Yalan… İtirafların… Kanıtladığı…

 

 

 

Tarihteki en önemli ve en fazla karartılmış suikast ve komplo olan Sergey Mironoviç Kirov cinayeti üzerine, son iki yılda Türkçe art arda iki çeviri yayınlanması tesadüf müdür bilemiyorum: Robert Conquest, Kirov Cinayeti ve Stalin, çev: Gün Zileli, h2o, 2015; Grover Furr, Sergey Kirov Cinayeti, çev: Reşat Bilici, Yazılama, 2016.

 

Grover Furr’u daha önce çıkan kitaplarından biliyordum, hatta bir kitabını da tanıtmıştım: “Büyük Temizlik… Büyük Kirlilik” http://www.gunzileli.com/2013/12/04/buyuk-temizlik-buyuk-kirlilik/”.

 

Kirov cinayeti, Sovyetler Birliği’nde Büyük Temizlik’i başlatan büyük bir provokatif suikast olduğundan bu cinayetin girdisi çıktısıyla yakından ilgileniyordum ve konuyla ilgili olarak, yakınlarda ölen Robert Conquest’in kitabını çevirmiştim. Grover Furr’un kitabının Yazılama Yayınları’ndan çıktığını duyunca gidip Nazım Kültür Merkezi’nden aldım kitabı ve hemen okumaya başladım.

 

Aşağıda, bu kitapla ilgili, alışılmadık bir “kitap tanıtma yazısı” bulacaksınız. Bu “yazıda” kitabın muhtevasına girmeyeceğim. “Yazı” tamamen Grover Furr’dan çevrilmiş sözcüklerden seçilerek düzenlenmiştir. Eğer sabrınız bu “yazıyı” sonuna kadar “okumaya” yeterse, kitabı okurken çektiğim ızdıraba sizi de ortak ettiğimi düşünerek biraz teselli bulacağım.

 

Aşağıdaki seçilmiş kelimeler ve cümle parçacıkları ile ilgili birkaç not düşeyim. Üç kelime üzerinden gittim: Kanıt, İtiraf, yalan. Aslında başka kelimeler de var, örneğin hipotez/varsayımgibi ama metni çok uzatacağı için bunlardan bir seçme yapmadım. Belirttiğim üç kelimenin ilk ikisinden birçok sayfada 4’le 15 arası bulunmaktadır. Ben her kelimeden her sayfada sadece birinin bulunduğu bir cümle parçası seçtim ve göreceğiniz gibi bunları sayfa sayısını belirterek dizdim. Kitapta, kanıt sözcüğü 855; itiraf sözcüğü 478 kere geçmektedir. Diğer yandan, kanıt, itiraf, hipotez gibi sözcüklerin rekor seviyede geçtiği sayfalar şunlardır: 106. sayfa- 12 Kanıt, 4 itiraf, 1 hipotez; 126. sayfa- 15 kanıt, 1 itiraf, 2 hipotez; s. 236– 12 kanıt, 2 hipotez; s. 323– 8 itiraf, 1 kanıt; 348. sayfa- 8 itiraf, 1 kanıt; 368. sayfa-  14 kanıt, 1 itiraf, 4 hipotez; 369. sayfa- 5 kanıt, 8 itiraf, 2 hipotez; 379. sayfa- 9 kanıt, 4 hipotez; 391. sayfa- 6 kanıt, 6 itiraf; 398. sayfa: 8 kanıt, 3 hipotez; 403. sayfa- 13 kanıt, 7 hipotez; 404. sayfa- 12 kanıt, 1 itiraf; 418. sayfa: 12 itiraf, 2 kanıt, 1 hipotez; 419. Sayfa- 9 kanıt, 1 itiraf, 3 hipotez; 424. sayfa- 13 kanıt, 3 itiraf; 426. sayfa- 8 itiraf, 3 hipotez, 2 kanıt.

 

Bu deli saçması “istatistiki” işlere neden kafa yordun, emek verdin diye soracak olursanız, bunun cevabını, kitabın muhtevasını inceleyeceğim bundan sonraki yazıda bulacağınızı umuyorum.

 

“Sorgucularımız sağlam kanıtlara sahip olduğundan itiraf etmeniz kaçınılmaz” derdi, karşılarına oturttukları kurbanlarından bir an önce itiraflar kopartmaktan başka bir işleri olmayan NKVD’nin sorgucuları (kitabın çevirmeni ya da bizzat Grover Furr, kitabın İngilizcesi elimde olmadığından bilemiyorum, pek sevimsiz “sorgucu” (interrogator) sözcüğü yerine “müfettiş” (inspector) gibi daha “saygın” bir sözcüğü kullanmayı tercih etmiş). Elbette bu itirafların istisnasız hepsi NKVD’nin fabrikasyonuydu. Bunu en iyi NKVD görevlileri bildiklerinden, bir süre sonra kendileri de tutuklandıklarında, hücrelerinin duvarlarına, “asla hiçbir şeyi imzalama” diye yazarlardı.

 

Ortaçağ tarihçisi olduğunu söyleyen Grover Furr, insanlardan zorla itiraf alma işinin başlangıcı olan Ortaçağ’ı çok iyi biliyor olmalı ki, sahte itiraflara ve kanıtlara dayanarak Stalin terörünü savunmaya girişmiş kitabında. İşte bu sözcükleri, neredeyse dili takılmış ya da sayıklayan bir insan gibi durmadan tekrarlamasının sebebi bu. Çünkü elinde, “kanıt olarak” (bu sözcüğü bundan sonra ömrüm boyunca kullanmayacağım gibi bir his var içimde) ortaya sürmeye çalıştığı NKVD’nin işkence ve zorbalıkla (sanıkların ailelerinin, çocuklarının da öldürüleceği tehdidi belki de itirafların alınmasında işkenceden bile daha etkili bir silahtı) aldığı itiraflardan başka bir şey yok.

 

Kirov cinayetinin içyüzünü de yeniden ele alacağım bundan sonraki Grovar Furr tanıtmasında buluşmak üzere.

 

***

 

Kanıtlara göre, Kirov’un Zinovyevci gizli bir terörist konspirasi sonucu öldürüldüğüne dair hiçbir şüphe yok. (s. 23) … pek çok kanıta sahibiz. (s. 28) …

 

… kanıtları yok sayma girişimi… (s. 32) … kanıtları görmezden gelmiş. (s. 36)

 

… Kanıt sunmuyor. Kanıt yok. (s. 50) … Bu ifade yalan. (s. 52) … kanıtları tespit ediyor. (s. 54) … kanıt yoksunluğunu gizlemek… (s. 55) … kanıtlar, konspirasinin yaşandığı konusunda hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor. (s. 56) … kanıtlar tam tersine işaret ediyor. (s. 57) … kanıtlarla desteklenmiyor. (s. 57) … güvenilir kanıtlara göre… (s. 58) …Stalin’in… sahte kanıtlar düzenlemeyi emrettiğine dair bir kanıt sunmuyor. (s. 58) 1937-1938’de Yejov’un çok sayıda insanın aleyhine sahte kanıtlar düzenlediğini biliyoruz, fakat Stalin’in bu tahrifatlarla ilişkili olduğunu gösteren kanıt yok… Stalin’in … ‘kumpas’ kurmadığını ispatlıyoruz. (s. 59) Doğrusu, Stalin’in, tek bir kişiye bile ‘komplo’ düzenlediğine dair hiçbir yerde hiçbir tanıt bulunmuyor. (59-60)

 

Elimizdeki TÜM kanıtlar… bu kişilerin suçlu olduğunu destekliyor. (s. 60) … elimizde bulunan kanıtlara dayanarak… (s. 63) … kanıttan yoksun olduğu sonucuna varıyoruz. (s. 64) … itiraf ettiler. (s. 64) … … yalan söylediğini göstermiş olduk. (s. 67) … geride hiçbir kanıt bırakmamaktır. (s. 68) Konspisari konusunda ise pek çok kanıt mevcut. (s. 68)

 

Yalan bu; (s. 70) … birçok kanıt mevcut (s. 70) … Hiçbir kanıt yok. (s. 71) Pek çok kanıt var (s. 71) … yalan söylediğini biliyoruz. (s. 79)

 

… kanıt bulamadılar. (s. 80) … kanıtlar mevcuttur. (s. 80) kanıtlanabilir yalanlar içeriyor. (s. 81) Lenoe’nin bu ifadesi de yanlış. (s. 81) Serov’un raporu, Yagoda ve diğer Moskova Mahkemeleri sanıklarının Kirov cinayeti hususunda masum olduklarını ve suçlu oldukları konusunda şüphe uyandırabilecek bir delil olmadığını gösteren hiçbir kanıt içermemektedir. (s. 82)… olmayan kanıtlar kullanıyor. (s. 81) Bu ifade yanlış. (s. 82)… kanıt teşkil etmektedir. (s. 84) Bu tamamen yanlış. (s. 85) … yalan söylüyordu. (s. 85) … kanıtları saklayıp… (s. 86)… kanıt yok. (s. 87) … kanıt olarak kullanmaya hakkı yoktur; (s. 87) Bir kez daha, bu da yalan. (s. 87) … güçlü bir kanıttır. (s. 89) … itiraflarının doğru olduğunu gösteriyor. (s. 89) … suçunu itiraf ettiği kısmı… (s. 89)

 

… uydurmaca olduğu kanıtlanmıştır. (s. 90) … kanıtlara sahip değil. (s. 93) … kanıtlara sahibiz. (s. 93) Bu itirafların ‘uydurma’ olduğunu gösteren bir kanıtsa yok. (95) … bu kanıt yokluğu… kanıtlar sunmuyor … kanıtlar sunuyor. (s. 97) … kanıt göstermiyor. (s. 98) … kanıt vermiyor. (s. 99)

 

… kanıt olamazdı zaten! (s. 100) … kanıtlanmaya ihtiyaç duyulan… (103) … kanıtlamakla yükümlüdür. (s. 103) … kanıtladığını iddia ettiği şeyleri kanıtlayamadığını… itiraf etmiş oluyor. (s. 104) … tüm kanıtların tahrif edilmesi gerekir. (s. 105) … hiçbir kanıt vermediği için… (s. 106) … destekleyici kanıt bulunmuyorsa… (s. 106) … itiraf ettiler. (s.106)  … kanıt yoksunluğu… (s. 107) … itiraflarını ele alırken (s. 107) … kanıtlarla desteklenmiyor. (s. 108)… … yanıldığını biliyoruz. (s. 108) … hiçbir kanıta sahip olmadığının üstü kapalı itirafıdır. (s. 109)

 

… işaret eden tüm kanıtlar… (s. 110) … itiraf ediyorlardı. (s. 111) … pek çok diğer kanıtı destekliyor. (s. 112) … kanıtların olmadığını varsayabiliriz. (s. 114) … hiçbir kanıt bulunmadığının… itirafıdır. (s. 115) … pek çok kanıta sahibiz. (s. 116) … kanıt olmaksızın. (s. 117) … pek çok kanıt bulunuyor… hiçbir kanıt yok. (s. 118) … bir kanıt teşkil etmek şöyle dursun… (s. 119)

 

… çelişen bir kanıtla karşı karşı kalsa… (s. 120) … itirafta bulunarak… (s. 120) … bir kanıt gösteremiyorlar. (s. 121) … kanıtlanması gereken… (s. 122) … kanıtları hiç incelemeden… (s. 123) … …itiraf ettiğini… itiraf etmediğini… itiraf ettiğini… (s. 123) … itirafta bulunmaya zorlandığı… (s. 124) … kanıtınız nedir?… kanıt yok… kanıtlar olduğunun… (s. 124) … kanıtlar incelenmek zorundadır. (s. 125) … kanıtlara gereksinim varken… kanıtlar sunmuyor. (s. 126) … birçok kanıt sunuyor. (s. 127) … kanıtlardan ziyade… (s. 128) … kanıtlar bakımından… (s. 128)

 

… elimizde bulunan kanıtlar… (s. 131) … elimizdeki kanıtların… (s. 133) … kanıt mevcut değil. (s. 134) … bir kanıt oluştururdu. (s. 136) … bir kanıt sunmuyor (s. 138) … … bu tamamen yanlış. Şunları biliyoruz: (s. 139)

 

… pek çok kanıt vardı. (s. 140) … hiçbir kanıt bulunmuyor. (s. 141) … tüm kanıtları görmelerine.. (s. 142) … bir kanıt sunmuyor: (s. 143) … bir kanıt yoktur. (s. 144) … fazla kanıt içeriyordu. (s. 145) … kanıtları yok edip… (s. 146) … kanıtları sakladıkları… (s. 147) … yalan söylediğini gösteriyor. (s. 149)

 

… bir kanıt bulunuyor (s. 150) … mevcudiyetini kanıtlayan… (s. 151) … kanıtlar içermiyor. (s. 152) … itiraf etmişti. (s. 152) … bağlı olduğunu itiraf etti (s. 152) … büyük bir kanıt teşkil ediyor. (s. 153) … yalan söylüyordu. (s. 153) … asılsız kanıtlar sunduğu … (s. 154) … itiraf sunmuş olsalardı… (s. 155) … sağlam kanıtlar var. (s. 156) … ortaya koyan itirafları … (s. 156) … yalan söylediklerini keşfetti. (s. 158) … tek kanıtı teşkil ediyor. (s. 159) … itiraf metninin incelenmesi (s. 159)

 

… itiraflarına ilişkin … (s. 162) … itirafa ilişkin… (s. 163) … kanıtlarla da uyumludur. (s. 165) … itiraf etmek zorundadır. (s. 166) … kanıtları ortadan kaldırmaya… (s. 167) … itiraflarını incelediğimiz … (s. 167) … hiçbir kanıt yok. (s. 168) … itiraf ettiği gibi… (s. 168)… bu iki itirafta… (s. 169)

 

… itiraf ettiğini belirtiyor. (s. 170) … orijinal bir itiraf… (s. 170) … kanıtları değerlendirme açısından… (s. 170) … kanıt olarak kabul edemeyiz. (s. 171) … ‘ilk itiraf’ (s. 171) … kanıt olsa bile… (s. 172) … kanıt olmamasına rağmen… (s. 178) … itiraf etmeye zorlanmış… (s. 178) … kanıtlarla desteklenmediğini… (s. 179)

 

… kanıt toplamaları (s. 180) … kanıt içeriyordu. (s. 182) … kanıtlar toplamak için.. (s. 183) … kanıtlarla doğrudan çelişiyor. (s. 184) … itiraflar almaya zorladı. (s. 184) … kanıtlar toplanması için… (s. 185) … kanıtın gösterdiği gibi (s. 186) … kanıtlarla desteklenmeyen… (s. 187) Bu kanıt değil… (s. 189)

 

… kanıtlara ters düştüğünü… (s. 190) … itiraf etmeye… (s. 190) … itiraflar alındı. (s. 191) … düzmece kanıtları… (s. 191) … bir başka kanıt… (s. 192) … itirafta bulundu: (s. 192) Elinde kanıt yok. (s. 193) … itirafta bulundu. (s. 193)  … hiçbir kanıt yok… (s. 194) … itirafta bulundu. (s. 195) … bir kanıt yok. (s. 196) … itiraf olabileceğini … (s. 196) … kanıt teşkil etmiyor. (s. 197) … itiraf ediyor… (s. 198) … kanıtlara ulaşmaya… (s. 199) … itiraf olarak yorumlamıştı (s. 199)

 

… kanıt bulunmuyor. (s. 200) … itiraflarda bulunmayan… (s. 200) … yalancı olduğunu ispatlıyor (s. 201) … fazla kanıt içeriyordu. (s. 202) … kanıtın bulunmadığı … (s. 203) … bu ifade yalan. (s. 203) … soyut itirafları dışında… (s. 203) … itiraflarda bulunmuşlardı. (s. 204) … itiraf etmişti. (s. 205) … kanıtları aktarması… (s. 205) … itiraf ederken… (s. 206) … iki ciddi yalan… (s. 207) … kanıt yokken … (s. 207) … yalan olduğunu biliyoruz. (s. 208) … kanıtları ele alacağız (s. 209)

 

… itiraf ederken … (s. 210) … itiraf etmiş… (s. 211) … itirafa bakarsak … (s. 212) … itirafları… (s. 213) … itirafların örtüştürülmesi … (s. 215) kanıtlar içeriyor. (s. 215)… itiraf metninin… (s. 216) … itiraf etmiş… (s. 217) … itirafına dayanarak (s. 218) … kanıt bulunmuyor. (s. 218) … kanıtlanan … (s. 219) … yalan söylediği açık. (s. 219)

 

… itirafına gönderme yapıyordu. (s. 221) … kanıt oluşturuyor. (s. 221) … itiraf ettiği … (s. 223) … itirafları… (s. 224) … itiraf etmişti”. (s. 225) … kanıtla bir alakası yok. (s. 225) … itiraf etti. (s. 226) … kanıtlar içeriyor. (s. 226) … itirafının … (s. 227) … itiraf ettiler. (s. 228) … sağlam kanıtlardır. (s. 228) … yalan söylediklerini… (s. 228) … itirafta bulundu: (s. 229)

 

… itiraf etti. (s. 230) … itiraflarına göre… (s. 231) … ilişkin kanıtlarımıza … (s. 232) … itiraflarından birinde … (s. 232) … yalan olduğunu (s. 233) … itirafıyla örtüşüyor. (s. 233) … kanıtlarını oluşturuyor. (s. 233) … hiçbir kanıt yok. (s. 234) … kanıtların birçoğunu… (s. 235) … kanıtları çarpıtıyorlar. (s. 236) … kanıtlara ulaşamamışlardı. (s. 237) … itiraf ettiği … (s. 237) … yalanlarına devam ediyor. (s. 238)  … itiraf ediyor. (s. 238) … kanıtlıyor. (s. 239) … bu itiraflar… (s. 239)

 

… kanıtlara bakılırsa … (s. 240) … itiraf etmişti. (s. 240) … itiraf ettiler. (s. 241) … itiraf etti. (s. 242) … kanıt teşkil ediyor. (s. 243) … itirafından bazı pasajlar… (s. 243) … itiraf ediyor. (s. 245) … itiraf etmek… (s. 246) … itiraf ederim. (s. 247) … kanıtlar oluşturuyor. (s. 248) … itirafı olmasa da… (s. 248) … itiraf ettin. (s. 249)

 

… kanıt oluşturuyor. (s. 250) … itirafta geçen ifadeleri… (s. 250) … kanıt oluşturuyor. (s. 251) … şu itiraflarda bulunuyor: (s. 251) … kanıt sunabiliyor. (s. 252) … bu kanıtları… (s. 253) … itiraf ettiklerini gösteriyor. (s. 253) … desteklemeyen kanıtları … (s. 254) … tüm kanıtlar da elimizde. (s. 255) … ve itirafların … (s. 255) … içsel kanıtlar.. (s. 256) … itiraflarıyla örtüşme eğilimi… (s. 256)

 

… mevcut kanıtlar … (s. 263) … itiraflarıyla örtüşüyor. (s. 266) Başka neler itiraf etmek istersin? (s. 267) … itiraf ediyorum. (s. 268)

 

… kanıt teşkil edebilirler. (s. 271) … itiraf etmekle yetinmeyip … (s. 271) … kanıt sunmuyor. (s. 272) … itiraf etti. (s. 272) … kanıt oluşturuyor. (s. 273) … yer alan kanıtları … (s. 275) … itiraflarını temel alarak … (s. 275) … itiraf ettiğini … (s. 276) … kanıtlara sahip olan … (s. 277) … itiraflarda bulunmaya … (s. 277) … hiçbir kanıt yok; (s. 278) … itirafları yayımlanan … (s. 278) … öneme sahip kanıtları… (s. 279)

 

… itiraf etti. (s. 282) … itirafları teyit etti. (s. 284) … kanıt bulunmaması … (s. 287) … gösteren itiraflar… (s. 287) … kanıtlar sunuyor… (s. 288) … itiraf etmiş … (s. 288) … sağlam kanıtlardır. (s. 289)

 

… tabii ki yalan söylüyor. (s. 290) … itiraf etti. (s. 291) … itiraflarda bulunabilecek kişi.. (s. 293) … sağlam kanıtlar teşkil ediyor. (s. 294) … itiraf etmeyi inatla inkâr etmesi… (s. 294) … kanıtsal temeller… (s. 295) … ilgili bir itirafını… (s. 296) … ilgili itirafının… (s. 297) … itirafların hakiki olduğunu … (s. 298) … gerçek kanıtlardan … (s. 298) … itiraflarından haberdar; (s. 299) … başka kaynaklardan kanıt… (s. 299)

 

… suçunun itirafını … (s. 301) … itiraf ediyorum. (s. 302) … tek itiraf oldu. (s. 303) … itiraf ediyorum. (s. 304) … itiraf ettin? (s. 305) … sorgu itirafında … (s. 306) … ek bir kanıt da sunuyor. (s. 307) … sorgu itirafında… (s. 307)

 

… itiraf ettirmeye … (s. 310) … yalanın ortaya çıkacak. (s. 311) … itiraflarıyla… (s. 311)… bilmediğinin kanıtıdır. (s. 312) … itiraf ediyor. (s. 312) … itiraf ettiğini … (s. 314) … sorgu itiraflarında … (s. 315) … itiraf ettin. (s. 316) … itirafı incelemiştik (s. 317)… itiraflarımdan biliyorsunuz. (s. 318)… itiraflarda bulunmuştum. (s. 319)

 

… itirafları gizliyor. (s. 320) … sağlam kanıtlar sunuyor. (s. 321) … pek çok itiraftan … (s. 321) … sağlam kanıtlar … (s. 322) … itiraf ediyor. (s. 322) … itiraf etmekte … (s. 323) … … itiraf ettiği… (s. 324) … kanıt olarak … (s. 325) … kanıtlar olduğu … (s. 326) … bu kanıttan … (s. 327) … hiçbir kanıt … (s. 328) … itiraflarının … (s. 328) … muhtemelen yalan söylüyordu. (s. 328)

 

… sağlam bir kanıt … (s. 331) … kanıt olarak (s. 336)

 

… kanıtlara bakılırsa… (s. 342) … en önemli kanıtlardır. (s. 345) … sahip olduğumuz kanıtlar … (s. 346) … itiraf etmişti. (s. 347) … diğer kanıtlarla … (s. 347) … itiraflarının tamamen düzmece… (s. 348) … sağlam kanıtlar var … (s. 348) … itiraf etmeyi sürdürüyor … (s. 349) … kanıtlara sahibiz. (s. 349) … kanıtlarla da tutarlıdır

 

… (s. 350) … kanıt olmadığını biliyoruz … (s. 351) … kanıtlara bakarak … (s. 351) … kanıtlar olmaksızın … (s. 355) … itiraflarını gösterdi. (s. 356)

 

… kanıt sunmuyor. (s. 362) … itiraflarıyla değil… (s. 363) … kanıtları incelemeye … (s. 363) … kanıt bulunmadığını … (s. 364) … kanıtlarla ilgili … (s. 365) … kanıtsal temellere … (s. 367) … kanıtlara sahibiz; (s. 368) … ilk itiraflarına dair … (s. 369)

 

… itiraf etmişti. (s. 370) … kanıtların dışında … (s. 370) … itiraf ettin… itiraf ediyor musun? (s. 375) … itiraf etti. (s. 376) … kanıtlara dayanarak … (s. 378) … kanıtlar hakkında … (s. 379)

 

… suç itiraflarında bulundular. (s. 380) … kanıtlar bulmayı … (s. 380) … kanıta dayanmadan … (s. 382) … kanıtlar karşısındaki … (s. 383) … yanlış kanıtları delil olarak… (s. 384) … kanıtlar sunuyor. (s. 385) … ilk itiraflarında … (s. 385) … kanıt sunamıyor. (s. 386) … itiraf ettiğini biliyoruz. (s. 386) … kanıt teşkil etmiyor. (s. 388) … kanıt olmadığının … (s. 389) … uygun itiraflarda bulunmaya … (s. 389)

 

… maddi kanıtlar… (s. 390) … komplocuların itiraflarına … (s. 390) … itiraflarının yalan olduğunu … (s. 391) … itiraf etti. (s. 391) … kanıt bulunmadığını … (s. 391) … hiç kanıt yok. (s. 393) … itiraflarını geri çekti. (s. 393) … kanıt yok… kanıt vardı. (s. 394) … itiraflarından … (s. 394) … kanıtları reddediyor. (s. 395) … itiraf etme vb. … (s. 395) Yalan. (s. 396) … itiraflarına dayanıyordu. (s. 396) … yaptığı itirafta … (s. 397) … kanıt olmadığının farkında. (s. 398) … kanıt yok. (s. 399)

 

… kanıt yok. (s. 400) … itiraf etmişti. (s. 400) … kanıtlarla desteklenip … (s. 401) … kanıt bulunmuyor. (s. 402) … kanıtlar olsaydı… (s. 403) … kanıt var… kanıt yok. (s. 404) … çarpıcı itirafları gibi … (s. 404) … kanıtlarla da örtüşüyor. (s. 405) … söz konusu itirafları … (s. 405) … kanıt olmaksızın … (s. 407) Kanıtlara göre… (s. 408) … yalan söylediğini biliyoruz. (s. 408) … bazı kanıtlar yok edilirken

 

… (s. 410) … hepsi yalan… hepsi yalan.  (s. 411) … destekleyen kanıtlar … (s. 411) … kanıtları görmezden geliyor. (s. 412) … mevcut kanıtlarla … (s. 414) … itiraflar gerçekse … (s. 416) … kanıtların büyük kısmını … (s. 416) … itiraflarının … (s. 417) … kanıt sunamıyor. (s. 417) … itiraf eder; … itiraf etmez; … itiraf eder;… itiraf etmez; … itiraf eder. (s. 418) … kanıt teşkil etmez. (s. 418) … başka kanıtlar oyuna girer. (s. 418) … itirafı… (s. 419) … kanıt yoksa … (s. 419)

 

… itiraflara dair … (s. 420) … ilgili kanıtlar … (s. 420) … itiraflarda bulunmaları için … (s. 421) … kanıtları incelerken … (s. 421) … suç itiraflarını … (s. 422) Tüm bu kanıtlar … (s. 422) … itiraflarda bulunan … (s. 423) … kanıt bulamadığını … (s. 423) … itiraflarda bulunması… (s. 424) … itirafını geri çekmeyi … (s. 424) … kanıt bunmuyor, çünkü yok. (s. 424) … Tamamen yalan bu. (s. 424) … her tür kanıt … (s. 425) … itiraf ediyordu. (s. 426) … tek kanıt … (s. 426) … bir kanıt yok. (s. 427) … ek kanıt teşkil ediyor bu… (s. 428)

 

… ilk itirafı… (s. 430)

 

 

 

Gün Zileli

14 Haziran 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

1937 – Moskova Duruşmaları ve Kızıl Ordu Generallerinin Tasfiyesi

Artıgerçek Sovyetler Birliği’ndeki 1930’lu yılların “Büyük Temizlikleri” konusuyla ilgilenenlerin ne zamandır beklediği, Sovyetler Birliği’nin akademisyenlerinden …

172 Yorumlar

  1. Biliyorsun Yazılama yayınları ve Nazım kültür merkezi Tkp’nin devamı olan Kp’ye ait. Sanırım bugün onların mekanına ilk defa gittin hayatında. Nasıl karşıladılar seni? Laf dokundurdular mı? Şaşırdılar mı bu kitabı sorunca ve seni görünce?

  2. İçkiyi biraz fazla kaçırınca, ama tam da kusmaya yetecek kadar bulanmayınca mide, bulantı dinene kadarki o eziyetli bir iki saatlik zaman diliminde nasıl içi sıkılır keyifsiz olursa insan, bu pasajlarda o hissi buldum. Bu işkencelerden geçenlerin itirafları da metaforik olarak bulantıya dayanamayıp boğazına parmak atan içkiciler gibi sanıyorum.

    Bu yazı şimdi apolojistleri de ahşap doğramalardan çıkartıp getirebilir. Ne de olsa, anlatıda iç tutarlılık var mı var, sindirmeye yeminli bünyeler bunu da sindirir, zehirlendiğini anlamadan. Fakat başka herhangi bir yerinden tutunca elinde kalan tutarlılıklardan bu. Ya da ne diyorum ben yahu, itiraf ediyorum ki, elimde tek bir kanıt yok!

  3. ilk kez gitmiyorum. Beş yıl önce giderdim. Köpeğimi almama kararlarını öğrenince bir daha adımımı atmadım. beni tanırlar. şaşırdıklarını sanmıyorum.

  4. Oslo görüşmeleri öne sürüldüğunde hemen “kanıtlamayan şerefsizdir” denildi.
    Bu adamlar böyle…

    12 yaş çocukların sorgulanma yasası… o sanıkların verdiği tuhaf, böcekleşme itirazının itirafları .. O kadar çok dolaylı kanıt var ki. 1500 lerde dünyanın döndüğünü gösteren bulgular gibi.. Ve kilis reddetti.. Kanıt yok! Ve hala bu gerçekliği reddedenler var

  5. itirazının değil itirafının olacak.
    GZ bulursa (bende vardı, yıllar önce, kaybettm) o 1937 sanıklarının “itirafları ” bile, kendi başına, arkasında “beni öldürün, sevdiklerime dokunmayın ” ifadeleridir.
    “Çok sağlam” dolaylı kanıtlardır.

    Dünyada da faşizm yükselecek görünüyor. Burada da Stalin işbaşında! Bu sebeple Faşist taktiklerin yeniden gözden geçirilmesi güncel sayılmalı…

  6. selam arkadaşlar rusyada temzilik tüm hızıyla devam ediyor bırakın gazetecileri akademisyenleri putin diktatörlüğüne tapmayan tüm plotorya (solcu geçicen tüm türkiyede ki arkadaşlar bu bu diktatörün arkasından koşmaya devam ediyor lafı mı unutmuştu tün engellilere ve hamile kadınlaralara bile agır cezayı müdahaele uygulanıyor rus tarhinde zileli hocam bize rus tarhimizi aydınlatıyor. Rusya tüm amaçını avrupa birkigi ülkerii dizany etmeye çalışmak istedi ve arap ülkeleri petrol fiyatlarını kendi hesapına göre ayarlamaktı lazkiyede üst elde etmesi çocuk katili putunin 25 yıl karnını az da olsa doyurur türkiye ile savaşmamasın önemli nedeni 3-4 yıl savaştıktan sonra usa turkeyi ve russain dizayn edecegini biliyorfu. rusya için mavi akım projesi çok önemli hiç olmasa avurpa ya türkiye üzüerinden bir tünel oluşturabilirler ama en öenmlisi olan rus halkı eskisi gibi putinin arkasından koşmuyor buda putin ve çevresindekileri tedirgin ediyor…

  7. zavallı staline saldırmayınız …,izninizle uzunca bir alıntı paylaşmak istiyorum,”bolşevik devrimi , e.h.carr 1.kitap, ”bölüm 8,partinin üstünlüğü shf 174 ve devamı sayfalar ”
    ”her sosyal ilişki,özü gereği,üstünlük ve bağımlılık yaratır.dolayısıyla,her parti örgütü,demokratik bir temele dayanan güçlü bir oligarşiyi temsil eder.her yerde şeçmenler ve şeçilenler vardır.fakat aynı zamanda,her yerde,şeçimle başa gelmiş önderlerin şeçmen kitle üzerinde kurdukları bir iktidar vardır.binanın oligarşik yapısı,onun demokratik temellerini gizler”bolşevikler ,1917den sonra kitle partisine dönüşünce,bu süreç hızla başladı.hiç şüphesiz bu süreç,1917den önce,parti içinde yer etmiş gizlilik ve disiplin geleneğinden ,1917den sonrada devlet içindeki tekelci parti olarak tedricen eriştiği özel durumdan ve belki de rus işçilerinin,batılı işçilere kıyasla,siyasi bakımdan geri ve tecrübesiz olmalarından dolayı hızlandı.devrimci bir partinin bir hükümet partisi haline gelmesi,zaferle sonuçlanmış bütün devrimlerin bir özelliği olmuştur ve bildik sonuçlar yaratmıştır.yıkıcılıktan yöneticiliğe geçen parti,yasanın,düzenin ve devrimci iktidarın meşru otoritesine boyun eğmenin erdemlerini keşfeder.mevcut devrim hükümetinin şimdi ihanet ettiğini öne sürdükleri eski devrimci ilkeler adına devrimi sürdürmek isteyenler,partiye ‘sol’dan hucüm’a geçerler.rus devriminin tarihinde de bu kalıba uygun hareket edildi.ancak parti ile devlet arasındaki karşılıklı yeni etkiden dolayı,daha ayırt edici başka bir özellik belirdi.parti ile devlet arasındaki ortaklık,partiyi doğrudan doğruya her milli krizin içine itiyor ve milli birlik ve milli önderlik çağrılarını,partinin birliği ve parti önderlerine bağlılık haline getiriyordu.safları şıklaştırmak,millet içinde,parti içinde milli tehlikeye karşı doğal bir tepkiydi.parti önderi lenin’i milli önder lenin’den ayırt etmek mümkün değildi artık.lenin’in üstünlüğü devlet içinde olduğu kadar,parti içindede vazgeçilmesi zor bir kişisel önderlik geleneğinin yaratılmasına yol açtı.parti içindeki tartışmalar ne kadar şiddetli olursa olsun,parti üyeleri parti kararı alınıncaya kadar ,ancak bu ana kadar davranış özgürlüğüne sahiptirler kuralına göre yapılıyordu.devrim öncesi kamenev ve zinovyev’in partiden atılmakla tehdit edilmelerine yol açan hatalar,karar alınmadan önceki merkez komite tartışmalarında karşıt görüşleri dile getirmiş olmaları değil,oy çokluğuyla alınan karar, görüşlerine uymadığından ve buna açıkça itiraz etmiş olmalarıydı …bu bölüm uzayıp gidiyor,yaratılan siyasi iklim ortamının sonucudur stalin,stalin’in yerine çok rahat troçki’yi, zinovyev’i veya kamenev’i koyabilirsiniz…..

  8. 1692’de kurulduğunu dile getiren PAKURD kısaltması ile bir siyasi parti var. İlk kez duyuyorum.

    PAKURD – Partiya Kurdistanî

    http://partiyakurdistani.org/

    https://twitter.com/PAKURD/

    Genel Başkan: İbrahim Halil Baran, profilinde ‘pasifist’ olduğunu söylüyor.

    https://twitter.com/ibrahimhbaran/

    Gün bey, bu parti ve genel başkanı hakkında bilginiz var mı?

    Gün bey dışında, duyanlar, bilgisi olanlar var mı?

  9. MHP olağanüstü kongresinde tüzük değişikliği yapıldı ve Meral Akşener’in önü açıldı.

    Akşener’e bu yolu açan asıl ekibin Fethullah Gülen cemaati olduğu söyleniyor.

    RTE diktatörlüğünü yenmek için, cemaatin desteği olsa da olmasa da Akşener desteklenmeli midir?

    Kürt özgürlük hareketlerinin buradaki yeri, mücadelesi ne olacak?

    Anarşizmin ‘sağ’la taktiksel olarak uzlaştığı anlar var mıdır tarihte?

    ‘Sağ anarşizm’, ‘sağcı anarşizm’ olur mu?

  10. faili meçhulleri bile savunan bir faşist asenanın desteklenmesi söz konusu olamaz elbette. Yesinler birbirlerini.

  11. Tatava yapma bas geç’e ne oldu Gün Zileli? 2 sene önce bu zamanlar MHP’ye, BBP’ye, Saadet’e oy istiyordunuz. Şimdi AKP için en büyük rakip olabilecek Akşener’e çemkiriyorsunuz.

  12. O seçimlere özgü çok özel bir taktikti. Kafayı biraz çalıştırırsanız anlarsınız.

  13. bu ne perhiz bu ne lahana turşusu

    Yerel seçimlerde oy istediğiniz bir adet Mansur Yavaş var idi Gün Bey, hatırladınız mı? “Faili meçhulleri bile savunan bir faşist asenanın desteklenmesi söz konusu olamaz” diyorsunuz ama daha iki sene evvel şu sözlerin sahibi Mansur Yavaş’a tatava yapma bas geç diye oy istemiştiniz:

    “Deniz Gezmiş’i, hakim katili Yılmaz Güney’i, terörist Kör Eşber’i (Eşber Yağmurdereli), Yaşar Kemal’i kahraman ilan edip, ülkücüleri mafya ve çete ilan eden azılılara soruyorum: Bu insanlar mı çete yoksa siz mi çetesiniz?”

  14. Bakın, anlamadığınız şu, madem kafayı çalıştırmadınız anlatayım: O seçimlerde adayın niteliğinin hiçbir önemi yoktu. ister Mansur Yavaş olsun, ister Sarıgül olsun (niteliklerini çok iyi biliyorduk elbette) seçimde hiçbir önemleri yoktu. Yani diyelim ki, AKP’nin adayı öbürlerine göre bir gıdım daha solda bile olsaydı, yine bu kötü adaylara oy vermek gerekirdi. Çünkü burada önemli olan AKP’nin oylarını düşürmek ve hızla diktatörlüğe yönelen AKP’ye bir seçim yenilgisi tattırarak önüne bir baraj çekebilmekti. Burada, AKP dışındaki güçlerin niteliğinin ya da adayların bir önemi yoktu. Baş hedef akp’ye darbe indirip özgürlük güçlerinin nefes almasını sağlamaktı. Zaten adayların niteliklerine bakarsanız hiç kimseye oy ver dememek gerekirdi ve gerekir. Hatta bu mantıkla hdp’nin kimi adaylarına da oy veremezsiniz.

    Gelelim Akşener olayına. Akşener’in MHP yönetiminin burçlarına tehlikeli darbeler indirmesi elbette iyidir. Fakat bunun böyle olduğunu tespit etmek, onu desteklemek anlamına gelmez. Çünkü Akşener’i desteklemek, doğrudan onun ideolojik niteliğini desteklemek anlamına gelecektir. Kaldı ki, bizim bu olayda bir dahlimiz olamaz, yerel seçimlerin aksine. Bu, faşist bir partinin iç hesaplaşmasıdır. Bizim bu konuda bir tutum almamız gerekmez. Zaten alsak da sonuca bir etkisi olmaz. ayrıca faşist klikler arasında tercih yapmak bizim işimiz değildir.

  15. marxist argüman

    10 nolu yoruma atfen:

    sayin zileli kendisini “anar$ist” olarak görüyorsa, “yok sen anar$ist alamazsin” demek sacma olur, yalniz sayin zileli’nin yazilarindan $unu anlamak zor degil, zileli devlet ve düzen ile köprüleri atmi$ bir devrimci anar$ist degil, bilakis devleti, milleti ve vatani icin kaygilanan, bundan dolayi demokrasi, serbest secimler denilen sirk’e kayitsiz kal(a)mayan devletsever, vatansever, milletsever bir ulusalci anar$ist. ister marxist ister anar$ist olsun, sistem muhalifi bir devrimci secim sandigi gibi sacmaliklarla ilgilenmez.

  16. marxist argüman

    sayin zileli, siz stalin’i unutturmamaya karalisiniz galiba; bu stalinizm, anti-stalinizm ne bitmez tükenmez bir sermayeymi$, bozdur bozdur harca:

    stalin dogustan bir canavar falan degildi; adam sosyalist devletin/vatanin cikarlari neyi icab ettirdiyse, o dogrultuda davranmi$. ben bu sitede beyaz yakalilar ve benden ba$ka devletin/düzenin varligini sorgulayan, “vatansiz” insan göremiyorum. dikkat edin burda “stalinizm” derken bir öcüden, $eytandan bahseder gibi bahsedenler en az stalin kadar sevgili devletleri/vatanlari T.C. icin kaygilanan insanlar. sayin zileli de dahil olmak üzere, bu sözde anti-stalinistlere cagrim: siz önce kendi devlet/millet/vatan duygunuzu/sevginizi sorgulayin, ondan sonra stalin’e sira gelsin.

    ogürsel, her defasinda “bu ülke/vatan sevilmez mi” gibi $eyler yaziyorsun ya, stalin de senin gibi “sosyalist vatan”ini seven bir devlet adamiydi. aranizda ki tek fark, o, sosyalist devleti yöneten bir devlet adami olarak, devletin cikarlari neyi icab ettirmi$se ona göre davranmi$.

  17. Sayın (marxist argüman) 12'ye

    Sayın “marxist argüman” 12,

    Şahsınızın yazdığı; başta “kapitalizm karşıtı” olmak üzere, “her tür otoriter eğilim”e başkaldıran tahlil, tespit, eleştiri, çözüm önerileri vb.’lerinizin ekseriyeti hususunda sizle uzlaşıyoruz.

    Kısa tutmak adına:

    Kapitalizmin zehir üreten kuluçka merkezleri olan “şirketokrasi”ye karşı yürüttüğümüz mücadelede; sosyal & siyasi “weltanschauung”lar arasında müttefiklik kurduğumuz dünya genelinde binlerce oluşum var. Bunlar arasında, elbette, “‘Stalinist’ler” de var. (Not: Siteyi ziyaret eden bazı fincancı katırları ürkmesin diye; “faşizm”e ve “dincilik”e karşı yürüttüğümüz mücadelenin seviyesi ile, “kapitalizm”e karşı yürüttüğümüz mücadelenin seviyesi aynı.)

    Bazı “‘Stalinist’ler” ile de müttefiklik kurmamız; “Stalinizm”i benimsediğimiz anlamına gelmiyor.

    Siz, sayın “marxist argüman”, bunu “ima etme niyetinde” olMAsanız bile; konuya, yok yere dallanıp budaklanmasın diye açıklık getirdik.

    ===== Son ek 1 =====

    “ogürsel / “Nebu”, bir “Neo” Osmanlı projesi daha mı? Çok’lu yönetim; Federasyon-Eyaletler sistemi…” başlıklı sayfada, sayın “ogürsel” ve benzerlerinin “gelişmişlik” algısı üzerine yazdıklarınız; önemli işaretler içeriyor sayın “marxist argüman”.

    Sizin işaretlerinize bir katkı daha yapalım:

    Sayın “sosyal-demokratımsı” ogürsel; bilimsel araştırmalar sonucunda “patent başvurularındaki yüksekliğin/düşüklüğün” de gelişmişlik algısında bir kriter olduğuna inanıyor.

    Burada, devasa bir kafa karışıklığı var. İzah edelim:

    Sayın “ogürsel”in, “‘bilim’i ayaklar altına alıp çiğnemek” hususundaki “isyanı”nın meşru olduğunu kabul ediyoruz. (Örnek: Liselerde “bilim”in tekrar ilk sıraya konması temelinde ilerleyen protestolar; ülke çapında yaptığımız saha araştırmaları sonucunda hazırladığımız raporları, liselerdeki öğrenci temsilcisi yoldaşlarımıza göndermemizle ivme kazandı.)

    Fakat, “patent” denen şeyin “bilim” ile uzak/yakın ilgisi olmadığını, (“Nobel ödülleri” denen şey nasıl “pazarlama ve reklam mecrasında dağıtılan zırvalar” demek ise), “patent” denen şeyin; “hiyerarşik, ve ‘özel mülkiyetçi’ zihniyet”in “bilim”e de zerk edilmek istenmesi demek olduğunu sayın “ogürsel”e (ve onun gibi düşünenlere) hatırlatırız.

    Hayattaki özgürlükler kısıtlanmak istendiğinde nasıl mücadele ediyorsak;
    “Bilim”deki “özel mülkiyetçiliği; hokkabazlıklar yaparak, albenili kelime oyunlarıyla teşvik eden” her tür “hiyerarşi hamlesi”ne karşı da mücadele etmeliyiz.

    “Bilim yolundan sapmadan yapılan buluşlar” başka şey;
    Bu buluşları, “patent” zırvasıyla “özel mülkiyetçiliği körüklemek” amacıyla sömürmek başka şey!

    Aradaki farkı anlamaya gayret ediniz sayın “ogürsel” ve benzerleri.

    (Not: Sayın “ogürsel” şu eleştiriyi yöneltebilir:
    “İlk önce ‘buluş’ yapacak kadar ‘bilim’i yaygınlaştırmayı becerelim, ‘dinci faşizm’e karşı mücadelede ivme kazanalım; ondan sonra, ‘patent’ özel mülkiyetçiliği körüklüyor mu? / körüklemiyor mu?, sorunsalına etraflıca kafa yorarız.”

    Bu eleştiri haklıdır.)

    ===== Son ek 2 =====

    “Ekonomi” denen şeyin “kapitalist tezahürü” üzerine yazdıklarınız; bu sitede, daha önce kimsenin yazmaya yanaşmadıklarından oluşuyor sayın “marxist argüman”. Plazalarda C.E.O. kıçı yalamak için zincirlerle bağlanmış olmasaydık, bu sitenin pek çok “devlet babadan akan aylık veya 3-aylık emekli maaşıyla” köleleştirilen ziyaretçisi kadar vaktimiz olsaydı; özellikle 1800’lü yıllar boyunca ardı ardına yaşanan “ekonomik krizler tarihi”nin sebep ve sonuçlarını aktarmak isterdik.

    Siz, sayın “marxist argüman”, en azından; ekonominin “e”sinden zerre haberi olmayan, “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”in “r”sinden zerre haberi olmayan (ve bunu; özellikle Darwin’in meşhurlaştırdığı “doğal seçilim”cilik tabiri ile ısrarla “hatalı” karıştırıp çorba hâline getirmekten gocunmayan) bu sitenin pek çok ziyaretçisine; ders niteliğinde ikazlarda bulunuyorsunuz.

    İkazlarınızın havada kalmaMAsını umut ediyoruz, ama ne yazık ki; kalacakmış gibi gözüküyor! (Yanılmayı çok isteriz!)

    “ogürsel / “Nebu”, bir “Neo” Osmanlı projesi daha mı? Çok’lu yönetim; Federasyon-Eyaletler sistemi…”

    “21 Haziran 2016”, “47” numaralı metinden:

    (http://www.gunzileli.com/2016/06/13/ogursel-nebu-bir-neo-osmanli-projesi-daha-mi-coklu-yonetim-federasyon-eyaletler-sistemi/#comment-214618)

    “günümüz global kapitalist dünyasinda bir devletin/ulusal ekonominin geli$mi$ligi icin olmazsa olmaz $artlar var: sermaye/kapital/kredinin varligi/büyüklügü, siyasi/toplumsal istikrar, ekonomik altyapi/infrastruktur, ucuz i$gücü vs. yani kapitalist bir i$letme “nereye yatirim yapayim” hesabi yaparken, bir devletin federatif mi yoksa merkezi olup olmadigina bakmaz. örnek: amerikan GM otomobil firmasinin üretim tesislerini amerikadan söküp önce meksika’ya sonra da cin’e gitmesinde belirleyici olan her$eyden önce ucuz üretim, ucuz i$gücü faktörüdür. meksika ya da cin, federatif mi merkezi mi, kapitalist ekonominin aktörleri icin bunun bir kiymeti yok.”

    Esen kalın.

  18. marxist argüman

    kapitalist ekonomi dünyasindan enstantaneler:

    “Bodrum’da ortalık karıştı: 50 kişi birbirine girdi, 14 yaralı var
    Muğla’nın Bodrum İlçesi’nde alışveriş yapan turistleri kendi mağazalarına çekmek isteyen çalışanlar arasında çıkan tartışma, yakınları da katılınca taşlı sopalı kavgaya dönüştü. Yaklaşık 50 kişinin birbirine girdiği kavgada 14 kişi yaralandı, 25 kişi gözaltına alındı”. (basin)

  19. marxist argüman

    beyaz yakalilarin 13 nolu yorumuna atfen:

    ogürsel gibi demokrasi idealistleri/fanatikleri dünyada ki bütün sorunlarin demokrasi eksikliginden kaynaklandigina iman etmi$lerdir. bu demokrasi sevdasi cölde susuzluktan serap görme kadar yanilticidir, sonsuz bir hayal/illüzyon kaynagidir. i$in asil zor tarafi $u ki, demokratik yönetim bicimi bir insanlik ideali olarak tabula$tirildigi icin “demokrasi nasil bir yönetim bicimidir, demokrasiye a$ik olmadan önce, $u mereti mercek altina alip bir inceleyelim” der demez, $eytan ta$lar gibi, fanatik demokratlarin ta$lari üstümüze yagmaya ba$lar. demokrasiyi tabula$tiranlar devletin varligini sorgulamazlar, bunun yerine ogürsel’in yaptigi gibi “acaba merkezi bir devletin otoritesi altinda mi ya$amak daha iyi olur yoksa fedaratif bir devletin mi” gibi fikir cimnastigi olmaktan ba$ka hicbir i$e yaramaz bos-bele$ tarti$malari pek severler.

    demokratik devleti idealize edenlerin ezberini bozacak birkac $ey daha yazayim. bilindigi gibi 2013 yilinda amerikan gizli dinleme örgütü NSA cali$ani edward snowden, bir demokrasi idealisti olarak yasadigi hayal kirikligi sonucu birtakim itiraflarda bulundu. neydi o itiraflar: amerika devleti bütün vatanda$larini özel hayatina kadar dinleyip izliyor. sadece kendi vatanda$larini degil, yabanci devletlerin siyasi, iktisadi, askeri sirlarini da gizlice dinleyip kayit altina aliyor. bu i$i sadece amerika devleti mi yapiyor? hayir, en basta geli$mi$ demokrasiler olan AB devletleri ba$ta olmak üzere, bütün devletler imkanlari dahilinde bu dinleme/takip/ total kontrol mekanizmasina sahiptirler. haydi diktatörlükle, fa$izmle yönetilen devletleri anladikta, “geli$mi$/istikrarli demokrasiler” denilen geli$mi$ kapitalist devletlerin bu “total kontrol” meraki ve ihtiyaci nerden kaynaklaniyor, demokrasiyi tabula$tiranlar böyle konulara hic kafa yoruyorlar mi acaba?

    e. snowden’in anlattiklarini aslinda üc asagi be$ yukari hepimiz biliyoruz. yalniz i$in püf noktasi $u: bu bilgilerden, verilerden hangi sonuclara variyoruz?

  20. marxist argüman

    ogürsel’in “sorumlu” bir türk yurtseveri/vatanseveri olarak kendisini, devleti yöneten politikacilarin, generallerin, milli istihbarat seflerinin yerine koyup, “acaba devletimiz/vatanimiz T.C. federatif bir devlet olsa hepimiz icin daha hayirli olmaz mi?” seklinde sürekli düsünce cimnastigi yapmasi neden bo$-bele$ bir me$kaledir?

    cevap: T.C.’yi yönetenler istemezler mi yönettikleri devlet, kapitalist rekabet hiyerar$isinde 3. ligde degil de birinci ligde oynasin, hatta amarikayi tahtindan edip liderlik koltuguna otursun? isterler. T.C.’nin otoriter lideri tayyip’in kendisinden büyük devletlere nasil posta koydugunu, “bundan sonra bize 3. dünya devleti muamelesi yapmayin, biz osmanlinin torunlariyiz” gibi cikislar yaptigini görüyoruz.

    ogürsel, cok merak ediyorsan git tayyip’e sor, sana anlatsin T.C.’yi neden federatif bir devlete dönüstürmek istemedigini. yalniz dikkatli ol, tayyip asabi adam, osmanli tokati yemeyesin. ikna olmazsan genelkurmayin kapisini cal, onlara da sor. yine de ikna olmazsan milli istihbarat teskilatina sor.
    lafi $uraya getirmek istiyorum, bir devleti yönetenlerin i$i gücü zaten devletin cikari, bekaasi icin en uygun politikalar belirlemek degil midir? peki ogürsel gibi siradan vatansever vatandaslarin devlet yöneticilerine akil vermeye calismalari, “devleti $öyle yönetseniz daha iyi olmaz mi” seklinde tavsiyelerde bulunmaya calismalari abes degil midir? böylesi bir davrani$ ali koc’a “sen sirketlerini, holdingini $öyle yönetirsen daha cok para kazanabilirsin” $eklinde akil vermek kadar sacma bir davrani$ degil midir?

  21. Marksist argue-man’ın ş harflerinin dolar işareti olarak çıkması çok ilginç.

  22. marxist argüman

    sayin zileli’nin 15 nolu yorumuna cevap:

    hem dolar milyoneriyim, hemde amerika hayraniyim, ondan dolayi bilgisayarimda $ harfini özel olarak dolar i$areti $eklinde yaptirdim. hani bazi zenginler tuvalet banyoyu altindan yaptirir ya, benim aklima da bu geldi.

  23. 16
    boş konuşuyorsun. Senin gibi darbeci halk kurtarıcılarının akıbeti bilinirken bu özgüveninin saçmalığına dikkat et..
    Sonuçta burada ulusal bir sorun var.. ve bu sorun sınıfsal bilinci bulunmayan, seküler kavrayıştan nasibini almamış; bir yanda 1600’lerin çöken islamcılarının son kuşağı , diğer yanda taklitçi bilinçsiz “modernciler” dünyasında yaşanmakta.. Çözüm de halklar tarafından gerçekleşecek.. Darbeci solcuların askerden medet umması sanırım senin bilinçaltında kopyalandığı için de bunu bana yansıtıyorsun.. Kusura bakma ama sende 70’li yılların dogmatik zihnini görüyorum ve seninle “paradigmamız” farklı.. Umarım yaşın yeterli..20-30 yıl sonra bugünlere tekrar bakarsın.. (sanırım ben bakamıycem!)

  24. 13’e

    Marksist argüman kapitalizmi eleştiriyor mu yoksa yüceltiyor mu? Bence Marksist argüman kapitalizmi eleştirirken diğer yandan da, onun alternatifsiz olduğunu ima ederek onu yüceltiyor. O yüzden Marksist argüman, Marksist de değil.

    Çünkü Marksist argüman’ın yazılarından çıkan sonuç zaten bu: “kapitalizmi eleştirmek bile aslında anlamsız çünkü o zaten en reel olan. Onun dışında altermatif realite idealist zırvalıklar. O yüzden ona yapılan eleştiriler, tüm çözüm önerileri boş. Çünkü reel olan bu.” Peki kendisi o halde kapitalizmi eleştiriyor: herhalde laf olsun diye bunu savunuyor.

    Buradan bakarsanız marksist argüman’ın kapitalizmi aslında eleştirmediği, alternatifsiz olarak gördüğünü veya dolaylı olarak öyle göstermeye çalıştığı açıktır.

  25. “Marksist argüman kapitalizmi eleştiriyor mu yoksa yüceltiyor mu?” ben de ne zamandır aynı soruyu soracaktım valla.

  26. marxist argüman

    benim kapitalizm elestirilerimi anlamakta zorlanan arkadaslar, size soruyorum: “beyaz yakalilar” beni gayet iyi anlarken siz beni neden anyamiyorsunuz acaba?

    yillardir bu sitede basta sayin zileli olmak üzere “islamcilari nasil iktidardan indirip kemalistleri basa gecirebiliriz” seklinde tartisanlarin benim kapitalizm elestirilerime fransiz kalmalarina sasirmamak lazim. benim yorumlarimda anlatmak istedigim $udur:

    birincisi, mevcut sistemi/düzeni elestirmeye calismak iyi ama, elestiriyi nasil yapacagimizi da bilmemiz, ögrenmemiz lazim. yanlis elestiri yapmaktansa hic elestiri yapmamak daha iyidir.
    ikincisi, ben yazdiklarimla sürekli $una vurgu yapmaya calisiyorum: ulusal sorunlardan tutalim klima, cevre, sömürü, aclik, göc, mültecilik, issizlik, savaslara kadar, bütün bu sorunlar mevcut kapitalist-emperyalist düzenin yol kazalari falan degil, bu düzenin kacinilmaz sonuclari, yani bu sorunlar kapitalist programda mevcut. hal böyleyken, basta sayin zileli olmak üzere, düzen ici cözüm hayalleri ile bosuna zaman ve enerji kaybedenler, iktidar mücadelesinde devlet fraksiyonlarinin birini digerine karsi savunup, taraf olanlar, her secimde heyecanla sandik basina gidenlerin benim gibi, beyaz yakalilar gibi mevcut devlet/düzen ile köprüleri atmis muhaliflerin dilini, jargonunu anlamamalari dogal. o zaman asik ibreti’in misralari ile size sesleneyim: arif olun da önce kendinizi taniyin, yoksa ekliniz ermez lisanimiza.

  27. 19’daki tespit güzel.
    Bu sadece kapitalizmle de ilgili değil, genel bir düşünce biçimi. Örneğin uluslara, ulusçuluğa veya ulus-devletlere bir nevi kadir-i mutlaklık atfeden görüşler de böyledir. Hatta bu konuya Marksist Argüman’dan çok daha doğru bakan Demir Küçükaydın bile bazen bu hataya düşüyor sanki.

  28. yillardir bu sitede basta sayin zileli olmak üzere “islamcilari nasil iktidardan indirip kemalistleri basa gecirebiliriz” seklinde tartisanlarin

    Bir kere öyle bir şey savunulmuyor, bu iktidarın düşürülmesi savunuluyor sadece. Kemalist muhalefetin bu iktidara karşıtlığının da bu süreçte bir rolü var az ya da çok.
    İkincisi; Kemalist denilenler bu ülkenin yüzde 30 civarını oluşturduklarına göre merkeziyetçi parlamenter sistemde iktidar olmaları zaten imkansız. (Bu merkeziyetçi yapı da O. Gürsel’in bu konuda haklı olduğunu ve M. Argüman’ın eleştirilerinin yanlışlığını göstermiyor mu?)

  29. marxist argüman

    sayin zileli’nin stalin yazilari hic kimsenin hakli olarak ilgisini cekmiyor. madem tartisma bu yazinin altinda yogunla$ti, o zaman doktorumuz ogürsel’in yazisinin altina yazdigim uzun bir yorumu buraya alayim, tarti$maya burda devam edelim:

    ogürsel bana, “senin önerin nedir” diye sormu$.

    birincisi, benim gibi siradan insanlarin önerilerini soran da yok, yazsam dikkate alan da yok, ondan dolayi kendi kendime gelin güvey olmam.
    ikincisi, ben mevcut kapitalist-emperyalist sistem icinde öneriler yapmiyorum, cünkü senin o kafa patlattigin ve cözümler bulmaya cali$tigin sorunlarin bu sistemin yol kazalari degil, kapitalist-emperyalist düzenin bizzat ürettigi sonuclar oldugunu biliyorum. bunu her yorumumda da yaziyorum. bundan dolayi benim insanlara yapacagim tek tavsiye var: devrim. daha öncede yazdim, sorunu, düzenin bizzat kendisinin ürettigini bilince cikarmak istemeyen senin gibileri sürekli “yapici-konsruktif” elestiri/öneriler yaparlarken, benim gibileri “yikici/destruktif” elestiri yaparlar. benim yazdiklarim ile senin yazdiklarin arasinda ki fark i$te burdan kaynaklaniyor.

    ogürsel, T.C.’nin ulusal sorunu/kürt sorunu hakkinda fikrimi sormu$. kürt hareketi ile ilgili yazilarin altina daha önce bu konuda cok sayida yorum yazmi$tik. ogürsel, o yazilarin altinda ki kendi yorumlarini ve birde benim yorumlarimi tekrar oku bakalim, hayat seni mi beni mi dogruluyor. sen de sayin zileli gibi, yanilgilarindan hicbir ders cikarmadan dogmatik/ezberci bir kafa ile hep ayni $eyleri yazip duruyorsun. sayin zileli dogmatik anar$ist, sen de dogmatik sosyal demokrat. neyse, madem sordun, dilim döndügünce anlatmaya calisayim. önce $öyle bir ba$lik atayim:

    KAPITALIZMDE ULUSAL SORUN

    kapitalist ekonomi ile ortaya cikan günümüz modern devletlerinin harcini, “modern a$iretcilik” olarak adlandirabilecegimiz “ulus/millet” ideolojisi olu$turur. ulus devlet, adi üstünde homojen bir ulus/millet temelinde kurulur; ari/saf bir ulusu/milleti $art ko$ar. bir din nasil ki tabiati/özü geregi ba$ka bir din ile uzla$amazsa, ulus/millet ideolojisi de tabiati/özü geregi bir ba$ka ulusun/milletin varligi ile uzla$amaz. türk ulusalciligi/nasyonalizmi üzerine kurulu T.C.’nin ya$adigi kürt sorunu buna iyi bir örnektir. tayyip’in: “devlet icinde devlet olmaz, bayragin yaninda baska bir bayrak olmaz” derken dile getirdigi gercek, harci türk ulusalciligi ile karilmi$ T.C. devletinin baska bir ulusal ideolojiye -kürt ulusalciligi- tahammül etmesinin, uzla$masinin imkansizligidir. ulusal bir devletin bünyesinde gelisen baska bir ulusal fikrin, bir devleti bölebileceginin dünya siyasi tarihinde sayisiz örnekleri vardir. tek bir yugoslavya devletinden kac devletcik, ulus-devlet olu$tugunu, daha dogrusu batili emperyalistler eliyle olu$turuldugunu hatirlayalim.

    peki adina devlet denilen $ey -günümüz modern devletlerini kastediyorum- neden mutlaka homojen bir ulusa/millete ihtiyac duyar?
    cevap: devlet denilen egemenin/hükümranin siyasi/ekonomik/toplumsal tabani halktir, vatanda$tir. bundan dolayi bir devlet, kendi sinirlari icinde ya$ayan insanlari ulus/millet ideolojisi ile yogurup mümkün mertebe “homojen” bir kütle olu$turabildigi derecede kendini güvende hiseder, varligini, bekaasini devam ettirmede ba$arili olabilir. diger bir ifadeyle, bir devletin temelini olu$turan halkin/vatanda$in devletine bagligi/sadikligi, devlet icin ölme ve öldürmede dahil, her türlü fedakarligi, bedeli göze almasi, o devletin kurulu$ asamasi ve sonrasinda halka enjekte ettigi “milli egitim” ve “terbiyeye” baglidir. kisa bir alinti yapayim:

    “3797 sayılı Yasaya göre Millî Eğitim Bakanı’nın başlıca görevleri;

    Atatürk ilke ve inkılâplarına ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk Millîyetçiliğine bağlı, Türk milletinin millî, ahlakî, manevî, tarihî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş vatandaşlar yetiştirmek üzere, Bakanlığa bağlı her kademedeki öğretim kurumlarının öğretmen ve öğrencilerine ait bütün eğitim ve öğretim hizmetlerini plânlamak, programlamak, yürütmek, izlemek ve denetim altında bulundurmak.” (vikipedia)

    global kapitalist düzende ulusal sorunlarin “cözümüne” gelirsek. ulusal sorun herseyden önce, yeni bir devlet kurma, sinirlari yeniden cizme, ya da en azindan federasyon, otonomi anlamina geldigi icin, ulusal sorunlarin birinci dereceden sorumlulari ayni zamanda dünyayi cekip ceviren büyük emperyalist devletler oluyorlar. yani direkt söylersek, günümüz dünyasinda amerika’nin izni/onayi olmadan sinirlarin yeniden cizilmesi, yani “statüko quo”nun degi$tirilmesi mümkün degildir. örnek: güney kürdistan, yillardir devlet ilan etmek icin amerika’dan ye$il bekleyip duruyor. amerika’nin izni/onayi olmadan barzani devlet ilan etse ne olur? yasatmazlar, T.C., iran, irak, suriye bir olurlar, güney kürdistani bogarlar. bu devletler “böyle bir seye izin vermeyiz” diye zaten acikca söylemiyorlar mi? söylüyorlar. bunu barzani bilmiyor mu? biliyor. demek ki devlet kurmak icin en basta amerika’nin, sonra rusya, cin gibi söz sahibi devletlerin, AB gibi devletler birliginin iznini/onayini almak yetmez, böyle kücük devletler, ayakta kalmak icin büyük devletlerin agabeyligine, korumaligina ihtiyac duyarlar. bu noktada, “nasil bir dünyada ya$iyoruz” diye bir dakika durup düsünmek lazim.

    evet sayin okuyucular, kapitalist-emperyalist kurtlar sofrasi gözler önündeyken, bizim doktor ogürsel de güya kürt sorununa cözüm bulmaya calisiyor, “benim federasyon cözümümü begenmediysen, senin cözümün nedir” diye soruyor. yani “ulusal sorun” denilen ve yüzde yüz askeri $iddet ve ekonomik/diplomatik güc ile cözülen/bir sonuca baglanan sorunlari, ogürsel gibi yasadiklari dünyayi anlamaktan aciz insanlar kendi kücük dünyalarinda güya cözmeye calisiyorlar.

    evet ogürsel, $imdi benim önerime gelelim. benim siradan insanlara önerim $u: modern a$iretcilik olan ulusalcilik ideolojisini red etsinler, ulus/millet kategorileriyle düsünmeyi biraksinlar. vatandasi olduklari devletleri desteklemekten vazgecsinler, kapitalist devlet ve kapitalist ekonomi var olduklari müddetce, kapitalist dünyanin rekabet, sömürü, bogun egdirme, hegemonya kurma prensipleri gecerli olduklari müddetce bu dünya böyle gidecek, haberlniz olsun.

  30. KAPİTALİST TAHAKKÜMÜ ISKALAYANLARA UYARI (1)

    [1. BÖLÜM]

    Sayın “anonim” 19 ve sayın “ogürsel” başta olmak üzere, siteyi ziyaret eden herkese:

    “Marxist argüman” mahlası ile yazan şahsın işaret etmek için çırpındıklarına odaklanmayıp, sadece ama sadece mahlasındaki “marxist” kelimesine kafayı takmak; ancak ve ancak, “sol’cu” gibi rol yapıp “sol’la” uzak/yakın ilgisi olmayan kişilere mahsus olsa gerek. (Yanılmayı çok isteriz.)

    Ve konunun en acı veren kısımlarından biri; bu mahlası kullanarak yazan şahıs “2016’lı yıllardaki kapitalizmi bile izah ederken”, hâlâ ama hâlâ “arkaik” kelimesi ile yaftalamak. Bunları; “İbrahim Sadun Aren” DE, “Korkut Boratav” DA, “Taner Timur” DA, “İzzettin Önder” DE, “Alaattin Bilgi” DE, “Nail Satlıgan” DA veya “Mehmet Selik” DE yazdı, haykırdı, isyan etti; yine “arkaik” kelimesi ile mi yaftalayacaksınız! Bu isimlerin bir kısmı hâlâ yaşıyor, “solcu solcu ölmeyi bekliyorlar!” Gidin sorun bakalım; “Acilciler” gibi “darbeci halk kurtarıcılığı”na bugün DE mi özeniyorlar! Gidin sorun bakalım; 1960/70’li yıllar “arkaik” solcularının askerden medet umması gibi, bugün DE mi postal yalayıcılığı yapmak istiyorlar!

    Daha önce de ikaz ettik:
    Bu siteyi ziyaret edenlerin, görüşlerini yazanların azımsanamayacak bir çoğunluğunun “özel sektör”den haberi yok! “Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”ten haberi yok! Site ziyaretçilerinin çoğu; “devlet baba”dan akan emekli maaşlarının verdiği “sözde huzur”a sığınıp, kapitalizme karşı esaslı görüşler yazanlara, daha ne yazdığını bile anlamaya yanaşmadan, hönkürme heveslisi.

    Bu sitenin moderatörü sayın Gün Zileli, isminin başına “Thoreauist”, “Bakuninist”, “Kropotkinist” vb.’lerini koyarak görüşlerini aktarsa; ilk önce görüşlerini okuyup değerlendirdikten sonra mı yazarsınız, yoksa, sadece isminin başındaki “Thoreauist”, “Bakuninist”, “Kropotkinist” vb. yakıştırmalara bakarak mı yazarsınız!

    Firuzağa’daki yoldaşımız “Seogu Lee”, kaç kez İstanbul/Maslak’ta düzenlediğimiz toplantılarımıza katılmıştı! Ne kadar naif bir insan; o gece yaşanan “dinci faşizm”, Lee yoldaşımızı çileden çıkarmaya ne yazık ki yetti! Şimdi, bu ülkedeki “dayatmalar silsilesi!”nde iddialı sayılabilecek bir örnek ile konuya daha da berraklık getirirsek: Eğer sayın Gün Zileli “eşcinsel” olsaydı, ve bunu özgürce ifade edebilmek için “sabırla” mücadele yoluna girseydi; bu sitede sosyal & siyasi zeminli izlenimlerini yazarken, ilk önce sayın Zileli’nin “ne yazdığını dikkatle okuyup değerlendirdikten sonra mı” görüşlerinizi aktarırsınız, yoksa, sayın Zileli’nin ne yazdığını hiç umursamayıp, sadece ama sadece sayın Zileli’nin “cinsel tercihi”ni kafanıza takıp, bu temelde mi görüşlerinizi aktarırsınız!

    Kişilerin kullandığı rumuzları, “nickname”leri, kısaltmaları, mahlasları, yakıştırmaları vb.’lerini elbette merak edebilirsiniz, elbette soru sorabilirsiniz; hönkürme hevesinizi kursağınızda bastırıp, esaslı “counter-argument”lar ortaya koyabilirsiniz.

    Fakat “ilk önce”; kişinin “ne yazdığını okuyup anlamak” gerekmez mi?! Bu kadar mı meraklısınız “mahlaslara kafa takmaya”?!

    Bu siteyi ziyaret edenlerin (ne yazık ki!) ekseriyeti:

    Hâlâ ama hâlâ; kapitalizmin, “hayatın akışı içinde kendiliğinden doğduğunu” sanıyorsunuz. Ve sırtınızı dayadığınız yegâne “hatalı” duvar; “doğal seçilim”cilik.

    Hâlâ ama hâlâ; kapitalizmin, “ekonomi üzerine kurduğu tahakkümü” görmekten, hissetmekten, karşı çıkmaktan uzaksınız.

    Hâlâ ama hâlâ; SSCB politbüronun ölMEdiğini sanıyorsunuz.

    Hâlâ ama hâlâ, “kapitalizme karşı yürütülen 2016’daki mücadelenin de”; “arkaik ‘Marxçı’lığın” bağırsaklarından çıkanlar olduğunu sanıyorsunuz.

    Ne Kocaeli’deki O.S.B.’lerde (organize sanayi bölgesi),
    Ne Ankara OSTİM’de,
    Ne Iğdır’daki O.S.B.’lerde,
    Ne İskenderun limanındaki konteyner sahasında,
    Ne Zonguldak’taki O.S.B.’lerde,
    Ne Bursa’daki O.S.B.’lerde,
    Ne İzmir’deki O.S.B.’lerde,
    Ne Konya’daki O.S.B.’lerde,
    Ne Çorlu’daki O.S.B.’lerde,
    Ne Eskişehir’deki O.S.B.’lerde,
    Ne Artvin’deki O.S.B.’lerde,
    Ne Van’daki O.S.B.’lerde,
    Ne Sinop’taki O.S.B.’lerde,
    Ne Erzincan’daki O.S.B.’lerde,
    Ne Çerkezköy’deki O.S.B.’lerde,
    (…)
    yaşanan “kapitalist sömürü”den haberiniz var!

    Bu satırları yazan bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “marxist” olMAdığımızı daha önce deklare etmiştik.

    Üzülerek (yine!) ikaz ediyoruz:
    Bu siteyi ziyaret edenlerin azımsanamayacak çoğunluğu; “Karl Marx”ın ve “Friedrich Engels”in, kapitalizm ile ilgili görüşlerini BİLMEDEN, işkembesinden sallıyor!

    Yine sayın “Gün Zileli” üzerinden, “kapitalizmin tahakkümüne cesaretle karşı çıkmaktaki pısırıklığınızın vahameti”ni kanıtladığı için canlı örnek verelim:

    1 Nisan 2016’da, sayın Zileli’nin “Çanlar” romanı “piyasaya sürüldükten sonra!”; twitter’da bir kullanıcı (rumuz: “Evvel Binçiçek, @hakezaseninde”) şu soruyu sormuş:

    “sen nasıl anarşistsin gün abi, yayınla şu kitabın tüm pdf’ini de okuyalım. sen ancap (anarcho-capitalist) olmuşsun ancap yazık..”

    Sayın Zileli’nin verdiği cevaplar:

    “geçimimi bu kitapların telifi ile zar zor karşılamaya çalışıyorum. Anarşistim ama mirasyedi değilim.”

    “altı aylık geçimimi sağlarsan kabul.”

    Kaynaklar:

    ( https://twitter.com/hakezaseninde/status/715869280705843200 )

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/715915614418825217 )

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/715916858327756802 )

    Ne hazin!

    KAPİTALİZMİN TAHAKKÜMÜNÜ İLİKLERİNİZE KADAR HİSSEDİYORSUNUZ, AMA, “MARXIST ARGÜMAN” MAHLASINDA, SIRF “MARX” İSMİ VAR DİYE; “geçimimi bu kitapların telifi ile zar zor karşılamaya çalışıyorum” itirafınızın arkasındaki zehri anlamayı ıskalıyorsunuz!

    Ne hazin!

    Burada, mesele, ortaya “zenginlikler & fakirlikler edebiyatı” dökmek değil;

    Mesele: Sayın Zileli’ye bu soruyu sordurtan ve sayın Zileli’nin bu cevabı vermesine sebep olan “kapitalizm zehrini” sorgulamaya “hatalı” başlamak, ve en acı veren kısımlarından biri daha; kapitalizme karşı “ekonomi” zemini üzerinden tahlil yaparken, bu tahlili yapanların kullandığı mahlasa kafayı takıp, eğer “marx” ve benzeri isimler var ise; otomatikman “arkaik” çamurunu suratına fırlatmak!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    ( http://www.gunzileli.com/2016/06/07/fikret-baskaya-ile-roportaj-gun-zileli-artik-degisimin-aktoru-buyuk-insanligin-tamamidir/ ) adresinde yazılan bütün görüşleri, ve özellikle “56”, “57”, “58”, “59”, “62”, “64” numaralı metinleri dikkatle okuyunuz, “önyargılarınızı azaltarak anlamaya gayret ediniz”:

    13 Mayıs 2014’te, SOMA maden cinayetini işleyen katil: “Kapitalizm!”

    !!! ÇİZMELERİMİ ÇIKARAYIM DA, KAPİTALİZMİN SEDYESİ KİRLENMESİN !!!

    ( https://www.youtube.com/watch?v=DGQPYZBC4Jg )

    FABRİKA AYARI:
    5 DAKİKADAN FAZLA TUVALETTE KALAN İŞÇİYE PARA CEZASI!

    ( http://t24.com.tr/haber/fabrika-ayari-5-dakikadan-fazla-tuvalette-kalan-isciye-para-cezasi,345350 )

    15 Haziran 2016

    “İşçiler çok fazla tuvalette kalıp iyi niyeti suistimal ediyor!”

    Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde, endüstriyel mutfak ürünleri sektöründe üretim yapan “Termikel” adlı fabrikada, işçilerin kullandığı tuvaletin kapısına kartlı geçiş sistemi kuruldu. Kapıya asılan yazıda; “mesai saatlerinde 5 dakikadan fazla tuvalette kalan işçilere ‘maaş kesintisi cezası’ verileceği” belirtildi.

    Fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, uygulamayı; “işçiler tuvalette çok fazla kalarak, iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı” sözleriyle savundu.

    1950’de kurulan fabrikada, işçilerin iddiasına göre, turnike uygulamasından önce tuvalet kapıları kilitleniyordu. İhtiyacını gidermek isteyen işçiler, şeflerden anahtar alarak tuvalete girebiliyordu. Fabrikada çalışan binlerce işçiye yönelik yapılan düzenleme, tuvalet kapısına asılan:

    “Personelin dikkatine!

    Gün içinde mesai saatlerinde toplam lavabo kullanımı 5 dakikadır. Bu sürenin aşılması hâlinde, aşılan miktar kadar maaşlarınızdan kesinti yapılacaktır.”

    yazısıyla duyuruldu.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123202_cis1.jpg )

    “Henüz kesinti yapılmadı!”

    Ücretlerin de düzenli olarak ödenmediği iddia edilen fabrikada, fazla mesaiye kalan işçilerin çocukları, kreş olmadığı için üretim yapılan alanda anne-babalarıyla birlikte bulunuyordu. İtirazlar sonuç verince, fabrika geçen yıl bir kreşle anlaştı.

    İşçilerin gün içinde:
    Saat 08:00 – 10:00,
    10:15 – 12:45,
    13:30 – 15:30,
    Ve 15:45 – 18:15 arasında
    5 dakikadan fazla lavabo kullanımı hâlinde kesileceği belirtilen cezaya ilişkin “T24″e konuşan fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, “işçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ediyorlardı. Henüz kimsenin maaşından kesinti yapılmadı” ifadelerini kullandı.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123218_cis2.jpg )

    İşçinin emekçinin bayramı dedikleri “1 Mayıs”larda; TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor?! diye boşuna sormuyoruz! “Taksim Meydanı’na hep birlikte yürümek” tamam, kabul. Fakat; “TÜSİAD’a, MÜSİAD’a, TUSKON’a ve benzerlerine misilleme yapmayı unutmak” niye?!

    “marxist argüman” mahlası ile yazan şahsın işaret ettiklerine odaklanmayıp, sadece “marx”ı hedef tahtasına koyup, çamur fırlatmak; ne çok zevk veriyor sizlere!

    “‘Cengiz Çandar’laşmayın!”, “‘Horst Mahler’leşmeyin!”, “‘Oral Çalışlar’laşmayın!” Bir zamanların “solcu ‘praxis’imsi guruluk taslayanları”, daha 12 Eylül’e varmadan, “kapitalizme doğru yüzmeye başlamıştı” bile! Bu ülkede, bir zamanlar “solcu geçinenler”, ne çok meraklı “kapitalistleşmeye” (ve hâttâ faşistleşmeye)!

    Hangi biriniz; TÜSİAD’a, MÜSİAD’a, TUSKON’a ve benzerlerine karşı “ses çıkarıyorsunuz”?!

    Fransa’da, İzlanda’da, İspanya’da, Portekiz’de, İtalya’da, Yunanisan’ta (…) hem “devlet”e, hem “şirketokrasi”ye kök söktüren “grev”lerden, “protestolar”dan ne zaman ders alacaksınız?! “marxist argüman” mahlası ile yazan şahsa çamur fırlatmak kolayınıza geliyor değil mi; “konformistler”?!

    Sayın “ogürsel” diyor ki; “hadi, ‘federasyon’ çözümü için beyin jimnastiği yapalım.” Tamam, yapalım, itiraz etmiyoruz.

    “Sadece bu siteyi ziyaret eden”, “sadece burada yazılanları okuma zahmetine katlanan”, “sadece buraya görüş yazmak için zahmet eden” kişilerle mi yapacağız bu jimnastiği?!

    Sabahın köründen gecenin körüne kadar, bazen 15 saatten de fazla (vardiyalı çalışan “gececi”ler de dahil); otellerde, lokantalarda, iş hanlarında, kuyumcularda, plaza gökdelenlerinde, tekerlekli-tezgâh başlarında, çay bahçelerinde, okullarda, üniversitelerde, gemi söküm tesislerinde, hastanelerde, tekstil atölyelerinde, özel sigorta ofislerinde, şantiyelerde, organize sanayi bölgelerinde, bir elini torna tezgâhında kaybetmiş motor ustasının ekmek teknesinde, bankalarda, kaportacılarda, “mevsimlik işçi”lerin öldürüldüğü tarlalarda, inşaatlarda, fabrikalarda (…) kemiklerinde zerre ilik kalmayana kadar “kapitalizm tarafından sömürülen” insanlarla birlikte müzakere yürütmeden; hangi jimnastiği yapmayı plânlıyorsunuz siz sayın “ogürsel”?!

    “Devlet baba”dan aldığınız emekli maaşınızın size yaşattığını sandığınız “narkozlu konformizm” içinde, “orta-sınıf emekli huzuru ile dolu evinizde”, “federasyon çözümü için beyin jimnastiği yapmak”; sadece sizin hayalinizde sınırlı kalır, ne yazık ki kalmaya mahkûm!

    Bu jimnastiği yapmaya başlamanızdan ÖNCE: Kendi evlatlarınızın DA kapitalizm tarafından nasıl sömürüldüğüne bakın; onlarla BİLE, hayalinizdeki konuyu oturup-konuşabilecek imkâna, “zaman boşluğuna” sahip olamayacağınız gerçeğiyle yüzleşin; ondan sonra, bu siteye gelip nasihatlarınızı sıralayın!

    1960/70’li yıllardaki “arkaik” sol fantezilerini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp getirerek, 2016’daki çözüm önerilerini hakir görmekten ne zaman bıkacaksınız?!

    Aklınız sadece “geçmişteki becerisizlikleri” paranoyakça kendinize dayanak noktası yaparak, 2016 ve sonrasındaki “kapitalizme karşı mücadelelere” taş atmaya mı yetiyor; “konformistler”?!

    Kapitalizmi öksürmeyi unuttuğunuzu ne zaman anlayacaksınız?!

    SOMA maden cinayeti; hiç mi ders olmadı?!

    Pısırıklığınızla övünmekten ne zaman vazgeçeceksiniz?!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  31. KAPİTALİST TAHAKKÜMÜ ISKALAYANLARA UYARI (2)

    [2. BÖLÜM – SON]

    “Kapitalist tahakkümün ne olduğunu” daha net idrak etmeniz için, sadece Charles Darwin’de ve onun meşhurlaştırdığı “doğal seçilim”cilikte çakılıp kalamazsınız. Kapitalist tahakkümün “ekonomi” zeminindeki adımlarını öğrenmeye mecbursunuz!

    Aşağıda, liste hâlinde aktardığımız; “en meşhur” zehirli kapitalist beyinlerin dünyaya saçtığı irinleri öğreniniz:

    “Ayn Rand”, “Ludwig von Mises”, “Friedrich Hayek”, “Murray Rothbard”, “Robert Nozick”, “Milton Friedman”, “David Director Friedman”, “Walter Edward Block”, “Edward Peter Stringham”, “3H Hareketi” ( http://www.3hhareketi.org/ ) – ( https://twitter.com/3hhareketi/ ), “Eser Karakaş”, “Atilla Yayla”, “Raşit Sarıkaya”, “Özlem Çağlar Yılmaz”, “Tanel Demirel”, “Harun Kaban”, “Cennet Uslu”, “Hasan Yücel Başdemir”, “Levent Korkut”, “Arda Akçiçek”, “Buğra Kalkan”, “Özgür Demirtaş”, (sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip de dahil)…

    “Joseph Alois Schumpeter” & “John Maynard Keynes” isimli şahıslar neler önermişlerdi? Günümüzde olan ne?!

    (Not: Bu iki şahıs, bir üst paragratfa sıraladığımız zehrli beyinlere nazaran; görece daha az acıtan zehirler yayıyor! Kısaca, o meşhur tabir: “Ehven-i şer”!)

    Günümüzde katlanarak vahşileşen “kapitalist sistem”in omurgasını oluşturan unsurlardan birinin:
    “Geplante obsoleszenz”,
    “Planned obsolescence”,
    “Schöpferische zerstörung”,
    “Creative destruction”,
    “Plânlı eskime & yaratıcı yıkım”
    adlarıyla anılan tabir olduğunu biliyorsanız; bunları bugün tekrar araştırmanızı öneriyoruz.

    “Joseph Alois Schumpeter” adlı şahsın tespitlerini, demeçlerini, teorilerini, kitaplarını, bu şahsın görüşlerinin 21. yüzyılda BİLE dünyayı nasıl domine ettiğini araştırmanızı öneririz.

    Bu teoriyi yeni değil.

    20. yüzyılda durdurulamayacak hızda yükselen “teknoloji yoğun üretim”in yarattığı akımları öngörebilmek (ve mümkün olduğunca regüle edebilmek) amacıyla Joseph A. Schumpeter isimli iktisatçı tarafından; ele-avuca gelir bir teori zemini oluşturulmuştur. (Not: Teorinin tek yaratıcısı Schumpeter değildir. Schumpeter, teoriyi; pratikte uygulanabilir en yüksek düzeye çekebilmiştir.)

