Belgeler ve Murat Belge’ler!!!

Murat Belge, Taraf gazetesinin 13 Aralık tarihli nüshasındaki, Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatmasıyla ilgili makalesinde, Ecevit Hükümeti zamanında çıkan 1974 Affına ilişkin olarak şöyle yazmış:

“O sırada Devlet Parti’sinin ağırlıklı kesimi böyle bir af çıkmasından yanaydı (ne de olsa, darbe ortamı yaratılsın diye, “affedilen” o solculara “Yürü, ya kulum!” demiş olan da Devlet Partisi’nin kendisiydi). Bunun için de, Meclis’te çok net bir biçimde tecelli etmiş olan iradeyi çiğnemekte tereddüt etmedi.” (Murat Belge, “Beklenen Karar)

İki cümlede ikiden epeyce çok  hata yapmak da bir beceridir. Bu hataların belli başlılarına kısaca değineyim:

Birincisi, Devlet Partisi’nin ağırlıklı kesimi 1974 affının çıkmasından yana değildi. Af, bu ağırlıklı kesime rağmen çıkmıştır ve tamamen toplumun o andaki özgürlükçü eğiliminin sonucudur.

İkincisi, Murat Belge’nin Devlet Partisi adını taktığı kesim yekpare bir blok değildi. Dolayısıyla, “affedilen solculara” daha önce “Yürü, ya kulum” demiş yekpare bir Devlet Partisi’sinden söz edilemez. Ordunun bir kesiminin (Gürler-Batur) solcuları darbe için destekledikleri ya da “yürü, ya kulum” dedikleri doğruydu ama ordunun diğer kesiminin  (Tağmaç-Türün kesimidir bu; dolayısıyla “Devlet Partisi”nin diğer ve hatta daha sonraki gelişmelere bakacak olursak ağırlıklı kesimi oluyor) solculara “dur, ya kulum” dedikleri de bir diğer doğrudur. Ayrıca Murat Belge, 12 Mart döneminin en vahşi işkencelerinin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının arkasında yer alan “Devlet Partisi”nin bu kesiminin, aynı zamanda parlamentoyu ve Adalet Partisi’ni destekleyen kesim olduğunu söylemeyi unutmuş.

İşte “”Devlet Partisi”nin bu ağırlıklı kesimi (Gürler-Batur kesimi yenilgiye 1973’te uğramıştı), Murat Belge’nin belirttiğinin tam tersine, Adalet Partisi aracılığıyla Meclis’te 1974 Affını önleyen ve dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin devreye girmesine yol açan başlıca güçtü.

Murat Belge’nin iki cümlesinden bir düzine daha hata çıkartmak mümkündür ama burada uzatmak istemiyorum.

Murat Belge, 12 Mart döneminde, THKP-C davasında yargılanan sanıklardan biriydi. O sırada THKP-C davası sanıklarının arasında ikili bir gruplaşma vardı. Bunlardan biri, Mahir Çayan’ın çizgisini benimseyen gruptu ve bu grup çoğunluğu oluşturuyordu; azınlık olmakla birlikte sayıca yabana atılamayacak diğer grup ise, Yusuf Küpeli-Münir Aktolga etrafında toplanmıştı. Mahir Çayan’ın çizgisi, her ne kadar bir ölüm dansı çılgınlığını ifade ediyor olsa da, öbür kesime göre daha devrimci bir konumdaydı, çünkü teslimiyeti öğütlemiyordu. Küpeli-Aktolga kesimi ise, yeni Menşevik-ekonomist görüşler ileri sürerek 12 Mart rejimine, hem de Murat Belge’nin pek karşı olduğunu söylediği “Devlet Partisi”nin o zamanın ağırlıklı kesimine, yani parlamentodaki Adalet Partisi’yle ittifak halinde devrimcilerin ipini çeken Tağmaç-Türün kliğine yaranma çabası içindeydi ve tam bir teslimiyet içindeydi. O dönemdeki saflaşmada Münir Aktolga-Yusuf Küpeli kesiminde yer alan Murat Belge’de o günden bugüne pek bir zihniyet değişikliği olmadığı anlaşılıyor.

