dairelerdeki mutfak fayanslarını gören anneleri çok sevineceklerdi. “Modern” yaşama geçtiklerini ve artık o kaloriferli, sıcak sulu evlerinde “gerçek” bir şehirli gibi yaşayacaklarını sanacaklardı. Huzuru bulduklarını sanarak mutlu olacaklardı.

    Tabii bu mutluluk fazla uzun sürmeyecek, taşınmanın üzerine daha iki ay geçmeden gerçek dikilecekti önlerine. Ama ne fayda, prince giderken bulgurdan da olmuşlardı çoktan. Geriye dönüş de imkansızlaşacaktı.

    Peki neden anlattım bunları?
    Kentsel dönüşümü anlatmak için. Kentsel dönüşüm, sadece kentteki binaları dönüştürmek amaçlı bir canavar değil aynı zamanda gerçek yeni toplumsal dönüşüm tohumlarının atılması en muhtemel alanları da ortadan kaldırmaya, dağıtmaya yönelik büyük bir projedir de ondan.

    Örgütlenme, mücadele geliştirme ve bunlar üzerinden yaşam formları oluşturma süreçleri ancak gerçek bir ihtiyaç tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaya başladığında yaşanmaya başlanır. Ve bunun farkına varıldığında somut bir durum halinde bulunulmaktadır. Öyleyse bu somut ve güncel durumdan hareket ederek bir çözüm geliştirilmelidir. Öyleyse, somut olanın varlığını görmek ve BUNU değiştirme çabasına girilmelidir. Şöyle diyim; Ortada bir polis copu varsa bunu görüp, ele geçirip, yeniden toprağa ekerek yeşermesini sağlamaktır bu coptan kurtulmanın bir yolu. Zaten o ağacı oraya diken kişi, yeni çıkacak dallardan tekrar cop yapmayı aklından bile geçirmez.

    Özgürlük insanın milyonlarca yıldan beri alt benliğinde taşıdığı hayvani bir güdüyse eğer ve zamanımızda yalan özgürlük hisleriyle daha da bastırılarak, tatmin edilmiş duygusu verilerek insanlar kendilerini özgürleşmiş sanrısıyla kandırılıyorlarsa eğer;

    Barınma da böyle bir güdüdür. Nasıl kimse bile bile özgürlüğünden vaz geçmezse aynı şekilde barınmasından da vaz geçmez.

    Oysa “merak etme, burada barınacaksın ve üstelik daha güzel barınacaksın” kandırmacası da aynı özgürlük saptırmasında olduğu gibi işler. Bunu beslenme, kendini koruma/güvende hissetme gibi güdülerin karşılanmasında da görürüz. İnsanların karşılamak zorunda oldukları temel gereksinimler bunlar üzerine kuruludur ve pazara sunulan tüketim malları da böyle düşünülerek üretilir. Kapitalizm insanlara özgürlük, barınma, beslenme, güvenlik, sağlık sunuyormuş gibi yanılgılarla aslında amaca hizmet etmeyen, merkezine karı koyan ve bunu da olabildiğince sürekli hale getirmeye çalışan bir sistemler bütünüdür.

    Engels şuna benzer bir laf etmiştir; “kapitalistin asıl amacı malı satabilmektir, sattığı andan sonrası onu ilgilendirmez. İşini yapmıştır, parasını kazanmıştır. Bundan sonrası bu malı alanın sorunudur.”

    Burada öne çıkartılması gereken noktalar bunlardır. Gerçek ihtiyaçların en insani biçimlerinin ne olduğunu görmek, göstermek ve bize bu ihtiyaçları gidermemiz için önümüze konulan şeylerin koca bir yalan olduğunu da gösterebilmenin yolunu açar.

    İnsanlara ev diye sunulan şeylerin aslında insan doğasına aykırı olduğunu, üstelik bunca yüzbinlerce yıllık birikimlere de bir hakaret olarak algılanması gerektiğini göstermek gerekir. Tavuğun tavuk, sütün süt olmadığını. Ekmek değil başka bir şey yediğimizi görünür hale getirmek gerekir. (biraz matrix gibi oldu ama varsın olsun, dert anlatılacaksa, bilmem hangi “klasik” film yerine bu film gibileri bile birer eğitim aracına dönüştürülebilir kolayca).