    “1929 Ekonomik Krizinin (The Great Depression)” getirdiği yıkıma çözüm önerileri sunabilmek amacıyla; John Maynard Keynes isimli iktisatçı (Schumpeter’in teorik mirasından da istifade ederek) “sürdürülebilir kalkınma için; çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak…gibi bir yöntem izlenebilir” metaforu ile görüşünü ortaya koymuştur. Yani Keynes; 1929 Krizi sonrasında “planned obsolescence”i güncelleyerek, 2016’da BİLE devam etmekte olan kapitalist sistemin omurgasını kuvvetlendirmiştir.

    “If the Treasury were to fill old bottles with banknotes, bury them at suitable depths in disused coalmines which are then filled up to the surface with town rubbish, and leave it to private enterprise on well-tried principles of laissez-faire to dig the notes up again (the right to do so being obtained, of course, by tendering for leases of the note-bearing territory), there need be no more unemployment and, with the help of the repercussions, the real income of the community, and its capital wealth also, would probably become a good deal greater than it actually is. It would, indeed, be more sensible to build houses and the like; but if there are political and practical difficulties in the way of this, the above would be better than nothing.”
    (Yıl: 1936, “The General Theory of Employment, Interest and Money”, book 3, chapter 10, section 6, page 129)

    Keynes’in yaşadığı dönemde “devlet”in ekonomi içindeki otokratik yapısı bugünkünden daha fazla idi. Bu nedenle Keynes “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu kullanırken; devletin piyasalardan elini eteğini büsbütün çekmemesi gerektiğini, özellikle altyapı alanında bir tür “yap-boz” politikası uygulayarak, hem istihdam artışına yol açacağını, hem de sektörlerin zincirleme etki ile canlanmaya başlayacağını tahmin etmişti. (Bu ne demek? Şu demek: Su borularının yenilenmesi, kanalizasyon sisteminin yenilenmesi, elektrik şebekelerinin, kablolarının yenilenmesi, yolların yenilenmesi, köprülerin yenilenmesi, barajların yenilenmesi, cadde, mahalle, sokakların yenilenmesi, kamu binalarının yenilenmesi [peşi sıra “hanehalkı meskenlerinin yenilenmesi” de olabilir] vb. Bütün bu “yenileme” çabaları, sadece o sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin ekonomik buhrandan kurtulmasına yarar sağlamayacak, aynı zamanda yan sanayi kollarının da, dolaylı bile olsa, işlerlik kazanmasına yol açacaktı. İstihdam iştahının artmasına, işsizliğin azalmasına, yeni üretim sahalarının [ve teknolojilerinin] doğmasına yol açacaktı. En nihayetinde; ekonomi, yeniden canlanmaya başlayacaktı.)

    Keynes 1946’da öldü.

    Özellikle 1960’ların başından günümüze değin ise “kapitalist özel sektör”; “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu, ipi koparılmış balon gibi kullanmaya başladı! Keynes ne hedeflemişti; bugün ne çıktı! Güncel örnek şudur: Her sene yeni model “Apple iPhone”ların, “Samsung Galaxy”lerin piyasaya sürülmesi; eski modellere uygulanan update’lerin aşama aşama azaltılıp, o modellerin piyasadan silinmesinin sağlanması.

    Yukarıda özetin özeti şeklinde aktardığımız teori & pratik; büsbütün kötü değil elbet. “Meta” olan çoğu şey daima eskir, paslanır, bozulur, yavaşlar, kirlenir, durur, patlar, yıkılır, çöker, çürür, dağılır, küflenir; sonuçta “yeni”lerin gelmesi kaçınılmazdır…

    Peki mesele ne?!

    Mesele şu:

    Bu teori, kapitalistlerin, cümle içinde kullanmaktan çok zevk aldıkları “sürdürülebilir kalkınma” kelimeleriyle, amacıyla değil; “tüketimin hoyratça körüklenmesi” amacıyla; saptırılarak, teorinin altı oyularak kullanılıyor!

    Şöyle düşününüz: Fizik yasalarının, kimya yasalarının bir uzay mekiği inşa etmek için değil de; atom bombası inşa etmek için, balistik füze inşa etmek için, “military-industrial complex”in göbeğini daha da şişirmek için kullanılması gibi! Artık 2016’dayız! Atom bombası inşa etmeyi tercih etmeyecek kadar “akıllanmış olmamız!” gerekir! 2016’da bile “insanlar”; atom bombasının inşa edilmesine “ses etmiyorlarsa!”, bu insanları “uyandırmak!” için uyarılar yapmak gerekir!

    Peki nasıl: “Vanguardism & Öncü cephe & Öncü savaşı” ile değil; “kitlesel protesto tsunamileri” ile!

    Unutmayınız:

    “Apple” adlı kapitalist şirketin DE mallarını üreten ülkeler; “komünist”likle uzak/yakın ilgisi olmayan Vietnam’dır, Çin “Halk!” Cumhuriyeti’dir!

    Uyanınız!

    1970′li yıllarda küflenmiş-kalmış SSCB’nin (ve benzerlerinin) beceremediği fantezileri; 2016′ya getirip “kapitalizme karşıysanız peki K. Kore’yi mi, Venezuela’yı mı, Küba’yı mı savunuyorsunuz?!” retoriğini papağan gibi tekrarlamaktan vazgeçiniz!

    24 Nisan 2013′te, Bangladeş’te, tekstil sektöründe faaliyet gösteren binanın çökmesiyle yaşanan 1129′un üzerindeki “işçi katliamı”nı unutmayınız!

    13 Mayıs 2014′te, SOMA maden cinayetinin müsebbibinin “kapitalizm” olduğunu unutmayınız! (Hele hele, sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip’in yazdığı gibi; “ölenler asalak!” zırvasını kusmayınız!)

    Şu an hepimizin elinde tuttuğu, dizüstünde kullandığı, masaüstünde kullandığı, “kiralık veya müstakil” evlerinde kullandığı: “Samsung”larımıza, “Apple”larımıza, “Lenovo”larımıza, “ASUS”larımıza, “Dell”lerimize, “Acer”larımıza, “Sony”lerimize”, “HTC”lerimize, “LG”lerimize, “Huawei”lerimize, “GoldStar”larımıza, “OnePlus”larımıza, “TP-LINK”lerimize, “Fujitsu”larımıza, “Blaupunkt”larımıza, “Siemens”lerimize, “(HP) Hewlett-Packard”larımıza, “Hitachi”lerimize, “Canon”larımıza, “Nikon”larımıza, “Mitsubishi”lerimize, “Panasonic”lerimize, “Motorola”larımıza, “Nokia”larımıza, “ViewSonic”lerimize, “Sanyo”larımıza”, “Akai”lerimize, “Philips”lerimize, “Hyundai”lerimize, “Toshiba”larımıza (…) yüzbinlercesine üretim yapan “Foxconn” adlı ŞİRKETOKRASİ’deki ölümler listesi:

    18 Haziran 2007: İsim ‘Hou’, erkek, yaş 19, fabrikanın banyosunda kendini astı, hayatını kaybetti!

    16 Temmuz 2009: İsim ‘Sun Dan-yong’, erkek, yaş 25, ‘iPhone prototipi’ni kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlayarak hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    Ocak-Mayıs 2010 arası:
    Ma Xiang-qian,
    Li,
    Tian Yu,
    Lau,
    Sao Shu-qin,
    Ning,
    Lu Xin,
    Zhu Chen-ming,
    Liang Chao,
    Nan Gan,
    Li Hai,
    He,
    Yaş 17-29 arası, binadan atlayarak hayatlarını kaybettiler!

    20 Temmuz 2010: İsim ‘Liu’, erkek, yaş 18, bir yurdun altıncı katından atlayarak hayatını kaybetti!

    7 Ocak 2011: İsim ‘Wang Ling’, kadın, yaş 25, bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    26 Mayıs 2011: ‘Adı bilinmiyor’, erkek, yaş 20, binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    Temmuz 2011: İsim ‘Cai’, erkek, yaş 21, ‘Shenzhen tesisleri’ndeki bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    23 Kasım 2011: İsim ‘Li Rongying’, kadın, yaş 20, binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    14 Haziran 2012: ‘Adı bilinmiyor’, erkek, yaş 23, binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    24 Nisan 2013: İsim ‘Xu Lizhi’, erkek, yaş 24, yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    27 Nisan 2013: ‘Adı bilinmiyor’, kadın, yaş 23, yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    Kaynaklar:
    http://www.vimeo.com/17558439
    http://www.sacom.hk/?p=740
    http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/

    Yukarıda adı geçen “marka!”ların ürettiği teknolojiye değil; bu teknolojiyi üretirken “sömürücü zihniyet”e sahip olmalarına karşıyız!
    Bu dehşet durum; sadece “Uzak!” Asya özelinde değil; dünya genelinde yaşanıyor! Unutmayınız!

    24 Aralık 2013: Konya/Ereğli’de, 40 günlük “Ayaz” isimli bebek; “kapitalist tahakkümün sonucunda parasızlık!” nedeniyle ailesinin yakacak odun-kömür alamaması nedeniyle zatürreye yakalanıp öldü! Unutmayınız!

    ( http://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu )
    ( http://www.hurriyet.com.tr/40-gunluk-ayaz-bebek-zaturreden-oldu-25435786 )

    28 Şubat 2014: “Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan; av tüfeğiyle intihar etti!” Unutmayınız!

    ( http://www.radikal.com.tr/turkiye/atanamayan-bir-ogretmenin-vedasi-1178984/ )
    ( http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228 )

    20 Ocak 2015: “İcralık olan kadın öğretmen bankada kendini bıçakladı!” Unutmayınız!

    ( http://www.milliyet.com.tr/icralik-olan-kadin-ogretmen-gundem-2000881/ )

    26 Eylül 2015: “Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi.” Unutmayınız!

    ( http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/ )

    Fransa’da, o meşhur “kapitalist endüstriyel UEFA Euro 2016 futbol turnuvası”nın hemen öncesinde başlayan; ülke çapındaki grevleri unutmayınız!
    ( https://www.youtube.com/watch?v=aX3WDIkBC2Y )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=pRiw9T6KgIM )

    TÜRKİYE’DE, SON 3,5 YILDA, 194 ÇOCUK İŞÇİ ÖLDÜ! UNUTMAYINIZ! (BU ÇOCUKLAR DA MI “ASALAK”TI?! DUYGU SÖMÜRÜSÜ YAPMAYA MI ÇALIŞIYORUZ?!)

    ( http://www.diken.com.tr/bugun-cocuk-isciligi-ile-mucadele-gunu-son-35-yilda-194-cocuk-isci-oldu/ )

    Bütün bunlar ve daha fazlası BUGÜN yaşanırken, “kapitalizme karşı görüş yazan (neredeyse) herkesin” arkasında, dedektif gibi, “SSCB (ve benzeri)” tohumlar aramak; anca “19. yüzyılda çürümüş sosyalizm hortlar mı acaba?!” korkusuyla, anca “1950′ler ve Joseph McCarthy” yöntemleriyle, anca 1960/70′li yıllar boyunca “bireycilik ve özgürlük liberalizmdir! Komünistler Moskova’ya!” şiarıyla, kendinden geçmişçesine “taş atanlar”a özgün olabilir!

    Çözüm “önerileri” mi dediniz?!

    Şunlarla başlayabilirsiniz:

    KİTAP: “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres:
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/isletme%20hastaligi1-16.pdf )

    KİTAP: “Aylak Sınıfın Teorisi”
    Yazan: Thorstein Veblen
    Çevirenler: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
    Yayınevi: Babil Yayınları/İstanbul
    Adres:
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html )

    KİTAP: “Borç: İlk 5000 Yıl”
    Yazan: David Graeber
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres:
    ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 )

    KİTAP: “Taş Devri Ekonomisi”
    Yazan: Marshall Sahlins
    Çevirenler: Taylan Doğan & Şirin Özgün
    Yayınevi: BGST Yayınları
    Adres:
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/tas-devri-ekonomisi/244301.html )

    KİTAP: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres:
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )

    KİTAP: “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres:
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/prekarya1.pdf )

    KİTAP: “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar: Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres:
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kuresel%20carkin%20disinda%20kalanlar1-16.pdf )

    KİTAP: “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü”
    Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres:
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/ne%20ders%20olsa.pdf )

    KİTAP: “İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    Yazan: Neal Curtis
    Çeviren: Mehmet Ratip
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres:
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/idiotizm.pdf )

    KİTAP: “Oblomov”
    Yazan: İvan Gonçarov
    Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu & Erol Güney
    Yayınevi: İş Bankası Yayınları
    Adres:
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/oblomov-ciltsiz/22788.html )

    KİTAP: “Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih”
    Yazan: Eduardo Galeano
    Çeviren: Süleyman Doğru
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Adres:
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aynalar/140774.html )

    KİTAP: “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti”
    Yazanlar: Jean M. Twenge & W. Keith Campbell
    Çeviren: Özlem Yüksel
    Yayınevi: Kaknüs Yayınları
    Adres:
    ( http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/851 )

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Bir kez daha hatırlatıyoruz: Yukarıdakiler çözüm “önerileridir”; çözüm “dayatmaları” değildir!]

    * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

    Bu sitede görüşlerini yazan ziyaretçilerin çoğu:

    “Kapitalizm” kelimesini duyunca, aklına ilk önce; “Sam Amca” veya “ABD/Washington’daki Beyaz Saray”,

    “Komünizm” kelimesini duyunca, aklına ilk önce; Lenin’in top & keçi sakalı, Stalin’in bıyığı veya “Moskova/Kremlin” geliyor.

    Şimdi bir dakika durun, derin nefes alın, acele etmeyin.

    Ciddi ciddi düşünün:

    Kapitalizm; sizin her sabah (çoğu zaman Cumartesi, Pazar da dahil. Vardiyalı çalışanlar var ise; “gececi”ler de dahil) sömürmek ve sömürülmek için gittiğiniz “kamu sektörü”dür veya “özel sektör”deki şirketlerdir!

    İlk önce:
    “Kendi” günlük hayatınızın en ince hücrelerine zehir gibi yayılmış “kapitalizm”i öğreniniz! “Washington/Beyaz Saray” ile “Moskova/Kremlin”e sonra kafa yorarsınız!

    İlk önce:
    Burnunuzun ucunda, b*ka batırıldığınız, her gün temerküz ettiğiniz “kapitalizm”e bakın! “Washington/Beyaz Saray” ile “Moskova/Kremlin”e sonra kafa yorarsınız!

    “Hatasız Peygamber!” Hz. Karl Marx (S.A.V.) şakşakçılığı yapanların hönkürmeleri ile,

    “Hata yapma hakkı da olan” -düşünür- Karl Marx’ın, kapitalizm ile ilgili görüşlerinin ne olduğunu

    birbirinden ayırt etmesini öğrenmeye mecali olmayanlar; daha fazla kalabalık yapmasa iyi olur!

  32. 24’e

    Marksist argüman’ın yazılarını okuyorum, kafayı Marks ile takmış değilim. Ne diye kafayı Marks ile takayım ki?

    Marksist argüman kapitalizmi eleştirirken aslında onu yüceltiyor; çünkü kapitalizmi karşı her türlü alternatifin boş, geçersiz, saçmalık olduğunu söylüyor. Yani bu durumda kapitalizm en temel reel gerçek oluyor.

    Bu haliyle, bunları görmeyerek marksist argüman’a atıfta bulunmanız ilginç.Dolayısıyla sizin de ne demek istediğiniz de bence bulanık oluyor. Çünkü marksist argüman’ın yazılarını okumadan diyorsanız ya okuyarak çıkardığım sonuçları yazıyorum.

    Kapitalizmi en temel reel gerçek olarak görmeyen biri olarak yazıyorum bunları.

  33. Kapitalizmi en temel reel gerçek olarak görmek derken şunu demek istiyorum: kapitalizmin dışında bir alternatif olamaz, düşünülemez, bunu düşünmek saçmalıktır, fantezi ve boş bir uğraştır; yani bir anlamda kapitalizm evrensel ve aşılamaz türden bir sistemdir, o yüzden ona karşı çıkmak da aslında boş bir uğraştır.

    21 tespitinize katılıyorum. Bu sadece kapitalizm ile ilgili değil. Devlet, ulus vb. birçok şeyde birçok insan buna benzer bir şekilde düşünüyor.

  34. 24’e

    Marks’a, Marksist kelimesine asıl kafayı takanlar hala bunları benimseyenler olmasın?
    Marksizm, Leninizm, Troçkizm, Stalinizm gibi kişi adlarına dayanan izm’ler sisteme alternatif olamamışlardır.
    Böyle olmayan -anarşizm gibi- izm’ler de henüz başarılı olamamıştır elbette. Ama bunlardan farklı olarak eleştiriye açıktırlar, gelecekte başarılı olabilirler.

  35. Kapitalist sistemi [ki böyle bir sistemin gerçekte var olup olmadığı konusu bu sitede tartışılmıştı] çok güçlü farzeden düşüncelerin yanlışlığını gösteren bir örnek de 2016 turizm krizidir. Bununla ilgili şöyle bir haber var;

    *

    Antalya’da esnaf eylem yaptı

    Belek’teki bir grup esnaf, turizm sezonunun kötü gitmesi ve turistlerin otellerden rahatça çıkarak alışveriş yapmalarına engel olunduğu gerekçesiyle kontak ve kepenk kapattı.

    Antalya’nın Belek Turizm Merkezi’nde kepenk ve kontak kapatan esnaf, eylem yaptı.
    Belek’te faaliyet gösteren esnaf, turizm sezonunun kötü gitmesi ve turistlerin otellerden rahatça çıkarak alışveriş yapmalarına engel olunduğu gerekçesiyle kontak ve kepenklerini kapatarak çarşı girişinde toplandı.
    Çevreden konvoy halinde gelen çok sayıda taksici ve esnaf da eyleme destek verdi.
    Aralarında esnaf odası ve kooperatiflerin başkanlarının da bulunduğu grup adına basın açıklamasını okuyan esnaf Emrah Yılmaz, son 20 yılın en kötü turizm sezonunu yaşadıklarını söyledi.
    İş yapamadıkları için kiralarını ve kredi borçlarını ödeyemediklerini belirten Yılmaz, “Bankalar artık turizm esnafını riskli sınıfa koyarak kredi vermiyor. Sıkıntılarımızı yerel yöneticiler ve ilgili makamlara iletiyor ama kesin bir çözüm sağlayamıyoruz. Avrupa pazarı ve diğer turizm pazarlarıyla acilen bağlantı yapılarak olumsuz havanın yumuşatılmasını bekliyoruz.” dedi.
    Otel bünyelerinde kokartsız rehber çalıştırıldığını iddia eden Yılmaz, bu tesislerde araç kiralama adı altında hanutçuluk yapıldığını ileri sürdü.
    Bu kişilerin turizm beldelerini olumsuz yönde etkileyecek kötü reklam yaptığını iddia eden Yılmaz, “Kokartsız rehberler turistlere, “Dışarı çıkmayın can güvenliğiniz yok” gibi şeyler söyleyerek onları korkutup tedirgin ediyor. Bu insanlar esnafımıza ve çevremize zarar veriyor.” diye konuştu.
    Yılmaz, turizm pastasının her kesime adil paylaştırılmasını beklediklerini dile getirdi.
    Basın açıklamasının ardından esnaf, çarşıya dönerek kepenklerini açtı. Şoför esnafı ise duraklarına giderek müşteri beklemeye başladı.

    http://www.hurriyet.com.tr/antalyada-esnaf-eylem-yapti-40121188

  36. Kapitalizm diye bir sistemin var olmadığından kastım şudur;
    Ekonomik sektörler [ki bunlar turizmin ve esnafın durumunda olduğu gibi siyasi olaylardan da -örneğin Rusya ile Türkiye ve Ukrayna arasındaki kriz, Suriye ve Kürt sorunları- etkileniyor] SOMUT bir gerçekliktir.
    Kapitalizm ise pek somut bir çağrışım yapmıyor. Taraf gazetesi yazarı Serdar Kaya’nın “Türk’ün kapitalizm ile deşarjı” başlıklı yazısında da dikkat çektiği gibi;

    *

    Antikapitalist söylem, her eleştirisinin merkezine oturttuğu kapitalizmi çoğu zaman tanımlama zahmetine dahi girmiyor. Karşı çıkılan tam olarak nedir? Serbest piyasa mı? Mülkiyet hakkı mı? “Tüketim çılgınlığı” mı? Emek sömürüsü mü? Güçlü devletlerin uygulamaları mı?

    Bu soruyu “Hepsi” ya da “Hiçbiri” şeklinde cevaplandırmak mümkün. Çünkü, yaygın söylem, bilgiden ziyade tepkiyle şekilleniyor ve spesifik ya da tutarlı olmak gibi kaygılara sahip değil. Bu durumun doğurduğu üç belirgin sonuç var: (1) Kapitalizm karşıtlığı, içeriği konuya ve duruma göre değişen bir muhalefet söyleminde ifade buluyor. (2) Bu tepki bazlı söylem sadece eleştiriye ve muhalefete odaklandığından neredeyse hiçbir alternatif sunmuyor, ve (3) insanları özeleştiriden uzaklaştırarak yanı başlarındaki asıl problemleri göremez hale getiriyor.

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/serdar-kaya/turk-un-kapitalizm-ile-desarji/20669/

  37. Sayın (Anonim) (26) (27) (28) (29) (30)

    Sayın “Anonim” 26, 27, 28, 29, 30,

    Kusura bakmayın; “laf hokkabazlığı” hususunda bir uzmansınız.

    Kusura bakmayın; “metinler arasından cımbızla seçmece yapmak” hususunda bir uzmansınız.

    Sadece “24” numaralı metnimiz içinden “işinize gelen kısımları cımbızla seçmişsiniz”, “25” numaralı metni DE hiç umursamayıp; laf cambazlığınızda ustalaşmaya devam etmişsiniz.

    “Kapitalizm zehri”nin YANINA BİLE YAKLAŞMADAN, “maksat ‘hönkürmek’ olsun” şiarınızı mahirce sürdürmüşsünüz.

    Kusura bakmayın; sizin gibi “görür ama umursamaz”larla çok karşılaştık, feriştahınızı tanıyoruz.

    Şunu yazmışsınız:
    [Kapitalizmi en temel reel gerçek olarak görmeyen biri olarak yazıyorum bunları.]

    Hemen ardından da şunu yazmışsınız:
    [Kapitalizmi en temel reel gerçek olarak görmek derken şunu demek istiyorum: kapitalizmin dışında bir alternatif olamaz, düşünülemez, bunu düşünmek saçmalıktır, fantezi ve boş bir uğraştır; yani bir anlamda kapitalizm evrensel ve aşılamaz türden bir sistemdir, o yüzden ona karşı çıkmak da aslında boş bir uğraştır.]

    İlk önce ifadenizi berraklığa kavuşturun:
    [Kapitalizmi en temel reel gerçek olarak] görüyor musunuz? / görmüyor musunuz?

    “24” ve “25” numaralı metinlerimizden cımbızla seçmece yapmadan ÖNCE; “24”teki ilk kelimemizden “25”teki son kelimemize kadar TÜMLEŞİK HÂLDE, size ve sizin gibilere “ne işaret etmeye çırpınıyoruz” İLK ÖNCE bunu idrak etmeye uğraşın.

    Sadece “laf hokkabazlığı” değil; “laf madrabazlığı” hususunda da uzmansınız sayın “anonim”.

    “29”da şunu yazmışsınız:
    [Kapitalist sistemi [ki böyle bir sistemin gerçekte var olup olmadığı konusu bu sitede tartışılmıştı] çok güçlü farzeden düşüncelerin yanlışlığını gösteren bir örnek de 2016 turizm krizidir.]

    “30”da şunu yazmışsınız:
    [Kapitalizm diye bir sistemin var olmadığından kastım şudur;
    Ekonomik sektörler [ki bunlar turizmin ve esnafın durumunda olduğu gibi siyasi olaylardan da -örneğin Rusya ile Türkiye ve Ukrayna arasındaki kriz, Suriye ve Kürt sorunları- etkileniyor] SOMUT bir gerçekliktir.]

    Yine “30”da, yukarıdakinin hemen ardından, madrabazlığınızın en yüksek seviyelerine erişmişsiniz:
    [Kapitalizm ise pek somut bir çağrışım yapmıyor.]

    İlk önce; KAFA KARIŞIKLIĞI İÇİNDE KAYBOLDUĞUNUZU ANLAYINIZ sayın “anonim”.

    Sizin de bahsettiğiniz “turizm” sektöründe yaşanan ekonomik kriz (artarak devam edecek!); “kapitalizm” isimli zehrin bir bileşenidir (component).

    “İflassız kapitalizm, cehennemsiz dine benzer.”
    Astronot “Frank Borman”ın emekli olduktan sonra “Eastern Air Lines” şirketinde yönetim kurulu başkanı olduğunda, 1980’lerin başında söylediği söz.

    Açalım:

    Serdar Kaya’yı yıllar önce İstanbul/Maslak’taki toplantılarımıza davet etmiştik. Kendisi de “kapitalizmi eleştiren” bir samimi akıl. Bu ülkede (ve elbette dünyada) yaşanan olayların ilmek ilmek nasıl dokunduğunu (kendisi her ne kadar sosyoloji alanında ihtisas yapmamışsa da); adeta Edward Said titizliğinde, adeta Pierre Bourdieu titizliğinde ve hâttâ Georg Simmel titizliğinde izah etmeye çabalayan bir karşılaştırmalı siyaset ve uluslararası ilişkiler uzmanı. (“derin sular” başlıklı sitesindeki yazılar da kıymetlidir.)

    Sayın Kaya’nın linkini verdiğiniz yazısından zaten haberimiz vardı ( http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/serdar-kaya/turk-un-kapitalizm-ile-desarji/20669/ ).

    Sayın Kaya, bu yazısını; “compassion fatigue” etkisi altındayken yazmış. Tabiri izah etmeye çalışırsak; umut etmekten yorulmak, bıkmak, vazgeçmeye yönelmek, çoğu zaman çirkinleşmek, çoğu zaman kendi-kendinin zıddı olmak, çoğu zaman “‘yüz kızarması’ nedir; unutmak”…

    Bu sendrom, 1970’lerin ikinci yarısından sonra hızlanarak, daha çok; “okumuş-yazmış” tayfada kendini gösteriyor. Çoğu zaman “zıt sonuç”lar doğuruyor.

    Örnek:

    Yıllardır savunduğun bir şeyi, bu sendroma yakalandıktan sonra, tek seferde yıkıp, adeta “geçmişteki kendinle” dişe-diş kavga edebiliyorsun.

    Veya tam tersi; yıllardır karşı çıktığın bir şeyi, bu sendroma yakalandıktan sonra, en çok savunur hâle gelebiliyorsun.

    Sayın Kaya’nın bahsi geçen yazısı, “compassion fatigue” henüz tam ilerlememişken, erken safhalarındayken yazılmış. Eğer bu sendrom ilerlerse; nereye evrilir bilemeyiz…

    Sayın Kaya, yazısındaki “siyasi atışmaların” zeminini kurarken, “‘kapitalizm’i, ulaşılması gereken bir kıstas” olarak kabul ederek başlamış. Yani, sizin de yaptığınız gibi, sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip’in de yaptığı gibi; “kapitalizmin, hayatın akışı içinde kendiliğinden doğduğunu, tam da bu sebeple, karşı çıkmanın imkânsızlığını” betonlaştırıp, binasını bu “yaş beton”un üzerine inşa etmeyi denemiş.

    “Kapitalizm; tartışılması teklif dahi edilemez bir babayasadır!” standardını zorla kabul ettirerek; görüşlerine haklılık kazandırmaya çabalamış.

    Kalkınma (development), büyüme (growth), demokratikleşme (democratization) silsilesi; kapitalizm zemini üzerinde yeşermez, tıpkı komünizm zemini üzerinde de yeşermediği gibi. Hayatı sadece “dualizm” ile “dar” anlamaktan uzaklaşmanızı öneriyoruz.

    130 yılı aşkın süredir, Marx’a milyonlarca kez atıf yapılmasının nedeni, kendisinden beklenen “peygamber kurtarıcılığı ışığı”nın gelmesi değil; kapitalist sistemin “hegemonya”sına, “çürüme evrelerinin başladığına”, “ölümü hızla yaymasına” işaret ettiği esaslı saptamalarıdır. En dişli kavga ettiklerinden biri olarak Bakunin gösterilse de; Bakunin BİLE, “kapitalizm hastalığı”nın tespiti hususunda Marx’a hakkını teslim etmesini bilmiştir.

    Kapitalizmi savunmaya teşne olmayıp, “ben sadece durum tahlili yapıyorum” kisvesi altına saklanarak yazan-çizen kişilerin içinde düştüğü çelişki şu ifadedir: [insanları özeleştiriden uzaklaştırarak yanı başlarındaki asıl problemleri göremez hale getiriyor.]

    Kapitalizm; insanı “damızlık birey(ci)” olarak “tek tek” atomize etmeye uğraşır. (P. Bourdieu’nun, J. Baudrillard’ın, T. W. Adorno’nun, M. Berman’ın, B. Ollman’ın, Z. Bauman’ın, T. Veblen’in uyarılarını dikkatle okuyunuz.)

    “İnsan; hayatında yaptıklarından ‘kendi’ sorumludur. Eğer ‘zengin’se; ‘çok kurnaz olup, çaldığı’ içindir. Eğer ‘fakir’se; ‘tembel’ olduğu için, ‘özeleştiri’ yapmadığı içindir.”

    “Eğer insan, kapitalizmi sorgulamayı bırakır, kapitalizmin hayatın ta kendisi olduğunu kabul ederse, boyundan büyüklere kafa tutmaya kalkışmazsa; yanı başındaki asıl problemleri görebilir.”

    “KAPİTALİZM” ADLI KATİLİN İŞLEDİĞİ CİNAYETLER, TURBOLAŞARAK ARTARKEN:

    “KAPİTALİZM MEDENİYETTİR!”,

    “‘DOĞU’NUN KALKINAMAMAŞLIĞI, KAPİTALİZMİ ÖĞRENEMEMELERİNDEN KAYNAKLANIYOR!”,

    “KAPİTALİZME KARŞIYSANIZ, ÖYLEYSE, KOMÜNİST MİSİNİZ?! HANİ, NE OLDU SSCB’YE?!”,

    “ALTERNATİFLERİNİZ YOKSA, BOŞU BOŞUNA KAPİTALİZME ÇEMKİRMEYİN! SOMA’DA 301 ‘İNSAN’IN ÖLMESİ, BİR KAZADIR, BİR ‘FITRAT’TIR; KAPİTALİZM SORUMLU DEĞİLDİR!”

    ZIRVALARI İLE “KAPİTALİZM YÜCELTMESİ” YAPAN;

    SAYIN “MARXIST ARGÜMAN” MI?!

    YOKSA, SAYIN “MARXIST ARGÜMAN”A SIRF MAHLASINDAN DOLAYI HÖNKÜRENLER Mİ?!

    Sayın Kaya, “kapitalizmin tanımının ne(ler) olduğunu” akademik kariyeri boyunca etraflıca araştırmış bir kişi olarak; zehirli beyin “Ayn Rand”dan haberdar.

    Sayın “anonim”; size DE, bu zehirli beynin yazdığı zırvayı okumanızı öneriyoruz:

    “Capitalism: The Unknown Ideal” by Ayn Rand, 1966/67

    1 ( http://itech.fgcu.edu/faculty/bhobbs/Capitalism-The%20Unknown%20Ideal.pdf )

    2 ( http://aynrandlexicon.com/lexicon/capitalism.html )

    3 ( http://www.butler-bowdon.com/ayn-rand—capitalism-the-unknown-ideal.html )

    4 ( https://www.amazon.co.uk/Capitalism-Signet-Shakespeare-Ayn-Rand/dp/0451147952/ )

    * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

    “Dünyaya, mevcut toplumların düzenleri içine; o düzenleri, otomatikman eleştirmeye programlanmış hâlde doğmuyoruz. Hayatlarımızda öyle anlar gelir ki, bizler de sorgulamaya başlamadan çok önce tek tek saymamızın mümkün olmadığı gerçekler yaşanmaya başlanmış, ürkütmüş, ve en nihayetinde bizleri sorgulamaya sevk etmiş;
    Aile içinde yeşeren, nesilden nesile miras gibi devreden önyargılar,
    Doktriner eğitim sistemleri,
    Gazete, radyo ve televizyon aracılığıyla bilincimize kodlanan inançlar vardır.
    Bütün bunlar esaslı bir sonuca doğru götürür bizi:
    Hepimiz, bilgi ve tecrübesi saptırılmış veya hiç olmayan, ve bu nedenle günlük yaşamlarında debelenip duran çevremizdeki insanlardan başlayarak, çember gibi genişleyip; bu insanları, yüz yıllara yayılmış yargıları tekrar, ciddiyetle düşünmeye yöneltecek hamleler yapmak gibi devasa bir sorumluluğa sahibiz.”

    Howard Zinn,
    “Changing Minds, One at a Time”,
    “The Progressive” dergisi,
    Mart 2005
    ( http://www.progressive.org/march05/zinn0305.php )

  38. marxist argüman

    beyaz yakalilar,

    “kapitalizm diye birsey var mi” diye yazan “anonim” mahlasli okuyucu gibileri kapitalist necip’in türevleri oluyorlar. bunlarin amaci üzüm yemek degil, bagciyi dövmek. dikkat ederseniz ben cevap yazma ihtiyaci duymadim, cünkü böylelerine cevap yazmak zaman ve enerji kaybi. “kapitalizm de nerden cikti, öyle birsey mi var?” tartismasi türkiye ve türklere özgü bir durum. ben avrupada bu soruyu soran tek bir insana bile denk gelmedim. “solcu” taklidi yapip bu sitede yorum yazan bu tipleri aydinlatmak biraz da sayin zileli’in görevi degil midir?

    you tube da murat ali dulupcu’nun anlatimi olan “kapitalizmin kisa tarihi” adli bir video var. yine “arte” kanali iki yil önce kapitalizm üzerine 6 bölümlük belgesel hazirladi, türkcesi var mi bilmiyorum, you tube da “arte kapitalismus” yazilirsa almancasi cikar. demek istedigim arastirma yapmak isteyenlar icin malzeme var, yeter ki istesinler. yani “kapitalizm diye birsey var mi?” diye soran biri zaten secimini yapmistir, bundan dolayi beyaz yakalilara diyecegim, kendinizi bosa yormayin.

  39. Belli kavramlarla düşünmeye, onları sorgulamamaya alışmış insanlar yeni düşüncelerle karşılaşınca sadece tepki verirler.
    “Kapitalizm”in varlığının sorgulanmasına alışık olmayanlar ile “Allah”ın veya “Türk Milleti”nin varlığını sorgulamadan inananlar arasında pek bir fark yok.
    Gerçek dünyada ideal bir düzen mümkün değildir – sadece mümkün olduğu kadar iyileştirilebilir. Doğada büyük bir yaşam savaşı var. Doğada kimse kimse için yaratılmamıştır. Herşeyden önce insan-merkezci düşünceyi sorgulamak gerekir. Ondan sonra “kapitalizm” gibi insan yapısı sistemler zaten sorgulanır.

  40. Abi AB dağılırmı ya da Tottenham’ın kara çocuklarını neler bekliyor

  41. onlar için değişen pek bir şey olmaz, büyük biritanya zaten yarı yarıya AB’deydi. para birimini bile değiştirmemişti. Bana öyle geliyor ki, burjuvazi de körükledi bunu, AB’ne bir baskı olsun diye.

  42. 31’e

    Laf cambazlığı filan yaptığım yok, belki yazdıklarımı anlamadınız.

    İlk olarak şunu söyleyeyim: Benim kapitalizmi savunduğum filan yok.İlk olarak bunun altını çizelim.

    Sorularını yanıtlayayım.

    [Kapitalizmi en temel reel gerçek olarak] görüyor musunuz? / görmüyor musunuz?

    Kapitalizmi reel bir sorun olarak görüyorum. Ve gerçek olarak da görüyorum. Ama kapitalizmi mutlak, evrensel ve alternatifi olmayan bir gerçek olarak görmüyorum. Orada yazarken eksiklik olmuş veya yazarken yanlış da anlaşılabilecek bir sorun oluşmuş. En temel derken evrensel ve alternatifi olmayan türden bir şey demek istemiştim. O yüzden isterseniz o cümleden ziyade ikinci yazdığımı ve bu yazdıklarımı dikkate alın. Gerçi yanlış anlaşılacağını düşündüğüm için ikinci açıklamayı yapmış, ne demek istediğimi açıklamıştım. Demek ki hala ne demek istediğimi anlatamadım. O halde oradaki en temeli, silin ve soruyu şu şekilde sorun:

    Kapitalizmi evrensel, alternatifi olmayan ebedi değişmez gerçeklik olarak görüyor musun?

    Cevabım şu: Kapitalizmi alternatifi olmayan, evrensel bir sistem olarak görmüyorum. Evet kapitalizmi gerçek bir sorun olarak görüyorum ama alternatifi olmayan bir gerçeklik olarak görmüyorum.

    Yani kapitalizmi reel bir gerçeklik olarak görüyorum ama onu mutlak, evrensel ve alternatifi olmayan bir sistem olarak görmüyorum. Tekrar yazmama gerek var mı?

    Ama marksist argüman kapitalizmi mutlak, evrensel türden alternatifi olmayan bir gerçeklik olarak görüyor. İki gerçeklik algısı arasındaki farkı umarım anlamışsındır.

  43. Bu arada şunu da belirteyim: 27 ve 28’i ben yazdım da, 30 numarayı ben yazmadım. O yüzden onları da ben yazmışım gibi yazmayın.

    Aslında ne demek istediğim açık, laf hokkabazlığı yapmaya çalıştığım yok, buna ihtiyacım da yok. Sadece dikkat çektim. Deniliyor ki cımbızlama yaptın.

    İyi de sen nasıl anlamadığın yeri alıp burada böyle şurada böyle diyorsun, yani senin deyiminle cımbızlama yapıyorsun. Bazı durumlar da mecburen bu yapılıyor çünkü çelişkiler oluşuyor. Bu çelişkiler kelimelere farklı anlamalar yüklemekten, yanlış anlamalar yüzünden veya başka nedenlerden dolayı olabilir.

    Orada ne dediğimi açıkladım, yukarıda da tekrar tekrar yazdım. Ne demek istediğim belli.

    Sorulara yanıt verdim umarım siz de sözünü ettiğim konuya yanıt verirsiniz.

  44. Bu arada 29 numarayı da ben yazmadım.

  45. Bu arada 31’e

    Yazdıklarınızı tekrar tekrar okudum da. Bana yanıt yazmasanız daha iyi. Çünkü size yanıt vermeyeceğim.

    Çünkü sırf yanıt vermek için yanıt yazdığınızı düşündüm. Eleştirmek için eleştirmek, laf olsun diye yazmak vb. aklıma geldi. Benim tarzım değil bu.

    Ne demek istediğimi size açıklayacağımı sanmıyorum. Siz Marksist-argüman ile takılın.

  46. İlginç olan şu: kalkmış biri kapitalizmi öğren, şunu oku, şunu oku filan. Çok güzel hepsini okuyalım.,

    Zaten okuyoruz da.

    Sonra başka taraftan: kapitalizm evrensel bir sistemdir, alternatifi yoktur diyor başka biri. Bu da bozuk plak sesi gibi dikkat çekiyor.

    Çünkü bir taraftan kapitalizm, birçok yanlışı içinde barındırıyor. Tamam bunları biliyoruz. Sonra da öte yandan diyorsun ki, ya da onu diyen adamın bu yazdıklarını görmezden gelerek bize onu gösteriyorsun. O ise şu anlama gelecek şeyler söylüyor iki de bir:

    Kapitalizmin alternatifi yoktur, onun dışında bir gerçeklik aramak fantezidir, saçmalıktır.

    Sonuçta bu ikisini yan yan getirin. Aslında kapitalizmi eleştirmek de değil bu, bu kapitalizmi alternatifi olmayan temel bir gerçeklik olarak kabul etmek ve bunu anlatmak üzerine kurulu. Kapitalizme övgü de denilebilir.

    Ayn Rand bile bundan daha iyisini yapamazdı herhalde…

  47. Tekrar düzeltiyorum:

    “Sonra da öte yandan diyorsun ki, ya da onu diyen adamın bu yazdıklarını görmezden gelerek bize onu gösteriyorsun” şeklinde yazmıştım.

    Aslında doğrusu “Sonra da öte yandan onu diyen adamın (marksist argüman’ın) bu yazdıklarını görmezden gelerek bize onu kanıt gösteriyorsun” şeklinde olacak.

  48. Sayın (Anonim) (35) (36) (37) (38) (39) (40)

    Sayın “Anonim” 35, 36, 37, 38, 39, 40,

    Berraklık getirmişsiniz:
    [kapitalizmi reel bir gerçeklik olarak görüyorum ama onu mutlak, evrensel ve alternatifi olmayan bir sistem olarak görmüyorum.]

    “Kapitalizmin gerçek olMAdığını, ‘hayallerde taş atmak için uydurulmuş bir öcü’ olduğunu” hönkürenler DE epey çok. Siz (en azından; şimdilik) bunlara benzemediğinizi işaret eder gibi oldunuz. Ümit ederiz devamı gelir.

    Şunu yazmışsınız:
    [Ama marksist argüman kapitalizmi mutlak, evrensel türden alternatifi olmayan bir gerçeklik olarak görüyor.]

    Sayın “marxist argüman”; hiçbir zaman, “kapitalizm” hastalığını, “alternatifi olmayan bir gerçeklik olarak” deklare etmedi. “Saptırma” yapmayınız.

    Şunu yazmışsınız:
    [siz de sözünü ettiğim konuya yanıt verirsiniz.]

    “Kapitalizm” isimli hastalığın işlediği cinayetler apaçık ortadayken (“25” numaralı metnimizde hatırlattığımız “kapitalizmin cinayetlerini” tekrar okuyunuz!), “bir gerçeklik olan ‘kapitalizm zehri’ne alternatifler ortaya koymadığınız müddetçe, kapitalizme çemkirmekten vazgeçiniz” minvalindeki ifadeleri, bırakın sadece sizi; bu sistemin ağa-ana ve ağa-babalarından, her gün, her saniye, İstanbul/Maslak başta olmak üzere, dünyanın “en ölümcül” finans merkezlerinde işitiyoruz zaten sayın “anonim”. Size, yukarıda, “25” numaralı metnimizde şu örnekleri boşuna yazmadık: “Ayn Rand”, “Ludwig von Mises”, “Friedrich Hayek”, “Murray Rothbard”, “Robert Nozick”, “Milton Friedman”, “David Director Friedman”, “Walter Edward Block”, “Edward Peter Stringham”, “3H Hareketi” ( http://www.3hhareketi.org/ ) – ( https://twitter.com/3hhareketi/ ), “Eser Karakaş”, “Atilla Yayla”, “Raşit Sarıkaya”, “Özlem Çağlar Yılmaz”, “Tanel Demirel”, “Harun Kaban”, “Cennet Uslu”, “Hasan Yücel Başdemir”, “Levent Korkut”, “Arda Akçiçek”, “Buğra Kalkan”, “Özgür Demirtaş”, (sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip de dahil)…

    “Kapitalizme KARŞI; çözüm önerileri” için:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Bir kez daha hatırlatıyoruz: Yukarıdakiler çözüm “önerileridir”; çözüm “dayatmaları” değildir!]

    Şunu yazmışsınız:
    [Ne demek istediğimi size açıklayacağımı sanmıyorum.]

    Açıklamanız için merak içinde bekliyor değiliz sayın “anonim”. Kapitalizm bir (şahsınızın da, doğru şekilde ifade ettiği üzere) “gerçeklik” iken, ve bu “gerçeklik” cinayet işlemeye tüm hızıyla devam ederken, sizden ve sizin gibilerden temennimiz; “‘Cengiz Çandar’laşmamanız”, “‘Horst Mahler’leşmemeniz”, “‘Oral Çalışlar’laşmamanız”, “‘kaderci’ olmamanız”, ve en küflenmiş hâllerden biri; sırf “Hz. Karl Marx’a (S.A.V)” laf atmak için, “marxist argüman” mahlası ile (veya türlü türlü mahlaslar ile) yazan kişilere, kullandıkları mahlasları ilk sıraya koyarak “counter-attack”lara girişmemeniz. Son olarak: Hiçbir şey açıklamak zorunda değilsiniz, yeter ki “‘Ayn Rand’laşmayın”!

    Sayın “marxist argüman”ın, kapitalizm karşıtı tespitlerini, hâlâ ama hâlâ “alternatifler sunmuyorsa; çöp kutusuna” sanmaya devam ettiğiniz için şunları yazmışsınız:

    [Sonra başka taraftan: kapitalizm evrensel bir sistemdir, alternatifi yoktur diyor başka biri. Bu da bozuk plak sesi gibi dikkat çekiyor.

    Çünkü bir taraftan kapitalizm, birçok yanlışı içinde barındırıyor. Tamam bunları biliyoruz. Sonra da öte yandan diyorsun ki, ya da onu diyen adamın bu yazdıklarını görmezden gelerek bize onu gösteriyorsun. O ise şu anlama gelecek şeyler söylüyor iki de bir:

    Kapitalizmin alternatifi yoktur, onun dışında bir gerçeklik aramak fantezidir, saçmalıktır.

    Sonuçta bu ikisini yan yan getirin. Aslında kapitalizmi eleştirmek de değil bu, bu kapitalizmi alternatifi olmayan temel bir gerçeklik olarak kabul etmek ve bunu anlatmak üzerine kurulu. Kapitalizme övgü de denilebilir.]

    Şöyle bitirmişsiniz:
    [Ayn Rand bile bundan daha iyisini yapamazdı herhalde…]

    “Ayn Rand”ın (ve onun gibilerin) hayata saçtığı zehir, (iddialı yazdığımızın farkındayız) beterlerin içinde en beterini yaptı, sayın “anonim”!

    “25” ve “31” numaralı metinlerimizde hatırlattığımız referans kaynakları inceleyecek sabra sahip olabilirseniz; bu “beter”lerin neler olduğunu daha net idrak edeceksiniz!

    İlk sırada; (Rand’ın) dünyaya, bir “icon” olarak pazarlamaya uğraştığı “John Galt” ile başlayabilirsiniz!

  49. İnsanların doğru anlaması için yanıt veriyorum:

    41 yukarıda demiş ki:

    :”Sayın “marxist argüman”; hiçbir zaman, “kapitalizm” hastalığını, “alternatifi olmayan bir gerçeklik olarak” deklare etmedi. “Saptırma” yapmayınız.”

    Deklare etmesine gerek yok. Ben bu sitede marksist argümanla bu konuyu çok uzun uzun tartıştım. Ve bana bu eksende yanıt verdi. Yani aslında savunduğu şey bu. Ona bu konuda ısrarla sorularıma bu düzlemde yanıt verdi, Başkaya’yı bu eksende suçladı, kapitalizme karşı alternatifleri fantezi, saçmalık vb. olarak gördüğünü açıkladı. Bu eksende Başkaya ve onun gibileri, ben de buna dahilim yerden yere vurdu. İdealist zırvalıklar, saçmalıklar ve fantezi oluyor marksist argüman’a göre kapitalizme karşı alternatif çözüm önerileri. Yani aslında bu düzlemde kapitalizme karşı bir alternatif sistem yok, tüm bunlar idealist saçmalıklar, gerçek olan kapitalizm, bunun dışında çözüm aramak da saçmalık ve idealist, fantezi oluyor bu düzlemde. (Başkaya ve onun gibiler derken kapitalizme karşı yeni bir alternatif önerenler demek istiyorum. Marksist argüman’a göre tüm bunlar zırvalık, hayal, fantezi ve idealist şeyler, saçmalıklar, ya da gerçekle alakası bile olmayan boş ve zırva şeyler de denilebilir.)

    Buradan görülebilir. Başlığın ismi şu: Fikret Başkaya ile Röportaj (Gün Zileli): Artık Değişimin Aktörü “Büyük İnsanlığın” Tamamıdır

    http://www.gunzileli.com/2016/06/07/fikret-baskaya-ile-roportaj-gun-zileli-artik-degisimin-aktoru-buyuk-insanligin-tamamidir/

    Bu başlıkta marksist argüman’ın Başkaya’ya yaptığı bazı suçlamaların, eleştirilerin bu düzlemde olduğu çok açık olarak görülecektir. Benim marksist argümana verdiğim yanıtlar markist argüman’a ismiyledir.

    Bu yanıtları okuyanlar marksist argüman’ın neyi savunduğunu anlayacaktır.

    O yüzden saptırma filan yaptığım yok.

  50. Ek Not: Yukarıda belirttiğim başlıkta ayrıca 30 nolu anonim de benim. Zaten dikkatli bakılırsa anlaşılacaktır.

  51. Bu arada bir açıklama daha yapayım ki yanlış anlaşılmasın.

    Ayn Rand’ın kapitalizmi savunan biri. Kapitalizmi savunmayan biri olarak Ayn Rand’ı savunduğu kapitalizmi de savunmadığım da ortada.

    Ama bu laf bana söylenmemeli. Çünkü alakasız bir laf.

    O yüzden böyle sözleri alakasız kişilere alakasız laf söylemek olarak görüyorum. Ya da eleştirmek için eleştirmek oluyor.

  52. “Ama bu laf bana söylenmemeli. Çünkü alakasız bir laf.”

    Bu laf derken Ayn Randlaşmak vb. den söz ediyorum.

  53. Sayın (Anonim) (42) (43) (44) (45)

    Sayın “Anonim” 42, 43, 44, 45,

    Öncelikle;
    “Marxist argüman” mahlası ile yazan şahsın avukatı değiliz. Onun (veya buraya görüş yazan herkesin) kullandığı mahlasları (mahlas şart değil; “anonim” de olabilirler) odak noktası yapMAyıp; önce, “yazılan şey(ler) ne?” sorusu üzerinden değerlendirme yapar, sonra devam ederiz.

    Şu hatanızı görmenizi, anlamanızı öneriyoruz:

    Sayın “marxist argüman”, kapitalizme karşı görüşler yazarken, bunu “sert üslupla” yapıyor diye; “kapitalizm dışındaki her şey yalan” sonucu ortaya ÇIKMIYOR. “Siz” böyle anlamak istiyorsunuz sayın “anonim”. Hatanız burada başlıyor.

    Özellikle sayın “marxist argüman”ın, kapitalizme karşı yönelttiği görüşler “ağır, sert üslupla” olduğu için; kapitalizm “yüceltilmiş olMUyor” sayın “anonim”.
    “Stockholm sendromu”nu tersten anlamamanızı öneriyoruz.

    “Hz. Karl Marx (S.A.V.)” nasıl eleştirilemeyecek peygamber değilse;
    Sayın Fikret Başkaya da eleştirilemeyecek düşünür değil.

    Sayın “marxist argüman”ın, (http://www.gunzileli.com/2016/06/07/fikret-baskaya-ile-roportaj-gun-zileli-artik-degisimin-aktoru-buyuk-insanligin-tamamidir/) adresinde, sayın Başkaya’nın görüşlerine yönelttiği eleştirilerin çoğuna bizler DE, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar DA katılmıyoruz. Bu durum; sayın “marxist argüman”, sırf, sayın Başkaya’nın görüşlerini “sert üslupla” eleştiriyor diye; sayın “marxist argüman”ın ortaya koyduğu eleştirilerin önemini azaltmıyor.

    Örnek:
    (http://www.gunzileli.com/2016/05/18/fikret-baskayanin-son-kitabi-uzerine-elden-kayip-gitmekte-olan-bir-gezegen/) adresinde hatırlattığımız metinler üzerine, sayın “marxist argüman” da sert üslupla görüşlerini aktardı (örneğin; David Graeber’in gözlemleri ve çözüm önerisi üzerine yönelttiği eleştiriler gibi). Bu durum; ne hatırlattığımız metinlerin önemini azaltır, ne sayın “marxist argüman”ın yönelttiği eleştirilerin mesnetsiz olduğuna işarettir.

    Sevdiğiniz, saygı gösterdiğiniz (örnek: Sayın Fikret Başkaya) kişi veya kişilere yöneltilen eleştiriler, sırf “sizin” hoşunuza gitmiyor diye; “aslında kapitalizmi yüceltiyorlar” iddiasını ortaya atamazsınız. Unutmayınız: Sayın “marxist argüman” mahlaslı kişi DE; en az sayın Başkaya kadar “kapitalizme karşı”!

    Son olarak:
    “Ayn Rand” (ve benzerlerinin) tuzaklarına düşmediğinizi DE, açıkça ifade ettiğiniz için teşekkürler.

    Esen kalın.

  54. ‘Kapitalizm’ kelimesiyle somut bir sey ifade ettigini sananlarla uzun zamandir sorun yasiyorum –meram anlatmak babinda.

    Uygun bir analoji/tesbih bulmak icin ararken, en iyisinin ‘sehirlesme’ kavrami olabilecegine kanaat getirdim.

    [‘Sehir-LI-lesme’ demiyorum ‘Sehir-LES-me’, yani giderek daha buyuk sehirler olusturmak.]

    Her ne kadar ben o devire yetisemediysem de, genel kabul gormus hikayeye gore, insanlar, nerede bir kovuk/magara buldularsa orada geceledikleri ‘avci-toplayici’ donemin sonlarina dogru, artik karinlarinin yeterince doyabilecegi yerlerin yakinlarindaki magaralara yerlesmegi tercih ettiler.

    En azindan donemler/mevsimler cinsinden boyle oldu. Bir cesit yaylacilik misali, bir mevsim o bolgedeki o magarada, bir donem de bu bolgedeki bu magarada..

    Bazi hayvanlarin evcillestirilmesi de bu doneme rastlar, ve kismen kalici yerlesikligi tesvik ettigi soyleyebiliriz.

    Ilk sabitimsi yerlesimlerin bu sekilde ortaya ciktigi rivayet olunur.

    Ardindan, ziraatle ugrasanlar ortaya cikinca, yerlesiklik daha kalici hale gelir. Ucsuz bucaksiz arazilerin ortasinda, surada burada, tek tuk cadirlarin, kulubelerin ortaya cikisini gozumuzde canlandirabiliriz.

    Fakat, bu tek-tuk yerlesimlerin de idealden uzak oldugunu gormek zor degil.

    Guvenlik sorunu (vahsi hayvanlar, halen eski aliskanliklarini devam ettiren avci-toplayicilar –ki, bunlar ‘haydut’ sayilir oldular), isbirligi yapamayisin getirdigi verim kayiplari vb gibi sorunlar vs.

    Bu da, zamanla, yerlesim yerlerinin kumelenmelerine yol acti. Giderek daha kolay beslenebilmenin getirdigi nufus artisi da eklenince, once mezra benzeri kucuk kumeler, ardinda da koyler/oymaklar filan olusmaga basladi.

    Bugunku romantiklerimizin aksine, birbirleri arasindaki ekonomik iliskiler de kuralli filan degildi. Degis-tokus edilecek olan hersey, uzun pazarliklar sonucunda el degistirebiliyordu. Cunku, maliyet de fiyat da kiymet de belli degildi.

    Ziraat topluluklarini haraca baglayan haydutlar mi, yoksa onlari savunmak icin aralarindan cikmis (ama, haydutlarla kapismak disinda bir katkisi olmayan) ‘yigitbasi’lar mi daha mesruydu.. tartisilir.

    Her ne hal ise. Belli bir denge tutturulmus olmali ki, bu trend (sehirlesme) tutar ve hizlanarak devam eder.

    Mezralar koylere, koyler ilcelere, ilceler sehirlere buyurler..

    Ve, gunumuzde, kucuk ‘sehir’ dedigimiz toplu yasam yerlerinin nufuslari, cok degil, bundan 500 sene oncesinin ‘buyuk devlet’lerinden de buyuk hale geldiler.

    Ve, gorunen o ki, bu buyume durmayacak; artarak, katlanarak devam ediyor; megapoller, superpoller..

    ‘Sehirlesme’nin kisa (ve, muhakkak da eksik) hikayesi boyle.

    Simdi..

    Her ‘sehirlesme’ evresinde, birey ve toplumlarin birbirleriyle ekonomik (ve sosyal) iliskisinin degistigini, farklilastigini, evrim gecirdigini farz edebiliriz.

    Ve, her evrede emegi ile gecinenler oldugu gibi, uretim araclarina sahip olan, rantiye olan, sermayedar olanlarin da var oldugunu kabul etmek cok da zor olmasa gerek.

    Baska bir deyisle, her evresindekini farkli isimlerle aniyor olsak da, bugun ‘kapitalizm’ dedigimiz seyin tarihi cok eskilere dayaniyor.

    Yumurta ve tavuk/horoz sorusuna benzeyebileceginin farkindayim, fakat, yine de sormak zorundayim:

    Acaba, kapitalizm mi sehirlesmeyi surukluyor; yoksa –tersine– sehirlesme mi kapitalizmi?

    Bunu da, su sorunun ilhamiyla soruyorum:

    Kapitalizmin evrelerini belirleyen, ya da –en azindan– birbirlerine yakin/paralel giden, ‘sehirlesme’yi neden kimse cikip elestirmyor?

    Hosnut olmayanlar bile, ‘sehirlesme’ dedigimiz ‘gelisme’nin arkasinda neden hain/seytani/iblisi bir muharrik (motive) aramiyor; arayamiyor?

    Yoksa, olan biten hicbirseyin bir merkezi akil tarafindan tasarlanmiyor oldugunun –bir sekilde– farkinda miyiz?

    Bunun farkindaysak eger; konu, insan topluluklarinin, zumrelerinin, bireylerinin kendi ve birbirleri aralarindaki ekonomik iliskilerine gelince, neden her kotulugun sorumlulugunu ‘kapitalizm’ nam bir kotu ruha/ocuye mal edebiliyoruz?

    Bu ciddi bir celiski, bir akil tutulmasi degil midir?

  55. Eleştiri yapmak iyi de eleştiri doğru ve anlamlı bir temelde olmalı.

    Eğer kalkıp her türlü alternatifi, öneriyi idealist saçmalık, zırvalık diye göstermeye çalışırsanız zaten her türlü çözüm önerisini baştan baltalamış olursunuz.

    Marksist argüman bunu yaptı, eleştiriden ziyade çarpıtma ve her türlü çözüm önerisini baltalama ve kapitalizme dolaylı da olsa övgü içeriyordu.

    Çünkü eleştiri başkadır, çarpıtma, her türlü çözüm önerisini baltalayacak, tüm çözüm yollarını kapatacak anlama gelecek sözler söyleme, bundan ısrar etme başkadır. Bunu savunanları da ısrarla savunmak da doğru değildir. Bu benim görüşüm.

    Ben markist argüman’ın yazdıklarını okuyorum, oradan anladıklarımı yazıyorum, 46 demek ki bambaşka şeyler anlıyor. Onları salt eleştiri olarak görüyor.

    Tabii olaylar nereden baktığına göre de değişir. Örneğin Ayn Rand ve benzerlerinin sosyalist dünya görüşünün saçmalıklar ve zırvalıklar üzerine kurulu olduğunu düşündüğünü, bu yüzden daha gerçekçi kapitalizme inandığını veya bu temelde kapitalizmi daha mantıklı bulduğunu biri çıkıp bu temelde rahatlıkla söyleyebilir.Çünkü doğa boşluk kabul etmez. O yüzden her türlü alternatifi baştan baltalamak dolaylı da olsa kapitalizme övgüdür. Orada yazılanla ortada. İnsanlar okur ve ne demek istediğimi, düşünürse anlar.

    Veya başka biri Ayn Rand’ın görüşlerinin de anlayışla karşılanması, nihayetinde bunların da düşünce olduğunu dile getirebilir. Yani bu özgürlükler temelinde herkesin düşüncesinin dile getirmesi savunabilir zaten. Gerçi ben de düşünce özgürlüğünden yana olduğundan buna karı değilim ama neyin ne olduğu da söylenmeli. Eleştiri var, var, yanlış eleştiri var, doğru temele dayalı eleştiri var. Bunu anlamamakta ısrar ederseniz doğru ile yanlış karışır. Ben buna işaret ediyorum. Yoksa marksist argüman’a çöpe atalım demiyorum, hatta mümkünse hiçbir düşüncenin çöpe atılmasından yana değişim.

    Benden de herkese saygılar ve sevgiler.

  56. Edit:”Yoksa marksist argüman’a çöpe atalım demiyorum, hatta mümkünse hiçbir düşüncenin çöpe atılmasından yana değilim.” olacaktı.

  57. marxist argüman

    19 nolu anonime kisa cevap:

    birincisi, bo$-bele$ bir insan oldugun her halinden belli. bu siteye sirf zaman öldürmek icin takiliyorsun. burda yaptigin muhabbeti kahvehanede okey, pi$ti oynarkende yapabilirsin, bence sen burda zamanini bo$a harcama.

    ikincisi, o “anomim” mahlasinin arkasina siginmayi birak, kendine bir isim sec ki muhatabim kimdir anlayayim. “anonim” mahlasi ile burda yorum yazanlari amaci $u: i$lerine gelmedigi yerde manevra yapmak “yok o’nu ben yazmadim, o ben degilim” demek icin.

    ücüncüsü, ben mümkün oldugunca zaten sade yazmaya zaten özen gösteriyorum, buna ragmen söylediklerimi carpitmandan anliyorum ki kapitalist necip’in türevi bir demagogsun. senin mantiginda sayin zileli gibi $öyle isliyor: fikret baskaya kapitalizmi elestiriyor, marxist argüman da fikret baskaya’yi elestiriyor, öyleyse marxist argüman kapitalizmi övüyor. öfff, mantiga bak cay demle!

    dördüncüsü, ben kimin görüslerini elestiriyorsam, kimi. neyi. nicin elestirdigim anlasilsin diye önce elestirecegim argümani, fikri, tezi alinti olarak yaziyorum. senin böyle bir niyetinin olmadigi tarzindan anlasiliyor. benim yazdiklarim icinde hangi fikri, argümani, tezi anlamadin ya da “kapitalizm elestirisi” olarak anladin, bunu somut olarak belirt ki sana yardimci olayim, fakat biliyorum ki senin “aydinlanma, anlama” gibi bir hedefin yok, amacin üzüm yemek degil bagciyi dövmek, üzüm yemek isteseydin bana soru sorardin. yazdiklarima ilgi gösterip anlamaya calisan, soru soranlara bikmadan usanmadan yeniden aciklarim, yeter ki niyeti “anlamak” olsun.

  58. Bu arada yanlış anlaşılır diye yanıt veriyorum:

    (46 ile çok farklı dünya görüşlerini paylaştığımız açık. En başta dünyayı epey farklı anlıyoruz ki anlaşmakta bile çok ciddi sorun yaşıyoruz. Bu sözleri kendisine yazmıyorum. Ama onun sözünü okuyup ciddiye alan olup yanlış anlar belki yazıyorum.)

    46 ısrarla benim hatalı davrandığımı söylüyor. Nedeni de şu ona göre. Şöyle yazmış:

    “Sayın “marxist argüman”, kapitalizme karşı görüşler yazarken, bunu “sert üslupla” yapıyor diye; “kapitalizm dışındaki her şey yalan” sonucu ortaya ÇIKMIYOR. “Siz” böyle anlamak istiyorsunuz sayın “anonim”. Hatanız burada başlıyor.”

    Burada öyle bir yazılmış ki ben marksist argüman’ın kapitalizme karşı geliştirdiği sert üsluptan rahatsız olmuşum da o yüzden onu eleştiriyorum demek istiyor. Cevabım şu:

    Zerre kadar alakası yok. Tekrar yazıyorum ZERRE kadar alakası yok.

    Neyse 46 buna inanmayabilir.

    Rahatsız olduğum yeri yazdım 49 nolu iletide.

    Üstelik orada kapitalizmi de değil Başkaya ve benim gibi anarşistleri eleştiriyordu. Üstelik son derece yanlış bir temelde eleştiriler vardı. Orada yazanlara bakarak ne demek istediğim anlaşılabilir.

    Neyse dediğim gibi 49 ve marksist argüman ile dünya görüşümün, olaylara bakışımın çok farklı olduğunu anlıyorum. Anlaşabileceğimize de pek ihtimal vermiyorum.

    Rahatsız olduğum konu kapitalizmin sert üslupla eleştirilmesi değil, ona karşı geliştirilen çözümlerin peşinen idealist, zırvalık ve saçmalık diyerek baştan geçersiz ilan edilmesidir. Şimdi 49 bunun olmadığını söylüyor. Tartışmada aşağıda:

    http://www.gunzileli.com/2016/06/07/fikret-baskaya-ile-roportaj-gun-zileli-artik-degisimin-aktoru-buyuk-insanligin-tamamidir/

    O başlıkta 30 nolu anonim ve marksist argüman’a diye yanıt yazan benim. Okuyun ve kendiniz karar verin.

  59. Olay da ana unsur üslup sorunu değil, onun çok ötesinde.

    Orada da yazdım neden şikayet ettiğimi, tekrar yazıyorum:

    1. Marksist argüman Başkaya’nın görüşlerini alabildiğince çarpıtarak tartışıyor. Örneğin Başkaya burjuva demokrasisini savunmuyor marksist argüman ise sanki Başkaya onu savunuyormuş gibi tartışıyor.

    2. Marksist argüman Başkaya’yı sürekli olarak idealize etmekle, gerçeklerden uzak olmakla suçluyor. Ve bu tür hayalleri saçmalık, zırvalık olduğunu söyleyerek bir anlamda onların geçersizliğini kanıtladığını düşünüyor. Böylelikle bir anlamda kapitalizmi alternatifi olmayan bir gerçeklik olarak gösteriyor. Çünkü bu mantıkta diğerleri saçmalıklar ve zırvalıklar oluyor. Ve marksist argüman öyle bir anlatıyor ki bunların karşılığı olamaz ya da olursa yine kapitalist dünyada olur, demokrasi ancak burjuva demokrasisi gibi olur, başka türlü olamaz gibi meseleye bakıyor. Tabii bu bakış açısı kapitalizme karşı alternatif bir çözüm olduğunu, olabileceğini de aslında kabul etmiyor. Çünkü onları en baştan idealist saçmalıklar olarak görüyor. Bu temelde onların yanlış olduğunu ve boş olduğunu savunuyor.

    3. Çevre ve ekolojiyle ilgili hatalara girmedim bile onlara girersek marksist argüman’ın yaptığı hatalar için uzun uzun yazmak gerekecek.

    4. Sorulan sorulara doğru düzgün yanıt vermemesi veya yanıt vermekten kaçınması. (Konuyla ilgili sorulardan söz ediyorum) Bu da kendisi ile etkili ve sağlıklı bir tartışma yapmamazı engelledi.Aslında bu da biraz önemliydi ama dediğim gibi konu sadece üslup sorunu değil.

    İşte bu 4 konudan rahatsız oldum. Bunu yazıyorum çünkü 46 gelip bambaşka şeyler yazıyor. Mesele karışıyor.

  60. Marksist argüman’a yanıt:

    “birincisi, bo$-bele$ bir insan oldugun her halinden belli. bu siteye sirf zaman öldürmek icin takiliyorsun. burda yaptigin muhabbeti kahvehanede okey, pi$ti oynarkende yapabilirsin, bence sen burda zamanini bo$a harcama.”

    Cevabım: Vay be, sen ne diye takılıyorsun:) Neyse bu da demagojik boş laf. Aslında sadece sana yanıt verdiğimi düşünmüyorum, öyle düşünsem zamanımı boşa harcadığımı düşünebilirim. Ama sana değil de bu sözleri ciddiye alan olur diye yazıyorum ve bunun boş olmadığını düşünüyorum.

    Markist argüman şöyle yazmış:”ikincisi, o “anomim” mahlasinin arkasina siginmayi birak, kendine bir isim sec ki muhatabim kimdir anlayayim. “anonim” mahlasi ile burda yorum yazanlari amaci $u: i$lerine gelmedigi yerde manevra yapmak “yok o’nu ben yazmadim, o ben degilim” demek icin.”

    Öyle yapacağımı nereden biliyorsun, öyle yapacak biri farklı farklı isimler de seçebilirim. Söylediğin nedenlerden dolayı öyle yapmıyorum, başka nedenlerden dolayı öyle yapıyorum. Örneğin bazı kişilerin beni tanımasını istemiyorum ama o kişi veya kişiler sen değilsin.

    Demiş ki marksist argüman:

    “ücüncüsü, ben mümkün oldugunca zaten sade yazmaya zaten özen gösteriyorum, buna ragmen söylediklerimi carpitmandan anliyorum ki kapitalist necip’in türevi bir demagogsun.”

    Ve yine demiş ki:

    “dördüncüsü, ben kimin görüslerini elestiriyorsam, kimi. neyi. nicin elestirdigim anlasilsin diye önce elestirecegim argümani, fikri, tezi alinti olarak yaziyorum. senin böyle bir niyetinin olmadigi tarzindan anlasiliyor. benim yazdiklarim icinde hangi fikri, argümani, tezi anlamadin ya da “kapitalizm elestirisi” olarak anladin, bunu somut olarak belirt ki sana yardimci olayim, fakat biliyorum ki senin “aydinlanma, anlama” gibi bir hedefin yok, amacin üzüm yemek degil bagciyi dövmek, üzüm yemek isteseydin bana soru sorardin. yazdiklarima ilgi gösterip anlamaya calisan, soru soranlara bikmadan usanmadan yeniden aciklarim, yeter ki niyeti “anlamak” olsun.”

    Cevabım şu: Sana yanıt yazdım, Başkaya’ya karşı kullandığın birçok argüman boş bir temele dayalı aslında. Ben çarpıtmadım sen Başkaya’yı çarpıtarak ele aldın. Orada onu ve birçok şeyi net olarak gösterdim, anlayana tabii anlamayana ne anlatsan boş. Ve seni anlamadım değil gayet iyi anladım, sen beni anlamadın, hatalarını görmeni umuyorum. Umarım görürsün. Elbette zamanım değerli bu konulara tekrar girmeyeceğim. Okumak isteyenler aşağıdan bakabilir:

    O başlıkta 30 nolu anonim ve marksist argüman’a diye yanıt yazan benim. Okuyun ve kendiniz karar verin.

    http://www.gunzileli.com/2016/06/07/fikret-baskaya-ile-roportaj-gun-zileli-artik-degisimin-aktoru-buyuk-insanligin-tamamidir/

  61. Sayın (Anonim) 48'e ve 51'e

    Sayın “Anonim” 48 ve 51,

    Şunu yazmışsınız:
    [O yüzden her türlü alternatifi baştan baltalamak dolaylı da olsa kapitalizme övgüdür.]

    Size bu sayfada, sayın “marxist argüman”ın ortaya koyduğu eleştirilere şahsınızın karşı çıkışlarını değerlendirirken, başlangıç noktanızın “hatalı” olduğunu ısrarla hatırlatmamızın nedeni; tam da yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdığınız ifadedir.

    Kapitalizmin, bir gerçeklik olduğunu kabul etmekle (ki siz de yukarıda buna işaret etmiştiniz),
    Kapitalizmin, “değiştirilmesi teklif dahi edilemez babayasa” olduğu zannı;
    arasındaki o ince çizgiyi anlamak çok mühim!

    “Ayn Rand” isimli zehirli beyin (ve türevleri); kapitalizmi “değiştirilmesi teklif dahi edilemez babayasa” zemini üzerinden sorgusuz sualsiz kabul edip, görüşlerini bu zemin üzerinden aktardı, zehirlerini bu zemin üzerinden bütün dünyaya yaydı!

    Asya’nın genelinde bugün bile bir “celebrity!” olan Mao Zedong’un “bol katliamlı kültür devrimi”, nasıl hafızalardan silinemezse;

    “Ayn Rand” isimli zehirli beynin (ve türevlerinin) “yücelttiği kapitalizm”in katliamları (“25” numaralı metnimizi tekrar okuyabilirsiniz); hafızalardan silinemez!

    Evet, şu hususta haklısınız; [Veya başka biri Ayn Rand’ın görüşlerinin de anlayışla karşılanması, nihayetinde bunların da düşünce olduğunu dile getirebilir. Yani bu özgürlükler temelinde herkesin düşüncesinin dile getirmesi savunabilir zaten.]

    Fakat:
    Özgürlükler temelinde herkes düşüncesini dile getirirken; bunları “hasır altından” da, “hasır üstünden” de hayatın kafasına çivi gibi çakıp “katliamlar YAPMAMAK” şartıyla!

    Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip’in şu ifadelerine dikkatle odaklanmanızı öneriyoruz:

    (http://www.gunzileli.com/2016/05/18/fikret-baskayanin-son-kitabi-uzerine-elden-kayip-gitmekte-olan-bir-gezegen/)

    “19 Mayıs 2016”, “17” numaralı metni:

    [“Alış-veriş merkezlerini bir “ilerleme” olarak mı görüyorsunuz yoksa.”

    Evet.

    Semtlerde/kasabalarda geleneksel olarak kurulangelen pazar ve panayirlar eger gercek bir ihtiyaci karsilamak (satici ile aliciyi bulusturmak) amaciyla ortaya cikmis ise, AVM’ler de pekala onlarin evrim gecirmis halleridir, dolayisi ile, son derece dogal bir gelismedir.

    Odagimizda isin nostaljisini yapmak yoksa, semt pazarlarinin (mukayeseli bakarsak) son derece berbat bir cozum oldugunu kolayca gorebiliriz.

    Buyuk semt/kasaba pazarlarina dikkatle bakarsaniz, yapilan sey –esasen– baskalarinin sokaklarini isgal etmekten, haftanin/ayin bir gununde inanilmaz derecede tarfik ve ses yogunlugu yaratmaktan, her turlu atigi ardinda birakmaktan bahsediyor oldugumuz ortaya cikar.

    Ben bu pazarlara gittigim zaman, hep aklima gelen sey sudur: Bu isgal edilmis, igne atsaniz yere degmeyecek insan trafigi icinde, hastasi olanlar ne yapiyorlar?

    Mesela, kalp krizi vb gibi seyler yuzunden acile kaldirilmasi gerekenler ne yapiyor? Yangin ciktiginda itfaiye buralara nesil erisecek?

    Butun bunlari dusununce, pazarda satilan urunlerin neden daha ucuz oldugunu da gorebiliyorum: Baskalarinin hayatlarinin bedelini fiyatlarina iskonto olarak yansitiyorlar.

    AVM’ler, bazi baska sorunlara tabii ki yol aciyor olabilirler, ama en azindan orada yerlesik ahalinin huzurunu, refahini, sagligini –pazarlarin yaptigi sekilde– tehdit etmiyorlar.

    Dahasi, benim bakkal-cakkal gibi kucuk esnafa yonelik nostaljim de yok. Asalak bir sinif olarak gorurum. Dolayisi ile, AVM acildi diye batiyorlarsa, cok da umurumda degil.]

    * * * * *

    Şunu yazmışsınız:
    [46 ile çok farklı dünya görüşlerini paylaştığımız açık.]

    Aynı “weltanschauung”ları paylaşmak zorunda değiliz.

    Size yukarıda sormuştuk, cevabınızı vermiştiniz:

    === Sorumuz ===

    [Ne demek istediğimi size açıklayacağımı sanmıyorum.]

    Açıklamanız için merak içinde bekliyor değiliz sayın “anonim”. Kapitalizm bir (şahsınızın da, doğru şekilde ifade ettiği üzere) “gerçeklik” iken, ve bu “gerçeklik” cinayet işlemeye tüm hızıyla devam ederken, sizden ve sizin gibilerden temennimiz; “‘Cengiz Çandar’laşmamanız”, “‘Horst Mahler’leşmemeniz”, “‘Oral Çalışlar’laşmamanız”, “‘kaderci’ olmamanız”, ve en küflenmiş hâllerden biri; sırf “Hz. Karl Marx’a (S.A.V)” laf atmak için, “marxist argüman” mahlası ile (veya türlü türlü mahlaslar ile) yazan kişilere, kullandıkları mahlasları ilk sıraya koyarak “counter-attack”lara girişmemeniz. Son olarak: Hiçbir şey açıklamak zorunda değilsiniz, yeter ki “‘Ayn Rand’laşmayın”!

    === Cevabınız ===

    [Ayn Rand’ın kapitalizmi savunan biri. Kapitalizmi savunmayan biri olarak Ayn Rand’ı savunduğu kapitalizmi de savunmadığım da ortada.]

    Esen kalın.

  62. Bu arada demagojiden söz açılmışken:

    En fazla demagojiyi Marksist-argüman’ın yaptığını düşünüyorum.

    Necip de yapıyor bunu ama marksist argüman Necip’ten bu konuda üç beş gömlek üstün. Tabii aslında bu da normal olabilir; çünkü demagojinin ve çapıtmanın bir numaralı ustası Karl Marx’tan etkilenmiş olmaması şaşırtıcı değil, boş yere marksist argüman yazmıyor ya.

    Bu Karl Marx anarşistlere karşı neredeyse baştan sona demajojik yanıtlar vermiş, çapıtmalar en alasını yapmış ve kendi görüşlerini son derece bilimsel anarşistlerinkini ise boş, bilim dışı gibi göstererek işçi sınıfının gözünde büyük bir üne kavuşmuştu. Böylece Karl Marx anarşizmin gerilemesinde ve Stalinizm-Leninizm gibi otoriter sosyalist düşüncelerin tüm dünyada egemen olmasında çok büyük rol oynamış biridir.

    Bilimsel Marx, kapitalizmi bilimsel temelde eleştiren Marx, bilimsel düşünen Marx, çok okuyan kafa adam Marx olarak tanındı hep. Buna karşı anarşistler idealist, gerçek dışı olarak görüldü. Marx Proudhon’un görüşlerine bu temelde saldırdı, onun görüşlerini alabildiğince çarpıttı. Halbuki kendisi de idealist ütopyaları (komünizm, sosyalizm vb.) savunan biriydi. Aslında kendisi devlet kapitalizmini savunan ama neyi savunduğunu bile anlayamamış biri olarak tarihe geçti. Bakunin’in tüm uyarılarına rağmen ona çok bilmiş, ukala, tepeden bakan demagojik suçlayıcı yanıtlar vermeyi hayatı boyunca sürdürdü.

    Şimdi bu okulun öğrencisi olduğu açık olarak belli marksist-argüman bu okulun üslubuna uygun biçimde (demagojik yanıtlar vereceksin, karşı tarafı demagog olarak suçlayacaksın.) yanıt vermeye devam ediyor. Yani aynı tür suçlamalar:idealist zırvalıklar, demagoji, demagog vb. devam ediyor.

    Peki bu defa neyi savunuyorlar. Bunun yanıtını ise artık veremiyorlar. Sosyalizmi o kadar çok kullandılar ve eskittiler ki ondan geriye bir şey bırakmadılar. Ama eski alışkanlıkları devam ediyor.

    Fakat bu defa Necip gibilere bile verecek yanıtları yok. Sadece kuru sıkı laf ebeliği yapıp kapitalizmi eleştirebilirler. O kadar. Necip gibilerin vereceği çok yanıt var üstelik. Tabii Necip’i savunuyorum, Necip ile farklı görüşteyiz, sadece olup biteni ve şimdiki durumu söylüyorum.

  63. 55 nolu iletide:

    Edit: “Tabii Necip’i savunmuyorum, Necip ile farklı görüşteyiz, sadece olup biteni ve şimdiki durumu söylüyorum”. olacaktı.

  64. Son Söz:

    Marksist argüman’a şimdilik yanıt vermeyi bırakıyorum. Çünkü amaç bağcıyı dövmek olmamalı. Zaten öyle bir niyetim aslında olmadı ve işin oraya gitmesini istemem.

    Zaten bu temelde marksist argüman’ın kapitalizme getirdiği yerinde eleştirilere de itirazım yok. Ve elbette marksist argüman Necip gibilere yanıt verse Necip gibiler her seferinde, çıkarları gereği, bunu anlamak isteyebilir. O yüzden mesele işçi sınıfına anlatmak.

    Şimdilik bu kadar. Herkese saygılar ve sevgiler.

  65. ŞEHİRLEŞME ve (DEĞİŞ-TOKUŞ) ÜZERİNE (1)

    [1. BÖLÜM]

    Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip (47),

    Her ne kadar “kapitalizmin müzmin savunucularından biri” olsanız DA; ara-sıra, “anarşizm”e meyleden şeyler DE yazmıyor değilsiniz.

    Keşke şu zırvayla [her kötülüğün sorumluluğunu ‘kapitalizm’ nam bir kötu ruha/öcüye mal etmek] yapmaya devam ettiğiniz hönkürmelerin yanlışlığını idrak edebilseniz… Belki o günler de gelir…

    “‘Şehirleşme’nin eleştirilip/eleştirilmemesi”,

    Ve

    “Değiş/tokuş mekanizmaları” ile ilgili bir metin yazmışsınız.

    ===== “Şehirleşme”nin eleştirilip/eleştirilmemesi =====

    “Soylulaştırmak” denen zırva ne demek?!

    === David Harvey ===

    ABD/Baltimore’da gözlemlediklerim ile Türkiye/Tarlabaşı’nda gözlemlediklerim arasında muazzam benzerlikler var.

    İnsanların ortak tarihinin yaşandığı bu meskenlerin aşama aşama bozguna uğratıldığını, ve hattâ yağmalandığını söyleyebilirim. Burada ikâmet eden insanlar mülklerinden dışarı çıkarılıyor ve birkaç ayın ardından bu mülkler yıkılıyor. Ve bu tür alanlarda neler yapılacağı konusunda bizlere çok önemli soru işaretleri kalıyor. Bölgeyi baştan aşağı hummalı şekilde yeniden inşa etmek dışında ortada seçim yapma imkânı pek gözükmüyor ve yaşananlar günden güne kötüleşiyor.

    Şehirler de, doğal olarak, değişime tabiidir. Ve bu değişimin önemsiz olduğu söylenemez. Fakat yaşanılan bölgeyi, sokakların yapısını, meskenleri dönüştürürken; orada yaşayanları, insanları da bu dönüşüme ortak etmek, onların kaygı ve beklentilerine önem vermek gerekir. “Coğrafi dönüşüm” adlı esaslı bir kavramdan bahsediyorsak; orada yaşayan insanları bu kavrama dahil etmemek yanlıştır. Mülklerinden uzaklaştırılan insanların, yeniden inşa dönemi bittiğinde, yaşadıkları yere tekrar dönmelerinin yolları açılmalıdır. “Yeniden dönüşüm”, “kentsel dönüşüm” dediğimiz şeyin doğası, sadece bölgenin fiziki yapısının değişmesi ile sınırlı kalmamalı; bir zamanlar orada yaşayan insanların yenilenmiş mülklerine dönmeleri sağlanmalıdır. “Komşuluk” dediğimiz kavram ancak bu şekilde yarınlara taşınabilir. “Orta-üst tabaka”, “yüksek tabaka” adları ile nitelediğimiz sınıfların ücretlerinin satın alacağı şekilde yeniden inşa edilmiş bu bölgeyi yıkımdan önceki hakiki sahiplerine vermemek en büyük hakkaniyetsizliktir. En başta, bölgenin bağlı olduğu belediyenin bu dönüşüme büyük destek vermesi, sadece binaların fiziki yapısının değişmesi ile ilgili değil; aynı zamanda bu yeni binalara taşınacak “yeni tabaka”ların gündelik hayata yapacakları etkiden de kaynaklanmaktadır. (Adeta; “‘Cüzdanında parası bol olan tabakalar’ bu yeni binalara taşındığında, bu bölgedeki hayat daha nezih olacak; buna mukabil, yenilemeden önceki asıl mülk sahipleri ‘zaten yıllardır düşük gelirle yaşamaya alıştıklarından’, kentsel dönüşüm tamamlanıp yeni konutlarına tekrar geri dönmelerine izin verirsek; hayalini kurduğumuz ‘nezih şehirleşme’ daha başlamadan çoraklaşacak, lümpenleri ‘soylu’ yapma imkânımız asla olmayacak.” zihniyeti hakim!). İşte tam da bu noktada “demokrasi” dediğimiz şeyin gerçekten işleyip işlemediğini görüyoruz. Ve sorunlar burada başlıyor.