Murat Belge’nin sözü geçen yazısını okuyunca, bundan beş yıl önce bu konuda yazılmış bir yazımı aşağıya tekrar alarak belleklerimizi yenilemek gereği duydum. Murat Belge’nin böyle bir bellek yenilenmesine ihtiyacı olmasa da.

4 Ocak 2010

■■■

Analar… ve Oğullar…

Muazzez Aktolga, Bir Annenin ’68 Anıları, Sistem Yayıncılık, Ekim 2000

Yakın zamanlarda aramızdan ayrıldığını sandığım ’68’in çilekeş annelerinden Muazzez Aktolga’nın anılarını iki türlü okumak mümkündür. Gerçekten de çok çile çekmiş, İstanbul’da yargılanmakta olan oğlu Münir Aktolga’yı ziyaret etmek için belki yüz kere Ankara-İstanbul yolunu arşınlamış, kar kış, sıcak soğuk demeden Mamak Cezaevi’ni belki otuz, Niğde Cezaevi’ni bir o kadar ziyaret etmiş, oralarda da çeşitli yokluklara, hakaretlere tahammül etmiş, üstelik, görüşlerinden dolayı sol kesimde itibarını kaybetmiş oğlunu her şeye rağmen savunmak zorunda kalmış, ne olursa olsun yüreğini ondan hiç ayırmamış, oğlunun yoğun okumaları için Türkiye’den ve dünyanın çeşitli yerlerinden, dar maddi olanaklarıyla getirttiği kitapları yedi buçuk yıl boyunca cezaevlerine taşımış bir annenin, bütün bu gidiş gelişlere ilişkin tuttuğu notlardan oluşturduğu bir kitap Muazzez hanımın anıları. Onu okurken, anne sevgisinin, anne yüreğinin ne demek olduğunu bir kez daha anlıyor, kendi analarımızı hatırlıyoruz. Sevginin, yüreğin, hiçbir baskı, hakaret, ayrılık, bilinmezlik, hüsran karşısında yenilmediğini bir kez daha görüyoruz. Oğlunun görüşlerini doğrulamak için gösterdiği umutsuz çabalar, bu uğurda içine düştüğü çelişkiler ne olursa olsun, dünyada değeri hiçbir şeyle tartılamayacak bu koskoca ana yüreğinin önünde saygıyla eğiliyoruz

Kitabı, bir de, Münir Aktolga’nın ve Muazzez hanımın daha sonra damadı olacak İrfan Uçar’ın (ilginçtir ki, Muazzez Aktolga, damadı İrfan Uçar’ın soyadını, bütün kitap boyunca bir kere dahi anmamıştır. Acaba bu, 12 mart döneminde, solcular nezdinde kötü bir üne sahip olan İrfan Uçar’ı, bilinçsiz de olsa, gözlerden gizleme çabası mıdır?) 12 Mart döneminde geliştirdikleri ve daha sonra da savunmaya devam ettikleri görüşleri açısından okumak mümkündür. Muazzez Aktolga’nın, oğlu Münir Aktolga’nın kitaplarından yaptığı alıntılar, İrfan Uçar’ın ağzından naklettiği kimi anılar, Münir Aktolga’nın 1977 yılında Askeri Yargıtay’da yaptığı savunma ve yine Münir’in, annesinin kitabının sonuna yazdığı “Bu Son Söz Olmayacak” başlıklı bölüm, böyle bir okumayı mümkün kılmaktadır.