    Peki bu Toki evleri nerelerde inşa edilmektedir? Daha bundan bir iki yıl öncesine kadar -örneğin- İstanbul’un çevresine boş boş yayılıp duran tarlalara önce spekülatörler gitmektedir. Zaten orada bir “arsa kapmış” bu spekülatörlerin gelmesini bekleyen, kendileri de sonradan buraya göçmüş insanların (aslında bu kişiler de pek temiz değildir. Sonuçta bu kişiler sermaye ve siyasal olarak örgütlenmiş köpekbalıklarınca yutulacak bile olsalar, nihai amaçları acemice de olsa, o tarladan rant elde etmektir ve anadolunun bahşettiği sabır sayesinde on yıllarca beklemektedir) ellerinden bir miktar kar edebilecekleri şekilde satın alınmaktadır.

    Ardından Toki buralara bina yapacağını söylemekte ve belediye imar hakkı vermektedir. Alıcısı da hazırdır. Toki! Dünkü tarlaları -ki yıllarca ha bugün ha yarın diye spekülatör bekleyen, bu arada da aç kalmamak için şehirlere taşınıp üç kuruşa geçici işçilik yapan, köylülüğünü unutmuş, işçi hiç olamamış insanlar tarafından da yıllarca ekilmemiş topraklardır buralar- Toki’ye satan spekülatör, buralara inşa edilecek binaların/sitelerin yapımında taşeron olarak konmakta, durup dururken kısa sürede elini sıcak sudan soğuk suya vurmadan zenginleşmekte, şehir merkezinden, size yeni ve güzel evler vereceğim diye yalanlarla şehir dışındaki binalara göçe zorlananlardan boşalttığı alanlara lüks binalar yaparak dört nala koşturmakta ve ilk iş olarak da bir sonraki çerçeveye dalarak oralardaki tarlaları ucuza almakta, imar çıkartma yöntemine devam etmekte iken Tokideki eve geçmiş olanlar ise, allah şükür bir evim var deyip, 10 yılda biteceği söylenen taksitleri ödemeye çabalamaktadır.

    Oysa bu hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir, zira geldikleri yerde ne bir iş vardır ne de bunca yıldır zor anlarında başvurdukları dayanışma kalmıştır ortada. Zaten evler 10 yılı bulmadan çürümüş ve değerlerinden de kaybetmiştir. Satsan satılmaz, otursan oturulmaz olmuşlardır.

    Aslında işin içinde ne kadar büyük paralar dönüyor olursa olsun, ardında çok büyük bir organizasyon varmış gibi gözükürse gözüksün sistem çok basittir ve tıkır tıkır işlemektedir.

    İşte tam buradan buna dur demelidir. Burada durmak, ekonomiyi suni olarak şişiren, yeni zenginler yaratmaktan başka bir işe yaramayan bu gereksiz inşaat faliyetlerine dur demeyi gerektirir.

    Peki, nasıl durdurursun?

    Çok kolay.
    Onların yapacağının daha iyisini yaparak. Beraber yaparak.
    koca mahalleden bahsetmiyorum. O sokaktaki 10 binanın bir araya gelmesi ilk kıvılcım için yeterlidir. 10 (3 bile olabilir bu sayı) binanın toplu olarak yıkıması ve yerine, mimar, mühendis arkadaşlar eşliğinde ve gönüllülerin katılımıyla, yine kendi elleriyle yeni binalar kurulmasıyla olur.

    Ortak alanlar (çamaşırhaneler, depolar, kütüphaneler, televizyon odaları, internet odaları, çocuk oyun odaları, kreş vs) konularak hem mevcut alandan daha fazla faydalanma, hem ortak yaşamı daha pekiştirecek alanlar yaratmak hem de işte herkesin ayrı ayrı çamaşır makinası, bilgisayar, mouse vs alma ihtiyacını ortadan kaldırarak, elektriğini kendi üreterek, yalıtımını doğru yaparak ısınma giderini düşürerek vs hayat ucuzlatılabilir, gereksiz tüketim minimuma indirilebilir ve insanlar birlikteliklerini duvarlara yazdıkları sloganlarda, aynı memleketli olma, alevi olma, sunni olma gibi şeylerin dışında beraber inşa etme, beraber kullanma, üretme, paylaşma gibi şeylerle değiştirler.