    “Toplumsal şehirleşme”den daha çok “mali yönden yüksek getiri sağlamak temelli (vested interest) şehirleşme”nin işlediğini görüyoruz. Burada şu an yaşananlar ile araştırma yaptığım birbirinden farklı ülkelerin şehirleşme tecrübeleri ve benim ikâmet ettiğim yer olan Baltimore’da yaşananlar örtüşüyor. Şunu belirtmeliyim: Bir zamanlar oldukça canlı olan “mahalle kültürü”, kentsel dönüşüm bittikten sonra neredeyse ölü alanlar hâline geliyor. Çünkü dönüşüm tamamlandıktan sonra, insanların bir zamanlar hergün temerküz ettikleri o hayatın coşkusuna; son model BMW’lerden, yeni inşa edilmiş binaların o kaliteli pencerelerinin arkasından artık ulaşılamıyor, “muhabbet” dediğimiz şey bitiriliyor. Bir zamanlar bu alanlarda tam manâsı ile “sokak hayatı” vardı. Ama “kentsel dönüşüm” dediğimiz şey yayılmaya devam ettikçe, bunların hiçbiri kalmayacak. Çünkü nihayetinde bu insanlar “soylulaştırılmış” olacak. (“Gentrification”: Nezihleştirmek, burjuvalaştırmak, soylulaştırmak, seçkinleştirmek.)

    Friedrich Engels’in konu hakkında güzel bir saptaması var: “Burjuvazi bu tür sorunları asla çözmez; sadece çevresinde dolanır.”

    Gözlerimiz önünde yaşanıyor: Yoksulluk ortadan kalkıyormuş gibi yapılıyor, “düşük gelirli yaşam” sona eriyormuş gibi yapılıyor, marjinalleşmeye yol açan şartlar bitiyormuş gibi yapılıyor; hayır hepsi yerli yerinde duruyor, sadece başka yönlere itiliyor, “yokmuş gibi davranılıyor”, adeta makyajlanıyor!

    Mülklerinden uzaklaştırılan bütün bu insanlar üzerine sorulan büyük sorular ise: Nereye gidecek bu insanlar? Yepyeni bir çevrede, en az önceki mülklerinde sahip oldukları kaliteye yakın bir seviyede “muhabbet”i kurabilecekler mi? Bunu kendilerine gerçekten mesele edinip edinmediklerinden emin değilim ama kentsel dönüşümden önce yaşadıkları yerde yıllardır ördükleri sosyal dokuları, gitmeye zorlandıkları yeni mekânlarda tekrar canlandırabilecekler mi? Şimdi görüyoruz ki; bu dokular altüst edildi. İnsanlar, kendi başlarının çaresine bakmaya terk edildi. Bu hâlde; mevcut toplumsal sorunlar gittikçe şiddetlenir.

    === Soru ===

    Ne pahasına olursa olsun bir ev sahibi olmak ve bunla doğrudan ilişkili; “borçlanmada artış”ın bu kadar cazip hâle gelmesinin sebebi ne?

    === David Harvey ===

    Konut sahibi olmanın bir güvence olarak algılanması insan hayatında çok ciddi faktörlere işaret ediyor. Doğal olarak insanlar, bu güvenceye ulaşmak zorunda hissediyorlar. Birçok yerde bu güvence; “özel mülkiyet” dediğimiz şeyle gerçekleşiyor. Fakat sadece “özel mülkiyet” yolu ile gerçekleşmesi şart değil; güvenceyi sağlayabilmek için çok farklı sistemler de mevcut. Öyle sanıyorum ki, “kapitalizm dışı” yeni bir sistemin açtığı yol ile başınızın üzerinde bir çatı örmenin başarılı sonuçlanmayabileceğinin yarattığı endişeyle birlikte; özel mülkün sadece sana (şahsa) ait olması, “burası benim yaşam alanımdır” diyebilmek; insanları mülk sahibi olmak hususunda cezbediyor olabilir, buna bir tür çözüm gözüyle bakılıyor olabilir.

    Sistemi yönlendiren güçler bu algıya ters yönde hareket etmiyorlar; o “mitoloji”yi olabildiğince teşvik ediyorlar. Bu minvalde “özel mülkiyet” olgusunun toplum nezdinde yaygınlaşmasının sağlanması, bir tür “toplumsal pasifleştirme”yi de ilerletiyor. Çünkü: Bir konut sahibi olmak, “hayatta çok mühim bir güvence eşiğiymiş gibi” insanların beynine zerk edildikçe; insanlar uysal nesnelere dönüştürülüyor, ve problem yaratmadan bu “sözde mühim hedefe” ulaşanlardan biri daha olabilmek için gündelik koşuşturmalarına devam ediyorlar. Borçlanmada artışın, konut kredileri vb.’lerine olan talepte artışın arkasındaki asli sebep bu.

    === Soru ===

    Kentsel dönüşüm konusunda “fakirin suçlu yerine konması” hususunu neye dayanarak çürütüyorsunuz?

    === David Harvey ===

    Yoksulların yaşadığı; “(İngilizce) slum” olarak, “gecekondu semti” olarak nitelenen bölgelerde nelerin yaşandığı ile ilgili adeta tarihi, kalıplaşmış bir anlatım durmadan tekrarlanıyor.

    İplerin ucunu tutan oldukça zengin kesimler (ki büyük çoğunluğunu “Beyaz Yakalı suçlular” veya “Beyaz Ya-LA-ka”lar olarak kavramlaştırmak yerinde bir tespit olacaktır) dünyayı soyup soğana çeviriyor, hayatlarının çok büyük bir kısmı “(New York) Wall Street” gibi yerlerde geçiyor.

    Onların caddesine gidip şunu haykırdığımızı bir hayal etsenize: “Hepinizi temizleyeceğiz, çünkü hepiniz suçlusunuz.” Şu an içinde bulunduğumuz (“Tarlabaşı” gibi) yerlerde, bizim öncelikli ihtiyaçlarımız; asgari düzeydeki hastalıklar için hizmet verecek sağlık merkezleri, eğitim konusunda meydana getirilecek hizmetler vb. olmalı. Örneğin, uyuşturucu madde bağımlılığı konusunda hamleler yapabilmek için bu tür hizmetlerin kurulmasına ihtiyaç var.

    Fakat ne görüyoruz?

    Burada insanlar tüm bunlardan yoksun bırakılmış. Yerel yönetimler bünyesinde herhangi bir birim tarafından olsun, belediye tarafından olsun, sağlık hizmetleri tarafından olsun; burada yaşayan insanlar onların menziline girmiyor. Her mahalle için tek tek olmasa bile, en azından birkaç mahallenin birleşik kapasitesini kaldıracak sağlık kliniklerinin kurulması; bu mahallelerde yaşayan insanların doğru dürüst tedavi görmesinin yolunu açabilirdi.

    Bu mahallelerde yaşanan bu yoksunluk, toplumun diğer katmanlarında da varmış gibi bir yargıya varmak tabii ki doğru değil. Fakat ne yazık ki, “gecekondu semtleri”nde yaşayan sakinlerin “şeytani varlıklar” olduğunu, “pespaye insanlar” olduğunu, “kötü insanlar” olduğunu, bu nedenle hiçbir şeyi haketmediklerini; “burjuva sınıfı” damgalıyor, ve algıyı toplum geneline yaymaya çalışıyor! “Düşük gelirli sınıfların” savunmasız olduğunu tekrarlaya tekrarlaya, onları daha da savunmasız hâle getiriyorlar!

    === Soru ===

    “Tarlabaşı” gibi bir yerde muhalif kanatlarla nasıl bağlar kuruyorsunuz?

    === David Harvey ===

    Şunu belirteyim: Bir “sokak hareketine” veya mahalle sakinlerinin kendi aralarında oluşturduğu muhalefet gruplarına; ne yapmaları gerektiği ile ilgili doğrudan söz söylemem.

    Eğer bu muhalif gruplar, “sermaye” denen şeyin nasıl işlediğini daha yakından tanımak isterlerse, benzeri genel problemlerin yapısı hakkında konuşmak isterlerse; onlara bunları seve seve anlatırım.

    Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, bazı gruplar gerçekten öğrenmek istiyor: “Biz Tarlabaşı’nda böyle bir sorun yaşıyoruz. Peki sizin gözlemlediğiniz diğer bölgelerde durum nasıl?” gibi. Onlara bu konuda ışık tutabilirsem çok mutlu hissederim.

    Fakat samimi konuşmam gerekirse: Akademide, üniversitede devam eden bir başka mücadele var. Benim ve benim gibilerin kavgasını verdiği değerler için üniversiteler eğitime açık yerler değil artık! Benim öncelikli hedefim; üniversitenin kendi alanı dışında tuttuğu veya en azından üniversite alanına paralel gözüken konular hakkında araştırmalar yapmak, toplumlar için “ortak iyi” olan konular hakkında araştırma yapmak. Gündelik hayatım bunun mücadelesini vermekle geçmeli, benim misyonum bu. Araştırma yaptığın konuların bizzat “sokak içinde” geçmesi gerekmiyor, ama görüyorum ki çok büyük bir kısmı sokak içinde yaşanmaya devam ediyor, hem de çok acı verici şekillerde!

    (Röportajın sonunda, 8:44, David Harvey; büyük çuvalı ile çöp toplayan bir Tarlabaşı sakininin önlerinden hızla geçişini görür ve şunları söyler):

    İnsanlar, bu şekilde yaşamaya nasıl devam edebiliyor?!
    Bu; “vasıflı”, kesinlikle “vasıflı işgücü”dür!

    “David Harvey” ile yapılan röportaj:
    ( http://vimeo.com/44465815 )

    “(İstanbul) Tarlabaşı ve Şehirleşme”, Haziran 2012:
    ( http://www.tarlabasiistanbul.com/ )

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  66. ŞEHİRLEŞME ve (DEĞİŞ-TOKUŞ) ÜZERİNE (2)

    [2. BÖLÜM]

    === “Değiş/tokuş mekanizmaları” üzerine (1) ===

    FAZLAYA LANET: “POTLAÇ” GELENEĞİ NEDİR?

    “KAPİTALİZM” ADLI ÖLÜMCÜL SİSTEMİN, TARİHİN DOĞAL AKIŞI İÇİNDE KENDİLİĞİNDEN ORTAYA ÇIKTIĞINI ZANNEDENLERE YUMRUK GİBİ BİNLERCE CEVAPTAN BİR TANESİ!

    Tarih: 6 Aralık 2012

    “Güneş; hiçbir zaman almadan verir.”
    Georges Bataille (İktisat ve sosyoloji üzerine önemli eserler vermiş düşünür)

    “Potlaç”; Kuzey Amerika’da pasifik kıyısı veya kıtanın kuzey batısında yaşayan belli başlı bazı halkların, şölen & şenlik çerçevesinde, topluluk hâlinde (komünal) bir esrime olarak gerçekleştirdikleri “yararlılık ilkesi”nin yerini armağan ve paylaşımın aldığı bir ritüeldir. Takasın aksine; ölçülebilirliği, eşdeşliliği ortadan kaldıran bir mülksüzleştirme, kaybetme ve kaybettirme yarışı olarak ortaya çıkar.

    Klasik ekonomi sisteminde; mübadele, birbirini “değer” olarak dengeleyen malların ya da ürünün değişimi olarak görülmüştür.

    Oysa “potlaç”ta bu mübadele şekli; mal edinme ritüeline karşılık gelmediği gibi,
    Tersine;
    “Yitirmek” ve “elden çıkarmak”, “fazlayı yok etmek”e tekabül eder.

    “Fazla”nın ve bu “fazlanın laneti”nin bir tür şölen, bir tür şenlik yoluyla “bağışlanması”, “dağıtılması” anlamına gelen “potlaç”; bir şef tarafından ya da “potlaç” veren aile, kişi tarafından rakibi aşağılamak, ona meydan okumak ve onu daha görkemli bir “potlaç” şöleni sunmaya mecbur bırakmak için uygulanır.

    “Meydan okumak” anlamına gelen “potlaç”, kesinlikle bir geri-bildirim bekler. Ancak bu geri-bildirim ilk “potlaç”cının meydan okumasının üstünü kapatacak bir şekilde ve ondan daha etkili, daha cömertçe olmalıdır; çünkü “potlaç” bir “yükümlülüktür”.

    Ne kadar fazla değerli eşya alırsan bir o kadar, hattâ daha fazlasını vermek “zorunluluğu” vardır. Aynı zamanda ne kadar fazla değerli eşya gözler önünde yok edilirse, ikinci “potlaç”cı da bir o kadar değerli mal yok etmek zorundadır.

    “Potlaç” bir bağış mübadelesi olsa da salt bu (bağış-armağan) yönteme indirgenemez. “Serveti”, “mülkü” bir tören havasında yok etmek de rakibe meydan okumaktır.

    Bu törenlerde bu değerli malların, servetin yok edilmesinin ötesine geçilerek;
    Evlerin, kanoların, değerli bakır külçelerin de uçurumlardan atılarak, denize dökülerek ya da parçalanarak yok edilmesinin de ötesinde;
    Bazı kabilelerde şeflerin insan ve hayvan kurban etmeleri de “potlaç”a konu olmaktadır.

    “Potlaç” bir şölenden ayrı düşünülemez. Eğer “potlaç” veren şef ya da aileler “potlacı” şölenlerden uzak kendi başlarına yapıyorlarsa bu onlara bir prestij katmamaktaydı ya da “potlaç”ta alınan değerli eşyalar yok edilmeyip, armağan olarak sunulmayıp; mülk ediniliyorsa “potlaç” gerçekleşmemiş olurdu. “Potlaç” şenliksiz düşünülemeyeceği gibi bir “potlaç” da bazen şenliğe dönüşebilmektedir.

    “Potlaç” salt “değiş↔tokuş”a indirgenemeyeceği gibi, salt “mülkü yok etmeye” de indirgenemez.

    “Potlaç”taki asli amaç son sözü söyleyenin (son “potlaç”cının) rakibi karşısında bıraktığı prestij, mertebe meselesidir. Ancak bu prestij ve mertebe hegemonik olmaktan çok; dengeleyicidir ve simgeseldir. Çünkü “potlaç”a katılan şef (yoğun olarak kabile şefleri arasında gerçekleşmesine karşın “potlacın” aileler ve kabile mensupları arasında da gerçekleştirilebildiğini hatırlatmanın faydası var…) mülkünden rahatsızlık duyan, bu rahatsızlıktan kurtulabilmek için onu kabilesine dağıtan bir şeftir. ÇÜNKÜ ŞEF & ŞEFLER; KABİLE MENSUPLARININ KENDİLERİNDEN CÖMERTLİK, ARMAĞAN BEKLEDİKLERİNİN FARKINDADIR. BU SEBEPLE DE; “OTORİTE”, “MÜLKİYET” GİBİ KELİMELER HENÜZ KURUMSALLAŞMAMIŞ VE KABİLELERCE İÇSELLEŞTİRİLMEMİŞTİR!

    “POTLAÇ”TA DA “TİCARET” GİBİ BİR MAL DOLAŞIMI VARDIR; ANCAK BU DOLAŞIMDA “PAZARLIK” DIŞLANIR, “POTLAÇ” RİTÜELİNDE “PAZARLIK” YER ALMAZ! Armağanın ve yok etmenin (ya da Baudrillard’ın “Karnaval ve Yamyam”ının…) sahnelendiği şenlikte “kullanım değeri” etkisini yitirmiştir! Pazarlık yapacak bir “değişim değeri” gider; ve yerini ayartıcı, meydan okuyucu yok etme; paylaşma, hediye etme ritüelinde “potlaç”a bırakır.

    Meta üretiminin yaygınlaşması ile birlikte “potlaç” yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamıştır.

    “Değişim değeri”nin, “kullanım değeri”nin önüne geçmesi;
    Yani “mal”dan→”meta”ya dönüşen ürünler, “kullanım ve harcama kuramını” da etkilemeye başlamıştır.

    ÖZEL MÜLKİYETİN KURUMSALLAŞMASI
    VE
    BU KURUMSALLAŞMANIN “DEVLETİN KORUMASI” ALTINA ALINMASI:
    “POTLAÇ” GELENEĞİNİN KÖKÜ OLAN “SERVET BAĞIŞI”NIN YAYDIĞI ERDEMİ;
    “KAPİTALİZM”DE; “SERVET EDİNMENİN”, “STOKÇULUĞUN”, “BENCİLLİĞİN” YAVANLIĞINA İNDİRGEMİŞTİR!

    “Kapitalizm”in ortaya çıkışı ve “gelişmesi!”yle birlikte; “potlaç” geleneği “ilkel” ve “gerici” olmakla itham edilmiştir!

    Fakat kapitalizmin işgaliyle “potlaç” geleneğinin ortadan kalkması:
    Mülkün yok edilmesi, veya mülkün armağan edilmesinin yerini, kapitalizmin “stok mantığı”nın (ya da mantıksızlığının!) alması;
    “Uygarlık” dediğimiz şeyin üstüne “fazlanın laneti”nin çökmesine sebep olmuştur!

    Armağan ya da şölenle “yoksullara” dönmeyen bu fazla;
    Kapitalist sisteme günden güne daha fazla baskı yapıyor!

    Örneğin:
    Ödemeler dengesi fazlası olan ABD, “Marshall Plânı” ile;
    Ödemeler dengesi açığı olan Avrupa!ya karşılıksız yardım yapmıştır.
    Bu yardımın asıl nedeni (geçmişte!) “Sovyet tehdidi!” olsa da;
    ABD, ister istemez bu “fazladan vazgeçerek”; kapitalizmin işleyiş mantığının dışında hareket etmiştir!

    Gene aynı şekilde:
    Yoksulların ayaklanmaları ve yağmalama faaliyetleri; tek taraflı bir “potlacın” yörüngesine gönderme yapmaktadır!

    “Yeni törenler gerek bize
    Yeni törenler; kimi zaman en eski…”

    Cemal Süreya
    “Var”

    (http://potlac.tumblr.com/post/52961232789/fazlaya-lanet-potlac)

    === “Değiş/tokuş mekanizmaları” üzerine (2) ===

    GEZİ’DEN “YENİ ARMAĞAN” ÇIKTI!

    Yazan: Deniz Yenihayat
    Tarih: 14 Kasım 2013

    “Bu hareket uluslararası düzeyde, insan hakları, adalet, özgürlük ve halkların refahı adına sorumluluk hisseden herkes açısından bir destek, dayanışma sebebi ve fırsatı olmalıdır.” (Noam Chomsky’nin “Taksim Gezi Parkı Direnişi” hakkında dünya kamuoyuna okuduğu video mesajından)

    2013 yazını törenlerle açan Gezi Direnişi; sürecin sonucu ne olacaksa olsun, şimdiden Türkiye ve dünya siyasi tarihine geçmiş bir olay. Hükümetin ve başbakanın uydurduğu “dış mihraklar, “faiz lobisi”, “ergenekon”, “yahudi lobisi” gibi komik nedenlerle değil belki ama, gerçekten uzun bir sinir birikimi sonucu bir anda ortaya çıktı. Başbakan ve partisi iktidara geldiği ilk günden beri ve en çok da son birkaç yılda, farklı uygulama ve açıklamalarla halkın farklı kesimlerinin kelimenin tam anlamıyla damarına bastı. Farklı görüşteki insanlar ilk kez tepkilerini birleştirebilecekleri ortak bir baskı hissetti. Ülkenin büyük bir kesimi, bu iktidara duydukları ve biriktirdikleri tepkilerine bir de doğa ve kamusal alan katliamını da ekleyip sokaklara döküldü.

    Haftalarca kentlerde direnen halk, bir yandan da aslında hayatlarımıza ve günlük yaşantımıza sürekli müdahale eden başka bir güce daha karşı durdu. Liberal ve kapitalist ekonominin at koşturduğu Türkiye’de ve aslında dünyanın genelinde özellikle gençler, üzerlerindeki bu “sistem baskısı”na tepki göstermeye başladılar. Varolan ekonomik sistemden ve bu sistemin dayattığı yaşam tarzından duydukları derin rahatsızlık gençleri alternatif bir sisteme özlem içinde bıraktı. Bazı noktalarda da bu alternatifler baş göstermeye başladı. Bunlardan biri de Gezi’de kendiliğinden ortaya çıkan, kısa süreli yaşanan, paylaşıma ve adil dolaşıma dayanan alternatif bir ekonomik sistemdi.

    Hani Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük hayali Neo-Osmanlıcılık var ya, onlar bu yolda ilerlerken kendilerine yardımcı olarak Batı tarzı bir liberal ekonomi pratiğini seçtiler. Ama ecdadlarından aldıkları zihniyet mirasına bakılırsa, bunu da sadece biçim olarak uygulamaya çalıştılar, hiçbir gelişimi ve değişen toplumsal ihtiyaçları önemsemediler. Neo-Osmanlı sultanı olarak Ortadoğu’yu ele geçirme gibi naif hayalleri olan bir adam, Osmanlı’nın gelişimindeki en önemli etken olan “potlaç”ın içi boşaltılmış hâli olan neo-liberalizmi Batı’dan göz göre göre ithal etti! Ama anlaşılan o ki, işler Osmanlı’daki gibi yolunda gitmiyor! Batı’da zaten gün geçtikçe daha çok sayıda muhalif çeken bu ekonomik sistemler, Türkiye’de de kabul görmüyor. Buna duyulan tepkilerin en önemlisi tabii ki Gezi Direnişi. Üstelik parktaki gençlere atalarından miras kalan genetik bir bilgi yeniden açığa çıkıyor: “Armağan’ın hası” parka geliyor!

    Önce “potlaç”la tanışalım:
    “Potlaç”; erken dönem ilkel toplumlarda ortaya çıkmış, yeryüzünde binlerce yıl hüküm sürmüş, dünyanın ilk küresel ekonomik sistemi olan “Armağan Kültürü”nün temel kavramlarından biri. Potlaç kavramı; “vermek”, “almak” ve “fazlasıyla iade etmek” gibi bir süreçten oluşur. Sunulan şey, öncelikle ölü ataların ve tanrıların ruhunu taşımaktadır; zenginlik ve talih bu “şey”ler sayesinde dolaşıma girmektedir. “Değiş-Tokuş”un altında yatan bu manevi anlam; askeri, hukuki, ekonomik ve dini anlamda tanınmayı beraberinde getirir. Bu süreç esasen ekonomik olanı belirlemenin yanında toplumsal, politik, ahlaki ve kültürel olanı da belirler. Karşılıklı yükümlülük toplumlarında insanlar ve toplumlar; çıkarlarını gözetmek ve sürdürmek için savaşı değil, bu “değiş-tokuş yöntemi”ni benimsemişlerdir.

    Armağan Kültürü’nün en önemli özelliklerinden biri; salt israfa dayalı sınırsız harcama alışkanlığı/adeti/yükümlülüğünün devrede olmasıdır. Birikim yasaktır ve mülkiyet kolektif bir anlama sahiptir. Bunun en yaygın uygulaması da şölenlerdir. Şölenler; ziyaretçileri türlü ikram ve güzellikleri kullanarak “gebe bırakmak” üzerine kurgulanır. Güç ve prestij gösterileridir. Ziyaretçiler daha fazlası bir şölen düzenleyemedikleri sürece; şölen sahibine gebe kalırlar.

    “İlkel toplumlar”, “armağan kültürü” ve “potlaç ekonomisi” hakkında araştırmalar yapan ve birçok önemli metnin yazarı olan Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında ilkel sosyo-ekonomik-politiği analiz ederken de belirttiği gibi; “İlkel toplumlarda; harcamayan, biriktiren aşağılanmakta, hor görülmekte, cimrilikle suçlanmakta hattâ toplum dışına itilebilmektedir.”

    Potlaç yükümlülüğünü üzerine alan şefler; ölü ruhları, ataları ve tanrıları temsil etmektedirler. Bu yüzden potlaç vermeyen, yani sınırsız tüketim yoluyla hem atalarına karşı “alan el” hem de kabilesine karşı “veren el” olmayan şef; ölü ruhları şereflendirmediği için “persona”sını yitirir ve simgesel anlamda ölür. “Vermek” üstünlüğü ilan eder, “almak” da bağımlı olmayı.

    Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu ilk andan itibaren de bu sistem sayesinde üç kıtada hüküm sürmeye kadar varan bir başarıya nail olmuştur. Osmanlı daima “veren el” olmuş, lütfederek genişlemiştir. Osmanlı, fetih politikasına sahip bir devlettir. Alabildiğine genişlemesinin altında yatan yüzeysel sebep budur: O dönemdeki tek evrensel kültür olan potlaç. Osmanlı (atalar ve tanrıların elçisi olarak) “veren el” konumundaydı. Oğuz Adanır “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında şöyle diyor: “Osmanlı fethettiği ülkelerin toplumlarına yaşamlarını bağışlama büyüklüğünü gösterdiği için sahip oldukları ne varsa aslında Osmanlı’ya geçmektedir.” Ayrıca fetihlerde kazanılan ganimetlerin bir kısmı, askere ve halka dağıtılmakta, geri kalanıysa aslında kolektiviteye ait olan devlet hazinesine aktarılmaktaydı. Hazinedeki bu para da sonuçta halk için ve kalkınma yolunda harcanmaktaydı. Tüm bunlar halkı gönüllü bir bağımlılık altına sokuyordu.

    Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıl sonuna kadar en büyük servetler saray ve çevresindekilere aitti, onlar “veren el”di ve etrafta mülkiyetin m’si bile yoktu. Halkına hoşgörü ve refah vererek halkı kendisine bağımlı hale getirmişti. Ancak problem; saraydan çıkmayan padişahların, kolektif olana ait hazineyi kendi çıkar ve keyifleri için kullanma cüretini göstermesiyle başladı. Ganimetler halka ve askerlere dağıtılmıyor, buna bağlı olarak da imparatorluğun genel motivasyonu yitiyordu. Osmanlı saray eşrafı gününü gün ediyor, devletin bekasını ve yarınları düşünmüyordu. (Bu; ilkel potlaç kültüründeki sonuna kadar tüketme güdüsünün ayyuka çıkmış, şuursuz hâlidir!)

    Bir yandan da Avrupa’nın (potlaç geleneğini ve metafiziği terk edip) aydınlanmasıyla Osmanlı da cazibesini yitirmeye başlamıştı. Avrupa’nın rasyonel bir düşünce sistemini baz alarak kısa zamanda büyük bir medeni gelişim göstermesiyle Osmanlı’nın 3 kıtadaki hükmünü ayakta tutan en büyük yapıştırıcı gücü, yani potlaçın kapsayıcı etkisi yeryüzünde demode olmaya başlamıştı. Bu durumu tersine çevirmek ve yine üstün konuma gelmiş bir devlet olmak için Batı’ya yetişmeye çalışmış, ancak Batı’da ortaya çıkan zihniyeti bir türlü özümseyememiş, aydınlanma çabaları yüzeysel ve içi boş kalmıştı. Sonuç olarak yüzyıllarca sürdürülen “Armağan Ekonomisi”nin artık işe yaramaz ve geçersiz bir sistem olduğunu fark edene kadar Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerini seküler bir yola girmeye karar veren Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. Böylece Batı’nın kültürel ve ekonomik sistemine entegre olmaya çalışan ülkemiz; zaman içinde global trendlere de uyumlanarak “neo-liberal bir ekonomi pratiğini” uygulamaya sokmuştur.

    Genel olarak bakıldığında yeryüzünde hakim olmuş ekonomik sistem ve zihniyetler kronolojik olarak şu şekilde sıralanabilir:

    *Kapitalizm öncesi zihniyet (Armağan Kültürü/Potlaç)
    *İlk kapitalistlere özgü zihniyet
    *Sanayileşmiş kapitalizme özgü zihniyet (devamında da “Neo-liberal kültür”/”İçi boşaltılmış bir potlaç”)

    “Baudrillard’ın tanımladığı simülasyon evreninde kapitalizm; bir ‘vermek-almak, çoğuyla iade etmek’ sistemi olan Armağan Kültürü’nü tersine çevirmiş, kapitalist burjuvaziye özgü zihniyet yalnızca ‘verdiğini çoğuyla geri alan bir düzen’ yaratmıştır!”

    Binlerce yıl yeryüzünde hüküm sürmüş olan armağan kültürü ve potlaç anlayışı; metafizik ve rasyonelin ayrışmadığı zamanlardan sonra uzun bir süre yeryüzünde görünmez olmuştur. Aydınlanma sonrası kapitalist ve liberal ekonomiler ise güçlenmeye başladıkça potlaç kültürünün “artık değeri (artı değeri) tüketme” üzerine kurulu biçimini kopyalamış ancak diğer tüm manevi içeriğini ve “eşyanın ruhu”nu saf dışı bırakarak bunu “tüketim kültürü”ne adapte etmiştir. Şimdiyse dünyalılar bu zalim sisteme direnirken; örneğin Gezi Parkı Direnişi’nde park sınırları içinde potlaçın “ari” biçimi kendiliğinden ortaya çıkmış, ancak bu kez farklı ve günün koşullarına uygun biçimde dönüşmüş, özünü kaybetmeden güncellenmiş bir hâlde pratiğe geçmiştir!

    Dünyanın gerçeklik algısı en çok manipüle edilmiş olan tüm halkları, fiziken ve ruhen insanoğlu için en uygun ekonomik sistemi bulabilmek için ellerinden geldiği kadarını yapmaya çalışıyor. Onlar, onlarca yıldır her şeyi tüketen bir kültüre sahip. Şimdi bu sistemi sorgulamaya çalışıyorlar ve “adaletsiz ekonomik dağılım”, “sosyal haklar” ve “insancıl bir toplum yaşamı” için dünyanın dört bir yanında, özellikle “Occupy hareketi”ni de kapsayan çeşitli örgütlü/örgütsüz protestolar düzenliyorlar. Son birkaç yıldır bu hareketlere Avrupa’daki ekonomik kriz mağduru halklar da eklenince tablo daha da netleşmeye başlıyor. Evet; dünya insanları zalim bir ekonomik sisteme karşı direniş gösteriyor! “Gezi” de temelinde buna dayanan ve diğer sosyal sorunlar tarafından da kışkırtılan çok insani bir haykırış, “yeter!”in ilamı! Üstelik Gezi’nin dünyanın geri kalanındaki benzer direnişlerden bir farkı da “alternatif bir sistemin kendiliğinden pratiğe dökülmüş olması”!

    Gezi’de olan şey, kapitalist sistem tarafından içi boşaltılarak tedavüle sunulan “potlaç”ın içinin zamana uygun biçimde yeniden doldurulmasıydı!

    Yeni Armağan Kültürü’nü yaratmaya çabalayan gençler; bunu içgüdüsel olarak dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkarırken, bu sistemin ilkel dönemlerinde var olan “veren el / alan el” kavramlarını eritmeyi seçtiler. “Aidiyet”, “mülkiyet” ve “sorumluluk” tüm topluluğa ait olmalıdır! Yalnız bunu komünizm ile karıştırmamak da çok önemli! Yeni dünyanın konformist ve egoist insanları bir araya gelirler evet; paylaşırlar, bölüşürler, direnirler, birlikte her şeyi yapabilirler; ancak kimsenin 68′lilerin komün fantezilerini, hippi klişelerini hortlatmak gibi bir niyeti yok! Bireysel yaşamlar ve haklar her zamankinden çok önemli, ve herkes en insani ve konforlu biçimde yaşamayı talep ediyor. Zira yeryüzündeki kaynaklar, artık değerler ve tüketim metaları, bu talebi fazlasıyla karşılayacak büyüklükte.

    Önemli olan rant ve sermaye birikimi üzerine kurulu ekonomik sistemin kökten değiştirilmesinin yolunu açabilmek!

    Oğuz Adanır, potlaç kavramının özünü ve derinliğini şöyle açıklıyor:
    “Değiş-tokuş ettikleri şeyler yalnızca mal ve zenginlikler, mobilya ve binalar, ekonomik açıdan yararlı olan şeyler değildir. Bunlar her şeyden önce nezaket kuralları, şölenler, ritüeller, askeri hizmetler, evlilikler, kadınlar, çocuklar, danslar, bayramlar, panayırlardır. Pazar bunlardan sadece biridir.”

    Bu paragraf hepimize çok yakın zamanda yaşadığımız bir deneyimi hatırlatmadı mı ?!
    Evet; “Gezi”de, polisin ve müdahalelerin olmadığı zamanlarda, insanlar karınlarını doyurabiliyor, çocuklarının eğitimini sağlayabiliyor, birlikte eğlenebiliyor, sağlık ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve tüm bunlar için tek kuruş harcamıyordu! Çünkü herkes sahip olduğunu paylaşıyor, ekonomik metanın ve kültürel enstrümanların dolaşımı adil bir biçimde sağlanıyordu. Böylece dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan yepyeni bir ekonomik sistem arayışı; “kendiliğinden hayata geçmiş” denemelerinden birini Türkiye’de de gerçekleştirmiş oldu!

    Tüm bunların yanında Gezi’den sonraki dönemde “korku eşiğinin aşılması”nın da etkisiyle toplum; gündelik refahlarını tehdit eden her duruma karşı daha tepkisel davranmaya ve protesto yeteneğini geri kazanmaya artık başladı. Artık haklarının çok daha farkında, hukuksuzluklara ve kentsel rantlara boyun eğmeyen, eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerini yaratıcı yöntemlerle ifade eden insanların dönemine giriş yaptık, ki bu bence hükümetin “sözde demokratikleşme paketi”nin bir tarafını yırtsa da başaramayacağı bir şeyi hayata geçirdi; gerçek demokratik sistemlere özgü ifade hürriyeti kendine toplumumuzda yer açmaya başladı! Buna da alışacaklar, şu an hakim ekonomik ve siyasi sistemler ve onun geçici oyuncusu olan karakterler meşruiyetlerini sarsan bu duruma direniyor ve can havliyle şiddete başvuruyor! “İfade özgürlüğü”, “örgütlenme hürriyeti” ve “muhalefet hakkı”nı köreltecek yasalar çıkarmaya çalışıyor, sivil toplum örgütlerinin çalışmasını engelleyen yaptırımlar uyguluyor. Ancak bilinmeyen şu ki; ülkemizde vuku bulan bu direniş, aslında tüm gezegende yaygınlaşmaya başlayan en insani taleplerin sadece bir parçası! Bu; kendini bilmez bir siyasi güruhun bölgesel olarak geçiştirebileceği ve söndürebileceği bir ateş değil! İnsanlar, dünyanın farklı halkları; zenginliğin artık paylaşılması, kaynakların adil kullanımı ve kendilerine layık bir yaşam biçiminin mümkün olduğu konusunda hemfikir! Ve bunun derhâl hayata geçirilmesini beklemese bile, rahatsızlıklarını ve homurtularını “hakim güçlere!” duyuruyor!

    Kapitalizm ve neo-liberalizm belki de tarihinin en tehlikeli zamanlarını yaşıyor! Dünya içten içe yepyeni bir sistemin hayalini kurmaya başladı, şimdi de bunu nasıl gerçekleştirebileceğini düşünme safhasına geçiyor!

    (http://denizyenihayat.com/archives/63)

    Kaynak ve Referanslar:

    “Occupy/İşgal Et”, Noam Chomsky, Agora Yayınları
    “Osmanlı ve Ötekiler”, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
    “Osmanlı ve Avrupalılar”, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
    “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Niyazi Berkes, Yapı Kredi Yayınları
    “Sosyoloji ve Antropoloji”, Marcel Mauss, Doğu Batı Yayınları
    “Tüketim Toplumu”, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  67. ŞEHİRLEŞME ve (DEĞİŞ-TOKUŞ) ÜZERİNE (3)

    [3. BÖLÜM]

    === “Değiş/tokuş mekanizmaları” üzerine (3) ===

    DİRENİŞ ve “ÖZGÜRLERİN EKONOMİSİ”!

    Yazan: Olcay Çelik
    Tarih: 1 Ağustos 2013

    (http://fraksiyon.org/direnis-ve-ozgurlerin-ekonomisi/)

    “Hakikatin tek kuralı ve koşulu vardır,
    o da onu inşâ etmiş olmaktır!”
    Giambattista Vico

    Direniş ekonomisinden bahsederken aslında neyi ima ettiğimizi açıkça anlatmamız gerekiyor, zira kavram, bakılan perspektife göre birçok farklı içeriğe ve bağlama işaret edebiliyor. Eğer günlük borsa ve döviz verilerini yorumlayan bir TV yorumcusu ya da iktisat alanında bir akademisyensek, “direniş ekonomisi” bize 18 günlük direnişin ülke ekonomisini ne kadar zarara uğrattığı ile ilgili analizleri çağrıştıracaktır. İşgüzar bir muhabir ya da ülkenin başbakanıysak, aynı kavramdan bu sefer de bu direnişi kimin finanse ettiği ile ilgili soruları anlayacağız muhtemelen. Bir işinsanı için ise, direniş ekonomisi, çoklukla krizi fırsata çevirme ile ilgili stratejilere işaret edecektir… Aslında bu kavrayışların tamamı aynı bakış açısının farklı renkteki filtrelerle resme dökülmüş hâlleridir! Direniş ekonomisine gerçekten farklı bir perspektiften bakmak için, irade ve arzularını başkalarının emrine vermek zorunda kalmış kitlelerin, yani “ücretli emekçiler”in yanında durmamız gerekiyor! Bu da bizi direnişin ekonomi-politiği üzerine konuşmaya zorluyor.

    Tanıklıklar önemlidir. Zira tanıklıklar, tekil olanın kendini olduğu gibi anlatmasına yardımcı olur ve gerçek benzerliklerin soyutlama ile değil, somutların yan yana durmasıyla açığa çıkmasını sağlar. Dolayısıyla direnişe tanıklıklar açısından baktığımızda; ne kaybedilen milyon dolarları, ne gizli güçleri, ne de yeni kâr olanaklarını görürüz! Görülen şey; ekonominin ontolojik unsurlarının, yani her bir somut emeğin, bölüşüme dair “daha önce tatmadığı” bir deneyimdir!

    ÖYLE BİR İSTANBUL GÖRDÜK!
    SORARLAR BİR GÜN SORARLAR!

    Gezi Parkı merkez olmak üzere Harbiye mevkii, Taşkışla’nın sokakları, Tarlabaşı Bulvarı, Gümüşsuyu yokuşları ve elbette Taksim Meydanı; “devlet”in ve “sermaye”nin fiili olarak mevcut olmadığı 11 günlük bir süre boyunca direnişçilerin denetimindeydi!

    Ben de dâhil birçok insanın daha önce yaşamadığı ancak hepimize bir o kadar da âşina gelen bir şeyler vardı bu mekânda. Öncelikle belki de ilk defa size ait bir mülkte yürüyormuş hissiyle adımlıyordunuz meydanı, sokakları ve parkı. Özgürdünüz! Bir noktadan kalkıp diğer noktaya giderken bunu sadece uygun gördüğünüz, yani istediğiniz için yapıyordunuz. Gerçi önceden de özgürce dolaşabiliyordunuz buralarda kimse size “nereye hemşerim?!” diye çıkışmıyordu! Bu sefer farklıydı işte! Örneğin iş çıkışında trafiğe kalmamak için “özgürce” koşmak zorunda değildiniz! Arabaların altında ezilmemek için “özgürce” kırmızı ışığın yanmasını beklemiyordunuz! Akşam saat geç olduğu için “özgürce” eve dönmek zorunda kalmıyordunuz! Karnınızı doyurmak için cebinizden “özgürce” bir 20 TL ödemenize gerek yoktu. 5 yıldızlı otellerin önünden başınızı “özgürce” öne eğerek geçip gitmek zorunda da değildiniz! Hâsılı, sizi önüne katıp akmak zorunda bırakan bir güç dalgası yoktu sanki artık! İlk defa bir şeylerin nasıl olması gerektiğini siz belirliyormuşsunuz gibiydi ki, sizi o bir hafta boyunca mülk sahibi yapan şey de bu otonomiydi aslında! Herkes bu otonomiye sahip olmuştu bir anda: Herkes her şeyin sahibiydi, ve aslında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi de değildi! Bu da kafanızdaki “mülkiyet” kavramının çok da kolay kavrayamadığınız bir biçimde değişmeye başladığını gösteriyordu! Bireye ait mülkiyetten ortak mülkiyete geçişin bebek adımlarını deneyimliyordunuz!

    ANAYASAL DÜZENİ YIKMAYA TEŞEBBÜS!

    “Ekonomi-politik” açısından bu otonomi çok önemlidir, zira emek-gücünün ve iradenin kiralanamıyor, dolayısıyla devredilemiyor olması kâr kavramının da buhar olup uçmasına yol açar! Dolayısıyla biyolojik yeniden üretim ilişkileri açısından toplam iradenin evrileceği iki yön kalır: (1) “İzole bireycilik” ya da (2) “dayanışma”!

    İlkinde herkes kendisine ait kaynakları kullanırken, ikincisinde “kaynak kavramı” ile “mülkiyet kavramı” birbiri ile ilişkisiz hâle gelir! Rock’n Coke Festivali’nde ilk forma evrilecek ve öyle kalacak olan kalabalık; Gezi’de enteresan (!) bir şekilde hızlıca ikincisine yöneldi! Ekonomik karar alma unsurları (bildiğiniz “insanlar” yani), park dışındaki hayatın itici gücü olduğu vaaz edilen kâr güdüsünü ve izole bireyciliği reddettikleri için karar alma eylemi de dolayısıyla artık bireyi değil, kolektifi ilgilendiren bir mesele hâline geldi! Dolayısıyla direnişin ilk günlerinde devletsizliğin ve patronsuzluğun getirdiği “sınırlanmama” hâlinin; özgürlüğün sadece bir yüzü olduğu kavrandığında yeni hayatın kurulabilmesi ve idamesi için gerekli olan güvenlik, barınma ve gıda ihtiyaçları için işbölümü yapmak ve çalışmak gerekiyordu. Bu görevlere sizi kimse atayamazdı! Siz de kimseyi herhangi bir göreve koşamazdınız! Ne yapılacağına, nasıl yapılacağına, ne ile yapılacağına, ne kadar sürede yapılacağına hep birlikte karar vermek ve verilen kararı da yine hep birlikte uygulamak gerekiyordu.

    Başbakan konuyla ilgili olarak; “Gezi Parkı’nda her şey ücretsiz, kaynağı da enteresan!” diyerek, alışıldığı üzere iç ve dış mihraklara işaret etmişti!
    [radikal.com.tr (13 Haziran 2013), “Başbakan Gezi eylemcilerine kızdı: Orası sidik kokuyor!”, Radikal]
    http://www.radikal.com.tr/politika/basbakan_gezi_eylemcilerine_kizdi_orasi_sidik_kokuyor-1137438

    Başbakanın söyleminin açık etmediği nokta; direnişçilerin yeni bir ekonomi-politik deneyimi gerçekleştiriyor olduğuydu! Kaynak aslında değişmemişti: Direnişten önce olduğu ve sonrasında da olacağı gibi, her türlü ekonomik değeri yaratan bu kaynak “insan emeği” idi! Dolayısıyla Gezi Parkı’nı anlamak için sorulan soru yanlıştı! Asıl soru; üretilen değer “neden böyle bölüşülüyor?” olmalıydı!

    Muhakkak ki Gezi Direnişi’nde başından sonuna tam bir kolektif üretimden söz edemeyiz. Bu, teknik olarak mümkün değildi. Öncelikle, direniş alttan ve birbiriyle ilişkisiz kanallardan örgütlendiği için, bütünlüklü bir organizmadan ziyade daha küçük anarşist kolektiflerin yan yana durması ile oluşmuştu: Pratik sorunlara dair çözümler yerelden (çadır mahalleleri, taraftar grupları vb.) gelmişti ve ilk etapta yine bu yerellere dairdi. Yereller arasındaki işbirliği nispeten daha sonra kuruldu. İkinci olarak; yapı nispeten daha bütünlüklü bir işlerlik kazanmaya başladığında bile kolektifi besleyecek, koruyacak ve arıtacak metaların üretimi için gerekli hammaddeler (kuru gıda, şeker, çay vb.) ve üretim araçları (tencere, servis malzemeleri, gaz maskesi vb.) bitmiş ürün olarak “dışarıdan” alınmak zorundaydı. Ancak tabii ki bu faktörleri işlemek için, tarih boyunca olduğu gibi başından sonuna, yine emeğe ihtiyaç duyuluyordu! Bu emek nasıl ve hangi ilkeye göre sarf edilecekti? Ayrıca bu emek ile üretilecek olan yeni değerin nasıl paylaşılacağı da düşünülmeliydi. Bunların hiçbiri sorun olmadı. Kimse neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatmadı. Hattâ bu konuda en ufak bir kuramsal tartışma bile dönmedi. “Mübadele ekonomisi”nin yerini ilk andan itibaren “dayanışma ekonomisi” almıştı. Dolayısıyla bazıları elinden geldiğince yemek pişirilmesine, dağıtılmasına, çöplerin toplanıp barikatların inşa edilmesine katkıda bulunuyordu. Sonunda ise elde edilen artı-değer (ürünler ve imkânlar); bireylerin katkıda bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, herkesle paylaşılıyordu! Böylesine bir kalabalık elbette ki seyyar satıcıların da iştahını kabartıyordu. İlk günler buna engel olunamasa da, sonraki günlerde park mûkimlerinin parktaki her şeyi ücretsiz kılmak adına seyyarları dışarı çıkmaya zorlaması ve son günlere doğru bunu başarabilmiş olmaları, direnişçilerin nasıl bir mikrokozmos kurmaya çalıştığının en açık göstergesiydi! Birçok ağaca asılmış olan “Parktaki her şey ücretsizdir!” tabelaları da “yeni ekonomi-politiğin” ilkelerinden belki de ilkini dillendiriyordu!

    Birçoğu bu kolektif üretime katılmadı elbet. Çekinenler olduğu kadar, böyle bir şeyi “fazla romantik!” bulanlar da oldu! Ayrıca kolektife katılan kesimin tamamının da kuramsal anlamda dört başı mamur bir kolektiflik algısıyla hareket ettiğini söylememiz imkânsız…

    Ancak zaten dikkate değer olan şey de bu “otomatik kolektifleşme pratiğiydi”! Bu; çok net bir şekilde insanın kolektif eyleme yatkınlığının ya da ona duyulan arzunun bir göstergesiydi. Park içerisinde kitaptan ilaca, sigaradan içeceğe birçok metaya bilindik anlamıyla “bedelsiz” erişebiliyor olmak ve birçok insanın kendinden daha büyük ancak aynı zamanda kendini aşmayan bir şey için emek sarf ediyor olması; bu pratiğe aşina olmayanlara yapılabilecek belki de en verimli propaganda biçimi oldu diyebiliriz! Bu eğilimi küçümsememek gerekiyor: Zira direnişçiler ülkenin tam göbeğinde, üstelik tüm tahakküm biçimlerinin nesneleşmiş hâlleri olan “Cami-kışla-AVM troykası”nın inşa edilmesi istenen yerin tam ortasına biraz pilav, biraz fasulye, bir-iki bardak da çaydan oluşan, mütevazı da olsa bir emekçi sofrası kurmuş, haberli ya da habersiz, yeni bir komün deneyimi inşa etmeye çalışıyorlardı! Özümüz olduğu “iddia edilen!” homo economicus gitmiş, yerini “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi almaya başlamıştı; üstelik bunu tüm dünya görüyordu!

    Yaşanan bu deneyimin anayasayla ilişkisini görmek önemli… Anayasal düzlem mevcut ekonomi-politikten ayrı bir alan değil, tam tersi onunla eşbiçimli bir yapıya sahip. Bugün anayasal düzlemde insanlar, Negri ve Hardt’ın da belirttiği üzere, var olan bireyler olarak değil, sahip olan unsurlar olarak tanımlanıyorlar; tıpkı ekonomik düzlemde olduğu gibi. [Antonio Negri & Michael Hardt, “Commonwealth”, sayfa 7, Belknap Press of Harvard University Press, 2009]

    “Sahip olmak” durumu; en geniş anlamıyla anlaşılmalı:
    Maddî bir mülke sahip olmak/olmamak,
    Belirli bir yeteneğe sahip olmak/olmamak (liyâkat),
    İyi bir sicile sahip olmak/olmamak,
    Belirli bir yetkiye sahip olmak/olmamak vb.

    Bu da sosyal alanda karşı karşıya gelen bireylerin değerlerinin karşılaştırılabilir olmasını sağlıyor. Karşılaştırılabilme de “daha fazla” olana “daha az” olanı ezme şansı sağlıyor!

    Daha yüksek fiyatı veren; kamuya ait ihaleleri alabiliyor!
    Yeterli mülke sahip olan; mülksüz insanların emek-güçlerini kiralayıp istediği gibi şekillendirme hakkına sahip oluyor!
    Daha eğitimli olan; toplam bütçeden daha yüksek bir payı hak ediyor!
    Sicili daha temiz olan; daha etkin pozisyonlarda görev alabiliyor!

    Böyle baktığımızda bu “daha” kavrayışını kavram kümesine dâhil etmeyen “Gezi Parkı deneyimi” (uçuk olduğu zannedilen bir yorum olsa da!) potansiyel olarak bizatihi anayasal düzlemi tehdit etmeye başlamıştı diyebiliriz!

    Siyasetin ve bölüşümün “insan” ile “eşya” arasında değil;
    “İnsanlar arasında” gerçekleşen bir faaliyet olduğu düşünüldüğünde:
    Efendi arzudan kurtulup kolektif bir hayat inşa etmeye başlayan bir direnişin bedeli bu süre boyunca akamete uğrattığı finansal değerle değil, gelecekte vaat ettiği ortak yaşamın değeri ile ölçülebilir ancak!

    “Sahip olan” bireylerin, yavaş yavaş “var olan” bireylere dönüşmeye başlaması da;
    Yukarıda açıklığa kavuşturulan “daha!” kavramını savunan insanlar için sanılandan çok “daha!” maliyetli bir kalkışmadır!

    ARZU TRAMVAYINDAN “ÖZGÜRLÜK TRAVMASINA”!
    VE ŞU “ALTERNATİF KAPİTALİZM” DEDİKLERİ!

    11 Haziran 2013 sabahı polisin Taksim Meydanı’na saldırması ve işgal etmesi öncesindeki 11 günlük sürecin sonlarına doğru direnişin iç dinamiklerinin hafif de olsa sekteye uğramaya başladığını biliyoruz. Hattâ öyle ki; direnişçiler arasında esprili bir şekilde “Polis saldırmasaydı zaten 2-3 güne bu direniş bitecekti” muhabbetleri döndüğüne şahidizdir!

    Metin Yeğin “Patronsuzlar” adlı kitabında Brezilya’daki işgal fabrikalarında çalışan bir işçi ile yaptığı röportajlarından birinde sorar; “Patron ile mi çalışmak daha iyi, patronsuz mu?” İşçilerden bazıları; “Patronlu dönem daha iyiydi. Düzen ve disiplin vardı. Öyle herkes her şeye karışamazdı. Toplantı üzerine toplantı yapılmıyordu. Patron ne diyorsa o oluyordu” ya da “Patronla çalışmak daha iyi. Böylece yok genel toplantı, yok üretim toplantısı filan yapmazdık. Bu yüzden bir de Cumartesi, Pazarlarımız gidiyor” şeklinde cevaplar verir. [Metin Yeğin, “Patronsuzlar”, sayfa 83-85, Versus Kitap Yayınları, 2006]

    Gezi’de de birçok kişiden duymuşumdur:
    “Abi, birileri söylesin ne yapmamız gerektiğini de yapalım. Böyle sabaha kadar birbirimizi yiyoruz!”

    Birilerinin neyi nasıl yapacağımızı söylemesi, şüphesiz önceki hayatlarımızdan kalma bir alışkanlık! Hattâ daha fazlası…

    Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.

    Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!

    Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!

    Tabii, varoluşumuzun kesit-zamandaki eğiliminin “efendi arzuya tâbiyet” ya da “küçük arzuları tahakküm altına almak” olması tespitinden “kolektif eylemin insan doğasına aykırı olduğu” sonucunu çıkarmak yanlış olur! Zira bu çıkarım, varoluşun güç ilişkilerinin sosyal ve tarihsel, ve dolayısıyla dinamik ve değişime açık yapısını göz ardı eder.

    Tarih boyunca karşılaşılan amansız hastalıkları ve türümüze ait fiziksel yetersizlikleri “kader” olarak görmeyen bir bakış açısının; insanın ekonomik ve siyasal davranışlarını “değişmez kabul etmesi!” her şeyden önce bu bakış açısının kendi ilkeleriyle çelişmesi anlamına gelir! Medyamızda bu yeni ekonomi-politiğin insan doğasına aykırı olduğunu çekinmeden dile getiren bir grubun dışında; direnişi “herhangi bir siyasal ve ekonomik bir alternatif üretememekle” suçlayanlar da az değildir!

    Bu zevata göre; direniş “kontrolsüz!” ve “hedefsiz!” bir yığın hareketi olarak kalmaya yazgılıdır!

    “Alternatif” kavramından eğer:
    Projelendirilmiş ve fizibilitesi yapılmış-bitmiş,
    Finansman ve eylem plânı netleştirilip rol dağıtımı yapılmış bir dosyayı anlıyorsak;
    Evet, bu direniş hiçbir şekilde “bir alternatif kapitalizm!” saçmalığını ne mutlu ki üretmemiştir!

    Ama eğer kavramın İngilizce kökünün “to alter”, yani “değişmek” olduğunu görebilecek bir göze ve varlığın “bir an” değil de “bir süreç” olduğunu kavrayabilecek birikime sahipsek; bu direniş bize yeni bir ekonominin kapılarının zorlanmaya başlandığını, o koca kapının bir nebze de olsa hareket etmeye başladığını gösterecektir!
    Birçoğumuz için rüya olan bir model; kısıtlı bir ölçekte, kısıtlı bir işlerlikle de olsa 11 gün boyunca vücut buldu nihayetinde!

    Kimse kolay olduğunu söylemedi! Ama bunun “imkânsız” olmadığını artık biliyoruz!

    BEKLENEN ŞARKI ve TÜSİAD + MÜSİAD GİBİ KALELERE KARŞI ÇIKMAYA NİÇİN KİMSE YELTENMEZ!

    Direnişin yeni bir ekonomi-politiğin nüvelerini taşıdığını söylüyoruz. Peki, gerçekten ne beklemeliyiz?

    Sol kesim olarak her daim beklentilerimizin zaten çok büyük olduğu ve bir şeyler kazanmaya pek de alışık olmadığımız gerçeğini göz önünde bulundurarak; ilk etapta bu hareketten neleri “beklemememiz” gerektiğini sıralamanın daha sağlıklı sonuçlar üreteceğine inanıyorum.

    Bu direnişten; “ücretli-emek” ve “bölüşüm” sistemine darbe vurabilecek eylem biçimlerinden biri olan “fabrika işgalleri”ne evrilebilecek bir enerji görmek çok şimdilik gerçekçi olmaz. Zira bu direniş çoğunlukla özgürlük taleplerinin başlattığı bir orta sınıf hareketi ve bu hareket öznelerinin içerisinde üretken emek sergileyen, dolayısıyla fabrikalarda üretimden gelen gücü kullanabilecek ücretli işçiler azınlıkta…

    Üretken olmayan emek sergileyen, yani “beyaz yakalı diye addettiğimiz” ve direnişin yönetici ruhuna daha yakın olan eğitimli kesimin grev ya da iş yavaşlatma tarzı eylemlere kalkışabilmesi de çok olasılık dâhilinde (şimdilik!) gözükmüyor.

    Gezi Direnişi’nin birçoğunun ilk direniş eylemi olduğu ve sola eğilimlerinin kuramsal açıdan çok nitelikli olmadığı düşünüldüğünde, bu grubun tepkilerinin bir süre daha “kimlik-yaşam alanı özgürlüğü”, “partiler siyaseti” seviyesinde kalacağını öngörmek zor değil…

    Direnişin 15. gününden sonra yayılmaya başlayan boykot çağrıları elbette değerli. Ancak bunların birçoğunun hedefini şaşırıp sadece hükümet yanlısı gruplara karşı yapılan boykotlara dönme riski de var! “Sermaye ama iyi!” diye bir şey olmadığını, bu talan ve soylulaştırma (gentrification ) saldırılarının sermayenin bizatihi iç mantığından türediğinin gösterilmesi gerekiyor. Bu gösterilse bile boykotların ne derece uzun erimli aksiyonlar olacağı konusu şüpheli. TÜSİAD+MÜSİAD gibi kalelere karşı çıkmaya niçin kimse yeltenmiyor? sorusu üzerine daha ciddi düşünmeliyiz!

    Peki, “devrim yürüyüşü”ne değilse; nereye doğru evrilecek bu potansiyel?

    Öncelikle teslim etmek gerekir ki; burada bahsettiğimiz “yeni bir ekonomi-politik deneyimi” tespitinin sadece bu konularda düşünmeye ve araştırmaya alışmış sınırlı bir sol sekt grup içindeki tartışmalar olarak kalması riski var! Bu deneyimi devamlı surette hatırlatmak hafızanın canlılığı için önemli!

    Sonuç olarak; bu deneyimden dolaylı bir sonuç beklemek daha mâkul gibi duruyor: Her yerde söylenen ve benim de katıldığım asıl kazanım, kitlelerin politize olmaya başladığı gerçeği, şüphesiz! Direnişi gerçekleştiren orta sınıf, daha doğrusu eğitimli genç nesil artık kendine yeni bir ilgi alanı bulmuş gözüküyor. Bu kuşağın jargonuna “direnmek”, “polis saldırısı”, “kolektif”, “dayanışma”, “isyan”, “devrim” gibi kavramlar hafiften girmeye başladı! Tepkisel düşünebilecek şekilde eğitim görmüş bu kuşak; zihnine dolan bu pratiği kuramsız bırakmayacaktır diye tahmin ediyorum! Bu anlamda “sol idea”yı işleyen yayınlara eğilim artacak ve tartışmalar bu eksene kaymaya başlayacaktır. Sol entelektüellere düşen vazifelerden biri; yeni kavram setleri ve fikir sunumları ortaya atmak olabilir…

    Bu açıdan Amerikalı marksist ekonomist Richard Wolff’un “Democracy at Work” adlı sosyal hareket projesi (http://www.democracyatwork.info/) iyi bir örnek olabilir.

    Wolff, Marksist bir ekonominin ve komünist bir alternatifin gereklerini burjuvazinin pek sevdiği kavramlarla yeniden ifade ederek bir sosyal hareket başlatmış görünüyor. Hareketin kabaca argümanı şöyle: “Başkanı, valiyi seçebiliyor, siyasi anlamda temel hak ve özgürlüklerimi oylarımla belirleyebiliyorum. Peki aynı demokrasiye neden işyerinde sahip değilim? Neden işyerinde alınan kararlarda (ne üretilecek, nasıl üretilecek, gelir nasıl dağıtılacak), siyasette olduğu gibi söz sahibi değilim?”

    Bu projenin amacı kapitalizmi direkt hedef almaktansa patronsuz işyerlerinin avantajlarını anlatmak, dayanışma ekonomisine özendirmek ve daha önemlisi, tamamen işçilerin yönettiği işyerleri arasında dayanışma sağlamak. ABD’de sayısız “Co-op Companies” (Müşterek İşletmeler) deneyimi var ve bu ağ ile birbirleriyle dayanışmaya başladılar. Orta sınıfın şartları büyük ölçekli şirketlerin işgaline imkân tanımasa da; “işyerinde demokrasi” fikrinin tartışmaya açılması ve KOBİ’iler ölçeğinde rastlanması muhtemel oluşumlara destek verilmesi çok da uzak bir hedef gibi gözükmüyor. Böylece hem “demokrasi” hem de “dayanışma” söylemleri üzerinden ekonomiye dokunabilmek mümkün olabilir. Diğer bir deyişle; sınıf mücadelesi “sömürü” üzerinden değil, “otonomi” üzerinden yürütülebilir.

    Diğer bir açıdan; gençlerin yeni somutlanmaya başlayan bu sol pratiği konuşup tartışacakları, hattâ onunla yer yer dalga bile geçebilecekleri ve süreçlere aktif olarak katılabilecekleri yeni bir mekân oluşumu faydalı olabilir. Parkları bu açıdan potansiyel alanlar olarak okuyoruz bugünlerde. Sanal dünya dışındaki mekânların kolektifleşmeyi sağlama potansiyellerinin olması çok da anlaşılmaz bir mesele değil. Üreticilerin ve tüketicilerin birbirlerini görmeden, piyasa için üretim yaptığı ve yabancılaşmanın soyut emek üzerinden gerçekleştiği dünyada; parklar nispeten birbirimize daha fazla dokunabildiğimiz alanlar olduğu için, emeğin bu soyutluğunu ve mübadelenin yüzsüzlüğünü saf dışı bırakmak gücüne sahipler. Dolayısıyla parkla forumların dışında yeni bir ekonominin merkezi de olabilirler.

    “Örgütlenmek” ve “diğer özneler ile ortak iş yapmak” pratiğine daha fazla sahip gözüken devrimci sol örgütlerin de bu mayayı işlemesi, yeni politikleşmiş bu gençlerin solu “kendi anladıkları gibi” yorumlamalarına fırsat vermeleri gerekiyor!

    Tabii; solcu “ablalık” ve “ağabeylik” reflekslerinin ve örgüt yapılarının buna ne derece izin vereceği noktasında büyük şüphelerim var!

    O yüzden; yeni örgütlenme biçimlerinin siyasal partilerden ziyade park ve semt meclislerinde oluşması, gençliğin kendi kimliğini belirleyebilme özgürlüğünü de teminat altına alabilir.

    ÖTEKİ EMEKÇİLER?!

    Tüm bu söylenenler elbette sadece ücretli-emekçi kitlesinin direnişe katılmış ve halihazırda rahatsız olan kesimine dair şeyler.

    Netice itibariyle hükümetin “üretim ve tüketim hayatı”yla tanıştırdığı ve AKP’nin seçmen tabanı diyebileceğimiz geniş bir grup da var. Bu insanlar Cumhuriyet tarihinin kendilerine biçtiği “bidon kafalı!” rollerinin dışına AKP ile çıkabildiler ve hükumetin ekonomi politikaları sayesinde istihdama katılarak (asgari de olsa) bir yaşam standardı yakalamayı başardılar. Ekonomik göstergeler dışında asıl “Türkiye Mucizesi” işte tam da bu kitleyi anlatıyor! Sefalete mâhkum mütedeyyin ve az eğitimli kesim AKP’nin “inşaat yatırımları” ile istihdam çerçevesine girdi ve “kredi kartı borcu”yla da olsa tüketimin güzellikleriyle tanıştı.
    [Sertan Batur, (14 Temmuz 2013) “Haziran Ayaklanması’na dair tespitler, öngörüler ve çıkarımlar”, sendika.org]
    http://www.sendika.org/2013/07/haziran-ayaklanmasina-dair-tespitler-ongoruler-ve-cikarimlar-sertan-batur/

    Gezi Direnişi’ne katılmayan ve hattâ bu direnişe karşı olan bu kesimin çok büyük bir bölümü; doğal olarak mevcut iktidar partisinin yıllardır kendilerine aktardığı, tarih boyunca görmedikleri “güzellikleri!” kaybetmek istemiyor ve karşısındaki her kalkışmayı bir tehdit addediyor! Şehirli-eğitimli ücretli-emekçiler “sömürülmekten öldük bittik!” diye isyan etse bile bu kesim, Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “Biraz da biz ölelim!” diyebilir!

    Dolayısıyla bu kesime “kolektifin güzel yüzünü” anlatmak; hâlihazırda direnişe kalkışmış kitleye anlatmaktan farklı, ve korkarım ki çok daha zor olacaktır!

    Mahalle meclislerinin, park forumlarının bu kesimi kapsayabilecek nitelikte olup olmayacağını birlikte göreceğiz. Ya da topu tekrar “tarihin motoru”na paslayıp her şeyi kökünden sallayabilecek bir ekonomik kriz bekleyeceğiz!

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  68. ŞEHİRLEŞME ve (DEĞİŞ-TOKUŞ) ÜZERİNE (4)

    [4. BÖLÜM – SON]

    BİR BAŞLANGIÇ İÇİN SONUÇLAR:
    İŞİN REDDİNDEN YOLA ÇIKMAK!

    Tarih: 3 Mayıs 2015

    DURUM:
    Tamamen özelleştirilen, etkisiz hâle getirilen, sömürgeleştirilen kamusal alan, ancak mücadeleler, yeni ifade olanaklarının, yeni sözlerin, demokratik pratiklerin koşullarını bizzat yaratabilecek iletişim-olmayanın, cevap-olmayanın, söz-olmayanın, “genel seferberliğin” reddinin adacıklarını açtığı zaman, süreksiz bir tarzda hayat bulur.

    “Grev”, yalnızca sermayenin değerlenmesini engellediği için değil; aynı zamanda, işçileri, farklı ve rakip işlevlere ve yerlere tahsis edildikleri bir işbölümünden çıkararak “eşit” kıldığı için de etkiliydi.

    Bu çifte koşulu yeniden bulmak, değerlenmeyi durdurmak, iletişim/tüketim/üretim akışlarından çıkmak gerekiyor ve bu durdurma ya da bu çıkışta politik örgütlenmenin koşulu olan eşitliği yakalamak. Bir öznelliğin su yüzüne çıkması için hızlanmaya değil, yavaşlamaya ihtiyacımız var!

    “Zamana, fakat bir kopuş zamanına, sömürü ve tahakküm dispositiflerinin askıya alınma zamanını, bir ‘tembellik zamanı’nı ortaya çıkaracak olan ‘genel seferberliği’ engelleme zamanına ihtiyacımız var!”

    TEMBELLİK:
    Paul Lafargue ve onun “iş dogmasını” çürütmesine bir miktar mizah ve saygıyla yaklaşarak, hem toplumsal işbölümünün rollerini, işlevlerini ve anlamlarını reddeden ve bunlardan kaçan, hem de bu “askıya alma” yoluyla, yeni mümkünler yaratan politik eyleme “tembel” diyorum. İşçi hareketinin sürgüne yolladığı tembelliği neden araftan kurtaralım? Çünkü belki böylece bizi üretim, üretkenlik ve üreticiler (“Gerçek üreticiler bizleriz!”) mutlu döngüsünden çıkaracak etik-politik bir ilkeden yola çıkarak; “işin reddi”ni düşünmeye ve uygulamaya başlayabiliriz. “İş”, “üretim” ve “üreticiler”; komünist geleneğin hem gücü hem zayıflığı olmuştur!

    Emeğin özgürleşmesi mi; yoksa emek sayesinde özgürleşme mi? Umarsız belirsizlik. İşten değil, ne olursa olsun, daima işin reddinden yola çıkmak gerekir!

    SOSYALİZM:
    Yalnızca sanatçılar “tembellik hakkı”na sahiptir!

    “La Paresse comme vérité effective de l’homme” adlı küçük kitabında Kasimir Malevitch; (sayfa 14) “bütün insanlık yalnızca zorlu bir yolu izlesin ve artık geride işe yaramaz tek bir kişi kalmasın diye” gerçekleşen sosyalizmi itham eder. Bugün ultra liberal Avrupa Komisyonunun programı da budur! Malevitch hâlâ, emekten yola çıkılırsa daima emeğe (daha da kötüsü işe) varılacakken, ancak çalışma (Malevitch, Sovyet devriminin ilk yıllarında yazmıştır) yoluyla tembelliğe varılacağını düşünür.

    İŞİN REDDİ (I):
    Tembel eylem, bir “eylemsizlik” ya da bir “minimum eylem” değildir. Her şeyden önce, kapitalist toplumda varoluş koşullarına göre pozisyon almaktır. Kapitalizmde egemen iktidar ilişkisini, yani işi (ücretli) hedef alan öznel bir reddi ifade eder. “Sadece yaşamak için daha fazla çalışmak zorunda olmamız utanç verici, (…) var olmak için çalışmak zorunda olmak rezilliktir” diyordu Marcel Duchamp, bütün yaşamı boyunca Lafargue’ın eserine sadık kalan bu sanatçı! Bilişsel kapitalizme, yeni teknolojilere, “insan sermayesi”ne, facebook, google vs.’ye rağmen, bugün bu hâlâ geçerlidir!

    “İşin reddi” yalnızca işçileri ilgilendirmez; zira bilhassa ve öncelikle, toplumsal işbölümüne ve işbölümüne göre önceden belirlenmiş bir işleve, bir role, bir kimliğe tahsis edilmeyi istememek anlamına gelir! Bu bakış açısından işçi, sanatçı, kadın ya da “bilişsel işçi” tam olarak aynı şeydir, yani “tahsis edilmiş olmaktır”! Doğrudan bir patron tarafından ya da değil; hepsi sömürü ve tahakküm ilişkileri içinde tutulur! Piyasa için üretim; farklı biçimlerde, hepsini, bilgilerinin, yeteneklerinin ve yaşamlarının ekonomik ve öznel bakımdan yoksullaştırılmasına, ele geçirilmesine, normalleştirilmesine ve standartlaştırılmasına boyun eğdirir!

    İŞİN REDDİ (II):
    Neo-liberalizm; işçilerin, büyük endüstrinin montaj hattında çalışmayı reddetmesine bir yanıt olarak kurulmuştu!

    Ona:
    Bireysel girişim aracılığıyla “işte kendini gerçekleştirme”,
    Kişiselleştirilmiş tüketim aracılığıyla elde edilecek “özgürlük”,
    Yaygınlaştırılmış bağlantılılık tarafından sağlanacak bir “toplumsallaşma” vaat ediyordu!

    Bu vaatler; ifade edilmeyen fakat zamanla keşfedilecek şeyler içeriyordu: Bir taraftan “yeni tabi kılma” ve “köleleştirme” biçimleri, diğer taraftan “güvencesizlik”, “yoksulluk”, “bireyselleşme” ve “eşitsizlik”! Tüm bu vaatler; borçlandırılmış insana, resesyona, fedakârlıklara, kemer sıkmaya, daimi kriz hâlinin otoriterliğine yol açarak gerçek doğalarını ortaya çıkardılar!

    2007′den beri kapitalizmi sarsan ayaklanmalarda ifade bulduğunu gördüğümüz ret; yeni bir radikalizm içerir, çünkü hem “insan sermayesi”nin kurallarına göre çalışmanın reddi, hem tüketici, iletişimci, kullanıcı, işsiz olarak çalışmanın reddi, hem de normalleştirilmiş cinsel kimliğin reddi, yani değerlenme teknikleri ile tabi kılma/köleleştirme tekniklerini oluşturan yönetimsellik tekniklerinin reddi söz konusudur.

    İŞİN REDDİ (III):
    “İş” kadar “redde”, belki daha çok bu ikincisine mim koymak gerekir; zira iş değişmişse, reddi ifade eden öznel kopuş, politik eylemi tanımlamanın temeli hâline gelir. Ret; öznelliği dikkate alan bir önce ve bir sonra oluşturarak, zamanın (ya da tarihin) akışını kırar. Bu önce ve bu sonra (Mayıs ’68) arasında öznellikler gerçekleşir ve çözülür.

    ZORUNLU ÇALIŞMA:
    İnsanlık var olduğundan beri çalışmaya en çok zaman ayıran kuşaklar; “sermaye altında doğmak mutsuzluğu”nu yaşayan kuşaklardır!

    Her türlü üretkenlik artışı, bilimin ve tekniğin her türlü keşfi ya da icadı, zamanı özgürleştirmek yerine, sermayeye daha güçlü bir şekilde bağlamışlardır; çünkü kâra dönüştürülmesi gereken şey, zamansallıkların çokluğudur!

    Çağdaş işin reddi; sermayeyi, sadece işçinin işi reddetmesinden daha derin bir şekilde sarsar, zira sömürü bütün bir toplumu ve bütün boyutlarıyla öznelliği ilgilendirir. Söz konusu olan; modernitenin “antropolojisidir” (özne, birey, özgürlük, evrensellik, erile ayarlı her şey).

    HIZ ve HAREKETSİZLİK ARASINDA:
    İşin reddinin bu yeni kiplikleri; kapitalist birikimin kötü sonsuzu ile geleneksel toplumların değişmez istikrarı arasında, para akışlarının hızlandırılmış devri ile işin, tüketimin, iletişimin can sıkıcı tekrarı arasında, “mümkün”ün zamansallığını, mevcudiyetten çoklu uzamlara doğru gevşetilmiş ve genişletilmiş süreyi, en büyük hızlılık ve en büyük yavaşlıkla canlandırılan başka bir uzam-zamanı keşfeden spesifik eylem biçimleridir. Bu “aradaki” süreyi; makinelerin ve teknolojinin yardımıyla örgütlenme zamanına dönüştürmek gerekir. Dolayısıyla hiçbir “teknofobi”ye yer yoktur! Çünkü bir kere değerlenmenin etkisinden kurtarıldığında, en büyük hızlılık gibi en büyük yavaşlık da makinelerin hızı olabilecektir.

    Grev gibi, bahsettiğimiz “ret” de; sermaye tarafından kararlaştırılmış olan genel seferberliği askıya alır ve böylece kronolojik zamanı menteşesinden çıkarır ve başka hareketler, hızlar ve ritimler doğurur. Gilles Deleuze için bu zamansallığa erişim “kâhin”in; Marcel Duchamp içinse “tembel”in ayrıcalığıdır. Bu kavramsal ve varoluşsal kişilikler nasıl politik kişiliklere dönüşebilir?

    ZAMAN:
    Zamanı yaşamanın başka bir biçimine ihtiyacımız var!

    Kapitalist için zaman paraysa, tembel ya da kâhin için “sermayesi zamandır”!

    Sermaye; işin reddinin “özgürleştirdiği” bütün zamanları yeniden ele geçirmektedir. “Zaman” konusu üzerinde ortaya çıkmakta olan yeni mücadele; birikmiş toplumsal zenginliğin temellüküyle el ele gitmelidir. Parayı yeniden boş zamana çevirmek için, zenginliği mümkünlere dönüştürmek için, yalnızca mücadeleler değil; yeni özneleşme süreçleri de gerekir.

    ERİL/DİŞİL:
    “Tembel” eylem, bir kimlik çözme işlemidir. Etkinlik etrafında örgütlenmiş bir dünyaya dâhil olması, kimlikleri, özellikle cinsel kimliği sarsar.

    İlkçağ’dan başlayarak, etkinlik (cinsel, politik, üretken) erkekle özdeşleştirilir. Kadın ise; tersine, cisimleşmiş eylemsizlik ve edilginliktir!

    Yunan demokrasisi politik eylemi sırf erkeklere mahsus bir alan olarak yüceltir. Kapitalizm tarafından gerçekleştirilen “köleliğin demokratikleştirilmesi” politik eylemi değil, üretimi merkeze alır! Bununla birlikte üreticiler daima erkeklerdir ve iş yine bir erkeklik gösterisidir! Eylem (eril) ile eylemsizlik (dişil) arasındaki ayrım; psikanaliz gibi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı arasında ortaya çıkan yeni sosyal bilimlerde bulunur. Freud’da eylem, babanın penisiyle temsil edilir; dolayısıyla buna sahip olmamanız can sıkıcıdır, çünkü bir şeylerden eksiksiniz demektir!

    “Tembel eylem”; kimlikleri askıya alır ve oluşlara açılır. Eylemin ve işin erkekliğini sarsar ve kadının (ama aynı zamanda da “doğa”nın) tahakküm altına alınmasını sorgular.

    ALGI ve DUYARLIK:
    Para üretmeyi amaçlayan sermayenin eylemi; yalnızca ekonomik etkiler yaratmaz. Sermaye bizi bir algı ve bir duyarlıkla donatır, çünkü algılamak ve hissetmek eylemin işlevleridir. Eylemin gerçekleşmesi için gerekli olan şey; görülür ve hissedilir. Algıyı ve hissetme biçimini değiştirmek için eyleme biçimini, aslında son kertede, yaşama biçimini değiştirmek gerekir!

    “Tembel eylem”; kapitalist üretimin ereklendirilmiş eyleminin tam tersidir; sermaye için erek (para) her şey, süreç ise hiçbir şeydir! Süreç, eğer para üretmiyorsa, birebir anlamıyla; var da değildir! Tersine; işin reddi tamamen sürece, oluşa, kolektif tekilleşme kipliklerine odaklanır.

    TEMBELLİK ve İŞSİZLİK:
    İşsiz; bir “tembel” değildir, çünkü işsizlik hâlâ ve daima sermayenin bir zamansallığıdır! İşsiz bir tembele dönüşebilir; fakat herkes gibi, kendi üzerinde bir çalışma; “kendi”, “ötekiler” ve “dünyaya” dair radikal bir perspektif değişimi pahasına.

    YAŞAM:
    Sermayenin yaşamı sömürmesi, yaşamın sermayeyle örtüştüğü anlamına gelmez!

    Ücretlilerde işi işçiden ayırabildiğimiz gibi, yaşamı da eserlerinden ayırmak daima mümkündür. İnsan sermayesinin ilk örneği olarak bakılabilecek sanatçı da bile, eserler yaşamdan ayrılabilir. “Bir modus vivendi (yaşam tarzı), bir tür yaşam anlayışı oluşturmak için resmi ve sanatı kullanmak istedim; yani muhtemelen, yaşamımı tablo formu altında sanat eserleri yapmakla geçirmek yerine, bizzat yaşamı bir sanat eseri hâline getirmeyi denemek için […] Önemli olan, yaşamak ve bir tavra sahip olmaktır. Her durumda izleyicilerin gözünden, yaptığım resim, yaptığım kelime oyunları ve yaptığım her şey bu tavrın buyruğu altındadır.” (Marcel Duchamp)

    Bu ayrım her zaman mümkündür; zira özneleşme süreci her zaman gerçekleşmektedir. Krizle birlikte, neo-liberalizme herkese “otantik” bir yaşam kurma olanağı verme vaadiyle sağlanan katılım; parçalanmaktadır! “Bireysel yaşamı” değil de “kolektif yaşamı” bir sanat eseri gibi tasarlamak ne anlama gelir?

    DEMOKRATİK SÜREÇ:
    Politik eylemi niteleyen şey, üretimden çekip çıkarılan bilişsel ya da gayri maddi ya da daha başka bir tanım değil; toplumsal işbölümünün kategorilerini, kimliklerini, rollerini ret, ve tüm bunlardan kaçabilme ve mümkünler açabilme kapasitesidir. Ret ve bunun politik eylem potansiyeli doğrudan doğruya bağlı olduğumuz “iş”ten, tahsis edilmiş olduğumuz alandan ve işlevlerden çıkarılmaz. [Reddin nedenleri ve amaçları vardır; fakat ifade ettiği kopuş, amaçsız ve nedensiz bir arzu yoluyla oluşur. Gerçek nedeni, nedenselliğin (işbölümü, üretim, değerlenme) kopuşudur ve amaçları, yeni var olma ve eyleme tarzları yaratmaya zorlayan kopuştan önce var olmaz. Nedenlerin (işbölümünün) düzeninde imkânsız olan kopuş, her yeni özneleşmenin koşulu olan zamansız bir mümkün yaratır.]

    Ret, işbölümünden sapan ve bunun içinde imkânsız olan şey üzerine çalışan bir eylemi ima eder. “Tembel eylem”; bilişsel ya da profesyonel hiçbir virtüözlük, hiçbir özel hüner gerektirmez. Herkes tarafından uygulanabilir.

    Peki ama kolektif bir örgütlenme sürecinin motoruna nasıl dönüşebilir?

    Örgütlenme zamanı spesifiktir. “Île-de-France”da “Süreksiz ve Güvencesiz Çalışanlar Koordinasyonu”ndaki son politik deneyimim; bir duraklamaya, seferberliğe son vermeye dayanan demokratik bir sürecin; öznel güçlerin keşfi, üretimi, örgütlenmesi ve yeniden bileşiminin mümkün olabilmesi için, zaman, hem de çok zaman istediğini bana öğretti. Bu problemi çözecek olan; ne demokratik merkeziyetçiliğin, ne de borsada işlem gören sosyal ağların hızı ve basitleştirilmeleridir. Bir mücadelenin ihtiyaç duyduğu heterojen hızları kullanabilme ve düzenleyebilmenin koşulu; seferberliği sonlandırmanın hareketsizliğinde içerimlenen şeyi geliştirmektir!

    SAVAŞ MAKİNESİ:
    Yine de sermayenin düalizmlerini bozguna uğratmak gerekir. Güç ilişkilerini kurma ve sürdürme kapasitesi olmaksızın, işin reddinde içerilmiş olan etkileri ve tekillikleri açımlamak imkânsızdır. (Metropoliten) işin reddi de başka bir şeyle ilgili değildir. İşçinin işi reddi üzerine düşünen kuramcılarda olduğu gibi; partiyle ya da devletle ilgili değildir. Tam tersine; başka stratejik tercihleri (tüm mümkünleri ortaya koyarak işin reddinde ve onun politik potansiyelinde diretmek) ifade eden feminist hareketlerin (ya da güvencesizlerin hareketi) parti-oluşunu ya da devlet-oluşunu düşünmek zordur. Fakat zamansallıkları, heterojen öznellikleri ve onların kuramlarını keşfetmek, üretmek ve yeniden bileşimini oluşturmak gerekliliği; yönetimselliğin tabi kılma ve köleleştirme tekniklerinden sürekli kaçmayı içerir.

    (http://isyananarsi.blogspot.com.tr/2015/05/bir-baslangc-icin-sonuclar-isin.html)

    Kitap: Borçla Yönetmek
    Yazan: Maurizio Lazzarato
    Çeviren: Şule Çiltaş
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://www.otonomyayincilik.com/kitaplik/politik-ekonomi/item/92-bor%C3%A7la-y%C3%B6netmek

  69. THOMAS HOBBES & CHARLES DARWIN ve (BENCİLLİK) ZIRVASI!

    Savaş tarihini konu edinmiş bir serginin öğrettikleri…

    Yüzyıllardır tekrar edilerek baskın siyasal öğretilerin olmazsa olmaz ilkesi hâline getirilen, ve bugün, her okulda genç beyinlere enjekte edilen “insanoğlunun hep bencil, savaşçı, bireyci, çıkarcı ve şiddet eğilimi gösterdiği” öğretisi, bilimsel bulgularla çürütülmektedir.

    Geçen ayın sonuna kadar Almanya’da (Halle) insanlık tarihinin en tartışmalı konularından biri olan “savaşın tarihçesi” üzerine bir sergi vardı. Arkeolojik bulgular ve bilimsel verilerden hareketle hazırlanmış olan sergi, ilginç olduğu kadar da öğreticiydi.

    Serginin adı, “ekilebilen araziyle birlikte savaş da geldi”; ancak bunu, “özel mülkiyetle birlikte savaş da geldi” diye çevirmek gerekir.

    Öteden beri; “savaş tarihi”nin, “insanlık tarihi” kadar eski olduğu anlatılegelir. Hâttâ günümüzde birçok Batılı araştırmacı ve sözüm ona sosyal bilimci de bu anlayışı esas alarak; “ekonomik”, “siyasi” ve “toplumsal” davranış modelleri oluşturmaktadır (Kapitalist merkezlerdeki birçok üniversitenin “iktisat” bölümlerinin yanı sıra “sosyal bilimleri” de bu ilkeye dayanan çarpık ve “sözde ‘insanoğlunun doğal durumu’ndan hareketle geliştirilmiş ‘bireyci’ modelleri” genç beyinlere şırınga etmektedirler!). Onlara bakılırsa insanoğlu, varoluşuyla, yani doğası itibariyle bencil, çıkarcı, benmerkezci ve saldırgandır!

    Bu teze karşı çıkanlarsa, hayalcilikle, ütopik olmakla, safdillikle ve aşırı iyimserlikle suçlanır…

    GERÇEK BÖYLE Mİ?