Münir Aktolga’yı ve İrfan Uçar’ı, daha 12 Mart öncesi dönemden, 1968’lerden tanırım [onlarla ilgili anılarım, Yarılma ve Havariler (İletişim, 2002) adlı kitaplarımda ayrıntılı olarak yer almaktadır]. Münir Aktolga ile, 1968 yılının Kasım ayında çıkmaya başlayan  Aydınlık Sosyalist Dergi‘nin Yazı Kurulu’nda birlikte çalıştık. Ciddi, okuyan, düşünen, lider vasıfları olan bir gençti. İrfan Uçar’la da, 1969 yılının sonunda seçilen, Atilla Sarp başkanlığındaki Dev-Genç Merkez Yönetim Kurulu’nda bir süre birlikte çalıştık. İrfan, o sıra, Dev-Genç Genel Sekreteriydi. Yoksul bir aileden gelen, ağırbaşlı, sorumlu bir insandı. 12 Mart döneminde, Elrom olayıyla ilgili olarak ele geçtikten sonra, ayakları patlayıncaya kadar korkunç bir işkence görmesine rağmen, ağzını açıp tek kelime söylememişti. Mamak cezaevine geldiğinde topallayarak yürüyordu. Ona, cezaevinde hepimiz sonsuz saygı gösteriyorduk.

Ne var ki, Dev-Genç duruşmalarından birinde söz alıp, bundan böyle devrimcilikle herhangi bir ilişkisi kalmadığını açıkladı ve mahkemeden, devrimcilerin muhtemel saldırılarına karşı korunması talebinde bulunarak hepimizi şok etti. Aynı dönemde, İstanbul’daki THKP-C duruşmalarında, Münir Aktolga da, “gençliğin aldatıldığını” ve demokrasinin gerçek temsilcisinin Süleyman Demirel olduğunu ileri süren açıklamalarda bulundu. Neydi meselenin esası? Bu çok değerli arkadaşlara ne olmuştu? Doğrusunu söylemem gerekirse, o günün hengâmesi içinde, bu iki gençlik önderinin enikonu teslimiyet ifade eden görüşlerini ayrıntıları ile inceleme fırsatı bulamamıştım. Muazzez Aktolga’nın aktardığı belgeler, anılar ve Münir Aktolga’nın, kitabın sonundaki yazısı yıllar sonra bu eksikliği gidermemi sağladı.

Belgelerdeki ve Münir’in yazısındaki görüşleri, genelden özele sıralayacak olursak, tablo açık seçik ortaya çıkmaktadır. Önce, herhangi bir yorum yapmadan, alıntıları belli bir sistematik içinde verecek, sonunda da kendi yorumumu ekleyeceğim (altları tarafımdan çizilmiştir).

Biz proletarya diktatörlüğünü kurarak kapitalizmi yıkmaya, sınıfsız topluma giden yolda sosyalizmi kurmaya çalışırken, o, yani sınıfsız toplum, usul usul tıpkı ana karnındaki bir çocuğun gelişmesi gibi, kapitalizmin bağrında gelişiyordu. Kapitalizm, kendi diyalektik inkârına doğru evriliyor, burjuvazinin ve işçi sınıfının birlikte ortadan kalktığı yeni bir dünya düzenine, sınıfsız bir topluma doğru gidiyordu dünya.” (Münir Aktolga’nın kitabın Son Sözü yerine yazdığı yazı, s.256) [Başka yerlerde belki yapmıştır ama kitapta yer alan yazı ve belgelerde, Münir Aktolga, kapitalizmin nasıl olup da usul usul sınıfsız topluma doğru evrildiğine ilişkin bir açıklamada bulunmamaktadır.]

Kapitalizmin, modern toplumun güçlerinin (burjuvazinin ve işçi sınıfının) artık tarihsel fonksiyonunu yitirmiş ve toplumsal ilerlemenin önünde bir ayak bağı haline gelmiş küçük burjuva ilericiliğine-gericiliğine indirdiği darbeyi ve gerçekleştirdiği atılımı bizzat kendi nefsimizde yaşayarak, tıkanan yolun açılmasına katkıda bulunduk.” (Münir Aktolga’nın, 1977 yılında, Askeri Yargıtay’da yaptığı Savunma’dan, s.260)