    Bunu gören bir sonraki sokak ne yapar bilemem ama en azından ortaya böyle bir şeyin çıkması, üstelik hemen yanıbaşlarında gerçekleşmesi, ellerinin değeceği kadar yakınlarında olması, aynı insanlarla aynı kahvelerde oturuyor, konuşuyor oluşlarının bir faydası olacağı inancındayım.

    Peki ya, spekülatörün gelmesi için yıllarca o çamurlu tarlalarda bekleyenler ne olacak? Bugün yolları yapılan yerlerde daha düne kadar kurtların indiği tepelerden yürümek zorunda kalmış, tüm bu cefaya katlanmış olanlar ne yapacaklar?

    Çok kolay. Üzerlerine koşa koşa gelen canavarın önüne civciv sürecekler, domates atacaklar.

    Evet civciv alacaklar bol bol. Zaten hali hazırda bahçelerinde baktıkları tavukların arasına katacaklar. Domates ekecekler, yıllarca nadasta beklemiş “tam organik” tarlalara. İnek, koyun salacaklar çayırlara.
    Ve senin taşının toprağının altına üstüne getirmek için hazır açılmış duble 🙂 yollardan taşıyacaklar şehre sütün süt gibi olanını, domatesin güzelini ve yumurtanın gerçeğini.

    Hele bir bakalım o zaman, şehirdeki izin verir mi oraların ortadan kalkmasına ve aracısız önlerine gelen ucuz sütün, domatesin, etin kesilmesine? Yerlerine binalar dikilmesine. Ne şehirde ihtiyaç ve onuruna uygun yaşayan insanlar ne de o uçsuz bucaksız çayır çimende üstelik hemen de şehrin kıyısında büyüyen çocuklar sokar oralara greyderleri.

    Vakit az. Hem de cok az. Neredeyse sonuna geldik. Bundan sadece 10 sene sonra (belki az belki çok) insanlar geçmişe dair her şeyi unutacaklar. Yeni nesiller hiç bilmeyecek bile. Mahalle nedir, evin önünde bahçe nedir, tavuk nedir, yumurta nedir, süt iki günde bozulur, yoğurt ekşir.

    O gün geldiğinde çok geç olacak.

    -sonuna kadar okuyana bir selam 🙂

  27. bu son yoruma bir katkı olarak şu belgeseli öneririm;

    İstanbul Çıplak
    http://vimeo.com/12443250

  28. Gecekondu mafyasina hizmet

    Yahu insan hiç ders çikarmaz mi deneyimlerden? 12 Eylül öncesi gibi yine gecekonu mafyasinin tetikçiligi “devrimci direnis” oluyor. Senin o “halkimiz” dedigin adamlar 10 sene sonra gökdelenleri dikerler, sen de “el ele, bas basa” kalirsin.

  29. Tabii ki de ders çıkartmak gerekir. O dönemlerde kimsenin ders çıkartacak bir şeyi yoktu. Ama şimdi var.

  30. Teknolojiden vazgeçmek ve bunun ”gerekçeleri” pek mantıklı değil. Öncelikle bizi buna ”ikna edecek” bilimsel verilerinizin olması gerekir. Örneğin ”ortalama yaşam süreleri”nin gelişmiş teknoloji toplumlarında ne kadar, teknolojiden zerre haberi olmayan toplumlarda ne kadar? Gün, bu konuda var mıdır bir araştırman? Hormanlar, ilaçlar vs şirketlerin önce hastalık yaratıp sonra tedavi ederek iki kere para kazandığı da ”büyük bir iddia”; bunun için elde büyük ”kanıtlar” lazımdır. Ancak bazı ”teknolojilerden” vazgeçmemiz gerektiği noktasında koşulsuz bir kanaat içindeyim: Başta silah teknolojisi. İnsanlık ”toplu taşıma” araçlarını geliştirmek ve konforlu hale getirmek için elinden geleni yapmalıdır. Herkesin şahsi aracına sahip olmasının hem çevreye hem de insan sağlığına vebali oldukça büyük. Yalnızca ülkemizde yılda yüzbine yakın kaza olmakta; onbinlerce insan ölüp onbinlercesi de yaralanmaktadır. Bu taşıtların saldıkları gazlar vs ile çevreye verdikleri zarar da cabası. Trafik ”kazası” olunca, inançlı inançsız herkes adeta ”kader” gibi görüp örneğin bir ”çatışma”ya gösterdiğimiz dikkat ve özeni göstermiyoruz. Oysa bu ülkede çatışmaların en yoğun olduğu dönemde dahi, bir yılda trafik kazalarından ölen ve yaralanan insan sayısına ulaşılamamıştır. Yalnızca bu ülkede en son ”tren kazasını” hatırlayanınız var mıdır? Ben hayal meyal hatırlıyorum. Ya uçak kazası? O da öyle.