    MÖ 3. yüzyılda yaşamış Plautus’un “Sıpalar” adlı komedyasında ünlü bir deyim vardır: “Lupusest homo homini”. Türkçesi; “İnsan insan için bir kurttur”.

    Sonradan büyük filozof “Thomas Hobbes” (biraz farklı olmakla birlikte) bu deyimi (homo hominilupus), 16. yüzyılın devlet ve toplumsal yapısını temellendirmek için kullanmıştı. Hobbes’un daha da meşhur hâle getirmesiyle bu söz, deyim yerindeyse, ağızlara pelesenk oldu.

    Hobbes, “Felsefenin Temel Öğretileri” adlı eserinin “Yurttaşlar Üzerine” olan bölümünde şunları yazıyordu:

    “Gerçekten de şu cümlelerin her ikisi de birer hakikattir: ‘İnsan, insan için bir tanrıdır’; ve ‘insan, insan için bir kurttur’.
    Birincisi insanları birbiriyle kıyaslarken, ikincisini ise devletleri birbiriyle kıyaslarken doğrudur.
    Birincisinde insan, adalete, sevgiye, barışa ve tanrıya yaklaşmaktadır; ikincisinde ise iyiler bile kötüye dönüşmekte, kendisini korumak için savaş yöntemlerine başvurmakta, şiddete, hileye, yağmaya ve vahşi hayvanlara yaklaşmaktadır.”

    Ne yazık ki Hobbes’un söz konusu paragrafı sürekli çarpıtılmıştır. Sanki o, “insana güvenilmemesi gerektiğini” telkin etmiş gibi yüzyıllardır kapitalist sömürünün, yağmanın, ahlâki bozulmanın, bencilliğin ve çıkar savaşlarının bir zorunluluk olduğunun gerekçesi yapılmıştır.

    Ama işin bir yönü de şudur ki İngiliz filozof Hobbes, söz konusu cümleden (ilkeden) hareketle 16. yüzyıl devletlerinin despotik devletler olması gerektiğini insanlık tarihi açısından zorunlu görmüştü. Hobbes’un hem insan düşüncesinin kökeni hem de devletlerin gelişmesine dair öğretisi o gün açısından ilericiydi ve insanlık tarihi açısından da gelişmeyi ifade ediyordu.

    Ama konumuz bu değil…

    KONUMUZ; İNSANLIK TARİHİNİN HAKİKATEN SAVAŞLARLA MI İLERLEDİĞİ YA DA BELİRLENDİĞİDİR?

    Gerçek şudur ki;

    Birincisi:
    “İnsanlık tarihi”, “uygarlık tarihi”yle özdeşleştirilemez. On-binlerce seneyi kapsayan insanlık tarihinin sadece kısa bir süreci, belki de %3-5’lik bir bölümü savaşlara tanıklık etmektedir. Dolayısıyla, şiddetle birlikte gelen savaşçılık, vicdansızlık, merhametsizlik, yağmacılık, bireycilik ve çıkarcılık son 5-6 bin yıllık tarihimizin bir özelliğidir. Ki bu, ana özellik de değildir.

    İkincisi ise:
    Eğer insan, bir şekilde insan olabilmişse bunun nedeni onun benmerkezci, bireyci, çıkarcı ve savaşçı olmasından değil; fakat, toplumcu, dayanışmacı, “ortaklaşa”cı ve barışçıl olmasındandır.

    “İNSANLIK TARİHİ”NİN %98’İNDE ŞİDDET YOK!

    Nitekim, arkeolog “Harald Meller” de, yukarıda bahsettiğim sergiden hareketle katıldığı bir televizyon programında; yüzyılların önyargısına esaslı bir darbe indirerek, bilimsel bulguların, insanlık tarihinin %98’inin “şiddet içermeyen, barışçıl” olduğunu kanıtladığını belirtmektedir.

    İnsanlık tarihinin ana kısmında “savaş” ve “şiddet” istisnai bir durumdu, toplulukların katıldıkları kapsamlı savaşlarsa hemen hemen hiç görülmezdi. İnsanlık tarihinde; dayanışmaya, diğerkâmlığa ilişkin o kadar çok bulgu var ki…

    Dolayısıyla, “savaş” ve “şiddet” olgusu; “özel mülkiyet”in, “aile”nin ve “devlet”in ortaya çıktığı “tunç çağı”nın bir eseridir. Demirin bulunması, savaş ve şiddeti muazzam derecede artırmıştır.

    Hobbes’tan çarpıtılarak tekrar edilip duran “insan insanın kurdudur” görüşünün tam karşısında ise; 18. yüzyılın ünlü “Aydınlanmacı” filozofu Jean-Jacques Rousseau’nun çarpıtılarak ilke hâline getirilen “insan uygarlaşmadan önce hep barışçıydı” görüşü yer alır. Her iki görüş de çarpıtılarak; “insanlık tarihine ilişkin” hurafeler yaratılmıştır.

    DAYANIŞMA MI? / SAVAŞ MI?

    17. yüzyılda ortaya atılan “insan insanın kurdudur” öğretisinin gereği olarak; insanoğlu, varoluşundan itibaren bencil olarak tanımlanmış ve buradan hareketle de karamsar bir toplum modeli inşa edilmiştir. Sonradan bu teori, 19. yüzyılın ortalarından itibaren yerini, Darwin’in “evrim teorisi”ni çarpıtmak suretiyle “sadece güçlü olanın ayakta kalabileceği” anlayışına bırakmıştır. Nitekim “Nietzsche” ise, deyim yerindeyse, bütün bunların üzerine tüy diken “efendi insan” modeliyle; saldırgan ve sömürgeci Avrupa kapitalizminin paradigmasını oluşturmuştur. Bu çizgi, sonradan, Nazilerin “üstün ırk” teorisiyle insanlığı felakete sürüklemiştir.

    Karamsar bir bakış açısının ürünü olan bu teorilerin karşısındaysa:
    Tarihsel gerçekliği ifade eden, canlıların ortaya çıkış sürecinden itibaren, gelişmenin karşılıklı yardımlaşmayla, dayanışmayla sağlandığı; dayanışma ve yardımlaşmaya dayanan türlerin ayakta kalabildiği;
    Tek başına (bireyci) hareket edenlerinse doğal olarak yok olduğu, ve insan topluluklarının, emek, dayanışma ve zekayla kalıcı toplumlar inşa ettiğine ve yerleşim yerleri kurduğuna dair muhteşem araştırmalar yer almaktadır.

    Bu araştırmalara ilişkin ayrıntılara girmek yazının çerçevesini dağıtır, ancak bütün bu bulguları ve bilimsel verileri, “Karşılıklı Dayanışma” (http://www.kitapyurdu.com/kitap/karsilikli-yardimlasma/92582.html) adlı eserinde toplayarak günümüz insanına büyük bir hizmette bulunmuş olan bir Rus bilim adamından kısaca bahsetmek yerinde olur.

    Her ne kadar “Pyotr Kropotkin”, tarihsel açıdan “devletin rolünü” ve “toplumsal kurumların olumlu ve geliştirici işlevi”ni göremese de; söz konusu eserle, insanlığa ve bilime büyük bir hizmette bulunmuştur. Kropotkin bu eserinde; “dayanışma”nın, “elbirliği”nin, “diğerkâm”lığın ve “karşılıklı yardımlaşma”nın nasıl hayvanlar aleminin ve insanlık tarihinin esas belirleyici özelliği olduğunu gözler önüne sermektedir.

    “Yozlaşma”nın, “sınıflar”ın, “iktidar erki”nin, “sömürü”nün, “aile”nin ve “bireyci sahiplenme”nin nasıl ortaya çıkarak; insanoğlu üzerinde “uygarlaştırıcı ama aynı zamanda ‘mahvedici’ etki”de bulunduğu sorunu ise bir başka yazının ana konusudur…

    [Sadık Usta, 26 Haziran, odatv]

  70. (AFRİKA)DA DA ASALAKLAR ÇOK MU!

    Zenginle fakir arasındaki uçurum…

    AVM’lerin kurulması “ilerlemeciliğin” göstergesiyse,

    “Asalak bakkallara DA soykırım uygulanması” savunuluyor ise;

    “Gentrification & Soylulaştırmak” konseptine mahkûm edilen Afrika’daki “asalak”lara DA soykırım uygulanmalı mı?!

    Gittikçe genişleyen ve iki tarafı birbirinden uzaklaştıran bu uçurum, hızla “orta kesim”i yok ediyor.

    Güney Afrika’nın başkenti “Cape Town”lı sanatçı Johnny Miller; “zengin-fakir uçurumu”nun en somut hâlini gökyüzünden fotoğrafladı.

    “Nolm(.)us” sitesinin haberine göre, Johnny Miller, “Unequal Scenes” (Eşit olmayan sahneler) ismini verdiği proje için:

    “İnsanların hayatlarındaki farklılıkları yeryüzünden görmek bazen zordur. Uçmanın güzelliği bir şeyleri farklı bir perspektiften görebilmeye dayanıyor. Bir şeyleri gerçekten ‘oldukları gibi’ görmeye… Yüzlerce metre yukarıdan aşağı bakınca; farklılığın kendini gösterdiği inanılmaz sahnelere tanık oluyorsunuz.” dedi.

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (1)
    ( http://odatv.com/images/resimler/2(802).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (2)
    ( http://odatv.com/images/resimler/3(566).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (3)
    ( http://odatv.com/images/resimler/4(401).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (4)
    ( http://odatv.com/images/resimler/5(283).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (5)
    ( http://odatv.com/images/resimler/6(206).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (6)
    ( http://odatv.com/images/resimler/7(162).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (7)
    ( http://odatv.com/images/resimler/8(118).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (8)
    ( http://odatv.com/images/resimler/9(94).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (9)
    ( http://odatv.com/images/resimler/10(79).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (10)
    ( http://odatv.com/images/resimler/11(125).jpg )

    “Asalak” olma ihtimali yüksek olanlar ile olmayanlar (11)
    ( http://odatv.com/images/resimler/12(65).jpg )

  71. Cok uzun, alakasiz, biktirici tekrarlardan murekkep bir beyin ishalinin ciktilarini buraya boca etmissiniz. Yine.

    ‘Sehirlesme’ gibi bir kavramin elestirisiymis gibi, tutup ‘soylulastirma’yla baslayinca, dakika bir, taca cikmissiniz.

    ‘Soylulastirma’ (‘gentrification’), ‘sehirlesme’ surecinin icinde yer alan bir olgudur/eylemdir; disinda degil.

    Bu farki gorememis olmaniz temel bir handikap.

    ‘Sehirlesme’ kavramini ‘soylulastirma’yla elestirmege kalkismak, ‘kapitalizm’i “su sirket neden kayrildi, bu neden batirildi” diyerek tartismaga calismakla esdegerdir –yani, cok olsa, ic-elestiridir; ufuksuzdur.

    Benim size onerim, nasil yaparsiniz bilemem, ufkunuzu genisletmenizdir.

    Bunu da, malesef, oradan buradan apardiginiz copy-paste metinlerle yapamazsiniz; kendi fikrinizin olmasi lazim.

    ‘Sehirlesme’yi elestirebilmek icin, alternatiflerini siralamak; ve bu alternatifler arasindan, en az birkac nesil boyunca, basarli olanlari gostermek gerekiyor.

    Dahasi, bulacaginiz bu basarili orneklerin, ‘sehirlesme’ye alternatif olan sureclerinde ‘kapitalism’ karakterisitikleri gostermemis olmasi lazim.

    Baska bir deyisle, ‘sehirlesme’nin ‘kapitalizm’le irtibatinin olmayabilecegini –basarili orneklerle– ortaya koymaniz gerekir.

    Aksi halde, yukarida da (ve hep) yaptiginiz uzere, bos konusmus olursunuz.

    [[
    Not: Ne kadar konuyla alakasiz zirvayi bir araya getirdiginize en iyi ornek de, herhalde, ‘potlaç’ orneginiz olsa gerek. Bunun icin kalkip Latin Amerikalara filan gitmege hic gerek yoktu ki. Yavuz Sultan Selim ile Sah Ismail arasinda gidip gelen ‘hediyelesme’lere baksaniz yeterdi. “Benim acimdan, kesip attigim tirnagim kadar bile, degeri olmayan, su pahali hediyeyi al da biraz sevin” turunden asagilamalar icin kullanilan yontemlerin bu topraklarda yasanmis ornekleri icin –baska hic bir sey bilmiyorsaniz– Incili Cavus’un (“Ben Padisah’imi buraya kadar severim”) nuktelerinden, ya da ‘Pembe Incili Kaftan’ hikayesinden de okuyabilirdiniz.. Okumamissiniz, belli. Oyle olunca da, sanki yeni ve onemli bir fark yakalamis gibi buraya aktarmissiniz.

    Simdi gelelim suraya:

    “Bazı noktalarda da bu alternatifler baş göstermeye başladı. Bunlardan biri de Gezi’de kendiliğinden ortaya çıkan, kısa süreli yaşanan, paylaşıma ve adil dolaşıma dayanan alternatif bir ekonomik sistemdi.”

    Bunu okuyunca –nasil diyeyim–, ciddi ciddi yazilmis olduguna emin oldukctan sonra bir hayli guldum.

    Guldum, cunku, “hadi yavrum, sen isyan et; ben karnini doyururum” anlamina gelecek sekilde, bazi zenginlerin bir miktar yardim etmesini “alternatif bir ekonomik sistem” die pazarlamak ancak bu kadar komik bir cerceveye tasinabilir ve bu sekilde guzellenebilirdi.

    Boyle, “hadi yavrum, sen isyan et; ben karnini doyururum” turunden ornekleri gercekten onemseyecek isek, bunun cok daha buyuk montanli orneklerine bakmamiz lazim asil. Fakat, bunu mesru bir cercevede yapamiyoruz; cunku, malesef, o ‘terorizmin finansmani’ oluyor.
    ]]

  72. Necip’in şehirleşmeyle ilgili tespiti üzerinde durulmalı biraz. Şehirlerin nasıl geliştiği hatırlanmalı.
    Şehirler bazen siyasi merkez/başkent olarak (Ankara, Osmanlı/Bizans başkenti İstanbul, Selçuklu başkenti Konya gibi)
    bazen ekonomik merkez, yani liman şehri olarak veya ticaret yollarının birleştiği merkezlerde (örneğin eskiden liman olan Efes kıyıdan kopunca İzmir öne çıkmıştır. Ağrı/Karakilise de Nişanyan’ın aktardığına göre 1828 göçünden sonra Osmanlı ülkesinde kalan bir grup Ermeni tarafından karayolu üzerinde bir alışveriş noktası olarak kurulmuş), turizm (Antalya, Bodrum), sanayi (Karabük, Batman) merkezleri olarak – diğer ülkelerden Mısır’da Port Said (Said limanı, Said Paşa’dan), İran’da Bender Abbas (Abbas limanı, Şah Abbas’tan)
    bazen de inanç merkezi, yani bir tapınak veya türbenin çevresinde hac yeri olarak (Mekke, Eyüp, Hacıbektaş, İmam Rıza türbesinin olduğu Meşhed gibi) gelişmiştir.

  73. Surada, Mogolistan’in Kengbasi beldesinde 1 milyar dolardan daha fazla dokup, 1 milyona yakin insanin yasayacagini umut ederek yaptirilan anahtar-teslimi bir sehir var:

    Icinde ofis/buro plazalari, idari merkezler, hukumet binalari, muzeler, tiyatrolar, okullar, spor sahalari, her birinin 3-5 donum bahcesi olan villalar, apartmanlar..

    Akliniza ne gelirse..

    Sehrin ismi ‘Ordos’.

    http://content.time.com/time/photogallery/0,29307,1975397_2094492,00.html

    2010’da bitmis ama henuz beklenen nufusun onda biri bile gelmemis..

    Yukaridaki linkteki resimlere bakinca –ki sokaklar caddeler bombos–, Istanbul’un trafik kesmekesinden ve genel kalabaligindan illallah demis birisi olarak, ne yalan soyleyeyim, imrendim.

    O bir yana, goruldugu uzere, sirf binalar ve altyapi bir yerin ‘sehir’ olmasina yetmiyor.

    Insanlarin oraya gelmeleri, yerlesmeleri icin, “burada is bulabilirim”, “burada is kurabilirim”, “burada aile kurabilirim”, “burada cocuk yetistirebilirim” vb gibi son derece insani sorulara olumlu cevap verebilmeleri gerekir.

    Ve, hem dindar hem de sekuler romantiklerin sandiginin tersine, sirf ‘melek’lerden olusan (suc ve gunahin minimumda tutuldugu) yerlesim yerleri ‘sehir’ olamazlar; cok olsa, bir sureligine, bir tur ‘cult compound’ (tarikat/cemaat yerleskesi) benzeri bir garabet olarak yasar, bir sure sonra da dagilirlar.

    Ya da, baska her sehir gibi, melekler ve seytanlarin bir arada yasadigi yerlere donusup gercek anlamda sehir olurlar.

    Baska bir deyisle, ‘sehirlesme’ organik bir surectir. Dogar, gelisir ve yasamasina imkan taniyan sartlar ortadan kalktiginda da, sizlere omur..

    Bu, ‘sizlere omur’e en guzel (daha dogrusu, bence acikli) orneklerden birisi ‘Angkor Wat’tir. [ https://tr.wikipedia.org/wiki/Angkor_Vat veya Ingilizce ve daha detayli https://en.wikipedia.org/wiki/Angkor_Wat ]

    ‘Angkor Wat’tan daha once burada bahsettigim icin, benzer detaylari yazacak degilim fakat, baska bir baglamda, asagida tekrar deginecegim.

    Bu tur metruk sehirlere tek ornek de ‘Angkor Wat’ degil tabii ki. Bir Pakistanli arkadasim bahsetmisti: Pakistan’da boyle (ve oldukca eski) cok sehir varmis. Ozellikle iklim (susuzluk) yuzunden vakti zamaninda terkedilmis.

    Ayrica, eminim, kavimler gocune yol acan o buyuk kuraklik sonrasinda, Orta Asya’da terkedilmis (ve simdi toz-toprak altinda kalmis) nice baska ornekler vardir.

    Neyse.

    ‘Cult compound’ (Tarikat/Cemaat yerleskesi) deyince, aslinda aklima baska seyler de geliyor. Mesela, sosyalist/komunist rejimler.

    ‘Seytan’larin (para kazanmak isteyen, uretim araclarini ele gecirmek, elinde tutmak icin her turlu hile ve desiseye tevessul eden kotu adamlarin, kapitalistlerin) olmadigi, sadece ‘melek’lerin bulundugu –aralarindaki iliskilerin de en ince detaylara kadar planlandigi– cennet mekanlar..

    Bu noktada, hem ‘Angkor Wat’a hem de Odros’a baktigim zaman, her ne kadar bu sehirleri kuranlar buyuk kapital sahipleri (yani, ‘kapitalist’ler) olsa da, kurduklari duzenin/yapinin kendisi (ince detaylara kadar planlanmis oldugu icin) aslinda bir tur sosyalist/komunist proje oluyor benim gozumde.

    Bu tur projeler uzum omurlu olur mu?

    Birinci ornek icin cevap belli: Hayir. Allah izin vermedi 🙂 [Iklim kalleslik etti, yani.]

    Ikinci ornekte hukum vermek icin henuz erken: Orada yasayanlarin hayatlarinin ince detaylarina ne kadar –insaat/sehircilik planlarindaki detaylar kadar mi– karisacaklarina bagli buyuk olcude.

  74. -65’e devam- Örnek verdiğim süreçlerin de bir geçmişi var elbette, bunlar sadece birer dönüm noktası olarak önemli (mesela İstanbul Doğu Roma’nın başkenti yapılmadan önce de bir yerleşim yeriydi, Bodrum da Bodrum kalesi çevresinde gelişti)

  75. marxist argüman

    beyaz yakalilar,

    sizin sistem muhalifliginizin samimiyetinden kuskum yok fakat belli ki sizi aydinlatacak, kapitalist düzeni ekonomik, siyasi ve toplumsal, bir bütün olarak kavramanizi saglayacak kaynaklardan yoksunsunuz. “chomsky” gibi demokrasi ve devlet idealisti anar$istlerin yanlis, isabetsiz ahlakci/moralist elestirilerini kendinize rehber edindiginiz belli oluyor. sizin belirttiginiz o kaynaklarin, kitaplarin hicbirini ben okumadim, ama yinede mevcut kapitalist sistemi dogru elestirdigimi düsünüyorum. sizin bu kadar okumaniza ragmen -benden kat be kat fazla okudugunuz belli oluyor-, kendinizi kendi cümlelerinizle ifade edemeyisinizin sebebi okudugunuz kitaplarda ki yanlis, isabetsiz, celiskili, tutarsiz, ahlakci/idealist kapitalizm elestirileridir. herhangi bir konuda kendinize ait cümlelerle argümanlar, tezler yazmak yerine sürekli olarak uzun uzun yazilari, isimleri kaynak olarak göstermenizden anlasiliyor ki, bildiklerinizden emin degilsiniz. bu siteye astiginiz uzun uzun yazilardan, nasrettin hocanin göle yogurt calmasi gibi “belki tutar” hesabi yaptiginiz belli oluyor.

  76. bu gibi konularda kitap dışında daha büyük bir kitleye hitap eden filmlerin yapılması lazım.

  77. Sayın “marxist argüman”,

    Kusura bakmayın; Chomsky’le kaç kez yüzyüze görüşmüş, TZM konferanslarında kendisiyle kaç kez panel yönetmiş, İstanbul’a geldiğinde kendisini AGOS’a götürmüş, yazdığı, söylediği, “protestolara katıldığı”, metinleri, ses kayıtlarını, belgeselleri, videoları, kitapları 40 küsür yıldır hatmetmiş kişiler olarak; “devlet idealistliği” ile uzak/yakın ilgisi olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz.

    “Şu an, dünyada, ‘devlet konsepti’ne karşı, en radikal görüşleri haiz kişilerden 3’ünü sayar mısınız?” diye bir soru ortaya atılsa; bu kişilerden biri Chomsky’dir. “Şöhreti” dolayısıyla değil, “eylem kararlılığı” dolayısıyla!

    Tamam; “kapitalizme karşı” argümanlarınız, “devletlerin fonksiyonları” üzerine tahlilleriniz yerinde, sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip’e yönelttiğiniz esaslı saptamalarınız takdire şayan, ama, bilmediğiniz bazı hususlarda da bilmediğinizi kabul ediniz, önünüze gelen herkesi “devlet idealistliği” ile itham etmeyiniz!

    Karl Marx’ı “hatasız peygamber” kabul edenler ile, “hata yapma hakkı da olan ‘düşünür'” kabul edenler arasındaki farkı gayet iyi bildiğinize inanan birileri olarak, dost tavsiyesi olarak kabul ediniz yukarıda size yazdıklarımızı…

  78. Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip,

    “Soylulaştırmak & Gentrification” kavramının “şehirleşme” akımı içinde olduğunu bilMEdiğimizi mi zannettiniz?!

    Vah vah vah!

    Bir kez daha “nasihatlar silsilesi” yazmaya kalkan sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip, bir de dönüp kendi suratına baksa!

    “Şehirleşme” akımının; “S.P.Q.R. & Senatus Populusque Romanus”, ve hâttâ daha önceye gidersek “Indus Valley Civilisation & Harappa Uygarlığı”, daha da önceye gidersek “Sümerler”e kadar uzandığınızı biliyoruz. (Afrika ve Amerika kıtalarında, hâlâ keşfedilmeyi bekleyenleri de eklememize gerek yok.)

    Sizin [Pakistanlı] arkadaşınızın bahsettiği o şehirlere kaç defa gittiğimizden, fizibilite raporları hazırladığımızdan haberiniz yok; burada külhanbeyi kesiliyorsunuz. İşte (artık esamesi okunmayan) o bölgeler: “Hayber” geçidinin çevresi ve “Oxus uygarlığı” olarak da bilinen “Bactria-Margiana” bölgesi. Bir daha o [Pakistanlı] arkadaşınızla biraraya gelirseniz; buraya yazdıklarımızı kendisine sorup, teyit edersiniz.

    Eğer şahsınızın işaret ettiği “şehirleşme” konusunu, baştan başlayıp günümüze gelene kadar incelemeye kalkarsak, çürüklerini/çarıklarını ayıklamaya kalkarsak; kapitalizm, “işte, vakit geçirip eğlenmeleri için ellerine devasa bir oyun hamuru daha attım. ‘Şehirleşme’nin kapitalizmle ilgisi var mı / yok mu, sorusuyla kendi aralarında atışıp dururlarken, ben de (kapitalizm de), işçi katliamı yapmayı, ‘asalak bakkallara’ soykırım uygulamayı sürdürürüm.” sözüyle kahkaha ata ata ölüm yağdırmaya devam eder!

    “Şehirleşme” kavramı üzerine görüş bildireceksek, (Darwin ve “doğal seçilimcilik” müptelalarının yaptığı gibi!) sadece geçmiş içinde kaybolup bugüne ışık tutmayacaksak, “gentrification” kavramını hakir görüp çöp kutusuna göndereceksek; yandı gülüm keten helva!

    “İstanbul Finans Merkezi” diye bir şey icat etmeye niyetlendi bir diktatör (RTE)!

    Bu kompleks sayesinde (ve inşa süreci devam eden 3. havalimanının açılmasından sonra) “Türkiye”, mumlarla aramaktan heba oldukları o ihtişamlı günlerine geri dönecekmiş!

    Bu bahsi geçen “Finans Merkezi” kompleksinin, 3. havalimanının (ve ileride “Kanal İstanbul”un) finansal raporlarını bizlere hazırlattılar! Taslakların üzerindeki ölçeklerden mali tabloları hazırlarken; uçak hangarlarını dolduracak kadar “para”nın nerelerden bulunduğunu ve ödemelerin nasıl yapılacağını öğrenince, ağzımız dakikalarca açık kaldı Maslak’ta!

    James Graham Ballard’ın “High-Rise”, ve Tahsin Yücel’in “Gökdelen” isimli eserlerini okuyunca; yukarıda (“58″de) David Harvey’in kilit noktalara temas ettiği röportajındaki “gentrification” zehrinin okyanusta küçücük bir damla olduğunu, diktatörün (RTE’nin) emir verdiği (yukarıda bahsettiğimiz) 3 ana projenin bitimiyle birlikte; hem İstanbul’da, hem ülke genelinde nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini daha net gözlemledik!

    Acaba “Ordos”a niçin kimseler gitmiyor?!

    Acaba “Dubai” de “yabancı yatırımcı bize gelsin!” diye diye poposunu yırtarken; niçin kimseler gitmiyor?!

    Sizin gibi “‘Steve Jobs’ & ‘Tim Cook’ özentisi” kapitalist bir mühendisin “potlaç”a da hönkürmesine hiç şaşırmadık sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip!

    Ne yazmıştık:
    Bir “sivrisinek vızıltısı” BİLE değilsiniz; feriştahınızla, ağa-ana ve ağa-babalarınızla HER GÜN, HER SANİYE mücadele ediyoruz!

    27 Mayıs 2013’ü 28 Mayıs 2013’e bağlayan gece; Gezi parkındaki ilk çadırları kurarken, aramızda, sizin de, sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip, “sömürdüğünüz” şirketteki “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka” yoldaşlarımız DA vardı! Şimdi “Gestapo” gibi davranıp, şirketinizde “acaba kim bu ‘snob’lar?!” diye tahkikat başlatabilirsiniz! Dikkat edin de, yoldaşlarımız sizi “patron koltuğunuza” zincirlerle bağlamasınlar; polise-molise telefon da açamazsınız, bayılır kalırsınız!

    [bazi zenginlerin bir miktar yardim etmesini “alternatif bir ekonomik sistem” die pazarlamak ancak bu kadar komik bir cerceveye tasinabilir ve bu sekilde guzellenebilirdi.] Vah Vah vah! Attığınız taş bari bir işe yarasa! (“Kurbağalalara özgürlük!”)

    “Potlaç”ın çok daha büyük montanlı olanları “sadece örnekler içinde”, “numunelik” kalmayıp; gümbür gümbür geliyor!

    Ve bunların hiçbiri [terorizmin finansmani] ile uzak/yakın ilgili değil!

    “Kapitalizm potlaç”ı ile,
    “Halkların potlaç”ını birbirine karıştırmayın!

  79. Karl Marx’ın “hatasız peygamber” olduğuna ısrar edenler,
    kendisinin “hata yapma hakkı da olan bir ‘düşünür'” olduğuna inanmak istemeyenler;
    bir zahmet şunu okusun ve anlamaya çalışsın:

    ( http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/070.pdf )

    Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “Marksist Değer Teorisi”
    Doç. Dr. Mehmet Selik
    1982

  80. marxist argüman

    72 nolu yorumcu,

    sen o 170 sayfalik yazidan ne anladin, özet olarak, tezler halinde yaz ki ben sana bir cevap yazayim.

    beyaz yakalilar,

    “chomsky” gibi ahlak zaptiyeligine soyunmus anar$ist entellektüelin dünya capinda bu kadar popüler olmasi sizin kafanizda hic soru isareti uyandirmiyor mu? chomsky’nin bu popülerliginin altinda yatan sebep sizin düsündügün gibi mevcut kapitalist sisteme “radikal/yikici” elestiri yaptigindan degil, tam tersi. mevcut kapitalist sisteme “yikici/destruktif” elestiri yapanlarin devletin güvenlik kurumlari ve burjuva medyasi tarafindan baski altina alinip, “izole/marjinalize” edilmeye calisildiklarini sizde kendi tecrübelerinizden bilirsiniz. chomsky’nin öngördügü toplum modeli nedir? bu bu adamin yazdiklarindan ne anladiniz, ne ögrendiniz, somut olarak yazarsaniz, tartisabiliriz. chomsky, ekonominin e’sinden anlamayan bir insan, öyle bir iddiasi da yok zaten. peki ekonomiyi bilmeden, anlamadan kapitalizmi dogru elestirmek mümkün müdür?

    mesela chomsky’nin fikirlerinden biri bizim doktor ogürsel’in son yazisinda cözüm olarak savundugu merkeziyetcilige karsi dezentralizasyon. ya da amerika gibi güclü emeperyalist devletlere karsi zayif ulus-devletleri, bununla beraber ulusalciligi/milliyetciligi olumlu görme.
    chomsky’nin kapitalist dünyayi anlamadigina diger bir örnek: devlet’i, özel sektörün gücüne set cekecek bir kurum olarak olumlulamasi. bu idealist ahlak zaptiyesi anar$ist, devletin, özel sektör denilen kapitalist ekonominin kurucu, koruyucu ve garantörü oldugunu ya anlamamis ya da görmezden geliyor. devletin, özel mülkiyete dayali kapitalist ekonominin kurucu ve koruyucusu oldugunu anlamak zor degil: kapitalist bir isletmenin önüne gidip protesto yaptiginizda ya da bir i$yerini i$gal etmeye kalktiginizda karsinizda devleti ve o’nun polisi, mahkemesi ve yasasini bulursunuz.
    chomsky, devletin neden gerekli olduguna dair bir kitabinda söyle bir örnek veriyor: bu “radikal” anar$istimizin yasadigi yerde cocuklar icin tehlike teskil eden kuduz bir hayvan -rakun- varmis. bu hayvan’in cocuklara zarar vermemesi icin insanlar polise basvurmuslar. cocuklarin isirilmasindansa polisin, devletin varligi iyi birseymi$. günümüzün kuduz rakunlari da kapitalist $irketlermi$, bu sirketlere karsi siradan/savunmasiz insanlari koruyacak tek gücte devletler/hükümetlermi$.
    beyaz yakalilar, siz chomsky’nin bu mantikla yazdiklarini “kapitalizme elestiri” diye kabul ediyorsunuz, öyle mi? kapitalist necip’in, böyle sacma/idealist/moralist elestirilerle alay etmesine ben sasirmiyorum.
    “yikici/destruktif” kapitalizm elestirisi ile chomsky gibilerinin idealist/moralist elestirileri arasinda ki farki anlamaniz icin size birkac kitap ve bir internet sitesi belirteyim. almanca olan bu kitaplarin türkceye cevrilmediginden eminim, sizin bunlari türkceye cevirecek imkanlariniz varsa büyük bir sevap islemis olursunuz. bu internet sitesinde ekonomi üzerine güncel ingilizce yazilarda -finans krizi, yunanistan’in iflasi vs.- mevcut.

    http://www.gegenstandpunkt.com

    -“Gesundheit”, Sabine Predehl, Rolf Röhrig
    -“Das Finanzkapital”, Peter Decker, Konrad Hecker,
    Joseph Patrick
    -“Der Fall Griechenland”, J. Köper, U. Taraben
    -“Arbeit und Reichtum”, Margaret Wirth, Wolfgang Möhl
    -“Demokratie, Die perfekte Form bürgerlicher Herrschaft”, Peter Decker (Hrsg.)
    -“Das Geld”, Wolfgang Möhl / Theo Wentzke
    -“Das Proletariat”, Peter Decker / Konrad Hecker
    -“Der Faschismus”, Konrad Hecker
    -“Von der Reform des ‚realen Sozialismus‘
    zur Zerstörung der Sowjetunion”, Karl Held (Hrsg.)

  81. ‘Sehirlesme’ konusunu akademik anlamda incelemek degil konumuz. O, hem cok uzun surer, hem de –meseleyi anlamak acisindan– sart degil.

    Ama, surasini anlamak zorundayiz:

    ‘Sehirlesme’, insanligin tarihi boyunca var olan, giderek daha da artan bir hizla devam eden bir olgudur.

    “Sehirlesmeyelim!”, “kahrolsun sehirlesme!” filan demek ne kadar abes ise, ‘sehirlesme’ ile beraber (atbasi) gelen yapilara karsi cikmaga calismak da o kadar abestir.

    Ve, sizin bir ‘ocu’ ya da ‘kotu ruh’ gibi konumlandirip, kovmak icin etrafinda totem danslari duzenlediginiz ‘kapitalizm’ de o dogal olgunun dogal bir parcasidir.

    Once bunu idrak etmeniz gerekiyor.

    Bu onemli; aksi halde, kokleri cok derinlerde (ve, evet, insan fitratina da dayali) olan olusumlara karsi cikmis olursunuz.

    Yani, yel degirmenleri ile carpisarak bir omru heba edersiniz.

    Peki, gerek ‘sehirlesme’yi gerekse de ‘kapitalizm’i hic mi elestirmeyecegiz?

    Tabii ki, hayir.

    Nasil ki, ‘sehirlesme’ sureci icinde, sehirlerde cogunlugun hosuna gitmeyen bazi bolgeler/faaliyetler ortaya cikar ve bunlarin cozulmesi/giderilmesi gerekir; ayni sekilde, ‘kapitalizm’in de icinde asiriya kacan, cogunluga ciddi anlamda zarar veren faaliyetler/yapilanmalar da ortaya cikabilir/cikar.

    Bunlarin hem elestirilmesi gerekir, hem de –elestirmekten oteye– fiilen cozulmesi/giderilmesi gerekir.

    Benim sizinle –ya da, ‘kapitalizm’i topyekun ocu ilan eden diger romantiklerle– anlasamadigim spesifik nokta bu degil.

    Burada hemfikirim.

    Hemfikir olmadigim, tekrar ediyorum, nokta sudur: Hastalikli/arizali bir unsuru yuzunden karsi ciktiginiz yapinin tamamini ortadan kaldirmaga yonelmek akillica/rasyonel degil.

    Bunu da, son bilmemkac bin/milyon senenin tecrubeleri acikca gosteriyor.

    Sehirlesmeyi durduramiyorsaniz, sehirlesmenin dogal bir parcasi olan kapitalizmi durdurmak/yoketmek de mumkun olmaz.

    Denedik. Olmadi.

    Basarisiz oldugu halde, ayni seyleri yapip farkli sonuc beklemege ne diyorduk?

    Baska, ve yine onemli, bir sorun daha var sizin yaptiginizda:

    Bir kavram olarak ‘kapitalizm’e topyekun karsi ciktiginizda, hedefi o kadar buyutuyorsunuz ki, ‘dava’nizda size muttefik olabileceklerin sayisini sifirliyorsunuz.

    Hic de akillica degil bu. Ama, farkinda bile degilsiniz.

    “Bir bunyede kanser suphesi duyan bir doktorun, hastanin oldurulmesi gerektigine hukmetmege kalkismasi kadar salakcadir bu” demek daha isabetli olur.

    Ya hastanin kendisi, ya da yakinlari, sizi dogdugunuza pisman eder.

    Simdi gelelim sizi sasirtan birkac seyin kisaca aciklamasina:

    Dubai’nin neden finans merkezi olamadiginin cevabini aramak Dubai’nin derdi. Benim acimdan ise, onemli olan surasi: Demek ki, ne kadar paraniz olursa olsun, bazi seyleri basarili kilamiyorsunuz. Yani, ‘kapital’ tek basina tayin edici degil.

    Ya da, amiyane tabirle, her zaman “parayla saadet olmuyor” –en azindan garantisi yok.

    Garantisi yok ise, paradan baska oyuncularin da mevcut oldugunu kabul etmek gerekir. Bunlarin neler olabilecegi konusunda tefekkur etmegi size birakiyorum.

    Ikincisi, evet, buyuk projeler icin buyuk meblaglarda finansman/para gerekir. Bu mablaglar da, evet, sizin aylik ucretinizden kat be kat fazla olabilir. Buyudugunuzde bunlara alisacaksiniz.

  82. “‘Halkların potlaç’ını birbirine karıştırmayın!”

    Karistirir miyim hic.

    Bilmeyenler icin, su linkte, ‘halklarin potlaci’nin iyi bir ornegi sergileniyor.

    http://onedio.com/haber/psv-taraftarlarindan-insanlik-disi-hareket-romanlara-para-atarak-eglendiler-692527

  83. Gün bey şunu izlediniz mi?

    AKP virali mi?

    Türkiye’ye Barış Getirme Taktikleri:
    https://www.youtube.com/watch?v=2yDUp8jgHIQ

  84. türkiyede sol cevrenin stalin tanimi birlesemenin en büyük sorunu olarak görüyürum.
    bir toplum marjinal ve militarist yetismis ise stalini elbette bir
    kahraman görür,yüzeysel kalan toplumular hep dis dinamiklere bagli kalan ülkeler olur.
    karl marx kusuruz peygamber elbette degil ama bu zihniyeti yasayan sosyalistler var……ne garip karsi cikti sistemin ayni kuralarini uygulaliyorlar.
    arkaik bir toplum türkiye hep eski degerlere takilip ilerici olunamiyor türkiyenin egemen sag toplumundan bunu beklemek gülüncdür ama ne yazik sol cevreler stalin ve marx tartismalari ne durumda oldumuz aglanmaklidir.

  85. Zekâdan yoksun. Hatta salakça!

  86. 73’e
    “ogürsel’in son yazisinda cözüm olarak savundugu merkeziyetcilige karsi dezentralizasyon. ya da amerika gibi güclü emeperyalist devletlere karsi zayif ulus-devletleri, bununla beraber ulusalciligi/milliyetciligi olumlu görme.” yazmışsın.. Pes!

    Yapma böyle.. Uydurma. “Santralizasyon” isteyenler aksine egemen milliyetçiler.. Ve milliyetçilik hastalıklı bir duygu olarak her zaman “santralizasyonu” savunur. Kendi hastalığını başkasına yamama.. Marksizm zamanında bu tür sorunlar yoktu.. Onun zamanında Milliyetçilik bir ulus kurmanın maskesi, “yardımcı” ideolojisiydi.. O’nun siyasal dünyası görüldüğü gibi ham’dı. Onun “devrimci” İşçi sınıfı olarak tanımladığı yığınların “doğaları” gereği ona “verilen” görevi yapması imkânsızdı.. onların yerine “söz alan” küçük burjuvalar da işi bok etti…
    İkincisi.. dil bir insanın hayatı, suyu, ekmeğidir.. Milliyetçilik başka, inansın diline dayalı tahakküme isyanı başka bir şeydir.. Senin gibiler bu inceliği anlayamaz.. Ve böyle uydurur…

    Zaten bu dogmatik ve arkaik 19. yy Marksistleri de Üniter Faşist yapıları besleyen suç ortakları değil mi?
    ***
    Milliyetçiliği olumlu gösteren tek cümlemi göster.. Binlerce özür dileyeyim.. Benim savunduğum öncelikli olarak “kültürel” temelli, gönüllü ortaklık arayan toplulukların.. ortak tarih, ortak kader birliği, ortak duygularla toplumsallaşma anlamında özerk yapılar.. Bunu milliyetçilik sanan kendi sığ dünyasını ele verendir..

  87. marxist argüman

    ogürsel, daha anlasilir yazayim, demek istedigimin tam tersini anlamissin. sen yazilarinda merkeziyetcilige karsi ademi merkeziyetciligi cözüm olarak savunuyorsun ya, onu kastettim. sentralizasyon=merkeziyet, desentralizasyon=ademi merkeziyet.

  88. Marksistleri, anarşistleri, kapitalistleri, federasyonistleri, -istleri, -mistleri, -çistleri çok ötekileştiriyorsunuz yahu.

    Ötekileştirmeyin artık…

  89. Sayın “marxist argüman”,

    “Şöhret” kelimesini icat eden bizzat Chomsky’nin kendisi değil. Beethoven da dünya çapında popüler bir şahsiyet; her “popüler” değersiz mi?! Elbette değil!

    Öncelikle:
    Chomsky’nin DE “devlet(ler)”e karşı olduğunu; ya bilmiyorsunuz, ya da bildiğinizi deklare etmek işinize gelmiyor. Probleminiz burada.

    Bahsini ettiğiniz alıntıyı; ya “eksik” yazmışsınız, ya “tamamını okumamışsınız”, ya da “kasıtlı olarak kesintiler yapmışsınız (buna inanmak istemiyoruz!)”.

    (Not: Ekseriyetini “http://www.gegenstandpunkt.com” adresinden aldığınız alıntıların çoğunda, kusura bakmayın sayın “marxist argüman”; çarpıtma var. Kendiniz, daha güvenli kaynaklara ulaşabilecek seviyede mahir bir kişiye benziyorsunuz. “GegenStandpunkt. Politische Vierteljahreszeitschrift”i elbette bırakmayın, ama orada yazan her şeyi de %100 doğru bellemeyin.)

    Yazdığınız alıntının aslı:

    “Let me just give you an analogy. I don’t like to have armed police everywhere, I think it’s a bad idea. On the other hand, a number of years ago when I had little kids, there was a rabid raccoon running around our neighborhood biting children. Well, we tried various ways of getting rid of it, you know, ‘Have-A-Heart’ animal traps, all kinds of stuff, but nothing worked.

    So finally we just called the police and had them do it: it was better than having the kids bitten by a rabid raccoon, right?

    Is there a contradiction there? No: in particular circumstances, you sometimes have to accept and use illegitimate structures. Well, we happen to have a huge rabid raccoon running around, it’s called corporations.

    And there’s nothing in the society right now that can protect people from that tyranny, except the federal government. Now, it doesn’t protect them very well, because mostly it’s run by corporations — but still it does have some limited effect — it can enforce regulatory measures under public pressures, let’s say, it can reduce dangerous toxic waste disposal, it can set minimal standards on health care, and so on. In fact, it has various things that it can do to improve the situation when there’s this huge rabid raccoon dominating the place.

    So, fine, I think we ought to get it to do the things it can do, if you can get rid of the raccoon, great, then let’s dismantle the federal government.

    But to say, ‘Okay, let’s just get rid of the federal government as soon as we possibly can’, and then let the private tyrannies take over everything, I mean, for an anarchist to advocate that is just outlandish, in my opinion. So I really don’t see any contradiction at all here.

    Supporting these aspects of the governmental structures just seems to me to be part of a willingness to face some of the complexities of life for what they are, and the complexities of life include the fact that there are a lot of ugly things out there, and if you care about the fact that some kid in downtown Boston is starving, or that some poor person can’t get adequate medical care, or that somebody’s going to pour toxic waste in your backyard, or anything at all like that, well, then you try to stop it. And there’s only one institution around right now that can stop it. If you just want to be pure and say, ‘I’m against power, period’, well, okay, say, ‘I’m against the federal government.’ But that’s just to divorce yourself from any human concerns, in my view. And I don’t think that’s a reasonable stance for anarchists or anyone else to take.”

    Bu sözleri Chomsky;
    İlk önce, 1989-1999 arasında yaptığı söyleşilerin transkriptlerinin toplamasıya oluşturulmuş “Understanding Power: The Indispensable Chomsky” adlı kitapta,
    Ve sonra, 2005’de yayınlanan “Anarşizm Üzerine” kitabında söylemiş.

    Yukarıda, Chomsky’nin, “‘devlet’in koruyucu, kollayıcı, ‘şefkatli kalp’ özelliği dolayısıyla; ‘daima payidar’ olması gerektiği” üzerine bir ifadesi yok. Bu, sizin, Chomsky’ye yüklediğiniz anlam; tıpkı sayın Başkaya’ya da yapmaya yeltendiğiniz gibi sayın “marxist argüman”.

    Chomsky’ye yönelik şunu yazmışsınız:
    [devletin, özel sektör denilen kapitalist ekonominin kurucu, koruyucu ve garantörü oldugunu ya anlamamis ya da görmezden geliyor.]

    Daha dikkatli inceleyin bakalım; [görmezden mi geliyor?!]:

    Anlamı şu: “Devletler, şirketokrasi tarafından şekillendirildiğinden, asli fonksiyonlarını artık yerine hiç getirmiyor. ‘Halkın bizzat kendisinden gelen yukarı doğru baskı’ sayesinde, ‘devlet’, en azından şu sorumluluklarını hâlâ kaybetmemiş; tehlikeli toksik atıkları doğaya zarar vermeden elimine etmesi gibi, herkesin sağlık hizmetlerine ulaşması için asgari düzeneği oluşturması gibi. Bugün, şirketokrasiye karşı ses çıkaran herhangi bir devlet görüyor musunuz?! Ben görmüyorum!” diye bas bas bağırıyor Chomsky.

    Devletleri DE, şirketokrasi ile birlikte; “tiran” olarak niteliyor, şirketokrasiye daha fazla vurgu yapıyor!

    Devam edelim:

    20 Nisan 1967, “The Responsibility of Intellectuals”:

    Şunu hiç şüphe etmeden söyleyebilirim: Kuduz bir köpek tarafından saldırıya uğrayan bir çocuğa yardıma koşmak; mantıklı hareket eden her insanın sorumluluğudur. Verdiğim bu örneği, kurguladığımız her senaryoya elbette uygulayamayız. Birileri; tavsiye edilebilir nitelikte olmayan, ve hâttâ toptan fazilet dışı senaryoları da kafasından uydurabilir. Makûl addedebileceğimiz bütün durumlarda “nasıl en etkin davranmamız gerektiği”yle ilgili; herkesin “bu yol doğrudur” dediği, basit formüller elbette yoktur. Fakat buradan hareketle, “bütün müştereklerimizi ve paylaştığımız bütün insanî değerleri ortadan kaldıralım” sonucu ortaya çıkmamalı.

    “Martin Heidegger”, “Arthur M. Schlesinger Jr.” ve pek çoklarından yaptığım alıntılarda da buna işaret etmeye çalıştım: Entelektüel dürüstlükte yaşanan genel çöküşe işaret ettim; marjinal hâllerde alınan “ikircikli kararları” kastetmedim.

    1933’te “Hitler yanlısı” bir demeçte Heidegger “hakikat”i şu şekilde tanımlar, “hakikat; insanların, eylemlerinde ve bilgi dünyalarında, kesinliğin, netliğin ve sağlamlığın açığa çıkışıdır.”; fakat demecin ilerleyen bölümlerinde, hakikatle kurulan samimi bağdan açıkça feragat eder Heidegger.

    Harikûlade bir tarihçi (Schlesinger), “Amerika’nın desteğiyle (Güney Vietnam’ın Kuzey ile savaşı) komşusunun işgal edilmesinin ‘diğer, bilinen işgallerden farklı olduğu’ hususunda dünyayı ikna etmeye çırpınmayı bir sorumluluk olarak görürken”, bunu, sadece, uygulanan stratejinin bir işe yaramayacağından yola çıkarak anlatmaya uğraşması (ve bütün bunlara ek olarak, dünya genelinde “entelektüel camia”dan çok cılız ses çıkması) hakikatin samimiyetle artık haykırılmaması noktasında devasa bir çöküş yaşadığımızın ispatıydı.

    Bu yargımı; kuvvetli bir ülkenin, zayıf ve küçük yapıdaki komşusuna “muktedirlerin onaylayacağı kukla hükümet” kurulması amacıyla yaptığı işgalin “ayıplanacak bir şey olmadığı” varsayımına karşı oluşturdum. (Schlesinger ve benzerleri, bu varsayımı yaymaya çalışıyordu!)

    Genel kabul gören bu varsayımı asla savunmadım, savunmayacağım; tıpkı, kuduz bir köpek tarafından saldırıya uğrayan bir çocuğa yardıma koşmak hususundaki kanaatimi haklı göstermek uğruna bu zahmete girmeyeceğim gibi. “Mantıklı” tartışma; ancak ve ancak, ortak varsayımlar dikkate alınır seviyede çok olduğu zaman bir anlam ifade eder.

    (Şuradan takip edebilirsiniz:
    1. http://www.nybooks.com/articles/1967/02/23/a-special-supplement-the-responsibility-of-intelle/
    2. http://www.nybooks.com/articles/1967/04/20/the-responsibility-of-intellectuals-4/ )

    1970, “Anarchism: From Theory to Practice”:
    “Görüşlerinde tutarlı olmayı becerebilen bir anarşist ve şuurunu şeflerine satmamış bir sosyalist; sadece, ‘dar alanda uzmanlaştırılmış’ ve ‘yabancılaştırılmış’ emeğe karşı çıkmaz, ve sadece, bütün emekçilerin, üretim sürecinde ve ürünü bizzat kendi elleriyle, alın terleriyle meydana getirmelerinden sonra oluşan sermayenin özgürce paylaşılması için mücadele etmez; aynı zamanda, proletarya adına hareket ettiğini söyleyen elit grupların hegemonya kurma hayallerine karşı da mücadele eder.”

    1970, “International War Crimes Tribunal: Against the Crime of Silence: Proceedings”:
    “Devletin uyguladığı her tür şiddete karşı ‘bizler, (devletlerin gözünde) sıradan insanlar’ amansızca mücadele etmeliyiz. Bu mühim sorumluluğu önemsemeyenler, yine devletlerin bizzat kendi aralarında hazırladığı o meşhur ‘Nürnberg ilkeleri’ gereğince ‘uluslararası hukuka göre suç’ teşkil ettiği sonucu doğduğundan; otomatikman sanık sandalyesine oturtulurlar.”

    1970, “Government in the Future”:
    “‘Soğuk Savaş’ ideolojisi ve uluslararası komünist komplo, çok uzun zamandır emperyal teşebbüsünü tahkim etmeye uğraşan bir yapıya tarihin şu dönüm noktasında destek akması için; muazzam çapta propaganda malzemesi taşıyor. ‘Soğuk Savaş’ın anafikrinin şu olduğuna inanıyorum: Bu savaş, Amerikan toplumunu yöneten sınıfların ve aynı sınıfların SSCB’deki muadillerinin; kendi ülkelerindeki insanları kontrol etmek, ve kendi emperyal sistemlerini sağlamlaştırmak için oldukça kullanışlı bir aparat.”

    1987, “The Voluntaryist” dergisi (daha sonra “zpub.com” sitesi):
    “Devlet ve devletle ilintili kurumların yaydığı propagandalara işaret ederken; gözlemciler, içinde yaşadığımız anı, ‘Orwell’in çağı’ olarak tanımladılar. Fakat, gerçekte, Orwell sahneye çok sonraları çıktı. I. Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde, Amerikalı tarihçiler kendilerini (dönemin başkanı) Woodrow Wilson’a, (yine kendi koydukları tabir ile) ‘tarih mühendisliği’ yapmak için adeta altın tepside sundu. Amaçları şuydu: Mevcut ‘devlet yönetiminin politikaları’na hizmet edecek şekilde; ‘tarihteki olayları’ dizayn etmek. Bu örnekte; Amerikan hükümeti, ‘savaş karşıtlarını susturmak’ istiyordu. Bu; Orwell’in ‘1984’ünün bir versiyonunun, Orwell’in kaleme almasından yıllar önce yaşanmıştı.”

    1992, “Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media”:
    “Devletler, birer ‘şiddet’ kurumudur. Herhangi bir ülkedeki herhangi bir devlet (bizimki de dahil); yerel (lokal) bazda güç merkezleridir, ve ‘şiddet’le yüklüdür. ‘Devletler şiddetlidir bu nedenle de güçlü yapılardır’; son kertede, kabaca da olsa, yerinde bir saptamadır.”

    29 Aralık 2013, (“NSA dinlemeleri”ni Edward Snowden’in sızdırmasından sonra, Chomsky’nin yaptığı açıklamalarından bir tanesi):
    “Devletler, hâlihazırdaki güçlerini korumak (ve pekiştirmek) için yaşayan ‘güç sistemleri’dir.”
    ( http://www.salon.com/2013/12/29/chomsky_governments_are_power_systems_trying_to_sustain_power/ )

    Yine, “hata” yapmışsınız (bu hataları “bilerek” mi, “bilmeyerek” mi yapıyorsunuz; emin değiliz), şunu yazmışsınız: [Chomsky, ekonominin e’sinden anlamayan bir insan, öyle bir iddiasi da yok zaten. Siz Chomsky’nin bu mantikla yazdiklarini “kapitalizme elestiri” diye kabul ediyorsunuz, öyle mi?]

    “Kapitalizm zehri”yle ilgili Chomsky’nin söyledikleri:

    Mayıs 1973, “Business Today”:
    “Şahsen, demokrasinin tarafındayım; müştereklerimizin işleyebilmesi için inşa ettiğimiz kurumların, ‘çoğulcu’luğun kontrolü altında olmasını savunuyorum. Şimdi, ‘kapitalist’ sistemde, az önce tanımladığım gibi ‘demokrasi’ye sahip olamayız. ‘Kapitalizm’; müştereklerimizin işleyebilmesi için inşa ettiğimiz kurumların, ‘otokratik zihniyetle’ yönetilmesidir. Yani, bir konglomera-şirket veya bir endüstri, siyasi terminolojiyle açıklarsak, faşisttir; en tepeye sıkı bir kontrol ve yapının her kademesinde ‘mutlak itaat’i özümseten doktrinler yerleştirilmelidir, 3 alıp 5 vermek gibi asgari düzeyde – çok az ‘pazarlık yapma’ olanağı vardır, en nihayetinde; ‘otorite hattı’ eğilip-bükülemeyecek kadar kusursuzdur. Siyasi manâda faşizme karşı olduğum gibi; ‘iktisadi faşizm’e de karşıyım. Belirttiğim gibi; inşa ettiğimiz ortak kurumlarımız halkların doğrudan kontrolü altında olmadıkça; ‘demokrasi’ denen şey hakkında konuşmak anlamsız.”

    Ocak 1974, “Language and Politics”:
    “Kapitalizm, en temelde, ‘her şeyin satılık olması’ zihniyeti üzerine kuruludur; ne kadar çok paraya sahipsen, o kadar çok şeyi alabilirsin. Ve özelde, ‘özgürlük’ denen şey için de geçerlidir bu. ‘Özgürlük’ de satışa çıkarılmış bir emtiadır (‘ticari mal’dır); eğer zenginsen, istediğin kadar çok ‘özgürlük’ satın alabilirsin. Hayatta, adım attığınız her adımda, bu mekanizmayla karşılaşırsınız. Eğer başın bir derde girdiyse, ve ‘hukuk yolu’yla derdinin çözülebileceğini sanıyorsan; orada bile bu mekanizmayı görürsün, dediğim gibi, hayatın her çehresinde karşına çıkar bu. Eğer kapitalist sistemi kabul ediyorsan, eğer sermaye biriktirmeye uğraşıyorsan, sadece ‘maddi refah’tan bahsetmiyorum; ‘kapitalist sistemi kabul etmek bile’ başlıbaşıba (satılığa çıkarılmış) ‘özgürlüğe erişmeyi’ sana da garanti eder. Senin için de, bu emtiayı biriktirme mekanizmasını mümkün kılar. İleride yüzleşeceğin şey ise şu: ‘Özgür kurumlar’ nitelemesiyle seni kandırdıkları şeylerin; bütün bunları ellerinde tutup, yüksek kâr elde eden ‘zengin’ ve ‘güçlü’ kimseler olduğunu anlarsın. Bu ‘güçlü’ insanlar, bahsettiğimiz ’emtia’yı istedikleri an satın alabilirler, ve böylece, kurumlardaki tahakkümlerinin daima yaşamasını sağlayabilirler; ‘özgür medya’ ve benzeri cafcaflı tanımlarda da şahit olduğumuz gibi.”

    20 Eylül 1999, “Sovereignty and World Order”:
    “İnsanların kapitalizm hakkında konuştuklarını duyduğumda; bunun bir tür şaka olduğunu düşünmüyor da değilim. Hiçbir ülke, hiçbir endüstri kolu; kendisini, ‘serbest piyasa’nın, ‘serbest piyasa disiplini’nin doğrudan öznesi hâline getirmek istemez. ‘Serbest piyasa’ denen konsept; asla kendiniz için değil, daima ‘başkaları’ için vardır. Örneğin, ‘üçüncü dünya ülkeleri’ sadece üçüncü dünya ülkeleridir, altında herhangi bir bit yeniği aramaya gerek yoktur; çünkü, ‘serbest piyasa’ onların boğazına zorla boca edilmiştir. Bu esnada, ‘aydınlanmış devletler’, İngiltere, ABD, diğerleri; ‘özel sektör’ün gücünü korumak için, ‘devlet müdahalesi’ denen şeyi yapmaktan asla imtina etmezler, bugün bile devam ediyorlar. Geçmişten bugüne sistem, tam hâliyle böyle işliyor. Bir örnekle izah edersem; savaş sonrası Amerika’da, Ronald Reagan yönetimi en ‘korumacı’ yönetimdi. Gerçekte, ABD ekonomisinin bütün dinamikleri; tam anlamıyla ‘kamu teşebbüsleri’ ve ‘kamunun piyasaya müdahalesi’nden ibarettir: Bilgisayarlar, internet, telekomünikasyon, otomasyon, eczacılık, daha da çoğaltabilirsiniz. Bu çizgiyi takip edip nerelere vardığını öğrenmek istediğinizde; ‘kamu yararı’na olması gerekenler üzerinde devasa üçkâğıtçılık yapıldığını göreceksiniz. Öyle bir sistem düşünün ki; suratına çeşit çeşit maskeler takarak, kendini her seferinde farklı gizlesin; ‘kamu’, yani biz ‘sıradan insanlar’, bütün maliyetleri omuzlarımızda taşıyalım, bütün riskleri göğüsleyelim, ama, elde edilen ‘bütün kâr’ özelleştirilsin! Bu sonuç; ‘serbest piyasa’ zihniyetinden çok uzak. Öz ifadeyle: ‘Serbest piyasa’ denen şey; Hindistan ve benzeri ‘üçüncü dünya ülkesi’nin birkaç yüz yıl boyunca çekeceği acılar demektir.”

  90. Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip,

    Yine zırvalamaya bıkmadan, usanmadan devam etmişsiniz! Ne de olsa “kapitalist”siniz, “sermaye”nizin eriyip kaybolmaması için; kapitalizmi her koşulda savunmak için kendinizi sorumlu hissediyorsunuz!

    Şu zırvayı (yine!) yumurtlamışsınız:
    [Ve, sizin bir ‘ocu’ ya da ‘kotu ruh’ gibi konumlandirip, kovmak icin etrafinda totem danslari duzenlediginiz ‘kapitalizm’ de o dogal olgunun dogal bir parcasidir.
    Once bunu idrak etmeniz gerekiyor.]

    Kapitalizme “karşı” olanlar; sizin tahayyül etmekte sıkıntı çekebileceğinizden daha fazla sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip!

    Zannediyorsunuz ki; sadece sayın Zileli’nin sitesine “kapitalizm karşıtı” yazanlar var, geriye kalan herkes (en başta siz!) kapitalizmi destekliyor!

    Uykunuzdan uyanınız sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip:

    Fransa’da yaşananlara daha dikkatli bakınız!

    Portekiz, İspanya, İtalya, Kamboçya, Bangladeş, Şili, Endonezya, Vietnam, Yunanistan’da yaşananlara daha dikkatli bakınız!

    Kocaeli’deki O.S.B.’lerde (organize sanayi bölgesi),
    Ankara OSTİM’de,
    Iğdır’daki O.S.B.’lerde,
    İskenderun limanındaki konteyner sahasında,
    Zonguldak’taki O.S.B.’lerde,
    Bursa’daki O.S.B.’lerde,
    İzmir’deki O.S.B.’lerde,
    Konya’daki O.S.B.’lerde,
    Çorlu’daki O.S.B.’lerde,
    Eskişehir’deki O.S.B.’lerde,
    Artvin’deki O.S.B.’lerde,
    Van’daki O.S.B.’lerde,
    Sinop’taki O.S.B.’lerde,
    Erzincan’daki O.S.B.’lerde,
    Çerkezköy’deki O.S.B.’lerde,
    (…)
    yaşanan “kapitalist sömürü”ye daha dikkatli bakınız!

    Maval okumaktan vazgeçiniz sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip!

    Yine aynı zırva:
    [Hemfikir olmadigim, tekrar ediyorum, nokta sudur: Hastalikli/arizali bir unsuru yuzunden karsi ciktiginiz yapinin tamamini ortadan kaldirmaga yonelmek akillica/rasyonel degil.
    Bunu da, son bilmemkac bin/milyon senenin tecrubeleri acikca gosteriyor.
    Sehirlesmeyi durduramiyorsaniz, sehirlesmenin dogal bir parcasi olan kapitalizmi durdurmak/yoketmek de mumkun olmaz.
    Denedik. Olmadi.]

    Siz, kimsiniz?! Hadi biz, patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız da, siz [Denedik. Olmadi.] ifadenizle; “kapitalizm neferi” olduğunuzu deklare ediyorsunuz!

    Bundan daha mühimi; “Ayn Rand” ve türevlerinin kullandığı taktiklerin aynısını kullanarak haklılığınızı ispat edeceğinizi sanıyorsunuz, ama bir türlü beceremiyorsunuz!

    Neyi [denediniz], ne [olmadi] ?

    Eğer cevabınız, yine; SSCB, Kuzey Kore, Vietnam, Venezuela, Küba, Çin “Halk!” Cumhuriyeti ve benzerleri ise; şu an hangi cihazı kullanıyorsanız, elinizi ondan uzaklaştırın, ve bu siteyi terk edin!

    Siz; “Robin Sharma”cılığınızla, “‘Mavi Kanlı’ kimselere özenmeyin; K.O.B.İ. olmaya çabalayın, kapitalist sistemde gül gibi sürüklenip gidin!” zırvalarınızla kimi kandıracağınızı zannediyorsunuz! Biz burada beş taş oynamıyoruz “signor” Necip!

    Bir zırva daha:
    [“Bir bunyede kanser suphesi duyan bir doktorun, hastanin oldurulmesi gerektigine hukmetmege kalkismasi kadar salakcadir bu” demek daha isabetli olur.]

    Zırvanın tercümesi:
    [Kapitalizm; aslinda cok iyi, ama cevresi kotu. Su an yasanan ‘crony capitalism’, yani ‘ahbap-cavus kapitalizmi’. Hem, kapitalizmin; hayatin akisi icinde kendiliginden dogduguna inanan, ‘kapitalizme tapan bir nefer olarak’, hastalikli-arizali unsurlarini onarip, gurbuz gibi, kisrak gibi bir kapitalizmle; dunyanin, hayatin guzel gunler gorecegine inaniyorum. Nazim Hikmet Ran’in 180 derece ziddi seklinde ‘guzel gunler’i kastediyorum.]

    “Şehirleşmek” olgusu ile “kapitalizm” olgusunu birbirine karıştırıp, bulamaç hâline getirmeye uğraşmanızla; paçanızı sıyıracağını zannetmeyin sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip!

    Son zırva:
    [buyuk projeler icin buyuk meblaglarda finansman/para gerekir. Bu mablaglar da, evet, sizin aylik ucretinizden kat be kat fazla olabilir. Buyudugunuzde bunlara alisacaksiniz.]

    Mühendislik vasfınızı “kapitalistçe kullandığınız” yıllarınızda, ömrünüzü çürüttüğünüz “şirkette”, mali tablolarınızı kimler raporlamış, açıp kontrol edin bakalım; kim “büyüklük taslama” heveslisi, o vakit anlarsınız!

    Aman haa.. dikkatli olun bu raporları kontrol ederken; her an kapıdan içeri girip sizi koltuğunuza zincirleyebiliriz…

    * * * * *

    Yine, her zaman olduğu gibi “nasihat etmeye kalkan” sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip; laf madrabazlığına devam etmiş, “cherry-picking” konusundaki maharetini yine sergilemiş:

    PSV Eindhoven taraftarlarının çoğunlukta olduğu o anda, “plaza mayor”da yapılan “GÖSTERİ”:
    “Potlaç” değil;
    “‘Aylak Sınıf’ın yılışıklığı”!

    Aradaki farkı öğrenmek isterseniz, buradan başlayın:
    “Aylak Sınıfın Teorisi”
    Thorstein Veblen
    Çev. Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
    Babil Yayınları-İstanbul
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html )

    SİZİN, NASIL, “ASALAK BAKKALLARA SOYKIRIM UYGULANMASINA” GÖNLÜNÜZ RAZISYA,

    SOMA MADEN CİNAYETİYLE ÖLDÜRÜLEN 301 “İNSAN”, SİZİN GÖZÜNÜZDE “ÖLMEYİ HAK ETMİŞLERSE”,

    PSV EINDHOVEN TARAFTARLARININ SERGİLEDİĞİ “AYLAK”LIĞA DA DESTEK VERMENİZ GEREKİR SAYIN “FITRATÇI-TURGUT ÖZALİST” NECİP! BELKİ SİZ DE PLAZA MAYOR’DAYDINIZ, BELKİ SİZ DE “PARA” DAĞITIP “AYLAK”LIK TASLIYORDUNUZ!

    Kapitalizmin nasıl bir zehir olduğunu daha net idrak etmek isterseniz:

    “ELİNİ KAPTIRDIĞI HALLAÇ MAKİNESİNİN İÇİNE ÇEKTİĞİ İŞÇİ 55 YAŞINDAKİ ‘SEVİM KARDEŞ’ ÖLDÜ!”

    Olay, 24 Haziran, 22.30 sıralarında, Uşak Organize Sanayi Bölgesi 104. Cadde’deki tekstil firmasında meydana geldi.

    Firma çalışanı Sevim Kardeş, balya halindeki pamukları açmakta kullanılan hallaç makinesini temizlerken, elini kaptırdı. Çalışır hâldeki makine, kadını elinden içeriye çekerek kollarıyla başından yaraladı. Makinenin kan gölüne döndüğünü gören ve durduran fabrika işçileri, Sevim Kardeş’in öldüğünü gördü. İhbar üzerine olay yerine gelen jandarma ekipleri inceleme yaptı.

    Savcılığın yaptığı incelemenin ardından itfaiye ekipleri tarafından sıkıştığı makinenin içinden çıkarılan Kardeş’in cenazesi, otopsi için Uşak Devlet Hastanesi Morgu’na kaldırıldı. Jandarma, olayla ilgili soruşturma başlattı.

    ( http://www.hurriyet.com.tr/fabrikada-korkunc-olum-40122226 )

    FABRİKA AYARI:
    5 DAKİKADAN FAZLA TUVALETTE KALAN İŞÇİYE PARA CEZASI!

    ( http://t24.com.tr/haber/fabrika-ayari-5-dakikadan-fazla-tuvalette-kalan-isciye-para-cezasi,345350 )

    15 Haziran 2016

    “İşçiler çok fazla tuvalette kalıp iyi niyeti suistimal ediyor!”

    Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde, endüstriyel mutfak ürünleri sektöründe üretim yapan “Termikel” adlı fabrikada, işçilerin kullandığı tuvaletin kapısına kartlı geçiş sistemi kuruldu. Kapıya asılan yazıda; “mesai saatlerinde 5 dakikadan fazla tuvalette kalan işçilere ‘maaş kesintisi cezası’ verileceği” belirtildi.

    Fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, uygulamayı; “işçiler tuvalette çok fazla kalarak, iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı” sözleriyle savundu.

    1950′de kurulan fabrikada, işçilerin iddiasına göre, turnike uygulamasından önce tuvalet kapıları kilitleniyordu. İhtiyacını gidermek isteyen işçiler, şeflerden anahtar alarak tuvalete girebiliyordu. Fabrikada çalışan binlerce işçiye yönelik yapılan düzenleme, tuvalet kapısına asılan:

    “Personelin dikkatine!

    Gün içinde mesai saatlerinde toplam lavabo kullanımı 5 dakikadır. Bu sürenin aşılması hâlinde, aşılan miktar kadar maaşlarınızdan kesinti yapılacaktır.”

    yazısıyla duyuruldu.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123202_cis1.jpg )

    “Henüz kesinti yapılmadı!”

    Ücretlerin de düzenli olarak ödenmediği iddia edilen fabrikada, fazla mesaiye kalan işçilerin çocukları, kreş olmadığı için üretim yapılan alanda anne-babalarıyla birlikte bulunuyordu. İtirazlar sonuç verince, fabrika geçen yıl bir kreşle anlaştı.

    İşçilerin gün içinde:
    Saat 08:00 – 10:00,
    10:15 – 12:45,
    13:30 – 15:30,
    Ve 15:45 – 18:15 arasında
    5 dakikadan fazla lavabo kullanımı hâlinde kesileceği belirtilen cezaya ilişkin “T24″e konuşan fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, “işçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ediyorlardı. Henüz kimsenin maaşından kesinti yapılmadı” ifadelerini kullandı.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123218_cis2.jpg )

  91. marxist argüman

    beyaz yakalilar,

    benim fikret hocanin idealist/moralist perspektifle yaptigi kapitalizm elestirileriyle ilgili yazdiklarim asili duruyor, o elestirilerimin hangisini yanlis buldunuz, ya da neyi nasil carpitmisim, somut olarak yazin ki ortaya bir fikir tartismasi ciksin. soyut zeminde fikir tartismasi olmaz, fikir tartismalarini tezler, argümanlar üzerinden yapalim. chomsky’nin yukarda aktardiginiz devlet ile ilgili düsüncelerinin neden ari duru bir devlet idealizmi oldugunu sonra yazacam. chomsky, fikret baskaya gibi sosyalist, anarsist idealistlerin bakis acisinin yanlisligini anlamaniz icin praksis dergisinin 1. sayisinda fikret hocanin bir baska kitabinin degerlendirmesi var, o’na bir göz atin:

    http://www.praksis.org/tr/eski-sayilar

  92. “Kapitalizme ‘karşı’ olanlar; sizin tahayyül etmekte sıkıntı çekebileceğinizden daha fazla”

    Bunun boyle oldugu asikar; ama, ne zamandan beri bir fikrin dogrulugu/isabetliligi onu kabul edenlerin sayisiyla belirlenir oldu?

    Yaklasik son iki yuzyildir ayni teraneler tekrar edile edile, sizin gibi mahur safagin mahmur evlatlari, bunun dogru/isabetli oldugunu dusunur oldu.

    Yazik ettiler size.

    Okuma ve yazmayi ogretip, anlamayi pass gecmisler.

    Fakat, bu tur yanilgilara tek ornek bu degil, dolayisi ile, istisna da degil.

    Cumhuriyetin demokrasi ile esanlamli oldugunu dusunenler mi ararsiniz, ‘cok parasi’ olani kapitalist zanneden mi; Allaha inanmanin dindar olmak anlamina geldigini mi?..

    Daha neler neler..

    “Kapitalizmin kurucusu kimdir?” gibi son derece yalin bir soruya bile cevap veremiyorsaniz, bunun ‘kul yapisi’ (yapay, bir (grup) insan tarafindan icad edilmis, onerilmis) bir sistem olmadigini hala daha idrak edemiyorsaniz, yapmaga kalkistiginiz butun elestiriler ve (guya) karsitliklar, olsa olsa, “havalar bozuldu, siyatiklerim yine azitti” mertebesinde lagalugalar olabilir.

    Baskalarinin yavelerini aparip buraya yapistirip malumatfurus gorunmege kasmak yerine, oturup sakin kafayla dusunebilseniz bir, ‘kapitalizm’ denen olguya karsit (ya da taraftar) olmanin ne denli abes oldugunu anlayabileceginizi ummak istiyorum.

    Belki de cok sey istiyorum. Oyle gorunuyor.

    “Zannediyorsunuz ki; sadece sayın Zileli’nin sitesine ‘kapitalizm karşıtı’ yazanlar var, geriye kalan herkes (en başta siz!) kapitalizmi destekliyor!”

    Surasini anlamaniz lazim –‘sehirlesme’ ornegini de bu umutla vermistim–, nasil ki bizim (benim, ya da sizin, ya da baskalarinin) ‘sehirlesme’ye karsit ya da bersit (taraftar) olmamizin zerre kadar onemi/etkisi yok ise, bunun bir baska yansimasi olan ‘kapitalizm’ de secmece bireylerin tavrindan zerre kadar tinmaz.

    Bu kervan boyle yurur gider.

    Baska bir deyisle, ‘kapitalizm’e topyekun cephe almak da taraftar cikmak da bence abestir.

    Abestir, cunku, muhatabiniz yoktur (ya da herkestir).

    Farkinda olmadiginiz surece, boyle, debelenir durusunuz.

    “Fransa’da yaşananlara daha dikkatli bakınız! Portekiz, İspanya, İtalya, Kamboçya, Bangladeş, Şili, Endonezya, Vietnam, Yunanistan’da yaşananlara daha dikkatli bakınız!”

    Nesine bakacagim? Neresi ilginc ya da yeni bunlarin?

    Kimisi darlik icinde kivrandigindan, kimisi de varliktan darliga dusmekten odu patladigindan ayaklanmis guruhlardan bahsediyorsunuz ve bu hareketlerin ‘kapitalizm’e karsi oldugunu saniyorsunuz.

    Alakasi yok. Onlarin hepsi ‘daha fazla’ pesindeler. Yani, dertler, her zaman oldugu uzere, ‘tamamen duygusal’.

    “Siz, kimsiniz?! Hadi biz, patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız da, siz [Denedik. Olmadi.] ifadenizle; “kapitalizm neferi” olduğunuzu deklare ediyorsunuz!”

    Okumak ile anlamak arasinda bazan ortaya cikabilen derin ucuruma iyi bir ornek olmussunuz..

    ‘Denedik. Olmadi’ dedigim, ‘kapitalizm’e alternatif ‘kurtarilmis bolgeler peydahlamak’ti.

    ‘Cult compound’ cinsinden nice komunler, gettolar, ve hatta koca koca devletler (SSCB et. al.) kurduk (biz, yani insanlik); fakat yurumedi.

    Yurumedi; cunku, yapay/zorlama seyler uzun omurlu olmuyor. Ham hayaller hele hic.

    “Biz burada beş taş oynamıyoruz”

    O dogru. Sizin yaptiginiz, ip atlamaktir, ip. Farkinda degilsiniz.

    “Aylak Sınıfın Teorisi”

    Bir pir-i fani, baska yapacak bir sey bulamadigi icin, tutar (baglamindan da bihaber, ya da kopararak) ‘potlac’ diye bir deli sacmasini yuceltmege calisir; bir baskasi da –ayni anlama gelen baska bir tavri– yerin dibine sokmak icin ucuk kacik bir ‘teori’ uydurur.

    Ve, siz de, garibim, bunlari ciddiye alirsiniz.

    Allah sifa versin.

    [Cenaze tellaligi denemelerinizi geciyorum. Ucuz ve anekdotal propogandalari kaale almiyorum cunku.]

    Bu arada, bahsettiginiz sirketin Termikel oldugunu biliyorsunuz degil mi? Bunu biliyorsaniz, T24’un neden bu konuda bu denli ‘hassas’ oldugunu da bilirsiniz. Bilmiyorsaniz, sorun degil tabii ki.

  93. Marksist argümanın argümanları bitti sanırım.epeydir göremiyoruz.
    Gündelik politika genelde burda konuşulmaz ama türkiyenin gündemi çok sıcak.Cihatcilar kana doymadi.Dindar Necip acaba bir şey diyecek mi!!

  94. Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip,

    [“Kapitalizme ‘karşı’ olanlar; sizin tahayyül etmekte sıkıntı çekebileceğinizden daha fazla”
    Bunun boyle oldugu asikar; ama, ne zamandan beri bir fikrin dogrulugu/isabetliligi onu kabul edenlerin sayisiyla belirlenir oldu?]

    Hayat bazen böyle oyunlar oynar insanla sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip!

    Hayatta, bazen, “çok kişi”nin haykırması nedeniyle DE bir fikrin doğruluğu/isabetliliği anlaşılır! Mesele; bu kadar çok kişinin haykırdığı, “bariz şekilde ortada olan!” vahim hataların ne zaman farkına varılacağı ve tedavi sürecinin başlayacağı! 301 kişi yetmedi mi?! Daha mı fazla lâzım?!

    Bakın; “(‘mühendis’ olmanız babında) meslektaşınız” ne demiş:

    Ben New York’da büyüyen genç bir delikanlı iken “bayrağa bağlılık” yemini etmeyi reddettim. Tabii ki okul müdürünün odasına gönderildim! Müdür bana; “neden bağlılık yemini etmek istemiyorsun?” diye sordu. “Herkes ediyor, sen de yemin etmelisin!” dedi.

    Cevap verdim:
    “Bir zamanlar herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu! Ama herkesin yanlış şeye inanması; dünyayı düz yapmıyor!”

    Ve devam ettim:
    “Bugün Amerika Birleşik Devletleri sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere, diğer milletlere borçlu. Ve ben bağlılık yeminini ‘dünyaya’, üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim!”

    Söylememe gerek yok herhâlde; bu olayın üzerinden çok geçmeden okulu tamamen bıraktım. Ve yatak odamda bir laboratuvar kurdum…

    Orada “bilim”i ve “doğa”yı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki; evren yasalarla yönetiliyor. Ve insanoğlu, toplumla birlikte, bu yasalardan bağımsız değil.

    Bütün bunları keşfederken, şimdilerde “Büyük Buhran (The Great Depression)” olarak adlandırdığımız “1929 ekonomik krizi” geldi çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!

    Kaynaklar değişmemişti! İşte o zaman farkettim ki; “ekonomi oyunu”nun kuralları yapısı gereği hükümsüzdü!

    Kısa bir süre sonra; bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için sıraya girdiği “II. Dünya Savaşı” başladı!

    Bir hesap yaptım; bütün bu yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm insanî ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi!

    O zamandan beri; insanoğlunun kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum! Son derece değerli ve sınırlı kaynakların “kâr etmek amaçlı!” ve “serbest piyasa!” adına sürekli olarak yok edilmesini acı içinde gözlemledim!

    Toplumun, toplumsal değerlerin;
    Materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık, sahtelik seviyesine düşürüldüğünü izledim!

    Parayla ifade edilen güçlerin; “sözde özgür!” toplumların politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum!

    Şimdi 94 yaşındayım!

    Ve korkarım ki düşünce yapım; 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı!

    Bir kez daha uyarıyorum:

    Bu saçmalık artık sona ermeli!

    (Jacque Fresco
    Endüstriyel tasarımcı, mucit, yazar ve aktivist
    15 Ocak 2011)

    [“Kapitalizmin kurucusu kimdir?” gibi son derece yalin bir soruya bile cevap veremiyorsaniz, bunun ‘kul yapisi’ (yapay, bir (grup) insan tarafindan icad edilmis, onerilmis) bir sistem olmadigini hala daha idrak edemiyorsaniz]

    Mesele işte burası!

    Sizin gibi “Ayn Rand” müptelaları; [kapitalizm hayattir; hayatin rahminden dogmustur. Bu ‘normal’dir. Kapitalizm ‘dogal’ oldugundan; kendi kendini tedavi edebilir. Ara-sira katliamlar yapsa da, eh, ne yapalim, dikensiz gul olmaz, cefasina katlanmasini ogrenecegiz. SOMA madeninde yasanan katliamin sorumlusu ‘kapitalizm’ değil, asil sorumlu ‘crony capitalism’. Boyle gelmis, boyle gidecek. Hayatin ‘fitrat’i bu. Bunu kabul edemiyorsaniz; baska gezegene gidin!] zırvası ile “wow wow wow.. kapitalizm ne kadar da meşru”yu yıllar boyunca kabul ettirebileceklerini zannettiler, ama beceremediler; tıpkı sizin DE beceremediğiniz gibi!

    [“Fransa’da yaşananlara daha dikkatli bakınız! Portekiz, İspanya, İtalya, Kamboçya, Bangladeş, Şili, Endonezya, Vietnam, Yunanistan’da yaşananlara daha dikkatli bakınız!”
    Nesine bakacagim? Neresi ilginc ya da yeni bunlarin?
    Kimisi darlik icinde kivrandigindan, kimisi de varliktan darliga dusmekten odu patladigindan ayaklanmis guruhlardan bahsediyorsunuz ve bu hareketlerin ‘kapitalizm’e karsi oldugunu saniyorsunuz.
    Alakasi yok. Onlarin hepsi ‘daha fazla’ pesindeler. Yani, dertler, her zaman oldugu uzere, ‘tamamen duygusal’.]

    Sanki [tamamen duygusal] olduğunun farkında değiliz!

    Şimdiye kadar [tamamen duygusal] zırvası DİKTE EDİLDİYSE; bundan sonra da bu tahakküme boyun eğmek zorunda değiliz! Bahsettiğimiz coğrafyalarda “kapitalist tahakküme boyun eğmeme” mücadelesi veriliyor! Sizin gibi “kapitalistlerin” merakla beklediği; yeni, “innovation” yüklü, “‘Elon Musk’-style” protesto taktikleri henüz ortaya çıkmadı!

    [‘Denedik. Olmadi’ dedigim, ‘kapitalizm’e alternatif ‘kurtarilmis bolgeler peydahlamak’ti.
    ‘Cult compound’ cinsinden nice komunler, gettolar, ve hatta koca koca devletler (SSCB et. al.) kurduk (biz, yani insanlik); fakat yurumedi.]

    Ne cevap vermiştik size “82”de: “yine; SSCB, Kuzey Kore, Vietnam, Venezuela, Küba, Çin ‘Halk!’ Cumhuriyeti ve benzerleri ise; şu an hangi cihazı kullanıyorsanız, elinizi ondan uzaklaştırın, ve bu siteyi terk edin!”

    Hâlâ aynı mavallar!
    Hâlâ aynı paranoyalar!

    1970’lerde sizin ağa-analarınız ve ağa-babalarınızın paranoyalarına karşı mücadele ederdik; şimdi, sizin gibi çömezlerle uğraşıyoruz!

    [“Aylak Sınıfın Teorisi”
    Bir pir-i fani, baska yapacak bir sey bulamadigi icin, tutar (baglamindan da bihaber, ya da kopararak) ‘potlac’ diye bir deli sacmasini yuceltmege calisir; bir baskasi da –ayni anlama gelen baska bir tavri– yerin dibine sokmak icin ucuk kacik bir ‘teori’ uydurur.]

    Vah vah vah!

    Veblen neymiş böyle; onca yıldır haberimiz yokmuş?!

    Yani kandırıldık mı?!

    Yani kukla gibi oynadılar mı?!

    Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki “hediyeleşme”nin, potlaçla uzak/yakın ilgisi olMAdığından haberiniz yok;

    Size (ve sizin gibilere) “58”, “59”, “60” ve “61”de; tarihinden kısaca bahsettiğimiz “potlaç”ın [deli sacmasi] olduğunu hönkürecek kadar (kusura bakmayın!) “bilgi”niz DE yok!