“Mart 1973, faşizmin en karanlık günleri yaşanırken Selimiye ve Mamak Askeri Cezaevleri’nin kalın duvarları arasından bir ses yükseliyordu. Türkiye sol hareketinin hiç alışık olmadığı bir ses… 1950’ler Burjuva Devrimi diyalektiğini, 23 yıl sonra 1973’ler Türkiye’sinde, kendi bünyesinde yaşayan solun sesi. Bir yeniden doğuş da diyebiliriz.” (Münir Aktolga’nın, 1986 yılında, Almanya’da basılan, Türk Toplumunun Tarihsel Gelişimi ve Sınıf Mücadelesi adlı kitabından alınan bölümden, s.137)

1920’lerde doğan ve 1950’lerde Menderes’le birlikte demokratik bir nitelik kazanan Cumhuriyet’imiz, bugün bir yeniden doğuşun arifesindedir.” (1977 Savunma’sından, s.261)

Dengeyi bozup kapitalizmin esas iktidarını devirebilmek, Menderes’i asıp Demirel’i düşürebilmek için ABD emperyalizmiyle iyice komplolar hazırlıyorsunuz. Kendi elinizle anarşiyi besliyorsunuz (‘anarşist’ sizsiniz zaten!).” (1977 Savunma’sından, s.262)

Türkiye’nin sanayileşmesini engellemek, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini engellemek, tek kelimeyle, Türkiye’nin toplumsal ilerlemesini engellemek için çevrilen dolapların…” (1977 Savunma’sından, s.262)

Toplumsal gelişmeyi durdurmak, üretici güçlerin gelişmesini frenlemek, kontrol edebilmek için… ihtiyacınız var faşizme (Solculuğa).” (1977 Savunma’sından, s.262)

Gelişen kapitalizmin karşısında mülksüzleşen, elindekini avucundakini kaybeden ve bu yüzden de ona karşı durmaya çalışan küçük burjuvalarla, her türlü rekabeti engellemek, kendi tekel kârlarını muhafaza etmek, emperyalist işbirliği mekanizmalarını korumak için, gelişen kapitalizme karşı ittifak kuran tekelci burjuvaların oluşturduğu bir cephe…” (1977 Savunma’sından, s.262-263)

I. Ordu Komutanı Faik Türün’ün, ‘eğer Parlamentoyu kapatırsanız, İstanbul’da açar, milletvekillerini burada toplarım’ dediği, ordu içindeki karşıt güçlerin silahlarını çekip tetikte beklediği… günler… Bir yanda Gürler etrafındaki en soldan en sağa 12 Mart cephesi, öte yanda koruma polisleri bile askerler tarafından dağıtılmış olan ve Demirel’de odaklaşan, çıkarları burjuva parlamenter sistemin devamından yana olan güçler.” (Türk Toplumunun Tarihsel Gelişimi ve Sınıf Mücadelesi adlı kitaptan alınan bölümden, s.138)

İşte bu şartlarda, böyle bir ortamda, 12 Mart darbecilerine; ‘Amerikan emperyalizmine ve Gürler’in cumhurbaşkanlığına karşı, Demirel’lerin verdiği demokrasi mücadelesini destekliyoruz’ dedik.” (Aynı belgeden, s.138)

Orgeneral Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanı olmaya çalıştığı günlerdi… İrfan ayağa kalktı… ‘Demirel vatanseverdir, millet onu korumalıdır‘ der demez, mahkemede bir panik yaşandı… Sonradan İrfan, ‘Biz, Münir’le Mamak’ta hücrede birlikte kaldığımız gece görüştük. Askeri Cunta’ya karşı Demokrasi Cephesi’nde yer almayı tartıştık. Demokrasi Cephesi’ni de o sıralar ABD’nin desteklediği 12 Mart’çı generallere karşı Meclis’te temsil eden Demirel ve Ecevit’ti. Bir de o aralar cezaevine, Güniz Sokak’taki koruma tedbirlerinin sıkıyönetim tarafından kaldırılmasını fırsat bilip Demirel’i kaçırma planları yapıldığına dair haberler geliyordu. Ona da mani olmak düşüncesiyle bir mesaj vermek istedim’ şeklinde özetledi bana.” (Muazzez Aktolga’nın anılarından, s.135-136)