  31. Bu arada ”bilişim teknolojilerinden vazgeçme”nin büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Tamam, egemen devletler, kendi yaygın ideolojilerini de bu teknoloji üzerinden daha kolay populerleştiriyorlar; ancak, tersi de daha kolay olmakta. Örneğin, iktidar onlarca basın yayın organını baskı altına almasına rağmen internet medyasının yaygınlığı nedeniyle hepimiz yüzlerce muhalif kaynağa ulaşabiliyor; medyanın ortaklaşa en suskun kaldığı olaylar bile internet medyası sayesinde büyük bir hızla gündeme gelebiliyor. 90’larda böyle miydi? Koca koca kentler bombalanır; günlerce kimse olan biten hakkında haberdar olamazdı. Oysa, bugün x kentindeki okul müdürünün bir çocuğa attığı tokatı dahi, internet medyasına düştüğü anda öğrenebiliyoruz.

  32. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  33. “..yazının sonunda vereceğim anarşizm üzerine Türkçe kitaplar listesi, en azından temel bilgiler açısından yeterli bir kaynak olacaktır diye düşünüyorum…”

    ben mi göremedim bu türkçe kaynakları, kusura bakmayın ama…

  34. evet görünmüyor. Ben ayarlayamam da teknik arkadaşa bir ileteyim. teşekkürler.

  35. Pardon, teknik arkadaşla ilgili bir şey değilmiş bu. Çalışma bir akademik çalışma olarak tasarlanmışytı, sonra olmadı, dolayısıyla sonundaki kaynaklar da çıkarıldı. Ancak kaynaklard için bu sitedeki anarşist kütüphane kısmına bakabilirsiniz.

  36. Anarşizmin teoriden pratiğe geçiş süreci ile ilgili harika bir yazı olmuş Gün Hocam. Nihayet bunun hep teoriye sıkıştığını düşünüyordum. Mahalli komünler pratiği gerçekleşebilir bir uygulama. Sizce Terzi Fikri’nin Fatsa’da kısa da olsa hayata geçirdiği oluşum buna güzel bir örnek olamaz mı? Paris Komünü gerçekleşememiş bir örnek olsa da, yerelde bence Fatsa iyi bir örnektir diye düşünüyorum. Halkın mahalli komünlerle bataklıkları kurutmaları, yolları yapmaları bu dönemde yapılan güzel uygulamalardandır. Albatroos’a bilişimle ilgili katılıyorum ama. Sonuçta bu yazıyı da ve fikirleri de bu teknoloji sayesinde lanse edebiliyoruz. Ama bununla alakalı zararlar nasıl bitirilebilir o ayrı bir tartışma konusu olabilir.

  37. Bir sistemi kaldırıp yerine bi başka sistemi getirmekten bahsediyoruz ama bunu yaparken sadece ekonomi boyutlu düşünüyoruz oysa bi sistem sadece ekonomiden oluşmaz anarşizm hakkında düşünmemiz gereken belkide en basit çıkmaz ekonomidir ortada çok daha devasa boyutlarda çıkmazlar var. Eğer tüm sınırlamalar kaldırılıcaksa yani sınırsız bi toplum yaratılacaksa herhangi bi denetleyen organ olmayacaksa böyle bi sistem işleyebilirliği çok büyük bi muammadır, elbette olacaklar hakkında varsayımda bulunabiliriz ama pratikte nelere yol açaçağını tahayyül edemeyiz. Sınırsız bi toplumda yaşam nasıl devam edicek, kaos öngördüğnüz şekilde özgür kominlerin varlığına izin vericekmi bunlar eni konu tartışılması gerek lakin benim düşüncem insan doğası hakkında çok iyimsersiniz güç ve iktidar hırsı ve nefrete dayalı bi düzenden özgür bi toplum yaratmak olanaksız gibi gözüküyor, bunların yanında hukuksal düzenden yoksun bi toplum yapısı aynı zamanda dinlerden ve dinlerin oluşturduğu ahlak ve etikten yoksun bi toplumda nasıl bi kıyım yaşanır benim hayalgücüm bundan ötesine gidemiyor bu noktada sizden yardım almak isterim açıkcası, ben insanların yardımlaşması ve gönüllü olması konusunda sizin kadar optimist değilim hatta son derece karamsarım deneyimlerim ve gözlemlerim sonucu..

  38. Oto-Kent İstanbul

    ŞEHİRLER insanlar içindir, otomobiller için değil!.. İstanbul, insanların zorla, zahmetle, eziyetle, çile ile yaşadığı dev bir oto-kent olmuştur… Bu çarpıklığı gücümün yettiği kadar protesto ediyorum.

    Doğru olan, otomobillerin insanlara hizmet etmesidir. İstanbul’da her şey insanın haysiyetli, rahat, huzurlu bir şekilde yaşaması için olmalıdır.

    İstanbulun trafiğinin, şehir, olması gerekenden beş misli daha fazla büyültüldüğü için artık çözümü yoktur.

    Aç gözlü rantçılar şehrin nefes alınacak her yerini beton binalarla doldurmuştur.

    Bir evin salonunu düşünün… İçine o kadar çok mobilya, eşya, dolap, masa doldurulmuştur ki, ev halkına girip oturacak yer kalmamıştır.

    İstanbul’un en az üçte biri park, koru, yeşil alan, havuz, göl, gezinti yeri olmalıydı.

    Kısa bir müddet önce Roman vatandaşlarımızdan alınan Sulukulenin en az yarısı yeşil alan yapılmalıydı.

    İstanbul’da en az otuz adet Yıldız Parkı bulunmalıdır.

    Bir insan birkaç gün susuz ekmeksiz yaşayabilir ama nefessiz ancak birkaç dakika canlı kalabilir. Yeşil alanlar, parklar, korular, sun’î göller şehirlerin ciğerleridir. Ciğersiz şehirler ne işe yarar?

    Boğazda yapılan üçüncü köprü fazla bir işe yaramayacaktır. Zararı yararından çok fazla olacaktır.

    Bu köprü uğrunda kesilen ağaçlar, yok edilen ormanlar, tehlikeye sokulan su havzaları medeniyet değil, vahşettir.

    İstanbullular İstanbulu kurtarmak, yaşanabilir bir şehir haline getirmek için horizontal=yatay iradelerini kullanmazlarsa, devreye vertikal=dikey irade girer…

    İstanbul’un korkunç trafiği mutsuzluk ve hastalık kaynağıdır. Büyük bir zaman ve para israfına sebep olmaktadır.

    Her sabah ve her akşam milyonlarca vatandaş, tek başlarına evden işe, işten eve yalnız giderek trafiğin kilitlenmesine sebep olmaktadır

    Otomobil sahibi olmak, otomobille gezmek bir statü, bir manyaklık haline gelmiştir. Halkın büyük kısmı toplu taşıma vasıtalarının kullanmamakta diretmektedir.

    İstanbul’u daha da büyütecek bütün yeni inşaatlar durdurulmalıdır.

    İstanbul’un nüfusunu azaltmak için radikal tedbirler alınmalıdır.

    Gerekli yıkımlar yapılarak yeni korular, parklar, bahçeler açılmalıdır.

    Bir kısım iş yerleri ile oralarda çalışanların evlerinin aynı semtlerde olması sağlanmalıdır.

    İçinde tek kişi olan otomobillere lüks ve israf cezası kesilmelidir.

    Aydın ve uyanık vatandaşlar, dernekler kurarak, büyük hukukçularla anlaşarak, şehri bu kadar büyütenlerin, trafiği içinden çıkılmaz hale getirenlerin aleyhinde davalar açmalıdır. Bu davalar kaybedilse bile çok ses getirecek ve halkın uyanmasına sebep olacaktır.

    Şehrin büyük kısmı kaçak ve çürük inşaatla doldurulmuştur. Bu bir cinayettir, halk düşmanlığıdır.

    İstanbul bize emanettir. Bu emanete hıyanet edersek, elimizden alınabilir. Bunu hiç unutmayalım.

    Mehmed Şevket Eygi

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Iyi_Slih_Nurcular_Hatli_Nurcular/19678#.U12a-YF_uqg

  39. “Eğer adaleti kanuna göre, yani yasal adalet, yani ayrım olmaması ve tüm insanların kanun önünde eşit sayılması olarak düşünürsek, haklı olursunuz. Ancak adalet her yerde kanunun önünde değildir. “Kanunun kendi adaleti” konusu başka bir şeydir. “Kanunun kendi adaleti”nin başka bir anlamı vardır. Şöyle ki, halkın kanun karşısında eşit sayılması dışında, kanunun kendisi de adil olmalı. Zalim bir kanun da konulabilir. Bu kanun karşısında da insanlar eşit sayılabilir. O zaman adalet ilk anlamıyla sağlanmıştır, ama ikinci anlamıyla sağlanmamıştır.”

    Abdülkerim Suruş

  40. Eşek sırtında güneş enerjisi

    İzmir Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği, alt yapı hizmetlerinin bulunmadığı kırsal, dağlık bölgede hayvancılık yapanlar ile çobanlara güneş enerjisinden elektrik üreten sistemi hayata geçirdi. Yerine göre yerleşik, yerine göre de seyyar olarak eşek sırtında taşınabilen sistem sayesinde çobanlar cep telefonlarını, diz üstü bilgisayarını şarj edip radyo dinleyebiliyor, elektriğin her türlü nimetinden faydalanabiliyor.

    İzmir Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği Başkanı Özer Türer, birkaç ay önce özellikle kırsaldaki üreticiler ve çobanlar için güneş enerjisinden elektrik üreterek hem hayatlarını kolaylaştırmak hem maliyetleri azaltmak hem de verimliliği arttırmak için proje çalışması başlattıklarını, bunu özel bir firmayla birlikte hayata geçirdiklerini anlattı.

    Ulaşımın olmadığı, kimsenin çıkamadığı yerlerde, meralarda yapılan küçükbaş hayvancılığın orada çalışanlar için bazı sıkıntılara neden olduğunu, insanların elektriğe, elektrik kullanımıyla sağlayabileceği birçok faydaya, televizyon izleme gibi sosyal yaşama ihtiyaç duyduğunu dile getiren Türer, bunu da güneş enerjisinden elektrik üreterek sağladıklarını kaydetti.

    Güneş enerjisiyle elektrik üretiminin çok kolay ve basit bir yöntemle gerçekleştirildiğini, üretim alanının büyüklüğüne ve ihtiyaca göre bir, iki, 5, 10 güneş panelinin kurularak 1-10 kilovat arasında elektrik üretiminin gerçekleştirilebileceğini dile getiren Türer, aküde depolanan enerjinin kullanıma hazır hale geldiğini ifade etti.

    Ağılın çatısına veyahut herhangi bir yerine kurulan sistem sayesinde hemen elektrik üretimine geçilebildiğini ve hayatın kolaylaştığını belirten Türer, şöyle konuştu:

    “Bu projeyle birlikte artık dağın başına da ağıllara da teknoloji girdi. Kırsalda, alt yapı hizmeti olmayan yerlerde kurulan bu sistem sayesinde verimlilik, süt ürünlerinin kalitesi de arttı. Çünkü eskiden işletmede elektrik olmadığı için süt saklanamıyordu. Şimdi güneş enerjisiyle sağlanan elektrik sayesinde soğutma tankları, süt depolama tankları alındı. Süt gayet iyi bir şekilde muhafaza edilmeye ve tüketiciye kadar sağlıklı şekilde ulaşması sağlandı. İşletmenin geceleri aydınlatması sağlandı, televizyon, buzdolabı gibi elektrikli aletlerle yaşam kolaylaştırıldı. Çalışanların sıcak suyla banyo yapması sağlandı. Ayrıca hayvanların doğum mevsiminde kırsalda elektrik olmadığı için doğumu göremediğiniz, farkedemediğiniz ölümler yaşanıyor. Bu da işletmeye zarar demek. Geceleri aydınlatmada tüp kullanılıyordu ki bu da ayrı bir masraftı. Bu proje sayesinde işletmenin maliyetleri de azaltıldı. Sabaha kadar aydınlatma sağlandı. Bu sayede hırsızlıklardan, yabani hayvanlardan, bir hayvanınızın ağıldan kaçmasından korunuyorsunuz.

    En önemlisi de bizim üreticilerimizin iletişim problemi. Herkesin cep telefonu var. Dağda yaşayan, kırsalda yaşayan çobanların da bu sorunu var. Dağda, kırsaldaki üreticilerimizin 4-5 hatta 10 tane telefon bataryası olanlar var. Bunlar 10-15 günde bir şehire inip şarj edebiliyorlar, iletişim sorunu yaşıyorlar. Şimdi bu sorun da kalkmış oldu, güneş enerjisinden elde edilen elektrikle şarj edebiliyorlar.”

    Karakaçan sırtında elektrik santrali

    Güneş enerjisini elektriğe dönüştüren sistemin seyyar olarak da kullanılabildiğini dile getiren Türer, “Üreticilerimiz mevsime göre yer değiştiriyorlar. Bu bölgede ot bitti mi başka bölgeye gidiyorlar. Onların kullandıkları daha küçük panel. 1-2 panel ve bataryasıyla birlikte yanlarına alıp götürebiliyorlar. Ulaşamadığımız, taşıyamadığınız yerlerde eşekle taşıyabiliyorsunuz. Teknik kurulumu da çok basit, alıp, taşıyıp kurabiliyorsunuz. Öyle bir profesyonelliğe de gerek yok” dedi.

    Devletin kırsal kalkınma desteklerinin içine güneş enerjisi sistemini de almasının sevindirici bir gelişme olduğuna dikkati çeken Türer, sistemi kullanan üretici sayısının her geçen gün arttığına işaret etti.

    Güneş enerjisi sistemini üreten firmanın genel müdür yardımcısı Uğur Polat ise, İzmir Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Birliği’nin isteği üzerine şebekenin olmadığı yerlere elektrik götürmeye başladıklarını anlattı. Ar-Ge çalışmaları sonucunda üreticilere hitap edecek şekilde tasarımlarda bulunduklarını, “Çoban Çantası”, “Göçer Set”, “Çiftlik Seti” diye 8 ayrı model ürettiklerini belirten Polat, “Çoban Çantası” setinin tamamen portatif olduğunu ve istenilen yere taşınabildiğini kaydetti.

    2500-3 bin lira civarında olan yeni nesil çoban çantasına şarj cihazı, iki tane priz ve radyo eklediklerini ifade eden Polat, şunları söyledi:

    “Çobanlarımız bundan oldukça memnunlar. Elektriğin olmadığı yerde günde 5-6 saat televizyon izleyebiliyor ve dünyadan haberleri oluyor. Radyosunu açıp müziğini dinleyebiliyor. Telefonunu şarj edebiliyor, ayrıca bilgisayar tablet alanlar da oldu onu da kullanabiliyor. Sürüsünü görmesi için aydınlatma büyük önem taşıyor. O ihtiyacını da karşılıyor. Bu setin ilk teslimatında aracın çıkmadığı bir yere eşekle taşıdık. Daha sonra çoban bunu her yere eşeğiyle götürmeye başladı. Eşeğin heybesine aküyü koyuyor, semere de paneli sarıyor. Gittiği yerde hem şarjını yapıyor hem de ihtiyaçlarını görüyor. Çok da maliyetli birşey değil.”

    http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/26751333.asp