    [bahsettiginiz sirketin Termikel oldugunu biliyorsunuz degil mi? Bunu biliyorsaniz, T24’un neden bu konuda bu denli ‘hassas’ oldugunu da bilirsiniz.]

    Yukarıda, “‘Termikel’ şirketokrasisi”nin ismini defalarca yazdık! (“24” ve “82”yi dikkatle okuyunuz.)

    (Müzisyen olanı değil; sadece isimleri aynı) “Ahmet Kaya”nın da, “Doğan Akın”ın da kim olduğunu gayet iyi biliyoruz.
    Siz bilmiyorsaniz, sorun değil tabii ki!

    İşin acı veren tarafı şu:
    Sizin gibi “kapitalistler”; sömürünün kendisini görmez, “ilişkiler ağı”nı “dedikoducu Melahat” misali çemkirir!

    MESELE:
    “‘TAKSİ’ EMEKÇİLERİ”NİN DE “DÜZENBAZLIK YAPARKEN SURATLARININ KIZARMAMASI”NA OLANAK SAĞLAYAN “KAPİTALİZM ZEHRİ”Nİ ORTADAN KALDIRMAKTIR:

    “28 Haziran, Atatürk Havalimanı’ndaki patlamadan sonra, taksicilerin, kişi başı 100 liradan yolcu taşıdığı” haberleri üzerine:

    İstanbul Atatürk Havalimanı’nda en az 41 kişinin hayatını kaybettiği, 239 kişinin yaralandığı saldırının ardından sosyal medyada yer alan “taksicilerin kişi başı 100 liradan yolcu taşıdığı” iddialarına; İstanbul Taksiciler Esnaf Odası (İTEO) Başkanı “Yahya Uğur” yanıt verdi.

    Uğur, “Bu tip uygulamayla karşılaşanlar 444 15 23’ten bize ulaşsınlar. Gerekli işlemleri bizzat ben yapacağım. Bu alçaklıktır. Ne insanlıkla, ne esnaflıkla hiç bir alakası yoktur bunu yapanların.” ifadelerini kullandı.

    T24’e konuşan Uğur, iddiaları yalanlamayarak, “Böyle şeyler söyleniyorsa, doğru olma ihtimali yüksek. O saldırıda bizim de 3 meslektaşımız hayatını kaybetti. 9 meslektaşımız yaralandı. Bu durumdayken bile fırsatçılık yapabiliyorlar.” dedi.

    Uğur, sosyal medyadaki iddiaların doğrulanması ve 100 liraya (veya üstünde) yolcu taşıyan taksicilerin tespit edilmesi halinde, İTEO olarak çok fazla yaptırım uygulama şansları olmadığına vurgu yaparak, “bizzat savcılığa gidip suç duyurusunda bulunacağım” diye konuştu.

    Uğur, sözlerini şöyle noktaladı:
    “O durumda taksicinin, yolcusuna parasını bile sormaması gerekiyordu. Kapısını açıp pazarlık yapması bir yana, parası olmayanı ücretsiz taşıması gerekiyordu.”

    (29 Haziran,
    http://t24.com.tr/haber/taksiciler-esnaf-odasi-baskani-100-lira-istemek-alcaklik-magdurlar-bize-ulassinlar,347710 )

    Sizin gibi “kapitalist neferler”e karşı daha çok işimiz var sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip!

    Sizin gibi; SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlar için “müstahak” diyecek kadar şuursuzlaşmışlara karşı,

    Sizin gibi; “Asalak bakkallara soykırım uygulansın” diye hönküren “kapitalistlere” karşı yürüttümüz mücadele, tahayyül etmekte sıkıntı çekeceğiniz derecede keskin olacak sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip! (“Fiziki” keskinlik değil; “düşünsel” keskinlik.)

    Şefkatli olduğunu sandığınız kollarına koşup saklanabileceğiniz “Ayn Rand”lar, “Friedrich Hayek”ler, “Milton Friedman”lar artık yok! Maval okuyabileceğiniz bütün zehirli kaynakları tükettiniz!

    Artık; yalan atamayacaksınız!

  95. “ne zamandan beri bir fikrin dogrulugu/isabetliligi onu kabul edenlerin sayisiyla belirlenir oldu?”
    Doğru ama bir yanıyla eksik. Kapitalizm karşıtları yanlış düşüncelerine rağmen toplumsal gerçeğe etki edebilirler. Örneğin bir zamanlar insanların çoğunluğu dünyanın dönmediği gibi yanlış bir düşünceye inanıyordu. Buna rağmen toplumdaki ağırlıkları nedeniyle bu konudaki gerçeği bilen Galile, Bruno gibi kişilerin hayatlarına etki edebiliyorlardı. Yani bir düşüncenin nesnel anlamda doğruluğu kadar toplumsal alanda etkin olup olmadığı da önemlidir. Küçükaydın da güzel örnekler vermiş;

    Yaradılış teorileri de aslında, amatör matematikçilerinki gibi en sıradan bir bilim adamının yapmayacağı bir sürü temel hatalarla ve mantıki çıkarsama yanlışlarıyla maluldürler ve o amatör matematikçilerinki kadar bile bir dikkat ve enerji harcanmasını gerektirmezler.
    Ama bu yaratılış teorileri nedense, bilimin kendi ölçütleri ve ihtiyaçları açısından hiçbir özel dikkati gerektirmeyecek amatörce yargılarla malul olmalarına rağmen, aynı kategorideki diğer teorilerin hepsinden fazla bilinmekte ve tartışılmaktadırlar.
    Bunun nedeni çok açıktır? Bu teorilerin böyle çok ve yoğun tartışılmasının nedeni, onların bilimsel değerlerinden değil, toplumsal ağırlıklarından kaynaklanır.
    Bu bize otomatikman şunu gösterir aslında. Bu tartışma, bilimsel bir tartışma, ya da belli bir bilime ilişkin spesifik bir tartışma değil, politik ve ideolojik bir tartışmadır. Bu durumda yapılması gerekentartışmanın konusu: o yaradılış teorilerinin yanlışlığı ya da doğruluğu tartışması değil, o yaradılış teorilerinin, niçin böyle toplumda her zaman büyük bir taraftar kitlesi bulduğu olmalıdır.
    Ne demek istediğimizi açıklama için şöyle bir örnek verelim. Şu uçan daireler ve UFO’ları ele alalım. Uçan daireler ve UFO’lar fiziksel olarak var olmayan varlıklardır, yoktur böyle bir şey. Ama UFO’lar ve uçan dairelerin varlığına ilişkin düşünce ve kabul vardır. UFO’lar değil, UFO’ların gerçeklik olduğu düşüncesi ve kabulü gerçekliktir. Bu anlamda UFO’ların, fiziksel değil ama sosyolojik olarak var olduğunu söyleyebiliriz.
    Siz istediğiniz kadar, uçan dairelerin olmadığına dair bilimsel kanıt getirin. Bu kimseyi ikna etmeyeceği gibi, gerçek sorunun, uçan dairelerin fiziksel varlığı değil bunların varlığına ilişkin düşünce ve inancın varlığı, onların sosyolojik varlığı olduğunu örtmüş olursunuz.
    Yaradılış teorisi veya Tanrının varlığı da öyledir. Tanrının fiziksel olarak var olup olmadığı sosyolojinin konusu değildir. Ama tanrı fizik olarak var olmasa bile, sosyolojik olarak vardır, tıpkı UFO’lar gibi.
    O zaman şu soru gelir gündeme: Niçin insanlar UFO’lara, Tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanmaktadırlar?
    Süpersonik jet uçaklarını kullanan pilotların nazar boncuğu taktığı bir çağda ve toplumda, (bu öyle ayrıksı bir olay da değil, modern toplumda yaşayan insanların büyük yüzdeleri böyledir) Tanrının varlığına veya yaradılış teorisine inanç sosyolojik bir gerçeklik olarak açıklanmayı bekler. Yaradılış teorisi veya Tanrı inancının belli çıkarları gizlediği, o çıkarları savunmanın bir aracı olduğu gerçektir ve doğrudur da birçok durumda. Ama bu o karmaşık gerçeğin sadece bir yönünü açıklayabilir. Nazar boncuğu takan Jet pilotları veya Windows’ta beş vakit ezan okuma programı yazan programcılar veya bu programları kullananlar ne olacak? ABD’de yaşayan insanların yarısı uzaydan gelen canlıların dünyayı ziyaret ettiğine inanıyor.
    Bu karmaşık problem açıklanmayı bekler. Bunun birçok farklı soyutlama düzeyinde ele alınması ve incelenmesi gerekir. Belli sınıfların çıkarlarının savunusu bir düzeydir. Bir toplumsal ve tarihsel umutsuzluk ve çıkışsızlık döneminde yaşanıyor olması bir başka düzeydir. Kapitalizmin üstyapısı ve dini olan özel politik ayrımının insan davranışlarına anlam ve düzen verebilecek bir ilkeyi getirme yeteneğinde olmaması bu nedenle kapitalizm öncesinin üstyapısından, özeli, yani politika ve ekonomi dışı insanların toplum halinde yaşayışını düzenlemek için ödünç alması ve onunla simbiyoz bir ilişkiye girmesi böyle bir açıklama teşebbüsünde bir başka düzeydir. Ama kanımızca en önemlisi şudur: kapitalizmin işleyebilmesi için insanların bir inancı veya değeri olması gibi bir ihtiyaç yoktur ama bizzat kendisi kapitalizmin ürünü olan birey ya da insanın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar buna ihtiyacı vardır. Aslında kapitalizme ve onun üstyapısına derin bir isyanın dışavurumudur bir yaratıcıya veya yaradılış teorisine olan geniş inanç.
    O zaman şu sonuç ortaya çıkar. Yaradılış teorisiyle mücadele, onu yaratan ve böyle yaygın kılan sosyolojik koşullarla mücadele olmak zorundadır. Yani yaradılış teorisiyle mücadele evrim teorisinin doğruluğuna ilişkin argümanlarla değil, kapitalizme karşı mücadeleyle olabilir. Bu ise her şeyden önce, kapitalist toplumun siyasi üstyapısına, dolayısıyla uluslara ve devletlere, ulusal sınırlara karşı bir mücadele olmak zorundadır.
    Bir yandan evrim teorisi ile yaradılışçılığı eleştireceksiniz, diğer yandan uluslar ve ulusal devletleri savunacaksınız. Bu uluslar, bir yaratıcı veya yaratılış olduğu inancından daha mı bilimseldir?
    Bugünün militan materyalizmi, yaradılış teorileriyle değil, uluslar ve ulusçulukla mücadele etmelidir.
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/09/nisanyann-din-ve-akl-seminerine.html

  96. Necip’in bir cümlesinden alıntı yaparak yanıtladığım önceki yorumumda paylaştığım yazıdan -ve genelde Küçükaydın’ın ulusçuluk karşıtı düşüncesinden- aklıma geldi, acaba “kapitalizm”in somut karşılığı ulus-devletler ve sınırlar olamaz mı diye.
    Fakat düşününce olamayacağının farkına varılıyor. Çünkü bu sınırlar da, içlerindeki nüfus da (mülteciler, nüfus mübadeleleri, işçi göçleri gibi nedenlerle) devamlı bir değişim sürecindedir.
    En yakınımızdan iki örnek (buraları bugün de Suriye krizi ve mültecilerden en çok etkilenen yerlerden) Türkiye ve Yunanistan’a en son katılan Hatay (1939) ve Oniki Ada (1947).

  97. “Bakın; ‘(mühendis olmanız babında) meslektaşınız’ ne demiş:”

    Baktim.

    Hanginizin daha acikli sergilediginize karar veremedim.

    Pipetle yemek yemek yaslarina gelmis oldugu halde, ya da o yuzden, en basit temel seyleri iskalamis o garibim mi, yoksa onun dediklerinin matah bir sey oldugunu sanan siz mi?

    Galiba her ikiniz de.

    Sunlari demis:

    “genç bir delikanlı iken ‘bayrağa bağlılık’ yemini etmeyi reddettim.”

    Aferin. Basi da goge ermistir muhakkak…

    Kimsenin umursamadigi bir nakarati tekrarlamgi reddetmis ve sirf bu yuzden onu takdir etmek zorundayiz.

    He mi?

    “Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!”

    Dedim ya, garibim, aslinda bir omru heba ettigini itiraf ediyor.

    Fabrikalarin insanlara is vermek icin degil, bir seyler uretmek amaciyla kuruldugunu; satilmayan –parasini odeyecek musterisi olmayan– hicbir seyi uretmenin anlami olmadigini bilememis, garibim.

    Bunu, duygusallik yavelerinize destek icin alip kalkmis olan sizin durumunuz telafisi zor bir hal olsa gerek.

    “Şimdi 94 yaşındayım!”

    ‘Akil yasta degil, bastadir’a iyi –fakat, evet, acikli– bir ornek.

    “Sanki [tamamen duygusal] olduğunun farkında değiliz!”

    Fakindaysaniz, olan bitenin hic de oyle ahlaki ustunlugunun olmadigini, herkesin kendi cikari icin mucadele ettigini neden goremiyorsunuz?

    “1970’lerde sizin ağa-analarınız ve ağa-babalarınızın paranoyalarına karşı mücadele ederdik; şimdi, sizin gibi çömezlerle uğraşıyoruz!”

    50 senedir ayni seyleri diyorsaniz, bir arpa boyu yol alamayisinizi nasil acikliyorsunuz?

    Dahasi, 50 sene once ‘aga-XX’lerle ugrasirken, simdi comezlere dustugunuzu itiraf edisinize bakarsak, hem ideolojik hem de mental anlamda tenzil-i rutbe yediginizin farkinda misiniz?

    “Yani kandırıldık mı?! Yani kukla gibi oynadılar mı?!”

    Evet.

    Ama, eger bir teselli ise, siz yanliz degilsiniz. ‘Idiocracy’ cok yaygin.

    Son olarak, surayi da aciklayayim –bellki ki ilk defa anlamamissiniz:

    Kisilerin kimliginin meslekleriyle ifade edilmesini dogru bulmam. Dolayisi ile, sirf birisi kucuk bir dukkanda muteferrik ev ihtiyaci satiyor diye, onun kimligini ‘bakkal’ olarak tanimlamam.

    O gun o isi yapiyordur, baska bir gun baska bir ise donusebilir.

    Bunu anladiginizi umarak, simdi gelelim ‘bakkallik’i neden savunmuyor olduguma: Bazi meslekler, bazi fonksiyonaliteler, zaman icinde dumura ugrar; ihtiyac kalmaz.

    Bakkallik, nalbantlik, ayakkabi boyaciligi, odacilik vb vs bunlardandir.

    Onlari kimsenin fiilen infaz etmesi sozkonusu olmamistir; sadece verdikleri hizmeti gerekli bulup parasal karsiligini verenlerin sayisi (yani, elde ettikleri gelirleri) azalinca Dodo kusunun pesinden gitmislerdir.

    Bunlara agit yakmami bekliyorsaniz, uzgunum, ben o umarsiz romantiklerden degilim. Pesinden aglayacak sey aramiyorum.

    Sizin aglamaniza ise karismam. Kulak da vermem ama.

  98. marxist argüman

    85 nolu yorumcu, bende argüman bitmez de ekmek parasi pesinde kosturmaktan okumaya, arastirmaya, yazmaya zaman bulmak her zaman mümkün olmuyor.

    isid’li cihadcilarin atatürk havaalaninda yaptiklari katliamin kisa bir degerlendirmesi ile baslayalim. AKP hükümetinin isid’i ve nusra cephesi, ahrar $am gibi diger cihadci örgütleri desteklemesine üc neden sayabiliriz:
    1-) esad rejimini cihadcilar eli ile yikmak, bunun sonucunda T.C.’nin suriye ve ortadoguda ki siyasi/ekonomik/diplomatik nüfusunu genisletmek anlamina gelen bölgesel emperyalist emellerini hayata gecirmek

    2-) cihadcilari, kürt ulusalcilarina karsi kullanarak, kürt ulusalcilarinin suriyenin kürt bölgeseinde/rojavada otonomi/siyasi statü elde etmelerine engel olmak. parantez aciyorum: kemalist fraksiyonun -ordu/CHP- AKP’nin suriye politikasini dogru bulmadigini yaptiklari aciklamalardan biliyoruz. kemalistler, saddam rejimininden sonra esad rejiminin de yikilmasinin ortadoguda kürtlerin katliami, asimilasyonu ve entegrasyonu üzerine kurulu devletler düzenini, “statüko quo”yu kürt ulusalcilarinin lehine degistirecegini varsaydiklari icin, suriyede esad rejiminin varligini, T.C.’nin milli güvenlik stratejisi acisindan daha faydali bulmuslardir. esad rejiminin, kemalist rejim gibi laik olmasindan dolayi, iki rejim arasinda ideolojik bir yakinliktan bahsetmek dogru olur mu, emin degilim. esad rejiminin, sovyetler birliginin müttefigi olarak “soguk savas” döneminde PKK’ye lojistik destek verdigini biliyoruz.

    3-) AKP ile cihadcilar arasinda ki ideolojik yakinlik: islamcilik.

    isid’in T.C. sinirlari icinde ki ilk eylemleri suruc ve ankarada ki eylemlerdir. bu eylemlerde dikkat edilirse devlet ve devlet kurumlari hedef degildiler, tam tersine “devlet düsmani bölücü” kürt ulusalcilari ile sol kesim hedefti. T.C.’nin, isid’in bu ilk eylemlerine göz yumdugunu tahmin etmek zor degil. suruc ve ankara gari katliamlari, T.C.’nin, kürt ulusalcilarini rojavada cihadcilar eli ile ezme politikasinin yurt icindeki devamiydi da diyebiliriz. PKK basininda, sirnak, nusaybin, yüksekova gibi T.C.’nin haritadan sildigi kürt sehirlerinde, kürt militanlara karsi cihadcilarin savastirildigi iddialarinida dikkate alirsak, manzara net ortaya cikiyor.

    isid’in T.C.’yi, kurumlarini, ve ayirim gözetmeksizin vatandaslarini hedef almasi yanlis hatirlamiyorsam, AKP hükümetinin isid karsiti koalisyona katilmasi ve incirlik havaalanina isid’i bombayacak olan amerikan ucaklarinin gelmesi sonrasina denk geliyor. isid o dönemde, yayinladigi bir videoda, erdogan’i “haclilarla” isbirli yapmakla suclamisti. isid’in T.C. ile acikca catismaya baslamasina örnek teskil eden eylemler, bu örgütün kilis sehrine attigi füzeler ve yine yanlis hatirlamiyorsam kilis’de polis karakoluna karsi giristigi intihar eylemiydi. isidci cihadcilarin atatürk havalimaninda yaptiklari katliam, isid’in T.C. ile catismada hedef büyüttügünü gösteriyor. isidci cihadcilarin atatürk havaalanini, sirf T.C. vatandaslarini öldürmek icin hedef secmedikleri belli. havaalaninda öldürülen insanlar her ne kadar T.C. vatandasi olduklari icin, devleti temsilen öldürülmüs olsalarda, isid’in, istanbul gibi uluslararasi bir sehrin havalimanini hedef secmesinden anliyoruz ki, esas hedeflenen turizm basta olmak üzere, T.C.’nin ulusal ekonomisidir.

    son dönemde ki gelismeler, AKP hükümetinin suriye politikasinda bazi degisikliklere gidecegini, gitmek zorunda kalacagini gösteriyor:
    1-) rusya ve iran’in, suriye’ye ki askeri varliklarini ve esad rejimine desteklerini artirmalariyla, T.C.’nin esad rejiminin her halükarda yikilmasi ve cihadcilarin desteklenmesi üzerine kurulu suriye politikasi cikmaza girmis görünüyor. T.C.’nin, rusya gibi büyük bir devletin ucagini NATO’ya güvenerek ve NATO ile rusya’yi karsi karsiya getirme planiyla düsürmesi, dengeleri T.C.’nin alehine ve esad rejimi ile kürt ulusalcilari lehine degistirmistir. T.C.’nin rusya, israil, misir ile acikca, esad rejimi ile de gizlice tekrar diplomatik iliskiler kurmasi, AKP’nin simdiye kadar ki di$ politikalarinda bazi revizyonlar, düzeltmeler yapacagininin isaretleridir. diger yandan, amerika’nin suriyede isid ile mücadelede kürt ulusal hareketini bir partner/kara gücü olarak kabul etmesi ve rusya’nin T.C.’ye “suriyeye giris yasagi” koymasi, T.C.’nin rojavada ki kürt ulusal hareketine direk saldirisini engelleyen faktörlerdir. yine A.B.D. ve AB’nin, AKP hükümetine uzun süredir: “isid’e destegi kes, baskiyi arttir” diyerek, diplomatik baski yaptigini biliyoruz. T.C. gibi NATO üyesi ve AB üyelik adayi bir devletin amerika ve AB’nin bu diplomatik baskisina kayitsiz kaldigini/kalabilecegini düsünmek yanlis olur.

    bu gelismeleri göz önünde bulundurarak $unu söylemek yanlis olmaz: AKP ile isid arasinda ki “balayi” tamamiyla bitmi$ görünüyor.

  99. Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip,

    Laf madrabazlığındaki ustalığınız öyle advanced seviyelerdeki, tahayyül etmekte, en azından, bir arpa boyu yol almamızı sağlamanız için sizin kapitalist danışmanlık şirketinizin verdiği kurslara katılmak istiyoruz! (Ücretsiz olması şartıyla. Eğer ücretli ise, sizi patron koltuğunuza zincirleriz!)

    [Pipetle yemek yemek yaslarina gelmis oldugu halde, ya da o yuzden, en basit temel seyleri iskalamis o garibim mi, yoksa onun dediklerinin matah bir sey oldugunu sanan siz mi?
    Galiba her ikiniz de.]

    Endişelenmenize gerek yok. Zaten mizacınız fıtratçılık üzerine kurulu olduğundan, kapitalizmin sizin DE üzerinizden silindirle geçeceğini, kapitalizm sizin DE belinizi büküp, sizi DE elin elalemin bakımına mahkûm ettiğinde, bahsettiğiniz [pipeti] ağzınıza götürecek mecalinizin kalmayacağını biliyorsunuz! (Biraz acı olacak ama, -insan eti ağırdır- derler, mühim bir sözdür. Kapitalizm, sizin evlatlarınızı BİLE o kadar hırs küpü, o kadar rekabetçi, o kadar bireyci yapar ki, ihtiyarlayıp elden etekten düşecek kadar güçsüzleşirseniz, bizzat evlatlarınız sizin k*ç*nıza tekmeyi basıp, sizi huzur evine postalayabilir, ve ziyaretinize de gelmeyebilirler! Bunları yaşamanızı asla istemeyiz! Çünkü biz, sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlar için müstahak diyecek kadar şuursuz değiliz!)

    Sayın Fresco ve onun gibilerin tırnağının ucundaki bakteri BİLE olamazsınız sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip! Niçin? Çünkü, sayın Fresco ve benzerleri kapitalizme karşı dirayetli, tam da bu sebeple dimdik ayakta(lar).

    Peki biz?!
    Muhtemelen kalp krizi ve benzeri sebeplerle, W.H.O.’nun yayınladığı ortalama ömür istatistik verilerine varmadan, ölürüz!

    [‘genç bir delikanlı iken ‘bayrağa bağlılık’ yemini etmeyi reddettim.’
    Aferin. Basi da goge ermistir muhakkak…
    Kimsenin umursamadigi bir nakarati tekrarlamgi reddetmis ve sirf bu yuzden onu takdir etmek zorundayiz.]

    Dünya SADECE SİZİN ÇEVRENİZDE dönüyor, arzın merkezinde SADECE SİZ varsınız sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip! Bu nedenle, SADECE SİZİN takdir etMEmeniz, sayın Fresco ve benzerlerinin kıymetini eksiltmez!

    Siz, yine, -dünya düzdür- hönkürmelerinize devam edebilirsiniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip!

    Siz, yine, [kapitalizm hayatin ta kendisidir. Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur. Evimizin diregidir o. Kapitalizm ne derse, o olur. Sıkmayın tatli caninizi. Cebinizi doldurmaya bakin.] diye hönkürmelerinize devam edebilirsiniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip! Kapitalizm, gün gelir de, sizin, çocuklarınızın, karınızın, ana-babanızın, akrabalarınızın, dostlarınızın tenini yaktığında, burada yazılanları hatırlarsınız!

    [Fabrikalarin insanlara is vermek icin degil, bir seyler uretmek amaciyla kuruldugunu; satilmayan –parasini odeyecek musterisi olmayan– hicbir seyi uretmenin anlami olmadigini bilememis, garibim.
    Bunu, duygusallik yavelerinize destek icin alip kalkmis olan sizin durumunuz telafisi zor bir hal olsa gerek.]

    Vah vah vah!

    -Meslektaşınız, hakkınızda nasıl konuşmuş, bakın!- Sayın Fresco’yla görüşmeye gittiğimizde sizi şikayet edeceğiz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip!

    Kendisini yıllardır tanıdığımızdan, vereceği cevabı az-çok kestirebiliyoruz,
    1929 senesinin ABD-Detroit’inde yaşanan ızdırabın önüne bir nebze geçebilmek için, o meşhur fabrikatör Robert Owenın stilini modifiyeli bir şekilde önermiştim. Ama, cult compound zırvası ile yaftalanacağımı bildiğimden, bunun sadece numunelik bapta sınırlı kalmaması için, sadece ABD çapında değil, küresel çapta da çözüm önerileri (dikkat buyurunuz, çözüm -dayatmaları- değil!) sunabilmek için çaba sarfetmeye başladım. Bazı kapitalist fıtratçılar gibi, -akarken doldur- zihniyeti ile zehirlenmiş laf madrabazlarına benzemedim!

    [‘Şimdi 94 yaşındayım!’
    ‘Akil yasta degil, bastadir’a iyi –fakat, evet, acikli– bir ornek.]

    Ne mutlu ki, 94 yaşında bile (2016’da hâlâ yaşıyor. 13 Mart’ta, 100 oldu!) kapitalizm tarafından zehirlenmeden dimdik ayakta kalmayı başarmış! Ve kimsenin kendisini kutlamasına ihtiyacı da yok sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip!

    Ne mutlu ki sayın Fresco, sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlar için müstahak diyecek kadar ŞUURSUZ DEĞİL sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip!

    [‘Sanki [tamamen duygusal] olduğunun farkında değiliz!’
    Farkindaysaniz, olan bitenin hic de oyle ahlaki ustunlugunun olmadigini, herkesin kendi cikari icin mucadele ettigini neden goremiyorsunuz?]

    Size, en başından beri, ne haykırıyoruz, hâlâ idrak edemediniz mi?!
    İnsanları ZORLA! [tamamen duygusal] düşünmeye sevk eden zehirli sistem kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz!
    Ne yazmıştık 86da,
    {{{
    MESELE,
    ‘TAKSİ’ EMEKÇİLERİNİN DE ‘DÜZENBAZLIK YAPARKEN SURATLARININ KIZARMAMASI’NA OLANAK SAĞLAYAN KAPİTALİZM ZEHRİNİ ORTADAN KALDIRMAKTIR!
    }}}

    [1970’lerde sizin ağa-analarınız ve ağa-babalarınızın paranoyalarına karşı mücadele ederdik; şimdi, sizin gibi çömezlerle uğraşıyoruz!
    50 senedir ayni seyleri diyorsaniz, bir arpa boyu yol alamayisinizi nasil acikliyorsunuz?
    Dahasi, 50 sene once aga-XXlerle ugrasirken, simdi comezlere dustugunuzu itiraf edisinize bakarsak, hem ideolojik hem de mental anlamda tenzil-i rutbe yediginizin farkinda misiniz?]

    İdeoloji(ler) temelinde, 19. yüzyılda BİLE ne idüğü belirsiz, -bir baltaya sap olacak kadar dirayetli mi? – değil mi?- sorularını, 1970’li yıllar boyunca, bütün solumsu fraksiyonlar (en başta da -Stalinistvari-ler) arasında, bizler, nev-i şahsına münhasır sıfatsız anarşistler olarak (ki o zamanlar -Troçkistvari-lerle çok karıştırılırdık!), SSCB’nin, Kuzey Kore’nin, Vietnam’ın, Venezuela’nın, Küba’nın, Çin ‘Halk!’ Cumhuriyeti’nin ve hâttâ -Salvador Allende’li Şili-nin hâl-i pür melâlini (şaşırmasanız da olur!) -kapitalistlerin uyardığı aynı şekilde uyardık!- 19. yüzyılda BİLE ne idüğü belirsiz şeyin, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde BİLE uygulanmasında ısrar etmek, özel sektör kapitalizmi değil, devlet kapitalizmidir diye uyardık! Kapitalistlerin PARANOYASI o kadar -influential-dı ki, sıraladığımız ülkelerin -devetleri- de, -iş insanları- da, adeta zorla morfine alıştırılmak gibi, üzerlerine zorla çökertilen kapitalistlerin paranoyasını yırtıp atamadılar, sonlarının ne olduğunu hepimiz biliyoruz!

    Şimdi, sizin gibi çömezlerin, [kapitalizm hayatin rahminden dogmustur. Kapitalizm -dogal-dir. Bu nedenle karsi cikilamaz.] zırvalarını gördükçe, ne kadar banalleştiğinizi, ağa-analarınızın ağa-babalarınızın en azından bir nebze ele-avuca gelir -argümantasyonları-nın yanına bile yaklaşamadığınızı gördükçe, kahroluyoruz!

    [Mental anlamda] bir sorunumuz şimdilik yok, ne mutlu ki, sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlar için müstahak diyecek kadar şuursuzlaşmadık!

    [Tenzil-i rutbe] meselesine gelince, -her tür hiyerarşi-ye karşıyız,
    İnsan insan olduğundan
    Ezmekten ezilmekten nefret eder
    Ne altında köle ister
    Ne üstünde efendiye boyun eğer

    [Yani kandırıldık mı?! Yani kukla gibi oynadılar mı?!
    Evet.
    Ama, eger bir teselli ise, siz yanliz degilsiniz. ‘Idiocracy’ cok yaygin.]

    Kim(ler)in -kapitalizm tarafından kandırıldığı-nı öğrenmek isterseniz, şuradan başlayabilirsiniz,
    -İdiotizm, Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi-
    Neal Curtis
    Çeviren, Mehmet Ratip
    İletişim Yayınları
    ( http://bit.ly/1Ms7fKF )

    [Kisilerin kimliginin meslekleriyle ifade edilmesini dogru bulmam. Dolayisi ile, sirf birisi kucuk bir dukkanda muteferrik ev ihtiyaci satiyor diye, onun kimligini ‘bakkal’ olarak tanimlamam.
    O gun o isi yapiyordur, baska bir gun baska bir ise donusebilir.
    Bunu anladiginizi umarak, simdi gelelim ‘bakkallik’i neden savunmuyor olduguma. Bazi meslekler, bazi fonksiyonaliteler, zaman icinde dumura ugrar, ihtiyac kalmaz.
    Bakkallik, nalbantlik, ayakkabi boyaciligi, odacilik vb vs bunlardandir.
    Onlari kimsenin fiilen infaz etmesi sozkonusu olmamistir, sadece verdikleri hizmeti gerekli bulup parasal karsiligini verenlerin sayisi (yani, elde ettikleri gelirleri) azalinca Dodo kusunun pesinden gitmislerdir.]

    Tabii sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’, ve hâttâ ‘çömez kapitalist’ Necip tabii!

    Luwdig von Mises de, Murray Rothbard da, Milton Friedman da, sizin, yukarıda, köşeli [] parantez içinde zırvaladıklarınızı daha üst perdeden zırvalıyordu!

    [Bazi meslekler, bazi fonksiyonaliteler, zaman icinde dumura ugrar, ihtiyac kalmaz.] → Laissez faire et laissez passer! & Bırakınız ölsünler, bırakınız gebersinler!

    86’da metnimizi nasıl bitirmiştik, ‘Artık, yalan atamayacaksınız!’

    İşte, bir yalanınızı daha ifşa ediyoruz,
    [Onlari kimsenin fiilen infaz etmesi sozkonusu olmamistir, sadece verdikleri hizmeti gerekli bulup parasal karsiligini verenlerin sayisi (yani, elde ettikleri gelirleri) azalinca Dodo kusunun pesinden gitmislerdir.]

    -Bizzat kapitalizm tarafından- infaz edilmişlerdir! Dodo Modo değil, Zümrüdü Anka kuşlarının harlı alevlerinde cayır cayır yanmışlardır! Peki kim bu Zümrüdü Anka kuşları?!

    16 Haziran 2015,

    On May 26, Neil Young and his new band the Promise of the Real released the video for -A Rock Star Bucks a Coffee Shop-, a song from his new album -The Monsanto Years-.

    The 69-year-old firebrand hasn’t lost a step, calling out corporations like Monsanto, Starbucks and Walmart by name over farm policies, GMOs and labor practices. In the interest of hearing from both sides, -Billboard- sent Young’s lyrics to these organizations and asked for a response.

    Here are the results,

    SONG NAME, People Want to Hear Songs About Love

    -Don’t talk about the Chevron millions
    Going to the pipeline politicians-

    Chevron, -I received your media inquiry, however we are not going to participate in the interview.-

    SONG NAME, Big Box

    -People workin’ part time at Walmart never get the benefits for sure
    Might not make it to full-time at Walmart-

    Walmart, -As you might have seen recently, Walmart raised its lowest starting wage to $9 an hour. We’re proud of the opportunity we provide people to build a career and have a chance at a better life.-

    SONG NAME, A Rock Star Bucks a Coffee Shop

    -A rock star bucks a coffee shop
    Yeah, I want a cup of coffee
    But I don’t want a GMO
    I’d like to start my day off
    Without helpin’ Monsanto
    Ask Starbucks if coffee has GMO…
    Monsanto let our farmers grow what they want to grow
    When the people of Vermont voted to label food with GMOs
    So they would know what was in what the farmer grows
    Monsanto and Starbucks through the grocery manufacturers alliance
    Sued the state of Vermont to overturn the people’s will
    Monsanto and Starbucks, mothers want to know what they feed their children-

    Starbucks, -Starbucks has not taken a position on the issue of GMO [genetically modified organism] labeling. As a company with stores and a product presence in every state, we prefer a national solution.-

    SONG NAME, Monsanto Years

    -When you shop for your daily bread and walk the aisles of Safeway
    Find a package to catch your eye that makes you smile at Safeway
    Choose a picture of an old red barn on a field of green
    With the farmer and his wife and children, to complete the scene at Safeway
    The family seeds they used to save were gifts from God not Monsanto
    Their own child grows ill near the poisoned crop
    While they work on, they can’t find an easy way to stop Monsanto…
    Give us this day our daily bread, and let us not go with Monsanto-

    Monsanto, -Many of us at Monsanto have been and are fans of Neil Young. Unfortunately, for some of us, his current album may fail to reflect our strong beliefs in what we do every day to help make agriculture more sustainable. We recognize there is a lot of misinformation about who we are and what we do – and unfortunately several of those myths seem to be captured in these lyrics.-

    Kaynak ( http://bit.ly/29uLTgy )

    Aralık 2013 – Ocak 2014,

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan Bayer’in CEO’su ‘Marijn Dekkers’, şirketin kanser ilacı olan ‘Nexavar’ için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve -ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.- dedi!

    Business Week adlı derginin son sayısında yer alan habere göre, etken maddesi ‘sorafenib’ olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren Bayer şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers, -Doğruyu konuşma zamanı geldi. Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.- dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak 1 ( http://bit.ly/1FkNNOv )

    Kaynak 2 ( http://bit.ly/1uLGSaT )

    (Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı,
    Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.)

    [Sizin aglamaniza ise karismam. Kulak da vermem ama.]

    ‘Çömezliğinizden’ kurtulmak için, ağa-analarınızın ağa-babalarınızın kalibresine yükselebilmek için, biraz çaba gösterin yeter sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ Necip! Sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlar için müstahak diyecek kadar şuursuz bir şahsın, kulak vermesini de ummuyoruz!

    Siz, zaten, -kapitalist kalibrenizi- yükseltmekle meşgulken, kapınızdan içeri hışımla girip sizi -patron koltuğunuza- zincirleyeceğiz!

    Çemberiniz daralıyor!

  100. marxist argüman

    kapitalist necip yine demagojiye basladi ki, tutabilene a$k olsun. en azindan ben frenlemeye calisayim, bir celme takayim, bakalim hizi kesilecek mi.

    kapitalist necip,

    birincisi, senin her türlü arastirmayi yapacak imkanin, yabanci dil, internet baglantisi ve zamanin varken, neden kendin merak ettigin konulari arastirma yapmiyorsunda, sürekli “bana kapitalizmin varligini ispatlayin” diyerek kafamizi $i$iriyorsun? sen simdi internette ingilizce olarak “kapitalizm” ya da “kapitalizmin dogusu” yazsan yüzlerce makale ve kitap bulacagindan eminim. örnek: “the great transformation” polanyi, ya da ” The Origin of Capitalism: A Longer View”, Ellen Meiksins Wood.

    ikincisi, konustugumuz olgunun, seyin ismi $u olmus, bu olmus, bunun bir kiymeti yok, bizim derdimiz icerigini tartismaktir. “kapital-lizm” kavrami sende alerji yapiyorsa, söylede adlandirabiliriz: günümüz ekonomisi, ya da günümüz ekonomi sistemi, ya da günümüz modern ekonomisi, ya da günümüz toplumu, ya da günümüz modern devletleri vs. vs. gördügün gibi adlandirma degisti diye kastedilen seyin özü degismiyor.

    aslinda herkesin vikipediada okuyabilecegi bir konuyu uzunda olsa senin icin ve diger okuyucular icin buraya alinti yapayim, somut seyler üzerinden tartisalim. seninle beyaz yakali anarsistlerin polemigi kabak tadi vermeye basladi. asagida okuyacaginiz alintilarda benim dikkatimi ceken $u:
    -ekonominin aktörleri/subjeleri insanlardir, yalniz siradan insanlardan bahsetmiyoruz: ekonomiye sekil verenler siyasi ve ekonomik güc sahibi insanlardir. bundan dolayi siradan insanlarin cikari/faydasi gözetilmiyor. peki gözetilen nedir? siyasi gücün temsilcisi: “devletin ekonomik gücünü nasil arttirabilirim”, diye hesap yaparken; ekonomik güc sahibi tüccar, sermayedar da ayni sekilde:”sermayemi, zenginligimi, ekonomik gücümü nasil artirabilirim” hesabi yapiyor. diger bir ifade ile burda yapilan hesabin “öyle bir ekonomik sistem, model olsun ki, herkes dünyanin nimetlerinden faydalansin; herkesin herkese rakip oldugu bir ekonomi degilde ortaklasa, gücü/enerjiyi/zamani/akli/tecrübeleri/buluslari ortak kullanarak karsilikli azami faydayi hedefleyelim” diyen bir ekonomi olmadigi, bunun tam tersi oldugu ortada. sosyalist ve anar$istlerin bu gercekten cikardiklari sonuc: devletin ve sermayedar/ isveren sinifinin cikarini/faydasini gözeten mevcut ekonomik/siyasi/toplumsal düzen yerine, siradan insanlarin cikarina hizmet eden, hiyerarsik ast-üst, yöneten-yönetilen iliskileri yerine, siyasi/ekonomik güc ve zenginligin birikimini hedeflemeyen, bunu red eden toplumsal iliskiler. insanlar böyle seylere akil yormaya ikna olurlarsa ne ala, olmazlarsa bu dünya böyle gidecek. “tarihsel materyalizm” adi altinda savunulan, inanilan idealist düsünceler yanlistir, akil-mantik ile alakasi yoktur. insanlarin eyleminden bagimsiz isleyen bir tarih olmadigi gibi, köleci-ilkel, feodal, kapitalist, sosyalist, komünist toplum gibi, asamali tarih anlayi$i, bilimsellikle, akil-mantik ile alakasi olmayan idealist bir dogmadir.

  101. marxist argüman

    Merkantilizmin Tanımı

    Merkantilizm orta çağın sonları ile sanayi devrimi arasında kalan Dönemdir (1500-1800).Avrupa’ya özgüdür, orada doğmuş ve gelişmiştir. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü “ticaret”tir. Ticaretteki artış geçimlik tarımı yıktı ve piyasaya yönelik üretim yapmasına yol açtı. Sanayi üretim alanında ise; ev-sanayi şeklinde başlayan sanayi kapitalizmin ilk biçimi ortaya çıktı(puttin out ya da verlay sistemi). Bu sistemde sermaye sahibi hammaddeyi evlerinde çalışmak isteyenlere veriyor. Daha sonra bu tip üreticiler bir üretim merkezinde toplanarak üretim gerçekleşiyor. Bu dönemin kapitalist sınıfını sanayiciler, büyük tüccarlar ve bankacılar oluşturmaktadır.

    Bu dönem bir keşifler çağıdır. Bulunan yeni ülkelerden Avrupa’ya değerli madenler getirilmiştir. Gelen değerli madenler Avrupa’da fiyatların hızla artmasına yol açmıştır. Bu çağ içerisinde denizcilikte de ilerlemeler ortaya çıkmıştır. Bunların yanı sıra bütün dünyada ticari faaliyetlerle yayılma gösteren Avrupa, sömürgecilik yapmıştır ve bu da sermaye birikiminin önemli bir yolu olmuştur. Bu arada İngiltere yönündeki şiddetli talep nedeniyle, büyük toprak sahiplerinin kapattıkları kamu arazileri vardır. Buna ‘çitleme hareketi’ denir. Topraklar büyük ölçüde koyun beslemeye yönelik tahsis edilmiştir. İlk sermaye birikiminin yolları bunlardır.

    Dünya ölçeğinde ticaret, değişik ülke tacirlerinin çıkarlarını çatışır hale getirmiş, güçlü devletlerin tüccarları diğerlerine karşı korunmuş ve böylece dış ticarette tekelci zihniyet oluşmuştur. Bu sayede güçlü devletler oluşmuştur.

    Ticari faaliyette gelişmeler yaşanırken ticari faaliyete yönelik dini tavırda değişmeler olmuştur. Calvin bir eylemi değerlendirmede niyeti kıstas alarak faizi ve ticareti meşru kabul etmiştir. Yeter ki günahkâr hayatına sürükleyecek aşırı kazançlar peşinde koşulmasın. Kalvencilik ticareti yalnızca hoş görmekle yetinmemiş, ayrıca ticaret etkinliğini yüceltmiş ve ermişliğin bir işareti saymıştır. Zenginlik peşinde koşmak en yüce amaç durumuna getirilmiştir. Değerli madenleri ülkede tutmak ve bu madenlerin dışarıya çıkmasını engellemek merkantilizmin ana amacı olmuştur. Bunun 2 yolu vardır:

    -Dış Ticaret
    -Sömürgecilik (Kolonizasyon)

    Merkantilizmin diğer bazı özellikleri de şunlardır:

    -Üretimde imalat kesiminin üstünlüğünün kabulü
    -Himayecilik (korumacılık)
    -Milli Ekonomik Birlik; Mutlak Merkeziyetçi Milli Devlet Öğretisi

    Zenginlik peşinde koşmak en yüce amaç durumuna getirilince, devletin görevleri de bu çerçevede belirlenmiştir. Bunun için zenginliğin gelişmesinin koşullarını araştırmak gerekmiştir. ‘Denis’ in İktisadi Uyumlar teorisine bakılırsa;
    Araç-Amaç

    Tüccarların teşvik edilmesi, insan ve para bolluğu, sanayinin ve ihracatın gelişmesi, devletin koruyucu rolü… Bu düşüncelerin bir kısmı düşünürler bir kısmı da tüccarlar tarafından ortaya konuyor. Altın ve gümüşü ülkeye ne kadar çok sokarsanız ülke o kadar zengin olur. Para ne kadar bol olursa faiz oranları o kadar düşük olur ve yatırımcı için finansman kaynağı olur.
    Nüfusa ilişkin görüşler

    Merkantilistler bir ülkenin nüfusunun artmasından yanadır. İnsan bolluğu rahatça emek bulmayı sağlamakta ve düşük ücrete yol açmakta ayrıca büyük ordulara sahip olmayı sağladığı için önemlidir. Kalabalık nüfus, işgücünü artırarak maliyetleri düşürecek bu da ihracatta avantaj sağlayacaktır. Merkantilizmin nüfus üzerine teorilerine bakarsak;

    -Nüfus artışı teşvik edilmiş
    -Çalışma zorunluluğu getirilmiş
    -Çocuk emeğinden yararlanılmış
    -Köle ticareti gibi yollara başvurulmuş
    -Emekçileri çalışkan kılacak yollar düşünülmüştür.

    Merkantilist düşünce düşük ücret politikası olgusuna dayanır. Emek arzının ücret esnekliği negatiftir. Ücretlerin yükselmesinin emek arzını daraltacağı, düşük ücretlerin ise halkı çalışmak zorunda bırakacağı düşünülmüştür. Bu nedenle ücretlerin yükselmemesi için bir yandan nüfusun fazla olması istenirken diğer yandan erzak fiyatlarının bolluk yıllarında bile yüksek olması istenmiştir.

    Merkantilist düşünceye göre;

    -Istırap çekmek tedavi edicidir.
    -Fırsat verilirse emekçi tembel olur.
    -Yüksek ücretler ayyaşlık ve cinsel zevklere düşkünlük gibi durumlara yol açar.
    -Ücretlerin asgari düzeyin üzerine çıkması ahlaki bozulmalara yol açar.
    -Yoksulluk emekçiyi çalışkan kılar ve daha iyi yaşamasını sağlar.

    Mandeville; yoksul çocukların maliyetine kamunun katlandığı okullara gönderilmemelerini, erken yaşta işe gitmelerini öneriyordu. İşe gitmek yerine okula gitmek tembellik yaratır. Okuma, yazma, aritmetik gibi dersler iş hayatında kullanacaklar için geçerlidir. Halkın geçimi bu bilgilere dayanmadığında tembellik yaratır. Merkantilist yazarlarca yoksulu çalışkan kılacak çeşitli öneriler yapılmıştır. John Law; zenginlerin yapacağı tasarrufu ve yoksulların çalışkan olmalarını teşvik etmek için tüketim üzerine vergi konulmasını önermiştir.

    David Hume; çalışkanlığı teşvik etmek için ılımlı vergileri destekledi, aşırı vergilenmenin teşvikleri yok edeceğini düşünmüştür. Bu yazarlar optimal düzeyde hayal kırıklığı yaratacak bir reel ücret amaçlıyorlardı. Lüks malları elde etmeyi umabilecek kadar yüksek fiyat onları elde edemeyecek kadar düşük bir reel ücret.

  102. marxist argüman

    Parasal Tezler

    Ticaretin gelişmesi sürümdeki para miktarının artmasını gerektirir. Bu olgu bütün merkantilistlerce kabul edilir. Ama bunun için sadece altın ve gümüş bolluğu yeterli değildir. Para has para özelliğini korumalıdır. Maden ayarındaki bozukluklar konusunda, paranın bozulmuş hali bozulmamış haliyle bir arada yürütülürse kötü para iyi parayı kovar. İyi para elde tutulur. Biz bugün bunu ‘Gresham Yasası’ adıyla tanımlıyoruz.

    Avrupa’ya altın ve gümüşün bol miktarda girişi enflasyona neden oldu ve bu süreç içinde miktar teoremi denen teoriler merkantilist yazarlar tarafından ortaya kondu. Bodin’in miktar teorisi’ne göre fiyatların artmasının nedeni Avrupa’ya gelen değerli madenlerdir. Bu tez bütün yazarlar tarafından benimsenmiş ama enflasyonu önlemek için ülkeye giren altın ve gümüşü kısmak akıllarına gelmemiştir. Çünkü enflasyon sürecinde en fazla artan gelir kârdır. Tüccar sınıfının gelirini oluşturan kâr olduğu için, enflasyonun tüccar sınıfının kazancını artıran bir süreç olduğunu görmüşler ve enflasyonu önlememişlerdir.

    Fortrey, paradan başka hiçbir şeyin ucuz olmaması gerektiği inancındadır. O dönemde erzak pahalıysa insanlar zengin, erzak ucuzsa insanlar yoksul demektir. Ayrıca yüksek fiyatlar emekçilerin hayat düzeyini düşürerek onları daha çalışkan kılardı. Merkantilistler, para bolluğunun ticari işlerin finansmanını kolaylaştırdığını söylerler. Para miktarındaki artış para bulmayı kolaylaştırması yanında kredi için ödenecek faiz oranını düşürür.

    Child, ünlü yumurta tavuk ilişkisine değinerek düşük faiz oranı zenginliğin sonucu değil nedenidir diyor, yasal faiz oranının düşürülmesinin ancak para bolluğu sayesinde mümkün olduğunu söylüyor. Yani yasaların belli iktisadi faaliyetleri belirleme gücü yoktur. Sir William Petty ise faiz oranının düşmesini yalnızca para miktarının artışına bağlayarak, insan yasalarının doğa yasaları karşısında hiçbir ağırlığının olmayacağını ifade eder. Merkantilistlerin savunucularından belki de en önemlisi KEYNES’tir. Keynes’in merkantilistlere özgüsü para arzı, faiz oranı, yatırım miktarı arasındaki ilişkilere aittir. Merkantilizm bu düşünceleri “erken keynescilik” olarak nitelendirir.

  103. marxist argüman

    Feodalizmin Çöküşü

    Merkantilist sistem, feodalizmin külleri üzerine doğmuştur denilebilir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, Avrupa geneline bakıldığında feodalizmin sona erişinin hemen hemen her ülkede farklı tarihlere denk geldiğidir. Bu sebeple merkantilizme geçiş, hem tarih açısından hem de düşünce sistemi açısından ülkeden ülkeye değişiklik arz etmektedir. Örneğin; kıta Avrupası’na göre siyasi birliğini daha önce tamamlamış İngiltere’de merkantilizm korumacı ve yayılmacı bir sistem olarak Sanayi Devrimi için güçlü bir millî ortam hazırlarken, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde millî birliği sağlamaya yönelik olmuştur.

    Feodal sistemdeki iktisadî yapıyı kısaca incelemek gerekirse; yaklaşık 30 kilometrelik, kısıtlı bir mesafe çerçevesinde gerçekleşen küçük ölçekli iktisadî aktiviteyle karşılaşılır. Üretimin dayandığı başlıca temel kaynak, tarımdır. Söz konusu sistem içerisinde belli başlı beş farklı aktör grubu etkin görünmektedir: Krallar, Asiller, Tüccar, Rahipler ve Serfler. Krallar parayı ve emniyeti sağlar, asiller tarımı kontrol eder, tüccar ticarî sistemi idare eder, ruhban sınıfı genel olarak davranışları belirler ve son olarak serfler ise sadece ve sadece hizmet etmeye odaklanmış bir işgücünü meydana getirir. Feodal iktisadî sistem şu dört ana başlık altında karakterize edilebilir:

    1) Asil – Vasal İlişkisi,
    2) Otoritenin son derece mahallî olması,
    3) Otoritenin arazi sahipliğine dayalı olması,
    4) Mülkiyet hakları

    Yukarıda da belirtildiği üzere, feodal sistemin işgücü açısından dayandığı nokta, bir bakıma yarı köle durumunda hayatlarını sürdürmeye çalışan serf sınıfıdır. Avrupa genelini kasıp kavuran ve “Kara Ölüm” olarak adlandırılan veba salgını işgücünde ciddi bir eksilme meydana getirmiştir. Bununla birlikte aynı dönemlere denk gelen reform çalışmaları ve artan seyahat imkânları, bir yandan insanların hayata bakış açısını değiştirirken diğer taraftan da uluslararası ticaretin gelişmesinin önünü açmıştır. Böylece özel mülkiyet kavramı ortaya çıkmış, genel feodal düzenle çatışmalar yaşanır olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz bütün bu etkenlerin sonucunda da feodal sistemin çözülme sürecinin başladığı söylenebilir.

  104. marxist argüman

    Merkantilist Düşüncenin Ortaya Çıkışı

    Aslında; yaklaşık olarak 16. yüzyılın başından 18. yüzyılın sonuna kadar olan dönemi kapsayan merkantilist dönemin benzer, tek bir düşünce etrafında kenetlenip, o yönde politikalar ürettiğini söylemek oldukça güç, hatta imkânsızdır. Feodalizmin kıta Avrupası genelinde ortadan kalkışının farklı farklı tarihlerde gerçekleşmesi, merkantilist düşüncenin ortaya çıkışı ve gelişmesininde de benzer farklılıkları beraberinde getirmiştir.

    Ortaçağ’ın bitimini sembolize eden Reform ve Rönesans hareketleri, yeni iktisadî görüşleri ve beraberinde feodal iktisat düzeninin sonunun geldiğini de haber veriyordu. Yaşanan bu değişim, feodal yapının özelliklerine uygun bir biçimde, yerel bazda gerçekleşmekteydi. Yukarıda da belirtildiği üzere ülkeden ülkeye farklılıklar gözlemlenmekteydi. Bir ada ülkesi olmasının da getirdiği avantajla millî birliğini daha önce tamamlayan İngiltere’deki iktisadî değişim, Almanya veya Fransa’dan daha farklı bir süreci yaşamaktaydı.

    Denilebilir ki; Ortaçağ siyasî yapısında yaşanan kökten değişiklikler ve sonucunda millî devletlerin yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmaya başlaması, uluslararası kapsamda yaşanan ticarî devrim ve ortaçağ iktisat sisteminde yaşanan çöküş, merkantilizm olarak adlandırılan dönemin kapılarını açmıştır. Bu dönemde bir yandan kantitatif yöntemler geliştirilirken, söz konusu dönemin sonlarına doğru liberalizme öncülük eden görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. İktisat politikalarının, bir devleti güçlü kılma yolunda hizmet verecek şekilde belirlenmensi gerektiği düşüncesi de bu değşimde etkili olan bir başka etkendir.

  105. marxist argüman

    16. yüzyıl

    16. yüzyıl, iktisat biliminin doğduğu dönem olarak kabul edilebilir. İktisadî konular ve sorunlar üzerine yazılı ilk ciddi eserler bu dönemde karşımıza çıkmaktadır. 1571 yılında ölen John Hales, ekonomi ile ilgili görüşlerin ayrı bir bilimdalı olarak ele alınması gerektiğini belirten ilk kişidir. Hales kendisinden sonra gelen Locke, Hume, Adam Smith, John Stuart Mill gibi düşünürlere önderlik etmiştir.

    Miktar teorisi de ilk kez yine bu yüzyıl içinde ortaya çıkmıştır. 1552 yılında ünlü bilgin Copernicus, Prusya Meclisi’ne sağlam bir para sisteminin nasıl kurulabileceğini anlatmış, 1556 yılında da Polonya Kralı’nın emriyle bu konudaki düşüncelerini yazılı ortama aktarmıştır. Copernicus’a göre, para bollaştığı zaman değerini kaybetmektedir.

    Amerika kıtasının altın ve gümüş stoklarının Avrupa’ya; öncelikle de İspanya’ya akmasıyla 1550’li yıllarda Avrupa’da fiyat devrimi olarak adlandırılan ani fiyat artışları kaydedilmiştir. Değerli madenlerin bollaşması ile fiyat artışları arasındaki ilişki birçok düşünürün dikkatini çekmiş ve bir İspanyol rahip, Navarrus 1556’da teoloji konusunda yazdığı bir kitapta faiz konusunu da ele almıştır. “Para, nerede daha kıtsa orada, bol olduğu yere göre daha kıymetlidir. Para talebi nerede kuvvetli ve arzı azsa orada daha kıymetli olur” diyerek miktar teorisini ortaya koymuş; miktar teorisini, arz – talep teorisinin bir uygulaması olarak ele almıştır.

    Miktar teorisinin asıl sahibi olarak ise bir Fransız hukuçusu olan Jean Bodin kabul edilmektedir. Bodin, miktar teorisini 1568’de yazdığı “Bay Malestroit’nun Paradokslarına Bir Cevap” adlı eserinde ilk kez ortaya koymuştur. Ona göre fiyat artışlarının temel olarak beş ayrı sebebi bulunmaktaydı. Altın ve gümüşün bolluğu, monopoller, ihracat ve israf sebebiyle ortaya çıkan mal kıtlıkları, kralların ve asillerin lüks içindeki yaşantıları ve madenî paranın ayarının bozulmasıdır. Bodin’e göre fiyat artışlarındaki en önemli etken, altın ve gümüş bolluğuydu. Bodin bunun yanı sıra faize dinî sebeplerle karşı çıkmış, dış ticareti onaylamış ancak ihracatın fiyatları yükseltirken, ithalatı düşüreceğini savunmuştur.

  106. marxist argüman

    17. yüzyıl

    17. yüzyıla gelindiğinde, merkantilizm ile ilgili olarak karşımıza çıkan ilk önemli kişilik, Gerard de Malynes’dir. Döviz işlemlerinin sıkı bir kontrol altında tutulması gerektiğini savunan Malynes bu yüzden kendisinden sonra gelen merkantilistler tarafından “Külçeci” (bullionist) olarak adlandırılmıştır. “Saint George for England Allegorically” adlı eserinde Malynes, iktisadî etkenleri mecazî bir dille açıklamış ve faiz ile döviz kurlarını kontrol edilmeleri gereken en tehlikeli unsurlar olarak ilk sıraya yerleştirmiştir. İngiliz İmparatorluğu’nu bir eve benzeterek, harcamaların gelirden fazla olması durumunda sıkıntı doğacağını belirtmiş; ticarî bilanço deyimini kullanmamakla birlikte bir ülke açısından ihracat ve ithalat denkliğinden söz ederek, bu denkliğin eksiye dönmesinin söz konusu ülkenin zenginliğini kaybetmesi anlamına geleceğini iddia etmiştir.

    1608 ile 1654 yılları arasında yaşayan Edward Misselden adlı tacir, “Free Trade or the Means to Make Trade Flourish” adlı eserinde ticaretle bireysel olarak ilgilenen kişileri desteklemiş ve tekelci firmaları, başta da ünlü East India Company’yi şiddetle eleştirmiştir. Kitabının adında serbest ticaretten bahsetse de, bir merkantilist olarak Misselden’in kast ettiği, ihracatı artırıp ithalatı sınırlandırmak için ihracatı dizginleyen bir takım kurallardan kurtulmak ve tekelci ihracatçıların etkisinin sınırlandırılmasıdır. Böylece İngiltere dışına olan değerli maden akımı sınırlandırılarak, ülke zenginliğinin artırılacağını öngörmekteydi.

    İngiliz East India Company’nin yöneticilerinden olan Thomas Mun, merkantilist düşüncenin en önde gelen temsilcilerinden birisidir. “A Discourse of Trade from England unto the East Indies” ve “England’s Treasure by Foreign Trade” adlı eserleri, gerek merkantilist gerekse iktisadî düşüncenin gelişmesinde son derece etkili olmuştur. İlk kitabında o dönemki iktisadî durgunluğun sebebi olarak Mun; yabancı paralardaki devalüasyona karşın İngiliz parasının değerinin aynı kalmasını öne sürüyordu. Fakat bu durumdan çıkış İngiliz parasının da devalüe edilmesi değildi. Ona göre çare; yabancı malların az tüketilmesi, ihracatın artırılması, ithalatı ikame edecek mal üretiminin ve balıkçılığın teşvik edilmesi ve aşırı yiyecek – giyecek tüketiminin önüne geçilmesiydi. İkinci ve görece daha modern olan kitabında ise Mun, ekonomik kalkınma ile dış ticaret arasındaki ilişkiyi konu edinmiştir. İhracatın her zaman ithalattan fazla olması gerektiğini, ithal mallarını ikame edici üretime önem verilmesini ve ihrac edilen ürünlerin hammadde değil, işlenmiş son ürünler olması gerektiğini savunmuştur. Mal ihracının yanı sıra; denizcilik, bankacılık ve sigortacılık gibi hizmet satışlarının da ülkeye döviz kazandıracağını belirterek Mun, modern ödemeler dengesinin en önemli kalemlerinden biri olan görünmeyen işlemleri de ticaret dengesine eklemiş oluyordu. Önceki merkantilistlerin aksine Mun; bir ülkenin zenginlik göstergesi olarak biriktirilen külçelerin yanı sıra, eldeki mal ve kaynakların da çok önemli olduğunu söylemiş ve ticaret, hazine ve siyasî gücün bir ve aynı şeyler anlamına geldiğini iddia etmiştir. Dış politika ve özellikle dış ticaret politikası adeta bir savaş aracı olarak kabul edilmiştir. Klasik İktisat düşüncesi bunun tam tersini savunurken, 1929 Büyük Buhranı’nın hemen ardından düşünceleri öncelikli olarak kabul görmeye başlayan Keynes, merkantilizmden bu sebepten dolayı övgüyle bahsetmiştir.

    Fransız kralı 14. Louis’nin maliye bakanı olan Jean Baptiste Colbert zamanında merkantilizm Fransız devletinin resmî politikası haline gelmiş ve bu yüzden Fransız merkantilizmi “Colbertizm” olarak adlandırılmıştır. Fransız merkantilizmi, İngiliz merkantilizminin aksine devlet müdahaleleriyle yönlendiriliyordu. Bir başka deyişle İngiliz merkantilizmi büyük bir hızla devlet müdahalelerinden kurtulmaya yönelmişken, Fransız merkantilizminde bu müdahaleler kurumsal hale getirilmiştir. Colbert döneminde sanayi çeşitli şekillerde desteklenmiş ve gümrük vergileriyle korunmuştur. Fransa içerisindeki eyaletler arası gümrük vergileri kaldırılmış, tek bir Fransız Gümrük Tarifesi getirilmiştir. Her şeyin devlet gözetiminde olduğu bu sistemde, Fransız sanayiinin dışa olan bağımlığını azaltmak için mümkün olan tüm tedbirler alınıyordu. Fransız sömürgeleri artıyor, ticaret gelişiyor ve Colbert feodalizmden kalan tüm düzenlemeleri ortadan kaldırarak Fransız ulus-devletinin hakimiyetini tam anlamıyla yaymak istiyordu.

    Merkantilizmin tek bir tanımını yapmanın güçlüğüne delil oluşturacak olan bir diğer örnek de Alman tipi merkantilizmdir. Kammeralizm olarak adlandırılır. Kralın veya prensin hazinesi anlamına gelen “Kammer” kelimesinden türemiştir. Çünkü amaç, devlet hazinesinin zenginleştirilmesi, gelirlerin artırılmasıydı. Bu akımın ortaya çıktığı dönemde Almanya, birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan birçok prensliğe bölünmüş durumdaydı. İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın hızla geliştiği o tarihlerde Kameralizm, Alman devlet memurlarını eğiterek iktisadî kalkınmayı sağlamaya yönelik bir araç haline gelmiştir. Kameralist düşünce de, İngiliz ve Fransız meslektaşlarına benzer görüşleri savunmuş, bazı noktalarda ise onlardan ayrılmışlardır. Altın ve gümüş biriktirerek millî zenginliğin artacağını öne sürmüş, devlet müdahalesini savunmuşlardır. Ancak; İngiltere’de tüccar ve iş adamları kısa broşürlerle merkantilist düşünceyi savunurken, Almanya, hukuk profesörleri ve maliyecilerin ortaya koyduğu son derece ayrıntılı ve uzun eserlere şahit olmuştur. Kameralistler dış ekonomik ilişkiler, ticaret ve ödemeler dengesi gibi konularla çok az ilgilenmiş, ağırlığı yurt içi tarım ve sanayi konularına vermişlerdir. İngiltere’deki sistemin aksine, birey ile devlet arasında iktisadî açıdan bir menfaat birliği olması bir yana, sürekli bir çıkar çatışması yaşanacağını ileri sürmüş, devletin mutlak otoritesi lehine fikirler geliştirmişlerdir.

  107. marxist argüman

    18. yüzyıl ve merkantilizmin zayıflaması

    17. yüzyılın ortalarından itibaren, iş adamları ve tüccarların yanı sıra bazı düşünürler de iktisadî konularla ilgilenmeye başladılar. Bunun sonucunda, kişi hürriyetine daha fazla önem veren ve devletin müdahaleci sistemine karşı çıkan; dolayısıyla merkantilizme karşı gelen bir zümre ortaya çıkmış oldu. Bunlara göre, ekonomi kendi kendine şekil verebilecek, dışarıdan herhangi bir müdahaleye ihtiyaç hissetmeyen bir sistemdi. Dış etki ne kadar az olursa, ekonomi de o kadar iyi çalışırdı. Ayrıca kısıtlama ve müdahalelerin ortadan kalkması, hem kişiler hem de ekonomi için çok daha iyi olacaktı. Nasıl ki merkantilist düşüncenin uygulanışı ülkeden ülkeye değişiyorsa, ortaya çıkan bu yeni liberal düşüncelerin etkileri de farklı farklı olmuştur. Çok sayıda sanayici ve tüccarı içinde barındıran orta sınıfın İngiltere’de yaygın olması, liberal fikirlerin benimsenmesini hızlandırırken, daha yavaş ve dar kapsamlı olsa da Fransa ve Hollanda bu akımda İngiltere’ye eşlik etmişlerdir. Fakat, bir ulus-devlet olma yolunda diğerlerini geriden takip eden Almanya ve İtalya ise merkantilizme sıkı sıkıya bağlı kalmış ve libaral düşüncelere sınırlarını en azından bir süre daha sıkı sıkıya kapatmışlardır.

    Merkantilist düşünce sisteminin sağlam temeller üzerine oturmasında en önemli rollerden birisinin Thomas Mun’a ait olduğundan bahsedilmişti. Mun’un ardından iktisadî düşüncede iki yeni temayül belirmişti. Birincisi, kantitatif yöntemlerin iktisadî düşünce içinde kabul görmeye başlaması; diğeri ise, ekonomik sistem üzerindeki devlet müdahalesinin azaltılmasını savunan liberal düşüncedir.

  108. marxist argüman

    Liberal Düşünceye Doğru

    İktisadın, bir bilim dalı olma yolunda önemli adımlar atılmasını sağlayan merkantilizm, liberal düşünce sisteminin de kapılarını aralamıştır. Bu geçiş döneminin en önde gelen isimleri; John Locke, Josiah Child, Nicholas Burbon, Dudley North, John Law, Richard Cantillon, George Berkeley ve David Hume gibi kişilerdir. Genel olarak merkantilizmden liberalizme geçiş dönemini şekillendiren, yeni ve farklı fikirler üreterek liberal düşüncenin temellerini atan bu bilim adamlarından Dudly North, merkantilizmi tümden redderek liberalizme geçişi savunmuştur. David Hume ise, iktisadın bağımsız bir sosyal bilim olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Otomatik denge mekanizması, tam serbest ticaret, liberal dış ticaret dengesi, külçecilikten uzaklaşma, kâğıt paranın tavsiye edilir olması, para, faiz, emek vb kavramlar üzerine derinlemesine analizler yapılmaya bu dönemde başlanmıştır. James Steuart, devlet müdahalesini savunan “son merkantilist” olarak tarihteki yerini almıştır.

    Fransa’da uygulanan ve Colbertizm adı verilen merkantilist sistem, ağırlıklı olarak sanayi üretimine önem verdiğinden, tarımla uğraşan kesimin yoğun tepkisine sebep olmaktaydı. Uzun yılların getirdiği birikimin sonucu olarak, halk kurulu düzeni ortadan kaldırmak istemekteydi. Bunun sonucunda, liberalizme giden yoldaki en önemli adım atılmış ve “fizyokrasi” olarak adlandırılan iktisadî düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Fizyokratlar; bir lidere sahip ve yazar kadrosu ile bir dergi etrafından bütünleşmiş olan ilk modern iktisadî düşünce okulu olarak kabul edilmektedirler. Kurucusu François Quesnay’dır. Doğal düzeni ve doğa kanunlarını ön plana almışlar; olayların gidişatına bırakıldığında bir şekilde kendi dengesini bulacağını iddia etmişlerdir. Bu düşünce akımının babası olarak John Locke gösterilmektedir. Dünyaca ünlü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (Laissez faire, laissez passe) söyleminin sahibi yine fizyokratlardır.

    Böylece liberal düşünceye doğru olan eğilim gittikçe artmış ve Adam Smith’in 1776 yılında yayınlanan “Ulusların Zenginliği” adlı eseriyle, klasik iktisat düşüncesi ve liberalizm tam anlamıyla başlamıştır..

  109. “bir arpa boyu yol almamızı sağlamanız için sizin kapitalist danışmanlık şirketinizin verdiği kurslara katılmak istiyoruz! (Ücretsiz olması şartıyla. Eğer ücretli ise, sizi patron koltuğunuza zincirleriz!)”

    Boyle bir kurs vermiyorum; ama verecek olsam ucreti hayli yuksek olurdu. Boylece, sadece gercekten ogrenmek isteyenlerin katilmasini saglardim.

    Baskalarinin emegine, bilgisine belese konmagi bir ahlaki ustunluk saniyorsunuz, bu butun yazdiklarinizdan belli.

    Cok uyanik misiniz, yoksa andavalli mi; karar vermek zor.

    “kapitalizmin sizin DE üzerinizden silindirle geçeceğini, kapitalizm sizin DE belinizi büküp, sizi DE elin elalemin bakımına mahkûm ettiğinde, bahsettiğiniz [pipeti] ağzınıza götürecek mecalinizin kalmayacağını biliyorsunuz! (Biraz acı olacak ama, -insan eti ağırdır- derler, mühim bir sözdür. Kapitalizm, sizin evlatlarınızı BİLE o kadar hırs küpü, o kadar rekabetçi, o kadar bireyci yapar ki, ihtiyarlayıp elden etekten düşecek kadar güçsüzleşirseniz, bizzat evlatlarınız sizin k*ç*nıza tekmeyi basıp, sizi huzur evine postalayabilir, ve ziyaretinize de gelmeyebilirler!”

    Ilginc. Baskalari, ezici cogunluk, bu ihtimalleri ‘kader’ denen, Allahin bir enstrumani, muglak bir kelime ile ifade ederdi.

    Anladigim kadariyla, siz, ‘kapitalizm’i ‘Allah’ kavramina denk kullaniyorsunuz.

    Ilginc.

    Bu boyle ise, ‘anti-kapitalist’ olmak da bir tur ‘Ateist’lik gibi bir sey olmali..

    Cok ilginc..

    Yahu, bu kadar dolambacli yollardan gideceginize, dogrudan dogruya ‘Ateist’ olsaniz daha az mesakkatli olmaz mi?

    “Bunları yaşamanızı asla istemeyiz!”

    Nasil yani?

    Tipki, “sevdiklerinizin acisini gorme” demek gibi mi; yani, –ortulu bir bicimde– ‘butun sevdiklerinden once geberesin’ demek gibi mi?

    Simdi de beddua seanslarina mi basladiniz?

    “Çünkü biz, sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlar için müstahak diyecek kadar şuursuz değiliz!)”

    Onu anladik da, asil soru su: Nerede ve hangi sartlarda olenler icin mustehak diyecek kadar suursuzsunuz?

    “Sayın Fresco ve onun gibilerin tırnağının ucundaki bakteri BİLE olamazsınız! Niçin? Çünkü, sayın Fresco ve benzerleri kapitalizme karşı dirayetli, tam da bu sebeple dimdik ayakta(lar).”

    Tam da ‘me mutlu’ diyecektim; sonra durdum.. Bu tur ‘akil kupu’ insanlarin yeterli sayida olmayisi bir talihsizlik tabii ki. Dahasi, kadere bak ki, 100 senelik omrunde edine edine sadece bir tane havari (sizi) edinebilmis..

    Neresinden bakarsak bakalim, basari hanesinde dise dokunur bir sey gorunmuyor.

    “Peki biz?!
    Muhtemelen kalp krizi ve benzeri sebeplerle, W.H.O.’nun yayınladığı ortalama ömür istatistik verilerine varmadan, ölürüz!”

    Hayirlisi olsun, tabii ki.

    Bu arada, madem bir limit olarak o kadar belirleyici, gozunuzu WHO’nun istatistiklerinden ayirmayin.

    Olur a, hatali bilgi vardir ve duzeltmege kalkarlar. Mazallah.. Aniden vadeniz coktan dolmus olur.

    “kapitalizm hayatin ta kendisidir. Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur.”

    Anlamadiginiz buradan acikca asikar: ‘Kapitalizm’i ‘antromorphise’ ediyorsunuz; etmeyin.

    O bir canli degil.

    Insan hic degil.

    Varlik bile degil.

    Sadece ruhunuzu kelepcelediginiz bir kavram.

    Bu ‘ocu’den kurtulmagi bir becerebilseniz rahatlayacaginizi temin ederim.

    “Sayın Fresco’yla görüşmeye gittiğimizde sizi şikayet edeceğiz”

    E. Korktum simdi.

    Mulaane filan mi yapacak acaba?

    Beni temsil eden bir bez heykelcige igne filan mi saplayacak?

    Siz, bu musamerede zangoc mu olacaksiniz?

    “İnsanları ZORLA! [tamamen duygusal] düşünmeye sevk eden zehirli sistem kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz!”

    Vah garibim..

    Madem o yolun yolcususunuz, mubarek mucadelenizde size DNA’dan baslamaniz gerektigini kimse soylemedi mi?

    “Luwdig von Mises de, Murray Rothbard da, Milton Friedman [..]”

    Yahu, kimdir bu kefere, neden isimlerini durduk yerde anip (sahitlik icin cagirip) onlari mezarlarinda taciz ediyorsunuz.

    Birakin huzur icinde yatsinlar.

    Kendi fikirlerinizi, varsa, kendi kelimelerinizle yazin da meydan bir kuheylan gorsun.

    Neil Young konusuna gelince.. Cok isa suren romantik solculugum donemlerimde severdim biraz.

    Ama, adam hala daha –amiyane tabirle– ‘kodugum yerde otluyor’..

    Telif haklari filan sozkonusu olunca, ooo, son derece kati mulkiyetci kesilenlerin elaleme solculuk satmalarina bir baska ornek..

    Geciniz.

    “Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan Bayer’in CEO’su ‘Marijn Dekkers’, şirketin kanser ilacı olan ‘Nexavar’ için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve -ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.- dedi!”

    Demagojinin de bir fiyati olmali.

    Ya da, daha dogrusu, bu kadar ucuz olMAmali.

    Bahsettiginiz ilac daha once hem bedava hem de herkese dagitiliyor muydu, ki sanki bir muktesep (kazanilmis) hak varmis gibi, simdi cikip –guya suret-i haktan– itiraz yaziyorsunuz?

    Eger oyle degildiyse, hamhayallerinizi suya indirmeniz gerekiyor.

    Baskalari urasip, arastirip, bir seyler bulacak, kesfedecek, icad edecek ve siz (ve baskalari) bunlari bedavaya (ya da ona yakin fiyatlara) sahipleneceginizi saniyoraniz, size once Galata Kulesini satmaktan baslamak lazim. Kelepir…

    “kapınızdan içeri hışımla girip sizi -patron koltuğunuza- zincirleyeceğiz!”

    Hay Tengri.. Bu ne garip bir tehditdir?

    Farkinda degilsiniz tabii ki; ama, once beni ‘patron’ kilmaniz gerekecek.

    “The Origin of Capitalism: A Longer View”, Ellen Meiksins Wood.”

    Anladiiiimmm.. Siz bu tur deli sacmalarini okuyarak kendinizi heder ediyorsunuz..

    Sunlardan bahsediyorum: [ http://www.goodreads.com/book/show/185160.The_Origin_of_Capitalism ]

    Ellen abula sunlari yumurtlamis:..

    “Capitalism is not a natural and inevitable consequence of human nature, nor is it simply an extension of age-old practices of trade and commerce.”

    Meal veriyorum –estaguzibillah–:

    ‘Kapitalizm ne dogal ve insan tabiatinin onune gecilemez bir sonucudur, ne de mazideki ticaret ve tacirlik uygulamalarinin basit bir uzantisidir”

    Simdi de sevap yaziyorum –estaguzibillah–:

    Taaabi, taabi.. ‘Kapitalizm’ bir huda-yi nabittir.

    Durduk yerde, ve ‘moderen cag’da ortaya cikmistir. Dahasi, bir tur virustur de denebilir. Kimseye caktirmadan, hem aniden bir cok yerde peydahlanmistir, hem de inanilmaz hizla yayginlasmistir.

    Ya Hu, siz bu tur seyleri mi okuyorsunuz?

    Okuyun tabii ki, ama, her okudugunuzu matah saymayin. [Bunun cok gec kalmis bir nasihat oldugunun farkindayim; ama olsun, belki simden geru faide eder.]

    Aslinda, ne bileyim, su siralarda moda oldugunu duydugum, vampir serilerini bile okusaniz daha iyi olur. Realite ile onlari da karistirmak ihtimaliniz olmadigini varsayaak oneriyorum bunu. Ama, belli mi olur.

    “ikincisi, konustugumuz olgunun, seyin ismi $u olmus, bu olmus, bunun bir kiymeti yok, bizim derdimiz icerigini tartismaktir.”

    Hayir, ismi DE onemli.

    Hele de bunu bir ‘sistem’ imis gibi konumlandirmaga kalkarsaniz, ismini de dogru koymak gerekir.

    Yoksa, astronomi ile ugrasanlarin yaptigi gibi, gokyuzundeki cisimlere uydurma isimler verip sanki onlari herseyiyle taninlamis gibi yapmanin bir tur madarabazlik oldugunu farketmemis olursunuz.

    Yani, hem madarabazlik yapmis oluyorsunuz, hem de –daha beteri– bunun farkinda bile degilsiniz.

    “söyle de adlandirabiliriz: günümüz ekonomisi, ya da günümüz ekonomi sistemi, ya da günümüz modern ekonomisi, ya da günümüz toplumu, ya da günümüz modern devletleri vs. vs. gördügün gibi adlandirma degisti diye kastedilen seyin özü degismiyor. ”

    Degisiyor. Hem de cok.

    Burada kullandiginiz her terim [‘günümüz ekonomisi’, ‘günümüz ekonomi sistemi’, ‘günümüz modern ekonomisi’, ‘günümüz toplumu’, ‘günümüz modern devletleri’] yekdigerinin tumlesik parcalari olmadigi gibi, bunlarin herbiri her yerde (lokalitede) ayni karakteristikleri sergilemez.

    Fakat, bunlari birer esanlamli gibi kullanmak isteyisinizden de anlasildigi uzere, sizin konu hakkinda ancak ‘kulaktan sokma’ fikirleriniz var.

    Tutarsiz bir suru moderen hurafeyi nasil bu kadar becerip bir araya getirebiliyor oldugunuz ayri bir hayret sebebi..

    “ekonominin aktörleri/subjeleri insanlardir, yalniz siradan insanlardan bahsetmiyoruz: ekonomiye sekil verenler siyasi ve ekonomik güc sahibi insanlardir. bundan dolayi siradan insanlarin cikari/faydasi gözetilmiyor.”

    Bu laflar dogru da, ‘havalar bozdu gene, siyatiklerim azitti’dan bir milim oteye analitik degeri yok malesef. Yani, beylik laflar.

    Sundan dolayi:

    1) Bu ‘siradan olmayan’ insanlar o bulunduklari mevkiye zembille mi gelmisler? Yani, minevvelinden beri onlar ayni neslin devami midir?

    Eger boyle bir sey diyorsaniz, buyrun, Eugenics meraklilari sizi kirmizi/turkuaz halilarla aralarina kabul edeceklerdir.

    2) Madem ki ‘siradan olan’ insanlarin cikarlari gozetilmisyor; bu gorevi kim ustlenecek? Sizin gibi, siradan olmadigi asikar olan, insanlar mi?

    Esitlikci mi davranacaksiniz, adaletli mi?

    Yani, dort kazi beklemekten aciz olanlara, baska herkesle esit imkanlari mi bagisliyacaksiniz; yoksa herkesin yetenegine gore mi, veya, sizin o ulvi/uhrevi degerlendirmenize bagli olarak, hakettiklerini mi vereceksiniz?

    Siz kendinizi ne zannediyorsunuz?

    Kader bestekarligini kim verdi size?

    Simdi gelelim diger fasafisolara..

    “Merkantilizmin Tanımı” ve diger kitabi lagalugalara yani..

    Butun bu yaveler, tipki ‘Amerika’nin Kesfi’ gibi [yahu, orada coktan beri yasayan insanlar vardi], sonradan gorme Avrupa’nin dunyada onemli ne olmussa hepsinin nisantasinin kendilerine ait oldugunu sokusturdugu seyler.

    Dahasi, butun bu ‘evre’ler, ‘devir’ler birilerince (“hadi, yeni bir devir baslatiyoruz” diyerek) baslattigi seyler degil. Daha once de var olan, giderek yaginlasan ‘practice’lere, gun gelmis, daha kolay anlasilsin siye, bir isim vermis diye, aniden yeni bir sey kesfetmis/idaetmis olmuyoruz.

    Bugun ismine ‘kapitalizm’ dedigimiz olguya degisik zamanlar baglaminda degisik isimler vermek konunun ozunu degistirmez.

    Geri kalanini okumaga deger bulmadim.

    Klasik bir muhasebeci yaklasimi var hepsinde: herseyin fiyatini bilip, hicbir seyin kiymetini bilmemek..

  110. Necip’in “fıtratçılığı”ndan söz edilmişken, şöyle bir yazı var “fıtrat”la ilgili;

    Fıtrat neymiş?

    Kalın ta ile FTR فطر: yarmak ve yaratmak. Ne alaka?

    Kuran’da “yarmak, yırtmak” anlamıyla beş yerde geçiyor. FuTûr “yarık, yırtık” (67.3), yatafaTTaru “yarılır, yırtılır” (19.90, 42.5), es-semâ infıTâret “gökyüzü yarıldı” (82.1). Kamus ve Mu’cem ana anlam olarak bunu vermişler. Lane sözlüğü de öyle yapmış. Masdarı faTr imiş.

    İkinci ve daha yaygın anlamı elbette “yaratmak”, özellikle tanrıya atfedilen bir eylem. FıTrat فطرة “yaratılış”, yahut Türkçede yakın dönemde anlam ayrışmasına uğrayan yazım şekliyle, “yaradılış”. O t ile d arasında ciddi bir metafizik uçurumu vardır, bilmem farkında mısınız? Şöyle. Yaradılış derken bir şeyin (insanın, hayvanın, eşyanın, dünyanın), herhangi bir müdahaleye veya zamanın aşımına uğramadan önce mevcut olduğu varsayılan öz otantik halini, yahut “doğasını” kastediyoruz. Bunun belli değişmez davranış kalıplarına, yasalara, varoluş ilkelerine, Aristocu tabirle bir ousia’ya sahip olduğunu da varsayıyoruz. Sonradan “bozulabildiğini” varsayıyorsak, demek ki bu nesnenin “bozulmamış” bir hali de mevcut olmalı. Tanımlayabiliyoruz, “aslı budur” diyebiliyoruz.

    Halbuki düşünürsen t ile yaratılış bunun tam zıddı bir kavram. Amcanın canı istedikten sonra istediği gibi yaratır, 99 bacaklı üçgen kedi de yapar, güneşi batıdan da doğurur, Filistinli gariban bir kızı bir sözüyle hamile de bırakabilir. Keyif onun değil mi? Mecbur mu illa fıtrat üzere fıtr etmeye?

    Bizim Hintli swami bu mevzulara değinmişti birkaç kez de kimse çok ciddiye almadı. Eğer tanrı, eşyanın tabiatına – fıtratına – aykırı iş yapamıyorsa, demek ki eşyanın tabiatı tanrıdan önce gelir; tanrı yasakoyucu değildir, olsa olsa icra memurudur. Yok tanrı eşyanın tabiatıyla oynayabiliyorsa, o zaman dünyada herhangi bir şeyi anlamaya imkân yoktur. Manyak bir diktatörün gerçekdışı aleminde kayıpsın. Tevekkül eder susarsın. Tanrı var desen de fark etmez, yok desen de fark etmez, çünkü anlam kalmaz geriye.