[Münir Aktolga ve İrfan Uçar’ın bu denli Demirel ve Meclis yanlısı olmaları, her şeye rağmen Muazzez Aktolga’nın içine sinmemiş olacak ki, kitabının sonlarına doğru şöyle bir ihtiraz kaydı koymayı gerekli görmüş: “Hiçbir şey, o zamanın TBMM’sini, Demirel’i, ‘baskı ile oldu, cunta astırdı’ lafları kurtaramaz. Kanımca o devrin Meclis’i, zamanın cuntası, çocuklarımızın başını hunharca yemişlerdir.” (s.239)]

Yukardaki alıntılardan çıkan sonuç şudur: Kapitalist üretici güçler geliştikçe, burjuvazi ve işçi sınıfı kendiliğinden yok oluşa gitmekte, dolayısı ile kapitalizm kendiliğinden sınıfsız topluma doğru evrilmektedir. O halde, sınıfsız topluma ulaşmak için görev, kapitalist üretici güçlerin gelişmesini desteklemek, onu engelleyen her türlü gericiliğe karşı mücadele etmektir. Türkiye’de, burjuva cumhuriyeti 1920’lerde, burjuva demokratik cumhuriyeti ise, Menderes’in iktidara geldiği 1950’lerde kurulmuştur. Demirel, kapitalist üretici güçlerin gelişmesini, dolayısıyla demokrasi cephesini temsil etmektedir. ABD emperyalizmi, küçük burjuva radikalizmi ve tekelci burjuvazi, kapitalizmin serbestçe gelişmesine karşı 12 Mart darbesini tezgâhlamışlardır. 12 Mart cuntasını, sadece Gürler ve Batur temsil etmektedir. Faik Türün, Memduh Tağmaç gibi diğer paşalar, parlamenter sistemden yana tavır aldıkları için 12 Mart cuntasının karşısındadırlar. Gürler’e karşı Faik Türün’ü ve Demirel’i desteklemek, demokrasi cephesinin görevidir vb.

12 Mart döneminde, teorisyenliğini Ali Gevgilili’nin yaptığı, Yirminci Yüzyılın başlarında, Lenin’in Struve’in şahsında “legal Marksizm” diye adlandırdığı, daha sonraki yıllarda “sivil toplum”culuk gibi daha ılımlı versiyonları ileri sürülecek bu görüşler, o zamanki Dev-Genç önderleri içinde en keskin taraftarlarını, Münir Aktolga’nın ve İrfan Uçar’ın şahsında bulmuş ve ne yazık ki, onların “demokrasi cephesi” diye adlandırdıkları Faik Türün’ler ve Demirel’ler de 12 Mart oyununun içinde egemen ve belirleyici bir rol oynadıklarından, bu tür teoriler (bütün teoriler, yeni doğan bebekler gibi masum görünürler başlangıçta), Deniz Gezmiş’leri idama gönderen Faik Türün türü cuntacılarla ve onların ardındaki parlamentarist Adalet Partisi güçleriyle dayanışmayı, dolayısıyla karşı safa geçmeyi getirmiştir.

Devletçi radikalizme karşı çıkmak iyiydi de, bunun için kapitalizmden ya da neo-liberalizmden yana saf tutmak mı gerekiyordu? Gürler-Batur cuntasına karşı çıkmak gerekliydi de (ayrıca, o sırada bütün solun bu kesimi desteklediği doğru değildir, solun içinde bir kesim böyle bir tutum içindeydi), bunu yapmak için Faik Türün’lere mi yaslanmak gerekiyordu? Özel kapitalizme karşı çıkarken, devlet kapitalizminden yana tutum almak, Faik Türün’lere ya da Demirel’lere karşı çıkarken, Gürler’lere yaslanmak kadar büyük bir yanlışlık değil miydi bu?

Kitaplık, sayı: 81, Mart 2005

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Paratoner?!

Artıgerçek Günlük hayatta olduğu gibi politikada da, bütün yıldırımları üzerine çekecek bir paratonere ihtiyaç duyulur. …