    Ya, işte böyle.

    *
    Fiilin diğer anlamlarına girdiğimizde işler hepten karışıyor. Üçüncü anlam: “hamursuz ekmek yapmak, hamurun kabarmasını beklemeden yoğurup pişirmek”. Dördüncü anlam: “devenin sütünü sağmak, meme ucunu iki parmak arasında sıkmak”. Türevlerde görülen beşinci anlam, “oruç açmak”, İngilizcesi to break fast. Dolayısıyla: “kahvaltı etmek”. Bildiğimiz ifTâr. Ramazan sonundaki bayramın Arapçası da îd el-fıTr’dır, oruç açma bayramı, bilirsiniz.

    Türevlerden fuTr: ciltte veya bir bitki üzerinde patlak veren kabartı, siğil, sivilce, tomurcuk, her çeşit mantar, özellikle İngilizcede “kurbağa boku” (toadstool) adı verilen bir tür şekilsiz mantar. Bunun besbelli meme ucu hadisesiyle bir alakası var. “Tomurtmak” gibi bir şey düşün. FiTr yeni oluşan üzüm veya ağaçta biten taze yemiş imiş. Bu da bir çeşit tomurma yahut tomurcuklanma hali. Türkçesi pıtrak ve pırtlamak da olabilir sanki.

    Şimdi bak hele! Yunanca physis φύσις neydi? 1. kabarma, şişme, siğil, tomurcuk, 2. hayvan boku, bizde fışkı diye geçer, 3. ele gelen ve üç boyutu olan ve şekil alan her şey, varoluş, varlık. Oradan da, “varolan şeyler bilimi” anlamında physiká tabirini türetmişti Aristo baba. Arapçası ilm-i fıtrat olur elbette.

    *
    Arapça türevlere devam. Sıradaki faTîr: “kabarmamış hamur”. Daha doğrusu, xamîr (hamur) sözcüğü Arapçada zaten “mayalanmış, kabarmış” demek olduğuna göre, “kabarmamış hamur” oksimoron olur, “kabarmamış un bulamacı” demek lazım. Îd el-faTîr Yahudilerin hamursuz bayramının adıymış; diğer adı İbranice pesax’tan פסח aktarmaca îd el-fıSh فصح, Yahudi takvimindeki Nisan ayının yedisinde başlar ve bir hafta sürer. İşlenmemiş, olgunlaşmamış, kıvamını henüz tutmamış olan her şeye de fatîr denebilirmiş, mesela kıvamını tutmamış çamur harcı, tabaklanmamış deri, ya da olgunlaşmamış bir fikir.

    Son olarak tafâTîr تفاطير: genç kız ve erkeklerin yüzünde beliren kabartılar, ergenlik sivilcesi. İlk yağmurdan sonra bozkırda biten otlara da bu anlamda tefâtîr denirmiş. Hımm, “yarma” fikriyle “kabarma, tomurcuklanma” fikri arasındaki köprü bu olabilir mi? Türkçesine “pırtlama” mı desek?

    *
    Yarmakla yaratmak hadi bir yere kadar da, oruç açmakla ne alakası olabilir?

    Jastrow yardım eder belki deyip açıyoruz Aramice sözlüğü, sf. 1157, PTR פטר maddesi, kalın ta ile. Birinci anlam: yarıp açmak. Yalnızca yarma değil, yararak açma işini vurgulamış, to break open yani. Mesela çocuk doğumunda rahmin açılması da pâTar oluyor. İkinci anlam: kapalı bir şeyi açmak, salmak, serbest bırakmak, izin vermek. Dolayısıyla: hukukta bir akit veya yükümlülükten azat etmek, beraat vermek, cezasını iptal etmek, vergiden muafiyet tanımak.

    Arapça F İbranice ve Aramicede P olur malum. Şurada harikulade bir tablo var, İngilizcesi olanlara: http://en.wikipedia.org/wiki/Semitic_languages#Phonology

    İki mesele netleşti burada, en azından benim kafamda. BİR, “yarmak” eylemiyle “oruç açmak” arasındaki bağ anlaşıldı. [Araplarda eskiden beri oruç var mıydı, yoksa “oruç açma” özel anlamı Yahudi veya Hıristiyan Aramicesinden alıntı mıdır?]. İKİ: Pesah bayramındaki hadise İbrahim’in oğlunu kurban etme yükümlülüğünden kurtulması, o anlamda bir “azatlık” ya da “beraat” olduğuna göre o mesele de aydınlandı sayılır. Acaba Arapçadaki “kabarmamış hamur” anlamı tamamen kültürel midir? Yani bir Yahudi töresinden alınıp bağlam genişlemesine mi uğratılmış? Öyle olmalı sanırım.

    Jastrow’a devam. PoTor פֶטֶר neymiş? İlk doğan yavru; “rahim açan” gibi bir anlamdan geliyor belli ki. İnsan için de kullanılırmış, deve ve at için de. Buradan acep “kabartı, yumru, tomurcuk” anlamına bağlayabilir miyiz? Aha: paTrûzâ פַטְרוזא “prematüre yavru, cenin”, paTrayot פַטְרָיות bizde domalan dedikleri yeraltı mantarı, trüf yani. Şekilsiz bir yumrudur. Yunancası vallahi physiks imiş “ur, yumru” anlamında.

    *
    Karıştı mı kafanız? Normaldir, benimki de karıştı. Bir daha baştan okumalı.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/01/ftrat-neymis.html

  111. marxist argüman

    deginmeler

    beyaz yakalilar, ben burda idealist düsünme tarzinin yanlisligini göstermeye calisirken, siz bu sefer bakkal/kücük esnafi idealize etmeye basladiniz. hic kimse bakkal olarak dogmaz; kücük esnafcilik herhangi bir meslek gibi bir gecim kapisidir, bundan baska hicbir sey degildir. serbest piyasa ekonomisinin rekabet ve pazar’a endeksli gelisimi sonucu, kücük esnaf büyük sirketler karsisinda tutunamayip zamanla tarihe karisir. o zamana kadar bakkal, manav olarak ekmegini kazanan insanlar i$siz kalinca herkes gibi baska bir i$ aramaya baslarlar. ekmek parasi kazanmak icin sabahtan aksama kadar kücük bir dükkanda ömür tüketmenin siz neyini iyi buluyorsunuz; kücük esnafi idealize etmenin sistem elestirisi ile alakasi nedir?

    -eski dogu bloku ülkelerinde uygulanan ekonomik modeli “devlet kapitalizi” olarak adlandiranlarda var. isabetli bir tanimlamadir. cünkü real sosyalistler, basta lenin ve stalin olmak üzere, serbest piyasa ekonomisinin üretim prensiplerine son derece kiymet vermislerdir ve o prensipleri aynen kopye etmislerdir. arti deger, kar, fiyat, para, üretim verimliligi, üreticiler arasi rekabet gibi kapitalist ekonominin kategorilerini real sosyalistler aynen kopye etmislerdir. calisanlarin emeginden arti deger biriktirmek icin, ödüllendirmeden cezalindirmaya, hatta zarar eden bir isletmenin sorumlusunu kursuna dizmeye kadar, her türlü yöntemi kullanmislardir.
    özetle, mevcut kapitalist sisteme alternatif olma iddiasiyla ortaya cikan real sosyalistler, kapitalist düzende özel sektörün yaptigini, özel sektörü ortadan kaldirip, devlet eliyle yapmaya calismislardir. “burjuva demokrasisi” diye begenmedikleri demokrasinin yerine de tek parti diktasini uygulamislardir.
    karl marx’in ekonomi anlayisiyla real sosyalistlerin kapitalizmin kopyasi ekonomi anlayisi arasinda ki farka bir örnek: marx, para’nin, “arti deger”in varligini, fonksiyonunu sorgulamistir, parasiz bir ekonomiyi öngörmüstür. real sosyalistler parayi kullanmaya devam ettikleri gibi, üstelik dogu almanyada paranin üstüne marx’in resmini bile basmislardi.

    ogürsel’in 78 nolu yorumundan alinti:

    “Benim savunduğum öncelikli olarak “kültürel” temelli, gönüllü ortaklık arayan toplulukların.. ortak tarih, ortak kader birliği, ortak duygularla toplumsallaşma anlamında özerk yapılar.. Bunu milliyetçilik sanan kendi sığ dünyasını ele verendir”.

    ogürsel’in bu yazdiklari, bir taraftan sözde ulusalciligi/milliyetciligi red ediyorum deyip, diger yandan ulusalci/milliyetci ideolojinin temel prensiplerini savunmaya iyi bir örnek teskil ediyor. ulus/millet ideolojisi zaten ortak bir tarih, dil, kültür, kader, ruh vs. birligi gibi olgularin varligini sart kosmuyor mu? bir fikrin, ideolojinin temel prensiplerini red etmeden, elestirmeden nasil o fikre karsi olunabiliyor?
    ogürsel gibi ulus/millet idealistlerinin görmek istemedikleri gercekler nedir?
    günümüz sinifli, hiyerar$ik kapitalist toplumu $u prensipler üzerine insa edilmistir: rekabet, sömürü, birbirine celme takma, dirsek atma, göz cikarma, kim kimi kaziklayabilirse vs. vs.
    ilkokulda daha iyi notlar ve karne icin yaristirilan cocuklardan tutalim, bir sokakta ki birbirine rakip kücük esnaf; rakibini iflasa sürükleyip pazara hakim olmaya calisan büyük sirketlerden tutalim, devletlerarasi siddet ve savaslara, bir isyeri icin yarisan issizlerden tutalim, bir isyerinde ki calisanlararasi ve calisanlarla $efler arasi rekabet ve hiyerar$iye kadar, nereye bakarsan bak karsilikli dayanisma yerine herkesin herkese rakip oldugu bir toplumda, ogürsel gibi milliyetci idealistler ortak kader, ortak tarih, ortak ruh hali gibi hayali olgulardan bahsediyorlar; kapitalist bir toplumda var olmasi mümkün olmayan “ortak” seylerin özlemini cekiyorlar.
    “kültürel ortaklik” denilen sey de ayni sekilde hayal/illüzyondan baska birsey degil. klasik müzik dinleyenle müslüm gürses’i dinleyenin kültürel anlamda ortak bir yönü olmadigi acik degil mi? az egitimli genis halk yiginlarinin kahvehane muhabeti ile entel/aydin zümresinin konustuklari ayni seyler midir? ömürleri boyunca belki bir kere bile yollari kasi$memis, farkli mekanlarda ve kosullarda yasayan fakir fukara kesimi ile zengin sinifinin ortak yanlarindan bahsetmek mümkün mü?
    isid, ankara da, suruc da HDP ve solculari katlederken sevinen milyonlarla, HDP’liler arasinda hangi ortakliktan bahsedebiliriz. devlet kürdistanda kürt sehirlerini haritadan silerken, devletleri T.C.’ye tam destek veren milyonlar ile kürt ulusal tabanini birlestiren ortak seylerden bahsetmek idealistlik degilse nedir?

  112. “Fıtrat/eşyanın tabiatı” üzerine yukarıda (103’te) Nişanyan’ın sözettiği Hintli Swami Saraswati şöyle diyor;

    Dünyada bir nesneyi yaratmak için üç şeye gerek vardır. 1. Yapan, mesela çömlekçi. 2. Ham madde, mesela çömlek için gereken kil. 3. Kilden çömlek yapmak için gereken araç ve aletler. Çömlekçinin kilden çömlek yapabilmesi için, önce [çömlekçinin,] kilin ve aletlerin varolması gerekir. Aynı şekilde dünyanın yaratılışından önce doğanın temel ilkeleri/unsurları (प्रकृति prakṛti) vardı ve bunlar başlangıçsız ve sonsuzdur.
    SN notu: Hindu inancında yaratılış ve kıyamet olmadığını anımsayalım. İbn Rüşd de yanılmıyorsam felsefi yoldan aynı sonuca varmıştı.
    “Yaratılış,” “kıyamet” ve “mucize” kavramlarını atınca, Batı (Hindistan’a oranla) Tektanrıcılığının tanrısını malul eden en önemli mantıkî yüklerden kurtulmuş oluruz. Geriye bir şey kalır mı? Kalır elbette. Geriye insanların ve diğer mahlukların yaşantısını yöneten, adalet ve hak ve belki diğer güzel ve dehşetli şeyleri dağıtan, daha insancıl, daha sevimli, daha ahlakî bir tanrı – veya tanrılar – kalır. Bu kadarıyla yaşayabilirmişim gibi geliyor bana. Akıl ve bilim dışı da olsa, akla ve ilme karşı fahiş bir saldırı yok; estetik ve ahlaki boyutu değersiz değil. İlla tanrı(lar) lazımsa, bu vizyon bana daha makul gelir.
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2012/10/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm_31.html

  113. ‘Fitrat’tan benim ne anladigimi, daha dogrusu, hangi anlamda/baglamda kullandigimi izah etmege calismak sart oldu 🙂

    Once sunu soyleyeyim: Etimoloji iyidir hostur; ama, bugunu her zaman en iyi aciklayan calisma dallarindan birisi degildir.

    Neyin nereden ve nasil neset ettiginin tabii ki onemi vardir. Fakat, mesele sadece hangi harfin zamanla nasil okunusunun degistiyle bitmez. Ciddi anlam degisiklikleri de olabilir. Baska bir deyisle, herhangi bir dile girmis kelimenin kokeni ile ilgilense de, o dil icinde zamanla ortaya cikmis anlam degisiklikleri pek ilgi alanina girmez etimolojinin.

    Bunu etimolojinin bir eksigi sayamayiz; o kelimelerin kokeni ve tarihi ile ilgilenir; kelimenin bugunu cogu zaman kapsam disidir –cunku henuz tarih olmamistir.

    Neyse.

    Gelelim ‘fitrat’a..

    Benim kullandigim anlamiyla, fitrat, kisaca soyle ozetlenebilir:

    — Maziden bize, bugune, miras kaldigi sekliyle, herhangi bir seyin davranis bicimidir. Nasil tepki verecegidir.

    Bu ‘sey’ler, ister cansiz varliklar olsun, isterse de canlilar; hepsinin bir tepki verme raconu vardir.

    Cansiz varliklara ornek olarak, diyelim bir ev yapmak istiyorsunuz. Evi yapmak istediginiz yerin ‘fitrat’ini bilmeniz lazim. Toprak kayiyor mu, sel gelmek istidadi olan bir yer midir? Ruzgar nasildir. Gunes alir mi? Deprem bolgesi midir? vb vs.

    Yani, bakar bakmaz anlayamayacaginiz; biraz daha derununa inince ortaya cikacak olan ‘davranis bicimleri’.

    Canlilar icin verilebilecek ornekler cok.

    Mesela, ne kadar ugrasirsaniz ugrasin, bazi canlilari evcillestiremezsiniz.

    Bu realite o canlinin uzerinde yazmaz. Ya sora-danisa ogreneceksiniz, ya da –zor yoldan– deneyip basarisiz olanlar kervanina katilarak… caninizla odemezseniz ne ala.

    Bir de, daha soyut seylerin ‘fitrat’i var.

    Toplumlar, mesela..

    Kimi toplumlar mulkiyet kavramini pek de iplemezken (Kizilderililer, Avusturalya yelileri, Aborigine’ler, veya Afrika’daki bazi kabileler), kimileri de (Asya ve Avrupa) bu konuda cok titiz olabiliyorlar.

    Zaman icinde, ikinci grubun birinciye galebe caldigini goruyoruz.

    Mulkiyet kavrami, ilginctir, giderek daha da yerlesik hale geliyor; o kadar ki, ici (henuz) doldurulamamis olsa da, ‘fikri mukiyet’ diye bir sey daha icat edildi ve orman yangini gibi yayiliyor –solcularimizin buna itiraz etmeyisi bence ibretliktir ama o ayri bir baslik gerektirir.

    Toplumlarin ‘fitrat’ini ayrica neleri ‘ayip’/’gunah’ saydiklarinda; ayni, ahlak kodifikasyonlarinda da gorebiliriz.

    Yerine gore (ve zamanina da gore) degisiklikler arzetse de, verili bir ‘t’ zamaninda ‘fitrat’ sabittir.

    Dolayisiyla, hangi tesebbusunuzun basarili olacagi, hangisinin de husranla sonuclanacagi, ‘fitrat’a ne kadar uygun olduguna da baglidir.

    Herhangi bir seyin illa baskin bir dilin terminolojisi ile anlatilmasini isteyenlerimizi icin, ‘fitrat’in karsiligi olarak ‘nature of xxxxx’ dusunulebilir.

    Buradaki ‘xxxxx’in yerine ‘the beast’, ‘the soil’, ‘the times’, ‘the community’ filan gibi (ya da baska) seyler konulabilir. [Orneklerdeki ‘the’ onemlidir. Belli/belirli bir seyi ifade etmek gerektigi icin.]

    Fools ignore ‘fitrat’ at their peril.

  114. “Kimi toplumlar mulkiyet kavramini pek de iplemezken (Kizilderililer, Avusturalya yelileri, Aborigine’ler, veya Afrika’daki bazi kabileler), kimileri de (Asya ve Avrupa) bu konuda cok titiz olabiliyorlar.

    Zaman icinde, ikinci grubun birinciye galebe caldigini goruyoruz.”

    Bunun temel nedeni ikincilerin birinciler aleyhindeki yayılmacı devletleşme süreci değil mi? (Ekonomik yayılma da aslen bunun bir uzantısı değil mi?)
    Bu medeniyetin bir yasası gibi. Ya sen diğer ülkelere yayılacaksın, ya onlar senin ülkene yayılacak. Ve bu süreçte genellikle bir -veya az sayıda ülke başı çekecek, diğerlerinin liderliklerine son verecek.
    Bu süreci geri dönülmez biçimde başlatanların İran’da Persler olduğunu söyleyebiliriz galiba. Ardından Persleri yıkan İskender ve haleflerinin kurduğu krallıklar geldi.
    Daha sonra batıda Roma/Bizans ve doğuda İranlılar, sonra bu ikisi arasından sıyrılan Araplar bu süreci devam ettirdi. Emevilerden sonra Arap fetihleri durunca bir duraklama süreci yaşandı.
    Sonra yavaş yavaş günümüze geliyoruz zaten. Doğuda Osmanlı, dolayısıyla Türkiye, Rusya, batıda Avrupalıların denizaşırı yayılmacılığı, dolayısıyla ABD, Latin Amerika, vs.

  115. Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip,

    Önce, ‘106’da hönkürdüğünüz, ‘fıtrat’ kelimesi ile ilgili ifadenize kısaca değinerek başlayalım,

    Yalan atıyorsunuz!

    Siz, ‘106’da mübalağa ettiğiniz hâliyle değil, [kapitalizme boyun egilemez!] şiarınızla ‘fıtratçı’sınız!

    Devam edelim,

    [Boyle bir kurs vermiyorum; ama verecek olsam ucreti hayli yuksek olurdu. Boylece, sadece gercekten ogrenmek isteyenlerin katilmasini saglardim.
    Baskalarinin emegine, bilgisine belese konmagi bir ahlaki ustunluk saniyorsunuz, bu butun yazdiklarinizdan belli.
    Cok uyanik misiniz, yoksa andavalli mi, karar vermek zor.]

    Demek ki siz, ABD’de doğmuş-büyümüş-yetişmiş bir şahıs olsaydınız (ki pek de gerek kalmamış, bir ABD’li kapitalistten daha fazla kapitalist olmayı başarmışsınız! ‘Kraldan çok kralcı olmak’ misali!), eğitim kurumlarının ‘tuition-free’ olmasına topyekûn karşı çıkıp, belki de, Donald Trump’a -endorse- olmaya karar veren ‘libertarian-capitalist senator’ Rand Paul’ün sekreteri olmayı ‘yüksek maaş’ karşılığında kabul ederdiniz!

    Sizin küflenmiş zihniyetinize göre,
    Demek ki, ‘para ödemek isteyenler’ gerçek!
    Demek ki, ‘para ödemek isteMEyenler’ sahte!

    Ve hâttâ, ve hâttâ, ve hâttâ,
    Hayattaki ‘ahlâkı bütün yegâne kişiler’, kapitalistler, demek! Vah vah vah! Bu kadar mı çömezleştiniz!

    HAYATTA, EN DİKKATLE YAKLAŞILMASI GEREKEN, EN ‘ŞÜPHEYLE’ YAKLAŞILMASI GEREKEN ZİHNİYETLERDEN BİRİ, ‘AHLÂK BEKÇİLİĞİ’NE SOYUNAN ZIRTAPOZLARDIR! HELE HELE, BU ‘AHLÂK BEKÇİLİĞİ’Nİ, SOMA MADEN CİNAYETİYLE ÖLDÜRÜLEN ‘İNSANLAR’ İÇİN ‘MÜSTAHAK’ DİYECEK KADAR ŞUURSUZLAŞMIŞ SAYIN ‘FITRATÇI-TURGUT ÖZALİST’ VE ‘LAF MADRABAZLIĞI USTASI’ NECİP GİBİLERİ YAPMAYA HEVESLİ İSE!

    ‘Bill & Melinda Gates’, hem ‘kapitalistlikleri’nin, hem ‘mavi kanlı olmanın getirdiği şöhretleri’nin sayesinde, ‘DÜNYAYI KURTARMAYA SOYUNAN AHLÂK BEKÇİLİĞİNE’ devam ededursunlar, bakalım o ‘kapitalistliklerinin’ membaı olan şirket ne düzenbazlıklar yapmaya devam ediyor,

    ‘Microsoft, pazar hakimiyetini kötüye kullandığı gerekçesiyle AB Komisyonu tarafından 900 milyon euro para cezasına çarptırıldı.’
    (28 Şubat 2008, http://bit.ly/298Cjix)

    ‘Microsoft, müşterilerine internet tarayıcısı seçenekleri sağlamak yerine sadece Internet Explorer programını sunduğu gerekçesiyle Avrupa Birliği’nde 731 milyon dolar para cezasına çarptırıldı.’
    (6 Mart 2013, http://bbc.in/29hXu4N)

    Tam manâsıyla ‘Milton Friedman kafası’na sahipsiniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    ‘Tuition-free’ yazmışken, aklımıza, ‘tarihçi yamağı’ Murat Bardakçı geldi. O da sizin gibi ‘her şey özelleştirilsin, padişahlık makamı hariç’ diye geviş getire getire televizyondaki miadını doldurdu! (Eğer ‘yüksek maaş’ veren bir başka kanal bulursa, oraya zıplayacakmış!)

    Sürekli patron kıçı yalamak için teyakkuz hâlinde olduğumuzdan [uyur hâlde] olmamız mümkün değil.

    [Andavalli] olacak kadar şuursuzlaşmadık. Ama böyle birini yakından tanıyoruz, işte o kişi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuzlaşmış sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    [Ilginc. Baskalari, ezici cogunluk, bu ihtimalleri ‘kader’ denen, Allahin bir enstrumani, muglak bir kelime ile ifade ederdi.
    Anladigim kadariyla, siz, ‘kapitalizm’i ‘Allah’ kavramina denk kullaniyorsunuz.
    Ilginc.
    Bu boyle ise, ‘anti-kapitalist’ olmak da bir tur ‘Ateist’lik gibi bir sey olmali..
    Cok ilginc..
    Yahu, bu kadar dolambacli yollardan gideceginize, dogrudan dogruya ‘Ateist’ olsaniz daha az mesakkatli olmaz mi?]

    Kusura bakmayın, ‘kapitalizmi’ Allah yerine koyan, siz ve sizin gibi ‘fıtratçı’lar! → [Kapitalizm hayatin ta kendisidir! Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur! Evimizin diregidir o! Kapitalizm ne derse, o olur! Sıkmayın tatli caninizi! Cebinizi doldurmaya bakin!]

    Din-dinsizlik,
    Allah-Allahsızlık,
    Hatasız Peygamberlerden kurtuluş bekleyiciliği-kurtuluş bekleMEyiciliği,
    (…)
    Bunların hiçbiri ile ‘kendimizi tanımlamıyoruz’.

    ‘Kapitalizme karşı olan her kişi-topluluk’la müttefikliğimiz var.

    [Nasil yani?
    Tipki, ‘sevdiklerinizin acisini gorme’ demek gibi mi, yani, –ortulu bir bicimde– ‘butun sevdiklerinden once geberesin’ demek gibi mi?
    Simdi de beddua seanslarina mi basladiniz?]

    Laf madrabazlığınızın enfes örneklerinden biri daha, yukarıda köşeli [] parantez içinde mevcut!

    Dua-beddua ve benzerleri ile uzak-yakın temasımız yok.

    ’91’ numaralı metnimizi, anlamak için okuyunuz, ‘laf madrabazlığındaki maharetinizi’ sergilemek için değil!

    Sizin DE erken ölmeniz olası! Çünkü, ‘kapitalizmin gönüllü kölesi’ olmaktan o kadar hoşnutsunuz ki, üzerinize konteyner devrilse, kalp krizi geçirseniz, fabrikaya yetişmek için koşarken belediye otobüsü çarpsa vb. sizin DE sevdikleriniz arasından erken ayrılma riskiniz var! Siz yine de ‘özel sağlık sigortanızın primleri’ni aksatmadan ödemeye devam edin, belki beklenenden önce ölmezsiniz!

    [Onu anladik da, asil soru su, nerede ve hangi sartlarda olenler icin mustehak diyecek kadar suursuzsunuz?]

    Sizin gibi ‘ahlâk bekçiliği heveslisi’ olmadığımızdan, kapitalizm & komünizm & faşizm & ‘dinsizlikçi’lik & ‘dinci’lik vb.’leri tarafından işlenen cinayetlerle öldürülen insanlara ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuz değiliz!

    [Tam da ‘me mutlu’ diyecektim, sonra durdum.. Bu tur ‘akil kupu’ insanlarin yeterli sayida olmayisi bir talihsizlik tabii ki. Dahasi, kadere bak ki, 100 senelik omrunde edine edine sadece bir tane havari (sizi) edinebilmis..
    Neresinden bakarsak bakalim, basari hanesinde dise dokunur bir sey gorunmuyor.]

    Acaba [akil kupu] zırvanız ile yaftaladığınız bu insanların az sayıda olmasının nedeni, kapitalizm tarafından (hem ‘fiziki’, hem ‘düşünsel’ anlamda) öldürülmeleri olmasın sakın?! Malûm, ‘kapitalist ağa-anaların ve ağa-babaların’ DA katliam yapmak hususunda Stalin’den geride kalır yanları yoktu! Eğer daha önce okuduysanız, bir kez daha, ‘dikkatle’ okuyunuz, Émile Zola’dan ‘Germinal’ (ve, yukarıda, ’25’ numaralı metnimiz).

    [Havari] meselesine gelince,
    Sayın Fresco’nun (ve onun gibilerin) ‘hatasız paygamberlik’ kisvesine bürünmek gibi bir amacı yok!
    Ne cevap vermiştik size ’91’de,
    İnsan insan olduğundan
    Ezmekten ezilmekten nefret eder
    Ne altında köle ister
    Ne üstünde efendiye boyun eğer

    [Hayirlisi olsun, tabii ki.
    Bu arada, madem bir limit olarak o kadar belirleyici, gozunuzu WHO’nun istatistiklerinden ayirmayin.
    Olur a, hatali bilgi vardir ve duzeltmege kalkarlar. Mazallah.. Aniden vadeniz coktan dolmus olur.]

    ‘W.H.O.’nun DA ‘hangi kapitalist odaklar’ tarafından yönlendirildiğinden haberimiz var elbet.
    ‘Bozuk saatin bile günde iki kez doğruyu göstermesi’ diye anlatılagelen bir söz var, belki, dediğiniz tutar, öldüğümüz an, tam da istatistik verilerinin doğruyu gösterdiği bir ana denk gelir! Eğer sayın ‘Gün Zileli’nin şu sayfasına bir daha yazamazsak, bilin ki ölmüşüz!

    Siz DE ihmal etmeyin bu istatistik verilerini takip etmeyi sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip. Unutmayın, siz DE erken ölebilirsiniz!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  116. [Anlamadiginiz buradan acikca asikar, ‘Kapitalizm’i ‘antromorphise’ ediyorsunuz, etmeyin.
    O bir canli degil.
    Insan hic degil.
    Varlik bile degil.
    Sadece ruhunuzu kelepcelediginiz bir kavram.
    Bu ‘ocu’den kurtulmagi bir becerebilseniz rahatlayacaginizi temin ederim.]

    [kapitalizm hayatin ta kendisidir. Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur.] → Bu lafı söyleyen sizsiniz, çünkü, ‘kapitalizm fıtratçılığı’nın timsâllerindensiniz!

    Yine mi ‘çömezlik’?!

    Çok mu seviyorsunuz ‘çömez olarak’ yaşamayı sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip?!

    Ayn Rand, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Friedrich Hayek veya Milton Friedman’ın saçtığı zehirlerle boy ölçüşemeyecek kadar mineralimsi düzeydesiniz!

    Kahroluyoruz bu hâlinize!

    Size ve sizin gibilere kalsa, ‘para’ da yok, bunların hepsi ‘zahiri’!

    [E. Korktum simdi.
    Mulaane filan mi yapacak acaba?
    Beni temsil eden bir bez heykelcige igne filan mi saplayacak?
    Siz, bu musamerede zangoc mu olacaksiniz?]

    Ayin-mayin,
    Ritüel-mitüel,
    Okunmuş, üflenmiş muska hazırlamak-hazırlamamak,
    Totem(ler) etrafında turlamak-turlamamak,
    (…)
    Bunların hiçbiri ile uzak-yakın temasımız yok.

    Düzenlediğimiz konferanslara katılan, sizin gibi ‘çömezler’ DE var elbet, ama, sizden daha ele-avuca gelir argümanlara sahipler. İlk önce bu bahsettiğimiz çömezlerle bir araya gelip, seviyenizi bir nebze yükseltmelisiniz ki, konferanslara katılmaya devam ederken, sayın Fresco (ve diğer katılımcılara) soracağınız soruların ‘background’u sağlam olsun. Emin olun, sayın Fresco ve benzerleri DE etten-kemikten insan, kibirli kimseler değiller, ve aynı zamanda ‘hatasız peygamber heveslisi’ HİÇ değiller. Sizin gibi ‘laf madrabazlığı ustaları’ ile ömürleri boyunca milyon kez karşılaştıkları için daha mülayim üsluplarla yanıt verebiliyorlar, bizim gibi ‘keskin üslup’ kullanmaya pek yanaşmıyorlar.

    [Zangoc] meselesine gelince,
    Kiliseleri sürekli ziyaret ederiz, çünkü, oralarda DA ‘kapitalizm karşıtı kimseler’ epey var. Ziyaretlerimiz esnasında ‘çan çalan’ din hizmetlilerini dikkatle gözlemlemiştik, işlerinde mahir gibi gözüküyorlardı. Bu anekdotumuz dışında [zangoc] ve türevleri ile uzak-yakın temasımız yok.

    [Vah garibim..
    Madem o yolun yolcususunuz, mubarek mucadelenizde size DNA’dan baslamaniz gerektigini kimse soylemedi mi?]

    Şunu yazmaktan, haykırmaktan, sormaktan asla bıkmayacağız, ‘yine mi çömezlik’?! → [Kapitalizm hayatin ta kendisidir! Ve hâttâ, DNA’niza bile islenmistir! Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur! Evimizin diregidir o! Kapitalizm ne derse, o olur! Sıkmayın tatli caninizi! Cebinizi doldurmaya bakin!]

    Sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuzlaşmış bir kişiye, en esaslı cevaplaran biri, 1754 senesinde verildi zaten, siz (ve sizin gibiler) bugün hangi heyulalarda yaşıyorsunuz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip,

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Jean-Jacques Rousseau,
    ‘Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men’,
    1754

    [Yahu, kimdir bu kefere, neden isimlerini durduk yerde anip (sahitlik icin cagirip) onlari mezarlarinda taciz ediyorsunuz.
    Birakin huzur icinde yatsinlar.
    Kendi fikirlerinizi, varsa, kendi kelimelerinizle yazin da meydan bir kuheylan gorsun.]

    Ayn Rand, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Friedrich Hayek veya Milton Friedman’ın yamağı olan ‘SİZ’siniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip! ‘Sizin’ ağa-analarınız, ağa-babalarınız bu (ve tonla diğerleri) kimseler!

    [Kuheylan] mı?!
    Hiç güleceğimiz yoktu, sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip! [Kuheylanlarin] yazdıklarını okumak isterseniz, (http://www.mustafaakyol.org/) veya (http://www.robinsharma.com/) veya (http://www.elifsafak.com.tr/) veya (https://www.tonyrobbins.com/) adreslerindeki ‘zırvalara’ bakınız!

    [Kendi fikirlerimiz] maalesef yok!
    Çünkü,
    1. ‘Individualist’ değiliz!
    2. Fikirlerimizin açığa çıkmasına ‘kapitalist tahakküm’ müsaade etmiyor! İşte tam da bu nedenle, kapitalizmi ortadan kaldıracağız!

    ‘CULT COMPOUND’UN NASIL BİR ŞEY OLDUĞUNU NET ŞEKİLDE ÖĞRENMEK İSTERSENİZ, SİZİN ‘AĞA-BABALARINIZDAN’ BİRİNİN ŞU ‘MÜRİT SAĞMA SESSION’INI DİKKATLE İNCELEYİNİZ SAYIN ‘FITRATÇI-TURGUT ÖZALİST’ VE ‘LAF MADRABAZLIĞI USTASI’ NECİP,

    ( https://www.youtube.com/watch?v=Y_kJfCGIrlo )

    [Neil Young konusuna gelince.. Cok isa suren romantik solculugum donemlerimde severdim biraz.
    Ama, adam hala daha –amiyane tabirle– ‘kodugum yerde otluyor’..
    Telif haklari filan sozkonusu olunca, ooo, son derece kati mulkiyetci kesilenlerin elaleme solculuk satmalarina bir baska ornek..
    Geciniz.]

    Mesele, [telif haklari] denen [mulkiyetci] ucubenin DE kökleşmesine yol açan ‘kapitalist sistem’i ortadan kaldırmak!

    Neil Young’ı sevmeniz için, [kendinizi ‘romantik’ zannetmenizi] geçtik, ‘solcu’ olmanız gerekmiyordu ki! ‘Kapitalist tahakküm’ün ölümcüllüğünden bir nebze haberdar olan her kişi, Young (ve benzerlerinin) uyarı işaretlerine kulak verir, tıpkı sayın Fresco’nun da uyarı işaretlerine kulak verdikleri gibi. Pardon, siz, [kulak vermezdiniz] değil mi, tüh, unutmuşuz! Sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuz bir şahsın, kulak vermesini de ummuyorduk zaten sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    [Demagojinin de bir fiyati olmali.
    Ya da, daha dogrusu, bu kadar ucuz olMAmali.
    Bahsettiginiz ilac daha once hem bedava hem de herkese dagitiliyor muydu, ki sanki bir muktesep (kazanilmis) hak varmis gibi, simdi cikip –guya suret-i haktan– itiraz yaziyorsunuz?
    Eger oyle degildiyse, hamhayallerinizi suya indirmeniz gerekiyor.
    Baskalari urasip, arastirip, bir seyler bulacak, kesfedecek, icad edecek ve siz (ve baskalari) bunlari bedavaya (ya da ona yakin fiyatlara) sahipleneceginizi saniyoraniz, size once Galata Kulesini satmaktan baslamak lazim. Kelepir…]

    Yine, yeniden, ‘hâlâ mı çömezlik’?!

    Ne yazdık bu metnimizin en başında,
    {{{
    Demek ki siz, ABD’de doğmuş-büyümüş-yetişmiş bir şahıs olsaydınız (ki pek de gerek kalmamış, bir ABD’li kapitalistten daha fazla kapitalist olmayı başarmışsınız! ‘Kraldan çok kralcı olmak’ misali!), eğitim kurumlarının ‘tuition-free’ olmasına topyekûn karşı çıkıp, belki de, Donald Trump’a -endorse- olmaya karar veren ‘libertarian-capitalist senator’ Rand Paul’ün sekreteri olmayı ‘yüksek maaş’ karşılığında kabul ederdiniz!

    Sizin küflenmiş zihniyetinize göre,
    Demek ki, ‘para ödemek isteyenler’ gerçek!
    Demek ki, ‘para ödemek isteMEyenler’ sahte!

    Ve hâttâ, ve hâttâ, ve hâttâ,
    Hayattaki ‘ahlâkı bütün yegâne kişiler’, kapitalistler, demek! Vah vah vah! Bu kadar mı çömezleştiniz!
    }}}

    Ve bunun altına, bir başka meşhur şirketokrasi ‘Microsoft’un yaptığı düzenbazlıklardan örnekler verdik!

    Siz (ve sizin gibiler) tam manâsıyla ‘Ayn Rand’ın yaydığı zırvalar ile zehirlenmişsiniz!

    Siz (ve sizin gibiler) tam manâsıyla şu videodaki (https://www.youtube.com/watch?v=Y_kJfCGIrlo) ‘kapitalizm müritlerisiniz’!

    Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip gibileri,

    ‘Salaklara’ soykırım uygulansın, ‘kendini akıllı zannedenler’ uzun ömür yaşasın!

    ‘Bakkallara’ soykırım uygulansın, ‘Caroline Koç’ ve türevleri uzun ömür yaşasın!

    ‘Amatörlere’ soykırım uygulansın, ‘kendini profesyonel zannedenler’ uzun ömür yaşasın!

    ‘Bangladeş & Hindistan & Kamboçya & Mogadişu & Mecidiyeköy ‘Torunlar’ inşaat & SOMA’da soykırım uygulansın, ‘mavi kanlı Hollandalılar’ uzun ömür yaşasın!

    şiarlarını savunuyor!

    [Hay Tengri.. Bu ne garip bir tehditdir?
    Farkinda degilsiniz tabii ki; ama, once beni ‘patron’ kilmaniz gerekecek.]

    Metnimizin en başında ne yazmıştık,
    {{{
    Bir ABD’li kapitalistten daha fazla kapitalist olmayı başarmışsınız! ‘Kraldan çok kralcı olmak’ misali!
    }}}

    Siz ‘patron’ olmaya en başından teşnesiniz!

    Endişelenmenize gerek yok, kapitalizmi ortadan kaldırdığımız zaman, ‘patron olmak’ denen zırva da kendiliğinden bitecek!

    Özgürleşeceğiz, ‘libertarian’ zırva ile değil, ‘hakiki özgürlük’!

    Siz DE özgürleşeceksiniz!

  117. Sayın ‘marxist argüman’,

    Kapitalistlerin ‘konglomera-şirketleri’ veya toplu ifade ile ‘şirketokrasi’si tarafından lime lime edilen her tür yapıyı savunuruz. Siz de yazmışsınız, [kücük esnaf büyük sirketler karsisinda tutunamayip zamanla tarihe karisir.]

    ‘İdeal’ kelimesine sizle aynı pencereden bakmıyoruz.

    Bakkal, küçük esnaf ve benzerleri DE eziliyorsa (ki eziliyor. Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in DE ‘asalak bakkallar’ ifadesini kullandığını siz de okudunuz! SOMA cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ kelimesini yazdığını siz de okudunuz!), bakkal, küçük esnaf ve benzerlerini DE savunuruz.

    Kapitalizmi eleştirirken, neyin-nelerin ‘idealize’ edilip-edilmeyeceği üzerine kafa yorarken, ‘kapitalist düşünüş tuzakları’na düşmeyiniz.

  118. 2 Temmuz 2016 tarihli, ‘BÖLÜM 1’ başlığıyla yazdığımız metinde,

    (http://www.gunzileli.com/2016/06/14/10153/comment-page-3/#comment-215163)

    Siz, ’106′da mübalağa ettiğiniz hâliyle değil, [kapitalizme boyun egilemez!] şiarınızla ‘fıtratçı’sınız!

    ifademizi,

    Siz, ’106′da mübalağa ettiğiniz hâliyle değil, [kapitalizme bas kaldirilamaz! Cunku kapitalizm, DNA’larimiza kodlanmistir!] şiarınızla ‘fıtratçı’sınız!

    şeklinde düzeltir, sitenin ziyaretçilerinden özür dileriz.

  119. “Bunun temel nedeni ikincilerin birinciler aleyhindeki yayılmacı devletleşme süreci değil mi? (Ekonomik yayılma da aslen bunun bir uzantısı değil mi?)”

    Sebeplerini ve ne zaman ortaya ciktigi arastirmak, tartismak tabii ki faydali hatta gereklidir.

    Fakat, her hal-u arda iki rahmetten birine mahkumsunuz:

    1) Bu arastirmalar/tartismalar, mevcut durumu (‘fitrat’i) degistirecek ipuclarini verse bile (ki, bazan cok abartili bir beklenti olabilir bu –hele de zaman cinsinden), bunlarin uygulamaya alinmasi, sonuclarinin gorulmesi icin beklemeniz gerekir.

    2) Eldekini (‘fitrat’i) verili kabul edip, her ne yapacak idiyseniz, onu ‘firta’a ters dusmeyecek sekilde tasarlamaniz, uygulamaya koymaniz gerekir.

    “Bu medeniyetin bir yasası gibi.”

    Evet. Benim de isaret etmege calistigim tam da bu. Yazili olan –ya da, daha cok, olmayan– yasalar var. Her yasa gibi, bunlar da degisir; ama, bazilari hem cok zor degisir hem de cok uzun zaman alir; ya da hic degismez.

    “Bu süreci geri dönülmez biçimde başlatanların İran’da Persler olduğunu söyleyebiliriz galiba. Ardından Persleri yıkan İskender ve haleflerinin kurduğu krallıklar geldi. Daha sonra batıda Roma/Bizans ve doğuda İranlılar, sonra bu ikisi arasından sıyrılan Araplar bu süreci devam ettirdi. Emevilerden sonra Arap fetihleri durunca bir duraklama süreci yaşandı.”

    Bunlar bizim yakin cevremizde olan bitenler. Baska, uzak, diyarlar hakkinda cok az sey biliyoruz. Boyle olunca da, en azindan ben, hikayenin tamaminin bu oldugunu iddia edemiyorum.

  120. “eğitim kurumlarının ‘tuition-free’ olmasına topyekûn karşı”

    Yahu, bunu neden acikca sormaz da boyle lafin arasinda gecisitirirsiniz.

    Madem sormus gibi yaptiniz, cevap vereyim.

    Evet, yuksek ogretimin beles olmasina karsiyim.

    Bunu talep edenler, ‘egitim/ogrenim hakki’ diye bir palavra attilar ortaliga, ve tuttu.

    Tuttu, cunku murekkep yalamislarin cikarina olan seylerin tersine seyler pek duyulmaz –murekkep yalamislar fazlasiyla cazgirdirlar da ondan.

    Sundan dolayi karsiyim:

    ‘Egitim/ogrenim hakki’ diye bir sey yoktur.

    Bu her devirde ve her yerde bir imtiyaz olagelmistir.

    Yani, ‘egitim/ogrenim’ bir imtiyazdir.

    Bu imtiyazi size birileri bagislayabilir tabii ki; ama, bu imtiyazin bedelinin kimse tarafindan odenmeyecegi anlamina gelmez. Birileri hep oder.

    Ayrica, bilhassa yuksek ogrenimin bir imtiyaz oldugunu teyid eden baska bir gercek daha vardir: Sinavla girebiliyorsunuz.

    Eger gercekten bir hak olsa, herkese acik olmak zorunda olurdu. Oyle degil.

    Bu, konunun ‘felsefi’ tarafi.

    Gercek hayata bakinca, beles olmasinin (masrafa degecek) bir getirisi oldugu da supheli.

    Egitim kulliyen bedava olunca, katilanlarin sayisi artiyor (teorik olarak bu iyi bir sey; ama), sayilar yuksek olunca bunlar bir kamuoyu haline geliyorlar ve kendi iclerinde olmasi gereken rekabetin de (zor sinavlar vs) ortadan kalkmasini talep ediyorlar.

    Siyaset icin sayilar onemlidir; ama murekkep yalamislarin sayisi her zaman cok daha onemlidir. Dolayisi ile, taleplerini takir takir elde ediyorlar.

    Sonuc: Ellerine bedavaya bir diploma veriyoruz ve diploma sahibinin bilgisinin karsiligi o diploma kagidinin bedeline bile yaklasamiyor.

    Bu nahos durumun en iyi orneklerinden birisi de sizsiniz.

    “Demek ki, ‘para ödemek isteMEyenler’ sahte!”

    Yok yok. Oyle degil. Gene olmadik bir yerinizden anlamissiniz.

    Ben ‘sahte’ demedim. Onlar ‘gercek’ tabii ki. Ama, ya fazlasiyla uyanik ya da andavalli.

    “HAYATTA, EN DİKKATLE YAKLAŞILMASI GEREKEN, EN ‘ŞÜPHEYLE’ YAKLAŞILMASI GEREKEN ZİHNİYETLERDEN BİRİ, ‘AHLÂK BEKÇİLİĞİ’NE SOYUNAN ZIRTAPOZLARDIR!”

    Evet. Kendinize bu gozle aynada iyice bakin. Bedavacilik israrinizi da aklinizda tutarak.

    “Sürekli patron kıçı yalamak için teyakkuz hâlinde olduğumuzdan [uyur hâlde] olmamız mümkün değil.”

    Beslenme aliskanliklarinizi degistirmenizi onermek icin cok gec kaldigimin farkindayim.

    “[Andavalli] olacak kadar şuursuzlaşmadık.”

    Duzeltiyorum: “Andavalli oldugumuzun farkinda olacak kadar da surumuz yok” demek istiyorsunuz.

    “Sizin gibi ‘ahlâk bekçiliği heveslisi’ olmadığımızdan, kapitalizm & komünizm & faşizm & ‘dinsizlikçi’lik & ‘dinci’lik vb.’leri tarafından işlenen cinayetlerle öldürülen insanlara ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuz değiliz!”

    Hazin olan sudur: ‘Kapitalizm’ ‘ocu’sune yonelik her dediginizin aslinda sizin carpik ahlakcilik anlayisinizin urunleri oldugunun farkinda bile degilsiniz.

    “bu insanların az sayıda olmasının nedeni, kapitalizm tarafından (hem ‘fiziki’, hem ‘düşünsel’ anlamda) öldürülmeleri olmasın sakın?!”

    Diyorum ya, ‘kapitlazim’ bir canli, bir insan, bir fiziki varlik filan degil. Fakat, siz hala daha ‘antromorphise’ ediyorsunuz.

    “Unutmayın, siz DE erken ölebilirsiniz!”

    Erken olum diye bir sey yok.

    “kapitalizm hayatin ta kendisidir. Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur.] › Bu lafı söyleyen sizsiniz”

    Nerede ne zaman soylemisim? Link lutfen.

    “Düzenlediğimiz konferanslara katılan, sizin gibi ‘çömezler’ DE var elbet”

    Sizin mantik orgunuz sokuk, darmadaginik..

    Birisine hem ‘comez’ demek, hem de onun ‘kurs’una yazilmagi talep etmek..

    Yok, azizim, yok.. bundan boyle sizinle yazismalarimizi vakit gecirmek olarak kabul etmek zorundayim.

    “Sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuzlaşmış bir kişiye”

    Olmadik yerinizden uydurudugunuzu soyleyecektim ama daha da kotu bir ihtimal var. Siz, bunlari uydurmak yerine, gercekten soylenmis sozler saniyorsunuz.

    Halusinojenik ve vahim bir durumdur bu.

    Aksini iddia edecekseniz, ucuz propoganda tekniklerini brakip, gercekten nerede ve tam olara ne dedigimi yazmaniz lazim.

  121. Yukarida, ‘101’ nolu yorumda sadece bir link birakip gitmis bir ‘Anonim’.

    Genelde bu tur linklere itibar edip tiklamam; ama, nedense ‘dur bir bakayim’ dedim.

    Linkin kendisi su: http://marksist.net/oktay-baran/guclu-devlet-ve-fasizm.htm

    Yazan kisi de ‘Oktay Baran’ isimli birisi –gercek ismi midir, mustear midir, bilmiyorum.

    Yaziyi okuyunca bir defa daha emin oldum ki, kendine ‘Marksist’ diyenler cok saf insanlar; daha dogrusu ‘cocuksu’..

    Nedeni de su:

    Sanki Marksist pratikte ‘guclu devlet’ diye bir sey yokmus, varolanlar icinde (halkina karsi) en ‘guclu devlet’ Marksist pratikte gorulmemis gibi, tutmus ‘guclu devlet’ nosyonunu ‘fasizm’in bir mutemmim cuzu gibi pazarlamis.

    Dahasi var, ‘guclu devlet’in anti-tezini (yani, ‘kucuk devlet’ vs vb) savunanlarin ekonomik/siyasi liberaller oldugunun da farkinda degil gibi.

    Ya da, ben mi yeni durumu anlamis degilim?

    Marksistler boyle mi gunah cikariyorlar –eskileri olmamis sanarar.

    Ya da, Marksistler liberal mi oldular?

  122. marxist argüman

    beyaz yakalilar,

    birincisi, daha önce “marx” isimli yorumcuya yaptigim elestiriyi size de yapayim: kapitalist necip’in her sacmaligina cevap yazmak zorunda degilsiniz. necip’in i$i gücü zaten bo$-bele$ polemik yapmak, sizde kendisine ma$allah bol bol malzeme sunuyorsunuz.

    ikincisi, ben bir komünist olarak ne kücük esnafi ne soma da ki kömür iscilerini, kisacasi ezilen/sömürülenleri savunmuyorum, cünkü ben kendimi dünyayi ve ezilenleri/sömürülenleri kurtaracak süpermen olarak görmüyorum. peki benim yaptigim ya da yapmaya calistigim nedir: günümüz dünyasinda olan biten siyasi/ekonomik/toplumsal hadiseleri dogru bir sekilde analiz etmeye calismak; kapitalist ekonomi, kapitalist devlet ve kapitalist ulus olgularini dogru anlamak ve bunu baskalarina da aciklamak. sayet benim ya da benim gibilerinin yazdiklarini kücük esnaf, soma iscileri okurlarsa, ikna olurlar mi, olmazlar mi, okuduklarindan hangi sonuclara varirlar, bu artik onlara kalmis. örnek: ogürsel’in ulusalci bir idealist olarak günümüz sinifli, hiyerar$ik kapitalist toplumunda “harmoni” aramasinin, bunu bulamadigi yerde de bu harmoninin özlemini cekmesinin neden bir hayal/illüzyon oldugunu yukarda ki yorumlarimdan birisinde aciklamaya calistim.

    lafi suraya getirmek istiyorum, ne kapitalizm benim sahsi meselem, ne de bu dünya benim tapulu malim. sizin ve benim sikayetci oldugumuz bu düzeni calisarak, vergi vererek, askerlik yaparak, vatandasi olduklari devleti ve ait olduklari ulus’u savunarak ayakta tutanlar sizin savunmaya calistiginiz bu insanlardan baskalari degil. yani sizin savundugunuz o kücük esnaf ve soma iscileride bu düzeni savunanlara dahiller. bundan dolayi ben sizin ezilenleri/sömürülenleri savunmanizi, idealize etmenizi yanlis buluyorum, ve ben sizin yaptiginizin tam tersini yapiyorum: sizin savundugunuz ve idealize ettiginiz bu kitleleri ben elestiryorum, onlarin kapitalist devlet/ulus ve kapitalist ekonomiye dair yanlis bilinclerini elestiriyorum. size “gegenstandpunkt” dergisinde ki analiz yazilarina göz atmanizi tavsiye ederim.

    ücüncüsü, nerde bir protesto olursa, bunu hemen kapitalist düzene bir isyan sanmayin ve hemen idealize etmeyin. mesela gezi protestolarinin anti-kapitalist bir protesto ile alakasi yok. gezi komitesinin talepleri internette var, bakabilirsiniz, o talepler icinde ne kapitalist ekonomiye ne de devlete tek bir elestiri, itiraz yok. AKP hükümetine itiraz etmeyle devlete/düzene itiraz etmeyi birbirine karistiriyorsunuz. fransada ki protestolar ise ekonomik icerikli olduklari icin gezi protestolari ile ayni kefeye konulamazlar. fakat burda da yine dikkat: ücret talebi ile yapilan sendikal grev, protestolar da otomatikmen kapitalist düzen karsiti hareket anlamina gelmez. bir protestonun niteligini anlamak icin taleplere bakmak $art. yalniz fransadakine benzer ekonomik talep icerikli protestolar kitleleri ister istemez devlet ile karsi karsiya getirir. devletin, kapitalist düzenin koruyucu ve garantörü oldugunu anlamak acisindan, böylesi protestolar önemlidir. i$ piyasasini/yasalarini isverenlerin/kapitalistlerin lehine, calisanlarin alehine degistiren bu yasalari ilk alman devleti yaklasik 15 yil önce yürürlüge koydu, almanyada ki calisanlar fransadakiler gibi bir tepki göstermediler, yani daha uysal davrandilar. bu yasalar türkiyede de kisa bir süre önce cikarildi, türkiyede de sendikalarin protestosu sadece lafta kaldi.

  123. Necip bazı yorumlarında iklimin önemine değinmişti. Şu yazı da ilginç;

    Grönland’ın Buzu

    Son yıllarda Grönland’ın buzu da eridi diyorlar, şimdi ne kalmıştır bilmem. 90’lı yıllarda kalınlığı üç bin küsur metreymiş. Biri Amerikalı biri Avrupalı iki ekip adanın tam ortasında iki mil arayla iki kamp kurmuşlar, kapılara kilit deliği açmak için kullandığımız dairesel matkapla buza girip üç biner metrelik iki kesit çıkarmışlar. Richard Alley, The Two-Mile Time Machine (“İki Millik Zaman Makinası” Princeton U. Press, 2000 ve 2014) mütevazi ve esprili bir dille, o macerayı anlatıyor. Menemen cezaevindeki tecrit hücresinde bir iki gün onunla geçti.

    Grönland’ın buzu yüz bin yıllıkmış. Daha önce havalar bir müddet sıcak olduğundan kar yağmamış, yahut erimiş. Yazın yağan kar kışa oranla daha pürtüklü ve bulanık olduğundan, tıpkı ağaç gövdesinin halkaları gibi, her yılın buz tabakası net bir şekilde ayırt edilebiliyor. Arkadaşlar üşenmeden beş sezon çalışıp, yüz bin tabakayı teker teker kayda geçirmişler. Her tabakanın elektrik iletkenliğini ölçüp buzdaki asit oranını -dolayısı ile asitliğe yol açan volkan püskürmelerini, dünyanın öbür ucundaki orman yangınlarını- tespit etmişler. Buzun içinde kalmış tozları polen kalıntılarını analiz etmişler. Sudaki izotop oranından her yılın ortalama sıcaklığını hesaplamışlar. Buzun içindeki hava kabarcıklarını inceleyip, atmosferdeki karbondioksit, metan vb. oranını ölçmüşler. Çıkardıkları buz kolonu erimesin diye eksi otuz derecede çalışmışlar. Sonra kolonu parça parça paketleyip, daha fazla inceleme için, ABD’deki araştırma enstitüsüne yollamışlar.

    Ölçtükleri şeylerin sınırı yok. Mesela buzdaki kurşun oranı normalde sıfır iken, bundan 2000 yıl önce başlayıp 1700 yıl önce biten aralıkta gramda bir iki pikograma (gramın trilyonda birine) yükseliyor. Bunu Roma İmparatorluğu döneminde kentlere kurşundan su boruları döşenmesiyle açıklıyorlar. Sonra düşmüş; sanayi devriminden sonra 50 pikogram dolaylarına çıkmış, 1960’larda 300 pikogramı aşmış. Kurşunlu benzinin kullanımdan kalkmasıyla son yıllarda ciddi bir düşüş görülüyormuş. Burası Grönland’ın dağı , en yakın trafik sıkışıklığı birkaç bin kilometre ötede.

    Tarihlendirmeyi test etmek için İzlanda’da 1783’deki devasa volkan püskürmesini esas almışlar. Kül katmanını hemen bulmuşlar, ama ilk bakışta olması gerekenden üç yıl geç çıkınca kafalar karışmış. Bir süre çözememişler. Sonra anlaşılmış ki kayıt hatası var, arada bir yerde üç tabaka deftere aktarırken atlanmış. O duyguyu bilirsiniz: Dükkan hesabı eksik çıkar. Sabaha kadar saçını yolar, açığı bulamazsın. Oysa çözüm gözünün önündedir. Keşfettiğin an elindeki iş gün gibi ışır. Aha, evreka, işte hakikat!

    Üstteki tabakaların alttakini ezmesi ölçümleri nasıl etkiler diye geliyor akla. Problem değilmiş; basit bir matematiksel modelle ezilme oranı hesaplanıyormuş. Aynı şekilde, buzun yanlara “akması” ile oluşan kayıp da modellenebiliyormuş. En yeni tabakalar yıllık yaklaşık altmış santim; en diptekiler bir santimden ince. O ince katmanın gençken kaç santim olduğunu kolayca hesaplayabiliyorsun.

    Peki ne bulmuşlar?

    Birincisi, son onbir bin beş yüz yılda dünya iklimi daha önce görülmemiş ölçüde istikrarlı bir ılık dönem yaşamış. Maksimum yıllık ortalama ile minimum yıllık ortalama arasında sıcaklık en çok beş-altı derece oynamış. İlginçtir ki bu 11.500 yıllık süre, insanoğlunun tarımla uğraştığı döneme tam olarak denk geliyor. Yani medeniyet dediğin çok dişli canavar belki de hava durumunun bir ürünü.

    11.500 yıldan öncesi yalnızca daha soğuk değil, ayrıca feci derecede istikrarsız. Bir yüzyıldan ötekine korkunç soğumalar ve korkunç ısınmalar görülmüş. Yıllık ortalama bazen otuz kırk derece oynamış. Mesela Yeni Drayas denilen 1300 yıllık buzul dönemi iki üç yıl içinde pat diye sona ermiş. O koşullarda kolaysa bahçende marul yetiştir bakalım.

    Daha ilginç bir ayrıntı göze çarpıyor, ki kitabın asıl üzerinde durduğu konu da bu. Yüz bin yılda altı-yedi kez ısınma dönemlerini, çok kısa süre sonra aynı derecede ani ve şiddetli soğumalar izlemiş. Bunu açıklayan en inandırıcı tez şimdilik şu: Ani ısınma sonucu kuzey buzları eriyince okyanuslar soğuk ve tatlı suyla doluyor. Bunun sonucunda, dünyanın en önemli ısı dağıtım mekanizması olan Kuzey Atlantik akıntısı “batıyor”. Yani Ekvator’dan gelip Norveç kıyılarına uzanan ılık tuzlu su akımı soğuk tatlı suyun altına iniyor. Bir daha kendini toparlaması yüzlerce yıl sürermiş. Ekvator bölgesi aşırı ısınırken Kuzey yarımküre anormal bir kış dönemine girmiş olmalı.

    Gene olur mu? Kitap bu konuda kesin bir tavır almaktan kaçınıyor. Atmosferdeki karbondioksit oranının, daha önceki normallerin iki-üç katına çıkmasının sonucu ne olur? Buna da sadece parmak ucuyla değiniyor. Çıkardığı sonuç kısaca şu: İklime güvenme. 11.500 senedir iyi gitmesi, hep öyle gidecek anlamına gelmez. Biraz geniş açıdan bakarsan, normal olan iklimin düzgün gitmesi değil, gitmemesi. Hesabını ona göre yap.

    Neydi o filmin adı? Day After Tomorrow, hani buz çağı bastırınca New York Şehir Kütüphanesine sığınıyorlar. Galiba ilhamını bu kitaptan, ya da akıntı batması tezinin asıl sahibi olan Columbia Üniversitesinden Wally Broeker’den almışlar.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2016/07/gronlandn-buzu.html

  124. Greenland’daki o calismayi ve yansimalarini daha onceleri takip etmistim.

    Ilginc bir acilimi sudur:

    Aztec’ler uzerinde calisma yapan bir grup arkeologdan birisi, bu calismadan haberdar olan birisi, azteclerin son donemlerinde cok rastlanan korkunc suratli heykelleri aciklamakta zorluk cekince, Greenland ekibine basvurur:

    O devre rastlayan iklim datasi varsa, kendileriyle paylasmalarini rica eder.

    Gelen data, oldukca aciklayicidir. Anlik denebilcek bir isinma donemi baslamistir.

    Nisanyan’in sonda ikinci paragrafinda degindigi (ve, bu kadarla biraktigi icin bence haksizlik ettigi) “dünyanın en önemli ısı dağıtım mekanizması olan Kuzey Atlantik akıntısı ‘batıyor'” dedigi sey aslinda cok onemli.

    ‘The Great Conveyor’ deniyor bu akintiya. Meksika Korfezinden baslayip, ‘The Gulf Stream’ adiyla Ingilitere/Galler sahillerine kadar gidiyor.

    Meksika Korfezinden gelen bu sicak su akintisi, denizin ustunden geliyor, Ingilitere/Galler sahillerine kadar sicak su getiriyor (iklimi yumusatiyor) ve soguduktan sonra da, denizin dibinden tekrar Meksika Korfezine giderek yuzeye cikip orayi sogutuyor.

    Tam anlaminla, bir konveyor gibi calisiyor yani.

    Bu konveyorun kirilmasi (ya da erken batmasi) icin de, kutuplardan kopup gelen buzularin bu akintiyi vaktinden erken sogutmasi demek.

    Iste bu yuzden, ozellikle Birlesik Krallik’in odu kopuyor. Sirf bu yuzden, turlu cesitli ekonomik olmayan (fakat, ekolojik diye pazarlanan) ‘yenilenebilir enerji’ yatirimlari yapiyorlar. Offshore ruzgar turbinler filanlar; Londra’yi su basmasin diye insa edilen devasa kapilar vs.

    Benzer tedbirleri, Meksika Korfezine komsu olan ulkelerden de beklemek gerekir aslinda. Cunku, Ingiltere (ve daha sonra Avrupa) mikro-buzul cagina girerken, Meksika Korfezine komsu ulkeler de korkunc bir kuraklik yasayacaklar.

    Fakat, ‘paranin gozu kor olsun’; bu ulkelerin neredeyse tamami zugurt… tedbir bir yana, konuyla ilgilenecek kadar baslarini beladan kurtaramiyorlar..

    Soylenen o ki, bu durum ABD’yi pek de etkilemeyecek; bu yuzden de, ABD, Kyoto Sozlesmesini takmadi, takmiyor ve takmayacak.

  125. Necip gelmiş…
    Niye haber etmediniz arkadaşlar?

    Necip tek başına RTE gibi görünüyor.

    Diğerleri, CHP – MHP – HDP gibi görünüyor.

    Necip’e yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar ama Necip’in bileğini hiçbir türlü bükemiyorlar, RTE’nin bileğini bükemedikleri gibi.

  126. Bir yandaş yazar öğrencilerin protestolarından korkmuş (Bu arada merak ediyorum Necip bu gençler hakkında ne derdi acaba? Yandaşlar kadar olmasa bile karşı olabilirdi. En azından onlara karşı savunmazdı. Bir de Gezi’yi küçümseyenler -Marxist Argüman da bu konuda Necip’le hemfikir- bu yandaşın Gezi’den ödünün kopmasına ne derler acaba?)

    Liseleri Sivil Darbe Teşebbüsüne Âlet Etmek İstiyorlar / Mehmed Şevket Eygi

    BİR askerî birlikte herhangi bir aksaklık olsa, bundan dolayı askerlerin, konuşma yapan kumandana arkalarını dönerek protesto gösterisi yapmaları doğru olur mu
    Olmaz, bin kere olmaz.
    Böyle bir şey askerlik disiplinine ters düşer ve orduya ülkeye halka büyük zarar verir.
    Liselerde okuyan gençlerin çoğu hukuken çocuk statüsündedir ve onların devleti, siyasî iktidarı, müdürlerini, idarecilerini topluca protesto etmeye hakları yoktur.
    Taksim’de yapılan GEZİ hadiselerini biliyoruz. Birkaç ağacın kesilmesini bahane ederek sivil darbe yapmak istemişlerdi.
    Ukrayna’da da böyle hadiseler olmuş, orada GEZİ’ciler kazanmış ve ülke büyük kayıplara uğramıştı. Kırım elden gitmiş, doğuda Don bölgesinde ayrılıkçılar iç savaş başlatmıştı.
    İçteki ve dıştaki derin güçler, Dönmeler, bazı kaşar politikacılar, yıllardan beri liseli gençlerimizi sokağa dökerek onları kirli emellerine alet etmek istiyor.
    Büyük kısmı kanunlara göre reşid olmayan öğrencileri böyle maceralara itenler kesinlikle vatansever değildir.
    Hastahanelerdeki âcil servis mensupları toplu protesto yapsalar ne olur.. Büyük facialar olur, dehşetli zararlar meydana gelir.
    İtfaiyede protesto ve grev yapılabilir mi
    Birtakım rezil ve kirli güçler liselerimizden ellerini çekmelidir.
    Türkiye’yi 1930’ların faşizmine götürmek isteyenlerin demokrasiden bahs etmeye hakları yoktur.
    Çoğu çocuk statüsünde olan liseli gençlerin korunmaya ihtiyacı vardır.
    Onları kanunsuz eylemlerin, GEZİ’lerin, yıkıcı hareketlerin içine çekmek isteyenler suç işliyor.
    Bütün vatansever veliler, çocuklarını yeni GEZİ’lere, sivil darbe teşebbüslerine alet etmek isteyenlere karşı çıkmalıdır.
    Halk, liselerde döndürülen dolapların içyüzünü bilmelidir.
    Egemen azınlıkların entrikaları önlenmeli ve boşa çıkartılmalıdır.
    Devlet istihbaratının bu konudaki bilgileri kamuoyuna açıklanmalıdır.
    Eğitimimiz ve okullarımız zaten düzgün değil, liselerdeki son anarşik hadiseler, durumu büsbütün fenalaştıracaktır.
    Aklı başında, sağduyulu, vatansever, efendi bütün liseli öğrencilerimiz okullarını maceraperestlere karşı korumalıdır.
    Siyasî iktidar, liseler konusunda bilgece davranmalı, sağduyu ile hareket etmelidir.
    Liselerin başına engin kültürlü, eğitim ve pedagoji branşlarında derin uzmanlığı olan, tecrübeli, birikimli, ağırlığı olan şahsiyetler getirilmelidir.
    Sivil darbe heveslisi GEZİ’cilere fırsat verilmemelidir.
    Bundan birkaç sene önce cereyan eden GEZİ hadiseleri, birkaç ağacın kesilmesini protesto eden vatandaşların işi değildi. Fitne ve fesat hareketinin içinde hayli yabancı ajan ve militan vardı.
    Bugünkü lise hareketleri de mâsum çocuklarımızın işi değildir.
    1968’de Fransa’da olup biten gençlik hareketi incelenmeli, General de Gaulle’ün bunu nasıl bastırdığı öğrenilmeli ve gereken bütün tedbirler alınmalıdır.
    Gerekiyorsa, terör ve sivil darbe karşıtı milyonlarca halk, yasal sınırlar içinde çok disiplinli şekilde toplanmalı ve yürümelidir.
    GEZİ hareketi başarılı olmuş olsaydı, Türkiye Ukrayna gibi parçalanacaktı.
    Liselerimiz terörden uzak tutulmalıdır.
    Şu hususu da bilmeliyiz ki:
    Liselerde başlatılmak istenen terör, anarşi ve kaos hareketi partizan ve sekter zihniyetle çözülemez.
    Liselere yeni müdürler atanacaksa, bunların mutlaka ve mutlaka ehliyetli, liyakatli, kompetan, birikimli, tecrübeli, müdebbir kimseler olması gerekir.
    Sadece bizden olması yeterli değildir. Aynı zamanda ehliyetli liyakatli ve güçlü olması gerekir.
    Asıl fazilet bizden olmak değildir. Faziletlerini ve meziyetlerini düşmanlarının ve karşıtlarının da kabul ettiği kimseler olmalıdırlar.
    http://www.milligazete.com.tr/liseleri_sivil_darbe_tesebbusune__let_etmek_istiyorlar/mehmed_sevket_eygi/kose_yazisi/30105

  127. “Bu arada merak ediyorum Necip bu gençler hakkında ne derdi acaba?”

    O kadar da ‘teklifli’ degiliz (yani, aramizda o kadar da mesafe yok); dogrudan sorun; cekinmeyin 🙂

    Ben, herhalde artik tahmin edebiliyorsunuz, Eygi’nin baktigi yerden/acidan bakmiyorum.

    ‘Timarhaneyi delilere birakamayiz’ baglaminda soylediklerine katilsam da, geri kalani –bence– konuyla alakasiz.

    Cogumuzun iskaladigi bir sey var: O ‘mutena’ okullardan yayinlandigi soylenen o bildirileri ogrenciler degil, ‘mazunlar dernegi’ yayinliyor.

    Gezi ile en bariz benzerligi de burada.

    Malum, Gezi’de de ‘asiri zeki cocuklar’ degil, bilmemneresinin killari kacinci defadir agarmis, nicedir gerile gerile nereleri parildar olmus, moruklar sahneyi ele gecirmisti.

    Simdi de, kim olduklari bilinmeyen, bilinse de umursanmayan, gercekten de o okulalrdan mezun olmus olsalar bile, okulun iyiligine/ihtiyaclarina yonelik yarali parmaga idrar dokmek kadar bile olsun katkisi vaki olmamis bir guruhun yavelerini, nasil olduysa, bir miktar ciddiye aldi birileri (her iki taraftan da).

    Ben almadim.

    En buyuk derdi sac stili/rengi, yuzundeki sivilceler, ne giydigi –baskalarinin da ne giydigi– hangi elektronik zimbirtilara sahip oldugu/olmadigi, ‘okuldan/derslerden nasil yirtarim’ konusu vb vs olan bir yas grubundan bahsetmiyor muyuz?

    Elin tenasul uzvuyla gerdege girmege aliskin olan solumuzun bu kadar da caresiz bir duruma dustugunu gormek uzuyor insani.

    Tek tesellim, mustehak olduklarini dusunuyor olmam.

  128. Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip,

    [‘Egitim-ogrenim hakki’ diye bir sey yoktur.
    Bu her devirde ve her yerde bir imtiyaz olagelmistir.
    Yani, ‘egitim-ogrenim’ bir imtiyazdir.]

    Anlaşılan o ki, ‘çömezliğinizden’ bıkmayacaksınız. Mühim değil, hayat, size DE öğretir!

    Hep aynı zırva, hep,
    [Bu her devirde ve her yerde bir imtiyaz olagelmistir.]
    Salla meydanın ortasına yalanı, inanan belki çıkar sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    Bizi kahreden, ağa-analarınızın ve ağa-babalarınızın hönkürdüklerinin seviyesinin yanına bile yaklaşamamanız!

    ‘Milton Friedman’ isimli ağa-babanız DA [‘egitim-ogrenim’ bir imtiyazdir] diye geviş getire getire ihtiyarlayıp göçtü!

    ‘Selling School Like Groceries – The Voucher Idea’
    23rd September 1975
    ‘The New York Times Magazine’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29dlbM1 )

    ‘On Busting the School Monopoly’
    5th December 1983
    ‘Newsweek’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29dYZTy )

    ‘Who Wins, Who Loses – A Look at the Future’
    1st July 1998
    ‘The School Choice Advocate’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29kR1GA )

    ‘Why America Needs School Vouchers’
    28th September 2000
    ‘Wall Street Journal’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29eZGbD )

    [Ayrica, bilhassa yuksek ogrenimin bir imtiyaz oldugunu teyid eden baska bir gercek daha vardir, sinavla girebiliyorsunuz.
    Eger gercekten bir hak olsa, herkese acik olmak zorunda olurdu. Oyle degil.
    Bu, konunun ‘felsefi’ tarafi.
    Egitim kulliyen bedava olunca, katilanlarin sayisi artiyor (teorik olarak bu iyi bir sey; ama), sayilar yuksek olunca bunlar bir kamuoyu haline geliyorlar ve kendi iclerinde olmasi gereken rekabetin de (zor sinavlar vs) ortadan kalkmasini talep ediyorlar.
    Sonuc, ellerine bedavaya bir diploma veriyoruz ve diploma sahibinin bilgisinin karsiligi o diploma kagidinin bedeline bile yaklasamiyor.
    Bu nahos durumun en iyi orneklerinden birisi de sizsiniz.
    ‘Demek ki, -para ödemek isteMEyenler- sahte!’
    Yok yok. Oyle degil. Gene olmadik bir yerinizden anlamissiniz.
    Ben ‘sahte’ demedim. Onlar ‘gercek’ tabii ki. Ama, ya fazlasiyla uyanik ya da andavalli.]

    Şu ‘kapitalizm duvarı’nı aşabilsek, konunun [felsefi] taraflarına da geleceğiz, ama kapitalizm duvarını henüz aşmadık!

    ‘Paran yoksa, [felsefe] de yok’ şiarını savunan (yukarıda ağa-babanızdan DA örnekler verdik!) küflenmiş bir zihniyetin son çömezlerinden biri olmaktan vazgeçecek gibi gözükmüyorsunuz!

    Bahsettiğiniz [(zor sinavlar vs) ortadan kalkmasini] talep edenler, daha çok, ‘ana-baba parası ile’ Nişantaşı taraflarındaki ‘butikvari eğitim kurumları’nda eğitim gördüğünü zannedenlerdir! (Not, dikkat buyurunuz, ‘hepsi’ diye yazmadık. ‘Daha çok’ kelimeleri ile niteledik!)

    ‘Bilim’, ‘para’yla satılamaz!

    ‘Ben özel-mülkiyetçi eğitim zihniyeti istiyorum arkadaş, özel-mülkiyetçi eğitim zihniyeti!’ hönkürmeleriniz beyhude sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    [Andavalli] olmadığıNız aşikâr.

    Fakat, [kurnaz tilkilere] kurs verecek kadar ‘akarken doldur’ [uyanikligina] sahip olmaNız aşırı parlıyor! Gözlerimiz kamaştı!

    [Evet. Kendinize bu gozle aynada iyice bakin. Bedavacilik israrinizi da aklinizda tutarak.
    Hazin olan sudur, ‘kapitalizm’ ‘ocu’sune yonelik her dediginizin aslinda sizin carpik ahlakcilik anlayisinizin urunleri oldugunun farkinda bile degilsiniz.]

    Hem, Afrika’daki açlığın önüne geçmek için göstermelik ‘philanthropic’ yardımlarda bulun, hem ‘kapitalist piyasa hakimiyetini kaptırmamak için’ düzenbazlıklar yap! (Kanıt 1, 28 Şubat 2008, http://bit.ly/298Cjix) (Kanıt 2, 6 Mart 2013, http://bbc.in/29hXu4N)!

    Bari, ‘ahlâk’ kelimesinin içini pisletmeyin sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    [Beslenme aliskanliklarinizi degistirmenizi onermek icin cok gec kaldigimin farkindayim.]

    Sadece bize [oneri] yapmak da gecikmediniz, GMO(GDO)’lu yiyecek-içeceklerin yıllar önce üretilmeye başlandığını gözlemlediğiniz hâlde, ‘kâr gelsin de, nasıl gelirse gelsin’ şiarını benimsemiş bir kapitalist olduğunuzdan, kendi çoluğunuzun-çocuğunuzun ‘nutrition’ düzeninin DE allak-bullak olmasının önüne geçemediniz! Ağlayın hâlinize!

    [Duzeltiyorum, ‘Andavalli oldugumuzun farkinda olacak kadar da surumuz yok’ demek istiyorsunuz.]

    Düzeltelim, SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuzlaşıp, [kurnaz tilkilere] kurs verecek kadar mahirleşip, kapitalistleşmektense,

    ‘Andaval’ olmayı tercih ederiz! (Kapitalist ‘Robert Bosch’a saygılarımızla! http://www.bosch.com/en/com/bosch_group/history/theme_specials/robert_bosch/principles.html)

    [Diyorum ya, ‘kapitalizm’ bir canli, bir insan, bir fiziki varlik filan degil. Fakat, siz hala daha ‘antromorphise’ ediyorsunuz.]

    ‘Çömezlik’ yine mi?! → [Kapitalizm hayatin ta kendisidir! Ve hâttâ, DNA’niza bile islenmistir! Yeri gelir sever, yeri gelir oldurur! Evimizin diregidir o! Kapitalizm ne derse, o olur! Sıkmayın tatli caninizi! Cebinizi doldurmaya bakin!] zırvasını hönküren sizsiniz!

    [Erken olum diye bir sey yok.]

    Var efendim, var! Hem de nasıl var!

    ‘Kansersin ve paran da yok, öl!’

    Antalya Akdeniz Üniversite hastanesi ağır kanser hastasına ‘ev bul ya da otelde kal’ deyince, ölüm döşeğindeki hasta ortada kaldı.

    Antalya Akdeniz Üniversitesi’nde kemoterapi tedavisi ‘kalacak yer bul’ denilerek geri çevrilen 53 yaşındaki ağır kanser hastası Ramis Yılmaz, ’33 gün kemoterapi ve ışın tedavisi alamadım. Çünkü hastane yetkilileri, -burada ev kirala veya otelde kalman gerekir. Biz yatıramayız- cevabı verdi. Ben Fethiye’de yaşayan bir insanım. 33 gün boyunca hergün Antalya’ya nasıl gideyim. Devlet sigortası bugünler içindir. 2015 yılından bu yana kanserle mücadele ediyorum. Biz zengin insan değiliz. Hastalığımdan ötürü çalışamıyorum gelirim yok.’ diyerek yetkililerden yardım istedi.

    Hastalığından ötürü yüzde 88 oranında özürlü iş göremez raporu verildiğini hatırlatan ağır kanser hastası Ramis Yılmaz, ‘Hükümet yetkilileri sağlık reformundan söz ediyor. Ben ölümle yaşam arasındaki ince bir çizgide yürüyorum. 33 günlük kemoterapi ve ışın tedavisini alamadım. Acılarım arttı içim sızlıyor.’ diye konuştu.

    ‘Ortada kaldı’

    Evli ve iki çocuk babası olan 53 Yaşındaki Ramis Yılmaz komşularının ve hayırsever vatandaşların desteğiyle yaşamına devam ediyor. Hastalığından ötürü çalışamadığı için, evinin elektrik ve suları da kesik. Tedavi görmesi için ise belli aralıklarla 33 gün Antalya’da kalması gerekiyor. Hastane ise tedavi süresince hastaneye yatırmayınca ağır kanser hastası olan Ramis Yılmaz ortada kaldı. (http://bit.ly/29kCsCL)

    Kapitalizm ateşi SİZİN etinizi henüz yakmadığı için, böyle rahat rahat ‘hönkürebiliyorsunuz’ sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    Eğer ‘erken ölüm’ün nasıl bir şey olduğunu tasavvur etmek isterseniz, Ramis Yılmaz’a uygulanmak istenen ‘kapitalist soykırımı’ veya SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ı anlamaya çırpınınız!

    [Nerede ne zaman soylemisim? Link lutfen.]

    İşte ispatlar,

    (http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/)

    15 Şubat 2016, ’38’ numaralı metninizden ‘kapitalizm’ ile ilgili zırvaladıklarınız,

    [-Varsayalım, ‘kapitalizm’ sizin ifade ettiğiniz gibi ‘doğal yollarla dünyaya geldi’!-
    Varsaymak zorunda degiliz. Ben sadece, kisitli bilgim cercevesinde, oyle oldugunu dusundugumu soyledim.]

    17 Şubat 2016, ’51’ numaralı metninizden ‘kapitalizm’ ile ilgili zırvaladıklarınız,

    [adina da ‘kapitalizm’ dedigimiz (‘ne idugu belursuz, ettugunden belludur’ turunden), bireysel ve toplumsal ve siyasi hayatimizi da etkileyen, ekonomik ortamdan sikayet etmek, onun gemlenmesini istemek marifet degil]

    [Birisine hem ‘comez’ demek, hem de onun ‘kurs’una yazilmagi talep etmek..]

    Kapitalizmle ilgili zırvaladıklarınız ‘çömezlik’ seviyesine varamayacak kadar mineralimsi! Eğer, zahmet olmaz da, TZM konferanslarına iştirak ederseniz, orada sizden bir kaç gömlek üstün ‘çömezlerle’ sohbet ettiğinizde, belki, birşeyler kaparsınız. TZM’deki katılımcıların ekseriyeti şu zehirli beyinlerin farkında, Ayn Rand, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Friedrich Hayek, Milton Friedman ve türevleri. Eğer konferanslara iştirak ederseniz, zehirli ağa-ana ve zehirli ağa-babalarınızın düzeyine erişme emareleri, belki, gösterirsiniz!

    ‘Laf madrabazlığı ustası’ olduğunuzdan, bu hususta, ‘kapitalist danışmanlık’ şirketinize gelip, kursunuza ‘tuition-free’ katılmak istiyoruz!

    Yani,
    ‘Kapitalizm’ hususunda, ‘çömez’siniz!
    ‘Laf madrabazlığı’ hususunda, ‘usta’sınız!
    ‘Elma’ ile ‘armut’u birbirine karıştırmayınız!

    [‘Sizin gibi, SOMA maden cinayetiyle öldürülen -insanlar- için -müstahak- diyecek kadar şuursuzlaşmış bir kişiye!
    Olmadik yerinizden uydurudugunuzu soyleyecektim ama daha da kotu bir ihtimal var. Siz, bunlari uydurmak yerine, gercekten soylenmis sozler saniyorsunuz.
    Halusinojenik ve vahim bir durumdur bu.
    Aksini iddia edecekseniz, ucuz propoganda tekniklerini brakip, gercekten nerede ve tam olara ne dedigimi yazmaniz lazim.]

    İşte ispat (1),

    (http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/)

    23 Şubat 2016, ‘103’ numaralı metninizde zırvaladıklarınız,

    [-‘SOMA’da yaşanan cinayettir, cinayeti işleyen kapitalizmdir!’-
    Hikaye.
    Kimse orada Soma’da calisanlari o madene silah zoru ile sokmadi.
    Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?]

    İşte ispat (2),

    (http://www.gunzileli.com/2016/05/18/fikret-baskayanin-son-kitabi-uzerine-elden-kayip-gitmekte-olan-bir-gezegen/)

    19 Mayıs 2016 tarihli, ’17’ numaralı metninizde zırvaladıklarınız,

    [Benim bakkal-cakkal gibi kucuk esnafa yonelik nostaljim de yok. Asalak bir sinif olarak gorurum. Dolayisi ile, AVM acildi diye batiyorlarsa, cok da umurumda degil.]

    301 işçinin hayatını kaybettiği Soma faciasının sorumlusu Soma Kömür İşletmeleri A.Ş., faciada yaşamını yitiren Özay Eren’in anne, baba ve kardeşine tazminat vermek bir yana icra davası başlattı.

    ‘Ödemedikleri tazminattan icra çıkardılar!’

    Soma İş Mahkemesi, faciada yakınlarını kaybeden işçilerin Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’ye açtığı tazminat davasını geçen aralık ayında sonuçlandırmıştı. Mahkeme, ölen Özay Eren’in anne ve babası için 75’er bin TL, yedi kardeş için de 35’er bin TL tazminat ödenmesi istendi. Özay Eren’in eş ve çocukları için de, ayrıca mahkemenin devam ettiği öğrenildi.

    Ailelerin tazminat alacaklarına ödememenin yolunu bulan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. avukatları kazandıkları tazminatı alamayan Özay Eren’in ailesine karşı, vicdan yaralayan bir yöntemle icra takibi başlattı. Şirket avukatları, madencinin kardeşlerinin istediği 40 bin lira tazminat yerine Soma İş Mahkemesi’nin 35 bin liraya hükmetmesi üzerine, arada kalan 5 bin liralık fark için vekalet ücreti almaya hak kazandı.

    Yedi kardeş için toplam 8 bin 300 lira tutan bu vekalet ücreti için şirketin avukatları, Bakırköy 5’inci İcra Müdürlüğü’ne başvurup ölen madencinin kardeşlerinden tahsilat yapılmasını talep etti.

    ‘Soma Kömür nasıl tazminat ödemiyor?’

    Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin ölen madencilerinin ailelerinin dava açıp kazanacağı tazminatları ödememek için şirketin uyguladığı yöntem Sayıştay raporunda ortaya çıkmıştı.

    Sayıştay raporuna göre, ocağı işleten Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin, faciadan 36 gün sonra, işçi ailelerinin tazminat alacaklarına karşı hileli (muvazaalı) bir yönteme başvurdu.

    Şirketin Türkiye Kömür İşletmeleri’nden (TKİ) gelecekte çıkartacağı kömür için aldığı 182 milyon 134 bin 867 lirayı, bir bankaya temlik (şirketin alacağında önceliği bankaya vermek) gösterdiği, bankanın da buna istinaden başlattığı icra takibiyle, ailelere göre öncelikli alacaklı durumuna geldiği saptanmıştı.

    ‘Her yola başvuruyorlar’

    Karar sonrasında yaşananlara tepki gösteren CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, ‘Bu girişim, Soma A.Ş.’nin ölmüş madencinin ailesine karşı ne kadar acımasız ve duygusuz olduğunu gösteriyor. Şirket dirisine sahip çıkmadığı maden şehitlerinden geriye kalan ailelerine de bırak sahip çıkmayı, onları da daha da yaralayan bir tavırla hareket ediyorlar. Kendisi 395 bin lirayı ödememek için her yola başvuruyor. Beş parası olmayan aileden ise karardan hemen sonra icrayla parasını istiyor.’ diye konuştu.

    ‘Madencinin ölüsünden para kazanmak’

    Özel, Soma Holding’in madencinin ‘ölüsünden de para almaya devam ettiği’ni belirterek, ‘İşçisini öldürdü, şimdi ailelerine sahip çıkmak bir yana para istiyor. Ölmüş şehitlere saygısızlık yapıyor. Ben üzüldüm ama hiç şaşırmadım. Geleneksel tavırlarını sürdürüyorlar. Madenciler onlar için ölü diri fark etmiyor.’ dedi.

    (14 Nisan 2016, http://bit.ly/29eMpjs)

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

    ÇEK CUMHURİYETİ’NDE ‘ASALAK!’ EVSİZLER, ÜZERLERİNDE ‘KABLOSUZ İNTERNET (Wi-Fi) MODEMİ’ TAŞIYACAK! KARŞILIĞINDA BU EVSİZLERE YEMEK VE BARINMA ‘İMKÂNI!’ TANINACAK!

    Prag’da bir ‘yardım kuruluşu!’, sokaklarda yaşayan evsizlere ‘kablosuz internet bağlantı modemi (Wi-Fi)’ ve ‘şarj cihazı’ taşımaları karşılığında, yiyecek, giyecek ve barınma olanağı sağlıyor.

    Çek medyasında yer alan haberlere göre, ‘Yaşam için Kablosuz Bağlantı (WiFi4Life)’ adlı yardım kuruluşu; başkent Prag sokaklarında yaşayan evsiz insanları ‘kablosuz modem!’ olarak kullanma projesi başlattı.

    Sömürünün (pardon ‘projenin’!) reklam videosu,
    ( https://www.youtube.com/watch?v=aVpHcodPcpM )

    Projeye göre, sokakta yaşayanlara internet bağlantı noktası olmaları için bir modem ve şarj cihazı veriliyor.

    O esnada sokaktan geçen ve internete bağlanma ihtiyacı olan cep telefonlu veya tabletli insanlar, evsizlerin kıyafetlerinin üzerinde veya çantalarında aktif olan bu modem üzerinden internete bağlanabiliyor ve yine evsizlerin üzerinde taşıdığı şarj cihazıyla telefonlarını şarj edebiliyor. İnternet ve şarj hizmeti veren bu evsizlere ise karşılığında; yiyecek, giyecek, harçlık ve barınma ‘imkânı!’ veriliyor.

    Projenin başkanı Lubos Bolecek, ‘evsiz kişilerin sürekli sokaklarda yaşadığını ve hiçbir iş yapmadığını!’ belirterek, ‘internet sunmak onların yapabileceği işlerden bir tanesidir!’ dedi.

    Lubos Bolecek, projenin, hem evsiz insanları topluma entegre etmek için, hem de internete veya şarja ihtiyacı olan turistler için çok faydalı olduğunu söyledi.

    İnternetin ücretsiz sunulduğu ve bazı firmaların projeyi finanse etmek üzere iki aylığına sponsor olduğu belirtildi.

    Projenin ilk uygulayıcısı evsiz Kamil Krtil, haftada 5 gün ve günde 8 saat metro istasyonunda hizmet verdiğini söyledi. Kritl, ‘internet modemi, gazeteler veya dergiler kadar ağır değil. Üstelik internet için gazete ve dergilerde olduğu gibi başta para ödemeye gerek yok. Bu da önemli bir avantaj bizim için.’ ifadelerini kullandı.

    5 Kasım 2015
    ( http://bit.ly/29hx82B )
    ( http://bit.ly/29lg7Gq )
    ( http://bit.ly/29bnoo3 )

    UYARI 1

    Bir kişi de çıkıp sormuyor ki, ‘bu insanlar niçin evsiz?!’

    Galiba bu insanlar, sokakta yaşamaktan zevk aldığı için evsizliği ‘tercih!’ etmişler! Ne hâlleri varsa görsünler ‘asalaklar’!

    Yazık!

    Ölmüşüz de, ağlayanımız yok!

    UYARI 2

    ‘Emek-Değer’ teorisi nedir,
    ( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    UYARI 3

    ‘Artı (artık) değer’ teorisi nedir
    ( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    Cemil Meriç’in sık sık ‘dincilik’e meyleden mizacı olması sebebiyle kendisine pek tamah etmeyiz, fakat Meriç’in şu sözü, sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip gibi küflenmiş zihniyetlerin virüs gibi yayıldığına önemle işaret eder,
    ‘Felaketin hiç değilse ikaz kıymeti vardır, bunların (yani ‘Necip’ gibilerinin) yok!’

  129. Sayın ‘marxist argüman’,

    Yukarıda ne yazmıştınız, hatırlayınız, [bende argüman bitmez de ekmek parasi pesinde kosturmaktan okumaya, arastirmaya, yazmaya zaman bulmak her zaman mümkün olmuyor.]

    Eleştiri yönelttiğiniz, bakkalların, maden emekçilerinin ve benzerlerinin üzerindeki ‘kapitalist tahakküm’ün AYNISININ sizin sırtınıza DA yüklendiğini, yukarıda köşeli [] parantez içinde ifade etmişsiniz.

    Ve hâttâ, yukarıda, ’24’ numaralı metnimizde ne yazmıştık, hatırlayınız,

    {{{
    Sayın ‘Gün Zileli’ üzerinden, ‘kapitalizmin tahakkümüne cesaretle karşı çıkmaktaki pısırıklığınızın vahameti’ni kanıtladığı için canlı örnek verelim,

    1 Nisan 2016’da, sayın Zileli’nin ‘Çanlar’ romanı ‘piyasaya!’ sürüldükten sonra, twitter’da bir kullanıcı (rumuz, ‘Evvel Binçiçek’, @hakezaseninde) şu soruyu sormuş,

    ‘sen nasıl anarşistsin gün abi, yayınla şu kitabın tüm pdf’sini de okuyalım. sen ancap (anarcho-capitalist) olmuşsun ancap yazık..’

    Sayın Zileli’nin verdiği cevaplar,

    ‘geçimimi bu kitapların telifi ile zar zor karşılamaya çalışıyorum. Anarşistim ama mirasyedi değilim.’

    ‘altı aylık geçimimi sağlarsan kabul.’

    Kaynaklar,

    ( https://twitter.com/hakezaseninde/status/715869280705843200 )

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/715915614418825217 )

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/715916858327756802 )

    Ne hazin!

    KAPİTALİZMİN TAHAKKÜMÜNÜ İLİKLERİNİZE KADAR HİSSEDİYORSUNUZ, AMA, ‘MARXIST ARGÜMAN’ MAHLASINDA, SIRF ‘MARX’ İSMİ VAR DİYE, ‘geçimimi bu kitapların telifi ile zar zor karşılamaya çalışıyorum’ itirafınızın arkasındaki zehri anlamayı ıskalıyorsunuz!

    Ne hazin!

    Burada, mesele, ortaya ‘zenginlikler & fakirlikler edebiyatı’ dökmek değil,

    Mesele, Sayın Zileli’ye bu soruyu sordurtan ve sayın Zileli’nin bu cevabı vermesine sebep olan ‘kapitalizm zehrini’ sorgulamaya ‘hatalı’ başlamak! Ve en acı veren kısımlarından biri daha, kapitalizme karşı ‘ekonomi’ zemini üzerinden tahlil yaparken, bu tahlili yapanların kullandığı mahlasa kafayı takıp, eğer ‘marx’ ve benzeri isimler var ise, otomatikman ‘arkaik’ çamurunu suratına fırlatmak!
    }}}

    Kapitalizmin tahakkümü altında, yorgunluktan (tabiri caizse) ‘geberen’,

    Kapitalizmin uyguladığı ‘vakit hırsızlığı’ sebebiyle, okumaya-araştırmaya-soru sormaya mecali kalmayan insanların çok büyük kısmı,

    ‘Kapitalizmin (bilinçli veya bilinçsiz) kölesi’ oluyorlar. (Bunu, sizin de gayet net gözlemlediğinize eminiz sayın ‘marxist argüman’.)

    Bahsettiğimiz bu insanları, doğrudan, sorgusuz-suâlsiz, otomatikman, [sikayetci oldugumuz bu düzeni calisarak, vergi vererek, askerlik yaparak, vatandasi olduklari devleti ve ait olduklari ulus’u savunarak ayakta tutanlar sizin savunmaya calistiginiz bu insanlardan baskalari degil. Yani sizin savundugunuz o kücük esnaf ve soma iscileride bu düzeni savunanlara dahiller.] kategorisinde hapsedip, ‘savunMAmazlık’ etmeyiz. ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz’ diye bağırıyorduk, hatırlayınız. (Mühim bir ekleme daha, bu düzeni, çalışarak [sömürerek ve sömürülerek], vergi vererek, askerlik yaparak ve benzerleri ile ‘ayakta tutanlar’ arasında, siz DE, biz DE varız. Çünkü bu düzene bebekliğimizden itibaren mahkûm edildik! Sadece ‘bakkallar’ı, sadece ‘maden emekçileri’ni eleştirip, kendinizi eleştirmeyi hariç tutarsanız, samimi bir tavır göstermemiş olursunuz.)

    [Ben sizin yaptiginizin tam tersini yapiyorum, sizin savundugunuz ve idealize ettiginiz bu kitleleri ben elestiriyorum, onlarin kapitalist devlet-ulus ve kapitalist ekonomiye dair yanlis bilinclerini elestiriyorum. size ‘gegenstandpunkt’ dergisinde ki analiz yazilarina göz atmanizi tavsiye ederim.]

    Yo, tam tersini yapmıyorsunuz.

    Üst kısımda, parantez () içinde yazdığımız ‘mühim bir ekleme daha’ ile başlayan açıklamamızı tekrar, dikkatle okuyunuz. Eleştiri yönelttiğiniz kitleler arasında KENDİNİZİN DE olduğunu ara-sıra hatırlıyor, ara-sıra pas geçiyorsunuz. (Örneğin, ısrarla ne hatırlatıyoruz, bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş ‘Beyaz Ya-LA-ka’larız, ve bundan nefret ediyoruz! Siz de şunu yazmıştınız, [bende argüman bitmez de ekmek parasi pesinde kosturmaktan okumaya, arastirmaya, yazmaya zaman bulmak her zaman mümkün olmuyor.])

    Sadece ‘GegenStandpunkt’ ile sınırlı kalmamanızı, yukarıda bahsettiklerimiz üzerine yapılan analizleri tahlil etmeniz için daha geniş kaynaklara erişmenizi de öneriyoruz.

    [Gezi protestolarinin anti-kapitalist bir protesto ile alakasi yok.]

    ‘Gezi parkı protestoları’nın ilk hamlesi, ‘kapitalizm karşıtlığı’ üzerinden gelişmek değildi, tespitinizde haklısınız sayın ‘marxist argüman’.

    Fakat, unutmayınız,
    Bu protestolar, her ne kadar, ilk önce ‘RTE diktatörlüğü’ne (ve ‘devlet mekanizmasının, hayatın her anına burnunu sokması’na) karşı başlamış olsa da, varacağı nihai hedef, ‘kapitalizm karşıtlığı’ idi.

    Hatırlayınız, ‘Cem Boyner’ gibi bir ‘kapitalist’, niçin ‘ben de çapulcuyum!’ diyerek ‘reklam’ (http://bit.ly/29dq8ED) yapmaya çırpındı!

    Peki, yıllar sonra, ‘Ali Koç’ isimli bir ‘kapitalist’, ‘eğer bu ülkedeki kapitalizmi restorasyondan geçirmezsek, işçi sınıfı üzerimize çullanabilir!’ korkusunu niçin deklare etti! Ali Koç, ‘kapitalizmi gönüllü düzeltmezsek, emin olun birileri pestilimizi çıkarır! Kapitalizmi, tekrar, o eski, ‘şaşalı günleri’ne gönüllü kavuşturmalıyız!’ (http://bit.ly/29omLt5)

    Bu ‘niçin’lerin cevabını, siz DE gayet iyi biliyorsunuz sayın ‘marxist argüman’! Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in ‘kapitalist hönkürmeleri’ne niçin ısrarla cevaplar yazdığımızı, nihayet şimdi, siz DE idrak etmiş olmalısınız sayın ‘marxist argüman’.

    [Fransada ki protestolar ise ekonomik icerikli olduklari icin gezi protestolari ile ayni kefeye konulamazlar. fakat burda da yine dikkat, ücret talebi ile yapilan sendikal grev, protestolar da otomatikmen kapitalist düzen karsiti hareket anlamina gelmez. bir protestonun niteligini anlamak icin taleplere bakmak $art. yalniz fransadakine benzer ekonomik talep icerikli protestolar kitleleri ister istemez devlet ile karsi karsiya getirir. devletin, kapitalist düzenin koruyucu ve garantörü oldugunu anlamak acisindan, böylesi protestolar önemlidir. i$ piyasasini-yasalarini isverenlerin-kapitalistlerin lehine, calisanlarin alehine degistiren bu yasalari ilk alman devleti yaklasik 15 yil önce yürürlüge koydu, almanyada ki calisanlar fransadakiler gibi bir tepki göstermediler, yani daha uysal davrandilar. bu yasalar türkiyede de kisa bir süre önce cikarildi, türkiyede de sendikalarin protestosu sadece lafta kaldi.]

    Yukarıda, köşeli [] parantez içinde yazdıklarınızın ekseriyetindeki tespitlerinizde haklısınız.

    Dikkat buyurursanız, ‘Taksim’e yürüyüş’ sözümüzü yukarıda defalarca yazarken, bunu, her daim ‘Gezi parkı protestoları’ ile ilişkilendirmek, sizin vardığınız sonuç sayın ‘marxist argüman’. Bir de ‘1 Mayıs 1977′ var idi, bunu da hatırlayınız.

    Şunu da yazmıştık (’24’ numaralı metnimizden),

    {{{
    İşçinin emekçinin bayramı dedikleri ‘1 Mayıs’larda, TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor, diye boşuna sormuyoruz! ‘Taksim Meydanına hep birlikte yürümek’ tamam, kabul. Fakat, TÜSİAD’a, MÜSİAD’a, TUSKON’a ve benzerlerine misilleme yapmayı unutmak niye!

    ‘marxist argüman’ mahlası ile yazan şahsın işaret ettiklerine odaklanmayıp, sadece ‘marx’ı hedef tahtasına koyup, çamur fırlatmak, ne çok zevk veriyor sizlere!

    ‘Cengiz Çandar’laşmayın! ‘Horst Mahler’leşmeyin! ‘Oral Çalışlar’laşmayın!

    Bir zamanların solcu ‘praxis’imsi guruluk taslayanları, daha 12 Eylül’e varmadan, ‘kapitalizme doğru yüzmeye başlamıştı’ bile! Bu ülkede, bir zamanlar ‘solcu geçinenler’, ne çok meraklı ‘kapitalistleşmeye’ (ve hâttâ faşistleşmeye)!

    Hangi biriniz, TÜSİAD’a, MÜSİAD’a, TUSKON’a ve benzerlerine karşı ‘ses çıkarıyorsunuz’!

    Fransa’da, İzlanda’da, İspanya’da, Portekiz’de, İtalya’da, Yunanisan’da (…) hem ‘devlet’e, hem ‘şirketokrasi’ye kök söktüren ‘grev’lerden, ‘protestolar’dan ne zaman ders alacaksınız! ‘marxist argüman’ mahlası ile yazan şahsa çamur fırlatmak kolayınıza geliyor değil mi, ‘konformistler’!
    }}}

    [Fransadakine benzer ekonomik talep icerikli protestolar kitleleri ister istemez devlet ile karsi karsiya getirir. devletin, kapitalist düzenin koruyucu ve garantörü oldugunu anlamak acisindan, böylesi protestolar önemlidir.]

    ‘Devlet’ler ile ‘şirketokrasi’lerin kol-kola, omuz-omuza olMAdıklarını, hiçbir zaman söyleMEdik, yazMAdık. [Devletin, kapitalist düzenin koruyucu ve garantörü oldugu] yönündeki tespitinizde haklısınız sayın ‘marxist argüman’.

    [İ$ piyasasini-yasalarini isverenlerin-kapitalistlerin lehine, calisanlarin aleyhine degistiren bu yasalari ilk alman devleti yaklasik 15 yil önce yürürlüge koydu, almanyada ki calisanlar fransadakiler gibi bir tepki göstermediler, yani daha uysal davrandilar.]

    İşte bu tespitiniz, tam da ‘Beyaz Ya-LA-ka’ların ihanetine benzer tohumlara da işaret ediyor sayın ‘marxist argüman’!

    Tespitinize destek olması mahiyetinde,
    İhanet edenler arasında her renk mevcut, ama ‘Beyaz’ renkte olanlar ne yazık ki daha fazla! İngiltere başta olmak üzere, Avrupa şemsiyesi altındaki ülkelerin pek çoğunda (ki siz, ‘Almanya’ örneğini de yazmışsınız), kendini ‘eğitimli, bu nedenle de iyi maaş almayı hakettiğini’ zanneden kesimlerin DE, birer ‘uysal koyun’a dönüşmesi, kapitalizmin ne kadar kuvvetli bir zehir olduğunun bir başka hazin kanıtıdır!

    Lenin, 1899 senesinde şunları demiş,

    ‘Grev’ hususu üzerine,

    Capitalism is the name given to that social system under which the land, factories, implements, etc., belong to a small number of landed proprietors and capitalists, while the mass of the people possesses no property, or very little property, and is compelled to hire itself out as workers. The landowners and factory owners hire workers and make them produce wares of this or that kind which they sell on the market. The factory owners, furthermore, pay the workers only such a wage as provides a bare subsistence for them and their families, while everything the worker produces over and above this amount goes into the factory owner’s pocket, as his profit. Under capitalist economy, therefore, the people in their mass are the hired workers of others, they do not work for themselves but work for employers for wages. It is understandable that the employers always try to reduce wages; the less they give the workers, the greater their profit. The workers try to get the highest possible wage in order to provide their families with sufficient and whole some food, to live in good homes, and to dress as other people do and not like beggars. A constant struggle is, therefore, going on between employers and workers over wages; the employer is free to hire whatever worker he thinks fit and, therefore, seeks the cheapest. The worker is free to hire himself out to an employer of his choice, so that he seeks the dearest, the one that will pay him the most. Whether the worker works in the country or in town, whether he hires himself out to a landlord, a rich peasant, a contractor, or a factory owner, he always bargains with the employer, fights with him over the wages.

    But is it possible for a single worker to wage a struggle by himself? The number of working people is increasing: Peasants are being ruined and flee from the countryside to the town or the factory. The landlords and factory owners are introducing machines that rob the workers of their jobs. In the cities there are increasing numbers of unemployed and in the villages there are more and more beggars; those who are hungry drive wages down lower and lower. It becomes impossible for the worker to fight against the employer by himself. If the worker demands good wages or tries not to consent to a wage cut, the employer tells him to get out, that there are plenty of hungry people at the gates who would be glad to work for low wages. (http://bit.ly/29e877e)

    Yine, Lenin, ‘Imperialism, the Highest Stage of Capitalism’de (1916-17) şunları demiş,

    ‘Thirty years ago, businessmen, freely competing against one another, performed nine-tenths of the work connected with their business other than manual labour. At the present time, ninetenths of this -brain work- is performed by employees. Banking is in the forefront of this evolution.’ (Schultze-gaevernitz’den aktaran V.I.Lenin, http://bit.ly/29dP1A1)

    ‘Artık -kafa emekçileri-ne olan ihtiyaç çok artmıştı, çünkü devasa piyasalara & pazarlara hükmeden, aynı üründen yüz binlerce üretip yüz binlerce ayrı müşteriye satan şirketler, milyonlarca insandan mevduat toplayıp on binlerce burjuvaya kredi veren bankalar ortaya çıkmıştı. Bu tekellerin idari işlerinin bizzat patronca yürütülmesi imkânsızdı. Böylelikle, geçmişte birbirleriyle serbestçe rekabet eden iş adamları işle bağlantılı, kol emeği dışında kalan faaliyetin onda dokuzunu bizzat yürütürken, artık ‘beyin işi’nin onda dokuzu işçilerce yapılmaya başlanmıştı.’

    Lenin, yukarıda alıntıladığımız eserin Fransızca baskısına yazdığı önsözde ‘Beyaz Ya-LA-ka’ları, ‘sermayedar sınıfın emekçi yaverleri’ olarak niteliyor!

    [bu yasalar türkiyede de kisa bir süre önce cikarildi, türkiyede de sendikalarin protestosu sadece lafta kaldi.]

    Evet, ne yazık ki, bu tespitinizde de haklısınız sayın ‘marxist argüman’.

    Bu hususta mühim bir hatırlatmayı, (http://www.gunzileli.com/2016/06/07/fikret-baskaya-ile-roportaj-gun-zileli-artik-degisimin-aktoru-buyuk-insanligin-tamamidir/) adresinde, 14 Haziran 2016 tarihli, ’56’ numaralı metnimizde yapmıştık,

    {{{
    Şimdi okuyacaklarınızı, bu sitenin ziyaretçilerinin ‘hepsi’ üzerine alınmasın.

    Bu sitenin sahibi sayın ‘Gün Zileli’ de yer yer dahil olmak üzere, siteye görüş yazan kişilerin azımsanamayacak bir kısmının ‘kapitalist tahakküm’den, ‘kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet’ten (ne yazık ki!) haberi yok. (‘marxist argüman’ mahlası ile yazan, ve hangi ‘weltanschauung’a eğilim gösterirse göstersin diğer bir kısım ziyaretçiler hariç.)

    ‘Karl Marx’ ismini görünce, sitedekilerin çoğu, vampir görmüşçesine vampirin suratına ‘haç göstermeye’ başlıyor, sanki ‘Karl Marx da hatasız peygambermiş veya -Count Dracula-ymış’ gibi!

    Sitede görüşlerini yazan kişilerin ekseriyeti,

    ‘Devlet & kamu sektörü’nde sömürülen (dikkat buyurunuz, ‘çalışan’ demiyoruz!),

    Yıllarca sömürülüp, emekli ikramiyesini de aldıktan sonra, ‘devlet babanın şefkatli kolları arasında huzurlu bir emeklilik dönemi geçirecekleri hülyasıyla’,

    ‘Kredi kartı’ kullanarak tonla borca girip, ‘taksit-taksit ödeme yöntemi ile’ kapitalist sistem içinde satın aldıkları, masaüstü bilgisayarlarının, akıllı cep telefonlarının, dizüstü bilgisayarlarının, ‘tablet’lerinin başına geçip,

    ‘Kapitalizmi eleştirenleri, polis gibi sorguya çekmek’ havasına bürünme heveslisi! Ne yazık ki, yaşanan bu!

    Hazin!

    Kimse kusura bakmasın,

    Bu sitede DE epey vakit geçiren ‘devlet & kamu sektörü’nde sömürülen ve-veya ’emekli’ şahıslar, devlet babanın şefkatli musluğundan gelen, emekli aylığı (veya 3-aylığı) ile mutlumsu-mutlumsu ihtiyarlamaya yelken açacağını zanneden kimseler, ne yazık ki ‘özel sektör sömürücülüğü’nü, ne yazık ki ‘kapitalist tahakküm’ü, ne yazık ki ‘kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet’i bilmiyor! Ne yazık ki, netice bu!

    Ne yazık ki,
    ‘(ÖİB) Özel İstihdam Büroları’nın yaygınlaşması için yasal statünün hızlandırılması yoluyla ‘taşeronlaşma & taşeron işçiliğin daimi kılınması’ denen hastalığın yerinin nasıl sağlamlaştırıldığından haberleri yok! (‘Taşeron işçiler’ de ASALAK olabilir mi acaba?!)

    Ne yazık ki,
    ‘(GSS) Genel Sağlık Sigortası Prim Borcu’ ve benzeri zırvalar ile, FED’in (ABD Merkez Bankası’nın) 2016 sonu, 2017 başındaki faiz arttırım kararıyla birlikte yaşanacak ‘piyasalardaki Dolar(USD) daralması’na öksürük şurubuyla karşı koymak için, döviz akışının sendelemeye başlaması ile yaşanacak ‘Lira’daki değersizleşmenin önüne bir nebze geçebilmek umuduyla, tasarrufları arttırmak (sözün özü, ‘para bulmak’!) umuduyla hazırlanan ‘devlet yaptırımları’ndan haberleri yok!

    Ne yazık ki,
    Üniversitelerdeki (meşhur ‘Devrimci ODTÜ’ dahil!) ‘akademik hiyerarşi’nin sermaye tarafından satın alındığından haberleri yok!

    Ne yazık ki,
    ‘(BES) Bireysel Emeklilik Sistemi’ denen zırva ile, (yine) FED’in faiz arttırım kararından sonra yaşanacak, Türkiye gibi ülkelerdeki ‘tasarruf açığındaki deliğin büyüklüğü’nü küçültebilmek hayaliyle, BES’e, ‘devlet yaptırımları’ ile, ‘makbûl vatandaş’ın cebinden zorla para aktarılacağından haberleri yok!

    Örnekleri çoğaltabiliriz!
    }}}

    Bu ülkedeki sendikaların pısırıklığı ile, bu sitede yazan-çizen kesimlerin ekseriyetinin (‘Beyaz Ya-LA-ka’lar dahil!) pısırıklığı arasında hiç fark yok!

  130. Türkiye'de Kapitalizm Yok Devlet Var

    Nedense kapitalizm tartışmalarından devlete pek sıra gelmiyor. Türkiye gibi Asyatik ülkelerde asıl sorun kapitalistler değil devlettir.

    *

    “Türkiye’de kapitalizm falan değildir egemen sınıf, Türkiye’de egemen sınıf müdür beyle albayımdır. Müdür beydir egemen… Daire müdürü olur, okul müdürü olur, işletme müdürü olur… Bir de onun üniformalı eşdeğeri olan albayım vardır. Bunlar kravat takarlar, yazıhanede otururlar, arkalarında mutlaka Atatürk portresi olur, vatan-millet nutku atarlar. Fazla bir kültürleri yoktur, fakat kendilerini küçük dünyaların hâkimi sayarlar. Cehaletlerini örtmek için atmayacakları takla yoktur. Belli bir gelir seviyesine ulaştıkları gün eşlerinin saçları sarıya boyanır. Hayatta bütün varlıkları bir otomobil ve bir dairedir. Hayat boyu “üçkâğıt yapanlar köşeyi döndü, ben onurlu olduğum için yoksul kaldım” kıskançlığındadırlar. Aslında içten içe fark ettikleri şey yetersiz olduklarıdır ama bunu ifade etmekte zorlanırlar. Kaymakam bunun tipik bir örneğidir, ortaokul müdürü tipik örnektir. Böyle bir sınıf var cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde. Türkiye’nin esas egemen sınıfı budur. Bunlar şu anda çok açık bir şekilde sille yiyorlar, maçı kaybediyorlar. Yeni tür insanlar türedi.”
    http://team-aow.discuforum.info/t5891-Turkiye-de-Egemen-S-n-f-Mudur-Bey-ve-Albay-md-r-Roportaj-Kritize-N.htm

    “En sağdan en sola, en Müslümanından en sosyalistine kadar Cumhuriyet aydınlarının tümü için, devlete icabında kafa tutma imkan ve dayanaklarına sahip olan elitler –mesela kompradorlar, işbirlikçiler, Boğaza karşı viski içenler, Yahudiler, kozmopolitler, toprak ağaları, Kürt feodalleri, masonlar, tarikatlar, Pensilvanya — devlete ve millete yönelik vahim birer tehlike olarak görülür ve lanetlenir.”
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele-olamays.html

  131. Türkiye'de Kapitalizm Yok Devlet Var

    Hazır buna değinmişken sormak lazım.
    Anti-kapitalist arkadaşlar, örneğin marksistler, anarşistler, beyaz yakalılar böyle ülkeler için, mesela Türkiye’den de beter olan Kuzey Kore, mollaların İranı, Saddam Irakı, Taliban Afganistanı, IŞİD, Boko Haram (hatta bazen bu örgütler gibi intihar saldırıları yapan, sivil-kadın-çocuk demeden hedef alan sol örgütler, PKK ve onunla bağlantılı TAK) için ne derler?
    Bunlar kapitalist mi?
    Farzedelim öyleler. Diğer kapitalist ülkeler mi yoksa bunlar mı daha ciddi bir sorun sizce?

  132. Sayın 124'e ve 125'e

    Sayın 124 ve 125,

    Şunu yazmış ve sormuşsunuz,
    [mesela Türkiye’den de beter olan Kuzey Kore, mollaların İranı, Saddam Irakı, Taliban Afganistanı, IŞİD, Boko Haram (hatta bazen bu örgütler gibi intihar saldırıları yapan, sivil-kadın-çocuk demeden hedef alan sol örgütler, PKK ve onunla bağlantılı TAK) için ne derler?
    Bunlar kapitalist mi?
    Farzedelim öyleler. Diğer kapitalist ülkeler mi yoksa bunlar mı daha ciddi bir sorun sizce?]

    İlk önce, KENDİNİZE şu soruyu sormalısınız,

    13 Mayıs 2014’te 301 insanın hayatını kaybettiği SOMA maden cinayetinden sonra, ülke çapında ‘genel grev’ çağrıları yapıldığı hâlde, niçin kimse katılmadı?! İşte cevabı:

    Kapitalizm, insanları, ‘sen sadece evine ekmek parası götürmeyi düşün, başka şeyleri düşünme!’ zihniyeti ile zehirliyor, bunun farkında değil misiniz? Yoksa, farkındasınız da itiraf etmek işinize mi gelmiyor sayın 124 ve 125?!

    28 Haziran 2016’da Atatürk Havalimanı’nda patlama oldu. Taksiciler arasından ‘bir kısım kurnaz kapitalist’ ne yapmaya çalıştı, unuttunuz mu?!

    ‘TAKSİ’ EMEKÇİLERİNİN DE ‘DÜZENBAZLIK YAPARKEN SURATLARININ KIZARMAMASI’NA OLANAK SAĞLAYAN ‘KAPİTALİZM ZEHRİ’ ÜZERİNE,

    28 Haziran, Atatürk Havalimanı’ndaki patlamadan sonra, taksicilerin, kişi başı 100 liradan yolcu taşıdığı haberleriyle ilgili,

    İstanbul Atatürk Havalimanı’nda en az 41 kişinin hayatını kaybettiği, 239 kişinin yaralandığı saldırının ardından sosyal medyada yer alan ‘taksicilerin kişi başı 100 liradan yolcu taşıdığı’ iddialarına, İstanbul Taksiciler Esnaf Odası (İTEO) Başkanı ‘Yahya Uğur’ yanıt verdi.

    Uğur, ‘Bu tip uygulamayla karşılaşanlar 444 15 23’ten bize ulaşsınlar. Gerekli işlemleri bizzat ben yapacağım. Bu alçaklıktır. Ne insanlıkla, ne esnaflıkla hiç bir alakası yoktur bunu yapanların.’ ifadelerini kullandı.

    Uğur, iddiaları yalanlamayarak, ‘Böyle şeyler söyleniyorsa, doğru olma ihtimali yüksek. O saldırıda bizim de 3 meslektaşımız hayatını kaybetti. 9 meslektaşımız yaralandı. Bu durumdayken bile fırsatçılık yapabiliyorlar.’ dedi.

    Uğur, sosyal medyadaki iddiaların doğrulanması ve 100 liraya (veya üstünde) yolcu taşıyan taksicilerin tespit edilmesi halinde, İTEO olarak çok fazla yaptırım uygulama şansları olmadığına vurgu yaparak, ‘bizzat savcılığa gidip suç duyurusunda bulunacağım’ diye konuştu.

    Uğur, sözlerini şöyle noktaladı,
    ‘O durumda taksicinin, yolcusuna parasını bile sormaması gerekiyordu. Kapısını açıp pazarlık yapması bir yana, parası olmayanı ücretsiz taşıması gerekiyordu.’

    (29 Haziran,
    http://t24.com.tr/haber/taksiciler-esnaf-odasi-baskani-100-lira-istemek-alcaklik-magdurlar-bize-ulassinlar,347710 )

    * * * * * * * * * * * * * * *

    Eğer insanları,
    ‘İşsiz bırakmak korkusu’ ile,
    ‘Aç bırakmak korkusu’ ile,
    ‘Eve ekmek götürecek parayı buldurtmamak korkusu’ ile,
    ‘Piyasada az bulunan şeyin fiyatı yükselir. IŞİD katliam yapmış BİLE olsa, arz-talep mekanizmasını iyi takip et, cebini doldurmaya bak!’ zehirli zihniyeti ile,
    Yüzyıllardır hizaya sokarsanız,
    [Bunlar kapitalist mi? Farzedelim öyleler. Diğer kapitalist ülkeler mi yoksa bunlar mı daha ciddi bir sorun sizce?] gibi bağlamından kopuk sorular sorarsınız.

    2016’dayız!

    Hayatta sadece ‘devletler’ yok, ‘şirketokrasi’ DE var!

    İkisine birden, AYNI ANDA mücadele etmeliyiz!

    Donald Trump, ABD (ve dünya çapında) göbeğini semirmiş bir kapitalist (emlak zengini)!

    Ali Ağaoğlu, Türkiye (ve çevre ülkelerde) göbeğini semirmiş bir kapitalist (emlak zengini)!

    Biri (Trump), diğerine (Ağaoğlu’na) nazaran ‘daha popüler’ diye, [Türkiye’de Kapitalizm Yok Devlet Var] cümlenizi yazıp, konuyu bağlamından koparıp, kestirip atamazsınız!

    Sayın Zileli BİLE ne diyor, dikkatle okuyunuz,

    {{{
    1 Nisan 2016′da, sayın Zileli’nin ‘Çanlar’ romanı ‘piyasaya!’ sürüldükten sonra, twitter’da bir kullanıcı (rumuz, ‘Evvel Binçiçek’, @hakezaseninde) şu soruyu sormuş,

    ‘sen nasıl anarşistsin gün abi, yayınla şu kitabın tüm pdf’sini de okuyalım. sen ancap (anarcho-capitalist) olmuşsun ancap yazık..’

    Sayın Zileli’nin verdiği cevaplar,

    ‘geçimimi bu kitapların telifi ile zar zor karşılamaya çalışıyorum. Anarşistim ama mirasyedi değilim.’

    ‘altı aylık geçimimi sağlarsan kabul.’

    Kaynaklar,

    ( https://twitter.com/hakezaseninde/status/715869280705843200 )

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/715915614418825217 )

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/715916858327756802 )

    Ne hazin!

    KAPİTALİZMİN TAHAKKÜMÜNÜ İLİKLERİNİZE KADAR HİSSEDİYORSUNUZ, AMA, ‘MARXIST ARGÜMAN’ MAHLASINDA, SIRF ‘MARX’ İSMİ VAR DİYE, ‘geçimimi bu kitapların telifi ile zar zor karşılamaya çalışıyorum’ itirafınızın arkasındaki zehri anlamayı ıskalıyorsunuz!

    Ne hazin!

    Burada, mesele, ortaya ‘zenginlikler & fakirlikler edebiyatı’ dökmek değil,

    Mesele, Sayın Zileli’ye bu soruyu sordurtan ve sayın Zileli’nin bu cevabı vermesine sebep olan ‘kapitalizm zehrini’ sorgulamaya ‘hatalı’ başlamak! Ve en acı veren kısımlarından biri daha, kapitalizme karşı ‘ekonomi’ zemini üzerinden tahlil yaparken, bu tahlili yapanların kullandığı mahlasa kafayı takıp, eğer ‘marx’ ve benzeri isimler var ise, otomatikman ‘arkaik’ çamurunu suratına fırlatmak!
    }}}

    Katliamlar yapan, ‘intihar bombaları’ patlatan, eline aldığı AK-47 ile etrafına dümdüz ateş açan, her tür örgüte-gruba-kişiye-eyleme-teröre-devlete-devletçiklere ve benzerlerine, sizin gibi, bizim gibi ‘sıradan insanların’ başkaldırmasını istiyorsanız, İLK ÖNCE, ‘kapitalist tahakküm’e bakmak zorundasınız! Evine ekmek parası götürmekten başka hiçbir şeyi düşünmemesi gerektiğini şart koşan ‘kapitalizm’i ciddi ciddi sorgulamazsanız, bağlamından kopuk sorular sorarsınız!

  133. {Bunu daha once gonderdim, ama WordPress altyapisi yuttu galiba. Tekrar gonderiyorum; bakalim nasil olacak.}

    {Oyle de olmadi. Hi uyari vermeden yutuyor. Ikiye bolerek denenyim bu sefer.}

    ‘Egitim’ de ‘ogrenim’ de bir yatirim seklidir. Butun yatirimlar gibi, gelecege yoneliktir.

    ‘Egitim’, bir kisi ya da bir grup (veya devlet) ile bir kisi ya da bir grup arasinda yapilan –zimni de (acikca yazili olmayan veya dile getirilmeyen) olabilir– yatirim amacli bir kontratin parcasidir. ‘Ogrenim’ de oyledir.

    Ve, amac, bu yatirim sonrasinda, ‘egitim’i alan (veya ‘ogrenim’i goren) kisi(ler)in, en azindan (yatirimi yapan tarafindan) yapilan masrafa degecek kadar katkilarinin (geri donuslerinin) olmasidir.

    Yani, hem ‘egitim’i finanse edenler icin, hem de ‘ogrenim’i gorenler icin bir arti/katma deger olusturmasi gerekir.

    Yoksa, universite diplomasi da olsa, elinden gelebilecek en buyuk katki, bir koftecide garsonluk olacak birisine, universite okutmak ziyandir.

    Hem kaynak ziyanidir, hem de o kisinin omrunden 3-5 sene calmis olmak acisindan ziyandir.

    Ama, o kadarla da kalmiyor:

    Devleti yuksek ogrenimi beles yapmaga zorladiginiz anda, yuksek ogrenim imkanini kullanamamis olanlarin vergilerini baska birilerini subvanse etmek icin kullanmis oluyorsunuz.

    Ve, bu subvansiyon karsiliginda hic bir geri donus (‘return of investment’) sozkonuisu degil; yani, bir mecburi hizmet filan da yok.

    Bu her acidan haksizliktir.

    ‘Ezilen’lerden imtiyazlilara kaynak aktarmak anlamina geldigi asikar oldugu halde, bu tur imtiyazlari ‘hak’ diye talep etmenin yolactigi bu haksizligin ahlaki yansimalarini degerlendirmegi size birakiyorum.

    Ben, daha cok, kaynak israfi tarafina bakiyorum –malum, ben ‘kapitalizm’i temsil ediyorum, ondan..

    ABD’deki uygulamaya gelecek olursak: Orada da ipin ucu kacmis durumda. Yuksek ogrenim yapmak icin cesitli finans imkanlari var tabii ve bunlari kullanmak hayli de kolay.

    [‘Kolay’ derken, sartlari hafif alaminda soylemiyorum; ‘atiyorsunuz birkac imza, ve krediyi kisa zamanda aliyorsunuz; gunu geldiginde o borcu odeyip odeyemeyeceginiz belli degil, o ayri’]

    Universiteden universiteye degismekle beraber, ‘iyi’ olanlarini dikkate alirsak, yillik yuzbin dolarlara varabilen kredilerden bahsediyoruz.

    Dort-bes sene sonra mezun olacak ogrencinin 400-500 bin dolar borcla hayata atilmasi anlamina eliyor bu…

    Cok sansli olup da yuksek ucretli is bulabilen istisnalari saymazsak, (ticari anlamda) pesinen iflas etmis olmak anlamina geliyor tabii ki. {ABD’de de cok var bundan; ama pek konusulmuyor.}

    Bizdekine kiyasla, ABD’deki duzenin bir tek avantaji var.

    Bu ‘pesinen muflis yeni mezun’larin varligi gercekten buyuk bir problem haline gelirse/gelince, geriden gelen ogrenciler artik bu yontemi kullanmak istemeyeceklerdir.

    Yani, borca girip universite okumanin bir anlami olmadigini gorecek ve bundan sakinacaklardir.

    [Bu zaman zarfinda cok sayida ‘pesinen muflis yeni mezun’ bu isin ceremesini cekecek, o ayri.]

    Bizde ise, boyle bir duzeltme ihtimali dahi sozkonusu degil.

    ‘Hak’ deyu elde edilmis bu imtiyazlar sonucunda, luzumundan cok daha fazla sayida turlu cesitli mezun piyasaya cikiyor; ve, is bulamadiklarinda da, geri donup devleti/toplumu sucluyorlar: “Bizi siz okuttunuz. Vaadettiginiz refah nerede” filan diyerek.

    Yani, toplum olarak, ayrica borclu da cikiyoruz..

    ‘Merhametten maraz dogar’in en iyi orneklerinden biri de bu olsa gerek.

    “Şu ‘kapitalizm duvarı’nı aşabilsek, konunun [felsefi] taraflarına da geleceğiz, ama kapitalizm duvarını henüz aşmadık!”

    Sizin ‘duvar’ dediginiz sey, aslinda mevcut degil de ondan asamiyorsunuz.

    Pisikosomatik takintilariniz size entellektuel duvarlar oruyor.

    “‘Bilim’, ‘para’yla satılamaz!”

    Size bunu kim inandirmissa cok ciddi dalga gecmis.

    Emek karsiliginda ortaya cikan herseyin bir karsiligi vardir. Bu ister bilim olur, isterse sanat veya zanaat.

    Bedelini odemek istemiyorsaniz, onununde esasen iki yol var: Ya oturur ugrasip didinip kendiniz yaparsiniz, ya da calarsiniz.

    Siz, anladigi kadariyla, ikinci yontemi benimsiyorsunuz.

    Kofteci dukkaninda garson olacak kifayetsiz muhterise imtiyaz taniyip beyaz yakali memur yaparsaniz, olacagi tam da budur: Calip cirpip oradaki yerini muhafaza etmege calismak..

  134. “Hem, Afrika’daki açlığın önüne geçmek için göstermelik ‘philanthropic’ yardımlarda bulun, hem ‘kapitalist piyasa hakimiyetini kaptırmamak için’ düzenbazlıklar yap!”

    Sorulmasi gereken asil soru sudur:

    Evet, diyelim ki, o zat-i kapitalist, gercekten de gostermelik yapiyor bunu. [Buyuk bir ihtimalle de oyledir.]

    Peki, siz ne yapiyorsunuz?

    Konu hakkinda orada burada ‘merhamet simsarligi’ yaveleri dokturmekten oteye ne yapiyorsunuz?

    Bu, ‘gostermelik’ olmak acisinda daha da asagilik bir yontem degil midir?

    “SOMA maden cinayetiyle öldürülen ‘insanlar’ için ‘müstahak’ diyecek kadar şuursuzlaşıp, [kurnaz tilkilere] kurs verecek kadar mahirleşip, kapitalistleşmektense, ‘Andaval’ olmayı tercih ederiz!”

    Once sunu acikliga kavusturalim: Gordugum kadariyla, andavallik, sizin bilincli bir terchiniz degil. Realitenin farkli oldugunu ne kadar anlatirsak anlatalim, anlamiyorsaniz, yapisal bir bozukluktan bahsetmek zorunda oluruz.

    Sizin durumunuzda bunun en iyi ‘andavallik’ acikliyor bence.

    Ikincisi, siz hala daha ayni sakizi cigniyorsunuz..

    Soma’da (ya da baska bir yerde) madende calisanlar, madende calismanin tehliklerini bilirler.

    Yani, ucunda olum de olabilecegini bilirler. Bilmemeleri mumkun degildir; cunku –hic yoksa– bir onceki nesilden birkac ornegini muhakkak duymuslardir.

    Bu bir.

    Madende gereken guvenlik tedbirlerinin yeterince alinmadigi da, Soma’da calisanlarin kendi (yakinlarinin) ifadesine gore, biliniyordu.

    Hatta, babasi tarafindan engellnmek istenen birisi, her turlu uyariya ragmen, o gun ise gitmis, sonra da cenazesi cikmis.

    Bu kisiler herbirinin kanunen rustunu ispat etmis ve aklen balig oldugunu biliyoruz.

    Daha az gelirli ziraatcilik yerine, –daha riskli ama daha fazla getirisi olan– madencilik sektorunde calismagi tercih etmisler.

    Oyle olunca, babasi tarafindan da bizzat engellenmek istenen ve bunu reddeden kisinin, bu tercihinin sonucunda ortaya cikan acikli durumun neden sorumlusu ben/toplum olmak zorunda?

    Ya da, baska bir benzetme ile, frenlerinin arizali oldugunu bile bile yola cikip, daha sonra da bir ‘elim kaza’ sonucunda hayatini kaybeden TIR soforunun de olumunden ben/toplum mu sorumlu olacak?

    Bu ne salakca suclamadir?

    Etti iki.

    Ucuncusu, butun bu olan bitenin sorumlulugunu ‘kapitalizm’ adindaki bir kotu ruha mal ederseniz, tedbir olarak ne oneriyorsunuz?

    1) ‘Devlet’ herkesi ve herseyi –her an– kontrol etsin, denetlesin;

    2) ‘Kapitalizm’, cici cocuk olsun, bir daha boyle yapmasin..

    Baska ne oneriyorsunuz?

    Yok. Degil mi?

    Ama, “o onun icin, bu bunun icin, ‘mustehak’ anlamina gelen laflar soyledi” turunden mugalata yapmaktan da vazgecmeyeceksiniz.

    Iste, sizin istem-disi, tercih-disi, ‘andavallik’ haliniz budur.

  135. “Kansersin ve paran da yok, öl!”

    Gene mugalata.

    Hem de yine en ucuzundan…

    ‘Karun kadar’ zengin oldugu halde, kanserden zibarip gidenleri bilmesem, sizin bu merhamet simsarliginiza prim verebilirdim.

    Ama, oyle degil.

    Paran olmus ya da olmamis, farketmiyor; sonuncu evreye gelmissen, kanser olum demektir.

    O noktada, para, sadece o cileyi uzatmak anlamina geliyor. Sizi onkoloji departmanina bagli ‘palyatif’ (yani, ‘gecistirici’, daha dogrusu ‘bir seyler yapiyormus gibi gorunmek amacli’) bolumune aliyorlar; ve ceke ceke, zamani uzatarak irtihal-i dar ul beka eyliyorsunuz.

    Fosur fosur sigara icen birisi olarak, benim kisisel tercihim, o raddeye gelmissem bu tur bir rezilligi degil, paranin cani cehnneme, intihar etmek olur.

    Simdi donelim sizin o acikli hikaye simsarliginiza: Hastanede uyusturucularla uzatilan bir hayat yerine, kendi evinde kisa zaman icinde olup gitmek alternatifi kendisine ‘dayatilmis’ olmasi, bence bir tur rahmettir.

    Geciktirilen olum, dolayisi ile, iskencedir.

  136. [1] SAYIN KAPİTALİST NECİP'E

    [1. BÖLÜM]

    Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip,

    Bir kez olsun ‘çömezliğinizden’ farklı bir şey söylemeye yeltenin,

    Bir kez olsun, ağa-analarınızın ve ağa-babalarınızın hönkürdüklerinin seviyesine yaklaşmak için çaba gösterin,

    Çok mu zor!

    Zor elbet!

    Çünkü, ‘laf madrabazlığı’ yapmak daha kolay, hele bir de kapitalistsen!

    Size, ağa-babanızın beyninden hayata saçılmış zehirleri sıraladık, bunların üzerine ‘ciğer görmüş yavru ve aç kedi’ gibi atladınız,

    ‘Selling School Like Groceries – The Voucher Idea’
    23rd September 1975
    ‘The New York Times Magazine’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29dlbM1 )

    ‘On Busting the School Monopoly’
    5th December 1983
    ‘Newsweek’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29dYZTy )

    ‘Who Wins, Who Loses – A Look at the Future’
    1st July 1998
    ‘The School Choice Advocate’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29kR1GA )

    ‘Why America Needs School Vouchers’
    28th September 2000
    ‘Wall Street Journal’
    Written by Milton Friedman
    ( http://bit.ly/29eZGbD )

    Farklı bir şey söyleyin, söyleyemezsiniz, çünkü söyleyecek zırvanız kalmadı, hepsini tükettiniz! Anca, ‘kapitalizm çömezliği’ yapa yapa ömrünüzü heba edersiniz!

    ‘127’ numaralı metninizde zırvaladıklarınıza karşı 50 seneden fazla mücadele ediyoruz, ne mutlu ki, son 10-15 senedir ‘özel-mülkiyeti şart koşan, kâr odaklı eğitim sistemlerine karşı uyanışlar’ ağır da olsa, yavaş da olsa başladı! Bu ‘uyanışları’ istediğiniz kadar ‘hakir’ görebilirsiniz, ilk önce, kendi çoluğunuzun-çocuğunuzun hâline bakın!

    Utanmasanız, ‘havayı da (oksijeni de) paketleyip, bir turnuva düzenleyerek, kim daha rekabetçi ise, -paketleyip MARKA DAMGASI VURDUĞUNUZ hava-yı ona satmak’ üzerine kurulu sistemleri savunacaksınız!

    ‘Eğitim’i paralı yap, ‘kâr topla!’, kapitalistler göbeğini semirsin!

    ‘Su’yu paralı yap, ‘kâr topla!’, kapitalistler göbeğini semirsin!

    ‘Hava’yı paralı yap, ‘kâr topla!’, kapitalistler göbeğini semirsin!

    Sizin gibi ‘beyninden zehir saçan’ kapitalistlerin, adım adım uygulamak istediği plân bu!

    Siz kimi kandırdığınızı zannediyorsunuz!

    Sizin zikriniz şu,
    ‘İnsanları cahil kılmak için her türlü yolu denemeliyiz!
    En kestirme yol, şimdilik, -paralı ve kâr odaklı eğitim endüstrisi-ni kurmak, ve insanları bu endüstriye köle etmek!
    Böylelikle,
    Parası olanlar eğitim görüp, kapitalist merdivenin basamaklarında yükselerek, geleceğin kapitalist ağa-ana ve ağa-babaları olurlar (3 çocuk yapmak şartı ile)!
    Parası olmayanlar, İlber Ortaylı’nın da ifadesiyle, -cahil!- kalıp, anca, köftecide garson olurlar, sonuçta, -cahiller-i koyun gibi gütmek nispeten daha kolaydır!
    Örneğin, ‘cahil kadın’, ‘eğitimli kadına’ kıyasla nispeten daha az dırdır eder! Evde kafanız rahat olur!
    Emrullah Efendi’nin de hönkürdüğü üzre, ‘şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim!’

    Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip,
    Hayatımızın hiçbir döneminde ‘devlete kapak atmak uğruna’ yaşamayı amaçlaMAmış olmamızla birlikte,
    [Devleti yuksek ogrenimi beles yapmaga zorladiginiz anda, yuksek ogrenim imkanini kullanamamis olanlarin vergilerini baska birilerini subvanse etmek icin kullanmis oluyorsunuz.] ifadesinin, ‘kapitalist -özel mülkiyetçi- zevat’ tarafından kasıtlı olarak uydurulduğunu gayet net biliyoruz!

    [yuksek ogrenim imkanini kullanamamis olanlarin vergilerini baska birilerini subvanse etmek icin] → Daha ufak yalanlar atın da, civcivler de nasiplensin!

    [Cok sansli olup da yuksek ucretli is bulabilen istisnalari saymazsak, (ticari anlamda) pesinen iflas etmis olmak anlamina geliyor tabii ki. {ABD’de de cok var bundan, ama pek konusulmuyor.}]

    Tabii tabii, ne demezsiniz, hiç konuşulmuyor tabii! ‘-The Establishment-ın medyası’ zaten ‘-kapitalistler-in medyası’ demek olduğundan, ABD’de bunların konuşulduğunu pek duyamaz, göremez, hissedemezsiniz!

    ‘YÜKSEK EĞİTİMLİ’ ve ‘FAKİR’ BİR SINIF GİTTİKÇE KALABALIKLAŞIYOR!

    ‘MASTER DERECESİ’ OLAN BİR ÖĞRETİM GÖREVLİSİ, AMA ‘YOKSULLUK SINIRI ALTINDA’ YAŞAMAYA MAHKÛM EDİLMİŞ!

    Brianne Bolin, ABD içinde sayıları hızla artan ‘yüksek eğitimli’ ama ‘fakir’ bir sınıfın bizlere işaret ettiği çok önemli bir tehlikedir!

    (Hazırlayan, Alissa Quart
    20 Kasım 2014)

    Profesör Bolin (ya da öğrencilerinin onu andığı isimle ‘Brianne’) tamamıyla görünmez bir kişilik olabilir!

    Chicago’daki Columbia Üniversitesi (Columbia College Chicago) yerleşkesine vardığımda Bolin’in odasının nerede olduğunu girişteki sekreteryaya sordum. Önündeki bilgisayar ekranından isim listesine girdi, dikkatle taradı ama bu isimde birini bulamadı. Geçmiş 5 yıl boyunca, 4 dönem bu üniversitede ders vermiş olduğu hâlde, kayıtlarda bir tek ize rastlanmadı! İsmi ile bağlantılı bir telefon numarasını bile bulamadık, bırakın ona ait bir çalışma odasını!

    Brianne Bolin, 8 yaşında bir engelli annesi, çocuğunun adı ‘Finn’.

    Çalıştığı yeri bana gezdirmek için buluşmaya geç vakitte de olsa ulaşabildi. Saçını at kuyruğu şeklinde toplamıştı. Kemik gözlük çerçevesinin sol tarafını kırmızı elektrik bandıyla sarmıştı, çerçeve birkaç ay önce hasar görmüş, ve yenilemek için para yetiştirememiş! Kendisiyle röportaj yapılacağını bildiği için ona göre giyinmişti. Konuşmamızın ilerleyen dakikalarında bana söyleyecekti, üzerine giydiği siyah yeleği ve kot pantalonu ‘ikinci el ürünler satan’ bir mağazadan almıştı.

    Bilgisayar laboratuvarını ve öğrencilerinin deneysel fotoğraf çalışmalarından, video tasarımlarından bir seçkiyi bana gösterdikten sonra, öğrenci kafeteryasına geçip oturduk. Bu andan itibaren Bolin, endişeli ruh hâlinden daha çok sinirli bir havaya büründü! Bir ‘adjunct professor’ (‘Doktora’ düzeyinde olan kişilerin, üniversitede ders vermesi için bir nevi ‘misafir’ öğretim görevlisi olarak davet edilmeleri) olarak, bir sınıf için kendisine 4350 USD ödendiğini, bu rakamın hiçbir zaman bir yıllık dönem için 24.000 USD’nin üstüne çıkmadığını söyledi.

    Röportajı yaptığımız anda, mevduat hesabında 55 USD’nin, kredi kartında ise 3000 USD’nin olduğunu söyledi.

    Chicago’nun kuzeyinde, her 20 dakikada bir trenin feryat figân gürültüyle geçtiği, ‘orta’nın biraz altı bir yerleşim yerinde, 2 odalı bir dairede ikâmet ettiğini ve 975 USD’lik kira bedelini bir aydır ödeyemediğini söyledi.

    Kitaplığı, üniversite öğrenciliği döneminden kalma şiir ve felsefeyle ilgili kitaplarla dolu, ve hafızasından bazı şiirlerin mısralarını sıralayarak röportajın önemli yerlerine göndermeler de yapıyor ara ara. Ayrıca, 60’lı yıllar Fransız müziği ile ilgili plak koleksiyonu hobisi de var.

    Fakat, hem kendisinin, hem oğlu Finn’in hayatı için, devletin bir hizmeti olan ‘gıda yardımı kuponları’na talim etmeye mecbur!

    Bolin’in çalıştığı statü ona ‘sağlık sigortasına ulaşma imkânı’nı sunmuyor! Bu nedenle yine devletin ‘yoksul kesimler için’ hazırladığı sağlık yardımı hizmetlerinden yararlanıyor. (Bu sistemin adı ‘Medicaid’. Türkçe’de karşılığı tam olmasa da, en yakın tabir olarak SGK’nın ‘yeşil kart’ sistemini düşünebilirsiniz.) Illinois eyaletinde Finn’in yaşında olan bir çocuk için hesaplanan ortalama sigorta kapsamı, federal hükümetin hesapladığı ‘yoksulluk sınırı’nın %142’sine eşit. Yani, takriben 22.336 USD.

    ‘Bu şekilde olmamalıydı!’ diyor Bolin! Branşının temeli İngilizce üzerine kurulu. Anlattıklarının çoğunun bir klişe olduğunu o da biliyor ama yine de hatırlatıyor bizlere!

    Eastern Illinois Üniversitesi’nde öğrenci olduğu yıllarda, onlarca karavanın biraraya gelerek adeta küçük bir köyü andırdığı bir alanda bir arkadaşı ile birlikte bu karavanların birinde kalarak yaşadığını, ‘Virginia Woolf’ ve ‘Marguerite Duras’ın kitaplarını ezberlediğini, ‘Kerouac ve Ginsberg’in açtığı yoldan oldukça ilham aldığını, o meşhur ‘baskılara başkaldıran -Beat- nesli’nden çok şey öğrendiğini anlattı.

    Lisans ve hemen ardından master derecesini, ‘avangart şiir’ üzerine yaptığı çalışma ile hak etmiş. Hiçbir zaman ‘akademinin bir başka parlayan yıldızı olmak’ gibi bir ideali olmamış, ki zaten ‘Eastern Illinois Üniversitesi’ ile ‘University of Chicago’ aynı kulvarda olan üniversiteler değil. Fakat, onuruna yaraşır düzeyde bir gelir ile, sürekliliği olan bir işte çalışarak yaşayabileceğini düşünmüş hep!

    ‘Biraz burjuva yaşamına meylettiğimin farkındayım! İçinde manâsı olan şeyleri aramak, yoksa eğer manâ yüklemeye gayret etmek, ne zamandan beri -burjuva- kategorisine sıkıştırıldı şaşıp kalıyorum! Ama adı ne olursa olsun, bahsettiğim çaba hayata tutunmamda önemli bir etken!’ diyor.

    ‘Hep şöyle düşünmüştüm, 35’ime geldiğimde, üzerinde küçük deliklerin olmadığı, en azından yıpranmamış kıyafetlerim olur, ve bankamda da param olur. Şimdi gelin görün ki, asgari ihtiyaçlarımın çok büyük bölümünü -ikinci el ürünler satan mağazalardan- karşılamaya başladım. -Banana Republic-in 5 USD’lik ceketlerini giyiyorum ama çok kısa ömürlü oluyorlar, çünkü ben almadan önce defalarca kullanıldığı ve yıkandığı için ilk dönem dayanıklılığı kalmıyor.’

    ‘Şu an bulunduğum yerden dönüp geçmişime şöyle bir baktığımda, -hayallerimin- bana bu zor günleri yaşattığını görüyorum! Utanç duyulacak bir durum olmasa da, kendi kendime -Acaba ben de mi bir sorun var?!- diye sormadan da edemiyorum!’

    Günümüzde herkes adeta papağan gibi, ‘lise, teknik okul, üniversite eğitimi almak için canla başla çalışın!’ cümlesini bas bas bağırsa da (ki ‘iyi eğitim almak’, hiç eğitimi olmayan veya az eğitimli olanlara nazaran tabii ki daha iyi maddi koşullar sunsa da) ‘2014-2015 küresel ekonomik krizin enkazından arda kalanlar’ gibi bir apokaliptik film platosunda, ne kadar yüksek seviyede bir eğitime sahip de olsanız, ‘yoksulluk sınırı!’ denen kavramdan kurtulmanız mümkün değil, gerçekliğini yüzümüze çarpıyor Bolin!

    ABD’nin ‘TÜİK’i olan ‘United States Census Bureau (USCB)’nin hazırladığı istatistik raporlarına göre, 2007 ile 2010 arasında, lisans mezunu olan kişilerin ‘gıda yardımı kuponları’ veya diğer federal devlet yardımı hizmetlerine başvurmaya mecbur kalma oranı 3 kat artmış!

    Kentucky Üniversitesi’nde eğitim veren iktisatçıların yaptığı araştırma sonuçlarına göre daha detaylı bir veri sunmak gerekirse,
    ABD’de hanehalkı bazında %28 oranında ‘gıda yardımı kuponları’na muhtaç olanlar, 1 kişi bazında 2013 yılı için üniversite eğitimi alanların çok büyük bir bölümüne tekabül ediyor! Bu oran 1980’de (üniversite derecesinde olanlar için) %8’di. Aradaki uçuruma dikkat ediniz!

    ‘Yüksek eğitimli yoksullar!’ olarak tanımladığım Bolin ve onun gibi yüzbinlerce kişi, Columbia gibi çok geniş bir coğrafyada adeta görünmez olarak yaşıyor! Neredeyse hiçkimse sayıları gittikçe artan bu ‘yüksek eğitimli yoksullar’ı aklına getirmek istemiyor, bu nedenle herbiri hiç istememelerine rağmen ‘görünmez’ hâle bürünüyor!

    ‘Hiçkimse doktora derecesine sahip olduğumu bilmiyor ve hattâ umursamıyor. Ara sıra yine o karavanlar bölgesinde kalmaya gidiyorum, çünkü bazen maddi gücüm gündelik düzenimi karşılamaya yetmiyor.’ Bunları söyleyen kişi, artık Eugene-Oregon’da yeni bir hayat kurmaya çalışan ‘eski’ bir dilbilim profesörü yardımcısı, bir anne ve ‘gıda yardımı kuponları’na muhtaç!

    ((
    Bolin’in yaşadıklarına benzer bir başka örnek,
    St. Paul-Minnesota’da bir kütüphane görevlisi ise, arkadaş çevresinin onun ne kadar meteliksiz yaşadığı hakkında en ufak bir fikrinin olmadığını söylüyor,
    ‘Her Amerikalı, hayatının bir döneminde cafcaflı bir milyoner olduğunu düşünür, benim de onlardan bir farkım yok!’
    ))

    Yaşadığı tüm zorluklara rağmen Bolin, birçok arkadaşı ile iletişimini sürdürüyor. Onlardan biri de ‘tarih’ üzerine master derecesi olan Justin Thomas. Chicago’nun güneyine 3 saat mesafede ‘Lake Land Üniversitesi’nde ‘misafir’ öğretim görevlisi olarak ders veriyor Thomas. Bir sömestir boyunca 4 ila 6 sınıfa giriyor, ve sınıf başına 1500 USD ile 3087 USD arasında değişen maaş alıyor. Thomas’a maaşının ödenmesi her sömestirin başlangıcından 1 ay sonra yapılıyor! Bu 4 haftalık ‘bekleme süresi!’ni ise, her akşam yemeği iki kızıyla birlikte çoğunlukla ‘makarna & peynir karışımı’ yemekle yetinerek geçiriyor! Çünkü çocuklarının tüm vesayeti kendi üzerine değil, ve ‘gıda yardımı kuponları’na başvurmak için bile bir statüye sahip değil! Kızlarına, üzüntüden yutkunarak, ‘özür dilerim ama size hiçbir şey alacak maddi gücüm yok, bir külah dondurma için bile!’ & ‘Kızlarımın hayallerinin gerçekleşmesi için, kendi hayallerimden vazgeçmeye mecburum!’ diyor Thomas! Babasının inşaat sektörü üzerine küçük firmasında ‘ek iş’ için çalışıyor ama oradan elde ettiği gelir oldukça sınırlı! ‘Bir kızım müzik konusunda maharetli. Onun bu alanda eğitim görmesini öyle istiyorum ki bilemezsiniz! Ama gelin görün, ona bu imkânı sunacak maddi gücüm yok!’

    Yukarıda aktardıklarımız sadece ‘akademisyenler dünyası’ için geçerli değil, yani ‘yüksek eğitimli’ ve ‘iş bulmak için sürekli yer değiştirmek zorunda kalan’ kişilerden bahsetmiyoruz sadece.

    ‘The National Association for Law Placement (NALP)’ adlı, hukuk fakültesi mezunları ile ilgili her tür dayanışma platformunu destekleyen, istihdam sorunları üzerine araştırmalar yapan, sektördeki tanınmış sima ve şirketlerden referans bilgiler toplayan organizasyon (NALP), hukuk fekültesi mezunlarının istihdam oranının 2007’de %92 iken, 2012’de %84,5’e düştüğünü hatırlatıyor! Ve bir hukuk fakültesi öğrencisinin eğitim dönemi boyunca birikmiş borcunun ortalama 100.000 USD olduğunu da ekliyor! Master düzeyinde bir akademik derece şart koşan veya en azından yüksek bir üniversite başarısını işe alacağı adaylardan bekleyen, ‘mimarlık’, ‘pazar araştırması’, ‘teknik veri işleme’, ‘kitap yayıncılığı’, ‘insan kaynakları’ ve ‘finans’ gibi alanlarda da istihdam yaratma potansiyeli, 2008’de başlayan küresel ekonomik krizden günümüze değin toparlanmadı!

    Illinois’in merkezinde küçük bir ilçede yetişen Bolin, okulda yaşıtlarından farklıydı. Bolin bir evlatlıktı ve ailenin tek çocuğuydu. İlk zamanlar oldukça yetenekli idi, okuldaki parlayışını gördükçe annesi esprili şekilde ‘korkunç derecede başarılı’ diyerek onunla gurur duyardı. Fakat gençlik çağına vardığında, problemli dönemler başladı. Lisedeyken birçok şeye ayak uyduramadığını, çok duygusal bir karaktere sahip olduğunu ve her zaman siyah giymeyi tercih ettiğini söyledi.

    Üniversiteye adım attığında ise, dünyada aradığı yeri sonunda bulduğunu farketti. ‘Edebiyatla tanışmam beni bambaşka biri yaptı.’ diyor Bolin. Ve ikinci senesinde, erkek arkadaşının oda arkadaşı tarafından öldürüldüğünü söylüyor! Bunun getirdiği travma, lise dönemi Bolin’de olduğu gibi, onun edebiyatın daha bucaksız mecralarına seyahat etmesine yol açmış. ‘William Carlos Williams’ ve ‘George Oppen’ın şiirleri ile böyle tanışmış. ‘-Ruh- dediğimiz şey nedir? Kaybettiğim arkadaşımın ruhu başka bir yerde olabilir mi?’ & ‘Üzerinde çalıştığım, şiirlerini, düşünce yapılarını, eserlerini incelediğim bütün şair ve yazarlarla kurduğum samimi bir bağ var.’ diyor. ‘O zamanlar yalnız bir insandım. Hoş, bugün de yalnızım ya… Kitapların, dünyayı daha güzel bir yer yaptığını söylüyorum size…’

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  137. [2] SAYIN KAPİTALİST NECİP'E

    [2. BÖLÜM – SON]

    Üniversitede hiçkimsenin bir ‘akademisyen’ olmanın asla saygıdeğer bir kariyer yolu olduğunu söylemediğini belirtiyor Bolin. Nasihatlarını en çok dinlediği hocalarından biri olan, ‘Amerikan Romantizmi’ üzerine dersler veren profesör Michael Loudon, Bolin’i çalışma odasına davet etmiş ve onunla konuşmuş. (Loudun şu an emekli.) ‘İçimde bir ışık gördüğünü söyledi. Üzerinde uzun zamandır çalıştığım fikirlere devam edeceğim ve doktora tezimi bunlar ile ilgili yazacağım telkininde bulundu. Kariyerimde büyük bir sükse yapacağımı söylemedi, ama eminim normal bir çalışma hayatına sahip olacağımı aklından geçiriyordu. Bu mutlaka gerçekleşecekti.’

    Fakat Loudon eski toprak bir akademisyen. Akademide eğitim verdiği süre boyunca, profesör apoletine sahip en az %75 oranında kişi bordrolu çalışan veya daimi statüde idi (yani sağlık yardımı ile ilgili avantaja sahip olanlar.)

    Günümüzde ise tam zıttı geçerli!

    %75 oranında ‘asistan’ statüsünde olanlar veya Bolin gibi ‘yarım gün (part-time)’ çalışmaya talim edenler! Bu ‘köklü dönüştürme operasyonu!’nun başlangıcı, Bolin daha üniversite öğrenciliğine adım atarken gerçekleşti. Bundan ne kendisinin, ne de ailesinin haberi vardı!

    Bolin’in babası üniversite eğitimi almamış. ‘Firestone’ adlı şirkete ait araba lastiği üretim tesislerinde işçi olarak çalışmış. Annesi ise, ‘ev ekonomisi’ üzerine meslek okulunda eğitim görmüş ve diplomasını almış, ev hanımı olarak yaşamış. ‘Saat akşam 9 deyince yemeği evde yemek, babamın günlük hayatıydı diyebilirim. Babam, sadece ama sadece gündelik hayatını devam ettirmek için bir işte çalışır ve para kazanırdı, başka türlü bir hayatı tasavvur etmezdi. Kızının, -hayat- ile ilgili, -idealler- ile ilgili, -kariyer nedir/ne değildir?- ile ilgili yaptığı derin sorgulamaları anlamak ihtiyacını hiçbir zaman hissetmedi!’

    Bolin’in üniversite masraflarını, ailesi, yıllar boyunca yaptıkları birikimle karşıladı. 20’li yaşlarının ortalarında mezun olduktan hemen sonra ‘Westwood Üniversitesi’nde kompozisyon dersleri vermeye başladığını gördüklerinde çok gururlandılar. (Daha sonra ‘Columbia Üniversitesi’ne geçiş yapacaktı.)

    Edebiyat üzerine dersler vermeyi hayal etmişti. Ama zaman geçtikçe basit metin yazımı ve kompozisyon konusu üzerine ders anlatmayı daha çok sevdiğini farketti. Çünkü öğrencilerinin, daha ikna edici metinler yazabilmesini sağlamak hoşuna gidiyordu. Ve ‘Chicago’ şehri hayatında çok önemli bir yere sahipti. Birbirinden farklı etnisite ve milliyete sahip insanın bir arada yaşadığı bu devasa şehir, onu çok etkilemişti. Her gece birbirinden farklı müzik türleriyle küçük-büyük konserler, festivaller düzenleniyordu, ‘klezmer’den, Balkan halk türkülerine kadar yayılan geniş bir yelpazede. Hâttâ Bolin, ‘Mud Show’ isminde iki kişilik müzik grubu dahi kurmuştu, bir akordiyon, gardıroptan parçalarla yapılmış bir bas, bir kova içinde zincir, ve bir daktilo, çaldıkları enstrümanlar idi. ‘Maddi yönden kendi kendime yetebiliyordum. 26 yaşında bir kişi olarak koca bir şehirde yaşıyordum. Oda arkadaşlarımla birlikte, kendi çaldığımız müzik eşliğinde ev partileri düzenliyor, hayatın tadını çıkarmaya çalışıyorduk.’ & ‘Kalbimin çarpıldığı bir erkek yoktu ve gelecek plânları üzerine de kafa yormuyordum. Adeta -uzatılmış- bir gençlik dönemi yaşıyordum diyebilirim.’

    Ve 28 yaşında hamileydi. Müzik grubundaki 20 yaşındaki gençle bir ilişkinin sonucu idi. Oğlu Finn’i tek başına yetiştirebileceğini her zaman kendisine telkin etmişti. Ve bir çocuk sahibi olmayı her zaman istediğini de biliyordu, annelikten kaçmayı plânlamıyordu.

    Finn ‘Kuadripleji Serebral Palsi (SP)’ tanısı ile doğdu. Yani, doğum öncesinde, sırasında veya sonrasında merkezi sinir sisteminin hareket işlev alanlarının hasar görmesinden dolayı oluşan bir vaka (bir tür ‘beyin felci’). Hastalık değildir ve tedavisi yoktur. Etkilerinin en aza indirgenmesi, fizyoterapi, cerrahi müdahaleler ve medikal cihazlar ile sağlanır.

    Bolin kendisini oğluna adamak için işinden birkaç yıllığına ayrıldı ve ailesinin yanına taşındı. Bolin’in annesi kızının bu adanmışlığını görünce yine gururlandı, bu kez akademisyen yönüne ek olarak, bir de anne olması yönüyle. İncecik vücudu tekerlekli sandalyeden defalarca kaldırılması, yemesi, içmesi ve yürümesine yardım edilmesi gereken, mavi gözlü harika bir çocuk Finn…

    2008’de Finn 2 yaşındayken, Bolin Chicago’ya döndü. Columbia Üniversitesi’nden ayarlayabildiği kadar çok ders ayarlayarak geçimini sağlamaya başladı. Fakat patronu onu daha yolun başındayken uyarmıştı, ‘asla tam zamanlı ve kadrolu bir iş kendisine verilmeyecekti!’

    ‘Akademi, artık bir kariyer yolu olmaktan çıkmıştı!’ diyor Bolin!

    Bolin’in kariyer konusunda yıllardır kendine verdiği söze karşı geliştirilen argüman, ‘başının çaresine bak! Herhangi bir yerde çalış ve faturalarını öde!’

    Ya da,

    Bir danışmanlık şirketi (‘The Professor Is In’ – http://theprofessorisin.com/) kuran emekli antropoloji profesörü Karen Kelsky’nin ifade ettiği gibi, ‘dişe dokunur, -gerçek- bir iş bul!’

    Kelsky’nin müşterileri ‘hayal kırıklığına uğratan bir meslek seçiminin getirdiği yıkıcı sorunlarla nasıl başedebilirim?’ problemi ile ilgili, öfke nöbetlerinin üstesinden gelebilmek, karamsarlığa son verebilmek, kendilerini ‘yeniden icat etmek!’ için, e-posta yolu ile yapılan danışmanlık hizmetine, 1 saat için 300 USD ödüyor.
    ‘Akademide -asistan- statüsünde çalışan kişiler çocuklarının geleceğini garanti altına alabilmek için borçlarını sürekli büyütüyor, kendi sağlıklarını heba etmek zorunda kalıyor, 5 farklı kampüste ders vermek için koşturuyor, adeta -profesyonel ölüm sarmalı- içinde yaşamaya mecbur kalıyorlar’ – En iyi hareketi yaptığında, artık durmadan yoluna devam etmelisin! – Kelsky’nin odaklandığı alanlar, lisans üstü seviyesinde olan kişilerin kendilerini ‘daha çabuk pazarlayabilecekleri!’ sahalarda işe girmelerini sağlamak, ‘analiz’, ‘veri toplama’, ‘etkili metin yazma’ ve ‘topluluk önünde konuşma’ gibi.

    Bolin, Kelsky’nin blog sayfasını aksatmadan takip ediyor, metinlerinden istifade etmeye çalışıyor. Doktor Kelsky’nin yüz yüze sunduğu danışmanlık hizmetinin masrafını Bolin’in ödeyemediğini hatırlatmama gerek yok herhâlde! Oğlunun bakımına dikkat etmesi gerektiği için, CV’sini göndermeye ve daha donanımlı olabilmek için kurs almaya imkân bulamıyor! ‘Kurs’un da bedava olmadığını söylememe yine gerek yok herhâlde!…

    Bolin, perakende sektöründe ek iş yapabileceğini, fakat Finn’in gündelik bakımı için yapılması şart harcamaların bu ek işten gelecek maaş çekini bir çırpıda tüketeceğini belirtiyor! Oğlunun bebekliğinden itibaren konuşma terapisine ihtiyacı olduğundan, birkaç yıl önce kendisini ‘konuşma dili patoloğu’ olarak yetiştirmeye, (ve bir umut) belki bu alanda bir iş bulabileceğini düşünmeye başlamış. Zaman ilerledikçe, kendisini yetiştirdiği sahada yaptığı araştırmada elde ettiği bulgular moral bozukluğu yaratmış, ve bu alanı terketmiş, ‘sadece oğlumla yaşadıklarım bana yetiyor! Daha fazlasını kaldıramadım!’ Yakın zamana kadar, yine üniversitede ‘kampüs içi sendikâl faaliyetler organizatörü’ pozisyonu için çaba sarfetmeye başlamış, bu yolla gayelerinden biri de ‘asistan’ statüsünde hayatını idame ettirmeye çalışanlara yardımcı olabilmek. Fakat bu alanda bile işe başlayabilmek mümkün olmamış!

    Bolin’in artık rutin hâline gelmiş bu hikayeleri, sadece bir gün içinde kısa zaman aralıklarında yapılması gereken ödevlerin sınırları içinde değil. Sosyal-psikologlar Bolin ve benzerlerinin yaşadıkları ile ilgili ‘karar vermek yorgunluğu’ tabirini kullanıyor. Özellikle maddi yönden yoksul olmak, ‘çok ama çok’ akıl kullanarak karar vermeyi gerektiriyor. Bu da bir tür ‘kronik yorgunluğa’ yol açıyor. Çok küçük miktarda bir parayı, nerede, ne zaman, ne oranda harcamak gerektiği ile ilgili durmadan plânlar yapmak, karar üstüne karar almak, fikir değiştirmek, vazgeçmek, tekrar karar almak gibi! Princeton Üniversitesi’nde bir iktisatçının Hindistan’ın oldukça fakir köylerinde yaptığı bir deneyin sonuçlarına göre köylü şöyle davranabiliyor, ‘şu fiyatları çok ucuzlamış sabundan birkaç kalıp daha alsam iyi olur, ama bunu yapamam! O zaman bu haftaki ilaç, yemek, okul vb. masraflarımı nasıl karşılayacağım?!’

    Trader Joe’s süpermarketinde, limiti aylık 349 USD’lik ‘gıda yardımı kuponları’nı nasıl titizlikle kullanması gerektiğinin yaşattığı yıkıma gözlerimle Bolin’de şahit oldum!

    Bolin, bu kuponlara ulaşmaya sadece yaz mevsiminde hak kazanabiliyor. Yasalar gereği, Bolin’in 1 yıl boyunca okuldan elde ettiği statü nedeniyle, bu kuponlara devamlı ulaşması mümkün değil! (Kendisine 2000 USD’nin altında maaş ödendiği dönemlerde, Finn’in sağlık durumu sonucunda ‘supplemental security disability payments’ yani ‘bedensel engelli vatandaşlar için ek mali yardım programı’ çerçevesinde Bolin 600 USD’lik ek gelir için başvuru yapabilir.)

    Finn, ‘laktoz’ yönünden dikkate muhtaç bir çocuk olduğundan, oldukça pahalı olan ‘badem ve pirinç sütü’ tüketmek zorunda. Hemen ardından Bolin, 59 sentlik büyük boy bir tavuk bacağı paketi ve 49 sentlik havucu bulmak için süpermarkette aranıyor! Son olarak, en ucuzundan dana kıyma almak dışında başka birşeyi aklınızdan geçirmeniz mümkün değil! ‘İnternette pek çok blog sitesini ziyaret ettiğimde, başkalarının 20 USD’yi çok uçarı yerlere harcadığını görüyorum, mesela şehir meydanlarındaki veya istasyonlardaki -otomatik, şipşak fotoğraf kabinleri-nde veya lüzumsuz süslerle bezenmiş küçük bir peynir tabağında. Ben böyle bir şeyi asla yapmam!’ diyor!

    Sosyal-psikoloji araştırmasındaki ana sonuç şu,
    En basit yaşamsal ihtiyaçları karşılayabilmek için yapılan kesintisiz düşünsel aktivite, uzun dönemli kararlar almak için şart olan ‘irade’ye yönelmeyi neredeyse imkânsız kılıyor! Ve bu yorucu süreci Bolin çok iyi biliyor, ‘üzerimdeki baskıyı bir nebze olsun uzaklaştırabilmek için sigara içme ihtiyacı hissediyorum.’ Bolin’i bir gece bara davet etmek istediğimde, bir gün önceden kendi tütününü sararak sigarasını hazırladığını bana anlattı! Birkaç bardak margarita içtikten sonra hissettiği geçici rahatlama ile, sigara içtikten sonra hissettiği aynı! Birçok açıdan kendi kendini tedavi etmeyi öğrendiğini de söylüyor! Mesela endişeli ruh hâli artık dayanılmaz boyutlara ulaştığında ‘Xanax’ kullanarak yine bir nebze rahatlamaya çalışıyor. Günlük antidepresan kullandığını da belirtmeyi unutmuyor!

    2013’te, ‘Asgari ücretle nasıl yaşadım?’ tecrübesini samimi (ve bir o kadar sert bir şekilde!) blog sitesine yazarak paylaşan Linda Tirado’nun, ABD medyasının konuyu ülke geneline yaymasıyla bir anda ünlenmesi, Tirado’yu daha dobra bir üslupla kitap yazmaya teşvik etti.

    Bolin’in anlattıkları ile Tirado’nun yazdıkları neredeyse aynı,

    — ‘An’lık yaşamaya zorla alıştırılmak, eşek gibi çalıştığın hâlde yoksul kalmak, hamamböceği gibi ezilmekle aynı şey! —

    Bolin, yaşadığı bütün bu hayal kırıklıklarını birkaç saatliğine unutmak ve gözlem yapmam için beni Chicago’da yaşadığı muhite komşu olan ‘Andersonville’e götürdü.

    Umutsuzluğunun tavan yaptığı anlarda bu muhiti ziyaret etmeyi niçin alışkanlık hâline getirdiğini, anlattıklarını duyunca en acı hâliyle idrak ettim!

    Gördüğü eğitim, hayata daha farklı gözlerle bakmasını sağlamış, büyük bir özlemle 20. yüzyıl ortalarından kalma artık ‘antika’ olarak kabul edilen eşyaların, süs çiçeklerinin, el yapımı şapkaların, Avrupa menşeli biralar ile yapılmış özel aromalı şekerlerin olduğu dükkânları, tezgâhları, atölyeleri nasıl fırsat buldukça gezdiğini bana da gösterdi. Bir yemek tutkunu olduğunu, karides kokteyli ile kremalı makarnayı çok sevdiğini, bir Avusturya fırınında satılan ‘opera pastası’ adlı tatlıyı unutamadığını söylüyor. Fakat kafe ve lokantaların burada (tıpkı ev kirasını ödeyememesi gibi) ona oldukça pahalı geldiğini, yaşadığı yer olan Brookfield’da ise aynı ürünlerin fiyatının 2 katı yüksek olduğunu belirtiyor! Feminist bir kitabevinin önünde duruyor. Feminizm ile ilgili bir kitaba gömülüp gitmeyi veya ‘internet çağında hayata tutunmak’ konusu üzerine yazılmış bir makaleler bütününü sindirmek istiyor.

    Bir gün sonra Bolin ve ben, Chicago’daki ‘Lincoln Parkı’nda bütün öğleden sonrayı tekerlekli sandalyesinde Finn ile birlikte geçirdik.

    Finn, oyun alanında kaydıraktan kaydıktan sonra yüz üstü düştü ama yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Fakat ilerleyen dakikalarda ağlamaya başladı, çünkü vücudunu tam manâsıyla kullanamaması, koşmasına ve diğer çocuklarla top oynamasına engel teşkil ediyordu!

    Bolin’in, ulaşılması için artık o kadar çetin yollardan geçilmemesi gerektiğini tüm ümidiyle istediği şey, şimdi sahip olduğu ‘sürekliliği’ olan bir iş, yılda 35.000 USD kazanabilmek.

    ‘Finn, bu geliri elde edersem daha iyi bir hayata sahip olacak.’ diyor. Ancak bu geliri elde edebilirse, oğlu için bir üst model, üç tekerlekli aracı almaya gücünün nihayet yeteceğini söylüyor. Finn, çok zor yürüyor ama bu tür araçları kullanmayı çok seviyor.

    Bolin, kalbini açacağı, Finn gibi dikkat gerektiren bir evlada bakmak için onunla gündelik görev paylaşımı yapabilecek bir partner aradığını da söylüyor. Fakat bu kadar ciddi bir ilişkiyi kaldırma cesaretini gösterecek birini henüz bulamadığını da ekliyor.

    Akşam yavaş yavaş çökerken, Bolin bana parkın bir ucunda, 3 yaş civarı çocuğuyla oynayan bir çifti işaret ediyor, hemen yanlarında gösterişli bebek arabaları da bekliyor.

    ‘İyi para kazandıkları her hâllerinden belli olan böyle insanları gördükçe bazen kendi kendime diyorum, -git şu insanlarla konuş!- Gözüme o kadar muhteşem gözüküyorlar ki, onlara, -bütün bunları nasıl başardınız?- diye sorasım geliyor!’

    (Yukarıda okuduğunuz röportaj, kâr amacı gütmeyen ‘The Nation Institute’ adlı medya topluluğunun bir projesi olan, ‘bağımsız medyada araştırmacı muhabirlik misyonu’nu güçlendirmek amaçlı ‘The Investigative Fund’ çerçevesinde hazırlanmıştır. [ http://bit.ly/29njb3m ])

    [‘Bilim’, ‘para’yla satılamaz!
    Size bunu kim inandirmissa cok ciddi dalga gecmis.
    Emek karsiliginda ortaya cikan herseyin bir karsiligi vardir. Bu ister bilim olur, isterse sanat veya zanaat.
    Bedelini odemek istemiyorsaniz, onununde esasen iki yol var, Ya oturur ugrasip didinip kendiniz yaparsiniz, ya da calarsiniz.
    Siz, anladigi kadariyla, ikinci yontemi benimsiyorsunuz.]

    Kapitalizmde iki dayatma vardır, sömürürsün, ve sömürülürsün. Bu ikisi, ‘birbirini besleyen bakteriler’ gibidir.

    Peki mesele ne?
    Mesele şu, ‘sömürmek’ ve ‘sömürülmek’ üzerine kurulu bu sistemi (‘kapitalizm hastalığı’nı) ortadan kaldırmak için tedavi yöntemleri, çözüm önerileri üzerine kafa yormak. (Ayrıntısını aşağıda okuyacaksınız.)

    ‘Çalmak’ fiili, ilk önce, ‘kapitalistler’e özgüdür! (Biraz iddialı olacak ama) kapitalistlerin çok büyük bir kısmı hırsızdır! Niçin? Çünkü, ‘özel mülkiyetçi’dirler! Bu hususta, en esaslı argümanları ortaya koyan şahıslardan biri, ‘Pierre-Joseph Proudhon’dur! Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in ağa-babası ‘Milton Friedman’ veya ağa-anası ‘Ayn Rand’, Proudhon gibilerle boy ölçüşecek kadar donanımlı değildir!

    ‘Çalmak’ fiili, ikinci (ve son) olarak, ‘müzisyenler’e özgüdür. Ne mutlu ki, ‘fikri mülkiyet’ denen zırvanın ‘narsist’ bir ucube olduğunu anlayıp, ‘kapitalist fikri mülkiyet zırvaları’na karşı mücadeleye başlamış müzisyenler DE var! Ve sayıları her gün artıyor!

    ‘SOMA’ MADEN CİNAYETİYLE ÖLDÜRÜLEN İNSANLARA ‘MÜSTAHAK’ DİYECEK KADAR ÇİRKEFLEŞMİŞ BİR KARAKTER OLAN SAYIN ‘FITRATÇI-TURGUT ÖZALİST’ VE ‘LAZ MADRABAZLIĞI USTASI’ NECİP, ‘128’ NUMARALI METNİNİZDE -YALAN ATIYORSUNUZ- !

    KAPİTALİZMİN ATEŞİ HENÜZ SİZİN ETİNİZE DEĞİP YAKMADIĞI İÇİN, ŞU ZIRVAYI HÖNKÜREREK ‘VİCDAN ÇÜRÜMESİ YAŞADIĞINIZI’ İSPATLIYORSUNUZ → [acikli durumun neden sorumlusu ben/toplum olmak zorunda? Ya da, baska bir benzetme ile, frenlerinin arizali oldugunu bile bile yola cikip, daha sonra da bir ‘elim kaza’ sonucunda hayatini kaybeden TIR soforunun de olumunden ben/toplum mu sorumlu olacak?]

    SİZ, KAPİTALİZM SAYESİNDE ‘PATRONCU’ ZİHNİYETİN SAVUNUCULUĞUNU YAPMANIZ SEBEBİYLE, SOMA’DA ÖLDÜRÜLEN İNSANLAR İÇİN, ‘TARLADA IRGAT OLSALARDI, BELKİ, KAMYONET DORSESİNDE -MEVSİMLİK İŞÇİ OLARAK- TARLAYA GİDERKEN OTOYOLDA KAZA GEÇİRİP, DAHA AZ ACIYLA ÖLÜRLERDİ! MADEN ZİFİRİ KARANLIK BİR MEKÂNDIR, 13 MAYIS 2014’TE O ZİFİRİ KARANLIKTA ÖLÜRKEN KORKMUŞLARDIR!’ ZIRVASINI KUSUYORSUNUZ!

    MADENDE ‘ÖLDÜRÜLEN!’ MADENCİNİN BABASI, KAPİTALİZMİN TAHAKKÜMÜ SONUCUNDA YİYECEK EKMEK PARASI BULAMADIĞI İÇİN MADENE İNMEYE MÂHKUM EDİLEN OĞLUNUN KATİLİNİN ‘KAPİTALİZM OLDUĞUNU’ BİLEREK, YÜREĞİ YANA YANA İSYAN EDİYOR!

    ARADAKİ FARKI ANLAYAMAYACAK KADAR [andavalli] DEĞİLSİNİZ HERHÂLDE SAYIN ‘FITRATÇI-TURGUT ÖZALİST’ VE ‘LAZ MADRABAZLIĞI USTASI’ NECİP!

    Yine, her zaman olduğu gibi, ‘129’ numarada DA zırvalamışsınız!

    [Paran olmus ya da olmamis, farketmiyor, sonuncu evreye gelmissen, kanser olum demektir.] → Daha ufak yalanlar atın da, civcivler de nasiplensin!

    ‘Hava’yı (‘oksijen’i) bile parayla satmak için plânlar yapan sizin gibi ‘kurnaz tilkilere kurslar veren’ kapitalistler için,
    ANCAK VE ANCAK, PARASI OLANLAR KANSER TEDAVİSİNİ HAK EDER! PARASI OLMAYANLAR ÖLÜR!

    W.H.O.’NUN YAYINLADIĞI ‘ORTALAMA ÖMÜR’ İSTATİSTİKLERİNDE DEĞİŞİKLİK YAPILIRSA, BİZLERİN ‘DAHA ERKEN’ ÖLMESİ NASIL MÜMKÜNSE,

    ‘BİLİM’İ PARA İÇİNE HAPSETMEYİP, RAMİS YILMAZ İSİMLİ KANSER HASTASINI TEDAVİ ETMEK İÇİN ‘ÖZEL MÜLKİYETÇİ, KÂR ODAKLI SAĞLIK ENDÜSTRİSİ’NI ORTADAN KALDIRDIĞIMIZDA, RAMİS YILMAZ’IN (ve onun gibi milyonlarca ‘kapitalist sağlık endüstrisi mağduru’nun) KURTULMA OLASILIĞI, ‘HAYATTA KALMA OLASILIĞI’ DA VAR!

    Bu arada, [fosur fosur sigara] içmemenizi öneriyoruz! Siz DE ölürseniz, biz ne yaparız!

    [Peki, siz ne yapiyorsunuz?
    Konu hakkinda orada burada ‘merhamet simsarligi’ yaveleri dokturmekten oteye ne yapiyorsunuz?
    Bu, ‘gostermelik’ olmak acisinda daha da asagilik bir yontem degil midir?
    butun bu olan bitenin sorumlulugunu ‘kapitalizm’ adindaki bir kotu ruha mal ederseniz, tedbir olarak ne oneriyorsunuz?
    1) ‘Devlet’ herkesi ve herseyi –her an– kontrol etsin, denetlesin,
    2) ‘Kapitalizm’, cici cocuk olsun, bir daha boyle yapmasin..
    Baska ne oneriyorsunuz?
    Yok. Degil mi?]

    1) ‘Devletler’i, ‘şirketokrasi’ ile AYNI ANDA lağvedeceğiz! (Not, ‘Devletçi’ olMAdığımızı anlamış olmanızı umuyoruz! 19. yüzyılda BİLE ne işe yaradığı belli olmayan ‘arkaik solcu zımbırtıları’yla 1960-70’lerde DE ‘romantik devrimler’ peşinde koşan ‘solcuvari’lerden değil idik, bugün DE değiliz! Öz ifadeyle, ‘sıfatsız anarşistleriz’.)

    2) KAPİTALİZMİ ‘KÖKÜNDEN’ KALDIRMAK!

    İşte çözüm önerileri,

    [2007] ‘Zeitgeist: The Movie’
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] ‘Zeitgeist: Addendum’
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] ‘Zeitgeist: Moving Forward’
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    (Not, bir kez daha hatırlatıyoruz, yukarıdakiler çözüm ‘önerileridir’, çözüm ‘dayatmaları’ değildir!)

    Size, en kallavi cevaplardan birini, 2 Temmuz 2016’da kaybettiğimiz ‘Elie Wiesel’ veriyor,

    ‘Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı!’

    Siz, yine, ‘kapitalist’ hönkürmelerinize devam edebilirsiniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    Seviniyoruz, çünkü, sizin gibi ‘beyninden zehir saçan’ kapitalistlere karşı uyanışlar her gün artıyor!

    Üzülüyoruz, çünkü, bir zamanlar ‘solcu’ olduğunuzu (yukarıda) yazmıştınız, (‘romantik’ tespitinizi yaparken haklı olduğunuzu şahsınıza teslim edip, bu sıfatı hariç tutarak) keşke ‘solcu’ kalsaydınız!

    Peki sonuç,

    Yine ‘Ali Koç’ isimli kapitalistin ‘korku dolu!’ açıklamalarına varıyoruz,

    ‘Eğer bu ülkedeki kapitalizmi restorasyondan geçirmezsek, işçi sınıfı üzerimize çullanabilir!’
    ‘Kapitalizmi gönüllü düzeltmezsek, emin olun birileri pestilimizi çıkarır! Kapitalizmi, tekrar, o eski, -şaşalı günleri-ne gönüllü kavuşturmalıyız!’
    (http://bit.ly/29omLt5)

    ‘Kapitalist’ Al Koç’un da korku dolu açıklamasında hissettiğiniz üzere,
    Sonunuz yaklaşıyor sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip, kendinizi hazırlasanız iyi edersiniz!

    Kapitalizmi ortadan kaldırdığımızda, siz DE özgürleşeceksiniz! (‘Libertarian’ manâda değil! ‘Hakiki özgürlük’ babında!)

  138. Toplumsal yaşamın ihtiyaçları sınıflaşmayı zorunlu kılıyor -eğer eşitlik için doğaya, avcılık-toplayıcılıkla geçinen ilkel kabile toplumunun yaşamına geri dönülmeyecekse.
    İnsanın diğer canlılarda da olan biyolojik ihtiyaçları da, sadece insanda olan toplumsal örgütlenme de sınıflaşma olmadan nasıl karşılanabilir?
    İnsan herşeyden önce yemek, içmek ve barınmak zorunda.
    Ziraat, hayvancılık, balıkçılık, çanak-çömlek, kap-kacak, porselen, ev, mobilya, inşaat, mimarlık, mühendislik ve bunların üretiminde çalışması gereken işçilik sınıflaşma olmadan ne kadar mümkündür? (Bunlar sadece zorunlu biyolojik ihtiyaçlar olduğundan ileri düzeyde bir sınıflaşma getirmeyebilir. Fakat diğerlerini de eklersek -eğitim, siyaset, yargı, bürokrasi, askerlik, tıp, eczacılık, veterinerlik, madencilik, denizcilik, uzay-havacılık, bilim, teknoloji, kültür, sanat vs- durum daha da karmaşıklaşır)

  139. “Kapitalizmi ortadan kaldırdığımızda, siz DE özgürleşeceksiniz!”

    Hayatta basarilar dilerim.

  140. Sayın (Anonim) 132,

    Muhtemelen, siz, ‘kapitalist sömürü sistemleri’ne karşı mücadele etmeyi, ‘meslekleşmelere – uzmanlaşmalara – zanaat erbaplıklarına’ karşı DA mücadele etmek olarak anladınız. (Yanılıyorsak, peşinen özür dileriz.)

    Kapitalistlerin, ağızlarındaki her lafın altına, ‘kapitalizm = hayat’ şablonunu yerleştirerek hönkürmelere başlaması, asıl problemdir!
    (Ve hâttâ çoğu zaman, ‘bilim’ ile ‘teknoloji’nin, kapitalizm sayesinde geliştiğini söyleyecek kadar arsızlaşabiliyorlar, madrabazlaşabiliyorlar!)

    Hâlbuki, ‘hayat’ ile ‘kapitalizm’ ikiz kardeş değil!

    ‘Hayat’a karşı mücadele etmek, (Don Quixote) ‘yel değirmenlerine karşı’ mücadele etmek gibidir. ‘HAYAT’A KARŞI MÜCADELE EDİLEMEZ! ‘Hayat’ da, ‘insan’ da birbirini yoğurur. Bu hususta, en esaslı tahlillerden birkaçını ‘Carl Sagan’dan takip edebilirsiniz. (http://www.kitapyurdu.com/index.php?route=product/search&filter_name=carl%20sagan)

    Kapitalizm ise, hayatın bağrına ölüm zehirleri akıtan bir hastalık!

    Bu hastalığın kökünü kazımak için mücadele etmezsek, sizin, ‘132’ numaralı metninizde bahsettiğiniz ‘kategorilerin’ DE hiçbiri kalmayacak!

    Birbirimizi sömürmeden DE yaşayabiliriz! Böyle bir şeyin, geçmişte hiç deneyimlenmemiş (veya sadece birkaç periyotta, kısıtlı, kısa deneyimlenmiş) olması, bugünü ve yarını değiştiremeyeceğimiz anlamına gelmez!

    ‘Kapitalizm = Hayat’ yalanıyla kandırılmaya devam ettiğimiz müddetçe, kısır döngü içinde birbirimize aynı soruları sormaya, kısır döngü içinde birbirimize aynı metinleri yazmaya, kısır döngü içinde birbirimizle aynı çekişmeleri yaşamaya (ne yazık ki!) devam ederiz!

    Peki ‘çözüm önerileri’ ne?

    Şunları inceleyebilirsiniz:

    [2007] ‘Zeitgeist: The Movie’
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] ‘Zeitgeist: Addendum’
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] ‘Zeitgeist: Moving Forward’
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bir kez daha hatırlatıyoruz, yukarıdakiler çözüm ‘önerileridir’; çözüm ‘dayatmaları’ değildir!)

  141. Sayın ‘Necip’,

    [Hayatta basarilar dilerim.]

    Unutmayın:

    Sizin çoluk-çocuğunuzun DA geleceği tehlikede!

    Sizin evlat(lar)ınız DA ‘Turuncu, Mor, Kırmızı, Siyah, Sarı, Yeşil, Gri, Mavi, Beyaz Ya-LA-ka’ köle olmaya kapitalizm tarafından mahkûm edildi!

    Hatanızdan dönüp, kapitalizme karşı mücadelelere katılacak kadar görmüş-geçirmiş birine benziyorsunuz!

    Kendinizden vazgeçtiyseniz, evlat(lar)ınızın yarınları için; kapitalizme başkaldırın!

    Esen kalın

  142. “Toplumsal yaşamın ihtiyaçları sınıflaşmayı zorunlu kılıyor -eğer eşitlik için doğaya, avcılık-toplayıcılıkla geçinen ilkel kabile toplumunun yaşamına geri dönülmeyecekse.”

    Bu baglamda, ben, buna ‘siniflasma’ demek yerine, ‘ihtisaslasma’ (‘specialism’) demegi daha dogru bulurum.

    ‘Evrim’i gozledigimizde de, bolluk zamanlarinda –ya da, daha genelleyecek olursak, gida maddedleri acisindan ‘cesitlilik’in yuksek oldugu yer veya zamanlarda– oradaki canlilarin spesifik gidalara yoneldigini, yani beslenme aliskanligi acisindan ‘ihtisaslasma’ goruruz.

    Bu, diger turlerin rekabet baskisindan kurtulmak amaciyla yapilir.

    Benzer sekilde, fakat tersine, gida kitliginin oldugu yer ve zamanlarda ise ‘generalism’ gorulur.

    Cunku, zor zamanlarda, buldugu herseyi yiyebilen canlilar daha bir basarili olur; yani hayatta kalirlar.

    Ihitisaslasmis olanlar ise, ekolojinin en kucuk bir yon degistirmesine ziyadesiyle hassastirlar; kolayca yok olabilirler.

    Bu konuda size verebilcek Turkce bir site linki bulamadim –yeterince uzun arastirmamis olabilirim.

    Ingilizce cok var. Suradan baslanabilir: https://en.wikipedia.org/wiki/Generalist_and_specialist_species

  143. “Sizin çoluk-çocuğunuzun DA geleceği tehlikede!”

    Malesef, ben boyle ucuz peygamberlik kokan kehanetlere itibar etmiyorum.

    Ote yandan, tabii ki, bu kehanetinizde bir gercek payi var:

    Yaklasik 4 milyar sene icinde Gunes’in buyuyerek bir ‘kizil dev’ halini alacagi ve (diger gezegenler gibi) Dunya’yi da yutacagini biliyoruz –yani, kuvvetli bir tahmindir.

    Baska bir deyisle, Dunya denen bu gezegenden cikip baska yerlere yerlesemezsek, sonumuz belli: Herkesin coluk-cocugunun gelecegi kesin olarak tehlikede. Ama, bunun sebebi ‘kapitalizm’ olmayacak.

    “Hatanızdan dönüp, kapitalizme karşı mücadelelere katılacak kadar görmüş-geçirmiş birine benziyorsunuz!”

    Bu tur seyleri gecmiste de cok duyduk.. “Tovbe-istigfar edin, gunah cikarin; selameti bulacaksiniz” diyen cok havari/mursit/murid gorduk..

    “Görmüş-geçirmiş biri” olrak, benim cevabim: “Hadi oradan! Baska kapiya!”

    Bu cevap onlarin da hosuna gitmemisti; eminim, sizin de hosunuza gitmeyecek; ama cevap budur.

  144. “Sizin çoluk-çocuğunuzun DA geleceği tehlikede!”

    Malesef, ben boyle peygamberlik kokan kehanetlere itibar etmiyorum.

    Ote yandan, tabii ki, bu kehanetinizde bir gercek payi var:

    Yaklasik 4 milyar sene icinde Gunes’in buyuyerek bir ‘kizil dev’ halini alacagi ve (diger gezegenler gibi) Dunya’yi da yutacagini biliyoruz –yani, kuvvetli bir tahmindir.

    Baska bir deyisle, Dunya denen bu gezegenden cikip baska yerlere yerlesemezsek, sonumuz belli: Herkesin coluk-cocugunun gelecegi kesin olarak tehlikede. Ama, bunun sebebi ‘kapitalizm’ olmayacak.

    “Hatanızdan dönüp, kapitalizme karşı mücadelelere katılacak kadar görmüş-geçirmiş birine benziyorsunuz!”

    Bu tur seyleri gecmiste de cok duyduk.. “Tovbe-istigfar edin, gunah cikarin; selameti bulacaksiniz” diyen cok havari/mursit/murid gorduk..

    “Görmüş-geçirmiş biri” olrak, benim cevabim: “Hadi oradan! Baska kapiya!”

    Bu cevap onlarin da hosuna gitmemisti; eminim, sizin de hosunuza gitmeyecek; ama cevap budur.

  145. marxist argüman

    “sizin coluk cocugunuz da tehlikede, kapitalizm bir zehirdir, kapitalizm sizin de etinize degecek” vb. sisem karsiti söylemleri ben ilk defa beyaz yakali anar$istlerden duydum, ve beyaz yakalilara sormak istiyorum: siz kapitalizmi ne saniyorsunuz, bir tsunami, bir doga felaketi, atom bombasi falan mi? sonra, yok efendim “potron kici yalamak” yok efendim “beyaz yalaka” gibi apolitik, kendini asagilayan, sacma sapan, cocuksu söylemlerde neyin nesi oluyor? siz de herkes gibi ekmek parasi icin bir patrona muhtacsiniz ve bunun icin calisiyorsunuz. bunun yalakalikla, kic yalamakla alakasi nedir?

    beyaz yakalilar, böyle hem sacma/cocuksu söylemlerle, hem de yanlis bir icerikle sistem/düzen elestirisi yapacaginiza hic yapmayin daha iyi. ve bu i$i ya ögrenin ya da birakin gidin yasamaniza bakin.

  146. “beyaz yakalilar, böyle hem sacma/cocuksu söylemlerle, hem de yanlis bir icerikle sistem/düzen elestirisi yapacaginiza hic yapmayin daha iyi. ve bu i$i ya ögrenin ya da birakin gidin yasamaniza bakin.”

    Bence, haksizlik ediyorsunuz.

    Bu arkadasimiz, epeyi zamandir kendisine solcu/aydin filan diyenleri bilhakkin temsil ediyor.

    Yapay bir imtiyazla bir mevkiyi/pozisyonu isgal eden herkes, haliyle, esitlik talep eden baskalarina hasim/tehdit gozuyle bakar.

    Bu, son derece insani bir haldir –kimlerine gore asagilik olsa da, bu boyledir.

    Hem bunu ortmek hem de (bu yapay imtiyazli yerlerini) bir tur mesruluga kavusturmak icin, ezilenleri savunduguna dair cazgirliklar ederler.

    Ezilenler bunlari ‘yerse’, onlari orada tutacaklardir. Beklenti budur.

    Ikinci numara da, kendilerine ‘cagdas’, modern’ ‘Bati yanlisi’, ‘aydin’ filan diyerek, aslinda emperyalisligin feristahi olan, Bati’nin kendilerine sahip cikacagi; dolayisi ile, bu pozisyonlarini saglama almak beklentisi ortulu fakat baskindir.

    Lafa gelince ‘anti-Amerikacilik’, ‘anti-emperyalizm’ adina mangalda kul birakmazlar; ama, en buyuk hayal kirikliklari ABD’nin (ya da AB’nin) bir turlu TSK’ya “hadi cocuklar, devirin sunlari!” demeyisidir.

    Sabirlarinin limitini zorluyor; ama, henuz umitleri sifirlanmis degil. Biraz daha surecek gibi gorunuyor.

    Butun bunlari altalta yazinca, pahali ve luks plazalarda is bulmak imtiyazini bir tur mahrumiyet gibi konumlandirmaga gayret edislerini anlayisla karsiliyor; ve bu baglamda –yukarida tasvir etmege calistigim cerceve icinde– solu cok iyi temsil ettigini dusunuyorum.

  147. Beyaz yakalıların hiç olmazsa önerdiği/savunduğu birşeyler var -idealist veya ütopik de olsa. Marksist argümanda o da yok.
    Kendisi kapitalizme karşı olduğunu iddia ediyor ama reel sosyalizmi savunmuyor. Marksist olduğuna göre anarşizme de karşı. Bunların dışında kendi fikri olan bir önerisi de yok. Zaten böyle öneriler yapmanın anlamsız olduğunu, bu alternatif sistemlerin idealist-ütopik zırvalar olduğunu kendisi söylüyor.
    Öyle değilse söylesin, nedir kendisinin somut-net-uygulanabilir çözüm önerileri?
    Buna da şöyle cevap verebilir. Bunlar tek bir kişinin bulabileceği, önerebileceği fikirlerle olmaz. Birçok farklı kişilerin, farklı fikirlerin, farklı birikimlerin eklenmesiyle olur. E bizim burada yaptığımız da o değil mi? Neden başkalarının -beyaz yakalıların, Fikret Başkaya’nın, başka birçok yorumcunun- önerilerini daha baştan geçersiz, zırva, ütopya diye nitelendiriyor?

  148. marxist argüman

    141 nolu yorumcu,

    sordugun sorularin yanitlari yorumlarimda mevcut fakat anlamadigini varsayarak önce ben sana sorayim:
    günümüz dünyasinin siyasi, toplumsal ve ekonomik düzeninde seni rahatsiz eden seyler var midir, varsa nelerdir? bunlari belirt ki sana cevap yazabileyim.

  149. marxist argüman

    kapitalist necip’in 140 nolu yorumuna cevap:

    necip, bakiyorum psikolojik analizler yapmaya basladin. bunun icin birkac firin ekmek daha yemen lazim.
    birincisi, senin siyaset bilgin, siyaseti anlama/kavrama düzeyin bir ilkokul ya da ta$ catlasa ortaokul cocugu seviyesinde.
    ikincisi, “sol” diye tanimladigin o kesimleri hic tanimadigin gibi, öyle bir “kolektif” de yok zaten. hem cahil/bilgisizsin hemde acayip cesaretlisin. “cahil cesareti” dedikleri bu olsa gerek. “solcu” diye bellediklerini elestirirken tayyip erdogan gibileriyle ayni jargonu ve argümanlari kullaniyorsun. bu da senin, kumarbaz necip fazil kisakürek ve benzeri milliyetci/muhafazakarlarin yazdiklarini iyi hatim ettigini gösteriyor.

    seni biraz aydinlatayim. kendilerine “beyaz yakalilar” diyenlerin düzen/sistem muhalifliginden zerre kadar kuskum yok, samimi olduklari her hallerinden belli. bu insanlar tipki benim gibi T.C. de ki iktidar kavgasinda taraf degiller, kemalist fraksiyonla da bir alakalari olmadiklari her hallerinden belli. sen, oportünistce esegi degil palani dövüyorsun. sayin zileli’nin darbeci kemalist refleksiyle “beyaz yakalilar”in uzaktan yakindan alakasi yok, bilerek ya da bilmeyerek birbirine karistirmissin.

    $imdi senin acemi psikolojik analizinin yanli$ligina gelelim: beyaz yakalilarin “patron kici yalamak” “patrona yalakalik yapmak” gibi söylemler kullanmalarinin sebebinin senin uydurma psikolojik analizinle alakasi yok. peki neyle alakasi var? beyaz yakalilar bu tür söylemlerle kapitalist sömürü ve hiyerar$i iliskilerine dikkat cekmeye cali$iyorlar. yani günümüz kapitalist toplumunda calisanlarin yasamak icin kendilerine i$ verecek bir patron bulma mecburiyeti ve bir patronun kumandasi altinda calisma kosullarina dikkat cekmeye calisiyorlar.

    beyaz yakalilar gibi görece iyi bir geliri olan i$e sahip insanlarin, yani kapitalist meslek hiyerar$isinde geliri ve calisma kosullari görece daha iyi olan insanlarin kapitalist ekonomiyi elestirmeleri senin gibi milliyetci/muhafazakar bir kapitalist icin anlasilmaz bir davranis ve kesinlikle samimi olamaz, degil mi? günümüz toplumunda dr. prof. ünvani almis ama paraya, kar’a, sermayenin sonsuz birikimine endeksli kapitalist ekonominin mantiksiz/absürd prensiplerinin yanlisligini idrak etmi$ düzen muhalifi insanlar oldugu gibi, nefesi acliktan kokan ama bu düzeni, devleti ve milletiyle fanatik derecede savunan insan da cok. fakat yukarda belirttigim gibi, sana göre plazada calisan bir insanin sistem muhalifi olmasi mümkün degildir. bu insanlar beyaz yakalilar örneginde oldugu gibi bu i$i sadece teoride degil, pratiktede yapsalarda, devletin siddetini, cezaevini vs. de göze alsalar, sana göre o i$te bir bit yenigi vardir, degil mi? i$te ben beyaz yakalilari tamda bunun icin elestirdim: senin gibi kasarlanmi$ bir kapitalisti kendi davalarina ikna edebileceklerini düsünecek kadar saf ve cocuksu olduklari icin.

  150. SAYIN (KOMPLO TEORİSYENİ) NECİP'E

    Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip,

    [Malesef, ben boyle ucuz peygamberlik kokan kehanetlere itibar etmiyorum.]

    [Peygamber] ne! – [Peygamber] kim! ‘Din(ler)le’ herhangi bir temasımız olmadığını defalarca deklare ettik!

    [Yaklasik 4 milyar sene icinde Gunes’in buyuyerek bir ‘kizil dev’ halini alacagi ve (diger gezegenler gibi) Dunya’yi da yutacagini biliyoruz –yani, kuvvetli bir tahmindir.
    Baska bir deyisle, Dunya denen bu gezegenden cikip baska yerlere yerlesemezsek, sonumuz belli, herkesin coluk-cocugunun gelecegi kesin olarak tehlikede. Ama, bunun sebebi ‘kapitalizm’ olmayacak.]

    ‘134’ numaralı metnimizde, soru soran bir ziyaretçiye yanıt verirken, girizgâhı şöyle yapmıştık:

    {{{
    Kapitalistlerin, ağızlarındaki her lafın altına, ‘kapitalizm = hayat’ şablonunu yerleştirerek hönkürmelere başlaması, asıl problemdir!
    (Ve hâttâ çoğu zaman, ‘bilim’ ile ‘teknoloji’nin, kapitalizm sayesinde geliştiğini söyleyecek kadar arsızlaşabiliyorlar, madrabazlaşabiliyorlar!)

    Hâlbuki, ‘hayat’ ile ‘kapitalizm’ ikiz kardeş değil!

    ‘Hayat’a karşı mücadele etmek, (Don Quixote) ‘yel değirmenlerine karşı’ mücadele etmek gibidir. ‘HAYAT’A KARŞI MÜCADELE EDİLEMEZ! ‘Hayat’ da, ‘insan’ da birbirini yoğurur. Bu hususta, en esaslı tahlillerden birkaçını ‘Carl Sagan’dan takip edebilirsiniz. (http://www.kitapyurdu.com/index.php?route=product/search&filter_name=carl%20sagan)

    Kapitalizm ise, hayatın bağrına ölüm zehirleri akıtan bir hastalık!
    }}}

    Siz hâlâ ama hâlâ ‘kapitalizm = hayat’ şablonunu hönküren bir çömezsiniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip! Ağa-analarınız ve ağa-babalarınız olan ‘Ayn Rand’, ‘Ludwig von Mises’, ‘Friedrich Hayek’, ‘Murray Rothbard’, ‘Robert Nozick’, ‘Milton Friedman’, ‘David Director Friedman’, ‘Walter Edward Block’, ‘Edward Peter Stringham’, ‘Edward Bernays’ ve türevlerinden öğrenecek daha çok şeyiniz var!

    Kusura bakmayın,
    [Diger gezegenlere] kim(ler) gidecek biliyor musunuz?
    ‘Cost-efficiency’ ustası ve ‘sadece kâr etmeyi düşünen’ zehir kumkumaları, [diger gezegenlere] gidecek!
    ‘Baldırı çıplak, -ASALAK!-, MADENDE KAPİTALİZM CİNAYETİNE KURBAN GİDEN EMEKÇİLER’, kapitalizmin zehirlemeye devam ettiği ‘Dünya’ isimli gezegende yaşamaya devam edecek! Merak mı ettiniz? Şuradan başlayın (https://www.youtube.com/watch?v=oIBtePb-dGY)

    [Bu tur seyleri gecmiste de cok duyduk.. ‘Tovbe-istigfar edin, gunah cikarin, selameti bulacaksiniz’ diyen cok havari-mursit-murid gorduk..]

    Siz istediğiniz kadar şu [havari-mursit-murid] ve benzeri ifadelerinizle paranoyalarınızı köpürtmeye devam edebilirsiniz,
    Herhangi bir ‘new-age religion (dinî akım)’ ile,
    Herhangi bir ‘Stalinist’ hizip ile,
    Herhangi bir siyasi partinin ‘ihtiyarlık teşkilatı’ ile,
    Herhangi bir ‘Sergey Nechayev’ ile,
    Herhangi bir ‘Don Quixote’ ile,
    Herhangi bir ‘-Amish- türü hayat’ özenci ile,
    Herhangi bir ‘mesih’lik organizasyonu ile,
    Herhangi bir ‘ulu şef’ ile,
    Herhangi bir ‘ilah’ ile,
    Herhangi bir ‘politbüro diktatörlüğü” ile,
    Herhangi bir ‘a would-like-to-be [wanna-be] Celebrity community (-yıldız- olmaya özenenler topluluğu)’ ile,
    Herhangi bir ‘peygamber’ ile,
    Herhangi bir ‘havari’ ile,
    Herhangi bir ‘hacı’ ile
    Herhangi bir ‘hoca’ ile
    Herhangi bir ‘derviş’ ile
    Herhangi bir ‘mehdi’lik organizasyonu ile,
    Herhangi bir ‘şeyh’ ile,
    Herhangi bir ‘keşiş’ ile,
    Herhangi bir ‘guru’ ile,
    Herhangi bir ‘imam’ ile,
    Herhangi bir ‘papaz’ ile,
    Herhangi bir ‘peder’ ile,
    Herhangi bir ‘kardinal’ ile,
    Herhangi bir ‘rahip’ ile,
    Herhangi bir ‘müezzin’ ile,
    Herhangi bir ‘rahibe’ ile,
    Herhangi bir ‘haham’ ile,
    Herhangi bir ‘akademi + üniversite cuntası’ ile,
    Herhangi bir ‘zinde kuvvetler’ ile,
    Herhangi bir ‘öncü cephe’ & ‘öncü savaşı’ & ‘vanguardism’ ile,
    Herhangi bir ‘paramiliter örgüt’ ile,
    Herhangi bir ‘militer örgüt’ ile,
    Herhangi bir ‘polis’ ile,
    Herhangi bir ‘M.İ.T.’ ile,
    Herhangi bir ‘CIA’ ile,
    Herhangi bir ‘FBI’ ile,
    Herhangi bir ‘STASI’ ile,
    Herhangi bir ‘KGB’ ile,
    Herhangi bir ‘MOSSAD’ ile,
    Herhangi bir ‘MI5’ ile,
    Herhangi bir ‘devlet’ ile,
    Herhangi bir ‘iktidar’ ile,
    Herhangi bir ‘SSCB KOMSOMOL’ ile,
    Herhangi bir ‘hiyerarşik zihniyet’ ile,
    (…)
    herhangi bir temasımız olMAdığını deklare etmekten bıkmayız!

    [benim cevabim, ‘hadi oradan! baska kapiya!’
    Bu cevap onlarin da hosuna gitmemisti, eminim, sizin de hosunuza gitmeyecek, ama cevap budur.]

    Meselenin sadece hoşumuza gidip-gitmemesiyle çözüleceğini bilsek, [hosumuza gitmedi-gitti] diye yanıtlar, bitirirdik.

    Ama hoşumuza gidip-gitmemesiyle çözülecek gibi değil maalesef!

    Üzülüyoruz, çünkü ‘kapitalizm = hayat’ zannediyorsunuz! Sizi çok fena kandırmışlar!

    Seviniyoruz, çünkü, sizin gibi ‘beyninden zehir saçan’ kapitalistlere karşı uyanışlar her gün artıyor!

    [Yapay bir imtiyazla bir mevkiyi-pozisyonu isgal eden herkes, haliyle, esitlik talep eden baskalarina hasim-tehdit gozuyle bakar.]

    Şuradan başlayalım, [esitlik talep eden baskalari] derken kastettikleriniz kim! Sizin gibi ‘beyninden zehir saçan’ kapitalistlerin KATEGORİLERE BÖLDÜĞÜ, ÖTEKİLEŞTİRDİĞİ, SÖMÜRDÜĞÜ, ‘ASALAK’ İFADESİNİ KULLANDIĞI, SOMA MADEN CİNAYETİYLE KATLETTİĞİ EMEKÇİLER, sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip! Bu ’emekçilerin’ İSTİSNASIZ HEPSİ yoldaşımız! [Hasim-tehdit] zırvalarınız sizin beyninizde ürettiğiniz çamurlar! (Not, eğer siz DE, kapitalizme karşı mücadele ederseniz, siz DE yoldaşlarımızdan olursunuz.)

    [Yapay bir imtiyaz] → Bu konuya daha önce değinmiştik, işinize gelmediği için görmezden gelmenizi anlayışla karşılıyoruz, ilkokul 2 terkiz!

    [Bu, son derece insani bir haldir –kimlerine gore asagilik olsa da, bu boyledir.]

    [İnsani] olan şey, ‘kapitalist sömürü’ye başkaldırmaktır!

    [Asagilik] olan şey ise, [egitim ve saglik endustrisi ozel-mulkiyetci, ‘kâr odakli’ yeniden duzenlensin, su ve hava (oksijen) sadece parasi olanlara satilsin] zihniyetini hönküren sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip ve türevleridir!

    [Hem bunu ortmek hem de (bu yapay imtiyazli yerlerini) bir tur mesruluga kavusturmak icin, ezilenleri savunduguna dair cazgirliklar ederler.
    Ezilenler bunlari ‘yerse’, onlari orada tutacaklardir. Beklenti budur.]

    SOMA maden cinayetiyle öldürülen insanlara ‘müstahak’ diyen,
    Bakkallara ‘asalak’ diyen bir zihniyet,
    Kapitalist sömürüye karşı mücadelelerin, ‘ezilenler tarafından’ yürütüldüğünü görmezden gelir!

    [(yapay imtiyazli yerlerini) bir tur mesruluga kavusturmak icin] → Kıçımıza bir tekmeye bakar kapının önüne fırlatılmamız!

    Mesele şu, ‘kimsenin kıçına tekme vurulamasın’ diye kapitalist sistemi ortadan kaldıracağız!
    İnsan insan olduğundan
    Ezmekten ezilmekten nefret eder
    Ne altında köle ister
    Ne üstünde efendiye boyun eğer

    Şimdi gelelim ‘komplo teorilerinize’,
    [Ikinci numara da, kendilerine ‘cagdas’, modern’ ‘Bati yanlisi’, ‘aydin’ filan diyerek, aslinda emperyalisligin feristahi olan, Bati’nin kendilerine sahip cikacagi; dolayisi ile, bu pozisyonlarini saglama almak beklentisi ortulu fakat baskindir.
    Lafa gelince ‘anti-Amerikacilik’, ‘anti-emperyalizm’ adina mangalda kul birakmazlar; ama, en buyuk hayal kirikliklari ABD’nin (ya da AB’nin) bir turlu TSK’ya “hadi cocuklar, devirin sunlari!” demeyisidir.]

    Breh breh breh!

    Biz ne’mişiz de haberimiz yok imiş!

    Breh breh breh!

    Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip, daha ufak yalanlar atın da, civcivler de nasiplensin!

    Hiyerarşik zihniyetlerin HER TÜRLÜSÜNE karşı olduğumuzu defalarca yazmış olduğumuz hâlde [TSK’ya “hadi cocuklar, devirin sunlari!”] gibi bir ifade kullanmanız, beyninizin dehlizlerinde neleri beslediğinizin bir göstergesidir! 12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de yoldaşlarımız, sizin ağa-analarınızın sizin ağa-babalarınızın ’emirleri doğrultusunda’ işkence tezgâhlarında inim inim inletildiler! Siz, kimlerle muhatap olduğunuzun farkında değilsiniz sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip!

    Çömezce hönkürmelerinizi dizi dizi yazmanızdan önce, ‘kapitalist ağa-babanız’ neler yapmış öğrenin,

    Salvador Allende’yi ölüme sürükleyen süreç de dahil olmak üzere, ölümünden sonra Şili ekonomisine zehir akıtması için (adeta helikopterle alelacele getirilen) yegâne şahsiyet kim idi: Milton Friedman! (Şili ekonomisinde Friedman’ın bir kısrak gibi koşması için gerekli tüm ‘serbestvari piyasa!’ koşullarını hazırlayan, ve Allende’nin katillerinden biri ise bir başka zehir, Henry Kissinger)!

    Kendi emperyalist geçmişinizde ‘ezdiğiniz ülkeleri’ ne hâllere düşürdüğünüze dönüp bir bakın, ‘komplo teorilerinizi’ halının ortasına kusarak çömezliğinizi daha da belli etmeyin sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip! Hönkürdükçe batıyorsunuz! Sallayacağınız zırva kalmadı, hepsini tükettiniz!

    San Francisco Bay Area,
    Salt Lake City,
    Seattle,
    Detroit,
    New York – Zuccotti Park,
    başta olmak üzere, ‘kemiklerinde ilik kalmayana kadar sömürülen Amerikalı emekçilerle’ omuz omuza, o meşhur ‘Amerikan kapitalizmine’ karşı DA mücadele ediyoruz, tıpkı, Hong Kong’da Çin Komünist Partisi Politbürosu’nun emirleri doğrultusunda ‘tek tip insan modeli’ inşa etmek isteyen zihniyete karşı yürütülen ‘Umbrella Movement’ı başlatanlardan olduğumuz gibi!

    Kapitalizmin hayatı nasıl zehirlediğine daha yakından şahit olmak isterseniz,

    ‘The Century of the Self’ (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölüm 1
    ‘Happiness Machines’ (Mutluluk Makineleri)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2
    ‘The Engineering of Consent’ (Rıza & İkna etme mühendisliği)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3
    ‘There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed’
    (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787

    Bölüm 4
    Eight People Sipping Wine in Kettering
    (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
    İngilizce video:
    http://dai.ly/x2j38dj

    (Alternatif adres:
    http://dai.ly/x17b3nc )

    [Sabirlarinin limitini zorluyor, ama, henuz umitleri sifirlanmis degil. Biraz daha surecek gibi gorunuyor.]

    Size yukarıda da yazdık,
    {{{
    ‘W.H.O.’nun DA ‘hangi kapitalist odaklar’ tarafından yönlendirildiğinden haberimiz var elbet.
    ‘Bozuk saatin bile günde iki kez doğruyu göstermesi’ diye anlatılagelen bir söz var, belki, dediğiniz tutar, öldüğümüz an, tam da istatistik verilerinin doğruyu gösterdiği bir ana denk gelir! Eğer sayın ‘Gün Zileli’nin şu sayfasına bir daha yazamazsak, bilin ki ölmüşüz!
    }}}

    [Butun bunlari altalta yazinca, pahali ve luks plazalarda is bulmak imtiyazini bir tur mahrumiyet gibi konumlandirmaga gayret edislerini anlayisla karsiliyor; ve bu baglamda –yukarida tasvir etmege calistigim cerceve icinde– solu cok iyi temsil ettigini dusunuyorum.]

    Breh breh breh!

    Biz ne’mişiz de haberimiz yok imiş!

    [Pahali ve luks plazalar] → hmmm very interesting! Hem ‘alla francia’, hem ‘alla turca’ tuvaletlerimiz var, altın kaplamalı! Ve hâttâ kapı önlerinde bekleyen çoğunlukla ‘Filipino’, ‘Moroccan’ ve ‘Lithuanian’ hizmetçiler, ‘organik’ havlu ve limon kolonyası ile [pahali ve luks plazalardaki] hijyeni yüksek düzeyde tutmak için her daim hazır ve nazır!

    Thorstein Veblen cevabı 1899’da ‘The Theory of the Leisure Class: An Economic Study of Institutions’ ismiyle verdi, buradan ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html ) öğrenebilirsiniz!

    Bir de şu var sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in beyninden saçtığı kapitalizm zehrinde,

    FABRİKA AYARI,
    5 DAKİKADAN FAZLA TUVALETTE KALAN İŞÇİYE PARA CEZASI!

    (15 Haziran 2016)

    ‘İşçiler çok fazla tuvalette kalıp iyi niyeti suistimal ediyor!’

    Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde, endüstriyel mutfak ürünleri sektöründe üretim yapan ‘Termikel’ adlı fabrikada, işçilerin kullandığı tuvaletin kapısına kartlı geçiş sistemi kuruldu. Kapıya asılan yazıda, ‘mesai saatlerinde 5 dakikadan fazla tuvalette kalan işçilere -maaş kesintisi cezası- verileceği’ belirtildi.

    Fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, uygulamayı, ‘işçiler tuvalette çok fazla kalarak, iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı’ sözleriyle savundu.

    1950’de kurulan fabrikada, işçilerin iddiasına göre, turnike uygulamasından önce tuvalet kapıları kilitleniyordu. İhtiyacını gidermek isteyen işçiler, şeflerden anahtar alarak tuvalete girebiliyordu. Fabrikada çalışan binlerce işçiye yönelik yapılan düzenleme, tuvalet kapısına asılan,

    ‘Personelin dikkatine!

    Gün içinde mesai saatlerinde toplam lavabo kullanımı 5 dakikadır. Bu sürenin aşılması hâlinde, aşılan miktar kadar maaşlarınızdan kesinti yapılacaktır.’

    yazısıyla duyuruldu.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123202_cis1.jpg )

    ‘Henüz kesinti yapılmadı!’

    Ücretlerin de düzenli olarak ödenmediği iddia edilen fabrikada, fazla mesaiye kalan işçilerin çocukları, kreş olmadığı için üretim yapılan alanda anne-babalarıyla birlikte bulunuyordu. İtirazlar sonuç verince, fabrika geçen yıl bir kreşle anlaştı.

    İşçilerin gün içinde,
    Saat 08:00 – 10:00,
    10:15 – 12:45,
    13:30 – 15:30,
    Ve 15:45 – 18:15 arasında
    5 dakikadan fazla lavabo kullanımı hâlinde kesileceği belirtilen cezaya ilişkin fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, ‘işçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ediyorlardı. Henüz kimsenin maaşından kesinti yapılmadı’ ifadelerini kullandı.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123218_cis2.jpg )

    Kürkçü dükkânına tekrar geldik:

    Yine ‘Ali Koç’ isimli kapitalistin ‘korku dolu!’ açıklamalarına varıyoruz,

    ‘Eğer bu ülkedeki kapitalizmi restorasyondan geçirmezsek, işçi sınıfı üzerimize çullanabilir!’
    ‘Kapitalizmi gönüllü düzeltmezsek, emin olun birileri pestilimizi çıkarır! Kapitalizmi, tekrar, o eski, -şaşalı günleri-ne gönüllü kavuşturmalıyız!’
    (http://bit.ly/29omLt5)

    ‘Kapitalist’ Al Koç’un da korku dolu açıklamasında hissettiğiniz üzere,
    Sonunuz yaklaşıyor sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip, kendinizi hazırlasanız iyi edersiniz!

    Kapitalizmi ortadan kaldırdığımızda, siz DE özgürleşeceksiniz! (‘Libertarian’ manâda değil! ‘Hakiki özgürlük’ babında!)

    [–yukarida tasvir etmege calistigim cerceve icinde– solu cok iyi temsil ettigini dusunuyorum] → Bunu ‘sadece siz’ düşünüyorsunuz, yani okyanusta bir damla bile değilsiniz!

    Kapitalizme karşı isyanı büyütenler, her gün artıyor!

  151. Ne oldu sayın ‘marxist argüman’?

    ‘123’ numaralı metnimizde yazdığımız şu ifade {{ Eleştiri yönelttiğiniz kitleler arasında KENDİNİZİN DE olduğunu ara-sıra hatırlıyor, ara-sıra pas geçiyorsunuz. (Örneğin, ısrarla ne hatırlatıyoruz, bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş ‘Beyaz Ya-LA-ka’larız, ve bundan nefret ediyoruz! Siz de şunu yazmıştınız, [bende argüman bitmez de ekmek parasi pesinde kosturmaktan okumaya, arastirmaya, yazmaya zaman bulmak her zaman mümkün olmuyor.]) }} gücünüze mi gitti? Damarınıza mı bastık? Suratınız mı kızardı?

    Sade suya tirit ‘eleştiri’lere alışmış biri misiniz yoksa sayın ‘marxist argüman’?

    Siz eğer ‘Ya-LA-ka’ ifadesini kullanmamızı ‘self-deprivation’ olarak algılıyorsanız, yandı gülüm keten helva sayın ‘marxist argüman’.

    Siz de mi ‘political correctness’ hastalığına yakalandınız yoksa sayın ‘marxist argüman’?

    Adeta bir şehir efsanesi gibi anlatılır, Can Yücel’in bir mahkeme salonunda yaptığı savunma,

    (Not: Eğer bu sitede de, ürken fincancı katırları var ise, onların hürmetine, bipleyerek yazalım.)

    ‘Bizim memlekette g*te g*t derler hakim bey!’

    Şimdi bunu İstanbul-Maslakçaya, New York-Wall Streetçeye, Almanya-Frankfurtçaya, Hindistan-Mumbaiceye, Japonya-Tokyocaya, İngiltere-Londracaya, Hollanda-Amsterdamcaya, Endonezya-Jakartacaya veya Singapurcaya tercüme edelim,

    EVET, BEBEKLİĞİMİZDEN İTİBATEN PATRON KIÇI YALAMAK İÇİN YETİŞTİRİLMİŞ ‘BEYAZ YA-la-KA’LARIZ, VE BUNDAN NEFRET EDİYORUZ!

    Korkmayın sayın ‘marxist argüman’, kendinizi ‘eleştirmekten’ korkmayın!

    Bizler kendimizi eleştirmekten korktukça, daha fazla patron kıçı yalamamız emrediliyor!

    Bizler kendimizi eleştirmekten korktukça, sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’ler kapitalist göbeklerini daha da semiriyor!

    Bizler, ‘Turuncu, Mor, Kırmızı, Siyah, Sarı, Yeşil, Gri, Mavi, Beyaz Ya-LA-ka’lar sus-pus koyunlaştıkça, kapitalisler üzerimize daha şiddetli çullanıyor!

    Ne mutlu ki,
    ‘Seattle’da kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Reykjavík’de kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Atina’da kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Roma’da kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Lizbon’da kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Madrid’de kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Buenos Aires’de kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Santiago’da kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Zuccotti Park’da kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    Ne mutlu ki,
    ‘Gezi parkı’ndaki kapitalizme karşı isyan ateşini harlı hâle getirmeye başladık!

    (Ne yazmıştık, hatırlayınız:

    {{{
    [Gezi protestolarinin anti-kapitalist bir protesto ile alakasi yok.]

    ‘Gezi parkı protestoları’nın ilk hamlesi, ‘kapitalizm karşıtlığı’ üzerinden gelişmek değildi, tespitinizde haklısınız sayın ‘marxist argüman’.

    Fakat, unutmayınız,
    Bu protestolar, her ne kadar, ilk önce ‘RTE diktatörlüğü’ne (ve ‘devlet mekanizmasının, hayatın her anına burnunu sokması’na) karşı başlamış olsa da, varacağı nihai hedef, ‘kapitalizm karşıtlığı’ idi.

    Hatırlayınız, ‘Cem Boyner’ gibi bir ‘kapitalist’, niçin ‘ben de çapulcuyum!’ diyerek ‘reklam’ (http://bit.ly/29dq8ED) yapmaya çırpındı!

    Peki, yıllar sonra, ‘Ali Koç’ isimli bir ‘kapitalist’, ‘eğer bu ülkedeki kapitalizmi restorasyondan geçirmezsek, işçi sınıfı üzerimize çullanabilir!’ korkusunu niçin deklare etti! Ali Koç, ‘kapitalizmi gönüllü düzeltmezsek, emin olun birileri pestilimizi çıkarır! Kapitalizmi, tekrar, o eski, ‘şaşalı günleri’ne gönüllü kavuşturmalıyız!’ (http://bit.ly/29omLt5)

    Bu ‘niçin’lerin cevabını, siz DE gayet iyi biliyorsunuz sayın ‘marxist argüman’! Sayın ‘fıtratçı-Turgut Özalist’ ve ‘laf madrabazlığı ustası’ Necip’in ‘kapitalist hönkürmeleri’ne niçin ısrarla cevaplar yazdığımızı, nihayet şimdi, siz DE idrak etmiş olmalısınız sayın ‘marxist argüman’.
    }}})

  152. “bakiyorum psikolojik analizler yapmaya basladin.”

    Psikolojik degil tam olarak, sosyo-psikolojiklojik.

    Sizin de icinde oldugunuz grubun/guruhun davranis bicimine analitik bakinca ortaya cikan tahlil sonucu bu.

    “ikincisi, ‘sol’ diye tanimladigin o kesimleri hic tanimadigin gibi, öyle bir ‘kolektif’ de yok zaten.”

    Fiili/organik bir bag yok tabii. Ayrica, tarihsel acidan bakinca da, amip gibi blundukleri icin, ancak herhangi bir ‘t’ kesitinde bir araya gelip ayristiklari da dogrudur.

    Ote yandan, her ne olursa olsun muhalif olmak icin ikindiklarini da gormek gerekir. Ortak karakteristik budur.

    “kendilerine ‘beyaz yakalilar’ diyenlerin düzen/sistem muhalifliginden zerre kadar kuskum yok, samimi olduklari her hallerinden belli.”

    Samimi olmak yetmiyor. Akilli olmak gerekiyor.

    Samimi olarak (oyle sandiklari) elestirdiklerinin arasinda kendilerinin de oldugunu gorecek kadar akilli olmaktan bahsediyorum.

    “bu insanlar tipki benim gibi T.C. de ki iktidar kavgasinda taraf degiller, kemalist fraksiyonla da bir alakalari olmadiklari her hallerinden belli.”

    Baska bir deyisle, anlamli bir hedefleri yok –biteviye sikayet etmekten oteye.

    Bu davranis biciminim kime nasil bir umit vaadetttigini dahi sorgulamaktan aciz olmak acikli bir haldir.

    “sen, oportünistce esegi degil palani dövüyorsun.”

    Siz de bunlari ‘palan’ saniyorsunuz anlasilan.. Sivrisinek, sivrisinek sadece.

    “beyaz yakalilarin ‘patron kici yalamak’ ‘patrona yalakalik yapmak’ gibi söylemler kullanmalarinin sebebinin senin uydurma psikolojik analizinle alakasi yok. peki neyle alakasi var? beyaz yakalilar bu tür söylemlerle kapitalist sömürü ve hiyerar$i iliskilerine dikkat cekmeye cali$iyorlar.”

    Cocuksulugu ne zamandan beri bir ‘durus’ saymaga basladik?

    Gercek hayati kapitalizm sanmalari bir yana, bir de sanki –dunyanin herhangi bir yerinde, veya herhangi bir zaman boyunca– hiyerarsik iliskilerin mevcut olmadigi bir toplum varmis gibi konusmalarini/yazmalarini ciddiye mi alacagiz?

    “yani günümüz kapitalist toplumunda calisanlarin yasamak icin kendilerine i$ verecek bir patron bulma mecburiyeti ve bir patronun kumandasi altinda calisma kosullarina dikkat cekmeye calisiyorlar.”

    Aman ne buyuk kesif!

    Kendi islerini kurmak da akillarina gelmiyor galiba. Ya da zor geliyor.

    O yuzden, “hem aglarim hem giderim”lerle bezenmis bir cuval lagalugayi mi dinleyecegiz?

    “beyaz yakalilar gibi görece iyi bir geliri olan i$e sahip insanlarin, yani kapitalist meslek hiyerar$isinde geliri ve calisma kosullari görece daha iyi olan insanlarin kapitalist ekonomiyi elestirmeleri senin gibi milliyetci/muhafazakar bir kapitalist icin anlasilmaz bir davranis ve kesinlikle samimi olamaz, degil mi?”

    Degil.

    Onune konan yemegi begenmeyen yemez. Hem yiyor hem de hep sikayet ediyorsa, orada ya samimiyetsizlik vardir, ya da bir hinlik. Ya da akil yetersizligi.

    “günümüz toplumunda dr. prof. ünvani almis ama paraya, kar’a, sermayenin sonsuz birikimine endeksli kapitalist ekonominin mantiksiz/absürd prensiplerinin yanlisligini idrak etmi$ düzen muhalifi insanlar oldugu gibi, nefesi acliktan kokan ama bu düzeni, devleti ve milletiyle fanatik derecede savunan insan da cok.”

    Bu dediklerinizin konuyla alakasi yok. Sayilarla birseyi ispatlamanin mumkun/rasyonel oldugu bir konu degil bu onu.

    “fakat yukarda belirttigim gibi, sana göre plazada calisan bir insanin sistem muhalifi olmasi mümkün degildir.”

    Mumundur. Ama, muhalefet basladigi andan itibaren oradan cikmasi, ayrilmasi, istifa etmesi sartiyla. Aksi halde, dedigim gibi, ya samimiyetsizlik vardir, ya da bir hinlik. Ya da akil yetersizligi.

    “bu insanlar beyaz yakalilar örneginde oldugu gibi bu i$i sadece teoride degil, pratiktede yapsalar da, devletin siddetini, cezaevini vs. de göze alsalar, sana göre o i$te bir bit yenigi vardir, degil mi?”

    Nicin boyle olmak zorunda olsun ki?

    Muhalif olmak illa tahrip etmek anlamina mi geliyor ki, karsilik olarak siddet/hapis vs gorecek olsunlar?

    “i$te ben beyaz yakalilari tamda bunun icin elestirdim: senin gibi kasarlanmi$ bir kapitalisti kendi davalarina ikna edebileceklerini düsünecek kadar saf ve cocuksu olduklari icin.”

    Daha henuz seyyar koftecinin kapitalist mi yoksa emekci mi olmasi gerektigi acikliga kavusturulamamisken, sizin dediklerinizi kelam-i kadim saymayan onunuze gelen herkese kapitalist filan demenizi anlayisla karsiliyorum.

    Farkinda olmadiginizi asikar buldugum realite su: Sizin baktiginiz yerden, herkes –nihai analizde– ‘kapitalist’ sayilabilir –hele de ‘Kapitalizm’in ne oldugunu dogru durust tarif edemiyorsaniz, ya da etmek istemiyorsaniz…

    Tek kriteriniz, “sikayetcilerle beraber sikayet korosuna katiliyor mu, katilmiyor mu?” olunca, varacaginiz nokta budur.

  153. 142’ye yanıt
    Mevcut düzende (veya daha doğrusu düzenlerde, çünkü Necip’in de açıkladığı gibi tek, homojen, sabit, değişmez bir sosyoekonomik ve siyasi düzen yok) rahatsız edici şeylerin olup olmadığı konusuna girmek istemem. Çünkü tartışma çok uzar. Örneğin konu bazı insanların diğer insanları sömürmesinden açılınca insanların diğer canlıları ve genel olarak doğayı sömürmesi gündeme gelir. Gerçekte kimse bütün düzenleri sorgulamıyor. Sosyal düzen(ler) sorgulanırken doğal düzen genelde sorgulanmıyor. Oysa insanların kuracağı düzen(ler) bu doğal düzen olmadan olamaz.
    Rahatsız edici olduğu kesin olan birşey varsa bu kendinden emin, bilgiç düzen karşıtlığıdır.
    Bilgileri/deneyimleri/uzmanlık alanları/ideolojileri/bakış açıları geniş, çok yönlü, kapsayıcı olmayan, içeriksel olarak yetersiz, sığ, insan hayatını bütün yönleriyle kuşatmayan düşünce biçimleridir.

  154. “[Peygamber] ne! – [Peygamber] kim! ‘Din(ler)le’ herhangi bir temasımız olmadığını defalarca deklare ettik!”

    Daraltilmis terminoloji ile dusunurseniz, olacagi budur.

    ‘Peygamber’ kelimesi ‘haberci’, ya da ‘haber getiren’ filan anlamindadir.

    Genelde de, gitmedikleri, yasamadiklari bir ‘mekan’dan ya da ‘gelecek’ten haber getirmek iddialari vardir.

    Sizin “su olacak, bu olacak” turunden yaveleriniz, iste, tam da bu kapsama giriyor.

    Dediklerinizi ciddiye almak icin once sizi bir tur ‘peygamber’ kabul etmek gerekiyor; bu bir ‘din’ olmakla mi sonuclanir yoksa ‘cult’ mi; orasi ayri muhataplarinizin tavrina kalir.

    Kisisel olarak, ben, ortaya cikmis her meczubun kehanetini makbul saymadigim icin, sizi de ciddiye almiyorum.

    “Hâlbuki, ‘hayat’ ile ‘kapitalizm’ ikiz kardeş değil!”

    Degil tabi ki.

    ‘Hayat’ hepmizin tecrbe ettigi bir sey, ‘kapitalizm’ ise sizin ufurdugunuz bir ‘ocu’, bir ‘kotu ruh’..

    “Diger gezegenlere] kim(ler) gidecek biliyor musunuz?
    ‘Cost-efficiency’ ustası ve ‘sadece kâr etmeyi düşünen’ zehir kumkumaları, [diger gezegenlere] gidecek!”

    Ve, anlasilan, siz –sikayet etmekten oteye bir sey yap(a)madiginiz icin– geride kalacaksiniz.

    Bunu da, pesinen kabul etmis gorunuyorsunuz..

    Dahasi, kurtulusunuz da, o begenmediginiz (ya da nefret ettiginiz) kisi ya da zumrelerin (sizi de yanlarina almak suretiyle yapacaklari) sadakalara mahkum..

    E bravo.

    Sunu rahatlikla soyleyebilirim: Sizin asagilik kompleklseriniz bugune kadar rastladigim herkesten daha asagilik..

    [Your inferiority complexes are inferior to everyone I have ever come across to.]

    “Şuradan başlayalım, [esitlik talep eden baskalari] derken kastettikleriniz kim!”

    Cevre. Ya da ‘periphery’.

    Sizin nabziniz, ‘cevre’den ‘merkez’e yuruyen kitlelerle degil, ‘merkez’de yer edinmis olanlarla beraber carpiyor.

    Bu, benim baktigim yerden asikar da, nasil oluyorsa siz farkinda bile degilsiniz..

    Is bulmus, dolayisi ile, begenmese de bir gelir kaynagi olanlari surekli ornek veriyorsunuz…

    Neymis, ABD’de bir iki diplomali oldugu halde istedigi gelir duzeyini sagalayamamis birilerinden, baska bir yerde de, yine is buldugu halde istidegi sartlarin saglanamadigindan sikayetci birilerinden vidi vidilar aktariyorsunuz surekli.

    Bunlar ezilenler degil. En azindan, mukayeseli bakarsak, degil.

    Haberlere hic girmeyen, radarinizda da hic olmayan, sayisinin ne oldugunu dahi dogru durust tahmin bile edemeyeceginiz ‘ezilenler’ var. Savas veya baska sebplerle yerinden yurdundan edilen, bir kuru ekmek kabuguna muhtac, gelecekle ilgili hicbir guvencesi olmayan niceleri.. coluk, cocuk, yetiskin veya yasli..

    Bunlara sahip cikmak akliniza bile gelmez; cunku, onlarin sizin (Turkiye’deki bugunku haliyle ‘sol’un) ‘dava’sina yakit olmak gibi bir niyetleri/egilimleri yoktur.

    Eh, size sahip cikmayacak olduktan sonra bu ‘ezilenler’e siz niye sahip cikasiniz ki?..

    Di mi ama?..

    Yine de, ezilenlere sahip cikiyormus gibi lakirdilar etmekten geri de kalmazsiniz; o ayri.

    Neyse.

    “Yine ‘Ali Koç’ isimli kapitalistin ‘korku dolu!’ açıklamalarına varıyoruz,”

    Bunu ilk birkac yazisinizda onemsemedim; ama, agziniza sakiz olmaga baslayisini da dikkate alarak bir iki kelam edeyim:

    Ali Koc’un derdi hic de sizin sandiginiz gibi ulvi filan degil. Benzer seyleri daha once Sakip Sabanci da soylemisti.

    Kurulu duzeni Sabanci’yi (ve diger benzerlerini) kayit-ici calismamaga mecbur ettigi icin, kayit-disi calisanlarin rekabetinden rahatsiz oldugundan, Hz Sakip Agamiz, devletin herkesten vergi almasi gerektigini dile getirirdi dur durak bilmeden.

    Derdi devletin daha yuksek meblaglarda vergi almasi degildi; (yeterince) vergi vermeyen baskalarininin rekabetinden rahatsiz oluyordu. Dahasi, bu (yeterince) vergi vermeyen baskalarininin da ileride buyuyup kendi tahtini sarsacagindan korkuyordu.

    Ali Koc’un derdi de, aslinda, ‘vahsi kapitalizm’ filan degil. O, kendi grubunun eski atakligini kaybettiginin farkinda.

    Ve, aslinda, uzun vadede, buyuk baligin kucuk baligi yediginin degil; hizli baligin yavas baligi yedigini de biliyor.

    O yuzden, cevreden merkeze suregelen bu hareketin sonucunda, eger ciddi ve buyuk bir tedbir alinamazsa, yenecek baliklarin basinda kendi grubunun geldiginin farkinda.

    Yani, adamin derdi baska.

    Derdi sistem elestirisi yapmak filan degil. Diger yerlesiklerden yardim istiyor.

    Ama, tabii ki, akilli olmadigini da soyleyemeyiz: Oyle bir sekilde soyluyor ki, sizin gibi andavallilar bunu bambaska anlamlara yoruyorsunuz.

    O sizin probleminiz. Benim degil.

    ‘Eski para’nin hal-i pur melaline kisaca goz atacak olursak..

    Eczacibasilarin da artik isi gucu birakip sanat faaliyetlerine yogunlastigini gorebiliriz. Koc’un basina da sanat tarihcisi turunden birisi gectigine gore, hizli baliklardan sakinmak yerine, ‘philantropic’ (am nedense hic de ‘yerli’ olmayan) gosteris amacli seylere para yatirmagi artiracaklarini da gorebiliriz. Sabancilarin da onemli bir kismi ayni yolda: Sosyete sayfalarinda akslariyla gorunmegi tercih ediyorlar.

    Kisacasi, birinci nesil kazanir, ikinci nesil muhafaza eder; ucuncu nesil ise sosyal bilimler okur. Olan biten budur.

    Siz, yine de, sosyete sayfalarini takip edin. Sinif analizleri bile cikarabilirsiniz, cok ugrasirsaniz.

  155. “Breh breh breh! Biz ne’mişiz de haberimiz yok imiş!”

    Evet, aynen oyle.

    Siz, yani kendisini bir sekilde ‘sol’ ile (‘aydin’ olmak ile, ‘cagdas’ olmak ile, ‘humanist’ olmak ile; filan.. ilah..) ilisklilendirenlerin/ilintilendirenlerin/tanimlayanlarin farkinda olmadiginiz realite sudur:

    [Farkinda olanlar vardir tabii ki; ama, bunlar sizin gibi ‘amator’ sayilmazlar. Profosyonel olanlarini da, korukorune bir ideolojinin pesinden gitmekle itham etmek dogru olmaz. Onlar kendi cikarlari icin yapiyorlar bunu. Yani, yaptiklari baskalarinca ‘yanlis’ bile bulunsa dahi, ‘ahmak’ olduklarini soyleyemeyiz.]

    Oratadaki mucadelenin aslinda bir blok-ici mucadele oldugunu hicbir zaman goremediniz. Gormek bile istemediniz.

    Size gore ‘Bati’ bir butundu ve iclerindeki ziyadesiyle ‘iyiliksever’ler homojen bir sekilde herkesin (ve dogal olarak da hem sizin, he de baskalarinin, yani ‘bizim’) iyiligimizi istiyorlardi.

    Bu ‘iyiliksever’ insanlarin herbirinin farkli ve birbiriyle celisen/catisan cikarlarinin olabilcegi ihtimalini dusunmediniz bile.

    Daha da beteri, kimileri Londraci, kimleri Berlinci komunist oldu da, bu ‘oraci’ ‘buraci’larin geri planda birilerinin (‘ora’nin ya da ‘bura’nin) piyonlari olabilecegi ihtimalini yok saydiniz.

    Hakliydiniz: Boru degildi; adamlar ‘el Medeniyet’i temsil ediyorlardi ve sizi muhatap aliyorlardi..

    ‘Aydin’ ‘cagdas’, ‘humanist’ vb vs olmasaydiniz sizi muhatap alirlar miydi hic?

    Dolayisi ile, ‘aydin’ oldugunuz kesindi ve ve madem gercekten ‘aydin’ olan sizdiniz, yanilmaniz, yaniltilmaniz mumkun olmazdi.

    Ve, sizin ‘aydin’liginiz tescillenmis oldugundan nasi, sizinle ayni sekilde dusunmeyenler de –otomatik olarak– ‘cahil’ oluveriyordu..

    Pek de rahiv bir uyusturucudur bu ‘cahil halk’ metaforu..

    Siz, butun iyiliklerin timsali: Gereginde ‘habis bir ur’u almak icin acilar da verse bir cerrah; gereginde de halkini ileri goturmesinin onunde duranlari kiyan ‘bilge kral’ olabiliyordunuz.

    Hepsi de halkin iyiligi icinde; fakat anlamiyorladi mankafalar.

    [Sonra, bir gun geldi ve takke dustu. O mankafa halk, tuttu ‘bir torba makarna icin’ gitti oylarini kimlere verdi. Cahiller!…

    Bu arada, eger dogruysa bile, oylarini ‘bir torba makarna icin’ satacak duruma onlari kimin dusurdugunu sorgulayan hic cikmadi.

    Suclusu de hep ya ‘kapitalizm’ idi ya da halkin iflah olmaz cahilligi, canim.

    Bizim ‘aydin’larimiz hep masumdular, hep iyilikseverdiler, hep de herseyin en dogrusunu onlar bilirlerdi cunku. ]

    “12 Mart 1971’de ve 12 Eylül 1980’de yoldaşlarımız,”

    Sizin o ‘yoldas’larinizin aslinda blok-ici taraflardan birine ya da digerine piyon oldugunu bilemediginiz icin, hangi blok baskin cikmissa digerinin amelelerini ‘etkisiz’ kildiginin farkinda olmadiginiz icin, bu acindirikli fasafisolarinizin anlamli oldugunu sanmaniz normal tabii ki.

    [Not: Bu yazidaki ‘siz’ ile bizaat sizi, tek basina, kasdetmiyorum. Icinde bizzat sizin de oldugunuz, daha genis bir kitleden bahsediyorum. ]

  156. marxist argüman

    147 nolu yorumcuya cevap:

    sen, amaci “üzüm yemek degilde bagciyi dövmek” olan ve anar$ist taklidi yapan yorumcusun. cevap vermeye degecek bir insan degilsin ama ne kadar samimiyetsiz oldugunu göstermek icin sana “seni bu dünyada rahatsiz eden nedir ki benim cözüm önerilerimi soruyorsun” anlaminda soru sormu$tum. günümüz dünya düzeninde seni rahatsiz eden tek bir sey belirtemedigin gibi seni asil rahatsiz edenin benim kendinden emin düzen/sistem elestirilerim oldugunu acikca itiraf etmissin. böylece mesele acikliga kavustu, tahminimde yanilmadim. senin icin bu dünyada “sorun” teskil eden birsey yoksa, bana “cözüm önerilerimi” sorma sahtekarligina neden ba$vuruyorsun? sorun, problem yoksa, cözüm üzerine konusmak havanda su dövmek degil midir? kasarlanmis kapitalist demagog necip ile fikirda$ oldugun icin, necip’e yaptigim elestirilerin seni rahatsiz ettigi her halinden belli.

  157. Sizin gibi ekonomici/Avrupa-merkezci dar bakış açılı solcularla tartışmaya değmez haklısın.
    “Sol” kavramı bile Avrupa dışındaki ülkelerin dilinde yok. Bu dillerde sadece somut bir yön anlamı vardır sol kelimesinin. Bir de Arapça’da uğursuzluk anlamı vardır (şom, meşum, şeamet tellalı gibi. Şam da -sol taraf kuzey olduğundan- kuzey ülkesi demek)

  158. Bir de şunu unutmamak lazım.
    Değil sol, hiçbir ideoloji insan/toplum hayatının her alanını kapsayamaz. Herşeyi düzenleyemez. Herşey ilgi alanına girmez.
    Daha önemlisi çelişkili durumlarla karşılaşması kaçınılmazdır.
    Bu örnekler bu sitede daha önce konuşuldu ama yine de hatırlanmalı.
    Bunlardan biri sigara/tütün üretimi ve tüketimi. Sağlığa zararlı olan şeyler kâr amaçlı olmayan eşitlikçi bir düzende bile olsa üretilmemeli mi, yoksa bu solun savunduğu özgürlükçülüğe aykırı mıdır?
    Buna benzer bir diğeri et üretimi, hayvanların kesilmesi. Kapitalist olmayan bir düzende hayvanların yaşama hakkı için buna son verilerek herkes vejetaryen veya vegan mı olacak yoksa bu insanların özgürlüğüne müdahele midir? Burada da ya hayvanların ya insanların özgürlüğünü savunarak diğerlerininkini yok sayacaksınız.

  159. Yanlış anlaşılma olmaması için ekleyeyim, sadece solcuların bir özelliği değil bu Avrupa-merkezcilik. Kapitalisti de, Kemalisti de, liberali de aynı durumda. Bunlar aynı düşünceyi temel aldıklarından bir ideolojinin farklı fraksiyonları gibiler.

  160. Daha genel ve tarihsel perspektiften bakarsak Türkiye’deki bu devamlı düşünce ithal etme = hiç düşünce üretememe durumu yeni bir olgu değil.
    Günümüzde Avrupa’yı, geçmişte Bizans, İran, Arap-İslam gibi uygarlıkları taklit eden, kendisi bir uygarlık yaratamayan bir toplum söz konusu.

  161. “Haberlere hic girmeyen, radarinizda da hic olmayan, sayisinin ne oldugunu dahi dogru durust tahmin bile edemeyeceginiz ‘ezilenler’ var. Savas veya baska sebplerle yerinden yurdundan edilen, bir kuru ekmek kabuguna muhtac, gelecekle ilgili hicbir guvencesi olmayan niceleri..”

    Sen karnı tok olarak yatmadasın;
    Çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu dert yeter sana.(5)
    (5) – Beyit, Abdullah’it-Tâî oğlu Hâtem’indir. Bu beyit, “Sen karnı tok olarak yatmadasın; çevrendeyse tabaklanmamış deriye bile hasret çeken ciğerler var; bu ayıp yeter sana” tarzında da rivâyet edilmiştir. Tabaklanmamış deriden maksat, hayvanın derisini yemeye çalışanlar, açlardır; et yüzü görmeyenlerdir.
    http://balaghah.net/old/nahj-htm/tur/nahjj/nehc/1bolum-1.htm

  162. “uygarlıkları taklit eden, kendisi bir uygarlık yaratamayan bir toplum söz konusu.”

    Bu, sonuclara bakarsak, isabetsiz bir hukum degil.

    Fakat, sebeplerine de bakmak gerekiyor: Neden boyle?

    Benim bir aciklama denemem var; belki duymak istersiniz.

    Fakat, ondan once, bir anekdot olarak, cocuklugumdan bir kesit aktarayim.

    Ben, bir dag koyunde dogdum. Koydeki evler aslinda hic de kucuk degildi. Yani, asagida anlatacagim davranis bicimine mekan darligi yol acmis olamazdi.

    Her evde, her gece/aksam, yataklar-yorganlar-yastiklar-carsaflar dolaplardan cikarilir, serilir; ertesi sabah da toplanip tekrar dolaplara kaldirilirdi.

    O odalar, gun icinde kullanilmasa dahi, bu boyleydi. Yatak odasi mefhumu yoktu.

    Benzer sekilde, yemek de, acilip kapanan alti-ayakli altlik ustune konan ‘sini’nin uzerinde yenir; yemek fasli bitince toplanip kaldirilirdi.

    Yani, yemek masasi mefhumu da yoktu.

    O zamanlar kimsenin bunu yadirgadigi da yoktu.

    Ama, zaman icinde geri donup baktigimda, ‘her an goc etmege hazir’ bir yapilanma gibiydi.

    Halbuki, koylerdekiler kac yuzyildir orada yasiyorlardi, yerlesiktiler.

    Bu anekdot ne kadar aciklayicidir, ya da ulkenin baska taraflarinda ne kadar yaygindi: bilmiyorum.

    Ama, bildigimiz baska bir sey var: Anadolu, bir ‘Kavimler Kapisi’.

    Surekli bir sirkulasyon var: Gelenler var, gecenler var; biraz da kalanlar var.

    Yani, stabilite pek yok; var oldugunda da pek de uzun omurlu olamamis. Ahali de, ‘yerlesiklik’e pek de itimat edememis sanki.

    Belki de bu yuzden, bu toplum, ‘uygarlik’ uretmek yerine, bunca hareketliligi elden geldigince yonetmek konusunda uzmanlasmak zorunda kaldi.

  163. 156’da verdiğiniz örneğe bugün de birçoklarının çok sık taşınmasını, ev değiştirmesini ekleyebilir miyiz?

  164. “Yani, yemek masasi mefhumu da yoktu.”

    masa
    ~ İt mensa sofra, yemek masası << Lat mensa a.a.
    Ek Açıklamalar
    Osmanlı toplumunda masada yemek yeme adeti 1830'lardan itibaren yaygınlık kazandı.

    (etimolojik sözlükten)

  165. bir yazıdaki şu tespitler önemli;

    o günden bu yana her alanda yaşanmış başdöndürücü değişiklikleri ve gelişmeleri gözönüne almaksızın, M.S. 7. yüzyıl Arabistanı’nın mülk sahibi sınıflarının sınırlı ve dar bakış açısıyla yazılmış olan bir metni günümüz insanlığının sorunlarını çözmenin tılsımlı anahtarı olarak sunmalarının kabul edilebilir bir yanı olmadığı açıktır.”

    Altınoğlu’nun bu sözleri okunurken, 150 yıl önce henüz bugünkü gelişmişlik düzeyinin çok gerisinde bir örneğini esas alarak eleştirisini yaptığı kapitalizmin, günümüzde artık Marx’ın gördüğünden çok farklı maddi ve kültürel bir yapıya ulaştığını söyleyen Marksizm mahkûm edicileri hatırlamadan edilemiyor.

    İlkede, “Kuran’a dönüş” şiarı ile “Marx’a dönüş” şiarı arasında hiçbir fark bulunmuyor. Savunucuları için, bugünün temel sorunlarının kitabın öğretileri ışığında ele alınabileceği anlamına geliyor bu. Yani, sözünü ettiği yönelim, günümüzün somut koşullarına uygun bir yorumu öngerektiriyor. Soyut fikirler için tarih yok, dolayısıyla eskime de yok. “Entelektüel düzeyi düşük” Muhammed’in sözlerinde soyut düşünüş ve felsefe bulmak, ve o sözleri felsefi yoruma tabi tutmak her zaman mümkün.

    Maddi gelişmeleri ise inkâr eden ne dogmatik İslamcı var, ne dogmatik Marksist… Misvak kullanmak gibi “zararsız” bir sünneti bile uygulayanların yok sayılacak ölçüde azaldığı bir dünyada, kimsenin develerle savaşı savunduğu yok. 150 yıl ile 1400 yılın farkının önemsiz olduğunu söyleyenler karşısında her zaman zayıf kalacağı bir yana, Altınoğlu’nun, günümüz politik İslamcılarını ve fikri-eylemsel derinliklerini bu kadar küçümsemesinde derin bir yaklaşım yöntemi sorunu bulunduğunu söylemek durumundayız. Taliban dahil, Selefi kabul edilen İslamcı hareketler bile bugünkü dünyanın gerekleri doğrultusunda hareket etmeyi bilmekte ve becermekte, ve Afganistan’dan Afrika içlerine, Kafkasya’dan Endonezya’ya kadar dünyanın dört bir yanında, siber teknolojik aygıtlardan palaya kadar geniş bir araçlar zenginliğinde, gayet “çağdaş” bir mücadele yürütebilmektedirler. Geriye sadece 1400 yıl önce yazılmış kitaba iman etmek kalıyor!

    İslamiyeti, hem tarihsel hem de pratik açıdan küçümseyen bu bakışta, bir Batılı kibrinin, Marksizmin hassaten dünyanın en ileri ülkelerine layık bir “öğreti” olduğu anlayışının derin izleri var.

    İslamı Marksistlerce Tartışmak
    Garbis Altınoğlu ve Demir Küçükaydın
    Melik Kara
    http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/312-islami-marksistlerce-tartismak

  166. 159’da paylaştığım yazıda değinilen duruma, yani İslamcıların da “maddi gelişmeleri inkar etmemeleri” ve inançlarını “felsefi yoruma tabi tutmaları”na Humeyni’nin demagojileri örnek verilebilir. Şöyle demiş Humeyni;

    “İslam ilkeleri bin dört yüz sene önce konmuştur. Bugün bu ilkeler, ülkelerin yönetiminde nasıl yeterli olabilir? İslam irticai bir dindir, gericilik demektir. Uygarlığın getirdiği her yeniliğe, uygarlığın her görünümüne karşıdır. Oysa çağımızda hiçbir ülke evrensel uygarlıktan ve onun gerek ve sonuçlarından vazgeçemez…”
    Humeyni’ye göre bu iddialar İslam’ı ve siyasetin temel kavramlarını bilmemekten kaynaklanmaktadır. Çünkü İslam’ın bu konuda getirdiği ilkeler zamanın akışı içinde toplumsal “değerini” yitirecek, eskiyecek şeyler değildir. İslam bu konuda kanunların “adalet” ölçüleri içerisinde olmasını, zalimlerin zulmünün önlenmesini, zulüm yönetimlerinin yıkılmasını, bireysel ve toplumsal adaletin gerçek anlamına ulaşmasını ve yaygınlaşmasını, fesattan, fahşadan, her türlü sapıklık ve eğriliklerden sakınılmasını, akıl ve adalet ölçüleri içinde bir özgürlüğü, bağımsızlığı, kendi kendine yetmeyi, emperyalizmin ve sömürünün, insanların köleleştirilmesinin önlenmesini, fesadın önlenmesi için ceza adaleti çerçevesinde adil cezaları ve bunun nice eşsiz ilkeleri tebliğ edilmiştir. “Şimdi” diyor Humeyni ve ekliyor; “Bunlar mı çağa ayak uyduramayacak ve eskiyecek şeylerdir! Bunu iddia etmek mantık ve akıl ilkelerinin ve matematik kanunlarının bu asırda değiştirilmesi gerektiğini iddia etmek gibi bir şey olur. Yaratılışın başından beri adaletin sağlanması gerekli idiyse, zulüm, çapulculuk ve yağmacılık, adam öldürtme kötüyse ‘Bugün atom çağında yaşıyoruz bunlar eskimiştir.’ denemez!”
    Humeyni’ye göre “İslam yeniliklere karşıdır.” demek de Şah Pehlevi’nin “Bunlar bu çağda dörtayaklılara binerek yolculuk etmek istiyorlar.” demesi gibi ahmakça bir ithamdan başka bir şey değildir. Yeniliklerden amaç bu gibi buluş ve teknikler ise, İslam, tevhid dini, hiçbir zaman bunlara karşı çıkmamıştır ve çıkmayacaktır. Aksine İslam, bilim ve sanayinin ilerlemesini teşvik eder, Kur’an bu yönde ilerlemeye çağırır. Eğer uygarlıktan maksat bazı “profesyonel aydınların” her türlü münker ve fahşayı özgürce işleyebilmek,hatta homoseksüelliği bile özgürlük kapsamına almak ise gerçek din anlayışı bunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir.