Fikret Başkaya’nın Son Kitabı Üzerine: … Elden Kayıp Gitmekte Olan Bir Gezegen!
Özgür Üniversite Sitesinde Yayınlanmıştır: http://ozguruniversite.org/2016/05/18/elden-kayip-gitmekte-olan-bir-gezegen-gun-zileli/
Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto (Nasıl Üretmeli, Nasıl Tüketmeli, Nasıl Yaşamalı?), Yordam Kitap, 2016
Fikret Başkaya’nın son kitabı, sadece egemen kapitalist sistemi, neo-liberalizmi, kapitalizmin yol açtığı ekolojik yıkımı eleştirmekle kalmıyor, anlayışlarımızla, yaşam tarzımızla, kör inançlarımızla, tüketim alışkanlıklarımızla, aşağılık komplekslerimizle, düşüncesizliklerimizle, sorumsuzluklarımızla, bencilliklerimizle vb. bu yıkıcı sisteme bilmeden de olsa katkıda bulunan bizleri de eleştiriyor. Doğru da yapıyor. Çünkü, bilmeliyiz ki, yukarıda sayılan sorumsuzluklarımız nedeniyle “kabahatin çoğu” bizde.
Böylece Başkaya, solun geleneksel popülist tarzından da köklü bir şekilde ayrılmış oluyor. Özellikle Komintern’den bu yana sol, sadece sömürücü sistemi eleştirir ve suçlar, sömürülenleri ise över, hatta pohpohlardı. Sömürü düzeninin baskısı altındaki “kitleler” bir kere bu baskıdan kurtulsunlar ne harikalar yaratacaklardır! Aslında bu, insanlara gerçek anlamda güvenmeyen, onların gerçek özne olduklarına inanmayan, sadece desteklerini almaya çalışan burjuva politikacılarının tarzıydı. O kitleler bir kere desteklerini vermeye görsünler, anında unutulur, hatta yeni efendiler tarafından baskı altına alınırdı.
İşte Başkaya, daha önceden bildiğimiz, lafı gevelemeyen, dobra tarzıyla müthiş zor ama aynı zamanda son derece gerekli bir iş yapmış ve kapitalizmle birlikte, onun yaşamının uzamasına meydan veren bizleri de eleştirmekten geri kalmamış. Bu, “devrimi yeniden düşünmeye” dayanan yeni devrimci bakış açısının en önemli noktalarından biridir. Yazıya girerken öncelikle bu önemli noktayı belirtmek istedim.
Kapitalizm Yalnız İnsanı Değil, Doğayı da Sömürür ve Öldürür
Fikret Başkaya, bu noktada da, belkemiğini Komintern’in oluşturduğu yüz yıllık klasik bakış açısından tamamen farklı bir bakış açısını çok güzel ve ayrıntılarıyla temellendirmiş: Kapitalizmin sömürdüğü yalnızca emekçiler değildir; aynı amansızlıkla ve acımasızlıkla doğayı da sömürür ve yıkıma sürükler. Bu, klasik solun, yakın zamanlara kadar köklü bir şekilde ihmal ettiği bir noktaydı. Çünkü klasik sol da, “sömürücüleri alt ettikten sonra” aynı yıkım yolunu izlemeye adaydı:
“Nihayet, söz konusu rejimler, ‘ekonomik büyümenin’ doğal çevreye verdiği zararları da dikkate almadılar. Doğrusu bir tek o konuda Batı’yla giriştikleri yarışı kazandıkları söylenebilir… O konuda sadece emperyalist Batı’yı ‘yakalamakla’ kalmadılar, onun ötesine de geçtiler… Velhasıl ekolojik yıkım müthişti…” (s. 243)
Fakat bu dönem sona ermiş ve insanların düşünsel dünyasında büyük bir değişiklik olmaya başlamıştır:
“Ekolojik krizle birlikte insanların düşünce dünyasında da olumlu yönde bir ‘kırılma’ ortaya çıkmış görünüyor. Artık insanlar henüz yeterli olmasa da şeylere, olgulara ve süreçlere farklı bir gözle bakar hale geliyorlar ki bu paradigmanın yenilenmesinin bir olasılık haline gelmesi demektir.” (s. 44)
Elbette kapitalizmin doğa sömürüsü ve yıkımının ayrıntılarını görmek için ağırlıklı olarak bu konuyu ele alan kitabın baştan sona dikkatle okunması gerekiyor ama bu yazıda da bazı ana noktalara işaret etmek mümkün.
Gereksiz ve Zararlı Üretim ve Tüketim
“Bir tarafta çoğunluk en zaruri temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyorken, varlıklı sınıfların lüks tüketimi büyüyor. Üretim, satın alma gücü olan zenginlere yönelince de insan ve toplum yaşamı için gerekli ve öncelikli olmayan bir sürü lüzumsuz, dahası zararlı şey üretiliyor.” (s. 33)
Orta sınıflar üst sınıfları, alt sınıflar orta sınıfları kendine model alınca da bu lüzumsuz üretim ve tüketim misliyle katlanıyor tabii.
“Akla hayale gelmeyen şeyler önce ihtiyaçlar mertebesine yükseltiliyor, bu amaçla pazarlama ‘bilimi’, reklamlar, medya ve ‘konunun uzmanları’ devreye sokuluyor… Aksi halde askeri harcamalardaki patlama, insanlarla alay etmek anlamına gelen lüks mallar ve hizmetler, ‘çılgın proje’ saçmalığı, çirkin kuleler, devasa barajlar, AVM’ler vb. nasıl açıklanabilirdi?” (s. 64)
“Neyi, nasıl üretmeli sorumuza dönersek, bir kere kesinlikle üretilmemesi, üretilmesinin akla bile getirilmemesi gereken şeyler var: Nükleer silahlar, nükleer enerji, biyolojik silahlar, biber gazı gibi… Nükleer enerji endüstrisi hem acil hem kalıcı ve telafisi mümkün olmayan riskler oluşturuyor.” (s. 70)
“Bu dünyada otomobil (araba), cep telefonu, mikro-dalga fırın, Christian Dior parfümü, elektrikli diş fırçası, biber gazı, F 16 savaş uçağı… olmadan yaşamak gayet mümkün… Lakin yiyecek şey, içecek su olmadan mümkün değil.” (s. 88)
“Araba saçmalığına yapılan itiraza, otomotiv sektörünün dünya ölçeğinde yaklaşık 50 milyon insana doğrudan ve dolaylı istihdam sağladığı gerekçesiyle karşı çıkılıyor… Her yıl milyonlarca insanın trafik kazalarından ölmesi, yaralanması, sakat kalması, insani acılara ve ekonomik kayıplara neden olması, doğal çevrenin kirlenmesi, ekolojik risklerin büyümesi neden sorun edilmiyor? Herhangi bir şeyi, istihdam yaratıyor diye savunmanın bir anlamı ve inandırıcılığı olabilir mi? Eğer öyleyse, tank üretimi de, uyuşturucu üretimi de pekâlâ aynı gerekçeyle savunulabilir.” (s. 132)
“Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli kapitalist sistem, akıl almaz bir israf ve yok etme anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızının da sürekli artması gerekiyor. Aksi halde sistemin işlerliği mümkün olmazdı! Satın alınan onca şeyin ‘normal ömrünü’ doldurmadan kullanımdan düşmesi, ‘eskimesi’, çöpe atılması, çöp dağlarının büyümesi başka türlü mümkün olmazdı. İşte daha fazla satmanın, yok etmenin yöntemlerinden biri de ‘programlanmış eskime’ denilen yöntem. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğinin önceden, daha tasarım aşamasında üretici şirket tarafından belinlenmesi, ona ‘bir ömür biçilmesi’…” (s. 150)
“AVM’lerin çok ışıklı reyonlarında müzik eşliğinde satın alınan markaların kirli olduğu, akıl almaz bir emek sömürüsü ve doğa tahribatı sayesinde mümkün olduğu, sadece doğaya ve emekçiye değil, bizzat marka satın alıcıları için de sorun yaratabildiğinin bilinmesi gerekiyor. Zira doğaya ve insana saygısız, her seferinde daha çok üretmeye ve satmaya endeksli bir pratik söz konusu olunca, ürünlerin insan sağlığına zararlı şeyler içermesi de kaçınılmazdır. Birçok üründe, başta kurşun olmak üzere çeşitli kimyasallar içerilmiş durumda. Özellikle çanta, ayakkabı, kemer gibi şeylerin ‘izin verilenin’ üzerinde zararlı bir dizi unsur içerdiğinin bilinmesi önemli…” (s. 158)
Teknolojik İlerleme, Ekolojik Yıkım, Sera Etkisi
“Teknoloji alanında harikalar yaratılıyorken, bunun yaşamı kolaylaştırması, güzelleştirmesi gerekmez miydi? Tam tersi oluyor, teknik ilerleme paradoksal olarak, insani/sosyal gelişme ve doğa aleyhine sonuçlar ortaya çıkıyor, büyük çoğunluk için yaşam çekilmez hale geliyor.” (s. 15)
“Dünyadaki 90 kadar dev şirketin sera etkisi yaratan gazların üçte ikisini temsil ettiğini hatırlamak gerekir.” (s. 42)
“Zira yeni alanların biyo-yakıt üretimine tahsis edilmesi halen gıda üretilen alanlar ve ormanlar aleyhine genişliyor. Amazon ormanlarının, Asya’daki (Endonezya, Malezya…) ve Afrika’daki ormanların yok olması sonucunu doğuruyor. Bütün bunlar ne için? ABD’de, Avrupa’da arabaları yürütmek için!”
“Fosil yakıt denilenler (kömür, doğal gaz, kaya gazı) güneş sayesinde oluşmuş şeyler. Dolayısıyla bunların özelleştirilmesi aslında güneşin özelleştirilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesidir ki herhalde bundan büyük saçmalık, bundan büyük insanlık ayıbı olmazdı.” (s. 114)
“Türkiye’nin kullandığı enerjinin %88’i aşırı çevre kirlenmesine neden olan ve iklim krizini tetikleyen fosil yakıtlara dayanıyor.” (s. 116)
“Türkiye, çevreye fazla zarar vermeyen, iklim krizine, atmosferin ısınmasına neden olmayan enerji potansiyelini kullanmak yerine, her dereye bir HES kurmaya yeminli… Aynı şekilde çevreyi mahvetme pahasına olur olmaz yerlere termik santraller de kurmakta…” (s. 117)
“Zira geçerli ulaşım politikaları, toplum çoğunluğunun değil, dev petrol şirketlerinin, yol-otoyol-köprü inşa eden şirketlerin, bankaların, sigorta şirketlerinin vb. çıkarına göre dizayn ediliyor.” (s. 119)
“XX. Yüzyılda trafik kazalarında ölenlerin sayısı 30 milyondu! Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 2015 yılı değerlendirmesine göre, dünyada trafik kazalarında ölenlerin sayısı 1 milyon 300 bin!.. Ve bu kazaların %90’ı arabaların %54’ünün bulunduğu düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşiyor… Bir önemli nokta da, trafik kazalarında hayatlarını kaybedenlerin çoğunun yayalar, bisiklet ve motosiklet sürücüleri olması… ‘Yolları Güvenli Yap’, uluslararası kampanyasına göre, her üç saniyede bir çocuk yollarda ölüyor!” (s. 127)
Endüstriyel Tarım ve Beslenme
“Endüstriyel-kimyasal tarım toprağı öldürüyor. Topraklar insanlar dâhil tüm canlıları yaşatmanın değil, sermayeyi büyütmenin hizmetinde…” (s. 83)
“Amacı kâr olan kapitalistler için ‘sağlıklı gıda’, aylarca, yıllarca bozulmayan gıdalar demek… ‘Bozulma’dan da çürümeyi, kokuşmayı ve tat değişimini anlıyorlar. Oysa bu amaçla yaptıkları işlemler, aslında gıdayı gerçek gıda olmaktan çıkarıyor.” (s. 93)
Devletlerin İşlevi: Sömürücü ve Ekoloji Düşmanı Zenginler Sınıfını Korumak!
Fikret Başkaya, yukarıda bazı alıntılarla kısaca sunmaya çalıştığım, dünya zenginler sınıfının yarattığı büyük ekolojik yıkımı ayrıntılarıyla ve tüm veçheleriyle ortaya koymakla kalmayıp, insan ve doğa düşmanı, sonuç olarak gezegenimizi bir çölden farksız hale getirmekte olan zenginler sınıfının başta devlet ve ordu olmak üzere şiddet aygıtlarını da ele alıyor. Bunların temsili demokrasi sahtekârlığını net bir şekilde teşhir ettikten sonra, temsili demokrasinin karşıtı gerçek demokrasiye, doğrudan demokrasiye ilişkin de önemli saptamalarda bulunuyor. Bu başlık altında bu konulara ilişkin bazı alıntılara yer vereceğim kısaca.
“Neoliberal küreselleşme çağında devletlerin biricik misyonu ve varlık nedeni, sermaye sınıfının veya mülk sahibi oligarşilerin tek yanlı çıkarını gerçekleştirmektir.” (s. 15)
“… devlet ta baştan itibaren zora dayanılarak, şiddet kullanılarak tesis edilmiştir ve varlığını zora ve şiddete dayanarak sürdürmüştür. Aslında devlet eşittir şiddet demekte bir sakınca yoktur. Devlet, tarih sahnesine çıktığı günden beri, dur durak bilmeden büyüyüp genişleyen bir şiddet, zulüm ve katliam makinasıdır… Devlet her zaman ve her koşulda mülk sahibi olan sınıfın mülksüzleştirilmiş çoğunluğa karşı kullandığı bir şiddet aygıtıdır. Lakin hepsi o kadar da değil, devlet bizzat mülk sahibi olan sınıf demektir. Doğrusu ‘devletimiz’ değil, ‘onların devleti’ denmesi gerekirdi.” (s. 183)
“Acaba birileri iş edinip, akıl edip, devlet ortaya çıktıktan sonra ‘iç’ ve ‘dış’ savaşlarda ve ‘normal durumlarda’ devletler tarafından katledilen insan sayısıyla, insanların birbirleriyle hasımlıkları sonucu öldürülenlerin sayısını karşılaştırmayı düşünmüş müdür? Siyaset bilimciler acaba bu konuda bir etüt yapmayı düşünürler mi? Mesela şimdilerde ‘mücadele edildiği söylenen’ teröristlerin öldürdüğünün kaç yüz katı, kaç bin katı devletler tarafından öldürülmüştür?”
“Belki o kadar uzağa gitmeye bile gerek yok! Bu satırların yazıldığı günlerde ve saatlerde Diyarbakır’ın merkez ilçesi Sur’da, Cizre’de, Silopi’de, Nusaybin’de vb. yaşanan vahşeti hatırlamak yeter.” (s. 187)
Başkaya, “her türlü şiddete karşıyım” sahtekârlığını da çok güzel açığa çıkarıyor:
“Aslında ‘her türlü şiddete karşıyım’ dendiğinde, devletin dışındaki ‘her türlü şiddet’ kastedilir. Zira devlet demek şiddet demektir ve şiddet yoksa devlet de yoktur… Bu da demektir ki devlete karşı olmadan şiddete karşı olmak mümkün değildir. Her türlü şiddete karşı olmak demek, ezilenlerin direnme hakkını yok saymak demektir.” (s. 194)
“Sanıldığının aksine, ordu dış düşmanla mücadele için var dense de aslında ve ekseri, iç düşmana karşı örgütlenmiştir… ordunun da, polisin de, savcının da, hâkimin de asli işlevi ve varlık nedeni, mülk sahiplerini ‘zararlı sınıflardan’ korumaktır.” (s. 180)
Doğrudan Demokrasi versus Temsili Demokrasi!
Başkaya, sistemin kurumlarını açığa çıkarırken, bir yandan da sistemin ideolojik söylemlerinin üzerindeki perdeyi kaldırmaktadır. Örneğin “temsili demokrasi” söylemi bunlardan biridir. Başkaya’nın da açıkladığı gibi, aslında “temsili demokrasi”den söz etmek, demokrasi olmayan bir durumdan söz etmekten farksızdır. Çünkü demokrasinin özü temsililiğe değil, doğrudanlığa dayanır, demokrasinin öznesi olan insanların, uygulamalara doğrudan karar vermeleriyle ve onları bizzat uygulamalarıyla mümkün olabilir.
“Burjuva toplumunda ekonomik alanla politik alan birbirinden ayrılmış, ekonomik alanın yönetimi, mülk sahibi sınıfların, oligarşinin tekeline bırakılmış durumdadır. Böylesi bir ayrımın geçerli olduğu bir toplumda, politik alanda oynanan ‘demokrasi oyununun’ (siyasi partiler, seçimler vb) bir sirk oyunu olmanın ötesine geçmesi mümkün değildir ve zaten geçemiyor…” (s. 232)
“o oyuna dâhil olmak, oligarşinin oyununa gelmektir. Dolayısıyla, oligarşi tarafından sahnelenen ‘demokrasi oyununu’ reddetmek, halk demokrasisini esas alan, herkesin katılımına ve sorumluluğuna dayanan, yeni politik örgütlenme biçimleri oluşturmak gerekiyor.” (s. 247)
Temsili demokrasi ile gerçek demokrasi olan doğrudan demokrasiyi karşılaştırırsak:
“Seçimler, mülk sahibi sınıfların, kura ve rotasyon da halk sınıflarının amacını gerçekleştirmenin ‘araçlarıdır’… Başka türlü söylersek, demokrasinin gerçekleşmesinin araçları olan kura ve rotasyon, iktidarın ‘halk içinde’ el değiştirmesini sağlarken, seçimler sadece iktidarın ayrıcalıklı azınlık içinde el değiştirmesini, dolayısıyla elitlerin iktidarının devamlılığını sağlar.” (s. 227)
“Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da politika yapmanın herkesin işi olmasını varsayar… Ya da demokrasi, politikanın herkesin şeyi (chose commune) olduğu, herkes tarafından, ‘bilinçli yurttaşlar’ tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği, önemsendiği durumda mümkündür.” (s. 231)
Başkaya, buradan günümüzün ve geleceğin toplumsal öznesinin ne olması gerektiği konusuna geçmektedir. Çünkü doğrudan demokrasi ancak böyle bir öznenin varlığı koşullarında mümkün olabilir.
“Şimdilerde ‘sosyal hareketler’ sahnenin önemli bir aktörü… Sosyal hareketler çok büyük çeşitlilik arz ediyorlar ve geleneksel muhalefet hareketlerinden farklı olarak, bulundukları mevzilerden itibaren yaşamı, yaşam hakkını savunuyorlar ve bu son derece önemli. Bu, geleneksel işçi muhalefetinden bir farklılık arz ediyor. Zira işçi örgütleri daha çok sömürüyü kısıtlamayı amaçlıyorlardı. Sosyal hareketlerin mücadele alanı, toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsıyor ki, bu önemli bir yenilik ve avantaj.” (s. 246)
Başkaya, bu toplumsal öznenin tarihi köklerine de şu satırlarla dikkat çekiyor:
“Paris komününden başlayarak Gezi Direnişi’ne kadar tüm devrimler ve sosyal patlamalar en azından neyin yapılmaması gerektiğini artık ortaya koymuş bulunuyor. Fransa’da Paris Komünü; Rusya’da Sovyetler; Avrupa’da İşçi Konseyleri; İtalya, İspanya ve Almanya’daki özyönetim organları olarak ortaya çıkan işçi konseyleri deneyleri; 1920’lerin ilk yarısında Çin’de ortaya çıkan Şanghay Komünü; İspanya’da 1930’lu yıllarda filizlenen işçi-köylü ittifakına ve inisiyatifine dayalı “Özgür Komünler”; 1956 Macar Devrimi’yle ortaya çıkan İşçi Konseyleri; işçi-köylü inisiyatifine dayanan kolektifler ve özgür komünler… 1968 devrimiyle sahneye çıkan öğrenci, işçi, köylü, entelektüel kolektifleri… ve dünyanın başka yerlerinde daha onlarcası…” (s. 247-248)
Şeylerin Gerçeğini Söylemek
Fikret Başkaya’yı izlemeye başladığımdan ve bizzat tanıştığımdan beri benim nezdimde en dikkati çeken özelliği, olayın özüne ilişkin teşhise önem verişi, bu teşhislerini açık sözlülükle, dobralıkla (kabalıkla karıştırılmasın, hayatta tanıdığım, dobra ama son derece nazik sayılı insanlardandır), lafı dolandırmadan, doğrudan ve net bir şekilde ortaya koymasıdır. Bu son kitabında, aşağı yukarı her kitabında ve makalesinde rastladığım bu özelliğini daha da belirgin kılmış ve çoğumuzun söylemeye çekineceği gerçekleri açık açık, muhataplarının yüzüne karşı söylemiş. İşte örnekleri:
“Lakin gerçeğin yarısını söylemek ve diğer yarısını söylememek, gerçeği söylememektir.” (s. 105-106)
“Eğer şeylerin ‘gerçeğini’ söylemeye niyetliyseniz, o zaman yalanı ve ikiyüzlülüğü teşhir ederek işe başlamanız, alışılmış genel algının dışına çıkmanız, şeyleri adıyla çağırma basiretini ortaya koymanız gerekecektir… Dünyayı bu hale getirenler, kendilerini hâlâ insanlığın ve uygarlığın timsali olarak sunmayı başarıyorlar!” (s. 9-10)
“Benzinle, mazotla değil de elektrikle çalışan arabaya ‘temiz araba’ ve/veya ‘yeşil araba’ deniyor… Aslında orada söz konusu olan zihinsel bir manipülasyon… Amaç şeylerin ve süreçlerin gerçek niteliğini gizlemek!.. Bu dünyada elektrik üretmeye yarayan tükenmez bir ‘maden’ mevcut olmadığına göre, elektrik neden üretilecek, nereden ve nasıl sağlanacak?” (s. 127-128)
“Eğer ikiyüzlülüğü sevmiyorsanız, şeyleri adıyla çağırmaya niyetliyseniz, TBMM Genel Kurul Salonu’nda, başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda yazılı olan ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ yazısını, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız mülk sahibi sınıfların ve onların devletinindir” şeklinde değiştirmek iyi bir fikir olabilir…” (s. 194)
Siyaset bilimi de Fikret Başkaya’dan payına düşeni alıyor:
“Mesela ‘siyaset bilimi diye bir şey olur mu?’, ‘siyasetin bilimi olur mu?’ sorusunu soran var mıdır? Aslında devleti kutsamaya, yüceltmeye, meşrulaştırmaya, tabulaştırmaya siyaset bilimi diyorlar…” (s. 182)
Ve iktisat bilimi de:
“Bir şey kapitalistler tarafından ele geçirilmemişse, gasp edilmemişse, özel mülk statüsüne indirgenmemişse, parayla alınıp satılmıyorsa, kâr etmeye yaramıyorsa, ona serbest mallar denir ve anlı şanlı iktisat biliminin ilgi alanının dışındadır. Soylu iktisat bilimi öyle lüzumsuz işlerle meşgul olmaz… Aslında ona kıtlık yaratma bilimi de diyebiliriz.” (s. 207)
Silah sektöründe çalışan “bilim insanları”nı da ihmal etmemek gerek:
“Şimdilerde on binlerce ‘bilim insanı’ savunma sanayii için çalışıyor. Aslında savunma sanayi denilerek bir edebikelam yapılıyor, doğrusu, savaş sanayi, öldürme, katletme, yok etme sanayidir. İnsanlar nasıl en ‘etkin’ şekilde öldürülür, doğa en etkin şekilde nasıl yok edilir sorusuyla ilgili bir bilim, bilimsellik ve bilimci olabilir mi? Gerçekten bilim insanıysa, öldürme ve yok etme sektöründe, dahası kitle imha silahları sektöründe işi ne denmeyecek midir?” (s. 58)
Ve devletin gerçek niteliğini gizleyen suç ortakları:
“Bu aşamada insanın aklına ister-istemez şöyle bir soru geliyor: Devlet denilen şu lanetli aygıt neden hâlâ kutsanabiliyor, yüceltilebiliyor, hak ettiği eleştiriden muaf olabiliyor? Bunun sebebi, devlete dair gerçeği söylemesi gerekenlerin varlıklarını devlete borçlu olmalarıdır. Zira suç ortağı olmak zorundalar. Bu yüzden devlet büyük bir ‘suç ortakları çetesine’ benzer.” (s. 187)
Reklamlara çıkan sanatçılar da paylarını almışlar:
“Reklamın insanı insanlıktan çıkardığı, toplumu kirlettiği, ekolojik yıkımı azdırdığı bir vakıa ise eğer, kendilerine sanatçı diyenlerin, denilenlerin bu pis misyonun neferi olmayı içlerine sindirebilmeleri nasıl açıklanacak? O reklamlarda rol alanlar, zahmet edip yaptıklarının ne anlama geldiğini hiç düşünüyorlar mı? Acaba yangına körükle gittiklerinin farkındalar mı? Sanatın ve sanatçının misyonu ve varlık nedeni, toplumu kirleten, insanı alıklaştırıp insanlıktan çıkaran, doğayı yok eden reklamla bağdaşır mı?” (s. 147)
Cumhurbaşkanı’nın uçağıyla seyahat eden gazetecileri de unutmayalım:
“O uçağa binen biri hâlâ gazeteci sayılır mı? O zaman o devletin gazetecisi olmaz mı? İyi de gazeteci aslında kime lazım denmeyecek midir?” (s. 185)
Bize lazım olan, Fikret başkaya gibi, sözünü esirgemeden kapitalizmin yeldeğirmenlerine cesaretle saldıran gerçek bilim insanları, gerçek entelektüellerdir.
Bu güzel rehber kitap için sana çok teşekkürler Fikret Başkaya.
Gün Zileli
17 Mayıs 2016
“(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.
İngilizce asıl metin için:
( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )
8 Mayıs 2014 Perşembe
Bir takipçiden,
=== İtiraz ve soru ===
Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.
Ama yanıldıklarının farkında değiller!
Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.
Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!
Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!
Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!
Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!
=== Peter Joseph’in cevabı ===
“Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü;
“Eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!
Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!
Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla fakir insan; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!
Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
“Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!
“Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!
“Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,
“Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,
“Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”
Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!
Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak, “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!
İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
“Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon’ deniyor!), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”
Hayır!
“Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği ‘ilerlemek’ olgusunu, sadece ve sadece; ‘paranın kullanımı döngüsü’ içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!
“Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!
Yukarıda yazılan döngülerin, kendi ‘inovasyon!’ mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!
Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…
Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!
Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)
Ekonominin daimi özelliği:
Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!
Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!
Başka yollar da var!
Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”
(C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!
Temeli:
İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamanın demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
Serbest-erişimli sistemler (open-source) mantığına dayanan;
İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.
Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:
(C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!
Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!
Tekrar etmek gerekirse:
Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”
Gerçek bir ekonomi;
“İnsanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.
Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.
Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.
Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!
Saygılarımla,
Peter Joseph
* * * * * * * * * *
Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:
“Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”
İngilizce:
( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )
* * * * * * * * * *
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
[Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]
‘John McMurtry’ izah ediyor:
(Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)
Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.
Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!
Her şey ‘John Locke’ ile başladı!
John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:
1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.
2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.
3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla meşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi!)
Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece, hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!
Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.
İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde!
Locke şöyle diyor:
[İngilizce]
The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.
[Türkçe]
‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’
Locke; bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!
Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen nesne işgücünü satın alıyor!
Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:
‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’
Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’
Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’
Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin ne olduğu’ hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!
Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!
Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.
Locke; “Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.” diye başlamıştı,
Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; “Bu sadece Tanrı’nın değil…” Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!
Smith’in felsefi zemine yayarak, ‘prensipte’ dediği:
(“Bu sadece Tanrı’nın değil…”) ↔ “Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil. Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki:
-Piyasa ekonomisi- ön koşulludur. Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise; -piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.”
Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!
Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)
Smith devam ediyor:
“İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”
“Yatırımcının (patronun) bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”
“Yatırımcının (patronun) ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte ‘eşitsizlik’ (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”
Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):
Bilirsiniz:
İnsanlar ürünleri (malları) ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz, ve diğerleri bu ürünleri (malları) ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları.
‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.
Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir!’ (The Invisible Hand!)
Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!
Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!
Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!
Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:
[İngilizce]
‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’
[Türkçe]
‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’
[‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]
Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!
Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!
Şunu görebilirsiniz:
“İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı”,
Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,
Ve “‘görünmez el’ denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!
Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!
Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!
Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin kökenine baktığınız zaman: ‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.
Adam Smith, dünyadaki en büyük ‘kâr sağlayıcı’ ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; Smith’in bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.
‘Finans’ kısaca:
Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan “paranın ‘ticari mal’ olarak kabul edildiği” bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2016… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!
Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme;
‘Para’nın peşinde olmak için,
Sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!
Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
Bu hayâli, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!
Yani; ‘sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!’ yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırlamanızı umuyoruz!)
Gerçekte; ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Para Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!
Aslında olan şudur ki:
Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.
‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; “daha fazla mal satılması durumunda ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’ yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.” yalanını yayarlar!
“Gayri Safi Yurtiçi Hasıla”; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!
İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!
Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!
Kısacası en başından beri kendinizi; “‘Para’ ve ‘Hayat’ Değer Dizilerinin” tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!
Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!
Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!
Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!
Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
=== “JOSEPH ALOIS SCHUMPETER” & “JOHN MAYNARD KEYNES” İSİMLİ ŞAHISLAR NELER ÖNERMİŞLERDİ? GÜNÜMÜZDE OLAN NE?! ===
Günümüzde katlanarak vahşileşen “kapitalist sistem”in omurgasını oluşturan unsurlardan birinin:
“Geplante obsoleszenz”,
“Planned obsolescence”,
“Schöpferische zerstörung”,
“Creative destruction”,
“Plânlı eskime & yaratıcı yıkım”
adlarıyla anılan tabir olduğunu biliyorsanız; bunları bugün tekrar araştırmanızı öneriyoruz.
“Joseph Alois Schumpeter” adlı şahsın tespitlerini, demeçlerini, teorilerini, kitaplarını, bu şahsın görüşlerinin 21. yüzyılda bile dünyayı nasıl domine ettiğini araştırmanızı öneririz.
Bu teoriyi yeni değil.
20. yüzyılda durdurulamayacak hızda yükselen “teknoloji yoğun üretim”in yarattığı akımları öngörebilmek (ve mümkün olduğunca regüle edebilmek) amacıyla Joseph A. Schumpeter isimli iktisatçı tarafından; ele avuca gelir bir teori zemini oluşturulmuştur. (Not: Teorinin tek yaratıcısı Schumpeter değildir. Schumpeter, teoriyi; pratikte uygulanabilir en yüksek düzeye çekebilmiştir.)
“1929 Krizinin (The Great Depression)” getirdiği yıkıma çözüm önerileri sunabilmek amacıyla; John Maynard Keynes isimli iktisatçı (Schumpeter’in teorik mirasından da istifade ederek) “sürdürülebilir kalkınma için; çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak…gibi bir yöntem izlenebilir” metaforu ile görüşünü ortaya koymuştur. Yani Keynes; 1929 Krizi sonrasında “planned obsolescence”i güncelleyerek, hâlen devam etmekte olan kapitalist sistemin omurgasını kuvvetlendirmiştir.
“If the Treasury were to fill old bottles with banknotes, bury them at suitable depths in disused coalmines which are then filled up to the surface with town rubbish, and leave it to private enterprise on well-tried principles of laissez-faire to dig the notes up again (the right to do so being obtained, of course, by tendering for leases of the note-bearing territory), there need be no more unemployment and, with the help of the repercussions, the real income of the community, and its capital wealth also, would probably become a good deal greater than it actually is. It would, indeed, be more sensible to build houses and the like; but if there are political and practical difficulties in the way of this, the above would be better than nothing.”
(Yıl: 1936, “The General Theory of Employment, Interest and Money”, book 3, chapter 10, section 6, page 129)
Keynes’in yaşadığı dönemde “devlet”in ekonomi içindeki otokratik yapısı bugünkünden daha fazla idi. Bu nedenle Keynes “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu kullanırken; devletin piyasalardan elini eteğini büsbütün çekmemesi gerektiğini, özellikle altyapı alanında bir tür “yap-boz” politikası uygulayarak, hem istihdam artışına yol açacağını, hem de sektörlerin zincirleme etki ile canlanmaya başlayacağını tahmin etmişti. (Bu ne demek? Şu demek: Su borularının yenilenmesi, kanalizasyon sisteminin yenilenmesi, elektrik şebekelerinin, kablolarının yenilenmesi, yolların yenilenmesi, köprülerin yenilenmesi, barajların yenilenmesi, cadde, mahalle, sokakların yenilenmesi, kamu binalarının yenilenmesi [peşi sıra “hanehalkı meskenlerinin yenilenmesi” de olabilir] vb. Bütün bu “yenileme” çabaları, sadece o sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin ekonomik buhrandan kurtulmasına yarar sağlamayacak, aynı zamanda yan sanayi kollarının da, dolaylı bile olsa, işlerlik kazanmasına yol açacaktı. İstihdam iştahının artmasına, işsizliğin azalmasına, yeni üretim sahalarının [ve teknolojilerinin] doğmasına yol açacaktı. En nihayetinde, ekonomi yeniden canlanmaya başlayacaktı.)
Keynes 1946’da öldü.
Özellikle 1960′ların başından günümüze değin ise “kapitalist özel sektör”; “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu, ipi koparılmış balon gibi kullanmaya başladı! Keynes ne hedeflemişti; bugün ne çıktı! Güncel örnek şudur: Her sene yeni model “Apple iPhone”ların, “Samsung Galaxy”lerin piyasaya sürülmesi; eski modellere uygulanan update’lerin aşama aşama azaltılıp, o modellerin piyasadan silinmesinin sağlanması.
Yukarıda özetin özeti şeklinde aktardığımız teori & pratik; büsbütün kötü değil elbet. “Meta” olan çoğu şey daima eskir, paslanır, bozulur, yavaşlar, kirlenir, durur, patlar, yıkılır, çöker, çürür, dağılır; sonuçta “yeni”lerin gelmesi kaçınılmazdır…
Peki mesele ne?!
Mesele şu:
Bu teori, kapitalistlerin, cümle içinde kullanmaktan çok zevk aldıkları “sürdürülebilir kalkınma” kelimeleriyle, amacıyla değil; “tüketimin hoyratça körüklenmesi” amacıyla, saptırılarak, teorinin altı oyularak kullanılıyor! Şöyle düşününüz: Fizik yasalarının, kimya yasalarının bir uzay mekiği inşa etmek için değil de; atom bombası inşa etmek için, balistik füze inşa etmek için, “military-industrial complex”in göbeğini daha da şişirmek için kullanılması gibi! Artık 2016′dayız! Atom bombası inşa etmeyi tercih etmeyecek kadar “akıllanmış olmamız!” gerekir! 2016′da bile “insanlar”; atom bombasının inşa edilmesine “ses etmiyorlarsa!”, bu insanları “uyandırmak!” için uyarılar yapmak gerekir! “Vanguardism & Öncü cephe & Öncü savaşı” ile değil; “kitlesel protesto tsunamileri” ile!
BİR YANDA: Bakımlı, dışarıya kapalı, korunaklı evlerde ve kulüplerde yaşayan zengin bir azınlık;
ÖTE YANDA: Yardımlarla, boğaz tokluğuna çalışarak ayakta durmaya çalışan, ve sayıları her gün katlanarak artan “işe yaramazlar ordusu!”
“EĞER BAZI İNSANLAR HIZLA DEĞİŞEN EKONOMİNİN HIZINA YETİŞEMİYORLARSA; ARTIK BU SADECE ONLARIN SORUNUDUR!”
Bu “işe yaramazlar ordusu!” otomatik olarak:
Eğitimsizlikle,
Sosyal beceri yoksunluğuyla ve çalışmaya gönüllerinin olmamasıyla suçlanıyor!
Ne var ki; yoksulluk çoktan beri toplumun merkezine yerleşmiş durumda!
VE “YÜKSEK TEKNOLOJİ ÇAĞI!” DEDİĞİMİZ 2000’Lİ YILLARDA BİLE, ÇOĞUMUZ; HÂLÂ BU TEHLİKEYİ GÖRMEZDEN GELEREK, HASTALIĞI KENDİ ELLERİMİZLE YAYIYORUZ!
“Piyasa ekonomisi!”nin buz gibi mantığı, insanı insan yapan tüm değerleri öldürmüyor mu?!
“Rekabet!”i hayatın her alanına taşıyan “serbest piyasa öncelikleri!”;
Birlikteliğimizi zehirledi,
Herkesi birbirinin korkak rakibine dönüştürdü ve herkesi birbirine karşı savaşa tutuşturdu!
Korku ve çaresizlik bir toplumun temelini oluşturamaz, bunlar bireyin gelişmesini engeller;
Dayanışmayı, empatiyi ve güven duygusunu yok eder!
Dünyada:
İşsizlerden ve emeklilerden, yetersiz ücretli ya da geçici işlerde çalışma döngüsüne kapılmış milyonlara kadar; her gün daha fazla sayıda insan ülkelerinin refahından dışlanıyor!
Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir, duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi; ARTIK O GÜNLER GEÇTİ!
Peki:
Bizleri yarın ne bekliyor?!
=== (1) UYGAR NEFRET! ===
“Tüketim toplumu”; mevcudiyetini neden “ötekileştirmek! (İngilizce: Alienation)” vasıtasıyla garantiye alıyor?!
Ve “orta sınıf”; gerçek hayatta yere çakılırken, gözünü neden yukarıya dikiyor?!
Çokuluslu bir şirketin sözcüsü bir röportajda: “Gıda-yardım merkezlerinden yemek alan insanların kamu yararına işler yapmakla yükümlü tutulması gerektiğini düşünüyorum!” diyor. Bu bağışlar olmaksızın yaşamlarını sürdüremeyecek insanların midelerine girecek lokmaları öncelikle “haketmeleri gerektiğini!” söylemek istiyor! Üst-orta sınıfa mensup, “gıda-yardım merkezleri dünyasını bilmeyen!” şirket sözcüsü bu şahıs nasıl böyle bir fikre varabiliyor?!
Orta sınıfa mensup, alt tabakanın günlük yaşamının içinde olan bir öğretmen ise: “Gastronomi ve oteller yıllardan beri ‘yalvar yakar’ yetiştirecek eleman arayışında! Aslında bütün suç bu ‘elemanlarda!’; çalışmak istemedikleri için otellerin sunduğu bir meslekte uzmanlaşamıyorlar da!” diyor!
İşte size “orta tabaka!”nın müdavimler masasından bir manzara:
Bir grup gazeteci ve akademisyen bir lokantada oturuyor. Karınlar tok, bardaklar kırmızı şarapla dolu. Birisi aniden yoksulluk yardımı alanların ek olarak gıda yardımı almalarını; “iPhone almak istemeleri”ne bağlıyor! Bu korkunç iftira masadaki kimseyi rahatsız etmiyor ve kimse itirazda bulunmuyor! Bu “suskunluk hâli” nasıl olabiliyor?! Hattâ aralarından bazıları eskiden solcu (bugün ise “gerçekçi!” olduklarını öne sürüyorlar!) Bir diğeri onu tasdik ediyor: “Hepsinin elinde son model cep telefonlarından var, ayrıca gıda-yardım merkezlerine gidenlerin giyim kuşamları süper; gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşılamıyor bile!” Başka birisi söylenenleri tamamlıyor: “Isıtma parası aldıklarından beri, deliler gibi ısıttıklarını duydum!”
Gariptir ki:
Yoksulların dışlanması ve orta sınıfın onların sırtından üstünlüğünü sergileme çabaları bağlamında yukarıda birkaç örneği verilen “karakteristik öfke!”;
Zengin bir ülkede “insanların niçin yemek bağışlarına muhtaç duruma düşmeleri sorusuna” karşı değil,
Bu insanların bir cep telefonuna sahip olmasına ve kış aylarında evlerini ısıtmasına karşı ifade buluyor!
Ne acı!
Almanya’da yaşayan her yedi kişiden biri ise yoksulluk sınırında veya altında yaşıyor; 6,7 milyon insan resmi yoksulluk yardımı alıyor! Göreceli yoksulluk, kulağa ne kadar da masum geliyor! Sanki Alman yoksullar, aslında gerçek anlamda yoksul değil de, yalnızca “daha az varlıklılarmış!” gibi: “En azından dünyanın başka bölgelerinde sokaklarda ölen insanlara kıyasla; yani başkalarına bakacak olursak, biz yine iyiyiz!”
Zengin ülkelerin yoksulları işte bu nedenle en fazla “umursamazlıkla”, ama çoğu zaman öfke ve hor görülmeyle karşılanıyor! Almanya’daki yoksulluğun ağırlığı, yalnızca maddi yoksunluklardan değil; “duygudaşlık ve hoşgörü yoksunluğu”ndan da kaynaklanmakta!
Bangladeş’teki yoksulluğun da korkunç ve yürek yakıcı olduğu açık. Fakat o insanlar yoksulluklarından dolayı suçlanmıyor. Bir başlarına kalmış ve suskun değiller; hoşnutsuzluklarını, mücadelelerini sokaklara taşıyorlar. Ancak Almanya ve Avrupa’nın diğer “zengin ülkeleri!”nde, yoksullara kederleri bile çok görülüyor! Yoksullukları bile ellerinden alınıyor!
Ayrıca, madalyonun diğer yüzü var:
Almanya’da insanlar fakirleştikçe; öbür yanda “daha fazla zenginlik → daha az zümrede” yoğunlaşmaktadır!
“BU TOPLUMDA KİMSENİN TEMBELLİĞE HAKKI YOKTUR!” açıklamasını yapan eski “Sosyal Demokrat!” başbakan gibi,
“YOKSULLUĞA KARŞI AŞEVLERİ; DOYURURKEN TEMBELLEŞTİRİYOR MU?!” sorusu temelinde yürütülen tartışma forumları,
Ve “ALDIKLARI YARDIM PARASININ KARŞILIĞINDA BİR ŞEYLER VERSİNLER!” diyen sokaktaki süslü yurttaşın sözleri ile;
Her düzeyde sadece “daha adil bir iş ve gelir dağılımı”nın politik olarak başarılamadığı göz ardı edilmiş olmuyor!
Aynı zamanda “sosyal adalet hedefinin yerine → verime (efficiency) bağlı adalet tanımı”nı koyarak; sistemin kurbanları fail konumuna, “işe yaramazlar ordusu!” içine oturtuluyor!
Toplum içinde bir talepte bulunma hakkı yalnızca “performans gösterenlere!” mahsustur;
“ÇALIŞMAYANA YEMEK YOK”tur!
Kapitalist sistemde “bir maddeden-hizmetten yararlanmak & en yüksek verimlilik (efficiency)” mantığı;
Aile,
Okul,
Ve “sosyal ilişkiler” gibi;
Aslında iktisadi ilkelere göre İŞLEMEYEN kurumlara giderek daha fazla nüfuz ediyor!
Bu kitapta yalnızca haksızlıklar teşhir edilmemiştir. Sadece siyasi reformlar yapılmasını talep etmek meseleyi çok basite indirgemek olur; yalnızca biraz daha dayanışma gösterilmesini talep etmek, sosyal vicdana çağrı yapmak belki dünya kiliseler günü kutlamalarında olabilir!
Kitapta:
Seçkinlerin insan onurunu hiçe sayan hangi stratejilerle kendi varlıklarını koruyup; hepimizi “mülksüzleştirdiği!”,
Kimlerin “yoksulluk sayesinde zenginleştiği!”,
Devlet politikalarının “neden yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!” olduğu,
Holdinglerin “sosyal girişimcilik pazarlaması!” faaliyetleriyle; neden yoksulluğun yapısını değiştirmediği; hattâ tam tersine sağlamlaştırdığı,
Ve ilk bakışta rasyonel gözüken ticarileştirilmesinin arkasında, giderek daha fazla onaylanan “tehlikeli bir eşitsizlik ideolojisi!” nin olduğu anlatılıyor.
=== (2) “…O HÂLDE PASTA YESİNLER!” ===
Almanya’da 877 gıda-yardım merkezinden, 1 milyonu aşkın insan haftada bir kez yemek alıyor.
“Tüm zamanların en büyük sosyal yardım hareketi” olarak böbürlenilen gıda-yardım merkezlerinde fahri görevliler:
Süpermarketlerden,
Ucuzluk mağazalarından,
Ve toptancılardan;
Satılabilir nitelikte olmamasına rağmen hâlâ yenilebilir gıdaları topluyor!
Bunlar çoğunlukla; meyve, sebze ve süt ürünleri gibi çabuk bozulan, son kullanma tarihinin hemen öncesinde veya sonrasında toplanan mallar. NORMALDE İMHA EDİLECEK OLAN BU ARTIKLAR; YOKSULLARA DAĞITILIYOR!
“Gelir dağılımı adaletsizliği” denen tehlikenin derhâl bertaraf edilmesi yerine;
Sadaka sistemi,
Başlangıçta evsiz-barksızlar ve uyuşturucu bağımlıları gibi hiçbir sosyal gruba tutunamamış insanlara acil yardım götürmek amaçlı oluşturulan bu kurumlar;
Bugün, iş piyasalarında başvurulan “reformlar!” sonucunda gıda bağışlarına muhtaç kalacak kadar yoksullaşan yurttaşlara yönelik bir “tedarik sistemi!”ne dönüştü!
2003-2009 arasında Almanya’daki gıda-yardım merkezlerinin sayısı üçe katlandı! Toplamda gıda-yardım merkezleri Almanya’da yoksullara her yıl 130 bin ton gıda dağıtıyor. Bu miktar Almanya’da her yıl çöpe giden 20 milyon ton gıdanın yalnızca ufacık bir parçası!
Bir yandan dünya üzerinde 1 milyardan fazla insan açlık çeker ve günde en az 20000 insan açlıktan ölürken;
Endüstrileşmiş ülkelerde imâl edilen gıdaların büyük kısmı çöpe gidiyor!
AVRUPA ve KUZEY AMERİKA’DA İMHA EDİLEN GIDA MİKTARI; DÜNYADA AÇLIK ÇEKEN İNSANLARIN BESLENMESİNE ÜÇ KEZ YETECEK BOYUTLARDA!
=== (3) KENTSEL SEÇKİNLEŞTİRMEDEN → ZENGİNLERİN SİTELEŞMESİNE! ===
Şehirlerde:
Yoksullar; zenginler tarafından nasıl yerlerinden ediliyor?! Siyaset bunu nasıl destekliyor?!
(Detaylı bilgi için: “Soylulaştırmak (İngilizce: Gentrification)” kavramını inceleyebilirsiniz.)
Şehrin merkezinde köhne binaların olduğu işçi semtleri; “kentsel seçkinleştirme!” süreciyle “varlıklı!” semtlere dönüştürülüyor!
Eskiden; kiralara gücü yeten öğrenciler ve sanatçıların doğaçlama olarak yaratıcılıklarıyla ortaya çıkardığı zarafet ve kentsel yaşam duygusu, bir müddet sonra; bölgenin yüksek tabakalara çekici hâle gelmesine, artan talebin kiraları uçurmasına, “bakımsız!” evlerin lüks dairelere dönüşmesine, ve düşük gelirlilerin merkeze uzak, ucuz evlere taşınmaya mecbur bırakılmasına yol açıyor!
Yüksek duvarların arkasında izole olanların vurguladığı “güvenlik!”,
Herşeyden önce bir “statü ve zenginlik sembolü!”
Villalar bölgesinin “tel örgüleri!”,
Şaşalı “entrance”lardaki kulübelerinde, fiyakalı (özel ve taşeron!) güvenlik şirketi elemanlarının hâl ve tavırları,
Teşhir edilen zenginliğin son derece bayağı bir ifadesi!
İnsanlar burada fakirlere karşı değil; diğer zenginlere karşı duvarlar örüyor: “Kimin tel örgüleri daha uzun, kimin direkleri daha yüksek?!” Buna bir “comparatio genitalis” denebilir; yani zenginler ve iyi eğitimliler arasında bir “tenasül uzvu karşılaştırması!”
+ + + + +
=== (4) “SEÇKİNLER!”İN GÜCÜ! ===
Güzel bir numara:
Sistemi eleştirmek hakkını; sistemden avantaj sağlayanlar kendilerinde saklı tutuyor!
Sistemin dibini tanıma “imkânı!”na sahip olanlarınsa; öfkeli, kinci ve kıskanç oldukları bahanesiyle kozları ellerinden alınıyor!
Zenginler; “toplum içinde yaşam”a neden veda ediyor? Ve avantajları için savaşmaya nasıl devam ediyor?
“İlkokulun 4 yıldan 6 yıla uzatılması reformu” ile; özellikle maddi açıdan güçsüz öğrencilerin daha henüz 4. sınıftan sonra gerçekleşen ayıklanmanın kurbanları olmalarının önlenmesi hedefleniyordu. Üst tabakanın “öğrenmek istiyoruz” başlıklı protesto kampanyasıyla reformun önlenmesi, eğitimin seviyesini yükseltmek için değil; zaten daha iyi konumdaki çocuklarına ilave ayrıcalıklar sağlayan “seçici okul sistemi”nin daha da güçlendirilmesi için yapılmıştı!
Seçkinler kendilerini “aşağıya karşı!” kapatıyor; “aşağı tabakalar!”dan gelebilecek saldırılara karşı kendilerini daha korunaklı hâle getiriyorlardı!
Bu durum:
Aşağıdan kimse yukarıya çıkamazsa; yukarıda hemen hemen her şeyin olduğu gibi kalacağı anlamına geliyor!
“Steril!” ve “fildişi kulelerde müreffeh bir hayat!” → Kendi kokusunu inatla yayar ama hiçkimsenin kokusunu kendisine yaklaştırmaz!
Seçkinlerin radikalleşmesinden bahsedilirken, bundan seçkinlerin “kendi çıkarlarını daha büyük bir sertlikle savunması” kastediliyor! Seçkinlerin yalnızca ekonomi, yargı ve bürokrasiye değil; siyasete de yoğunlaşması, yani politikanın giderek “elitleştirilmesi!” sonrasında; demokraside halkın artık ne ölçüde temsil edildiği sorgulanıyor!
Bir zamanlar demokratik bir şekilde seçilen halkın temsilcileri, artık nüfusun geniş bir bölümünü “hiçe sayarak!” siyaset yapmalarının meyvelerini; şimdilerde ekonomide sahip oldukları cazip işler vasıtasıyla topluyorlar!
Bir federal çalışma bakanı, taşeron işçilikte süre sınırlamasını kaldırıp ve taşeron işçiliğin yasal çerçevesini “liberalleştirdikten sonra!” görevinden ayrılmış; hemen sonrasında da Almanya’nın beşinci büyük taşeron işçilik şirketinde önemli bir göreve getirilmişti!
Aynı iş için daha az ücretin ödendiği ve sosyal güvencenin tanınmadığı sürekli yükseliş içindeki bu “modern kölelik süreci!” bütün partilerin katkısıyla gerçekleşiyor:
Örneğin “Yeşiller Partisi”; sol bir direniş partisinden → bir tür “yeşil astarlı liberal partiye!” dönüşüme ışık tutarken, muhafazakâr görüşleri benimsemeksizin ve ekonomik gücün yanında yer almaksızın muhalefetten hükümete yükselmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını savunuyor!
=== (5) NİHAYET BİRİSİ; SÖYLENMESİ GEREKENİ SÖYLÜYOR! ===
“Bir kısım asalaklar toplumun sırtında bir yük olarak yaşıyor!” → Maddi yönden güçsüzlere karşı yapılan, tırnak içinde ifade edilene benzer saldırılar; akademisyenler ve ciddi medya organlarının bile bu saldırıya katılmasından bu yana iyice belirgin hâle geldi!
Sorgulanması “istenmeyen!” acı reçeteler topluma şöyle ifade ediliyor:
“Şık olmamakla birlikte, başka çaresi yok. Maalesef, evet, maalesef uygulamak zorundayız!”
Böylesi “hoş olmayan gerçekler!”; egemen sınıfın en severek başvurduğu bahane!
Bir hâkimin bazı vandallara verilen sert cezalarla birlikte söylediği sözler önemli:
“Toplumun dürüst üyeleri sizin gibilerden bıktı, sizlerden yorulduk!”
Bu dehşetengiz durum:
Tarafsızlığını koruması beklenenlerin; yukarıdan aşağıya, adeta tepeden-inmeci bir diktayla başlattığı ve birçok örneği sürekli görülen “ayrımcılık!”tan başka birşey değildir!
=== (6) DAYANIŞMANIN SONU! ===
“Taşeron işçilik”; 1967 yılına kadar Almanya’da yasaktı.
70’li yıllarda 3,
1985’de 6,
1994’te 9,
1997’de 12,
Ve 2002’de 24 ayla sınırlandırılmak üzere sürekli uzatıldı!
2004’ten beri taşeron olarak çalıştırılma için herhangi bir süre sınırlaması yok!
BİR ÇALIŞAN; BİRGÜN İŞTEN ÇIKARILIP, ERTESİ GÜN DAHA DÜŞÜK ÜCRETLE YENİDEN İŞE ALINABİLİYOR ARTIK!
Taşeron işçilik; haklardan yoksun bir işçilik, yani “köleliğin modern bir biçimi!”dir!
İncelemelere göre %20-50’lere uzanan daha düşük ücret almak ile taşeron işçilik, yaşlılık döneminde yoksulluğun başlıca nedeni;
Çünkü emeklilik hakkı; düşük ücretler ve çalışma aralıkları yüzünden son derece sınırlı!
Taşeron işçiler; kötü koşullarda ve düşük ücretle çalışmakla kalmıyor, daimi (“kadrolu!”) çalışanların öfkesini de üzerlerine çekiyorlar!
Taşeron işçiler; “doğru dürüst bir işe sahip olanlar için!” ete kemiğe bürünmüş bir tehdit anlamına gelmekte! İşçilerin üzerinde “bugün sen, yarın onlar” diye sallanan Demokles’in kılıcı; toplu sözleşmelerde reel ücretlerin sürekli düşürülmesine neden oluyor!
Taşeron işçilik; iş güvencesini yok etmek ve çalışma koşullarını genel anlamda kötüleştirmek için de kullanılıyor:
EKONOMİK BÜYÜME UĞRUNA DAHA GENÇ YAŞTA ÖLÜNÜYOR! YALNIZCA İŞİN AĞIRLIĞI NEDENİYLE DEĞİL;
SÜREKLİ GÜVENSİZLİK,
İŞYERİNİN SIK SIK DEĞİŞMESİ,
BERBAT ÜCRET ve TAŞERON İŞÇİLİĞİN GİDEREK DEĞERSİZLEŞMESİ SONUCUNDA OLUŞAN PSİKOLOJİK BASKI NEDENİYLE DE İŞÇİLER YIPRANIYOR!
PSİKOLOJİK SAĞLIK SORUNLARI ve BUNA BAĞLI DEVAMSIZLIKLAR ÇOK YÜKSEK,
KAS-İSKELET SİSTEMİ SORUNLARINDA İSE DAHA DA YÜKSEK!
ALMANYA’DA YOKSULLAR ORTALAMAYA GÖRE 7 YIL DAHA AZ YAŞIYOR!
“Sermaye”nin ve “Alman ihracat endüstrisi”nin etkisiyle, giderek ortadan kalkan “sosyal sigorta” kavramının sonucu şudur:
Bir tarafta: Sesini çıkaramayacak kadar, hakkını arayamayacak kadar çökmüş, yıpranmış ve korku dolu devasa bir “yedek işçi ordusu!”,
Öbür tarafta: Yukarıya yaltaklanan ve aşağıya tekmeler savuran özgüvensiz bir orta sınıf!
Bu ikisinin üstünde ise:
Adil bir ücret ve makul bir vergi ödemeye razı olmadığını gözlerden kaçırmak üzere; zengin ile yoksul arasındaki derin uçurumu “sosyal sorumluluk masalı!”yla doldurma niyetinde olan “güçlüler!”…
+ + + + +
=== (7) DÜNYANIN KURTULUŞUNUN “ÖZELLEŞTİRİLMESİ! (Privatization)” ===
Bangladeşli iktisat profesörü ve bankacı Muhammed Yunus’un; “Merhamet sınırlı; business sınırsızdır!” sözü neyi ifade ediyor?!
2006 yılı Nobel Barış Ödülü’nü; “yoksullara mikro kredi açma konsepti!”yle alan Yunus, o günden beri ekonomi temelli dünya kurtuluşunun evliyası olarak kabul ediliyor!
Yunus’un bir sonraki fikri “social business” oldu:
Belli bir sosyal sorunu çözmek üzere kurulan, fakat elde edilen kârı ortaklara dağıtmayıp; sosyal etkiyi artırmak için yatırıma yönlendiren bir şirket.
Şirketin bu bağlamda; devlet desteğine ve bağışlara muhtaç olmamak için “rantabl olması!” ve kendi ayakları üstünde durması gerekiyor. Model; bu tür ekonomik faaliyetleri büyük holdingler için de cazip kılan bir önkoşul!
Yunus;
“Danone”,
“Adidas”,
“BASF”,
“Veolia”,
Ve “Otto” gibi çok uluslu şirketlerle “social business” ortaklıkları kurdu!
“Vicdanlı kapitalizm!”; “sosyal girişimcilik!” anlamına geliyordu artık!
“Sosyal girişimcilik” sayesinde:
Yoksulluk gibi sosyal sorunlar; “siyaset” tarafından değil, “şirketler” tarafından çözülecekti!
İçinde bulunduğumuz 10 yılın mottosu:
“Daha iyi bir dünya; girişimcilikle mümkün!” oldu: Sosyal hamak anlayışına karşı bireysel sorumluluk!
BU YAKLAŞIMIN ARKASINDA ASLINDA GÜNÜMÜZDE NEO-LİBERALİZMİN TEMEL İLKESİ HÂLİNE GELEN; “HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR!” BİLGELİĞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY YOK!
Yunus; bir kuyumcunun oğlu, üst-orta sınıfa mensup ve ABD’de iktisat eğitimi almış. Ekonomik açıdan “rantabl!” kalkınma yardımına, yoksulluğa baktığı gibi “batı gözü!”yle bakıyor.
BATILI SEÇKİNLERİN DAVRANIŞ BİÇİMİNİ İYİ BİLDİĞİ İÇİN BATILI SEÇKİNLER ONU CİDDİYE ALIYOR! Taraftarları arasında “Hillary Clinton” veya “Nicolas Sarkozy” gibi tanınmış politikacıların yanısıra; “Angelina Jolie” ve “Brad Pitt”, “Bono” ve “Bob Geldof”, bestseller yazar “Paulo Coelho” gibi süper zengin dünya starları da var; Muhammed Yunus da artık bu pohpohlama kültürüne dâhil oldu!
Süt ürünlerinde dünyada lider konumda olan “Danone”; 2006’da Muhammed Yunus ile işbirliği içerisinde Bangladeş’te bir “sosyal yoğurt fabrikası!” açtı!
Burada:
Çocukları kötü beslenmeye karşı koruyan,
Vitamin ve minerallerle zenginleştirilmiş,
“Yoksulların cüzdanına uygun!” bir yoğurt üretilmekteydi!
Yoğurt fabrikasında bölgenin küçük köylerinin sütü kullanılıyor, çevrede yaşayan insanlar çalışıyor, yoğurdun pazarlanması; yoksul köy evlerini kapı kapı dolaşıp kendilerine böylece bir gelir sağlayan satıcı yoksul kadınlar tarafından yapılıyordu. Bu girişim; “social business” konseptinin uygulamalı örneği olarak çok sayıda ödül aldı! Tüm zamanların “yeni sosyal ekonomi mucizesi!” olarak gösterildi!
Bangladeş’teki uzun gözlem ve görüşmelerden sonra:
“Danone” satıcısı kadınların satacakları yoğurdu önce satın almak zorunda olduklarını,
Dolayısıyla “düzenli maaş alamadıklarını!”,
Bunun “micro business!”ın temel fikri olduğunu;
Yani kadınların kendi işlerini “mikro krediler!” alarak kurması olduğunu,
Aslında “Danone’ye daha fazla muhtaç hâle getirildiklerini!” öğrendik!
ORTAKLIĞIN KURULMASINDAN 2 YIL SONRA “SOSYAL YOĞURT FABRİKASI!” İFLASIN EŞİĞİNE GELDİ!
Yönetim şu açıklamayı yaptı:
“Bundan böyle stratejimiz:
1. Satış yapmak,
2. Satış yapmak,
3. Satış yapmak,
Ve
4. Masrafları düşürmek
olarak belirlenmiştir.”
Oysa bir zamanlar strateji olarak:
1. Yetersiz beslenmeye karşı mücadele etmek,
2. Yoksulluğa karşı mücadele etmek,
3. Kadınların kendi ayakları üstünde durmasını sağlamak,
Ve
4. Yeni işler yaratmaktan bahsedilmiyor muydu?!
Satış yapan kadınların geliri geçinmeye yetmiyor ve ayrıca köylerde hakarete uğruyorlardı!
Yıllık cirosu 15.2 milyar Euro olan (bu gerçek her fırsatta dile getirilmeli!) borsaya kayıtlı “Danone Holding”:
Yalnızca yerel üreticiden topladığı sütlerin fiyatlarını böylesine düşük tuttuğu için ayakta durabiliyor!
“Adidas”,
“BASF”,
Ve “Otto” gibi başka “iyilik gönüllüleri!” de buna benzer faaliyetler sürdürdü;
Ve başarısızlıkla sonuçlanan “Danone sosyal yoğurt fabrikası!” nın ardından bu ortaklıklardan, büyük lafların haricinde herhangi bir şey duyulmadı!
Her ne kadar Bangladeş, holdingler için başarısız bir “deney laboratuvarı!” hâline geldiyse de; yarının “sosyal seçkinleri!” nin yetiştirilmesi süreci devam ediyor!
Bu çerçevede “European Business School (EBS)” adını taşıyan ve kendisini “girişimciliğin elit yüksek okulu!” ve “yarının yönetici seçkinlerinin nokta adresi!” olarak gören bir özel üniversite var!
Bu yüksek okulda Almanya’nın ilk “social business!” kürsüsü kuruluyor. Tahmin edin bakalım kimin sponsorluğunda, yanılmadınız; elbette “Danone”nin!
=== (8) MİKRO KREDİLER ===
Muhammed Yunus, 70’li yılların başında ABD’de bir üniversitede tarımsal ekonomik gelişme dersleri veren bir profesördü.
1974-75 yıllarında Bangladeş’te büyük bir kıtlık hâkimdi ve Yunus kendini yoksullukla mücadeleye adadı.
Bir köyde genç bir kadınla karşılaştı. 21 yaşında olan bu kadının 3 çoçuğu vardı ve ailesiyle birlikte derme çatma, damı akan kerpiç bir kulübede yaşıyor ve el işçiliğiyle bambudan sandalyeler yapıyordu.
Yunus, bu kadının bambu alabilmek için yerel tefeciye borçlanmak zorunda kaldığını öğrendi. Faiz o kadar yüksekti ki, sandalyelerin satışından geçinemiyordu.
Küçük rakamlar yüzünden birer köleye dönüşen bu insanların listesini hazırladı ve toplam 20 Euro (!) borcu olan 42 kurban (!) bulunduğunu saptadı: “Gördüklerime katlanmam mümkün değildi! Parayı çıkartıp masanın üzerine koydum ve onlara bu paranın yardımıyla ‘özgürleşmelerini’ söyledim!” diyor Yunus!
Mikro kredi düşüncesinin bu doğuş anından sonra 1983 yılında “Grameen Bank” kuruldu.
Fikir çok basitti:
“Mikro kredi sistemi” vasıtasıyla güvence gösteremedikleri için bankalardan para alamayan kişilere düşük meblağlı krediler verilecekti. Bu kişiler; bu küçük kredilerle işlerini büyüterek veya geçimlerini sağlamak için bir iş kurarak kredileri faizleriyle birlikte geri ödeyeceklerdi.
Böylece fahiş faizli tefeciliğin önü kesilmiş olacaktı. Mikro kredilerin neredeyse tamamı kadınlara veriliyordu; amaç kadınların bağımsızlığını desteklemekti. Kadınlar özellikle güvenilir olarak kabul ediliyor.
Bangladeş’te 2 milyar Euro’nun üzerinde bir meblağ; mikro kredi olarak dolaşımda bulunuyor ve faizler kuruma göre %20-40 (!) arasında değişiyor.
BÜTÜN BU SÜRECİN SONU; KADINLARIN ANLATTIKLARIYLA ÖZETLENEBİLİR:
“ESKİDEN HAYATIMIZ ZOR VE YOKSULLUK İÇİNDE GEÇİYORDU; FAKAT BUGÜNDEN DAHA İYİYDİ! ŞİMDİ HERKES YALNIZCA BORCUNU ÖDEMEKLE MEŞGUL!”
YAPILAN ARAŞTIRMALARIN SONUCU:
MİKRO KREDİ KULLANANLARIN YALNIZCA %5’İ KREDİDEN YARAR SAĞLIYOR!
BUNLARIN YARAR SAĞLAYABİLMESİNİN NEDENİ İSE, KREDİYİ ÇEKMEDEN ÖNCE DE GÜVENİLİR BİR GELİR KAYNAĞINA SAHİP OLMALARI!
KREDİ ALANLARIN %50’Sİ HAYAT STANDARDINI YÜKSELTEMEDİ, KALAN %45’İN DURUMU İSE BÜYÜK ÖLÇÜDE KÖTÜYE GİTTİ!
“Mikro krediler”in; yoksullukla mücadelede uğradığı başarısızlık apaçık ortada!
Mikro krediler, “piyasa ekonomisi!”ni dünyanın en ücra köşelerine götürerek;
Yoksulların sermaye için ilginç bir alan olduğunu,
Yoksulların da tüketebileceğini,
Ve kapitalizmin yoksullar için de işlediğini “finans piyasalarına!” kanıtladı!
=== (9) GELSİN GÜZEL HAYAT! ===
“Siyaset teorisi”,
“Sosyoloji”,
Ve “dilbilim” konuları üzerine önemli eserler bırakmış, İtalyan marksist düşünür “Antonio Gramsci”nin emekçilere söylediği:
“Eğitim görün! Çünkü tüm aklınıza ihtiyacımız var!
Faal olun! Çünkü tüm çoşkunuza (bize öğretmenize) ihtiyacımız var!
Örgütlenin! Çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız var!” uyarısı unutulmamalıdır!
Özellikle 2010’lu yıllarda, birçok ülkede başlayan “kitlesel protesto hareketleri”ni dikkatle tahlil etmek gerekiyor!
Bu protesto dalgalarında ortak çığlık:
“Birşeyler harekete geçiyor; daha adil bir düzen için!
Eşitlik mutluluktur: Adil toplumlar herkes için daha iyidir!
Eşitsizlik; mutsuz, hasta ve saldırgan yapıyor!”
UZUN ZAMANDIR İÇLERİNDE BİRİKTİRDİKLERİ “HAKKANİYETSİZLİĞİN YARATTIĞI ÖFKEYİ!” SINIRSIZ BİÇİMLERDE DIŞA VURAN GENÇLERİN DURUMU MÜHİM BİR GERÇEĞİ İŞARET EDİYOR:
“Dışlama-Dışlanma-Ötekileşme-Ötekileştirme-Yabancılaşma-Yabancılaştırma (İngilizce: Alienation)”:
Yalnızca bireyi değil;
Tüm toplumu tahrip ediyor!
“Korku”nun,
Ve “tüketim toplumunun çılgınlıklarına katılma hırsı!”nın giydirdiği deli gömleğinden kurtulmak isteyenler, yepyeni bir tavır benimsemek zorunda değil!
Korkusuzca:
Hepimizin sonuçta “insan!” olduğunu,
Bu “yıpratılmış!” gezegene muhtaç olduğumuzu hatırlamak,
Ve içimizdeki “korkuya ve hırsa direnen sesi dinleyerek”;
Ruhumuzun; “sezgi”, “şefkat” ve “duygudaşlık” gibi değerlerini yeniden keşfetmek yeterli!
Sayıca kalabalığız ve yalnızca birbirimize sahibiz!
Herkese yetecek kadar zenginlik var!
“Zenginlerin→yoksullara karşı” sürdürdüğü savaşın paralı askerleri olmayalım!
Ortaklaşarak “eylem”e geçelim!
Hemen! Şimdi!
Kitap: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
Yazan: Kathrin Hartmann
Çeviren: Etem Levent Bakaç
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1LrQ7Bh )
beyaz yakalilara elestiri:
arkdaslar bu siteye daha önce defalarca astiginiz yazilari neden tekrar tekrar asiyorsunuz? iki ihtimal var, ya bizim o yazilari okumadigimizi düsünüyorsunuz ya da okuyup unuttugumuzu veya anlamadimizi düsünüyorsunuz, yaniliyor muyum? insanlari yazi bombardumanina tutacaginiza astiginiz o yazilarin okunup okunmadigini, sayet okunmussa, okuyanlar o yazilardan ne anladilar, o yazilarda ki argümanlari onayliyorlar mi yoksa itiraz mi ediyorlar? itiraz ediyorlarsa ne ye, nicin, bunlari insanlari acikliga kavusturmak daha akillica olmaz mi? madem siz bu kadar okuyorsunuz, neden fikirlerinizi kendi cümlelerinizle ifade etmiyorsunuz? siz insanlarla yüzyüze hic tartisiyor musunuz? o durumda insanlarla tartismak yerine, insanlarin önüne yazi koyup “bunlari okuyun” mu diyorsunuz? mesela sizi bir canli televizyon programina ya da seminere konusmaci olarak davet etseler, o zaman kendi cümlelerinizle konusmak zorunda kalmayacak misiniz? gün zileli fikret baskaya’nin yeni kitabindan alintilar yaparak uzun bir yazi yazmis. bu uzun yazinin altina uzun uzun yeni yazilar asmak yerine, yukarda ki yazida f. baskaya’nin elestirilerini, argümanlarini tartisip anlamak, itiraz varsa, ki benim var, bunlari tartismak daha dogru olmaz mi? rica ediyorum, $u kapitalizm elestirisi olsun ama camurdan olsun anlaysini birakin. her sistem elestirisi dogru bir elestiri degildir. sistemi elestiren herkesi de sistem karsiti sanmayin. yikici/devrimci elestiri ile yapici/remormist elestiriyi, elestirdigi seyi dogru analiz edip anladiktan sonra yapilan dogru elestiri ile moralist/ahlakci/idealist sizlanmayi, $ikayeti birbirinden ayird etmek lazim.
örnegin fikret hoca’nin moralist bakis acisi ile yaptigi isabetsiz bir elestiriye dikkat cekmek istiyorum, önce fikret hocadan alinti:
“Neyi, nasıl üretmeli sorumuza dönersek, bir kere kesinlikle üretilmemesi, üretilmesinin akla bile getirilmemesi gereken şeyler var: Nükleer silahlar, nükleer enerji, biyolojik silahlar, biber gazı gibi… Nükleer enerji endüstrisi hem acil hem kalıcı ve telafisi mümkün olmayan riskler oluşturuyor.”
nükleer/atom/biyolojik silahlarin hem insan hem de tabiat icin nasil zararli oldugunu, nasil bir tehdit olusturdugunu bu silahlari üreten sirketler, siradan insanlar ve bu sirketlere bu silahlari üretme lisansi/izni veren devlet yöneticileri bilmiyorlar mi? biliyorlar. bu silahlari amerika gibi bazi devletler bazen rakip devletleri kapitülasyona zorlamak bazen gözdagi vermek (nükleer silah denemeleri), bazen de saddam gibi devlet adamlari ic düsmani (kürtler-halepce) imha etmek icin kullanmadilar mi? evet. bütün dünya bunu görmedi mi, bilmiyor mu? evet. peki herkesin gördügü, bildigi bir gercegi fikret hoca’nin “aman dikkat, bu silahlar cok tehlikeli, üretimi derhal durdurulmali” seklinde dile getirmesi gereksiz ve anlamsiz degil midir? marxist elestiri ya da yikici sistem elestirisi kötülügün, melanetin kaynagina inmekle olur, ahlaki uyarilar yapmakla olmaz. onu yapan yeterince burjuva aydini var zaten. $imdi $u nükleer/atom enerjisi üretimini anlamaya calisalim. herhangi özel bir sirket devletten izin almadan silah ve silah üretiminde kullanilacak enerji üretemez. kapitalist rekabet dünyasinda silah, markette satilan herhangi bir ürün ile ayni kefeye konulamaz. silah/enerji/teknoloji “stratejik mal” denilen kategoriye girer. peki devletler atom/nükleer enerjinin tehlikelerini bildikleri halde neden böyle bir i$e girisirler:
1-) atom/nükleer enerji en ucuz enerji kaynaklarindan birisidir. bir devlet ve sanayisi icin enerji üc acidan cok önemlidir: birincisi, sanayi icin kesintisiz, güvenilir ve ucuz enerji cok önemlidir, aksi durumda bir devletin sanayisinin rakip devletlerin sanayisi ile yarismasi mümkün degildir. ikincisi, kapitalist dünyada tek tek bireyler arasi iliskilerden tutalim devletler arasi iliskilere kadar hersey rekabet, uzlasmaz/karsit celiski üzerine in$a edilmistir. bundan dolayi hicbir devlet rakiplerine muhtac/bagimli olmak istemez. $antaja acik böyle bir bagimlilik iliskisinden kacinmak icin devletler her türlü tehlikeyi göze alarak atom/nükleer enerji kullanirlar. ücüncüsü, atom enerjisi üretimi atom bombasi yapmanin ön kosuludur, ön asamasidir. T.C.’nin/AKP hükümetinin de atom santralleri ile ilgili öne sürdügü bazi sartlardan atom bombasi yapma isine giristigini alman basini iki yil önce yazmisti. yani bir egemenlik/hakimiyet/güc/siddet kurumu olan devletler, isin dogasi/tabiati geregi birbirine rakiptirler. atom bombasina sahip olma ise bu rakiplik iliskisinde bir devlete “dokunulmaz” statüsü kazandiracak kadar etkili/öldürücü bir silahtir. bu yazdiklarimdan hangi sonuc cikar: kapitalist rekabet dünyasinin ulusal devlet düzeni, rakip uluslara dayali düzen var oldugu müddetce nükleer/atom/biyolojik silah ve enerjiside kullanilmaya devam edilecek. buna itirazi olan insanlarin devletlere “yahu tehlikenin farkinda degil misiniz, kapatin $u nükleer/atom santrallerini” demeleri anlamsiz ve yanlis bir cagridir, bosa giden enerji/zaman kaybidir. sözkonusu bu zehirli silah ve enerji üretiminden varilmasi gereken sonuc $udur: bu kapitalist sistemi kökten red etmek ve tasviye etmek lazim.
Kitabi okumadim. Yukaridaki metni yazan kisinin okudugunu farzediyorum.
Fikret Baskaya’nin Kominterm’e kiyasla farkini ozetledigini iddia eden su satirlari okuyunca, hayal kirikligina ugramadigimi soyleyemem:
“Kapitalizmin sömürdüğü yalnızca emekçiler değildir; aynı amansızlıkla ve acımasızlıkla doğayı da sömürür ve yıkıma sürükler.”
‘Kotu ruh’ anlaminda ‘Kapitalizm’i zikretmesine alistik diyelim, fakat, bu satirlarin neresinde derin bir hikmet var –ya da olabilir?
Butun canlilar –hatta cansizlar da– ‘doga’yi ‘somurur’ –yani, yuksek kaliteli enerjiyi alir kullanirlar ve geriye daha dusuk kalitede enerji birakirlar (kendi vucutlarinda biriktirdikleri dahil).
Buna, evrende entropinin surekli artmasi diyoruz.
Entropi, insanin yarattigi bir olgu degil. Gozlemler sonucunda, ‘var’ oldugunu kanitladigimiz bir olgu.
Dolayisi ile, eger illa bir ‘hikmet’ arayacaksak, o da budur.
Entropinin artisina kimin ne kadar hizmet ettigi, kimin ne kadarini hakedip tukettigi (donusturdugu) tartisilabilir tabii ki.
Ama, bu artisin durdurulmasinin mumkun olmadigini biliyoruz; yavaslatilmasi icin ise ya herkesin gonullu olmasi ya da bir harici kuvvet tarafindan dayatilmasi gerekiyor.
‘Harici kuvvet’ dedigimiz seyin karsiligi ne olabilir?
Fevkalade guclu bir uluslarustu kuvvet?
Yani, super devlet?
Eminim Baskaya buna riza gostermeyecektir.
O zaman geriye ne kaliyor?
Herkesin gonullu olmasi.
Nasil olacak bu?
Benim aklima bir tur ‘din’den baska bir sey gelmiyor.
Bir tur Zen Budizm gibi bir sey.
Baskaya’dan alintilanan pasajlarda da Zen Budizm nefesini duymak zor degil.
Manitu selametini versin, yolu acik olsun.
“Bize lazım olan, Fikret Başkaya gibi, sözünü esirgemeden kapitalizmin yeldeğirmenlerine cesaretle saldıran gerçek bilim insanları, gerçek entelektüellerdir.”
Yeni yeldegirmenleri peydahlamiyor olsaydi, ben de –belki- bu temenniye katilirdim.
Fakat, bu haliyle, olmayacak duaya amin dememizi bekleyen bir dizi paragrafa sinmis bezginlik ve umutsuzluk..
‘O olmasin, bu olmasin’ demek, ne cesaret, ne lafini esirgemezlik, ne de entellektuelliktir.
‘Istemezuk’culugun bir baska seklidir sadece.
Bunun orjinal bir tarafi yok.
Sanki Fikret hoca bu dediklerini bilmiyor. Yaptığın tam bir akıldanelik arkadaş.
O “hikmet” Fikret hocaya değil, bana ait arkadaş. Bu bir. ikincisi, insan bir şeyi illa eleştirmek isterse mutlaka eleştirecek bir şey bulur. Bezginlik ve umutsuzluk mu? İşte esas kelam bu.
Sayın “Necip”in kim olduğunu defalarca yazdık:
“Ayn Rand” & “Milton Friedman” zehirli beyinlerinin birleşmesi ile oluşmuş bir şahıs.
“‘Salaklara’ soykırım uygulansın, ‘kendini akıllı zannedenler’ uzun ömür yaşasın.” şiarını benimseniş bir crypto-libertarian.
“Kapitalizmin hayatın akışı içinde kendiliğinden doğduğunu, müdahale edilirse ahengin bozulacağını” sanan bir yorgun akıl.
“Elden Kayıp Gitmekte Olan Bir Gezegen”
sayin zileli yukarda ki cümle size aitse elestirim size, fikret hocaya aitse elestrim o’na. almancada ki “weltverbesserer” sözcügünü türkceye dünyayi kurtarmaya soyunmus kisi anlaminda tercüme edebiliriz. iste yukarda ki cümle ancak bu role soyunmus insanlara ait olabilir.
dikkat edilirse benim herhangi bir konuda yazdiklarim “elestiri” olmaktan cok “bir seyin özünü ve fonksiyonunu aciklama, anlama” kategorisine giriyor. mesela yukarda atom/nükleer enerjinin kapitalist devletler icin neden vazgecilmez oldugunu, dolayisiyla vatandaslarin “kapatin su atom/nükleer santralleri” demesi ile devletlerin bu santralleri kapatmadigini ve kapatmayacagini, devlete “elestiri” diye böylesi ahlaki bir cagri yapmanin lüzumsuz bir is oldugunu, nükleersiz/atomsuz bir kapitalist dünyanin bir hayal oldugunu belirttim. yani yapmaya calistigim insanlari rahatsizlik duyduklari konularda aydinlatmak. insanlar i$in “aslini” anladiktan sonra hangi sonuca varir, bu tamami ile onlara kalmis. fikret hoca’nin ahlakci bakis acisi ile yaptigi yanlis elestirilerden örneklere devam edeyim, önce fikret hocadan alinti:
“Akla hayale gelmeyen şeyler önce ihtiyaçlar mertebesine yükseltiliyor, bu amaçla pazarlama ‘bilimi’, reklamlar, medya ve ‘konunun uzmanları’ devreye sokuluyor… Aksi halde askeri harcamalardaki patlama, insanlarla alay etmek anlamına gelen lüks mallar ve hizmetler, ‘çılgın proje’ saçmalığı, çirkin kuleler, devasa barajlar, AVM’ler vb. nasıl açıklanabilirdi?”
sayin baskaya askeri malzeme üretimini “sunni ihtiyac” , sirf para kazanmaya yönelik ürün diye siniflandirmis. yanli$, neden? cünkü bu bakis acisi cikolata ile silahi ayni kefeye koyuyor. silah satarak para kazanmak bir devlet icin ikinci dereceden bir sebeptir. devletler silaha herseyden önce ic ve di$ düsmana karsi kullanma, otoritesini in$a ve korumak amaci ile ihtiyac duyarlar. devletin kendisi bizzat zor’un/$iddetin cisimlesmis halidir, dolayisi ile silahsiz, $iddetsiz devlet düsünülemez. devletlerarasi iliskilerde hiyerarsiyi ne belirler: askeri ve ekonomik güc. yani bir devletin rakip devletler üzerinde egemenlik/hegemonya kurmasi askeri ve ekonomik gücüne baglidir. bundan dolayi devletler arasi hiyerarside dengeleri degistirebilecek yüksek teknoloji ürünü silahlara sahip devletler, bu son model silahlari ne kadar para teklif ederse etsin rakip devletlere satmazlar. bir silah sirketi devletin iznini/onayini almadan baska bir devlete kafasina silah satamaz. burdan ne sonuc cikti: askeri malzeme cikolata gibi sirf para kazanma amacli üretilmez. sonra askeri harcamalarda patlama ne anlama gelir? sayin baskaya’nin düsündügü gibi “pazarlama” ile alakasi olmadigi kesin. devletlerin silah alimina ve sanayisine gittikce artan oranda yatirim yapmalari herseyden önce kaptalist devletler arasi rekabetin kizi$tigina isarettir; bunun pazarlama/reklam sektörü ile bir alakasi yoktur. her devletin askeri acidan rakiplerinden geride kalmamak, mümkünse rakiplerine üstünlük saglamak, gözdagi vermek, boyun egdirmek icin elde ki imkanlar ölcüsünde silaha yatirim yaptigini gösterir. $imdi sisteme köklü elestiri yapan bizler silah ticaretinde ki artisi mi elestirmeliyiz yoksa devletin varligini sorgulayip, insan ve tabiat icin yikici sonuclari zaten göz önünde olan devletler arasi rekabetin kapitalist ekonomi ve üretim prensipleri ile alakasini, bu rekabetin ideolojik motoru ulusalcilik/milliyetcilik ile alakasini mi aciklamaliyiz?
günümüz dünyasinda üretilen lüks mallar ve hizmetler insanlarla alay anlamina neden gelsin? o mallari satin alacak kadar parasi olan zengin insanlar oldugu icin o mallar üretiliyor. alicisi olmasa bir mal üretilir mi? hayir. peki sisteme yikici elestiri yapan bizler lüks mallarin üretimesini mi elestirmeliyiz yoksa o lüks mali alacak kadar servet biriktirmis insanlarin varligini mi yani dünyada üretilen zenginligin elit bir tabakanin elinde birikmesini mi sorgulamaliyiz?
devasa barajlarin da bir devlet icin iki fonksiyonu var: birincisi, herkesin bildigi gibi enerji üretimi. ikincisi, tarim, hayvancilik ve icmek icin ihtiyac olan suyu bir baraj gölünde biriktirerek önce bu ihtiyaci gidermek, sonra da komsu devletlere karsi suyun vanasini acma kapama sureti ile $antaj araci olarak kullanmak. yani i$in ucu yine devlet ve devletin ihtiyaclarina cikti. hal böyleyken, “ya bu barajlara ne gerek var” seklinde bir elestiriyi sistem elestirisi olarak kabul etmek mümkün mü?
fikret hocanin marxizm adina alis-veris merkezlerini elestirmesininde mantigini anlamis degilim.
“insan bir şeyi illa eleştirmek isterse mutlaka eleştirecek bir şey bulur”
Aslinda, benim elestirdigim biraz da bu: Tamam, kabul, muhalif olmak cok da fena bir sey degil. En azindan, insanin dimagini genc/taze tutar.
Ama, ‘istemezuk’culuk muhalefet sayilmaz ki –hele de entellektuel anlamda.
Insan evriminin oncesi de oyledir de, bilhassa Afrika’dan cikisindan sonraki her adimi daha rahat, daha mureffeh bir hayat icin olageldi. ‘Daha iyi bir hayat’ [TM] icin ne bulduysak onu kullandik, istifade ya da istismar ettik.
Bakir, kalay bulduk, bronz yaptik. Kap yaptik, alet yaptik, silah yaptik. Demir bulduk, kap yaptik, alet yaptik, silah yaptik.
Hep ‘daha iyi bir hayat’ icin.. sirf genel anlamda dogayi degil, birer insan olan hasimlarimizi somurmek icin.
Yendiklerimizi kole yaptik, isci yaptik..
Aldik, sattik, ticaret yaptik.
‘Daha iyi bir hayat’ icin.
Son iki yuzyilda butun bunlarin hizi giderek artti. Ama, bu, aniden, karakterimizin ya da niyetimizin degistinden kaynaklanmadi.
Niyet, amac, gaye, hedef hep ayniydi: ‘Daha iyi bir hayat’.
Tek fark, simdi imkanlar artti, hiz artti.
Bu kadariyla –genel cercevede– hemfikir isek, simdi cikip “durdurun dunyayi, inecek var” dediginizde, ne kimse dunyayi durdurur, ne de –gercekten inecek olsaniz bile– sizinle beraber inen olur.
Cok da basit bir sebebi var: Birinin begenmedigi bir ‘gelisme’yi bastaci eden binler/milyonlar var.
Kimse de –daha iyi bir sey ile ikmae edilmedigi surece– o ‘gelisme’yi terk etmez. Etmiyor.
Vaktiyle dindar bir grup insana anlatmaga calistigim bir sey vardi: Gunahlarimizi hem biliyor hem de seviyoruz; vazgecmek niyetinde de degiliz.
Bunu telkin, tembih ya da vaaz filanla degistirmek mumkun degil.
Ya cok buyuk bir felaket olacak ve insanlar bunun sebebini mevcut teknolojiye baglayacak ve vazgececek; ya da eldeki teknolojiyi zararsiz olaniyla ikame edecek olaganustu kesif ve icadlar bulacagiz.
Ben birincisini cok sevimli bulmuyorum. Sebep-sonuc iliskisi tartismali bir felaket yuzunden magara devrine donmegi yani.
Ikincisi cok daha tercih edilebilir olanidir.
Oyledir de, bunu gerceklestirmek icin, bir tur ‘[bed]dua etmek’ anlamina gelecek seyler yazmakla pek de bir yere varacagimizi sanmiyorum.
Bilim adamlari, muhendisler ve digerleri –milyonlarcasi– yeni ve zararsiz seyler bulmak icin calisacak ki olsun.
O da olursa –yani, kurcalarken infilak ettirmezsek.
Asagidaki linke bakarsak, o cok dogal yasanan devirlerde insanlarin omur beklentisinin (dogum itibariyle) 25-35 filan oldugunu goruruz.
https://en.wikipedia.org/wiki/Life_expectancy#Variation_over_time
2010 senesi itibariyle, bu omur beklentisi 67.2 olmus –bunca ‘kotu sey’e ragmen..
Bu bakimdan, bilge pozlarinda, baska insanlarin hayat standardini dusurecek sekillerde muhalif pozlar/duruslar takinmagi cok da anlamli sayamiyorum.
Sikayet ederken, biraz da ayaklarimiz yere bassa nasil olur acaba?
Ulu buyuk dedem, “rahatlik batti, dimi” derdi.
Ben de mi desem acaba?
“‘Salaklara soykırım uygulansın, kendini akıllı zannedenler uzun ömür yaşasın.’ şiarını benimseniş bir crypto-libertarian.”
Salaklar konusunda gercekten boyle dusunuyor olsaydim, soykirim degil ama birey olarak bu satirlari yazana bunu reva gorebilirdim.
Cok sukur ki, oyle dusunmuyorum. Iciniz rahat olabilir.
Daha once de yazdim ama ya okumadiniz ya da anlamadiniz: Sizin dediginiz ‘Eugenics’dir. Fakir ve/ya ozurlu insanlarin ‘ayiklanmasi’ni ongorur.
Ben buna sonuna kadar karsiyim.
Dolayisi ile, tekrar soyleyeyim: Iciniz rahat olsun.
“Kapitalizmin hayatın akışı içinde kendiliğinden doğduğunu, müdahale edilirse ahengin bozulacağını sanan bir yorgun akıl.”
Cumlenin birinci kismi dogru. Ikinci kismi ise eksik/yanlis.
Eksik/yanlis olan da su: Kapitalizme mudahale etmek, onu ortadan kaldirmak, degistirmek vs vb amaciyla ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.
Dolayisi ile, artik, yeni bir ‘kul yapisi’ sistem onerisiyle karsilastigimda, son derece nazik fakat bir o kadar da gur bir sesle ‘Fuck Off!’ diyorum.
“‘Salaklara’ soykırım uygulansın, ‘kendini akıllı zannedenler’ uzun ömür yaşasın.”
Bu (tırnak içindeki ifadeler sorunlu olsa da) zaten böyle değil mi?
“Doğal seçilim” de denilen, en akıllıların/değişime en açık olanların hayatta kalması demek olan bu olgu evrimi açıklamıyor mu?
Eğer her canlı bu aşamaya varıp eşitlik olsaydı hem doğanın hem de toplumun düzeni bozulurdu.
Doğanın düzeni bozulurdu; çünkü bütün türler evrimlerini tamamlayarak insana dönüşselerdi ekosistem çökerdi.
Toplumsal düzen bozulurdu; çünkü sınıflaşma ortaya çıkmadan uygarlık olmazdı, insanlık ilkel kabile toplumundan ileri gidemezdi, hepsi hala dünyanın çeşitli yerlerinde birbirlerinden izole, dünyanın ve evrenin kalanından habersiz bir hayat sürerlerdi (bu durum -o derece olmasa da- insanların büyük bir bölümü için bugün de geçerli elbette, ama bu da düzenin varlığı açısından bir yere kadar kaçınılmaz).
http://marksist.net/levent-toprak/goc-multeciler-ve-kapitalizm.htm
nedir anlamadığınız, ben açıklayayım. Alış-veriş merkezlerini bir “ilerleme” olarak mı görüyorsunuz yoksa.
Dr. Zhivago filminden birkaç enstantaneyi anımsadım bazı yorumları görünce. Moskova’dan Ural Dağları’nın kuzey steplerine giden bir tren vardır. Vagon içinde, daha doğrusu, hayvanların bile uzun yolculukta yaşamakta zorlanacağı bir “ambar”ın içinde Moskova’daki Bolşevik zulümden kaçan insanlar, entelektüeller ve bir de devrim muhafızlarının “gönüllü işçi” diye adlandırdığı anarşist vardır. Bu anarşist, pranga ve zincirlerle vagona bağlanmıştır. Hiçte gönüllü işçiye benzemekte ve bunu zaten reddetmektedir.
Peki nedir bu prangalı “gönüllü işçi” anarşistin görevi?
Yolculuk sırasında insanların dışkısını kimyasal maddeyle sterilize edip dışarı atmaktır. Kızıl muhafızlar, kendisine deli gözüyle bakmakta ve dillendirmektedir. Çünkü her vagon kapısı açıldığında, kızıllara “pis bürokratlar” demektedir. Küçük rütbeli bir kızıl her an kafasına tek kurşun sıkabilir ama sıkamaz, çünkü bu kokulu pis iş için ihtiyaçları vardır.
Bir gün kafası atıp vagondaki kitleye döner;
“Hepiniz koyun sürüsü-sünüz, canınız cehenneme!”
“İçinizdeki tek ‘özgür’ birey benim” der.
Hakkaten çok zor di mi?..
“Bu (tırnak içindeki ifadeler sorunlu olsa da) zaten böyle değil mi?”
Degil bence.
Cunku, orada gecen anahtar terim ‘kendini akıllı zannedenler’dir.
Yani, anasi-babasi zengin/basarili olmus kisilerden bahsediyoruz.
Birinci nesilden bahsetmiyoruz genelde.
‘Eugenics’cilerin (daha dogrusu, ‘Sosyal Darwinist’lerin) derdi de, esasen, bir sekilde zengin olmuslarin veletlerinin toplum tarafindan saygi gormesini saglamak idi: “Bakin, biz dogal seleksiyon sonucunda buradayiz; dolayisi ile ustunuz, hakliyiz, alacakliyiz” filan anlaminda.
‘Bilimsel’ bir arka plani yoktu tabii ki; bir sosyal sinifin kendini korumak icin uydurdugu seylerden bir baskasi daha. O devirde, bilimsel anlamda, devrimci bir yenilik gibi gorunen Darwinismi eteklerinin arkasina saklanmak da diyebiliriz.
Tipki, su siralarda, (Batili/Batici) hayat tarzi sahibi olmaklarini konusunu cok onemseyen, kendilerine ozel bir mesruiyet cikarmaga calisanlar; ya da, dini inanclarinin kendilerine ozel bir statu tanidigini dusunenler gibi..
“Doğanın düzeni bozulurdu; çünkü bütün türler evrimlerini tamamlayarak insana dönüşselerdi ekosistem çökerdi.”
Tabii ki, bu olmuyor. Doga dedigimiz mekanizmanin ne oldugunu, nasil isledigini pek anlamiyoruz; ama, nasil beceriyorsa ‘alimin oglu zalim olur’ seklinde calisyor cogu zaman.
Oyle olunca da, salaklarin bir sonraki neslinin normal/dahi olmayacaginin hic bir garantisi yok. Tersinin de.
“Alış-veriş merkezlerini bir “ilerleme” olarak mı görüyorsunuz yoksa.”
Evet.
Semtlerde/kasabalarda geleneksel olarak kurulangelen pazar ve panayirlar eger gercek bir ihtiyaci karsilamak (satici ile aliciyi bulusturmak) amaciyla ortaya cikmis ise, AVM’ler de pekala onlarin evrim gecirmis halleridir, dolayisi ile, son derece dogal bir gelismedir.
Odagimizda isin nostaljisini yapmak yoksa, semt pazarlarinin (mukayeseli bakarsak) son derece berbat bir cozum oldugunu kolayca gorebiliriz.
Buyuk semt/kasaba pazarlarina dikkatle bakarsaniz, yapilan sey –esasen– baskalarinin sokaklarini isgal etmekten, haftanin/ayin bir gununde inanilmaz derecede tarfik ve ses yogunlugu yaratmaktan, her turlu atigi ardinda birakmaktan bahsediyor oldugumuz ortaya cikar.
Ben bu pazarlara gittigim zaman, hep aklima gelen sey sudur: Bu isgal edilmis, igne atsaniz yere degmeyecek insan trafigi icinde, hastasi olanlar ne yapiyorlar?
Mesela, kalp krizi vb gibi seyler yuzunden acile kaldirilmasi gerekenler ne yapiyor? Yangin ciktiginda itfaiye buralara nesil erisecek?
Butun bunlari dusununce, pazarda satilan urunlerin neden daha ucuz oldugunu da gorebiliyorum: Baskalarinin hayatlarinin bedelini fiyatlarina iskonto olarak yansitiyorlar.
AVM’ler, bazi baska sorunlara tabii ki yol aciyor olabilirler, ama en azindan orada yerlesik ahalinin huzurunu, refahini, sagligini –pazarlarin yaptigi sekilde– tehdit etmiyorlar.
Dahasi, benim bakkal-cakkal gibi kucuk esnafa yonelik nostaljim de yok. Asalak bir sinif olarak gorurum. Dolayisi ile, AVM acildi diye batiyorlarsa, cok da umurumda degil.
fikret baskaya’dan alinti:
“Soylu iktisat bilimi öyle lüzumsuz işlerle meşgul olmaz… Aslında ona kıtlık yaratma bilimi de diyebiliriz.” gercekleri iskalayan yanli$ bir elestiri, neden?
kapitalist ekonomi kitlik yaratmak orda kalsin insanlik tarihinde fazla üretimden, üretim bollugundan krize giren ilk ekonomidir. yani serbest piyasa ekonomisinin üretim verimliligi sorunu yok, dogadan/tabiattan kaynakli kitlik sorununu da ulastigi teknik gelisme sayesinde asmistir. anlasilan fikret hoca günümüz dünyasinda insanlarin hala acliktan ölümünü ürün/mal yoklugundan saniyor. peki kapitalist ekonomi ihtiyactan daha fazlasini üretme kapasitesine ula$missa, neden hala dünyada acliktan ölen insanlar var? cevap: cünkü kapitalizmde temel gida maddeleride dahil üretilen bütün ürünler/mallar özel bir $ahisin/üretici firmanin özel mülkiyetidir. sözkonusu bu ürünler/mallar satilip paraya/kar’a cevrilmek icin üretildigi icin, her ürünün üstünde etiket denilen fiyat bulunur. fiyat etiketi ne anlama gelir: bu ürüne sahip olmak istiyorsan üstünde yazili fiyati kadar para ödemek zorundasin. i$te sayin baskaya’nin ekmek yoklugundan öldüklerini sandigi insanlar, ekmek kitligindan degil, depolarda ve raflarda bol miktarda bulunan ekmek gibi temel ürünleri alacak paralari olmadiklari icin ölüyorlar. gercek böyleyken, sayin baskaya’nin paranin varligini ve fonksiyonunu, kapitalist para rejimini, para’nin hükmünü/hakimiyetini asil problem olarak görüp elestirdigini gören oldu mu? ben simdiye kadar görmedim.
sonuc: bir sorunun kaynagi ile ilgili teshis yanlis olunca, bu soruna yönelik elestiri, tedavi, cözümde kacinilmaz olarak, ister istemez yanlis olur.
[Eksik/yanlis olan da su: Kapitalizme mudahale etmek, onu ortadan kaldirmak, degistirmek vs vb amaciyla ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.]
Yıllardır iştirak ettiğimiz her toplantıda, teketek görüşmelerde, çoklu görüşmelerde, müzakerelerde, münazaralarda, mülakatlarda, havadan-sudan muhabbetlerde, ciddi muhabbetlerde, anket görüşmelerinde, sempozyum-panel-konferans vb.’lerinde; “kapitalizmin ölümcüllüğü”nden bir başlık açılsa, kapitalizmi savunmaya teşne olanlar, İSTİSNASIZ, HEP AYNI CEVABI VERDİ: [ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.]
Kapitalizmi savunmaya teşne olanlar, bir üst paragrafta, köşeli [] parantez içinde yazılan “ZIRVA”dan öte hiçbir şey söyleyemediler.
Sebebi şu:
Çünkü kendileri (yani, kapitalizmi savunmaya teşne olanlar), özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında çığır açtığı iddia edilen “Ayn Rand” isimli zehirli beynin yumurtladığı “objectivism” zırvasına, ve yine aynı zehirli beynin ömrü boyunca ete-kemiğe büründürmek için çırpınıp durduğu “John Galt” zırtapozuna öykündü, hâlâ öykünüyor.
“Yoksullara ekmek verdiğimde bana aziz diyorlar, ‘yoksullar neden aç?’ diye sorduğumda bana komünist diyorlar.” (Dom Hélder Pessoa Câmara [1909-1999])
Sayın “Necip”, sizin gibilerin feriştahıyla mücadele ettik, ediyoruz; bir toz zerresi bile değilsiniz.
Aşağıdakiler çözüm “önerileridir”, çözüm “dayatmaları” değildir:
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
Bu konulardan yine de sonuna kadar öykülenMEmek gerekir, bence… Konuya ontolojik, teolojik ya da evren bilimci olarak mı yaklaşılmalı? Bilemedim. Ama bildiğim metafizikçiyi sıkıştırmak istersek, kültürel mübadeleden başlayabiliriz mesela. Çünkü öykünmecilerin işlemsel karışıklığının mekanizması -kendi açılarından-yorumlar üzerinde iyi görülür.Bu görüntünün temel ilkesi hakikate inanmak yerine, tanrıları kutularından çıkarmak için şeytanı çağırmak gerektiğidir! Gerçeği başka bir yerde yalanı öğütlemek, olabildiğince yaymak söz konnusudur. Böylece sessiz hayvansallık, yani tekanlamlı ve çizgisel bir nitelik tasarlanmakla kültürün bu özelliğini ciddi anlamdaa yadsımış olur. Deneysel olgu o halde bilimsel aynaları üstünde yapılan evrimleşme işlemlerinin tartışılabilir ama sonsuz bütünlüğüdür.
Ayrıca Darwin’in yanılgısı hayvanın konuşmasını engellemiş olmasıdır! Kadınlar neden yorum yazmıyor? Yoksa Darwin’in tanımladığı gibi, doğal seleksiyona göre erkekler evrimleşmeye daha mı yatkın? Oysa yaşam sadece güç istenci olmamalıdır. Güç, göreli olduğundan, ilişkinin içinde oluştuğundan anlamlıdır. Güç, boşa harcanmış saf güç değildir. hele belleksiz bir yükseliş hiç değildir. O, her şeyin içinde gizlidir. Ve zamanı geldiğinde ezilmiş kültürel fenomenlerin kızılcık sopası olabilir, neden olması ki…
Doğanın da, küçük bakkalların da intikamı kaçınılmazdır ve çoktan başlamıştır. Küresel ısınma, kutupların çözülüp erimesi, mevsimlerin değişmesi vb. – ya zavallı AVM’lerin devamlı boş olması, iş yapmaması ve “devren kiralık” olması…
Kayıp gitmekte olan gezegene saldırılar ne kadar haksız ve ne kadar yazık di mi?
Son günlerde özelleştirme mağduru olarak topluma lanse edilen “Tekel işçileri”nin devletten talepleri ve yaptıkları eylemler gündemde sıklıkla yer bulmaktadır. Biz “3H Hareketi” olarak topluma oldukça yüzeysel bir biçimde “özelleştirme mağduru sıfatı”yla sunulan işçilerin, aslında ezilen değil ezen ve sömüren konumunda olduğu görüşündeyiz.
Ülkemiz ekonomik kriz nedeniyle oldukça zor bir dönemden geçmektedir. Bu ortamda eğitim düzeyi yüksek birçok gencimiz oldukça düşük ücretlere köle gibi çalışmaya razı olduğu hâlde iş bulamamakta iken, ülkemizde sırtını devletin sağladığı olanaklara dayayarak yaşamaya alışmış, sömürücü bir kesimin varlığı çok acı vericidir.
Devlet kesesinden bedavadan geçinmenin maliyetini, yeni doğan çocuklarımızdan üniversite mezunu iş arayan gençlerimize kadar toplumun her kesimi yüklenmektedir. Uzun süredir hiçbir üretimde bulunmayan, hiçbir değer üretmeyen buna karşılık rahatlıkla iki işçinin istihdam edilebileceği düzeyde maaş alan “Tekel işçileri”nin maliyeti, tek tek hepimizin cebinden çıkmaktadır. “Tekel işçileri” mağdur, zavallı, ezilen değil; bilakis halkımızın sırtından elde ettikleri rantı kaybetmemek için halka karşı mücadele eden bir çıkar grubudur.
Peki, günlük yaşantımızda 1 liramıza bile sahip çıkarken, neden ülkemizde yıllardır süren bu sömürü düzenine ses çıkarmıyoruz? Unutmayın, bu çarpık sistem, tek tek hepimizin cüzdanından çıkan 1 liralarla dönmektedir! Artık vakit bu sömürü düzenine, bu “bedavacı zihniyet”e dur deme zamanıdır.
“3H Hareketi” mağdur rolünü oynayan bu kesimin maskesini ne pahasına olursa olsun düşürmeye kararlı.
Bizi vicdansızlıkla suçlayacak olanlara lafımız şudur:
Esas vicdansızlık, devlete sırtını dayayıp çalışmadan para kazananı savunmak ve bu uğurda belki de daha fakir bir çoğunluğu zorla vergi ödetmeye mahkûm etmektir.
Sen de bu yolda “3H”ye destek vermek istersen, 7 Şubat Pazar Günü saat 11.00’de Mecidiyeköy’de eski Tekel Fabrikası önünde bizimle buluş, bu haksızlığa, sahtekârlığa ve vicdansızlığa dur de.
6 Şubat 2010
3H Hareketi “Hürriyet, Hukuk ve Hoşgörü”
Slogan: “Özgürlüğün ideolojisi liberalizmi keşfedin.”
http://www.3hhareketi.org/
https://twitter.com/3hhareketi/
Yukarıdaki “en özgürlükçü 3H!” hareketin en özgürlükçü şefleri:
“Ayn Rand”,
“Ludwig von Mises”,
“Friedrich Hayek”,
“Murray Rothbard”,
“Robert Nozick”,
“Milton Friedman”
“David Director Friedman”,
“Walter Edward Block”,
“Edward Peter Stringham”,
“Eser Karakaş”,
“Atilla Yayla”,
“Raşit Sarıkaya”,
“Özlem Çağlar Yılmaz”,
“Tanel Demirel”,
“Harun Kaban”,
“Cennet Uslu”,
“Hasan Yücel Başdemir”,
“Levent Korkut”,
“Arda Akçiçek”,
“Buğra Kalkan”,
“Özgür Demirtaş”,
“Necip”,
(…)
marxist argüman’a destek:
[kapitalist ekonomi kitlik yaratmak orda kalsin insanlik tarihinde fazla üretimden, üretim bollugundan krize giren ilk ekonomidir. yani serbest piyasa ekonomisinin üretim verimliligi sorunu yok, dogadan/tabiattan kaynakli kitlik sorununu da ulastigi teknik gelisme sayesinde asmistir. anlasilan fikret hoca günümüz dünyasinda insanlarin hala acliktan ölümünü ürün/mal yoklugundan saniyor. peki kapitalist ekonomi ihtiyactan daha fazlasini üretme kapasitesine ula$missa, neden hala dünyada acliktan ölen insanlar var? cevap: cünkü kapitalizmde temel gida maddeleride dahil üretilen bütün ürünler/mallar özel bir $ahisin/üretici firmanin özel mülkiyetidir. sözkonusu bu ürünler/mallar satilip paraya/kar’a cevrilmek icin üretildigi icin, her ürünün üstünde etiket denilen fiyat bulunur. fiyat etiketi ne anlama gelir: bu ürüne sahip olmak istiyorsan üstünde yazili fiyati kadar para ödemek zorundasin. i$te sayin baskaya’nin ekmek yoklugundan öldüklerini sandigi insanlar, ekmek kitligindan degil, depolarda ve raflarda bol miktarda bulunan ekmek gibi temel ürünleri alacak paralari olmadiklari icin ölüyorlar. gercek böyleyken, sayin baskaya’nin paranin varligini ve fonksiyonunu, kapitalist para rejimini, para’nin hükmünü/hakimiyetini asil problem olarak görüp elestirdigini gören oldu mu? ben simdiye kadar görmedim.]
Yukarıda, “18 Mayıs 2016” tarihli, “2” numaralı kısımda yaptığımız; “BOZULAN EKMEKLER NASIL KÂRA ÇEVİRİLİR?!” başlıklı hatırlatma.
Bu hatırlatmada özellikle şu kısma, sayfanın bütün ziyaretçilerinin, dikkat etmelerinizi öneririz:
“Para Değer Dizisi (Money sequence of value)” & “Hayat Değer Dizisi (Life sequence of value)”
* * * * *
“Nankör insan; her şeyin fiyatını bilen, fakat hiçbir şeyin değerini bilmeyen insandır.”
Oscar Wilde, 1854-1900
IT MAY SURPRISE YOU WHICH COUNTRIES ARE REPLACING WORKERS WITH ROBOTS THE FASTEST
Automation has been responsible for improvements in manufacturing productivity for decades.
Advanced robotics will accelerate this trend. Machines, after all, can perform many manufacturing tasks more efficiently, effectively and consistently than humans, leading to increased output, better quality and less waste. And machines don’t require health insurance, coffee breaks, maternity leave or sleep.
The industrial world realizes this and robot sales have been surging, increasing 29 percent in 2014 alone, according to the International Federation of Robotics (http://www.ifr.org/industrial-robots/statistics/).
Of the more than 229,000 industrial robots sold in 2014 (the most recent statistics available), more than 57,000 were sold to Chinese manufacturers, 29,300 to Japanese companies, 26,200 to companies in the U.S., 24,700 to South Koreans and more than 20,000 to German companies. By comparison, robot sales in India totaled just 2,100, IFR reported.
None of this should surprise us. Automation makes little or no economic sense in countries where there is comparatively little manufacturing or where abundant cheap labor is readily available. The basic economic trade-off between the cost of labor and the cost of automation is the primary consideration. Labor laws, cultural considerations, the availability of capital and the age and skill levels of local workers also are important factors.
Consider an economy such as India’s. When you have 1.3 billion people who can make things cheaply, it doesn’t make a lot of economic sense to automate. In fact, Indians appear more likely to design and produce labor-saving robots and other such machinery than to use it in their factories (http://gadgets.ndtv.com/others/features/10-indian-robotics-startups-that-are-building-a-better-tomorrow-795055).
Also important in the “buy” or “don’t buy” calculation involving robotics is the technical ability of machines vis-a-vis manual labor. Some jobs — think textile cutting and stitching, for example — simply need human hands, at least for now. This is good news, all else being equal, not only for China and India, but for other emerging market economies like Bangladesh, Indonesia, Pakistan, Thailand and Turkey, which are significant textile exporters (http://www.statista.com/statistics/236397/value-of-the-leading-global-textile-exporters-by-country/).
But with wages increasing in emerging economies, we soon may see more robotics even in textiles, especially in cotton products where the raw material is shipped to countries like Pakistan, converted to textiles and sent back to the U.S.
What this all means is that the next stage of the robotic revolution (dubbed Industry 4.0 – https://www.bcgperspectives.com/content/articles/technology-business-transformation-engineered-products-infrastructure-man-machine-industry-4/) will affect some countries more than others and some industries and job categories more than others. Every industry has certain unique jobs, each with its own required tasks. Some jobs can be automated, others not. Moreover, different tasks require different robotic functions — some of which will require very expensive robotic systems. All of this has to be considered.
Last fall we took a close look at the world’s 25 largest manufacturing export economies to see which countries are most aggressively automating production and which are lagging. Nearly half of the countries — Brazil, China, the Czech Republic, India, Indonesia, Mexico, Poland, Russia, South Korea, Taiwan and Thailand — are generally considered emerging markets.
Surprisingly, the countries moving ahead most aggressively — installing more robots than would be expected given their productivity-adjusted labor costs — were all emerging markets: Indonesia, South Korea, Taiwan and Thailand. Manufacturers in South Korea and Thailand, in particular, have been automating at a comparatively breakneck pace; the Indonesians and Taiwanese slightly slower.
The fast pace of automation in South Korea and Taiwan can be explained in part by higher-than-average wage increases, aging workforces and low unemployment rates. In a developing economy like Indonesia, the motive might be different — to improve quality so local factories can compete with those in Japan and the West.
Other countries that have been rapidly integrating robotics into manufacturing, but not quite as quickly, are Canada, China, Japan, Russia, the U.K. and the U.S. China is an interesting case because it’s automating rapidly despite the fact that Chinese wages are still comparatively low.
The reason for this, we believe, is that Chinese manufacturers see the writing on the wall. Labor costs have been increasing rapidly in China, a trend that is likely to continue. Moreover, with an aging workforce — complicated by the country’s decades-old though recently abandoned one-child policy — skill shortages appear on the horizon. And quality remains a big concern. The strategic use of robots can help compensate for these shortcomings.
Countries moving more slowly in the adoption of industrial robotics include Australia, the Czech Republic, Germany, Mexico and Poland. While there are other factors at play as well, labor regulations that require employers to justify layoffs and pay idled workers for long periods of time appear to be largely responsible for the slower pace.
The slowest adopters of robotic technology among the 25 largest manufacturing exporters have been Austria, Belgium, Brazil, France, India, Italy, the Netherlands, Sweden, Spain and Switzerland. With the exception of India, all of these nations have aging work forces, some of the highest productivity-adjusted labor costs in the world and are likely to face serious skill shortages in coming years.
Under the circumstances, automation would appear to be a no-brainer — except that their governments, in effect, discourage it with various restrictions on replacing workers with machines, including years of mandatory severance pay in some cases.
India has been moving slowly because the economic balance still favors India’s abundant cheap labor. But there are bureaucratic hurdles as well. Indian companies with more than 100 employees must obtain permission from the government before they fire anyone. Imagine what that involves. This lack of flexibility not only discourages the automation of existing factories, it also sends a powerful signal that any company or investor considering automation needs to think twice — maybe three times — before sinking money into a new modern factory.
As the world’s emerging economies industrialize and labor costs rise — as is now happening in China and happened even earlier in South Korea and Taiwan — the picture is likely to change.
For now, however, workers in most developing economies would appear to have little to fear. Robots may be coming to their factories, but not any time soon.
Written by
Hal Sarkin
Senior partner and managing director, The Boston Consulting Group (Chicago)
May 18
=== UYARI ===
Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:
1950’lerde ABD/Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.
Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı, yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:
{{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
Lütfen bana söyler misiniz;
(Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}
Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:
{{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
Ama unutmayın;
“Tüketici” dediğimiz “insanlar” hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!
Her ay bir önceki aya göre,
Her yıl bir önceki yıla göre,
Veya her “beş yıl” bir önceki “beş yıl”a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız:
Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa;
Sizin “yepyeni teknoloji” ile donatılmış, “robotik kollarla üretilen” son model arabanızı da almayacaktır !!! }}}
der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!
(Kaynak)
Kasım 2011
The Economist
“Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy”
(Adres)
econ.st/18Unoqz
Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:
“Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
Yoksa;
Arabayı “insan” mı satın alır !?
Kapitalizme karşı “eylem”lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya (ne yazık ki!) daha çok devam edeceğiz!
“Doğanın da, küçük bakkalların da intikamı kaçınılmazdır ve çoktan başlamıştır.”
Doga konusuna ayrica gelecegim de, once su ‘kucuk bakkal’ sembolizmasina bir bakalim.
Ticaretin kervanlarla yapildigi donemlerde, guzergah uzerine yapilan kervansaraylarda, tuz, peynir, peksimet filan satan dukkanlardan bugune kalan bu ‘relic’lerin nasil olup da aniden sevimli gozlerini kirpistiran bambi rolune terfi ettigini anlamiyorum.
Dagitim siteminin uyusuklugu yuzunden, kose baslarinda birer ‘cep ambari’ gorevi goren bu tur ticarethanelerin, artik ortadan kalkmasinin zamani coktan geldi ve geciyor.
Ayni sekilde, bir tur mikro-banka gibi calistiklari donem de gerilerde kaldi. Artik, kredi kartlari sayesinde, kimsenin bakkal amcanin bor defterine bir sey yazdirmasi gerekmiyor. Defterde borclu gorunenlerin de, her gun onunden gecmemek icin, yol degistirmeleri de gerilerde kaldi.
Kisacasi, benim baktigim yerden, bakkallara agit yakmak, nesli tukenmis dinazorlara agit yakmaktan cok farkli/anlamli degil.
“zavallı AVM’lerin devamlı boş olması, iş yapmaması ve “devren kiralık” olması…”
AVM’lerin sonunu kargo sirketleri (yani, noktasal dagitim) getirecek gibi gorunuyor. Dagitim/teslimat amaciyla IHA’larin kullanilmasi da ayrica tug dikecek.
Ama, bunlarin hicbirisi bakkallarin intikamini almak icin yapilmiyor. Bakkallar bir daha geri gelemeyecek.
“Kayıp gitmekte olan gezegene saldırılar ne kadar haksız ve ne kadar yazık di mi?”
Evet, simdi de geldik ‘Doganin Intikami’ bahsine.
Size ilginc bir link verecegim:
http://odatv.com/anadoluda-yamyamlik-var-miydi-1405161200.html
Yazinin ciddi eksiklikleri var, yeterince arastirilp detaylandirilmis degil; ama, cok da onemli bir belgeye atifta bulunuyor:
Şemseddin Sivasi’nin “Necmü’l hüdâ fî menâkib iş-şeyh şems-id-dîn eb-is-senâ” isimli eserinde gecen bir pasajda sunlari yaziyor [alintiliyorum]:
“Arazi baştan başa sahipsiz, boş ve muattal kaldığından açlık baş gösterdi. Fukara halk ot yapraklarını, ağaç köklerini ve kabuklarını, daha sonra çöplük ve yollarda buldukları cifeleri yediler ve kurtlar gibi köpek ve kedileri avladılar. Bu feci durum devam etti. 1012 tarihinde kaht-ü gala son haddine varmıştı. Kedi ve köpek de kalmayınca hayvan kanlarını ve leşlerini ve daha sonra da çocuklarını boğazlayıp yemeye başlamışlardı. Hatta bir gün bir tencerede pişirilmiş çocuk eti bulundu. Boğazlayanı ateşe atmaya hükmettiler. Bu adam yanarken etrafını çeviren aç insanlar ateşin alevi hafifleyince bunun büryan gibi kızarmış etini de yemek için kapıştılar. Bu hadiseden sonra artık bu feci hal men edilemez de oldu. Fakirlik, açlık, insanları böyle ne kadar fena akıbetlere sevk ediyor. Bu, çok azim bir musibet idi.””
Yazinin devaminda da, 1012 senesinin gunumuz takviminde 1603’lere denk geldigini soyluyor. [Geri kalanini linkteki metinden okumak isteyebilirsiniz.]
Burada ilginc (acikli) olan, 1600’li yillarda (Celali Isyanlarinin son donemlerine denk gelir) Anadolu’da insanlarin insan eti yemesini mecbur kilacak derecede siddetli bir kuraklik ve kitligin yasandigina isaret etmesidir.
Bu kuraklik uzun surmustur. 1500’lerin hemen oncesinden, 1600’lerin ilk ceyregine kadar.. Dolayisi ile, ortada yiyecek cok az sey kalmis; ve, anlasilan, bazi bolgelerde insanlar insan eti yemek zorunda kalmistir.
Simdi.. sunu dusunmek gerekmez mi?
1500-1600 yillarinda insanlar Dogaya karsi hangi gunah-i kebiri islemislerdi ki, Doga onlardan boyle bir intikam almisti?
Buna verilebilecek anlamli bir cevap yoktur; cunku, –birakin isten yanmali motorlari, nukleer reaktorleri filan– daha henuz buhar motorlari bile icad edilmemistir. Yani, karbon salinimindaki artis sifirdir.
Dolayisi ile, Doga dedigimiz seyin –sistem-ici unsur olan– insanlarin yaptiklarini gorup intikam filan aldigini soylemek, Mickey Mouse’nin gercekten konusabildigini dusunmek kadar cocukcadir.
Bu yazi zaten uzun oldu, aslinda burada kesmek gerekiyor; ama, o kuraklik doneminin sonuclari hakkinda da bir iki sey yazmam gerekiyor.
Bunu ilginc bulacaginizi saniyorum: (ilaveten, dunya ticaret yollarinin Anadlu uzerinden artik gecmez olusunun da getirdigi fakirlesme de var tabii ki) Celali Isyanlarina da yol acan bu kuraklik doneminin sonunda su olmustur:
Ahali, o gune kadar son derece liberal bir dusunce dunyasina sahip olan Anadolu’nun basina butun bunlarin gelmesinin sucunu, soylenen ve yapilanlarin Allahin gucune gittigine yormus, ve aniden cok kati ahlakci (kimilerine gore de ‘yobaz’) bir tavir almistir.
Sizin ‘intikam’ vb deyisiniz, boyle bir donemin tekrar gelebilecegine bir isaret gibi duruyor.
Asil korkutucu olan, bence, bu hissiyat.
=== 1 ===
[…o gune kadar son derece liberal bir dusunce dunyasina sahip olan Anadolu’nun…]
Bu ifade: “Ölen ölmüş, yıkılan yıkılmış, yakılan yakılmış, kıtlık olmuş, hayvanların etinden sütünden derisinden yününden kemiğinden istifade edilemez olmuş, eğer [ahali] ‘liberallik’ten sapmayıp, ‘kalan sağlar bizimdir, Allah’tan & Tengri’den gelen Allah’a & Tengri’ye gider’ dese imiş olurmuş. Ama dememiş! [Ahlakci, yobaz] tavır takınmış!” demek.
Breh breh breh…
“Ordinaryüs” unvanı 1981 yılında kaldırıldı ama yeniden getirilirse, bu payeyi ilk önce sayın “Necip”e vermek gerek.
=== 2 ===
[Sizin ‘intikam’ vb deyisiniz, boyle bir donemin tekrar gelebilecegine bir isaret gibi duruyor.
Asil korkutucu olan, bence, bu hissiyat.]
İrkilmenize gerek yok; SSCB ve türevleri bir daha hortlamayacak.
İntikam mı? İşte cevabı:
“Kapitalizm”, gün gelecek, AVM inşaatında çalışarak ekmek parası kazanmaya uğraşan bir akrabanızın ya da yakınınızın iş cinayetine (pardon “kazasına”!) kurban gitmesi ile şahsınız onun cenaze merasimine katılırken bir intikamını daha almış olacak.
“Komünist Papa Francis’in başında olduğu Vatikan’ın kasasına 1 ayda kaç para giriyor?”
Göreve geldiğinden beri ‘özgürlükçü’ açıklamalarıyla da dikkat çeken Katolik dünyasının dini lideri Papa Francis, işçileri köleleştirip sömürerek zenginleşen ‘kan emicileri’ lanetledi. Papa haksız sözleşmeler yapmanın da ‘ölümcül bir günah’ olduğunu söyledi.
Papa Francis son olarak, laiklik ve dinin kamusal alandaki yeri hakkında, “Devletler laik olmalı, dini olanların sonu kötü bitiyor” demişti. Papa daha önce de Yunan adası Midilli’ye giderek mültecilerin ayaklarını öpmüş ve “Hepimiz, Müslümanlar, Hintliler, Katolikler, Kıptiler, Protestanlar, kardeşiz, aynı tanrının çocuklarıyız” demişti.
Papa Francis yoksulluk hakkında sık sık açıklama yapıyor. Papa’nın bu sözlerle zengin ülkelerde kötü şartlarda çalışmak zorunda kalan göçmenleri kastettiği düşünülse de, genel olarak kısa süreli sözleşmelerle çalıştırılan güvencesiz çalışanlar için de konuştu. Papa, ‘masa altından’ ayda 650 avroya günde 11 saat çalışacağı bir iş bulan bir genç kızın hikayesini anlattı.
Papa’nın sözleri şu şekildeydi: “Benim çıkarım için insanların açlıktan ölmesi, onların kanlarından beslenmek… Ve bu ölümcül bir günah. Emeklilik hakkı olmadan, sağlık güvencesi olmadan… İş sözleşmesini temmuz ya da ağustosta feshederler, işçiler de hava yemek zorunda kalır. Eylülde yeniden yüzünüze gülerler. Bunlar gerçek kan emiciler.”
Papa’nın açıklamaları, Fransa’nın emeklilik hakları ve iş güvenceleri tırpanlandığı için haftalardır şiddetli protesto eylemlerine sahne olmasına denk geldi.
http://www.diken.com.tr/bu-papa-baska-papa-katoliklerin-lideri-iscileri-somurerek-zenginlesen-kan-emicileri-lanetledi/
Zonguldak’a bağlı Kilimli’de dört aydır ücretlerini alamadıkları için iş bırakan madenciler, haklarını alana kadar dışarı çıkmama kararı aldı.
Kilimli’nin Gelik beldesinde faaliyet gösteren Deka Madencilik A.Ş. ve bu şirkete ait Balçın Madencilik’te çalışan 120 maden işçisi, ocak ayından itibaren ücret alamadıkları için geçtiğimiz 4 Nisan’da iş bırakmıştı.
Bu tarihten sonra Zonguldak Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen ‘FETÖ/PDY’ soruşturması kapsamında maden şirketine kayyum atanmıştı.
İşçiler ücretlerini alabilmek için hem valilik önünde hem de kent merkezindeki yedi katlı iş hanının çatısına çıkarak oturma eylemi yapmıştı.
Balçın Madencilik’te çalışan işçiler dün gece yarısı kömür ocağına girerek eylemi başlattı.
BAŞKA ÇAREMİZ KALMADI
İşçilerden 49 yaşındaki Ömer Kaplan, dokuz yıldır çalıştığı şirketten dört aydır düzenli maaş alamadıklarını belirterek, eylem kararlarını şöyle anlattı: “Biz devletimizden en kısa zamanda sorunumuza çözüm üretmesini istiyoruz. İşçi arkadaşlarımızın hepsi burada. En son çatıya çıktık. Başka çaremizde kalmadı. Bizim evimiz burası. Burayı tırnaklarımızla biz yaptık. Bu ocağın gerçek sahipleri biziz. En kısa zamanda yardım bekliyoruz. Bu sürecin daha da uzayabileceğini söylüyorlar. Ben şimdi evden geldim. Çoluk çocuğumla vedalaştım. Dönüşü yok, yasalar çerçevesinde yapmadığımız kavga kalmadı. Devletimiz, hükümetimiz inşallah en kısa zamanda bizi görür. Biz açlık greviyse açlık grevi, buradayız.”
Evine ekmek götüremediğini söyleyen 32 yaşındaki Serkan Demir’se şöyle konuştu: “Biz madencilerin kıymeti ölünce biliniyorsa, biz buraya ölmeye geldik. Gerekirse ölmeye geldik. Bütün haklarımızı istiyoruz. Hakkımızı sonuna kadar arayacağız. Ya bizim emeğimizi verirler, ya da buradan birer birer bizim cesetlerimizi alırlar. Yarın bakarsınız çoluk çocuğumuz da dolacak. Biz ailemizle buraya vedalaştık da geldik. Hükumet bizi görene kadar, yılmayacağız. Kendimizi ocağa kilitledik. Biz dilenci değiliz, biz hakkımızı istiyoruz.”
Foroğraflar:
(1)
http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2016/05/zonguldak-maden-grev1.jpg
(2)
http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2016/05/zonguldak-maden-grev6.jpg
(3)
http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2016/05/zonguldak-maden-grev4.jpg
(4)
http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2016/05/zonguldak-maden-grev3.jpg
(5)
http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2016/05/zonguldak-maden-grev2.jpg
(6)
http://www.diken.com.tr/wp-content/uploads/2016/05/zonguldak-maden-grev.jpg
kuzenovski, i$in gücün bos-bele$ laga luga yapmak. yorum yazmi$ olmak icin yorum yazdigin belli oluyor. bak yukarda sayin zileli fikret baskaya’dan bircok alinti yapmis, o tezler, argümanlar hakkinda fikrin nedir onu yaz, yok eger bu konular sana agir geliyorsa ya hic bulasma ya da kafani/zihnini biraz yor.
beyaz yakalilar, birincisi, 23 nolu yazinin türkcesini daha öncede asmistiniz, tekrar sorayim, ayni yazilari neden tekrar tekrar buraya asiyorsunuz? ikincisi, 23 nolu yazida kapitalist ekonominin alehinde olabilecek yani sizin ajitasyon/propagandaniz icin kullanabileceginiz bir argüman yok, var diyorsaniz yazin bende bileyim. daha önce T.C. hazine eski mü$tesarinin yazilarini buraya asmistiniz. o adamin yazisinin neyini begendiniz diye sordum, cevap yazmadiniz. sizin bu davranisiniz bu sitenin yorum bölümünde yazi kirliligi, yazi kalabaligi/corbasi yaratmaktan baska fazla bir ise yaramaz. benim bu davranislarinizdan anladigim, siz kendi propaganda/ajitasyonunuz icin i$e yarar yazi ile yaramaz yaziyi ayirt edemiyorsunuz. madem bu kadar okuyorsunuz, kendinize ait cümlelerle ve insanlari bizzat muhatab alarak tartisin.
softa necip’e cevap:
son zamanlarda senin yazdiklarin ile benim yazdiklarim arasinda bazi paralellikler olmasina ragmen seni elestirmek zorundayim. birincisi, kapitalist dünya düzenine simdiye kadar alternatif olma iddaasi ile tek bir sistem denemesi yapildi, o da real sosyalizm. senin, “kapitalist dünya düzenini degistirmek icin bircok deneme yapildi” iddaan bilgisizliginden kaynaklanmiyorsa bilincli bir desenformasyon. ikincisi, sen sovyetler birligi kendini fesh edinceye kadar komünisttin ve türkiyede komünist düzen kurulsun diye cabaladin da, real sosyalizm tarih sahnesinden cekilince “yanildik” deyip kapitalizmin alternatifsiz olduguna mi karar verdin? hayir. dogu bloku varkende sen kapitalizmin savunucusu degilmiydin? evet. kapitalizmi savunmak günah degil, senin gibi düsünen insanlarda maalesef cogunlukta, fakat meseleyi söyle yansitmaya calisma, yemezler: “ya ben uzun süre düsündüm tasindim, real sosyalizm denemelerini de falan da inceledim, sonuclarini bekledim ve en sonunda kapitalizmin alternatifsiz olduguna karar verdim.” durum böyle olsaydi seninle baska türkü tartisabilirdik. daha birkac hafta önce kapitalizm diye bir sistem yok diye yazan sen degil miydin? simdi en azindan dünyada kim kime dum duma bir hayat olmadigini, adi devlet olan otorite tarafindan özel hayattan tutalim ekonomik faaliyete kadar, herseyin en ince ayrintisina kadar yasalarla belirlendigi bir sistem/düzen oldugu gercegini idrak ettin, en azindan bu zeminde fikir tartismasi yapabiliriz. senin titiz bir okuyucu ve yorumcu olman da ayrica sevindirici. birde $u demogoji ve softaligi biraksan… bak $imdi beni iyi dinle, dünyada ki mevcut düzenin tabii/ilahi olmadigini, devletin bilincli bir tercihi oldugunu surdan anlayabilirsin. secimlerde “ey ahali devlet olsun mu olmasin mi, devlete evet mi hayir mi” dedigini hic duydun mu? hayir, mümkün degil. peki kapitalist bir memlekette söyle bir referandum hic duydun mu: “ey ahali, nasil bir ekonomik model ile üretim yapalim, kapitalizmi mi yoksa komünizim mi, ya da baska bir alternatif mi tercih edersiniz?” hayir, mümkün degil. burdan hangi sonuc cikar: kapitalist devlet otoritesi altinda yönetilen bir memlekette özel mülkiyet olsun mu olmasin mi, devlete gercekten ihtiyac var mi yok mu, ekonomi modelimiz serbest piyasa ekonomisi mi yoksa komünist anlamda bir kollektiv üretim ve toplum mu olsun vs. konularinda siradan insanlarin/halkin fikri sorulmaz, böylesi hayati konular referanduma sunulmaz. bu konularda karari devleti yöneten politikacilar, generaller, zenginler gibi güc sahibi elit tabaka verir. $ayet kapitalist bir devlette bir grup insan “ben mevcut siyasi/ekonomik/toplumsal düzeni dogru bulmuyorum, baska bir düzen istiyorum, sadece lafla istemiyorum, böylesi bir düzeni kurmak icin silahli/silahsiz örgütlenmeye karar verdim” derse ve i$e koyulursa, kapitalist devlet bu tür bir örgütlenmeyi kendi varligi/düzeni icin tehdit olarak görüp her türlü $iddet ile böylesi bir alternatifi ete kemige bürünmeden ya imha ederek ya da ehlilestirerek/terbiye ederek cevaplamiyor mu? evet. demek günümüz kapitalist dünya düzeni insanlarin düsünüp tasindiktan sonra ortak karar ile kurduklari bir düzen olmadigi gibi, “$imdiye kadar böyle gelmi$ tamam, ama $u kapitalist sefalet manzaralarina artik bir son verelim” diyenler de hemen karsilarinda devletin $iddetini buluyor. softa necip, gördügün gibi sen devletin gücü ve varliginin arkanda olmasinin rahat ve güveni ile konusuyorsun. biz “komünistim” desek i$ bile bulamiyoruz. sen mevcut düzenin taraftari olmanin rahatligi ile yasarken ve bu sitede yorum yazarken, biz $u sitede yorum yazarken bile ismimizi devletten gizlemeye calisiyoruz, neden acaba?
fikret baskaya’dan alinti:
“Bu aşamada insanın aklına ister-istemez şöyle bir soru geliyor: Devlet denilen şu lanetli aygıt neden hâlâ kutsanabiliyor, yüceltilebiliyor, hak ettiği eleştiriden muaf olabiliyor? Bunun sebebi, devlete dair gerçeği söylemesi gerekenlerin varlıklarını devlete borçlu olmalarıdır. Zira suç ortağı olmak zorundalar. Bu yüzden devlet büyük bir ‘suç ortakları çetesine’ benzer.”
günümüzün burjuva/kapitalist/demokratik devletine isabetli olmayan yanlis bir elestiri, neden? sayin baskaya, devlete dair gercekler gizleniyor, gizlenmese devlet kutsanmaz, yasayamaz demi$. günümüz ulus devletleri sadece insanlarin sirtindan/vergisi ile gecinen asalaklar degildir. $ayet öyle olsaydi insanlari devletin gereksizligine ikna etmek zor olmazdi. fakat mesele sayin baskaya’nin düsündügü kadar basit degil. günümüz burjuva devletinin toplum tarafindan sahiplenilmesinin cesitli sebepleri var, ilk etapta aklima gelenleri yazayim.
birincisi, günümüz modern ulus devletleri herhangi bir zümrenin devleti degildir, yasa önünde gercektende herkes esit. örnek, zenginin de fakirinde tek oy hakki var. feodal dönemin imparatorluklarinda durum baskaydi. devletin yasasi önünde bütün vatandaslar esit oldugu icin devlet, vatandaslarina esit mesafede duran “tarafsiz hakem” rolünde son derece inandirici. yani herkes devlet babayi kendi hakkini koruyacak bir üst merci olarak görüyor. günümüz burjuva devletinin buna ragmen neden calisanlarin degilde isveren sinifinin/özel sektörün cikarlarinin koruyucusu oldugu gerceginin aciklamasi $öyledir: bir devlet icin yanginda ilk kurtarilacak seyler nedir: özel sektör denilen ekonomi dünyasi ve onlarin cikarlari. yani devlet paraya ihtiyac duydugunda vergi kesintileri ile zaten kit kanaat gecinen calisanlarin gelirlerine ihtiyacina göre el koyarken, ekonomi dünyasi denilen sirketleri, bankalari, holdingleri vs. göz bebegi gibi korur; isveren sinifinin taleplerini mümkün mertebe dikkate alir. bundan dolayi devleti yöneten politikacilar di$ gezilere ciktiklarinda yanlarina calisan/emekci temsilcilerini degilde ekonomi dünyasinin, isveren sinifinin temsilcilerini/menejerlerini alirlar. neden? yabanci devletlerle ticari anlasmalar yapmak icin. birde yil sonu ulusal ekonominin “ekonomik büyüme” rakamlari aciklanir. i$te o ekonomik büyüme hesabinda calisanlarin ücretleri tipki kapitalist bir isletmede oldugu gibi “gider/masraf” hanesine dahildir. i$te bundan dolayi calisanlar günümüz kapitalist dünyasinda ve ekonomisinde yanginda/krizde, dar/zor günde ilk feda edilecek bagimli degisken olmaktan baska bir role/öneme sahip degildirler. ikincisi, ulus devletler modern asiretcilik diyebilecegimiz ulusculuk/milliyetcilik ideolojisi üzerine kurulduklari icin, insanlar “ben türk oldugum icin dogal olarak türk devletini kendi devletim olarak görüyorum ve sahipleniyorum” seklinde düsünüyorlar ve böyle de davraniyorlar. bu durum türkiyeye özgü degil. yani kendisini bir ulus/millet ile tanimlayan, özdestiren insanlar, o ulusun devletinin de dogal savunucusu oluyorlar. parantez aciyorum, ogürsel ulusalci bakis acisi derken neyi kastettigimi anladin mi simdi? parantezi kapatiyorum. bu yazdiklarimdan hangi sonuc cikar: insanlarin vatandasi olduklari ya da tamamen bir tesadüf eseri sinirlari icinde dogduklari devleti sahiplenmelerinin ön sarti, ön asamasi ulus/millet fikrini benimseyip kendilerini ulus/millet kimligi ile tanimlamalari ile basliyor. örnek, dogu perincek tayfasinin en kritik zamanlarda devletin safina gecmesinin ideolojik kaynagi yine bu ulusalci/milliyetci his ve duygulardir. demek ki bir insan ulus/millet fikrini bir kenara birakmadigi müddetce o insani devlet karsiti bir pozisyona ikna etmek mümkün degildir. var olan gercegi böyle tespit ettikten sonra, sayin baskaya’nin ulus devletin temeli olan ulusalcilik/milliyetcilik ideolojisini/akimini -ikcilik/fasistligi kastetmiyorum, ogürsel’in, softa necip’in sahip olduklari gayet normal ulusaciligi kastediyorum- elestirdigini, hedef tahtasina oturttugunu gören oldu mu? ben simdiye kadar görmedim.
Küçük bir düzeltme;: 15. sıradaki yorumumda “pis bürokrat” değil,
“yalancı bürokrat”
olacaktı.
Evet, bence de bakkal sembolizmasına bir kez daha bakalım.
Erkan AVM marketini ceple arar, adresini vereceğim eve bir ekmek gönderir misiniz… (Sanki bir somun ekmeğin fiyatını bilir ses tonuyla) Ekmek gelir, alın şu kredi kartımı 10 Dolar ekmek için, 40 Dolar da bahşiş için 50 Dollars çekin, der. Oysa BinAli, G*kçeğin oğluyla kumar oynadığı için kredi kartını iptal etmiştir. çocukcağız pek mahcup olur.hay allah, çocuk hemen babasını arar, tehditle kartı açtırır ama o sırada elektrikler kesilmez mi, hay aksi..
Oysa Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki AVM’nin Kırıkkale Keskin ilçesiyle kullandığı ortaklaşa jeneratörü takır takır çalışmaktadır, hem de Moha Aga kredi kartı sayesinde bakkala çakalla ihtiyaç duymazken Osman Gö*çek katıldığı panelde Açlık-yoksulluk sınırı hakkında konuşma yapmaktadır.
Tabii bir gün herkes konuşacaktır, nostaljik genlerin de söz söyleme özgürlüğü var
*****
Gelelim doğa konusuna;
Aristo der ki “Doğa hiçbir şeyi boşuna yapmaz
Aristotele: La natura non fa nulla di inutile.
Nothing in Nature lives for itself.
Rivers don’t drink their own water.
Trees don’t eat their own frıuit.
The sun doesn’t shine for itself.
A flower’s fragrance is not for itself.
Living for each other is The rule of Nature .
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=1137132379684551&set=a.835297526534706.1073741854.100001633984144&type=3&theater
Hayrola narsist argüman, senin yerin mi dar? Yazıyı da, Zilelinin yorumlamasına da sonuna kadar katıldım ki itirazım olmadı…
Olsa yaparım zaten, sen bak keyfine..
Ne münasebet…
Hangi devirde yaşıyoruz…
Bugün “soykırım” gibi bir kelimeyi, en başta insan hakları evrensel bildirisine aykırı olduğundan, ağzımıza bile almamız büyük utanç.
“Laissez faire et laissez passe” = “Bırakınız ölsünler, bırakınız gebersinler”
Kapitalizmde “her şey doğal”; salakların ölmesi de, kendini akıllı zannedenlerin (görece) uzun yaşaması da.
Necip ve türevlerinin de (varsa) evlatları ölürse, ne yapalım artık… Necip ve türevleri de, yıllar önce, “rasyonel!” davranıp çocuk yapmasalardı.
Darwin mezarından kalksa, ekseriyetinizi kızılcık sopasıyla kovalardı…
========== UYARI ==========
“Gabor Maté” izah ediyor:
(Uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi, çocukların gelişim süreci ve stres üzerine eğitim veren Kanadalı doktor)
“Rekabeti” temel alan ve gerçekte, sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer insanı sömürmesine dayalı bir toplumda:
Hakim ideoloji “çıkar sağlamak amacıyla özellikle sorun yaratmayı”, “başka insanların sorunlarından çıkar sağlamak” durumunu mazur görür!
Ve bunu insan doğasının en temel; değişmez özelliklerine bağlar!
Yani toplumdaki hurafe:
İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
Doğuştan bireyci olduğu,
Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir!
Gerçek ise tam zıttıdır!
İnsan olarak belirli ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu; belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir. Buraya kadar her şey normal; “doğanın bir parçası olduğumuzu” elbette kabul ediyoruz.
Arkadaşlığa ve yakın ilişkilere insanca ihtiyaç duyarız:
Olduğumuz gibi sevilmek,
Bağlanmak,
Kabul edilmek,
Fark edilmek,
Ve onaylanmak için.
Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere dönüşürüz.
Fakat toplumumuzda sıklıkla gördüklerimiz; yukarıda açıkladığımızın tam tersine işaret ediyor:
“İnsan doğasının sınırsız tahribatı!” Çünkü: İnsanların “çok az bir kısmının ihtiyaçları” karşılanıyor! Evet, insan doğası hakkında konuşabilirsiniz. Ama yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından ya da “karşılandığında” belli özelliklere; “karşılanmadığında da” farklı bir takım özelliklere sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim.
Çok farklı şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan,
Olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine sahip “insan organizması”nın;
Belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, “toplumsal zorunluluk” belirmeye başlar!
Bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı olduğu gibi;
İnsan beyninin de gelişiminin her basamağında pozitif çevresel uyaranlara ihtiyacı,
Ve-fakat aynı zamanda “negatif uyaranlardan da korunmaya” ihtiyacı vardır!
Yani eğer “olması gereken şeyler” gerçekleşmezse,
Ya da “olmaması gereken şeyler” gerçekleşirse;
Gayet açıktır ki: Ortaya yalnızca birbirini izleyen zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil, aynı zamanda “birçok zararlı davranış biçimi” çıkacaktır!
Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruları sormalıyız:
“Modern dünyada kendi ellerimizle yaratmış olduğumuz koşullar, sağlığımıza gerçekten yardımcı oluyor mu ?!”
“Sosyo-ekonomik sistemimizin temelleri; insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda sağlamakta mı ?!”
“Yoksa, toplumumuzun şu an içinde bulunduğu eğilim; gerçekte kişisel ve sosyal refahımızı yaratmamız ve korumamız için gereksinim duyduğumuz temel evrimsel ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor ?!”
“‘Ama dememiş! [Ahlakci, yobaz] tavır takınmış!’ demek.”
Siz hala daha isaret ettigi yere degil, parmagima bakiyorsunuz.
Bu da, bu bilgi alisverisinin kymetini ‘yok mertebesi’ne indirgiyor.
Yine de, son bir daha deneyeyim:
Ortaya cikan kuraklik ve onun yol actigi (mevzi de olsa) yamyamlik, Anadolu’daki insanlarin o gune kadarki faaliyetlerinin sonucu degildi.
Olamazdi, cunku endustriyellesmis filan degillerdi. Onbinlerce senedir nasil yasiyorduysalar, oyle yasiyorlardi.
Buna ragmen, cok beter bir kitlik/kuraklik/aclik ile /cezalandirildi/lar.
Daha dogrusu, bir kisim ahali (cogunlukla da, gunun okumuslari olan mollalar [1] vs), butun bu olan bitenin sorumlusu olarak, bu donemin baslarinda ortaya cikan ‘liberallesme’yi [2] sorunlu tuttular; bunun propogandasini yaptilar.
Yapilan bu propoganda tuttu. Cunku, siradan ahalinin olan biteni aciklayacak baska bir bilgi kaynagina erisimi yoktu. “Okumuslar oyle diyorsa, muhakkak bir bildikleri vardir”a iman etmek bugun de karsilastigimiz bir bir kolayciliktir.
Bu kolayciliktan istifade etmemek aptallik olurdu. Aptallik etmediler. Halki kazandilar ve istedikleri daha kati/mutaassip bir fikir ortamini kurdular.
Bunu, yeni goreve gelmis seyhulislamlarin fetvalarinda filan da rahatca gorebiliriz.
Nasil ki, bugun artik bikkin ahalinin ‘terorist’ lafini duymak bile istemeyisinden hareketle, yoketmek istediginiz herkese ‘terorist’ damgasi yapistirmaniz yeterliyse, o gun de –seyhulislamlar araciligi ile– her turlu ‘istenmeyen kil’a agda uygulamak icin onlara ‘kizilbas, kafir’ demek yeterli oldu.
Halbuki, bu ‘kizilbas, kafir’ler herhangi bir mefkure/ideoloji ile ayaklanmis degillerdi.
Onlara verilen genel isim olan ‘Celali’ de, sanildiginin aksine, ortak hareket ettikleri anlamina gelmiyordu.
Insanlar actilar, ac!
Ve, bu yuzden, baska care bulamadiklari icin, ayaklaniyorlar, isyan cikariyordular.
Daha varsil olan ahaliyi soyuyor, ellerinde ne var ne yoksa gaspediyordular.
Bu isyanlarin temel sebebi olan acligi, kitligi ve kurakligi ortadan kaldirmak mumkun olmadigi icin de, geri kalan ahalinin (ve yonetimin, devletin) gozunde suc islemekte olan bu isyancilari yok etmek, oldurmek de –kendi baktiklari acidan– mesru oluyordu.
Bu mesrulugu tescil etmek icin, Sehyulislam’dan (yani, o gunku en yuksek yargi merciinden) fetva (karar, hukum) cikartmanin faydasi vardi tabii ki; ama, gerekli de degildi.
Her neyse. Butun bu ‘anlati’nin anafikrini atlamamak lazim:
Anadolu’da 1600’lu yillarda cok ciddi bir kuraklik/kitlik yasandi.
Sebebi insanlar degildi.
Fakat, dogal olarak, insanlara cok ciddi etikleri oldu. Hem ekonomik acidan, hem de sosyal acidan buyuk yikimlar yasandi.
Bir baska bilgi kirintisi daha: Bu kuraklik dongusunun periyodunun 350-400 sene oldugu soyleniyor.
Yani, su siralarda bir dongu daha basliyor olabilir.
“‘Ordinaryüs’ unvanı 1981 yılında kaldırıldı ama yeniden getirilirse, bu payeyi ilk önce sayın ‘Necip’e vermek gerek.”
Bu bilgileri, size, makami/mevkii/rutbesi yuzunden iman ettiginiz kisilerin vermesi cok daha iyi olurdu, tabii ki.
Mesela, ‘cok cahilsin, keske olsen’ yaklasimiyla bilinen Ilber Ortayli, gunluk magazinel konularda gundeme oturmak gayretleri sergileyip maymunluk etmek yerine, bu topraklarda yasanmis allak-bullak oluslarin ekonomik/ekolojik tarihine de biraz egilse ve bizi aydinlatsa keske..
Ya da, tarihin dar bir kesitinde yapilmis haksizliklara odaklanmis Mustafa Armagan filan.. Veya, kutb ul tarihimiz (!) Halil Inalcik..
Ama, yok.. cunku, o konular hic de seksi degil. Musterisi de yok. Onun yerine, “digidik.. digidik.. Allahu ekber.. hamlet ya kafir” tarihciligi cok daha revacta..
Her neyse.
Bu konular acildiginda hep verdigim gibi, bu konularda dogru durust bir calisma yapmis tek bilim adamimizin kitaplarini onermek durumundayim:
http://www.kitapyurdu.com/yazar/prof-dr-mustafa-akdag/21285.html
Lutfedip okursaniz, istifade edeceginiz eminim. Dahasi, beni de biteviye tekrar etmekten kurtarmis olursunuz.
Simdi gelelim yukarida verdigim dipnotlara
[1]: Benim baktigim yerden ‘molla’ kelimesi –tekfircilerin de mezhepcilerin de aksine– bir hakaret ifade etmiyor. O gunku bilgi seviyesini yansitan okumus kisiler idiler. Culsuzlarin degil de varsillarin yaninda yer almalari da normaldir. Bugun de, bugunku okumuslarimizin yaptigi (guya muhalif olmaklarini da dahil ederek) cok farkli degil.
[2] ‘Liberal’ ve ‘liberallesme’ kavramlarini, o gunleri tarif ederken, ekonomik siyaset baglaminda degil de, bireylerin inanclarini karsilikli olarak rahatca tartisabilmeleri, inanc aidiyetinin kimlik olusturmak anlaminda cok da ciddiye alinmayisi, ‘ahlak normlari’nin da –ayni sekilde– disaridan dayatilmasisi olarak kullandim.
[“Doğal seçilim” de denilen, en akıllıların/değişime en açık olanların hayatta kalması demek olan bu olgu evrimi açıklamıyor mu?] sorusunu soran(lar),
ve
[Doğanın düzeni bozulurdu; çünkü bütün türler evrimlerini tamamlayarak insana dönüşselerdi ekosistem çökerdi.]:
“Bütün türler evrimlerini tamamlayarak insana dönüşselerdi…” savını dile getiren(ler); ya Darwin’in tespitlerini bilmiyor, ya da bu tespitleri kasten saptırıyor.
Yukarıda yaptığımız; “SAĞMAL İNEK OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ?” başlıklı hatırlatmamızdan bir bölüm:
{{{
…
“Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü;
“Eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!
Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!
Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
…
}}}
Sizlere defalarca hatırlattık, hatırlatıyoruz, hatırlatacağız:
Sadece “Charles Darwin”i hatmetmekle yetinip, “Thomas Hobbes”, “John Locke”, “Adam Smith” ve “Karl Marx”ı pas geçerseniz;
[doğal seçilim]i yanlış anlamaya, ve [doğanın düzeni bozulurdu] zırvasını papağan gibi tekrarlamaya devam edersiniz.
“Evet, bence de bakkal sembolizmasına bir kez daha bakalım.”
Bakkal konumuzun bir parcasi tabii ki; ama, madem surrealist nostaljik takiliyoruz, nalbantlara da zurnazenlere de hamiyet gostermek, nostaljik merhametimizden pay vermek gerekmez mi?
Neyse. gecelim.
“Erkan AVM marketini ceple arar, adresini vereceğim eve bir ekmek gönderir misiniz…”
Erkan (her kim ise) bu isi bilmiyordur. Bu dediklerinin hic birisini direct verbal interaction ile yapmak gerekmiyor. Ya bir app indiriyor ya da ilgili sitenin linkine gidip oradan (adres filan bilgilerini bir defaligina girerek) siparisini veriyor.
Turkiye’nin neredeyse heryerine (ticari acidan muteber olmak sartiyla, tabii ki) teslimat yapan Migros’u bu amacla kullanabilir [ http://www.sanalmarket.com.tr/ ], teslimat saatlerini bile kendisi belirleyebilir.
Kisacasi, Erkan beyimizin ogrenecegi cok sey var 🙂
“Tabii bir gün herkes konuşacaktır, nostaljik genlerin de söz söyleme özgürlüğü var”
Var tabii.
“Living for each other is The rule of Nature.”
Wrong depiction.
We all exploit others AND get exploited by others.
Such is life.
Offf off nerede Erkan’da o teknolojik bilgi, olsaydı zaten fazladan 1000 gemiciği daha olurdu 🙂
Vah vah vah…
[“Living for each other is The rule of Nature.”
Wrong depiction.
We all exploit others AND get exploited by others.
Such is life.]
What a concept, what a concept, Mr Necip.
It is quite devastating that you were poisoned by the minds like Ayn Rand’s and her derivatives.
You seem such a miserable charlatan whom desperately trying to imitate the epitome of “John Galt”.
What a pity…
========== UYARI ==========
The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!
Jean-Jacques Rousseau,
“Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
1754
Beyaz yakalıların paylaşımlarında da görüldüğü gibi “insan doğası” üzerine yapılan tartışmalar yüzeysel değil mi?
Uzun bir süreçte şekillenen, kökü çok eskilere giden bir sosyo-ekonomik yapıyı ve asıl onun da temelinde yatan doğal/coğrafi nedenleri bir yana bırakıp “insan doğası iyi mi kötü mü, bencil mi değil mi?” tartışması yapmak abes değil mi?
Aslında anti-kapitalist düşüncelerin geneli de böyle değil mi?
“Offf off nerede Erkan’da o teknolojik bilgi, olsaydı zaten fazladan 1000 gemiciği daha olurdu :)”
Iyi de, butun bunlari bildigim halde, benim neden yok?
Ha, bir de, in the name of full disclosure, 5-6 sene once aldigim, zarar ettigim halde (zarar eden seyleri satmamak, zarar realizasyonu yapmamak prensibim/salakligim yuzunden) satmamis oldugum, bir miktar Migros hissesi sahibi oldugumu beyan ediyorum. Migros’tan alisveris edin de zararimdan kurtulayim. 😉
“It is quite devastating that you were poisoned”
And, it is so disheartening to see you so devastated by what you think has happened to me… it’s simply unbearable.
Though I do wish I could help you, I cannot.
I hope you will see a professional suitable/appropriate/able to help you recover from it.
“by the minds like Ayn Rand’s and her derivatives.”
Well.. no.
For the umpteenth time, let me reiterate this: I don’t subscribe to opinions of Ayn Rand and/or her derivatives.
In fact, unlike yourself, I don’t much care for the brand names in the social/political/economical/religious/ideological fields both current or in the past.
[Uzun bir süreçte şekillenen, kökü çok eskilere giden bir sosyo-ekonomik yapıyı ve asıl onun da temelinde yatan doğal/coğrafi nedenleri bir yana bırakıp “insan doğası iyi mi kötü mü, bencil mi değil mi?” tartışması yapmak abes değil mi?]
“Kök aramak” derdinde olunca şahıs; yapılan tartışmayı abes görmeye teşne olması şaşırtıcı değil.
Ki asıl kahredici olan durumlardan biri: [Aslında anti-kapitalist düşüncelerin geneli de böyle değil mi?] zırvasını sadece ama sadece “Charles Darwin”in tespitleriyle çerçeveleyip; “Thomas Hobbes”, “John Locke”, “Adam Smith” ve “Karl Marx”ı pas geçmek. (Not: “Niccolò Machiavelli”yi bildiğinizi tahmin ederek, yazmadık. İsterseniz yazarız.)
“İnsan doğasına” müdahale etmek kimsenin haddine değil; fakat, kapitalizme müdahale etmek hepimizin haddine. Sadece Darwin’in tespitlerine takılıp kalırsanız, insanın ne kadar kompleks bir yapı olduğunu sadece ama sadece Darwin’in tespitleri ile açıklamaya çırpınırsanız; “abes” kelimesini kullanmaya teşne olursunuz.
Utanmasanız; “devlet”leri de, “şirketokrasi”yi de sadece ama sadece Charles Darwin’le açıklamaya yeltenip, sıyrılıp gideceksiniz.
Bir kısım komünistin peygamberi nasıl Hz. Karl Marx (S.A.V.) ise,
Bir kısım [“doğal seçilim”cinin] peygamberi de Hz. Charles Darwin (A.S.) oluyor herhâlde.
Biraz tecrübelenmek ister iseniz, bir başka “ölümcül zehir” yayan şu eseri;
========== Eser 1 ==========
Türkçe:
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/leviathan/12591.html )
İngilzce:
( https://www.amazon.co.uk/Leviathan-Oxford-Worlds-Classics-Thomas/dp/0199537283/ )
“Görece düşük yoğunlukta zehir” yayan şu dört eseri;
========== Eser 2 ==========
Türkçe:
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/kapitalizm-sosyalizm-ve-demokrasi/127835.html )
İngilizce:
( https://www.amazon.co.uk/Capitalism-Socialism-Democracy-Routledge-Classics/dp/0415567890/ )
========== Eser 3 ==========
İngilizce:
( https://www.amazon.co.uk/Theory-Economic-Development-Science-Classics/dp/0878556982/ )
========== Eser 4 ==========
İngilizce:
( https://www.amazon.co.uk/Can-Capitalism-Survive-Creative-Destruction/dp/0061928011/ )
========== Eser 5 ==========
TÜrkçe:
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/genel-teori-amp-istihdam-faiz-ve-paranin-genel-teorisi/104115.html )
İngilizce:
( https://www.amazon.co.uk/General-Theory-Employment-Interest-Money/dp/1494854740/ )
ve
Zehir yaymaktan kıl payı kurtulmuş şu eseri inceleyebilirsiniz:
========== Eser 6 ==========
Türkçe:
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html )
İngilizce:
( https://www.amazon.co.uk/Theory-Leisure-Oxford-Worlds-Classics/dp/0199552584/ )
Not:
Fincancı katırlarını ürkütmemek için; “Charles Darwin”in tespitlerine karşı değiliz. Ve hâttâ Darwinism’i (büyük ölçüde) savunduğumuzu inkâr da etmiyoruz. Fakat; hayatı, sadece Charles Darwin ile açıklama miyoploğunda ısrarcı olmayı da eleştiriyoruz.
Darwin konusu açılmışken, yine fincancı katırlarını ürkütmemek için hatırlatalım: “Din(ler)”, “God”, “Jesus”, “Christ”, “Allah”, “Brahma”, “Vishnu”, “Shiva”, “Zeus”, “Horus”, “Amun”, “Osiris”, “Ra”, “The Great Architect of the Universe” ve türevleriyle temasımız yok. Apatetik agnostiğiz.
Sayın “Necip”in [“fıtrat”çılığına] karşı olduğumuz gibi; “fundamental Darwinism”e de karşıyız.
[Though I do wish I could help you, I cannot.]
Neither we nor anyone else need any help from a charlatan like you.
* * * * *
[“by the minds like Ayn Rand’s and her derivatives.”
Well.. no.
For the umpteenth time, let me reiterate this: I don’t subscribe to opinions of Ayn Rand and/or her derivatives.
In fact, unlike yourself, I don’t much care for the brand names in the social/political/economical/religious/ideological fields both current or in the past.]
We aren’t surprised at all.
Because; Ayn Rand (like you are) is a micro-individualist, the harshest one.
She also denied that she was a loyal member of any social/political/economical/religious/ideological field. She said; “objectivism captures my motives mostly”, but, time to time, she continued to deny objectivism, too.
“Ve hâttâ Darwinism’i (büyük ölçüde) savunduğumuzu inkâr da etmiyoruz.”
Sorun da burada: Nasil ki –cok sukur– Einsteinism diye bir sey yok; Darwinism de oyle.
Darwinism’in var oldugunu sanmak, dahasi onu savundugunu zannetmek, yaygin bir yanlis olmakla beraber yine de acinakli bir haldir.
“‘Kök aramak’ derdinde olunca şahıs; yapılan tartışmayı abes görmeye teşne olması şaşırtıcı değil.”
Meselenin ozu ‘kok aramak’ta yatmiyor. Kokunun ve kendisinin nerede basladiginin idrakinde olmaksizin, yani meseleyi dogru durust analiz etmeksizin, cozum onerilerinde bulunmak –en hafif tabiri ile– zibidiliktir.
Ingiltere’de yasamis, dunyanin geri kalan kisminin da cok azini (Avrupa’yi) mektupla egitim yoluyla anlamaya calismis bir filozofun yazdigi recetelerden yola cikildiginda nasil bir garabetin ortaya cikabildigini Rusya’da (SSCB’de) gorduk. Cin’de de gorduk (cabuk vazgectiler).
Benzer sekilde, her biri en az bir asir once yasamis ve coktan toprak olmus, birakin dunyanin bugununu, kendi yasadigi dunyayi bile cok dar bir pencereden inceleyeblmis pir-i fanileri de (sadece folklorik ve akademik anlamda incelemek haric) mezarlarinda rahat birakmamiz gerekir artik.
Aksi halde, bugun bir Lise ogrencisinin bile bin tane eksik/yanlis bulacagi Mizrakli Ilmihaline bakarak hayati yasamis oluruz/oluyoruz.
========== 1 ==========
[Darwinism’in var oldugunu sanmak, dahasi onu savundugunu zannetmek, yaygin bir yanlis olmakla beraber yine de acinakli bir haldir.]
Sizin gibi “‘objectivism’i savunmuyorum” iddiasıyla, (aynı, Ayn Rand’ın ömrü boyunca sergilediği ikircikli tavır gibi) “objectivism”i savunmaktansa;
“Darwinism”in var olduğunu sanmayı yeğleriz.
En azından Darwin; Rand gibi zehirli değildi.
========== 2 ==========
[“‘Kök aramak’ derdinde olunca şahıs; yapılan tartışmayı abes görmeye teşne olması şaşırtıcı değil.”
Meselenin ozu ‘kok aramak’ta yatmiyor. Kokunun ve kendisinin nerede basladiginin idrakinde olmaksizin, yani meseleyi dogru durust analiz etmeksizin, cozum onerilerinde bulunmak –en hafif tabiri ile– zibidiliktir.]
İdrakinde olursanız; bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara da haber veriniz. Bizi karanlıklarda komayınız. Ki “idrakinde olacağınızı” hiç sanmıyoruz…
Zahmet olmazsa, haftasonunda AVM’den AVM’ye turlara çıkmayacak iseniz, şunları incelemenizi, ve “kim [zibidilik] yapıyor? / kim yapmıyor?”; öğrenmenizi öneririz:
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
[Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]
========== 3 ==========
[Ingiltere’de yasamis, dunyanin geri kalan kisminin da cok azini (Avrupa’yi) mektupla egitim yoluyla anlamaya calismis bir filozofun yazdigi recetelerden yola cikildiginda nasil bir garabetin ortaya cikabildigini Rusya’da (SSCB’de) gorduk. Cin’de de gorduk (cabuk vazgectiler).]
Sizle (ve türevlerinizle) yaptığımız onlarca yazışmada “birilerinin yazdığı reçetelerle” yol-yordam arayışı içinde olduğumuzu zannetmişseniz; yandı gülüm keten helva. Aramızda epey fark var. Fakat, en azından bu sitede, gözüken en temel fark: Siz “fıtratçı”sınız, sizin dışınızdakilerin ekseriyeti değil.
“25” numaralı metnimizde ne yazmıştık: “İrkilmenize gerek yok; SSCB ve türevleri bir daha hortlamayacak.”
Siz, herhâlde, bu sitenin ziyaretçilerinin çoğunu ve bizleri; “politbüronun bir gün kurulacağı hayaliyle yaşayan” hiyerarşi müptelaları zannediyorsunuz.
========== 4 ==========
[Benzer sekilde, her biri en az bir asir once yasamis ve coktan toprak olmus, birakin dunyanin bugununu, kendi yasadigi dunyayi bile cok dar bir pencereden inceleyeblmis pir-i fanileri de (sadece folklorik ve akademik anlamda incelemek haric) mezarlarinda rahat birakmamiz gerekir artik.]
Diyelim ki haklısınız, diyelim ki mezarlarında rahat bırakılması gerekir. Bugün (ve yarın) daha da ölümcülleşerek devleşen kapitalizmin “omurga kemiğini sağlamlaştıran şahıs” Adam Smith’in beyninden yayılan zehirle sistem besleniyor. Bunu siz de gayet iyi biliyorsunuz, fakat “fıtratçı”lığınıza vurgu yapmak işinize geliyor.
(Not: Fincancı katırları kızmasın diye; Adam Smith, kapitalizmin kurucusu değildir. Fakat, bugün [ve yarın] sürmekte olan kapitalizmin omurgasını Smith sağlamlaştırmıştır. Sadece Darwin’e odaklanıp, Smith’i pas geçerseniz; Kapitalizm’in K’sini anlamadan bu hayattan göçüp gidersiniz.)
“Siz “fıtratçı”sınız, sizin dışınızdakilerin ekseriyeti değil.”
Menevse koymuslar gulun adini..
cok da yanlis yapmislar.
Benim ‘fitratci’ oldugum iddiasi size ait.
Bunu da, daha onceki bir yazimda kullanisimdan yola cikarak iddia ediyorsunuz anlasilan.
Halbuki, cumle icinde kullanmak, hatta onemine ozel vurgu yapmak kisiyi o seyin ideologu yapmaz –meseleyi anlamayan etiketciler bunu yapar.
Sizin anlamamakta israr ettiginiz, cozmege calistiginiz (cozulmesini istediginiz) konularda denkleme dahil edildiginde hosunuza gitmeyen komplikasyonlara yol acan bir kelimedir ‘fitrat’.
Bunun farkindayim.
Ama, uzgunum, realite budur.
‘Fitrat’i denkleme dahil etmek zorundasiniz.
Insaat bile yapacaksaniz, o yerin fitratini bilmek zorundasinizdir. Toprak/zemin nasildir? Deprem/sel ve diger afetler sozkonusu mudur? Iklim nasil seyreder? Yagislilik/kuraklik nasildir? Aniden yogun yagis/kuraklik yasanan periodlar sozkonusu mudur? Musterilerin beklentileri nelerdir? vs vb.
Baska bir urun yapacaksaniz da benzeri seyleri –o urune has detaylar cercevesinde– arastirmak, bilmek zorundasinizdir.
Butun bu detaylara, urunun kendisinin uretildigi malzemeden baslayarak, cevresi ile olan ‘interface’inde nelerin onemli oldugu konusu hep ‘fitrat’tir.
‘Fitrat’, eski bir kelime oldugu icin tukaka olmak zorunda degildir. Dahasi, eski bir kelimeyi kullanmak da kimseyi gerici/softa vs yapmaz. O problem, muhataplarin problemidir.
Neyse.
Siz, sirf pasa gonlunuz oyle istiyor diye bir seylerin gerceklesmesini arzu ediyor olabilirsiniz. Buna cok da itirazim olmaz –sonucta herkesin her turlu ham hayal/hulya kurma ozgurlugu var.
Ammmaaa.. bunu –burada oldugu gibi– kamuyla paylasmaga basladiginiz an, ayaklarinin yere basmadigini (uygulama amaciyla onerdiginiz ortamin fitratina aykiri dustugunu) dusundugum takdirde bunu acikca yazarim.
Fikirlerinizin itibar gormemesi, elestirilmesi vs sizi duygusal anlamda etkiliyor ise, size tavsiyem, bunlari kamusal ortamlarda aciklamaktan sakinmaniz/kacinmaniz olur.
Oteki turlu, uzulmeniz mukadderdir; uzerler sizi.
Ha.. bir de, surekli eyyamcilik linkleri vermeyin. Onlar zannettiginiz kadar onemli/anlamli icerik sahibi degiller.
========== 1 ==========
“Fıtrat”ı ne manâda yazdığınızı gayet iyi biliyoruz: “Böyle gelmiş ise, böyle gider, sıkmayın canınızı.”
Kelimenin background’unu anlatmaya yeltenişinizi bir kenara koyuyoruz; kurguladığınız denkleme dayanak noktaları yerleştirmek için “fıtrat” kelimesinin anlamına, parmaklarınızın ucuna ne denk gelirse, ilgili/ilgisiz zırvalar ekleyişinizi kahrolarak izliyoruz.
========== 2 ==========
[Siz, sirf pasa gonlunuz oyle istiyor diye bir seylerin gerceklesmesini arzu ediyor olabilirsiniz.]
[Sirf pasa gonlumuz] istemiyor. Siz (ve türevleriniz) galiba kimsenin kapitalizme karşı olmadığını sanıyorsunuz.
“Turuncu-Siyah-Sarı-Mor-Yeşil-Mavi-Beyaz…Ya-LA-ka”ların kapitalizme karşı mücadele ettiğini sırf siz görmezden geliyorsunuz.
Herkes “sizin gibi fıtratçı” değil.
========== 3 ==========
[Ammmaaa.. bunu –burada oldugu gibi– kamuyla paylasmaga basladiginiz an, ayaklarinin yere basmadigini (uygulama amaciyla onerdiginiz ortamin fitratina aykiri dustugunu) dusundugum takdirde bunu acikca yazarim.
Fikirlerinizin itibar gormemesi, elestirilmesi vs sizi duygusal anlamda etkiliyor ise, size tavsiyem, bunlari kamusal ortamlarda aciklamaktan sakinmaniz/kacinmaniz olur.
Oteki turlu, uzulmeniz mukadderdir; uzerler sizi.]
Yazdıklarınız ele-avuca gelse, “tamam, sorun yok” derdik; ama değil. Kuru gürültü.
“19” numaralı metnimize dikkat ediniz: Sayın “Necip”, sizin gibilerin feriştahıyla mücadele ettik, ediyoruz; bir toz zerresi bile değilsiniz.
========== 4 ==========
[Ha.. bir de, surekli eyyamcilik linkleri vermeyin. Onlar zannettiginiz kadar onemli/anlamli icerik sahibi degiller.]
Bunu yazan, anlaşılan, kendi yazdığı kategorinin içinde olduğunun farkında değil: [“Okumuslar oyle diyorsa, muhakkak bir bildikleri vardir”]
Neyin, ne kadar [onemli/anlamli] olduğunu ölçen bir cihaz henüz icat edilmedi. Referansları incelemeden; işkembeden sallamak kolay.
Vah ki ne vah… Nasihat etmeye kalkan sayın “Necip”, bir de dönüp kendine baksa.
cahil softa necip’in 44 nolu yorumundan alinti:
“Ingiltere’de yasamis, dunyanin geri kalan kisminin da cok azini (Avrupa’yi) mektupla egitim yoluyla anlamaya calismis bir filozofun yazdigi recetelerden yola cikildiginda nasil bir garabetin ortaya cikabildigini Rusya’da (SSCB’de) gorduk. Cin’de de gorduk (cabuk vazgectiler).”
bu cahil softanin burda ismini vermeden kastettigi kisi kim? karl marx. marx hakkinda ahkam kesen bu cahil marx’in yazdigi kitaplardan, ama özelliklede marx’in kapitalist ekonomiyi hücrelerine, genlerine kadar analiz ettigi kapital kitaplarindan tek bir cümle okumus mu? hayir. daha önce “kapitalizm diye bir sistem mi var, o da nerden cikti, benim niye haberim yok” diyen, kisa bir süre öncede “kapitalizme karsi bircok alternatif ortaya cikti ama basarisiz oldu” diyerek cehaletini ortaya sacan cahil softa necip bu kez de marx’i ismini anmadan sözümona elestiriyor. hayati boyunca osmanli tarihi okumaktan günümüz dünyasini algilama ve anlamaya vakit bulamamis cahil softa, simdi beni iyi dinle. benim yorumlarimi takip edenler benim real sosyalizm deneylerini övmek orda kalsin elestirdigimi bilirler. fakat real sosyalizmin günahlari ile günümüz global kapitalizminin günahlarini karsilastirirsak, real sosyalistlerin insanlik di$i icraatlari kapitalistlerinkinin yaninda devede kulak kalir. kapitalizmin hizli gelisiminin bir sebebide avrupali kapitalist sömürgecilerin diger kitalarin hem yeralti hem yerüstü kaynaklarini sömürmeleri, hemde insanlarini kölelestirmeleridir. sadece afrikanin kongo adli memleketinde belcikali kapitalist sömürgecilerin kaucuk icin kölelestirip calistirdigi, iskence ettigi, katlettigi insan sayisi 10 milyonun üstündedir. burda anti komünist propaganda yapmadan önce kapitalizmin tarihini, sömürgeciligi ve kapitalizmin ve dünyanin süper gücü amerikayi ve onun savaslarini oku. kapitalist ve sosyalist sistemler hakkinda hicbir bilgi sahibi olamadigin belli. bilgi sahibi oldugun konularda yaz, burda bilmedigin konularda ahkam kesersen cehaletini yüzüne vurmaya devam edecem.
cahil softa, marx’in yasadigi ingiltere o zamanki ismiyle vah$i kapitalizmin ortaya cikip dünyaya yayildigi ülkedir. kapitalizme neden “vah$i” diyorlardi, hic merak ettin mi? birsey daha, hayati boyunca dünyayi gezmemis görmemis, ama yazili bilgi, kitap ve veri ile dünyanin siyasi/ekonomik/toplumsal iliskilerini analiz edip anlamis nice insanlar oldugu gibi, senin gibi dünyayi gezmis ama osmanli nostaljisi ile cehaletini ortaya sacan sayisiz insan da mevcut. yani dünyayi anlamak icin gezip görmek sart degil, belirleyici olan elinde ki yazili materialdir, bilgi kaynaklaridir.
“Ingiltere’de yasamis, dunyanin geri kalan kisminin da cok azini (Avrupa’yi) mektupla egitim yoluyla anlamaya calismis bir filozofun yazdigi recetelerden yola cikildiginda nasil bir garabetin ortaya cikabildigini Rusya’da (SSCB’de) gorduk. Cin’de de gorduk (cabuk vazgectiler…”
Necip, ruhsuz, zekası kıt; ya da zekası çok ama ruhsuz olduğu için zekasını gevezeliğe dönüştürmüş bir karakter.
Kuşkusuz Marks’ın bugün bakıldığında bir çok “boşluğu”, siyaset projesinde eksiklikler görülebilir..
Ama “adamcağızın” köylü toplumları için öngörmediği; Doğu “üretim tarzı” için düşünmediği ama kendisine yamanmış devrimlerinden yola çıkarak onu böylesi sahtekârca olumsuzlamasının açıklaması bellidir;
Ruhsuz ve utanmazdır… O bilinen züppelerdendir! Yine o çok dilli malumatfuruşluklarla, göğsünün doğulu kıllarını, batılı giysiler içinde sergileyenlerdenlerdir.
pardon..
“sergileyenlerdenlerdir” değil;
sergileyenlerdendir.
*
Bu uydurduğu paragraf ile Necip’in psikoanalizini yaparım.. eğer kaşınırsa..
insanlarin kapitalist burjuva devleti/modern ulus devleti sahiplenmelerinin sebepleri, ek:
kapitalist toplumu yasa ve $iddet ile kuran, koruyan garantör devlet denilen üst otoritedir, diye daha önce yazmistim. sinifli kapitalist toplumda ilkokulda not/karne icin yari$an cocuklardan tutalim, bir i$ bulmak icin ya da bir i$yerinde ki calisanlar arasinda ki yari$maya/rekabete, ordan $irketler, holdinler ve devletlerarasi rekabete kadar, toplumsal/siyasal/ekonomik ili$kiler uzlamaz/karsit celiskiler üzerine in$a edilmis cikar/fayda ili$kileridir. örnek, kiraci ile ev sahibi, satici ile alici, üretici ile tüketici, mülk sahibi ile hirsiz vs. arasinda ki borc/alacak, cek/senet/kredi vs. davalarinin hic bitmemesinin kaynaginda yatan bu antagonist ve materyalist cikar/fayda iliskileridir. i$te tamda sözkonusu bu karsit cikar catismalarindan dolayi kapitalist toplum icin devlet vazgecilmezdir; bundan dolayi insanlar kendi aralarinda ki sorunlari devletsiz cözemezler. avukatindan mahkemesine kadar, tüm hukuk sistemi bu cikar catismalarindan beslenir.
diger bir konuya geciyorum, fikret hoca’nin yaptigi gibi teknojik gelismeyi, araba üretimini elestirmenin politik ekonomi/siyasi iktisat elestirisi ile alakasi yoktur. sinifli kapitalist toplumun sacma/mantiksiz/absürd yanlarindan biri de $udur: ekonomik üretim insanlar icin yapilmaz, insanlar ekonominin hizmetindedir. yani insanlar ekonomiye degil, ekonomi insanlara hükmediyor. meseleyi örneklerle somutlastirirsak: toplum envai cesit insandan olu$ur: genc/ya$li, fiziksel olarak kücük/büyük, saglikli/hasta, kadin/erkek, engelli/saglikli vs. vs. mantikli bir toplum ekonomik üretimin insanlar icin, insanlarin temel ihtiyaclari icin ve insanlar arasinda ki fiziksel farkliliklar gözetilerek yapildigi toplumdur. kapitalizmde durum tam tersidir; insanlarin ekonominin hizmetine kosturuldugunu surdan anlayabiliriz: para rejimi ve zenginligin kücük bir azinligin tekeline gecmesi anlamina gelen özel mülkiyete dayali düzende insanlar belli bir özgürlüge/serbestlige sahiptirler, fakat bu özgürlük madalyonunun bir yüzü de aclik, sefalet icinde ya$ama/ölme anlamina gelir. sermaye ve üretim araclarindan yoksun genis insan yiginlari ya$amak icin önce kendi sirtindan para kazanacak bir patron bulmak zorundadirlar. i$ basvurusu yapan insanlar icinden secme yapan isverenlerin/kapitalistlerin kriterleri nelerdir: genc, saglikli, güvenilir, mümkün mertebe dü$ük ücrete ve kötü calisma kosullarina razi, gerekirse i$yeri icin özel hayatidan her türlü fedakarligi yapmaya olmak vs. vs. tekrar ediyorum, kapitalist toplumda “bu insanin sagligi, ya$i, cinsiyeti, egitimi, aile durumu, psikolojisi, yetenegi vs. nedir, yasamini idame ettirmesi icin bu insana nasil bir i$ sunabiliriz” diye bakilmaz, neye bakilir: bu firmanin, bu büronun, bu fabrikanin i$leyip mümkün mertebe en fazla kar’i yapmasi icin nasil i$cilere ihtiyac vardir, i$yerinin ihtiyacina göre i$ci adaylari arasindan secip almak. peki isverenlerin kriterlerine uymayan engelli, hasta, yasli, cocuklu anne/baba vs. bunlarin durumu ne olacak? isveren kar’ina parasina bakar, kim ölmüs kim kalmis, calisan aldigi para ile yasayabiliyor mu, bu isverenin sorunu degildir. sayet devletin ekonomik durumu iyiyse “sosyal yardim” denilen ölmeyecek kadar bir yardim almak mümkün, yoksa i$sizlik, aclik, sefalet, hastalik…vs. olaganlasir, ki bugün avrupa gibi kapitalist merkezlerde bile bu sefil manzaralar günlük hayatin bir parcasidir. ekonomi insanlarin degil insanlar kapitalist ekonominin hizmetinde derken ne demek istedigim anla$ildi umarim. sava$larin, acligin, mülteciligin, sömürünün binbir ce$idinin hüküm sürdügü global kapitalist dünya gözler önünde dururken, komünist kelimesini duyunca tüyleri diken diken olan osmanli torunu softa necip gibileri coktan tarihe kari$mi$ real sosyalizmin garabetinden dem vurup, kapitalizmin alternatifsizligine insanlari ikna etmeye calisiyorlar.
kuzenovski, aristo “doga hicbir seyi bosuna yapmaz” demis diye bu sacma cümlede keramet ariyosun anla$ilan. dincilerin tanri babasi senin de tabiat anan var anlasilan. ya$lanip ömrünün sonuna yakla$tiginda ve azrailin ayak seslerini duydugunda sende ki bu “tabiat ana” inancinin “tanri baba” inancina dönü$eceginden hic ku$kun olmasin. “tabiatin düzeni” safsatasindan dem vurmu$ diger yorumcu. depremin, kasirganin eksik olmadigi tabiatta/dogada ilahi bir güc, kudret ve düzen arayanin aklini/mantigini kullamayan imanli bir softadan farki yoktur.
osmanli torunu cahil softa necip atalarini bakin nasil temize cikariyor:
“Bu isyanlarin temel sebebi olan acligi, kitligi ve kurakligi ortadan kaldirmak mumkun olmadigi icin de, geri kalan ahalinin (ve yonetimin, devletin) gozunde suc islemekte olan bu isyancilari yok etmek, oldurmek de –kendi baktiklari acidan– mesru oluyordu.”
celali isyanlarini konu edinen kaynaklara bakin, isyanlarin sebeplerinden biri olan osmanlinin halktan aldigi agir vergi/harac konusunda tüm kaynaklar hemfikirler. ticaret yollarinin güzergah degistirmesi, avrupali kapitalist sömürgecilerin deniz yollarini ke$fetmeleri vs. sonucu osmanlinin kasalari bosaldikca, ahaliden aldigi vergi/haracta o oranda artiyordu. devletin talep ettigi vergiyi verse kendisi ac kalan köylü, mecburen topragini/yurdunu terk edip ya eskiyaliga ya da sehirlerde “serseri/lümpen proletaryaya” dönüsüyor. istisnasiz tüm kaynaklarin hemfikir olduklari bir konu daha var: celali isyanlarinin sebepleri arasinda dogal afet, kitlik vs. gecmiyor.
burjuva basininda arasira $öyle haberler, yorumlar cikar: dünyada ki acligin sebebi örnegin kuzey afrikada ba$ gösteren kuraklik ve bugday azligi. oysa ki kapitalist ekonominin ulastigi teknik kapasite, üretim verimliligi seviyesi sayesinde dünyayi doyuracak bugday ve ekmegi üretmek tabiri caizse cocuk oyuncagi. 100 yil önce bir insani doyuracak kadar üretim yapan bir ciftci/köylü simdi tek ba$ina en az 100 insani doyuracak kadar üretim yapabiliyor. günümüz dünyasinda ki acligin nedeni kapitalist para rejimi, yani cebinde ekmek bile alacak parasi olmayan insanlarin varligi. anlayacaginiz, ister günümüz dünyasi isterse 500 yil önceki osmanli olsun, devleti/düzeni temize cikarmak isteyen kapitalist ideologlarin gerekcelerinden/yalanlarindan biri: kitlik, dogal afet.
301 insanın katledildiği SOMA maden cinayeti (pardon “kazası”!) ile ilgili: [Onlar da sömürülmek (to be exploited) için madene gitmeselermiş. Ben mi dedim “madende sömürülün ve ölün” diye?! Tarlada ırgat olsalardı, fidan sulasalardı, toprağa ektikleri tohumlardan elde edecekleri mahsûlle geçimlerini sağlasalardı. Kerizlik yapıp madene gittiler ve öldüler. Zaten, haşmetli bir devlet büyüğümüzün de dediği gibi, “Bunlar olağan şeyler, bu işin fıtratında bu var”. Duygu sömürüsü yaparak, SOMA’da ölen madencileri bana temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp anlatarak, kapitalizme karşı çıkmamı beklemeyin.],
ve
[Bakkal gibi kucuk esnafi asalak bir sinif olarak gorurum. Dolayisi ile, AVM acildi diye batiyorlarsa, cok da umurumda degil],
diyen sayın “Necip”ten ne beklenir ki!!!
“Kapitalizm”, gün gelecek, AVM inşaatında çalışarak ekmek parası kazanmaya uğraşan bir akrabanızın ya da yakınınızın iş cinayetine (pardon “kazasına”!) kurban gitmesi ile şahsınız onun cenaze merasimine katılırken bir intikamını daha almış olacak.
“Laissez faire et laissez passe” = “Bırakınız ölsünler, bırakınız gebersinler”
Kapitalizmde “her şey doğal”; salakların ölmesi de, kendini akıllı zannedenlerin (görece) uzun yaşaması da.
Necip ve türevlerinin de (varsa) evlatları ölürse, ne yapalım artık… Necip ve türevleri de, yıllar önce, “rasyonel!” davranıp çocuk yapmasalardı.
Gün bey, kapitalizme karşı mısınız?
“marx’in kapitalist ekonomiyi hücrelerine, genlerine kadar analiz ettigi kapital kitaplarindan tek bir cümle okumus mu?”
Benim, Marx’in dediklerinden yola cikarak yeni bir duzen kurmak gibi bir meselem hic olmadi. Dolayisi ile, benim okumus olup olmadigim onemli degil.
Okuyanlar ve onlarin ne anlayip ne uyguladigina bakiyorum ben.
Bu uygulamalarin herbirinin bilhakkin cuvallayisi, sonuc/hukum cikarimi acisindan benim icin yeterli doneleri teskil ediyor.
“benim yorumlarimi takip edenler benim real sosyalizm deneylerini övmek orda kalsin elestirdigimi bilirler. fakat real sosyalizmin günahlari ile günümüz global kapitalizminin günahlarini karsilastirirsak, real sosyalistlerin insanlik di$i icraatlari kapitalistlerinkinin yaninda devede kulak kalir.”
Yani, iki testi berbat saraptan birisini, sirf pasa gonlumuz iltimas etmek istiyor diye, seciyoruz..
Hmmm.. Neden?
Daha dogrusu, neden ben de ayni secimde bulunmaliyim?
“kapitalizmin hizli gelisiminin bir sebebide avrupali kapitalist sömürgecilerin diger kitalarin hem yeralti hem yerüstü kaynaklarini sömürmeleri, hemde insanlarini kölelestirmeleridir.”
Cumle yanlis.
Soyle baslamaliydi:
“Avrupa’nin hizli gelisiminin bir sebebi de Avrupali sömürgecilerin [..]”
Yani, denleme kapitalizm gibi bir muglak seyi eklemeden de durumu aciklayabiliriz.
Galler’deki (ve diger yerlerdeki) komur ve diger madenlerde 10-12 yaslarindaki cocuklari olesiye calistirmak (ve olduklerinde de cesetlerini madenin bir kosesine firlatip atmak) icin kimsenin ‘Kapitalizm’in kutsal kitabindan bir ayete siginmasi gerekmiyordu.
Ayni sekilde, Avusturalyanin, Afrikanin herhangi bir parcasindaki yerlileri oracikta oldurmek ya da kole edip satmak filan icin de ‘Kapitalizm’in kutsal kitabindan cevaz almak diye bir sey yoktu.
Yoktu, cunku ‘Kapitalizm’ diye bir sey yoktu. Kimse boyle bir seyi ‘codify’ etmis degildi.
Geriye donup baktigimiz zaman, bunlara (ve daha fazlasina) ‘vahset’ diyoruz ve dogrudur.
Ama, ‘vahset’i bir ‘ideoloji’ imis gibi kurgulamak abestir.
Ustelik, somurgecilik sadece ‘kapitalist’ dediklerinize has bir sey degil.
O son derece insancil ve esitlikci falan filan olan komunistler de ellerine gecen her yeri somurmuslerdir.
Dogu Almanya ve Cekoslovakya (sanayi ve teknoloji acisindan), Ukrayna (ziraat ve daha sonra da sanayi acisindan), Orta Asya (hem ziraat hem de dogasi acisindan).
Burada, ozellikle Kazakistan’dan bahsetmek gerekir cunku Kazakistan cografyasinda SSCB’nin yillarca yaptigi nukleer denemeler (‘deneme’ lafin gelisi, yapilan is alenen nukleer bomba patlatmaktir) o cografyada inanilmaz tahribatlara yol acmistir. Kurutulan, kullanilmaz hale gelen gollerden filan hic bahsetmeyeyim.
“marx’in yasadigi ingiltere o zamanki ismiyle vah$i kapitalizmin ortaya cikip dünyaya yayildigi ülkedir. kapitalizme neden “vah$i” diyorlardi, hic merak ettin mi?”
Ettim tabii. Birine ‘vahsi’ dediklerine gore, bir de ‘vahsi olmayan’ (yani, ‘muteber’) bir kapitalizm de olmali; oyle degil mi?
Bu hangisidir; nerededir?
“birsey daha, hayati boyunca dünyayi gezmemis görmemis, ama yazili bilgi, kitap ve veri ile dünyanin siyasi/ekonomik/toplumsal iliskilerini analiz edip anlamis nice insanlar oldugu gibi,”
Bu tur ‘nice insanlar’dan bana birkac ornek verir misiniz.
“senin gibi dünyayi gezmis ama osmanli nostaljisi”
Benimki Osmanli nostaljisi degil. Ben sadece, hastanin veya hastaligin mazisini (gecmisten gelen seyrini) bilmeden teshiste bulunmanin da recete ayzmanin da abes oldugunu anlatmak icin Osmanliya bakmak gerektigini soyluyorum.
Osmanli konusunda tatmin olmayanlar varsa, Secukluya da Bizansa da bakabilirler –hatta, bakmak da gereklidir cunku birinin mirasi bir digerine devredilmistir.
Bunlara bakmaksizin, butun odagini Avrupaya ya da Rusyaya hasretmek, benim baktigim yerden, bir tur kacistir (‘escapism’) ya da asil bilmesi gerekenleri bilmeyisini ortmege calisan sufli bir cabadir.
“yani dünyayi anlamak icin gezip görmek sart degil, belirleyici olan elinde ki yazili materialdir, bilgi kaynaklaridir.”
Nazikce: Halt etmissiniz siz.
Kutuphanenin icinde kalacak bir ‘devrim’ pesinde iseniz, o baska tabii ki.
“ruhsuz, zekası kıt; ya da zekası çok ama ruhsuz olduğu için zekasını gevezeliğe dönüştürmüş bir karakter.”
Gene mi bu ucuz psikoanaliz denemeleri?
Kuzum, siz bu yeteneklerinizi buralarda ziyan etmeseniz 😉
“Kuşkusuz Marks’ın bugün bakıldığında bir çok “boşluğu”, siyaset projesinde eksiklikler görülebilir..”
“Gorulebilir ama soylenemez” mi demek istiyorsunuz?
“Yine o çok dilli malumatfuruşluklarla, göğsünün doğulu kıllarını, batılı giysiler içinde sergileyenlerdendir.”
Way be.. ne de macho imisim ben de farkinda degilmisim.
“salakların ölmesi de, kendini akıllı zannedenlerin (görece) uzun yaşaması da.”
Ilginctir ki, her duzende, asil uzun yasayanlar kelam erbabidir. Oturdugu yerden lagaluga ederler, ahalinin geri kalan kismi da onlari beslemek ve yuceltmekle yukumludur.
Ama, bu konuda kimse cikip da bir sey demez ve yazmaz; bu ‘murekkep yalamislar’in omertasidir.
Ortmek icin de, ‘ezilen’lere agitlar yakilir –yine oturduklari yerden, from their own comfort zones.
evet.
Gün gelir, sayın “Necip”in etine de değer kapitalizmin ateşi…
“Maval okumaktan vazgeçin” yazmaya elimiz varmayacak, çünkü, sizin gibilerin feriştahıyla mücadele ettiğimizi yukarıda belirtmiştik.
[“salakların ölmesi de, kendini akıllı zannedenlerin (görece) uzun yaşaması da.”
Ilginctir ki, her duzende, asil uzun yasayanlar kelam erbabidir. Oturdugu yerden lagaluga ederler, ahalinin geri kalan kismi da onlari beslemek ve yuceltmekle yukumludur.
Ama, bu konuda kimse cikip da bir sey demez ve yazmaz; bu ‘murekkep yalamislar’in omertasidir.
Ortmek icin de, ‘ezilen’lere agitlar yakilir –yine oturduklari yerden, from their own comfort zones.]
Yazdıklarınız (yine) kuru gürültü, bu sitede çoğunlukla yaptığınız gibi.
Ne cevap vermiştik size “53” numaralı metnimizde:
{{{
…
“Kapitalizm”, gün gelecek, AVM inşaatında çalışarak ekmek parası kazanmaya uğraşan bir akrabanızın ya da yakınınızın iş cinayetine (pardon “kazasına”!) kurban gitmesi ile şahsınız onun cenaze merasimine katılırken bir intikamını daha almış olacak.
“Laissez faire et laissez passe” = “Bırakınız ölsünler, bırakınız gebersinler”
Kapitalizmde “her şey doğal”; salakların ölmesi de, kendini akıllı zannedenlerin (görece) uzun yaşaması da.
Necip ve türevlerinin de (varsa) evlatları ölürse, ne yapalım artık… Necip ve türevleri de, yıllar önce, “rasyonel!” davranıp çocuk yapmasalardı.
…
}}}
1. Kendi kendini düzenleyen serbest piyasa ekonomisi tam bir ütopyadır. Kapitalizm ise rasyonel değildir çünkü toplumsal ve insani olan herşeyi yıkmaktadır. Para, değerler sisteminin en üstündedir ve gücün kendisidir. Kapitalizm herşeyi kendi çıkarları için dönüştüren bir mekanizmadır. Kapitalizm öncesi haraca dayalı sistemlerde, sistem sizi “haraç” verdiğiniz sürece serbest bırakırdı ya da dönüştürmeye çalışmazdı. Şimdi bu sistemin dışında kalmanız, farklı bir kültürü, düşünce ve yaşam biçimini benimsemeniz bile imkânsızlaşıyor. Emek yani insanın kendisi diğer üretim faktörleri gibi alınıp satılan bir maldır (Refah toplumu emeğin piyasalaştırılmasına karşı çıkarak inşaa edilmiştir). Sömürüden ziyade insanın bu sistemde zaten bir “değeri” yoktur. Emeğin fiyatı yani ücret de arz ve talep ile belirlenir. Düşük ücret hadleri için nüfus artışının teşvik edilmesi işsizliği, yoksulluğu ve yaşanamaz hale gelen kentleri beraberinde getirmiştir. Sayıca az ve nitelikli, doğayla barışık bir toplum yerine rezerv işsiz ordusu sürekli artmıştır. Artan kaynak ihtiyacı nedeniyle de çıkan büyük savaşlarla insanlar birbirini öldürmektedir.
2. Sistem sürekli tüketime dayandığı için kaynakları yok etmeye mecburdur. Tüketim olmazsa kar olmaz kar olmazsa sermaye büyüyemez. İnsanlık kendi yarattığı sistemin esiri olmuştur. Kar bağımlısı insanlar yaratmıştır. Daha fazla tüketim için nükleer enerji tercihi akıl dışıdır. Almanya’daki Freiburg örneğini düşünmek gerekiyor. 1970’li yıllarda nükleer karşıtı mücadele başarılı olmuştur. Nükleer enerji yerine güneş panelleri ile donatılan şehir şuan muazzam…(New York, İstanbul veya Londra yerine Freiburg’da yaşamak isterim). Meta’ya tapmak insanın doğasında mıdır? Zenginlik nedir? İnsanın özü nedir?
3. ABD’de çöken finansal şirketlerin devlet eliyle kurtarılması tam bir fiyaskodur. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler diyenler bırakınız batsınlar diyemedi. Kapitalist sistemde devlet-özel sektör birlikte çalışır. Rekabetçi ve kendi kendine düzelen piyasalar tam bir yalandır. Evrimci iktisat teorisi çökmüştür. Darwinizmden esinlenerek ortaya çıkan “survival of the fittest” mantığı çalışmamaktadır. Ahlaki çöküntü, 19yy. Sanayi kapitalizminden bu yana zirvededir. Bugün ABD’de birçok sermayedar iktisadi çıkarlarının korunması şartıyla Trump başkanlığındaki faşist bir rejimi tercih edebileceklerini söylüyorlar.
4. Sosyalizm hiç inşaa edilmedi. Sovyet denemelerini sosyalizm diye savunmak da eleştirmek de anlamsızdır. Sosyalizm meta üretiminin devlet eliyle gerçekleştirildiği bir sistem değildir. Neyin ne kadar üretilip neyin ne kadar tüketileceğini belirleyen, zora ve devlet baskısına dayanan bir şey olmadığını da bilmek gerekiyor. Bugün kapitalizmden kurtulmaya en yakın ülkeler sömürünün en çok olduğu üçüncü dünya ülkeleri değildir. Batı Avrupa, Kanada, Avustralya ve Yeni Zellanda sosyalizme en yakın ülkelerdir.
5. Kendiliğinden yeni bir dünya kurulmaz. Kapitalizm koordineli ve bilinçli biçimde yine insanların iradesiyle yıkılır.
56.. Necip
1. yapman gereken o cümleni savunmak..
arkasında durduğunu göstermek.. Görelim!
2. psikoanaliz yapıldıktan sonra ucuz olup olmadığını söyleyebilirsin..
3. Yetenek ziyan olmaz; iyi bir şey kaybolmaz; kapitalist, bencil ahlak hayata böyle bakar.
–
Giriş yapayım..
Marks zamanının verili gerçeğini kavramış, geçmişi mükemmel analiz etmiştir. Senin gibi zavallı, ruhu egosunun kibri altında sinmiş insanlar, böylesi bir dahiyi bu denli bir cehaletle diline dolarsa, baktığı aynayı değiştirmeli; o bir sirk aynası olmalı; sen ne görürsün belli; ama tarihsel-analitik akıl için bir palyaço sırıtır o yansıda…
*
O cümlenin arkasında olduğunu söyle, devam edelim..
(Not.. Bir sosyolog olarak Marks bir dehadır; bir kâhin olarak yanılmıştır… ama.. sanırım “yeni işçi sınıfı” olarak tanımlanacak eğitimli insanlar ile belki de Neo Marksizm mümkün olacak… Neyse; bunlar seni ilgilendirmez; sen yalnızca gördüğü kadar bilenlerdensin..)
“Yine o çok dilli malumatfuruşluklarla, göğsünün doğulu kıllarını, batılı giysiler içinde sergileyenlerdendir.”
Way be.. ne de macho imisim ben de farkinda degilmisim.”
*
Ne yazık; bu cümle bir “maço’luk” suçlaması mı? Yakıştı mı sana? Ne acı, açıklamak zorundayım…
Açıklayayım; diğer yorumlarını da okudum. İthamım şu;
Pragmatizmini, kavramamış olduğun insanlık süreçlerinin derinliğini emperyal kültürün edindirdiği parlak, gösterişçi bilgilerinle örtmeye çalışıyorsun; gösterdiğin “kıllarının”, zehirlendiğin o emperyal zihniyetin o cicili-bicili kavramlarının arkasında değerli kabul edilmesini istiyorsun..
*
Ve bu gösterilen “kılların”, erkek hayvan egosu ile ilgisi vardır; önemsenmeye ait bir gösteriş davranışıdır..
Anlıyorum; muhatabımın soyutlama yeteneklerini hesaplamakta daha dikkatli olmam gerekiyor…
cehalet timsali softa necip,
insan gezmekle alim olsaydi yilda birkac tatil yapan turistler dünyanin en alim insanlari olurdu. insanin alimligi gezmekten degil okumaktan gelir, tabii birde ne okudugundan ve ne anladigindan.
sen marx’i okudum desende zaten inandirici olamazsin, manzara ortada, hayatin boyunca sadece osmanli ve islam tarihini hatim ettigin her halinden belli. demek ki sen marx’in kitaplarinda yazdiklarini degil marx adina hareket edenlerin icraatlarina bakarak karar veriyorsun öyle mi? o halde din, kuran, incil, isa, muhammed adina binlerce yildir yapilan kaliam, sömürü, vahseti biraz konusalim istersen, ne dersin? i$te en son kuran ve islam adina kameralar karsisinda ba$ kesip poz veren i$id vah$ileri. bu vah$ilerin referansi nedir: kuran ve islam degil mi? seninle tartismak zaman ve enerji israfindan baska birsey degil. fakat suc sende degil, senin gibi cahil bir softayi adam yerine koyup tarti$anda. senin gibilerinin cevabini a$ik ibreti 50 yil önce vermi$, ben sana ve senin gibilerine yine a$ik ibretinin bir $iiri ile cevap vereyim:
Biraz hâyâ eyle hor bakma zâhit
Her olur olmazı duymayanlarız
Bu bir hakikattir, çokları şahit
Softalığı hüner saymayanlarız
İbadete mağrur yüksek uçanlar
Aklınca sırat köprüsünü geçenler
Halkı haktan ayrı görüp seçenler
Böyle safsataya uymayanlarız
Fezaya yol açtı ilmi bilenler
Hâlâ gaflettedir tespih sayanlar
Sonra ahirette hülle giyenler
Bizler o hırkayı giymeyenleriz
Ta evvel tanırız bu doğru yolu
Gerek akıllı say gerekse deli
İnsanlık aşkıyla kalbimiz dolu
Muska yazıp halkı soymayanlarız
Gayemiz hizmettir şâki değiliz
Sömürücü yahut fâki değiliz
İBRETİ, fesatın kökü değiliz
Aşk, hizmet yolundan kaymayanlarız
Prof. Mustafa Akdağ (d.1913, Boğazlıyan Yozgat- ö.Nisan 1973), Türk tarihci, akademisyen ve öğretmen.
Talihsiz bir akademisyendir.
Durusttur. Caliskandir.
Orjinal arastirmalara bir omur hasretmistir.
Alevi kokenlidir. Solcudur.
Talihsizligi de, ideolojilerin ve aidiyetlerin gerceklerden cok onemsendigi bir devirde ysamasindan.
Hem Aleviler hem solcular, hem Sunniler hem de sagcilar tarafindan yok sayilmistir.
Sunniler ve sagcilar tarafindan yok sayilmasini diyelim ki anladik: Alevi ve solcu olusu yuzunden.
Fakat, hem Aleviler hem solcular tarafindan yok sayilmasinin sebebi baskadir: Osmanli tarihi hakkinda gercek belgelere erisip yaptigi calismalarda taraf tutmaz.
Yani, ne Alevilerin ofkesine yakit olur, ne de solcularin onyargilarina canak tutar. Sadece belgelere dayanir.
Butun bunlardan dolayi da, kimseye yaranamaz –oyle bir gayreti de yoktu, o ayri.
Aslinda talihsiz olan bizleriz. Kiymet bilmeyecek kadar nadan olmak ile.
[[
Asagidaki pasaj bu linkteki PDF belgesinden alinmistir. Tamamini oradan okuyabilirsiniz.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1017/12335.pdf
]]
Ümeranın yapacakları hizmetlere ve sosyal hiyerarşideki mevkilerine göre, kendilerine tâyin olunan has gelirlerinin mikdarları XIV. ve XV. Asırlarda tesbit olunmuştu, ve 1596 yılına gelindiği zaman da, hemen hemen hiç değişmemiş bulunuyordu.
Halbuki, hizmet erbabının borçlu oldukları hizmetleri ve sosyal itibarları eskisinin aynı kaldığı kabul olunsa dahi, Osmanlı maliyesinin ve vergi sisteminin kurulmasında temel ölçü olan akçenin geçirdiği kıymet değişikliği devlet hizmetinde olanların çok zararına olmuştu.
Bu durum hakkında bir fikir edinmek için akçenin kıymetleri üzerine bazı rakamlar vereceğiz:
İkinci Bayezid zamanında 100 dirhem gümüşten 280 akçe kesilirken, 1596 sıralarında aynı mikdar gümüşten 950 akçe kesiliyordu.
Tabiî akçenin itibari kıymeti de ayar düşmesiyle beraber inmiş, bir filori altununun resmî rayici 35 den 120 akçeye çıkmıştı.
Tam kuruş da 30 dan 80 akçeye yükselmiş bulunuyordu.
Halbuki Osmanlı malî esasları ve vergi sistemi akçenin bu kıymet değişmesine katiyyen uyamamış, vergi kanunları ilk kondukları zamandaki şekillerini muhafaza etmişlerdir.
Meselâ, Fâtih Sultan Mehmed devrinde iki koyuna bir akçe resm-i ağnam alınıyordu. O zaman bir koyun 20 akçeye, iki koyun ise 40 akçeye, satılabilmekteydi.
Bundan takriben 150 sene sonra da, resm-i ağnam gene iki koyuna bir akçe olarak kalmıştı. Halbuki, bu sıralarda bir koyun ortalama 100 akçeye, iki koyun ise 200 yüz akçeye satılır olmuştu.
Hayvanın fiyatı eskisinden beş misli fazlaya çıktığına göre, adı geçen verginin de 5 akçe olması icabederdi.
Hulâsa, dirlik erbabının nakid olarak almakta oldukları bütün vergiler bu suretle sabit kaldığından, akçenin düşmesi bakımından resmî değere göre üç defa azalmış demektir.
Yalnız, reayadan mahsul olarak alman vergilerde bir artış olması tabiidir. Çünkü, meselâ buğday bile eski fiyatına nazaran 1596 sıralarında iki üç misli yükselmiş bulunmaktaydı.
Hulâsa eskiden muayyen bir sancağın beyine takdir olunan 300 bin akçelik has kanunnamelerde hiç değişmeden muhafaza edildiğine göre, ayni sancağın 1596 sıralarındaki beyi de nazarî olarak aynı mikdarı alıyordu, demektir.
Halbuki eşya fiyatlarında görülen yükselmeler hesaba katılmasa bile, II. Bayezid devrinin 300 bin akçesi 7500 floriye müsavi iken, III. Mehmed devrinin 300 bin akçesi ancak 2500 flori etmekteydi.
Gerek devletin ve gerek sefere gitmekle vazifeli olan dirlik erbabının (beyler ve timar sahipleri) her sefere çıkışta yapmıya mecbur oldukları masrafların, XV. asra nazaran XVI. asrın sonlarında ne kadar yüksek olabileceği hakkında bir kanaat edinmek üzere, cebeli için ödenmesi lâzım olan insan ücretinin seneliği 600 akçeden 3000 akçeye çıktığını, o zaman 150-200 akçeye alınan bir katır veya iyi bir atın bu sıralarda 2500-3000 akçeden aşağı alınamadığını düşünmek kâfi gelir.
Akçenin böyle mütemadi kıymet düşüklüğüne uğramasına karşı, devlet malî kanunlarını değiştirmeyerek aynen muhafaza etmiştir.
Dirlik erbabı (bilhassa beyler) ise, söylediğimiz sebeplerden dolayı vergileri kanunî mikdarlarına göre almıya razı olmıyarak yükseltmişlerdir.
Giderek bu işin çığırından çıktığı, devletin pek aldırış etmemesi neticesi, beylerbeylerinin ve sancak beylerinin maiyyet memurları ve hasların başında bulunan voyvodaların halkı zorla soymıya başladıkları görülmüştür.
Vergi defterlerinin ve kanunnamelerin bu kadar uzun ömürlü olmaları dolayısiyle, ödiyecekleri vergilerin mikdarlarmı pek iyi bilen reaya memurların bu yolsuz hareketlerine karşı şiddetle itiraz ediyorlardı.
Devletin kendisi için almakta olduğu avarız vergileri de eskisine göre on misline yakın artırılmıştı. Fakat âvârız vergilerine âit bir kanunname yoktu; her sene ihtiyaca göre bu vergilerin mikdarı fermanla tâyin olunuyordu ve merkezden defterle yollanan “âvârız eminleri” ile kadılar tahsilatı birlikte yapıyorlardı.
Dikkate şayandır ki, halk bu vergilere itiraz etmemekte, yalnız kadılarla eminlerin şahısları için aldıkları “mübaşir akçesi”nin fazlalığından şikâyet etmekteydiler.
Bu hususta son söz olarak denebilir ki, en ziyade İran ve Avusturya harbleri yüzünden 1596 sıralarında, halk, eskisine bakarak ortalama on misli vergi ödemek zorunda bulunuyordu. Halbuki, iktisadî buhrandan en çok zarar gören köylülerin ödeme güçleri, aksine, sıfıra doğru düşmekteydi.
Görülüyor ki, beylerin ve askerin devamlı surette sefere gidip gelmeleri yüzünden memnuniyetsizliklerine mukabil, halk da ağır vergiler altında kendilerine karşı kin duymıyâ başlamıştı.
Anadolu’nun her tarafında fazla vergi aleyhine, toplu halk ayaklanmaları meydana geliyordu. Beylerbeyilerinin ve sancak beylerinin zulümlerine karşı olan bu hareketlere rağmen, cebrî vergilerini almak zorunda olan bu beylerin maiyyet memurları (kapu ağaları) artık beylere âit resimleri almıya giderken, bütün bir köyün veya bir kaç köyün birden toplanmış halkıyle çarpışmaya varır gibi, kalabalık maiyyetlerle dolaşmakta idiler.
Büyük Celâlî grupları, köylülerin, maiyyet memurlarına karşı durmak için bir araya gelmeleri değil, tersine, maiyyet memurlarının köylüleri, sözde itaate almak için, başlarına daha kalabalık derecede sekban toplamalarından meydana gelmiştir ki, ileride bu ciheti vakalara dayanarak göstereceğiz.
Necip sen kanal 7 izleyip Osmanli mehter marşı ile Soray Uzun yolda belgeselini izlesen iyi olur. Bıraksan da burada Fikret Baskaya nin kitabını yorumlasin insanlar. Bak önemli şeyler var. Ekososyalizme girdik biz burada. Osmanlı’nın kapitalizmi anlamayarak yikildigini bir öğren. Osmanlı yıkıldı Necip.
“Marks zamanının verili gerçeğini kavramış, geçmişi mükemmel analiz etmiştir.”
Bu dedikleriniz, adamin kiziyla (var miydi, bilmiyorum) evlenecek olsam; ya da adam bizim soydan birine talip olmus olsaydi, anlamli olurdu.
Ama, simdi, olumunun uzerinden 133 sene gecmisken, benim icin cok da anlam ifade etmiyor “zamanının verili gerçeğini kavramış” olmasi..
Fikirlerinden istifade edecegimiz kadar ettik. O bakimdan, artik orjinalligi de kalmadi.
Putperest de olmadigim icin, benim panteonum da yok ki, ona yer ayirip zaman zaman ‘venerate’ de edeyim.
Siz, tabii ki, istediginiz sekilde yuceltmekte serbestsiniz.
“O cümlenin arkasında olduğunu söyle, devam edelim..”
Yukarida yazdiklarim yeter mi?
“Not.. Bir sosyolog olarak Marks bir dehadır;”
Eyi, bunu –diyelim– kabul ettim, edeyim.
Fakat, bu gunes baba ve ay dede nice dahiler gordu.. Kubbede hos bir seda.
“Pragmatizmini, kavramamış olduğun insanlık süreçlerinin derinliğini emperyal kültürün edindirdiği parlak, gösterişçi bilgilerinle örtmeye çalışıyorsun;”
Bir an icin beni bilgisizlikle itham edeceginiz sanmistim. Cok sukur onu atlattik.
Simdi gelelim dediklerinizin arasindaki bazi kelimelere/tedailere:
PragmatizmIMi ortmege mi calisiyorum?
Hayir. Size yeterince asikar gelmemis idiyse daha once, demek ki yeterince iyi/rikkatle ifade edememisim.
Karl Marx dahil, kimseyi guzelleme teorileri ile karidesteki inci haline getirmek ne niyetim oldu hic, ne de itibar ederim. Herseyin kiymeti faydasi kadardir, ‘ziynet’ esyasi olmak bir deger ifade etmez benim acimdan.
Soylediklerimi “parlak, gösterişçi bilgiler” olarak goruyorsaniz, bence o sizin sorunuzdur. Kendi uzerinizde, bundan hareketle, psikoanaliz yapmanizi onerebilirim –faydasi olacagi supheli gerci.
“Anlıyorum; muhatabımın soyutlama yeteneklerini hesaplamakta daha dikkatli olmam gerekiyor…”
Ben bunu “soyleyecegim sozun nereye gidecegi konusunda daha dikkatli olmaliyim” olarak okuyorum; evet, oyle yapmanizda fayda var bence de.
“demek ki sen marx’in kitaplarinda yazdiklarini degil marx adina hareket edenlerin icraatlarina bakarak karar veriyorsun öyle mi?”
Evet.
Ve, bu en dogru olanidir.
Sunu demek istiyorum: Ben bir doktorun ne kadar dahi filan oldugu ile ilgilenmiyorum. Hastalarina yazdigi recete sonucunda hastalarin ne kadar iyilestigine bakarim. Yani, faydasina. Gerisi laf-u guzaf.
“o halde din, kuran, incil, isa, muhammed adina binlerce yildir yapilan kaliam, sömürü, vahseti biraz konusalim istersen, ne dersin?”
A benim cok hizli okuyan akildanem.. Ben, deist oldugumu yazdigimda keske o kadar hizli okumamis olsaydiniz.
Ben hem Islam (ve diger ‘Semavi’/Ibrahimi dinler) hakkinda istediginiz herseyi sizinle konusurum.
Benim her turlu inancla iliskim ‘aidiyet’ cinsinden degil; ‘sahiplik’ (‘sahabet’) cinsindedir. Yani, ben Islama (ve diger ‘Semavi’/Ibrahimi dinlere) ya da Alevilike ait degilim; onlar benim sahip oldugum, dolayisi ile, istersem kiyasiya elestirebilcegim folklorik ogelerdir.
Fakat, daha onceki tecrubelerimden biliyorum ki, esnek/liberal fikir alisverisi diye baslayan sohbetlerde Alevilik de konuya dahil edilince, edilecek olursa, agzimizin tadi –nedense– kacabiliyor.
“Bıraksan da burada Fikret Baskaya nin kitabını yorumlasin insanlar.”
‘Insanlar’ tutan mi var?
Dahasi, ne zamandan beri burada ‘insanlar’ yazilan blog girdisine yorum yapmaga sadik kaldilar?
“Bak önemli şeyler var. Ekososyalizme girdik biz burada. Osmanlı’nın kapitalizmi anlamayarak yikildigini bir öğren. Osmanlı yıkıldı”
Size, sizi sasirtabilecegini sandigim, bir realiteyi ifsa edeyim:
Istatistiklere gore, dunyada olumlerin en buyuk sebebi eceldir.
Osmanli da, her yapi/canli/varlik gibi, ecelinden oldu.
Ecelinin kapitalizm elinden mi, yoksa bambaska sebeplerden mi oldugu ayri konudur ve cok da tartismalidir.
Size gore oyle olmayabilir tabii ki.
Lutfeder aydinlatirsaniz, mutenevvir oluruz.
Donald Trump’ın saçma sapan faşizan konuşmalarını görünce artık şaşırmıyoruz.
Trump’ın hem ABD hem dünya ekonomisi üzerine yaptığı konuşmaların, röportajların dökümlerini okumanızı, başkanlık kampanyasını yürüttüğü web sitesine girerek ekonomi programını incelemenizi salık veririm.
Yukarıda da değindiğim gibi, faşizan çıkışlarını bir kenara koyarsanız, Trump, ekonominin dinamiklerini gayet iyi biliyor!
Eğer H.Clinton başkan seçilirse, ‘the establishment’ın pohpohladığı ekonomi düzeni eski tas eski hamam devam edecek.
Ama Trump seçilirse ve ekonomi programını uygulamasına ABD senatosu ve kongresi onay verirse, ABD ekonomisi korumacı bir yapıya bürünerek kendini kıl payı kurtaracak. Dünya ekonomisi de peşinen korumacılığa yelken açacak. Eylül 2008’de çöken yatırım bankası Lehman Brothers’la ivme kazanan ‘küresel ekonomi kriz’ bambaşka bir evreye girecek.
Böylece, John Maynard Keynes’in yönlendirmesiyle 1944’te kurulan ‘Bretton Woods sistemi’nin sonuna gelmiş olacağız.
Temmuz 1944 – Kasım 2016: Rest In Peace ‘Bretton Woods’
Dünya, ya yeni bir ekonomi modelinin ya da yeni bir savaşın eşiğine gelecek.
Yukarıda okuduklarınız, tamamiyle, Trump’ın başkan seçilmesi ve ABD senatosu + kongresinin Trump’ın planlarına set çekmemesi olasılığı üzerine yazılmıştır.
Necip = Ayn Rand = Objectivism = John Galt
Hep aynı teraneler…
Yıllardır hatalarını göremediler, acı ki; göremeyecekler…
(Not: Büyük harflerle yazılanlara dikkat.)
[Ama, simdi, olumunun uzerinden 133 sene gecmisken, BENİM İÇİN cok da anlam ifade etmiyor “zamanının verili gerçeğini kavramış” olmasi..]
[Fikirlerinden istifade EDECEĞİMİZ KADAR ETTİK. O bakimdan, artik orjinalligi de kalmadi.]
[Yukarida YAZDIKLARIM yeter mi?]
[Eyi, bunu –diyelim– kabul ETTİM, EDEYİM.]
[Karl Marx dahil, kimseyi guzelleme teorileri ile karidesteki inci haline getirmek ne niyetim oldu hic, ne de itibar ederim. Herseyin kiymeti faydasi kadardir, ‘ziynet’ esyasi olmak bir deger ifade etmez BENİM AÇIMDAN.]
[Soylediklerimi “parlak, gösterişçi bilgiler” olarak goruyorsaniz, BENCE o sizin sorunuzdur.]
[Ben bunu “soyleyecegim sozun nereye gidecegi konusunda daha dikkatli olmaliyim” OLARAK OKUYORUM; evet, oyle yapmanizda fayda var BENCE DE.]
Yukarıda gösterdiğimiz köşeli [] parantez içindeki ifadelerde:
“BENİM İÇİN”,
“EDECEĞİMİZ KADAR ETTİK”,
“YAZDIKLARIM”,
“ETTİM, EDEYİM”,
“BENİM AÇIMDAN”,
“BENCE”,
“OLARAK OKUYORUM”,
“BENCE DE” gibi;
“zamir” tercihleri, izah şekilleri; “Ayn Rand” ve türevlerinin, kendilerini savundukları (ikircikli davranıp, sayın Necip gibi “savunmuyorum” yalanını atsalar da) yegâne taktiktir.
“19” numaralı metnimizi dikkatle değerlendirmenizi öneriyoruz:
{{{
…
[Eksik/yanlis olan da su: Kapitalizme mudahale etmek, onu ortadan kaldirmak, degistirmek vs vb amaciyla ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.]
Yıllardır iştirak ettiğimiz her toplantıda, teketek görüşmelerde, çoklu görüşmelerde, müzakerelerde, münazaralarda, mülakatlarda, havadan-sudan muhabbetlerde, ciddi muhabbetlerde, anket görüşmelerinde, sempozyum-panel-konferans vb.’lerinde; “kapitalizmin ölümcüllüğü”nden bir başlık açılsa, kapitalizmi savunmaya teşne olanlar, İSTİSNASIZ, HEP AYNI CEVABI VERDİ: [ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.]
Kapitalizmi savunmaya teşne olanlar, bir üst paragrafta, köşeli [] parantez içinde yazılan “ZIRVA”dan öte hiçbir şey söyleyemediler.
…
}}}
Sayın “Necip”in uyguladığı taktiğe, meşhur örnekler verelim:
Örnek 1:
“Greed is good”: Gordon Gekko veya Milton Friedman (1979)
( https://www.youtube.com/watch?v=RWsx1X8PV_A )
Örnek 2:
“Etik Egoizm” zırvasının kraliçesi “Ayn Rand” (1979):
( https://www.youtube.com/watch?v=3u8Jjth81_Q )
Ayn Rand’ın zehirli beyni ile sayın “Necip”in zırvalarının aynı olduğunu öğrenmek için, Rand’ın yukarıdaki konuşmasının transcripti:
( https://libertarianreality.wordpress.com/2014/12/23/ayn-rand-on-the-phil-donahue-show-1979-transcript/ )
“NEDEN SOSYALİZM?”
“BENCİL DÜRTÜLERİN SÜREKLİ ÖNE ÇIKARILMASI TEHLİKESİ NE DEMEK?”
ALBERT EINSTEIN
“Why Socialism?”,
“Monthly Review”, Mayıs 1949
Aslı için ( http://monthlyreview.org/2009/05/01/why-socialism/ )
[Çevirenler:
İhsan Kamalak (yrd. doç. dr.), Mersin Ünv.
Nazım Dura (öğrenci), Mersin Ünv.]
Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birisinin sosyalizm üzerine görüşlerini açıklaması önerilebilir mi? Bunun birkaç nedenle olabileceğine inanıyorum.
Öncelikle soruyu bilimsel bilgi açısından ele alalım.
Astronomi ile iktisat arasında önemli yöntemsel farklılıklar yokmuş gibi görünebilir: Her iki alandaki bilim insanları olaylar arasındaki bağlantıyı olabildiğince anlaşılır kılmak için, belirlenmiş bir grup olayda genel kabul gören yasaları keşfetmeye çalışırlar. Bu tür yöntemsel farklılıklar gerçekte vardır. İktisat alanında genel yasaları keşfetmek, ayrıştırılarak incelenmesi çok zor olan birçok faktör tarafından etkilenen iktisadi olgularca zorlaştırılır. Ayrıca, insanlık tarihinin uygarlık periyodunun başlangıcından beri oluşan birikim (ki çok iyi bilinir) iktisadi olmayan etkenler tarafından sınırlandırılmış ve etkilenmiştir. Örneğin; tarihteki büyük devletlerin çoğu, varlıklarını fetihlere borçludur. Fetihçi insanlar, kendilerini yaygın ve ekonomik olarak fethedilen yerlerde ayrıcalıklı sınıf olarak konumlandırmışlardır. Toprak mülkiyetini ele geçirmişler ve (yönetimine) kendi üyeleri arasından din adamları & yöneticiler atamışlardır. Din adamları eğitim sistemini kontrol ederek toplumdaki sınıfsal bölünmeyi sürekli olarak kurumsallaştırmışlar ve insanların büyük oranda, bilinçsizce uydukları sosyal değerlerle yönlendirilen değerler sistemi yaratmışlardır.
Fakat tarihsel gelenek geçmişe aittir; Thorstein Veblen’in insanlık gelişiminin “yağmacı aşaması” olarak adlandırdığı şeyin gerçekte hiçbir yerde üstesinden gelememişiz. Bu aşamaya bağlı gözlenebilen ekonomik gerçeklikleri ve onlardan çıkarılan yasaları dahi diğer aşamalara uygulayamayız. Sosyalizmin gerçek amacı insanlık gelişiminin yağmacı aşamasını kesin olarak ortadan kaldırmak ve daha ileri gitmek olduğu için, iktisat bilimi mevcut durumuyla geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilmektedir.
İkinci olarak; sosyalizm bir “sosyal-ahlâksal” amaca yönelmiştir. Bilim diğer taraftan amaçları yaratamaz ve onları insanların zihinlerine yerleştiremez; bilim, en çok belirli amaçlara ulaşmayı sağlayabilecek araçları sunabilir. Fakat bu amaçların kendileri yüksek ahlâk ideallerine sahip kişilerce algılanırlar ve bu idealler (henüz başarısız olmamışlar, gerekli ve güçlü iseler) toplumun yavaş gelişimini belirleyen yarı bilinçli insanlar tarafından adapte edilirler ve ileri götürülmeye çalışılırlar.
Bu nedenlerden dolayı, insanlarla ilgili sorunlar olduğu zaman, bilimin ve bilimsel yöntemin yapabilecekleri konusunda abartılı olmamaya dikkat etmeliyiz; ve toplumun organizasyonunu etkileyen sorunlar konusunda tek söz söylemesi gerekenlerin uzmanlar olması gerektiğini düşünmemeliyiz.
Son zamanlarda birçok ses, insanlığın bir krizden geçtiğine ve istikrarın tehlikeli biçimde kesintiye uğradığına vurgu yapmaktadır. Bireylerin (küçük veya büyük) bağlı oldukları gruplara karşı duyarsız, hâttâ düşman olması bu gibi durumların karakteristik özelliğidir. Ne kastettiğimi göz önüne sermek için, kişisel bir deneyimimi aktarmak isterim. Yakın bir zamanda iyi niyetli aydın bir insanla, bence insan varlığının sonu anlamına gelecek olan yeni bir savaş tehlikesi üzerine konuştum. Böyle bir tehlikeye karşı sadece uluslar-üstü bir kurumun koruma sunabileceğini öne sürdüm. Bunun üzerine misafirim rahat ve soğukkanlı bir biçimde “neden insan ırkının yok olmasına bu kadar karşısın?” diye sordu.
Çok değil bir yüzyıl öncesine kadar, hiç kimsenin böyle bir düşünceyi bu kadar rahat ileri süremeyeceğinden eminim. Bu, kendi içinde bir dengeye ulaşmaya çalışmış ve başarıya ulaşacağına umudunu az-çok yitirmiş bir insanın düşüncesidir. Bu, bugün birçok insanın etkilendiği yalnızlık ve izolasyonun dışa vurumudur. Nedeni nedir? Bir çıkış yolu var mıdır?
Bu soruları sormak kolaydır, fakat onlara ikna edici yanıtlar vermek hiç kolay değildir. Ben duygularımızın ve mücadelelerimizin çok sık olarak çeliştiğini, belirsiz olduğunu ve basit ve sade formüllerle açıklanamayacaklarının farkında olsam da, elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım.
İnsan aynı anda hem yalnız hem de toplumsal bir varlıktır. Yalnız bir varlık olarak, (insan) kendi kişisel arzularını tatmin etmek ve yaradılıştan gelen özellikleri geliştirmek için kendilerinin ve yakınlarının varlıklarını korumak ister. Sosyal bir varlık olarak (ise, insan) diğer insanların şefkat ve takdirini kazanmaya, onlarla zevklerini paylaşmaya, onların acılarını dindirmeye ve yaşam koşullarını geliştirmeye çalışır. Yalnızca sık sık çelişen bu farklı gayretlerin varlığı, bir insanın özel karakterini açıklar; ve bunların özel bileşimi insanın iç dengesini ne dereceye kadar kurabileceğini ve toplumun refahına bulunabileceği katkıyı belirler. Bu iki dürtünün göreli gücünün temel olarak kalıtım yoluyla belirlendiği büyük olasılıktır. Fakat sonunda ortaya çıkan kişilik, gelişimi boyunca kendini içinde bulduğu çevre, içinde büyüdüğü toplumun yapısı ve o toplumun geleneği ile yetiştirilme biçimi tarafından şekillenir. Soyut toplum kavramı, birey olarak insana, kendi çağdaşları ve kendinden önceki bütün kuşaklarla doğrudan ya da dolaylı bütün ilişkilerinin toplamını ifade eder. Birey, tek başına düşünebilir, hissedebilir, mücadele edebilir ve çalışabilir; ancak fiziksel, duygusal ve entelektüel olarak topluma öyle bağlıdır ki, onu toplum dışında düşünmek ya da anlamak imkânsızdır. İnsana, yiyecek, giyecek, ev, iş araçları, dil, düşünme biçimleri, ve düşüncelerin içeriğini sunan “toplum”dur; İnsan yaşamını olanaklı kılan “toplum” kavramının arkasında, geçmişte ve bugün yaşayan milyonlarca insanın emeği ve başarıları bulunmaktadır.
Bu yüzdenden de bireyin topluma bağımlılığı (tıpkı karınca ve arılarda olduğu gibi) ortadan kaldırılamayacak olan doğal bir gerçektir. Diğer taraftan, karıncaların ve arıların bütün yaşam süreci kalıtsal içgüdülerle sıkı ve detaylı biçimde belirlenirken, insanların birbirleriyle ilişkileri ve sosyal modelleri çok farklıdır ve değişime açıktır. Bellek, yeni bileşimler yapma kapasitesi ve sözlü iletişim yeteneği, insanlar arasında biyolojik ihtiyaçlar olmayan gelişmeleri olanaklı kılmıştır. Bunun gibi gelişmeler; kendilerini gelenekler, kurumlar ve kuruluşlarda; edebiyat; bilimsel ve teknik başarılarda; sanat çalışmalarında gösterir. Bu, insanın kendi yaşamını kendi davranışları ile etkileyebileceğini ve bu süreçte bilinçli düşünüşün ve arzulamanın rol alabileceğinin nasıl olduğunu kesin biçimde açıklamaktadır.
İnsan, kendi türünün özelliklerinden olan doğal arzular da dahil, sabit ve değiştirilemeyen bir yapıyı doğuştan, kalıtsal yollardan kazanmaktadır. Ayrıca, yaşamı boyunca iletişim ve diğer birçok etki çeşitleri ile topluluktan edindiği kültürel yapıyı almaktadır. Zamanla değişime açık olan ve büyük oranda bireyle toplum arasındaki ilişkiyi belirleyen bu kültürel yapıdır. Modern antropoloji, bizlere, ilkel olarak adlandırılan toplumların karşılaştırmalı incelenmesi ile insanların sosyal davranışlarının geçerli kültürel modellere ve toplumda ağır basan örgütlenme biçimlerine bağlı olarak büyük oranda değişebileceğini göstermiştir. İnsan yaşamını iyileştirme mücadelesini verenlerin umutlarını bağlayacakları budur: İnsanlar, biyolojik yapıları dolayısıyla, birbirlerini yok etmeye ya da zalim birinin insafına kalmaya, bencil/kötü kadere sığınmaya mahkûm edilmemişlerdir.
İnsan yaşamını mümkün olduğunca tatmin edici bir duruma getirmek için, toplum yapısını ve insanın kültürel davranışlarını nasıl değiştirebileceğimizi kendi kendimize sorarsak, değiştiremeyeceğimiz kesin koşullar olduğu gerçeğinin sürekli olarak bilincinde olmamız gerekir. Daha önce de bahsedildiği gibi, insanın biyolojik doğası, bütün pratik amaçlar için, değişime konu değildir. Ayrıca son birkaç yüzyıldaki demografik ve teknolojik gelişmeler, günümüzde de ayakta duran koşullar oluşturmuştur. Varlıklarını devam ettirebilmek için zorunlu olarak birçok mala ihtiyaç duyan görece kalabalık toplumlarda, yoğun bir iş-bölümü ve merkezileşmiş üretim yöntemleri kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda, mükemmel görünen bireylerin ya da küçük grupların kendi kendilerine tamamen yetebildikleri zaman çoktan geçmiştir. İnsanoğlunun artık evrensel bir üretim ve tüketim toplumu oluşturduğunu söylemek bir abartı olmayacaktır.
Zamanımızın krizinin özünü bana göre neyin oluşturduğunu özetle belirteceğim noktaya gelmiş bulunuyorum.
Bu, bireyin toplumla olan ilişkisiyle ilgilidir. Birey, her zamankinden daha çok topluma bağımlı olduğunun bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı pozitif bir varlık, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil de, doğal haklarına hâttâ ekonomik varlığına tehdit olarak değerlendirmektedir. Ayrıca, toplum içindeki konumu öyledir ki, doğal olarak zayıf olan sosyal dürtüleri yavaş yavaş bozulurken, yapısının bencil dürtüleri sürekli öne çıkarılmaktadır. Toplumdaki konumları ne olursa olsun, bütün insanlar bu tür bozulmadan etkileniyorlar. Kendi bencilliklerinin mahkûmu olduklarını bilmeden, güvensiz, yalnız; ve yaşamın basit, sade ve saf zevklerinden yoksun hissetmektedirler. İnsan, kısa ve tehlikeli yaşamın anlamını, sadece kendini topluluğa adayarak bulabilir.
Bugün de olduğu gibi kapitalist toplumdaki ekonomik anarşi, bence, şeytani kötülüklerin gerçek kaynağıdır. Önümüzde, kolektif emeğin ürünlerinden (zorla değil, hukuken belirlenmiş kuralara göre yapılan) birbirlerini mahrum bırakma uğraşı verenlerin üyesi olduğu büyük bir üreticiler topluluğu görmekteyiz. Bu bağlamda, üretim araçlarının (bu, sermaye ve tüketim malları üretimi için gerekli bütün üretim kapasitesi demektir) hukuksal olarak ve büyük oranda bireylerin özel mülkiyetinde olduğunun farkında olmak önemlidir.
Basit biçimde, terimin alışılmış kullanımına tam uygun olmasa da, üretim araçları mülkiyetinde payları olmayanları “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim araçlarına sahip olanlar, işçilerin emek gücünü satın alacak konumdadırlar. İşçiler, üretim araçlarını kullanarak, kapitalistlerin mülkü (olacak) olan yeni mallar üretmektedirler. Bu sürecin temel noktası, her ikisi de gerçek değer olarak (hesaplandığı kabul edilen), işçilerin ürettikleri ile onlara ödenenler arasındaki ilişkidir. İş anlaşması “serbest” olduğu sürece, işçinin aldığı (ücret) ürettiği malların gerçek değeri ile değil, fakat asgari ihtiyaçları ve iş için birbirleriyle rekabet eden emekçilerin sayısıyla bağlantılı olarak, kapitalistlerin işgücüne olan gereksinimleri tarafından belirlenir. İşçi ücretlerinin, ürettiklerinin değerine göre belirlenmediğinin teorik olarak da anlaşılması önemlidir.
Kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik gelişmeler ve artan iş bölümünün küçük birimler aleyhine büyük üretim birimlerinin kurulmasını teşvik etmesi nedeniyle, özel sermaye birkaç elde toplanma eğilimi göstermektedir. Bu gelişmelerin sonucu, demokratik olarak örgütlenmiş siyasal toplum tarafından dahi olağanüstü gücü kontrol edilemeyen bir özel sermaye oligarşisidir. Bu; yasama organı üyeleri siyasal partilerce seçilseler de, pratik nedenlerle yasamayı (organını) seçmenlerden koparan (özel) kapitalistlerce finanse edildikleri veya etkilendikleri için doğrudur. Sonuç ise, halkın temsilcilerinin olanakları kısıtlı kesimlerin çıkarlarını gerçekte yeterince koruyamamalarıdır. Ayrıca, mevcut koşullarda özel kapitalistler basın, radyo, eğitim gibi bilginin ana kaynaklarını doğrudan veya dolaylı olarak kontrol etmektedirler. İşte bu yüzden de, tek tek vatandaşların nesnel yargılara varmaları ve siyasal haklarını entelektüel biçimde kullanmaları çok zor olmakta, çoğu durumda da mümkün olmamaktadır.
Sermayenin özel mülkiyette olduğu bir ekonomide öne çıkan durum iki ilke tarafından biçimlendirilmektedir:
İlk olarak, üretim araçlarının (sermeyenin) özel mülkiyette olması ve maliklerin/sahiplerin uygun gördükleri biçimde kullanmaları;
İkinci olarak, iş sözleşmesi serbestisidir. Tabii ki, bu anlamda pür kapitalist bir toplum diye bir şey yoktur. İşçilerin, bazı emekçi kategorileri için “serbest iş sözleşmesinin” biraz iyileştirilmiş biçimini uzun ve acılı siyasal savaşımlarla elde etmeyi başardıklarının altı özellikle çizilmelidir. Fakat bütün olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi, “pür” kapitalizmden çok da farklı değildir.
Üretim, kullanım için değil; kâr için sürdürülmektedir. Çalışabilecek ve çalışmayı arzu eden herkesin iş bulma durumunda olduğuna dair bir koşul yoktur. Neredeyse daima bir “işsizler ordusu” mevcut olmuştur. Emekçi, sürekli işini kaybetme korkusu taşır. İşsizler ve düşük ücretli işçiler kârlı bir pazar oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi kısıtlanır/sınırlanır ve sonuç; büyük zorluklardır. Teknolojik gelişmeler, herkes için iş yükünü azaltmaktan ziyade, büyük oranda işsizliğe yol açmaktadır. Kapitalistler arasındaki rekabetle de bağlantılı olarak, kâr güdüsü, şiddetli (ekonomik) durgunluklara/çöküşlere yol açan sermayenin kullanımı ve birikiminde istikrarsızlıkların nedenidir. Sınırlandırılmamış rekabet, korkunç (miktarda) emek israfına ve yukarıda söz ettiğim; bireylerin sosyal bilincinin bozulmasına yol açmaktadır.
İnsanların tek tek “bireyci” zihniyete maruz bırakılarak sakatlanması; kapitalizmin sanırım en kötücül hâlidir. Eğitim sistemimizin tamamı bu kötülük nedeniyle acı çekmektedir. Mezuniyet sonrası başlayacakları kariyerlerinde “daha fazla edinmek” fiiline adeta tapmaları amacıyla; okullarımızdaki her bir öğrenci “en azılı rekabetçi görüşler”le yetiştirilmektedir!
Bu kötülükleri ortadan kaldırmanın sadece tek yolunun olduğuna inanıyorum:
Sosyal amaçlara yönelmiş bir eğitim sistemiyle desteklenmiş sosyalist bir ekonomik sistemdir.
Böyle bir ekonomide üretim araçlarına, toplumun kendisi sahiptir ve (onları) plânlayarak kullanır. Üretimi toplumun gereksinimlerine göre uyarlayan plânlı bir ekonomi, yapılacak işleri çalışabilecekler arasında dağıtacak ve her çocuk, kadın ve erkeğin yaşam koşullarını garanti altına alacaktır. Doğuştan gelen becerilerini geliştirmesine ek olarak, günümüz toplumunda başarının ve gücün yüceltilmesine karşılık, bireyin eğitimi onun diğer insanlara karşı sorumluluk duygusunu geliştirmeye çalışacaktır.
Bütün bunlara rağmen, plânlanan ekonominin sosyalizm olmadığının bilincinde olmak gerekir. Böyle bir plânlı ekonomi, bireyin tamamen köleleştirilmesi ile de beraber olabilir. Sosyalizmin başarısı çok güç bazı sosyo-politik sorunların çözümünü gerektirir:
Siyasi ve ekonomik gücün geniş kapsamda merkezileştiği düşüncesiyle, bürokrasinin çok güçlü olmasını ve aşırılığını önlemek nasıl mümkün olabilir?
Bireyin hakları nasıl korunabilir ve bürokrasinin gücüne karşı demokratik bir denge nasıl sağlanabilir?
İçinde (bulunduğumuz) geçiş çağında sosyalizmin amaçları ile problemlerinin açık olarak anlaşılması çok önemlidir. Mevcut koşullar altında, bu sorunların özgürce ve sınırlanmadan tartışılması büyük bir tabu hâline geldiği için, bu derginin (“Monthly Review”) yayın hayatına geçmesini büyük bir kamu hizmeti olarak değerlendiriyorum.
Albert Einstein, Mayıs 1949
Abi, senin Kınalıada’daki bahçende karakulak var mı?
Varsa bana iki yavru verir misin?
https://www.youtube.com/watch?v=io9IaOiLiW0
yok.
“Gelecek On Yıl”
“Fitch Ratings”, “Standard & Poor’s”, “Moody’s” gibi kredi derecelendirme kuruluşlarının, görünüşte, ülkelerin borçlarını ödeme kapasitelerini ortaya koymayı amaçlayan kredi notlarının, gerçekte sadece ekonominin borç ödeme kapasitesiyle ilgili olmadığını, geçmişte birçok kez görüldüğü üzere, siyasi değerlendirmelerin, ekonomik değerlendirmelerin önüne geçtiğini daima hatırlatırım. Fitch’in açıklamasının, küresel mali sermayenin mevcut iktidara (RTE’ye) bakışını da ortaya koyacağını belirtmiştik.
Sonuç olarak Fitch, ülkemizin kredi notunu değiştirmedi. Özellikle borçların geldiği seviye, artarak süren borçlanma ihtiyacı, turizmdeki rezervasyon iptalleri, dış pazarlardaki daralma, vb. sorunlar nedeniyle artacak döviz talebi göz önüne alındığında, bu kararın ekonomik değil siyasi yönünün ağırlıklı olduğunu söylemek mümkün.
Suriyeli mülteciler üzerinden Avrupa ile yürütülmeye çalışılan pazarlıkların, geri kabul anlaşmasını imzalamak zorunda kalmamızın bu çerçevede anlamlandırılmasının yanlış olmadığı kanısındayız.
“Lozan’da cebe konulan taleplerin çıkarılma zamanı mı geldi?”
Bunun için ise, ortada kısa vadede görmezden gelinen ekonomik risklerden daha büyük bir siyasi amaç ve beklentilerin olması gerekmektedir. Bu beklentinin, Lozan Antlaşması’yla kazanılan ekonomik ve siyasi bağımsızlıkla ilgili olduğunu, küresel güçlerin dış borca bağımlılık konusunda gelinen noktada, Cumhuriyeti kuran kadroların, ekonomik ve siyasi bağımsızlık konusundaki kararlı duruşu sonucu, Lord Curzon’un Lozan’da cebine koymak zorunda kaldığı talepleri cebinden çıkarması için uygun zamanın geldiğine inanmaya başladıklarını düşünüyoruz.
Birçok kişinin bu sözlerimize, 35 yıldır süren ve tüm değer yargılarımızı altüst eden neo-liberal saldırının etkisiyle, “ne alakası var dış borçla, ekonomiyle bu konuların, artık dünya değişti, küreselleştik, günümüzde ekonomik ve siyasi bağımsızlık değil ekonomik ve siyasi bütünleşme (entegrasyon) önemlidir, dışarıdan gelen para borç değil yatırımdır” diyerek itiraz etmesi, bizi çağ dışı kalmakla suçlaması mümkündür.
Bu teze yanıtımız, yeni zannettikleri “küreselleşme” kavramının gerçekte hiç de yeni olmadığı.
Küreselleşme kavramının, İngiliz tarihçi H. G. Wells’in 1910’lu yılların sonunda yazdığı “Outline of History” isimli kitabında, “bütün egemenlikler tek bir egemenlik içinde eritilmezse, ulusların üstünde bir erk yaratılmazsa dünya yok olacaktır” şeklindeki sözleriyle, İngiliz egemenliğinde kurulacak federal bir dünya devletinin felsefi temelini oluşturmak amacıyla dile getirilmiş olduğudur.
Bu itirazı yapacak olanlar, merak edip, konuyu hilafet tartışmaları bağlamında değerlendiren Atatürk’ün Büyük Nutkunu okurlarsa, Atatürk’ün, H. G. Wells’in bu iddiasının nasıl bir aldatmaca olduğuna ilişkin, “‘Birleşik Dünya Devleti’ kurma düşünün tatlı bir düş olduğunu yadsıyacak değiliz. Türkiye’ye tebelleş olmamaları koşuluyla…” şeklindeki sözlerini, Atatürk’ün “ulus devlet-emperyalizm ilişkisi” üzerine düşüncelerini öğrenme fırsatını bulacaklardır.
http://www.anadoluaydinlanma.org/Ataturk/kuresellesme_hakkindaki_gorusler.pdf
Yine biraz merak edilip okunsa, benzer görüşlerin 2011’de ABD’li George Friedman tarafından, ABD’nin küresel hakimiyetinin (yazarın sözleriyle “imparatorluk iddiasının”) gerçekleşmesinin, dünyanın geleceği için kaçınılamaz bir zorunluluk olduğunun anlatıldığı, Türkçeye “Gelecek On Yıl” ismiyle çevrilen, “The Next Decade” isimli kitapta da dile getirildiğinin, küresel gücün en büyük düşmanının ulus devletler olduğunun ve yıkılması gerektiğinin büyük bir açık sözlülükle dile getirildiği görülecektir.
Karşıt bir gurubunsa, “ne kaldı ki bağımsız ekonomi adına, her şey satıldı, bırakınız finans (bankacılık, sigortacılık) ve sanayi sektörünü, perakende sektörü bile büyük ölçüde yabancıların eline geçti. Bağımsız ekonominin olmadığı yerde bağımsız bir ülkeden söz etmek mümkün olabilirmi ki?” diyerek itiraz etmesi de mümkün.
Son 35 yıldır, kesintisiz sürdürülen neo-liberal deregülasyon/deformasyon sürecinin neden olduğunu düşündüğümüz umutsuzluğu yansıtan bu yaklaşımın da doğru olmadığı hatta daha tehlikeli olduğu kanısındayız.
1980 Özal/Evren iktisadi ve siyasi darbesiyle başlayan ve 35 yıldır kesintisiz bir şekilde ülkemizi yöneten, neo-liberalizmle barışık iktidar yapısı ile uluslararası küresel mali sermaye arasında kurulmuş olan kazan-kazan ilişkisi, Cumhuriyet’in kurucu değerleri, yurttaşların ekonomik çıkarları ve bireysel özgürlüklerini elinden alma karşılığı halen devam etmektedir.
Ekonomik ve siyasi olarak bağımsız Cumhuriyet projesini sonlandıracak hamle ise yerel yönetimleri güçlendirmek, özgürlükleri artırmak, darbe anayasasına son vermek, hukukun üstünlüğünü tesis etmek, vb. gibi, son 35 yılda, içi boş ancak “çekici” sloganlarla piyasaya sürülen yeni anayasa sürecinin tamamlanması olacaktır.
Ahmet Müfit
beyaz yakalilar, siz bu ahmet müfit’in yazilarini sanirim neo-liberalizm karsiti, ulus-devlet/ulusal ekonomi savunucusu milli/milliyetci söylemleri nedeni ile begenip buraya asiyorsunuz. bu adamin yazilarinda anti kapitalist bir argüman yok. buraya yazi asan okuyucular o yazidan ne anliyorlar, yazinin iceri konusunda ne dü$ünüyorlar, kisaca belirtseler ortaya verimli bir tarti$ma cikar. 72 nolu yaziyi okuyan insanlarin o yazi hakkinda farkli düsüncelere sahip olacaklari kesin. önemli olan o yazidan ne anlasildiginin aciklanmasi, tartisilmasidir, aksi durumda herkes okuduguyla kalir.
Necip’e cevap: 1. İstatistiklere göre devletler veya imparatorluklar eceliyle ölmez. Başka güçler veya sisteme, çağın gerekliliklerine ayak uydurumadıkları için yok olurlar. İmparatorlukların parçalanma sürecini az çok tarih kitaplarından herkes bilir. (Necip ben şahit olmadım derse şaırmam). Osmanlı’nın da diğer imparatorluklar gibi 16.yy dan itibaren Avrupa’daki kapitalistleşme ve sanayileşme sürecine geçemediği için yıkıldığını uzun uzadıya yazmayacağım ancak 2012 yılında yazmış olduğum tespitlerimi ve öngörümü buradaki dostlarla paylaşmak isterim:
Öncelikle, kavramlar ve söylemler üzerinden hegemonyaya veya hakim düşünme biçimine teslim oluyoruz. Modern toplumu anlamak için yeterince düşünmüyoruz. DNA analizlerine veya ırka dayalı bilimsel olmayan yaygın bir bakış açısıyla Amerika’da siyahiler her zaman suç işleyen insanlar olarak görülür. Bu türden bir bakış açısı ideolojik manipülasyonlarla oluşturulur. Temel sebebi de meseleleri sosyo-ekonomik realiteden uzaklaştırmak, sorunların başka bir yerde aranmasını sağlamaktır. Foucault’ya göre, toplumu “disipline eden” kurumlar ve hegemonik biçimler zihniyetimizi belirler. Aile, eğitim sistemi, din, cinsellik, delilik vb kurumların yapısını ve onların işleyiş biçimini sorgulamadan zihniyet dönüşümünü gerçekleştirmek pek kolay değildir. Çünkü toplumu “normalize ve disiplinize” eden kurumlar hakim sınıflarca bellirli bir bakış açısıyla inşaa ediliyor. Aslında bu hakim sınıflar da iktisadi sömürü üzerine oturmaktadır ve bu sistemin sürmesi için elinden geleni yapmaktadır. Foucault’nun bakış açısı, Marx’ın söylediği gibi, iktisadi hayattaki bölüşüm sorunlarının çözümünün üst yapıyı değiştireceği söyleminden uzaktır. Ekonomistik ve iktisadi indirgemeci bakış açısından biraz çıkıldığında çok da haksız sayılmayacak türden bir düşüncedir. Ancak Marx’ın yabancılaşma kavramı ve nihayetinde insanın özüne dönme meselesi iktisadi indirgemecilikten durumu başka bir boyuta taşımaktadır ki bu da onun insanlığa olan inancıyla örtüşmektedir. Zihniyet meselesine tekrar dönersek, Filozof Zizec bir konuşmasında şöyle diyor: “İnsanlar günümüzde uzaydan bazı yaratıkların gelip dünyayı istila fikrine, kapitalizmin bir gün sona ereceği fikrinden daha çok inanıyor”. Tarihin sonu geldi, kapitalizm ebedi sürecektir diyen ve bir çeşit nihilist ve karamsar bakış açısı da epeydir yaygın. Elbette aydınlanmacı, pozitivist bakışın sorunları var (tarih lineer bir şekilde iyiye ve doğruya yönelmiyor) ancak şuanki post modern düşünce biçiminin de insanların özgür, barışçı ve akılcı bir biçimde iyi bir gelecek kurma potansiyelini de sıfırlamaya çalıştığı çok açıktır. Polanyi’ye göre serbest piyasa tam bir ütopyadır. Piyasa kapitalizminin dizginsiz gelişmesi toplumsal olan her şeyi yıkmaktadır. Tarih boyunca süregelen kolektif, dayanışmacı ve paylaşımcı karakteristikleri olan insani-toplumsal yapı yıkılınca, sistem kendini de yıkıyor. ABD ve Avrupa’da piyasaların çöküşüne şahit olduk. ABD’deki kamulaştırmalar Polanyi’yi haklı çıkarmıştır. FED’in 6 yıldır sistemi kurtarma çabaları ise devam etmektedir. Birkaç gündür dikkatimi çeken şey de ülkede demokrasi biterken borsadaki yükseliştir. Bakıyoruz işsizlik artıkça piyasalar şenleniyor. Toprak zehirleniyor, doğa katlediliyor, insanlar aç kalıyor ama ekonomik büyümeyle övünüyor sistem. Araba sayısı veya silah alımlarıyla, zehirli atık üreten fabrika sayısı arttıkça GDP artar. (Bizdeki artışın büyük bölümü yanlış hesaplamalar ve AKP propagandası içindir) “Zenginlik” artarken refahımız düşüyor. Toplum ve insanlık ölüyor. Polanyi doğruları söylüyor. IMF Başkanı Lagarde bile, geçenlerde, son yıllarda zengin ve yoksul ülkeler arasında hızla artan gelir dağılımı bozulmasına değiniyordu. Sistem pek de iyi işlemiyor ve insanlara umut vaat edemiyor ancak ne zaman insanlar bu sistemi değiştirecek bunu söylemek çok zor.
Unutmamak gerekir ki kavramlar ve söylemler algıları biçimlendirir. Hegemonya bu kavramlardan üretilir. Siyaset bu algıları bilmekten geçer ve toplumsal analizlerden üretilir. Ülkemizde bolcana kullanılan milliyetçilik, muhafazakarlık, demokratlık, İslamcılık, Atatürkçülük vb kavramları iyi bilmemiz ve kimler tarafından neden kullanıldığını ve neye hizmet ettiğini görmemiz gerekir. Özellikle, hukuk, eşitlik ve demokrasi kavramlarını kimlerin sahiplendiğine ve nasıl içinin boşaltığına iyi bakmak gerekir. 1789 yılındaki Fransız Devrimi’nin söylemlerini ve sonrasında da neler olduğunu unutmamak gerekir. Özgürlük ve kardeşlik kavramları devrim sonrasında biterken, eşitlik yanlızca girişimcinin fırsat eşitliğine indirgenmiştir. Kavramları yeniden değerlendirmek, yitirdiğimiz doğru söylemleri tekrar sahiplenmek ve yenileriyle yola devam etmek zaruridir. Aksi takdirde fikir üretmek ve geleceği kurmak mümkün olmayacaktır. Türkiye’de sol nedir? Ulusalcı kimdir? Liberal kimdir? Milliyetçilik nedir? Mevcut siyasi partilerin söylemleri nereye oturur? Etnik ve dini siyaset söyleminden, geçmişte batı ülkelerinde olduğu gibi sınıfsal bir düzleme geçilemiyor. İşçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarları enternasyonelist bir dayanışma gerektirdiği halde söylemleri daha içe kapanık ve milliyetçi bir şekilde iken, sermaye ulusötesi bir çıkar ağı şeklinde çalışmakta ancak topluma bir milli sermayeden milli çıkarlardan, ortak kaderlerden bahsedilip sürekli bir milliyetçilik, vatanseverlik, dindarlık vb pompalanıyor. Yunanistan’daki bir işçiye düşman olup, çok şükür Sabancı bize ekmek veriyor diyen fabrika işçimizin durumuyla, Güler Sabancı’nın büyük yabancı şirketlerle birlikte çalışıp sermayesini bölüştüğü yerde, içeriye bu vatan bizim hepimiz aynı gemideyiz ey halkım diye seslenişi bu ideolojik manipülasyon durumumuna bir örnek olarak verilebilir. Hatta Maslak Ormanı’nı yok eden Aliağaoğlu’nu çok seven binlerce yoksul ve işsiz yurttaşı bulabilirim size. Sınıfsal düzlemdeki bir siyasete geçilememesi çok ciddi bir açmazdır. İdeoloijik manipülasyonlar çok yaygın bir biçimde yapılmakta ve bu geçiş engellenmektedir. Bizim gibi İslam coğrafyasında yaşayan ülkelere özgü durumlar da var. Örneğin, İran’da önce ulusalcı Musaddık darbeyle devrilmiştir. Sonra Amerikan şirketlerinin adamı Şah Rıza devri başlamıştır. Rıza, orada kurduğu seküler ve oligarşik yapıda geniş kitlelerin gelirden iyi pay almaması ve yeterince eğitilmemesi sonucunda bir islam devrimiyle yıkılmıştır. Yoksul kitleler çareyi İslam’da aramışlardır. Sol-sosyalist bir evrilme yerine, İran’da içe kapalı, otoriteryan bir din devleti anlayışı ve doğal kaynak ihracıyla beslenen milli-iktisadi bir yapı kurulmuştur. Bizdeki AKP, Mısır’daki İhvan farklı bir sürecin sonucudur. Sünni-islamcı otoriter devlet ve kapitalist iktisadi yapıyı birleştirme çabaları yaşanmıştır.
Burjuvazinin kurmuş olduğu “modern” devletlerdeki kurguyu iyi anlamak gerekiyor. Birincisi, önce devlet yapısı kurgulanıyor ve ona uygun bir toplum biçimlendiriliyor. Elbette süreç karşılıklı etkileşim biçiminde ve mevcut insan malzemesini gözardı etmemek gerekiyor. Toplumsal kurumlar örneğin din bile uygun bir şekle getiriliyor. Weber’in söylediğinin aksine burjuvazi kendi dinini yani Protestanlığı kuruyor. Protestanlık burjuvaziyi doğurmuyor. Katolik bir din anlayışı uzun süren bir mücadelede hakimiyetini yitiriyor. Katolik inancının faiz ve sermaye birikimi konusunda bir engel teşkil etmesi Protestanlığa yönelmenin temel nedenlerindendir. İkincisi, Avrupa’da homojen bir devlet ve toplum inşaasından bahsedemiyoruz. Önce Hollanda-İngiliz serbest ticaret kapitalizmi, sonra Alman-Amerikan tarzı bir sanayileşmeci ve tekelci kapitalist devlet modeli var. İlki daha çok uluslararası ticaret ve girişim sermayesine dayanıyordu. Kurdukları denizaşırı, bugünkü çok uluslu şirketlere benzeyen, “chartered company” denilen şirketler aracılığıyla sömürge topraklarından gelen sermaye transferleri ve neredeyse bedava emeğe ve doğal kaynaklara dayanan bir sermaye birikim modeline dayanıyordu. 16.yy’da Amsterdam’da bu tür şirketlerin hisselerinin alınıp satıldığı bir borsa bile vardı. Toplum ise girişimcilik ve servet biriktirmeye, burjuvazinin mülkiyet ve ticari hakları korunacak bir biçimde şekillenmekteydi. Devlet de bu formasyonu besleyecek şekilde hukuki, mali ve idari yapısını oluşturuyordu. Vergi mekanizması incelendiğinde, verginin beyana dayalı olarak sermaye sahiplerince ödendiğini görüyoruz. Devletin denetim biçimleri ve organizasyunu da bu çerçevede düşünülmelidir. Alman modeli ise corporatist kapitalist devlet olarak farklı bir yapıdadır. Devletin büyük ölçekli şirketlere ve tekellere sahip olduğu, daha otoritaryan bir mekanizmada olduğunu görmekteyiz. Toplumun yapısı da daha “idealci”, devlete bağlı ve ona hizmet edici bir nasyonelist yapıdaydı. Kapalı ve otoritaryan bu yapı faşizme giden yolları da döşemiştir. Devlet toplumu, toplum da devleti otoriter bir yapıya sokmuştur. Habermas’ın belirttiği gibi devlet-toplum kaynaşması yaşanmıştır. Amerika’nın 1950’lerden sonra kurduğu kurumsal şirketleşmeye dayalı kapitalist devlet ve toplum inşaasında da ayrı bir durum söz konusu. Orta ve üst sınıflar şirket hisselerinin sahipliği ile adeta kapitalizmi ve o kültürü tümüyle yaşıyor ve daha çok kar bağımlısı bir toplumsal dönüşümü yaşıyor. Dünya hegemonik gücü bu kültürü ve bağımlılığı tüm dünyaya şirketleri aracılığıyla taşıyor. Kapitalizm, önceki haraca dayalı sisteme kıyasla ciddi bir niteliksel dönüşümü ifade ediyor. Kültürel homojenleşme, devlet ve toplumun benzer şekilde dönüşümleri söz konusudur. Sadece sahip olduğunuz servet veya toprak değil düşünme şekliniz, yaşam biçiminiz vb herşey sisteme uygun hale getiriliyor. Machiavelli’nin rıza ve cebir kavramlarına baktığımızda her iki yönteminde kullanıldığını görüyoruz. Gramschi’de bu ikisinin arasında rüşvet ve yolsuzluk yapılarak da hegemonyanın tesis edilebildiğini söyler.
Tarihteki önemli kırılmaları ve bizim tarihimize olan etkilerini analitik çerçeveden incelememiz lazım. Kapitalizm öncesi haraca dayalı sistemlerden kapitalizme geçiş sürecini anlayamadıksak ülkemizdeki meseleleri de anlayamayız. Burjuvazi’nin İtalya’daki şehir devletlerinde ortaya çıkması, Hollanda’nın Westfalya ile yeni bir hegomanya oluşunu, daha sonra İngiltere ve Amerika ile hegomanyanın el değiştirmesini kısaca 16.yy-20 yy arasını ve bugünkü kapitalizmin evrim sürecini bilmek zorundayız. “Modern” toplumu analiz etmeliyiz. Kendi tarihimizi de olabildiğince kendi kavramlarımız ve sınıflandırmalarımızla daha sağlıklı ve objektif bir biçimde analiz etmeliyiz. Öncelikle hamaset ve kuru milliyetçi söylemler, klişeler ve resmi ideoloji boyutunun ötesine geçmek gerekiyor. Çünkü çok anokronik bir bakış açısı hakim ve kavram kaosu var. Tabiki bu kavram anarşisi algı ve saçma sapan ideolojik bir açmaza ve sağlıklı düşünememeye ve kısır döngülere neden oluyor. Ben, Osmanlı’nın 16 yy. sonrasını şöyle özetliyorum: Haraca dayalı sistemten kapitalizme geçememe sancısıdır. Batıdaki bu süreci anlayamamaktır (Bu şokun ve çözümsüzlüğün sıkıntısı devam etmektedir). Osmanlı ve devamındaki cumhuriyet çareyi, çok geç ve sınırlı zamanda, devlet eliyle aramıştır. Osmanlı çöküşten kurtulma yollarını daha çok karasal ordunun modernleşmesi (ve bu sayede kaybedilen toprak ve zenginliğin geri alınacağı varsayımı), gayri-müslümlere çeşitli haklar tanınması, padişahın mutlak gücünün bir nebze paylaştırılması ve batıyla elçilikler üzerinden irtibat kurulması vb. yollarla aramasıdır. Tanzimat ve sonrasındaki cumhuriyet bu “modernleşme” veya kapitalistleşme çabasını göstermektedir. Batı’da ulus devletin inşaasını burjuvazi daha önce bahsettiğim kurguda ve farklı modellerde yaparken, bizde ise devlet, II.Ahmet ve III. Selim gibi “islahatçı” padişahların kurduğu modern askeri okullarda eğitimini bitirmiş, seküler askeri kadrolar tarafından kurulmuştur. Bizdeki burjuvaziyi devlet yaratmıştır. Gayri-müslimlerin ülkeden gidişi sonrasında mevcut sermaye el değiştirmiş, devlet kurduğu sanayi şirketleriyle ucuz girdi sağlamış, sermaye aleyhine herhangi bir toprak ve vergi reformu yapmamıştır….1850’li yıllarda İstanbul’daki gayri-müslim sayısı daha fazla idi. Tüccarlar, bankerler, esnaf ve zenaatkârlar, sanatçılar, eğitmenler geneli Rum’lardan oluşan insanlardı. Nüfus mübadelesi ile bunlar ülkeyi terk etmişti. Asırlardır teba olarak yaşayan “mesleksiz” Türkmenler ve diğer müslüman nüfus ise Anadolu’da yaşayan çoğunluğu tarımla meşgul küçük toprak köylüleriydi. Toprakların mülkiyeti Padişaha ait olduğundan batıdaki feodal lordların aksine herhangi bir sermaye birikimi tarım aracalığıyla söz konusu olamamıştır. Ayrıca, Avrupa’da kapitalizmle beraber köylüler prolerarleşirken bizde 1950’li yıllarda başlayan böyle bir süreç söz konusudur. Anadolu’da Sünni ve Alevi İslam anlayışının oluşturduğu bu nüfus kompozisyonu Halifelik sistemiyle ayrışmış devletin egemen anlayışı sünni İslam olmuştu. Emevi düşünce tarzının hakim olduğu bir Sünni yapı daima “seküler” devlet yapısıyla çelişkili olmuştur. Devletin modernleşme çabalarına karşı çıkan, zaman zaman ayaklanan bir “dinci” yapı her zaman mevcuttu. 1950’li yıllardan itibaren, sayıca çoğunluğun getirmiş olduğu bu gücün farkında olan iktidardaki sağcı partiler, halk yardakçısı söylemlerle bu kitleyi besleyip büyütmüşlerdir. Aleviler ise Cumhuriyet kadrolarının seküler Sünnileriyle birlikte CHP’yi desteklemişlerdir. Milli görüş kadroları ve ondan türeyen AKP’nin kökleri epey derinlerdir. AKP’de vücut bulan bu Emevi geleneği, iktidar için her yolu mübah gören, takkiyeci, hırsızlık ve rüşveti normal bulan, başkalarının hak ve hukukuna saygı duymayan bir anlayıştır.
Bugün siyasal islam ve kapitalizm bir araya gelirse neler olur diye baktığımızda yaşanabilir bir yapı olmadığını test etmiş bulunmaktayız. Bırakın Türkiye’yi Mısır’da bile yaşanılabilir olmadığını gördük. İhvan Mısır’da giderken, AKP Türkiye’de devletin kendisi olmuştur. Bizdeki geç kalmış kapitalizmin de Alman modeli gibi devletçi olduğunu, sermayenin devlet tarafından beslenip büyütüldüğünü, günümüzde ise AKP’nin rant ekonomisine biat edip nemasını aldığını görüyoruz. 6-7 Eylül olaylarını anlatan Salkım Hanım’ın Taneleri adlı filmdeki, Zafer Algöz’ün oynadığı karakter ile Ferit Şahenk veya Nihat Özdemir benzetmesini iyi düşünmek gerekiyor. Türkiye’nin kuvvetler ayrılığına dayalı liberal demokrasi serüveni 31 Mart 2014 tarihinde resmen sona ermiştir. Zaten seçimlere indirgenmiş demokrasisi de seçimlerdeki büyük bir rezaletle sonlanmıştır. Seçimlerin sosyo-psikolojik etkisi dikkate alandığında, Başbakanın yasama, yürütme, yargı ve medya erklerinin patronluğunu tamamen ele geçirmesine, herkesin şahit olduğu büyük yolsuzlukları kapatmak için yaptıklarına “normal ve sağlıklı” seçmenlerin sandıkta bir karşı duruş vermesi beklenirdi. Gezi direnişi ile başlayan umutlar, yolsuzlukların ortaya çıkarılması, CHP’nin başkent Ankara’da kazanma ihtimali, Cemaat ve liberallerin koalisyon ortaklığından çıkması bize bir kırılma yaşanabileceğinin sinyallerini veriyordu ya da olumlu beklentilerimizi yükseltiyordu. AKP siyasetini yanlış okumak veya yanlış stratejiler izlemek bizler için bir felaketle sonuçlanmıştır. AKP’nin %44 yerine %34 oy aldığını, kalan 10 puanı çaldığını düşünsek bile bu %34’ün analizini yapmak gerekiyor. AKP’nin seçmen profiline yapılan dalkavukluk ülkeyi faşizme götürmüştür. Faşizm illa askerlerle gelmez, kanunlarla da gelir. Devletin tüm kurumlarının biat etmesidir ve AKP=devlet denmesidir. Ahmet Hakan’ın AKP tabanı için, bu insanlar düşündüğünüz gibi değildir, vicdan sahibidirler vb söylemleri gerçeği yansıtmamaktadır. Gariban, yoksul, “makarnacı veya kömürcü” nitelendirilmeleri sıklıkla tekrarlanmaktadır. Oysa durum pek öyle değildir. Bu seçmenler yıllardır yapılan Sünni popülizmi neticesinde resmen şımartılmıştır. Yaptıkları “komşusunu öldürtme” politikasıdır. Kasıtlı bir öldürmenin yani bir cinayetin azmettiricisidir bu seçmen. Devlet kadroları bu kişilerle doludur. AKP seçmeni TİP’li gençleri, gazetecileri ve aydınları öldürendir, Sivas’ta, Çorum’da, Maraş’ta Alevileri öldürendir. Berkin’i terörist olarak görendir. Sokaklarda insana gaz sıkıp öldürendir. Elinde sopayla İsmail Korkmaz’ı öldürendir. Oruç tutmadı diye öğrenci bıçaklayandır. Hırant Dink’i öldürendir. Sandıklarda oyumuzu çalandır. Vatandaşlara küfür eden kamu görevlisidir. Cezaevlerinde çocuklara tecavüz edendir. Karısını kızını kapatıp başka kadınları fahişe gibi görendir. Oy pusulasını yakan türbanlı kadındır. Artık tüm kurumlarda AKP egemendir. Ankara’da seçim hilelerini ispatlasanız dahi YSK farklı bir karar vermeyecektir. Oradaki memurlar da AKP’dir.
Sonuç olarak, AKP neoliberalizmin Türkiye uygulayıcısı olarak ortaya çıkan ve uzun süredir ABD ve Avrupa tarafından palazlandırılan şimdiyse oyunun kurallarını bozan çocuk olarak görülen, yıllardır devlet kadrolarının, belediyelerin besleyip büyüttüğü ülkücü-islamcı kadroların, İç Anadolu yobazlığının kendisidir. Mısır’dan bile kötü durumdayız. Çok kötü bir sarmalın içindeyiz. AKP’nin devlet organizasyonun kendisi olması, ele geçirdiği kavram ve söylemlerle hegomanyayı yeniden tesis etmesini, toplum inşaasını tamamlamak üzere olduğunu görüyoruz. Bu toplum artık “devletçi kapitalizme” uyum sağlamış ve direnç noktalarını aşmıştır. Toplum, cebir-ikna ve rüşvetle bunu kabullenecektir. Savaşa, zulme ve toplu göçlere hazırlıklı olun. Faşizm kendi evrim sürecinde nereye giderse biz de oraya gidiyoruz.
“İŞLEVSEL SÜRÜ” ÜRETİCİSİ OLARAK “UZMANLAŞMA” KAVRAMI ÜZERİNE
“GENİŞ” CEHALETİ GİZLEYEN “DAR” BİLGİ
“Dar bir alanda derinlemesine uzmanlaşıp, hayatın diğer alanlarında zır cahil kalmak”; bu çağ için artık bir eksiklik değil neredeyse bir başka “yeni normal”dir!
Çağ; tamamen cahil değil (çağın “bilgi yükü”nden ve “bilgi toplumu” retoriğinden hareketle) kendi uzmanlık alanı hariç hemen hemen her konuda cahil insanlar çağıdır!
Bu “aşırı uzmanlaşma”ya; artan bilgi hacmi bir gerekçe olarak gösterilebilir. Bir konuda yetkinlik kazanabilmek için gerekli bilgi yükünün geçmişe nazaran çok artmış olması ve bir alanda faaliyet için “dar uzmanlaşma”nın kaçınılmaz bulunması bir dereceye kadar makûl görülebilir.
Ancak çağın “rol model insanı”ndan asıl beklenen:
Bu dar alanda da olsa “çok bilmesi” kadar diğer bütün konulardaki “zır cahilliği”dir! Bu insanları, ortaçağdaki eşdeğerleriyle karşılaştırıldığında “cahil” diye nitelemek, onların belli bir konuda sahip olduğu muazzam teknik bilgi nedeniyle tam doğru değildir. Bu uzmanlık bilgisi, bu insanlara, hayatın içinde yalancı bir “bilgili olmak” görüntüsü sağlar; ayrıca uzmanlık alanlarındaki işlevleri de toplumsal konumlarını (özellikle “mesleklerinde”) iyi yönde pekiştirmiştir. Ancak bütün bunlar o kişilerin, kendi uzmanlık alanları dışındaki konularda (ki genellikle bu alan hayatın %99′unu oluşturur) ortaçağdaki eşdeğerleri kadar kara cahil olduğu gerçeğini değiştirmez. Dar bir alandaki muazzam bilgi, diğer alanlardaki cehaleti gizler!
Özellikle bugün; “yüksek enerji fiziği”nde derya deniz bilgi sahibi olan kişi, tarih veya siyaset alanında bir ortaçağ köylüsü kadar kandırılmıştır! Yönetenler için önemli olan, dar alanda uzmanlaşmanın kendi işlevselliği kadar, belki ondan daha da fazlası, bu “uzmanlığın dışındaki “cehaletin işlevselliği”dir!
Sonuç olarak; hemen hemen bütün insanların dar bir alanda muazzam bilgi sahibi olması ve diğer konulardaki cehaleti, hemen hemen bütün insanların hemen hemen her konuda cahil olduğu bir toplum demektir!
İŞLEVSEL ve “KUKLA GİBİ” YÖNETİLEBİLİR; EĞİTİLMİŞ ve CAHİL
Ortaçağın cahil halk yığınlarının eğitilmesi, okuma yazma öğretilmesi, bütün halkı kapsayan eğitim fikri, “insancıl bir düzenin yüce bir plânlaması” olarak değil; yığınların üretim sürecinde “verimliliğinin arttırılması” nedeniyle ortaya çıktı! “Serbest Piyasa Ekonomisi (yani o meşhur ‘kapitalizm’)” denilen mefhumun nasıl işlediğini daha açık bir gözle görün artık!
Fabrikadaki işçilerin uyarı tabelalarını okuyabilmesi, şehirlerde yaşayanların toplumsal düzen için belli kuralları bilmesi gerekiyordu. Yığınsal halk eğitimi “entelektüel & kültürel” değil; “ekonomik” bir sorundu!
Ortaçağ insanı “cahil” olduğu için kolay yönetiliyor olsa da “işlevsel” değildi; özlenen durum “sömürülen emeğin sırtından daha fazla para kazanmanın” sağlanması için halk yığınlarına “işlevsellik” kazandırıldı!
ANCAK BU “İŞLEVSELLİK” KAZANDIRILIRKEN “YÖNETİLEBİLİRLİK” ÖZELLİĞİ ESKİSİ GİBİ KALMALIYDI!
İŞLEVSEL OLACAK KADAR “EĞİTİLMİŞ” AMA “YÖNETİLEBİLİR” KALACAK KADAR “CAHİL” OLMALIYDI!
İşte bu ilke için en ideal yöntem; “uzmanlaşma”dır. Genel-geçer bilgiyi göz ardı edip sadece yapacağı işle ilgili bilgiye sahip olmak, o kişiyi “işlevsel” kılarken “cahilliği”ni de muhafaza edebilirdi!
“DİKEY” İNSANLAR ÇAĞI
Yüzyıllar öncesindeki, yüzyıllarca süren bir karanlık çağın sonunda yeni bir çağa başlamanın heyecanıyla, heyecanını duydukları çağı kendi elleriyle inşa etmek için tıptan matematiğe, astronomiden şiire, bilim ve sanatın her türlüsüne hakim olmaya çalışan “yatay” insanların çağı yıllar önce kapandı!
Artık işi sadece sol elin beşinci parmağını ameliyat etmek olan doktorların,
Artık işi sadece sarı papatyalar için şiir yazabilen şairlerin,
Kısaca ifade edecek olursak; “dikey” insanların çağını yaşıyoruz!
“Edebiyatta insanla ilgili işlenmemiş büyük temalar dönemi” biteli yıllar oluyor!
Sadece günümüz yazarları değil, 40 yıldan fazla bir süre yayılmakta olan bu kangren içinde; “insanlık durumları” gibi yüce bir temayı; kocaman, ulaşılamaz bir dev olarak zorla veya kasten kabul etmiş yüzbinlerce “proje bazlı üretim yapan yazarlar” kütlesi; daha mütevazı olduğuna kani oldukları konular ile yetinip, örneğin “kişisel gelişim kitapları” gibi bir başka dev “piyasa” başta olmak üzere, ayrıntılar içinde gizlenmiş ayrıntılarla uğraşmaya artık mahkûm!
Çünkü yaşanan çağ bir bıçak yarası gibi; giriş yeri küçük, derinliği büyük, “dış dünyayla temas kurmayacaksınız” yaptırımı ile yoğrulmuş dikey bir çağ!
Yazan: Taylan Kara
14 Eylül 2014
fikret hocanin adeta bir din adami edasiyla yaptigi moralisr/ahlakci ele$tiri, ele$tiriden öte yargilamalarindan örneklere devam:
“Nihayet, söz konusu rejimler (sosyalist rejimler), ‘ekonomik büyümenin’ doğal çevreye verdiği zararları da dikkate almadılar”.
“dikkate almadilar” söylemi yanli$, dogrusu “ekonomik zararlarin dogal devreye verdigi zararlari hesaba kattilar, göze aldilar” olmasi lazim. neden? cünkü real sosyalistler oyunu kapitalist devletlerin kurallarina göre oynadilar, onlarla silahlanma da dahil, her alanda yari$a, rekabete tutu$tular; arti deger, kar, para, fiyat gibi kapitalist kategorilerle ekonomik üretim yapmakla real sosyalistler kapitalizmden köklü/radikal bir kopu$a niyetleri olmadiklarini gösterdiler. kapitalist sistemin ulus devlet/ulusalcilik ideolojisini de red etmek yerine aynen benimseyen real sosyalistler belli bir süre sonra kapitalist ekonominin sömürü ve arti deger üretmede daha ba$arili oldugunu, dolayisi ile kapitalist sömürü ili$kileri ile devletin kasasina daha fazla para girdigini de görünce, sovyetler birligi ve cin de oldugu gibi gönüllü olarak kapitalist ekonomiye geri dönü$ yaptilar.
“Bu dünyada otomobil (araba), cep telefonu, mikro-dalga fırın, Christian Dior parfümü, elektrikli diş fırçası, biber gazı, F 16 savaş uçağı… olmadan yaşamak gayet mümkün… Lakin yiyecek şey, içecek su olmadan mümkün değil.”
böylesi bir elestiriyi insanlari sade/israfsiz/günahsiz ya$amaya davet eden din adamlari ya da hümanistler yapsa anla$ilir fakat bu ele$tirinin marxist yöntem ve elestiri alakasi olmadigi kesin. bu $ekil bir elestirinin neyin, neden üretildigini aciklayip insanlari aydinlatmak gibi bir derdi olmadigi ortada. “dünyayi kurtarmaya soyunmu$ insan” edasiyla araba üretilmesin demek bir insani gülünc duruma dü$ürmekten ba$ka bir i$e yaramaz. sorun araba üretimesi degil, nasil ve ne icin üretildigir. ne demek bu? örnek: yakin zamanda amerika da alman VW araba firmasinin egsoz gazi verilerini manipüle ettigi ortaya cikti. kapitalist dünyad böylesi “skandallar” olagan. VW neden böyle bir$ey yapma ihtiyaci duydu? kendi ürettikleri arabalarin rakip firmalarin arabalarindan cevreye daha az zarar verdigini iddaa edip, daha fazla araba satmak, piyasa payini artirmak/korumak icin; özetle kapitalist ekonominin ana prensiplerinden kar/para ve pazar icin rekabet. VW masrafi göze alsa ürettigi arabalara cevreye daha az zehir sacan filtre takamaz mi? takabilir. neden yapmiyor peki? cünkü o durumda üretim masraflari artmi$ olur ve rakip sirketlerle fiyat konusunda yari$amaz ya da söyle diyelim kar marji azalir. melanetin kaynagini bu $ekilde tespit ettikten sonra burdan hangi sonuc cikar? sorun teknolojik gelisme degil, teknolojik gelismeyi durdurmak mümkün de degil gerekli de degil. teknolojiye savas acmak don kisot gibi yel degirmenleri ile sava$maya benzer. üretimin prensiplerini degistirmek lazim, prensibi degistirmek lazim. yani kar/para kazanma amacli üretim yerine ihtiyac icin ve ihtiyac kadar üretmek. üretim kar/para/pazar icin degilde ihtiyaclar icin yapilinca rekabet edecek birsey de olmaz. rekabet edecek birsey yoksa masraftan kacinma, malzemeden calma, hem insani hem dogayi/tabiati iliklerine kadar sömürmeye de gerek kalmaz. fikret hoca sanki F 16 insanlarin ihtiyaci icin üretiliyormus gibi yazmis. yani neresinden baksan bastan sona yanlis/isabetsiz elestiriler. savas ucagi nicin üretilir, i$levi nedir? kapitalist devletler arasinda ki egemenlik/güc/hegemonya/pazar kavgasinda bir devletin diger devlete üstpnlük saglama ya da rakip devletlere bogun egdirmek icin. devletlerarasi iliski özü/tabiati geregi bir egemenlik/hükümranlik iliskisidir. silahsiz/siddetsiz devlet dü$ünülemez. meselenin özünü böyle tespit ettikten sonra bundan hangi sonuc cikar: silah üretimi siradan insanlarin istegi ve ihtiyaci icin yapilmaz, devletlerin güc/siddet aracidir. devlet oldugu müddetcede üretimeye devam edilecek. hal böyleyken, “F 16 sava$ ucagi olmasa da mutlu bir yasam mümkün” gibi bir ifade anlamsiz ve gereksiz degil midir?
“İstatistiklere göre devletler veya imparatorluklar eceliyle ölmez.
Başka güçler veya sisteme, çağın gerekliliklerine ayak uydurumadıkları için yok olurlar.”
Farkinda degilsinizdir muhakkak; ama, bu dedikleriniz (ve devaminda yazdiklariniz) tam da beylik/klasik/basmakalip aciklama seklidir.
“İmparatorlukların parçalanma sürecini az çok tarih kitaplarından herkes bilir.”
‘Az-cok’ tarafini bir yana biraksak bile, tarih kitaplari bize neyin neden oldugunu anlatmaz. Sonuclara bakar ve –tam da sizin yaptiginiz gibi– hukumler cikarir. Genelde de galiplerin hukumlerini.
“Osmanlı’nın da diğer imparatorluklar gibi 16.yy dan itibaren Avrupa’daki kapitalistleşme ve sanayileşme sürecine geçemediği için yıkıldığını uzun uzadıya yazmayacağım”
Yaziniz zaten yeterince uzundu. Keske paragraflara bolseydiniz.
Ayrica, yazinizda hersey var da, olmayan tek sey –asil onemli olan da o aslinda– butun bunlarin nicin oldugu..
Yani, neden 16. yy’da Avrupa bu hamleyi yapabildi?
Ne degisti de bunu yapabildiler?
Oyle ya, Avrupa kitasinda yasayan insanlara aniden vahiy inmis gibi, belli bir davranis sergiler olmuslar (sizin yazdiklarinizdan bu da cikarsanabiliyor).
Bu da, bana, konuyu anlamak icin 16. yy sonrasina degil; oncesine bakmak gerektigini dusundurtuyor.
Ayni sekilde, ne olmustur da ‘400 cadirdan Imparatorluga’ gecmis olan Osmanli, 16. yy’dan sonra giderek cokmustur?
Bunlari aciklamak yerine, ozellikli Batili (Bati-merkezli) dusunurlerin kendi gelismelerine yonelik yazdiklari guzellemelere dayanarak analiz yaptigimizi saniyoruz.
Bu analiz filan degil, ezber tekraridir.
Geri kalan kisimdaki hayiflanmalariniz, serzenisleriniz, sikayetleriniz ise, nasil diyeyim, ‘tarihin akisina karsi gelmek’ cabalari gibi duruyor.
Konuyu, uzerinde cok da dusunmediginiz bence asikar, getirip getirip Islama filan bagliyorsunuz.
Misir’da olan bitene oykunur bir durusunuz var.
Ilginctir, retorikte, ezilenlere taraf olacaginizi ihsas ederken, Misir’daki ezilenlerin silahli bir zumre tarafindan ezilmesini alkisliyorsunuz.
Bu bir celiskidir; hem de pek derin bir celiskdir.
Ama, sasirtici degildir: Kimse, sirf dogru olan odur diye, ya da ideal/ideolojik onermeler oyle buyuruyor diye tavrini belirlemiyor.
Siz de.
Boyle olunca, baskalarindan sizin yapmadiginizi yapmalarini beklemeniz bir celiskidir –ama, yukarida degindigim uzere, aciklanabilir bir celiskidir.
Necip 1.16. yy kırılma noktası. Tabiki öncesi de var bunu söylemen bile gariptir. İtalya’da şehir devletlerin kurulması ve burjuvazinin doğuşu var. Hatta 15.yy da Floransa’da tekstil işçilerinin doğuşu bile var. Öncesinde keşifler ve yağmalama falan var. Bunları da yazmak istemiyorum. Yoksa sen Amerika’yı müslümanlar keşfetti, Küba’da camiyi biz kurduk olarak mı biliyordun. Dedim ya nasılsa gözümüzle görmedik. Hep bu batılılar bizim aklımızı karıştırmak için böyle yazdılar!. Bak güzel kardeşim bizim okuduklarımız sistem eleştirisi yapan adamlar. Düşündüğünün tam tersi. (Sana bir okuma listesi de sunmuştum). Aristokrasinin yerine burjuvazinin doğuşunun altında yatan nedenler ayrı bir yazı konusu…Zihniyet dönüşümü biraz meraktan biraz mecburiyetten ortaya çıkar. Başka bir zaman yazayım aydınlanman için.
2. Mısır’da siyasal islam projesinin ülkeyi ne hale getirdiğini bizdeki durumla karşılaştırıyorum. Siyasal İslamcı sivil bir faşist diktatörlükle akseri darbe yapanları ezen ezilmişlik ikilemiyle karşılaştırmak abestir. İkisi de aynıdır. Ben İslamcı bir kapitalizmin daha da yaşanamaz bir düzey olduğunu söylüyorum. Asıl karşı çıktığım budur. Sen nasıl anlamak istiyorsan öyle anlamışsın. Demek ki sen islamcıları eziliyor olarak görüyordun. Buradaki solcu arkadaşlar işçileri ezilen olarak gördüklerinde onları neden eleştiriyorsun o zaman. Bu da senin çelişkin işte. Yazdıklarımızdan işine geleni alıyor ve ısrarla öyle inanmak istiyorsan yapacak bişey yok.
Necip ayrıca: Adamlar bilimle, buluşlarla silah ürettiler. Ha öncesinde kilisenin anlayışından koptular. Sen kılıç kalkanla savaşırken onlar barutlu silah ve toplarla seni yendiler. Bu ecel mi? İstatistiklere göre ecel demiştin. Ne yapayım artık seninle buradan başlamaya karar verdim. Diğer okuyuculardan özür dilerim. Buna da şahit olmadım, adamlar böyle yazdı yanlış diyorsan ona da gireriz.
Pre-kapitalist Asya, Afrika ve Latin Amerika toplumlarının Ortaçağda kapitalizme doğru ilerleme potansiyelini hiç mi taşımadıkları, bu yöndeki eğilimleri hiç mi peydahlamadıkları, feodal olsalar da aynı tempoda gelişmelerinin gerekip gerekmeyeceği, üretim tarzı farklılığı dışındaki nedenlerle göreli bir tarihi gecikme yaşamış olup olamayacakları gibi sorular üzerinde pek durmaksızın, “kapitalizme geçemediler, demek ki feodal değillerdi” türünden bir önermede bulunmak, “her kadının mutlaka çocuk doğuracağı” gerekçesiyle ve ilgili yaratığın cinsiyeti hakkında daha dikkatli bir inceleme yapmadan, “falanca çocuk doğurmadı, demek ki kadın değil” demeye benzer.
…
Birinci olarak, feodalizm kavramının Batı Avrupa Ortaçağı ile bu eşitlenişinin temelinde, garip bir şekilde, çok kuvvetli bir “Euro-centrism” (dünya tarihine hep Avrupa’da izlenmiş gelişme çizgisinin gözlükleriyle bakmak yönünde çok kuvvetli bir eğilim) yatmaktadır.
“Garip bir şekilde” diyoruz, çünkü AÜT teorisyenleri genellikle “Euro-centrism” suçlamasını kendileri başkalarına yöneltmek eğilimindedirler… İncelemeye “feodalizm eşittir Batı Avrupa feodalizmi/Ortaçağı” fikri veri kabul edilerek başlanırsa, aslında inceleme sözümona başladığı noktada bitmiş olur ve örneğin “Osmanlı toplumu feodal değildir”den başka herhangi bir sonuca ulaşma olasılığı derhal dışlanır.
(Halil Berktay-Kabileden Feodalizme)
“Zihniyet dönüşümü biraz meraktan biraz mecburiyetten ortaya çıkar.”
Dogru. 16yy’dan oncesine o yuzden bakmak gerektigini soyluyorum.
Ne oldu 16yy’dan once de, bilmem kacbin sene boyunca sarmasiktan sallanan Avrupa ahalisi, aniden, saha kalkti?
Ayni sekilde, cok daha ileri olan Dogu toplumlari (Osmanli da dahil) neden buna imkan bulamadi?
Bu sorularin cevabi sadece sosyoloji filanla aciklanamaz bence.
Misir konusuna gelince:
Misir’a epeyi zaman once birkac defa gitmisligim var. Kahire mazarliginda gecekondularda (catisiz) yasamak zorundaki insanlarin sayisi hic de az degildi.
Bu insanlarin Musluman olup olmadiklarini, ne kadar dindar olduklarini bilmiyorum.
Ama, ezilmisligin bir tanimi varsa, onlarin yasadiklari hayat onun fiilen karsiligi bu olmalidir.
Ben, dinlerle ideolojileri esasen ayni kefeye koyarim –birisinin cikisi digerinden genelde daha eskidir sadece.
Ve, insanlar cikis ararken bunlardan birisine ya da otekisine sarilir.
Konu, dolayisi ile, benim baktigim yerden, ‘tamamen duygusal’dir –‘materialistic’ de diyebilirsiniz.
Misir’da olan biten de, benim gozumden, culsuzlarin (Islam filan diyerek) merkeze yurumesiydi. [Bizde de benzeri oldu/oluyor; son yirmi senedir de artarak devam ediyor.]
Misir’dan farkimiz, ya da Misir’in bizden farki, oradaki ‘Beyaz Misirlilar’ daha baskin cikti. Belki de Turkiye’deki Beyaz Turklerin serencamindan ders almis olabilirler; bilmiyorum.
“Mısır’da siyasal islam projesinin ülkeyi ne hale getirdiğini bizdeki durumla karşılaştırıyorum.”
Dedim ya, din veya ideoloji.. cok farketmiyor.
Siyasal ‘komunizm’in ne yaptigi da, bunu yaparken ne tur soylemleri kullandigi da malumken, baskalarinin benzer tavirlarini elestirmek olsa olsa iltimas gecmek olur.
“Siyasal İslamcı sivil bir faşist diktatörlükle akseri darbe yapanları ezen ezilmişlik ikilemiyle karşılaştırmak abestir. İkisi de aynıdır.”
Ikisi aslinda cok da ayni degil –dikkatle bakarsaniz.
Ya da, daha dogrusu, oyunun kurallarini mac sirasinda degistirmezseniz.
Secim sandigindan bahsediyorum.
Sizin sivil fasit diktatorluk dediginiz eger sandiktan cikiyorsa, uzgunum, kabul etmek zorundasiniz –aksini yapmak, sizin kendi sicil diktatorlugunuz anlamina gelir cunku.
“Ben İslamcı bir kapitalizmin daha da yaşanamaz bir düzey olduğunu söylüyorum. Asıl karşı çıktığım budur.”
Olabilir, tabii ki boyle bakabilirsiniz. Fakat, bu sizin bireysel durusunuz/tercihiniz olur.
Bunu secim sandigina dayatmaga kalkarsaniz, mac esnasinda oyunun kurallarini degistirmege kalkismis olursunuz.
Bunu da yapabilirsiniz, tabii ki.
Ama, sonuclarina da katlanmak gerekir: Cunku, karsi tarafin da artik oyunu kendi istedigi kurallara gore oynamasina mesrluk kazandirmis olursunuz.
‘Uygar’ (‘aydin’ da diyebiliriz herhalde) birin ‘orman kanunlari’ni tercih etmesi ve sureci oradan yeniden baslatmasi konusu uzerinde dusunmek lazim..
Esas celiski buradadir.
“Demek ki sen islamcıları eziliyor olarak görüyordun.”
Yanlis anlamissiniz.
Yukarida aciklamaga calistim: O ezilenler, diger ideolojilerde aradiklarini bulamadiklari icin ‘Islam’la ozdeslesmegi sectiler.
Daha iyi bir cozum bulabilseler, ona yonelmemeleri icin anlamli bir sebep yok. Cunku, eminim onlar da cok iyi biliyorlardir ki, Islam’in amentusune iman etmek, gunde 5 defa namaz kilmak filan onlarin karnini doyurmayacaktir.
“Buradaki solcu arkadaşlar işçileri ezilen olarak gördüklerinde onları neden eleştiriyorsun o zaman.”
Cok basit bir sebebi var: Oturduklari yerlerden ahkam kesiyorlar.
Guya iyiligini istedikleri o ezilmis kesimlere/iscilere dogrudan (hatta, gercek anlamda, dolayli bile) bir katkida bulunmak amaciyla bir seyler yaptiklari yok.
Varsa yoksa ‘ben diyeyim, baskalari uygulasin’ geyikleriyle bir omur gecirmek..
Yuz senedir butun yapilan bu, ve ezilmisler artik bu farsin, bu vodvilin farkinda oldugu icin solculari sadece sahne susu goruyorlar.
“Adamlar bilimle, buluşlarla silah ürettiler.”
Liseli seviyesinde analiz ve yine o seviyedeki tarih yaklasimiyla, evet, bu denebilir.
Fakat..
“Ha öncesinde kilisenin anlayışından koptular.”
Eger din dedigimiz seyin –hele de organize dinin– bu konuda cok onemli bir parametre oldugunu dusunyorsaniz, buyrun size mukayeseli analiz icin guzel bir detay: Aleviler.
Bilindigi (daha dogrusu, kendilerince iddia edildigi) uzere, Aleviler, Sunni taasubuna sahip degildirler. Neden, sizce, en azindan Aleviler bu dediginiz gelismeyi gosteremediler?
“Sen kılıç kalkanla savaşırken onlar barutlu silah ve toplarla seni yendiler.”
Burada da kestirmecilik yapiyorsunuz. Barut, Dogu’da cok eskiden beri biliyordu. Dokumculuk de. Dolayisi ile, top da yapabilirlerdi tufek de.
Yapmadilar.
Nicin?
Necip
1. 16 yy kırılma noktası dedim bu sefer öncesini sordun ben de ipuçları verdim ve detayını sonra yazayım dedim. Merak ve zoraki durum ipuçlarını anlamış görüyorum. Ayrıca bunu sadece Sosyoloji ile açıklayalım diyen var mı? Sen öyle yazmışsın da…Kendin çalıp kendin oynuyor gibisin. Bir başka yazımızda onları da yazan insanlar diyen sen değil misin? Sosyal bilimleri de reddetmiştin diye hatırlıyorum. Bakıyorum sosyolojiyi de kabullenmişsin ve kullanmışsın. 2. Senin bu “eceliyle öldü Osmanlı” tezine karşı seni Lise tarih düzeyine indirdim ki buna da hayır diyemedin. Neymiş eceliyle ölmemiş Necip Osmanlı….3. Barut Çinliler tarafından bulundu ama ben zaten barutlu silah demişim bunun neyine itiraz ettin de dökümcülük falan diye yazıyorsun. Ecel yok, zor var diyoruz hatta o zorun arkasında bilimsel düşünme var güzel kardeşim…..
4. “ikisi aslinda cok da ayni degil –dikkatle bakarsaniz. Ya da, daha dogrusu, oyunun kurallarini mac sirasinda degistirmezseniz. Secim sandigindan bahsediyorum. Sizin sivil fasit diktatorluk dediginiz eger sandiktan cikiyorsa, uzgunum, kabul etmek zorundasiniz –aksini yapmak, sizin kendi sicil diktatorlugunuz anlamina gelir cunku”….
Şimdi burada biraz dur Necip. Seçim sandığı Hitler ilişkisini bile duyup, okuyup, bir bakmamışsın geçmişe, düşünmemişsin galiba bu meseleyi.. Fazla AKP progandası yemişsin belli ki!. Meşhur millet iradesi meselesi. … Klişe cevaplar yazmayın böyle. İki tane sözde liberal okuyup bu tür argümanlarla gelme bize Necip…. Ayrıca dedim ya sen hep anlamak istediğini alıyorsun. İkisi de aynı derken biz demokrasi ve insan hakları açısından bakıyoruz ikisi de aynı diye. Sonuç ise aynı: faşizm… Geliş biçimleri veya yöntemleri ayrı bir mevzu. Ayrıca siyasal islamcı bir iktidar ile kapitalist ekonomi birlikteliğinin yaşanmazlığı benim bireysel düşüncem değil. Arap baharı ve gezi olaylarına bu açıdan da bakılmalıdır.
“Bunu secim sandigina dayatmaga kalkarsaniz, mac esnasinda oyunun kurallarini degistirmege kalkismis olursunuz”.
Batıdan gelen demokrasi ve sandık kurumlarına baya bağlı olan birisi olarak bunu kullanıp faşizm inşa etmeye karşı değil misin? Oyunun kurallarını kim bozuyor burada? Siyasal İslamcılar bal gibi faşist bir rejim getirmiyorlar mı? Siyasal İslamcıların demokrasiyi kullanarak demokrasiyi bitirmelerine ne diyoruz? İngiltere’de sermaye sahipleri ve imtiyazlılar dışındakiler oy kullanmak için yıllarca mücadele ettiler Necip bundan haberin var mı? Sen hiç mücadele ettin mi hayatında? Bak batıdan çok şey ithal etmeyin diyordun ya aha o sandık bile ithal Necip….Birilerinin uydurması işte! Yoksa birisi mi bahşetti sana böyle şeyleri? Buradaki solcu arkadaşları eleştirini esefle kınıyorum. Sn. Zileli dâhil diğerlerinin yaptığı mücadeleyi sırf daha önceki söylediklerini yememek için küçümsedin. Bence sen oturduğun yerden bilmediğin anlamadığın şeyler için ahkâm kesiyorsun. Bir de klişenin kralını yapıyorsun. Dogmatik solculara karşı “akıllı, liberal ve Osmanlıcı” Necip…. Mısır’daki halk hangi ideolojiyi aramış ta bulamamış Necip? Aleviler ile bilgi sahibi bile olmadığını düşünüyorum ifadelerinden.
Halil Berktay’a katılıyoruz..ama daha basitçe..Avrupa dışında kalanları da haraca dayalı sistem olarak adlandırıyorlar. Farklı feodal yapılar var ama ortak özellikler dikkate alınarak, kavramsallaştırma yapılınca kapitalizm öncesi haraca (tribute) dayalı sistemler diye geçiyor literatürde..
“Az-cok’ tarafini bir yana biraksak bile, tarih kitaplari bize neyin neden oldugunu anlatmaz. Sonuclara bakar ve –tam da sizin yaptiginiz gibi– hukumler cikarir. Genelde de galiplerin hukumlerini”.
Necip tarih kitapları derken biz okul tarih kitapları ve kronolojiden bahsetmiyoruz. Okuma listesinde verdiğim örneğin Arrighi ve Braudel sonuçları yazmıyor nedenleri ve niçinleri de anlatıyor. Daron Acemoğlu ve Halil İnalcık da okusan iyi olurdu. Bak okumaman nedeniyle böyle insanları yargılaman hiç doğru değil… Kaldı ki ben söyledim sana Osmanlı kapitalizmi anlayamadı diye. Varsa böyle söyleyen benim gibi “ezbere” yazar ve çizer isim verirsen sevinirim.
“Seçim sandığı Hitler ilişkisini bile duyup, okuyup, bir bakmamışsın geçmişe, düşünmemişsin galiba bu meseleyi..”
Begenmedigimiz her sonuca her duruma bir Hitler/Nazi ornegi bulabiliriz. Bu zor degil. Sizin de zorlanmadiginiz belli.
Belli de, Misir’da ne tur bir Nazi benzerligi buldunuz; ben asil onu merak ederim.
“Meşhur millet iradesi meselesi.”
Herseyi zemmetmek mumkun. Secmenin iradesini yok farzetmek icin de, her turlu mazeret bulmak da mumkun.
Secimlerde hile yapildigini kimse iddia etmedi. Bati, once kabul etti sonra da –conveniently– darbeye goz yumdu. Sebebini aciklayamadilar ama olsun.
Bizim solcular da, ‘eh, madem demokrasi Batidan geldi, Bati tarafindan igdis de edilebilir’ sessizligine burundu.
Gelenin fasist olup olmadigini bile bilmiyoruz, cunku bir sene bile iktidarda kalamadilar.
Durum bundan ibarettir.
“Aleviler ile bilgi sahibi bile olmadığını düşünüyorum ifadelerinden.”
Hangi Aleviler? Kurt Alevileri mi, Alevi Kurtler mi, Turkmen Aleviler mi, Alisiz Aleviler mi, Tahtacilar mi, Yorukler mi.. vs vs.
Cesit cok da, madem Islam idi geri kalisimiza sebep, bunca Alevinin icinden neden Protestanliga esdeger bir grup cikip Batidaki o devrimlere benzer bir ornek cik(a)ramadi?
Benim sorum oydu.
Buna bir cevabiniz var mi?
Medeniyet (Necip’in de daha önce bir soruya verdiği cevapta dediği gibi) birçok farklı toplumun katkılarıyla geliştiğine göre bu Batı-Doğu, ilerleme-geri kalmışlık tartışmaları biraz kısır değil mi?
Kullandığımız terim ve kavramların kökenlerini bir düşünelim – M. Belge de bir yazısında (Türkçe Sorunu) buna değiniyordu; “Uygarlık, hele bilim, «terimsiz» alınamaz.”
Yukarıda -Çince olmasa da- Çin’in bulduğu barut örneği verilmiş. Yine Çin’in bulduğu kağıt var. Benzer bir örnek parşömen (Fr. parchemin, Lat. charta pergamena, Pergamum “Bergama”, Bergama’da icat edildiği veya en iyi cinsi Bergama’da imal edildiği için MÖ 2. yy’da adlandırılmıştır)
Lise
Lýkeion “Atina’da Apollon Lykeios tapınağına bağlı olan bir koruluk, Aristoteles’in MÖ 336’da burada kurduğu okul”, Fr. lycée “Napoleon tarafından 1801’de kurulan üniversite hazırlık okullarına verilen ad”
Akademi
Akademía “Eski Atina’da bir semt, Platon’un (MÖ 429-347) bu semtte kurduğu felsefe okulu”, İt. academia “bilimsel kuruluş, özellikle Marsilio Ficino’nun 1439’da Floransa’da kurduğu Platonik Akademi”, Fr. académie “bilimsel kuruluş, yüksek okul, özellikle 1635’te kurulan Fransız Akademisi”
Ağustos
Augustus “1. Roma imparatoru Octavianus’un (MÖ 30-MS 18) lakabı, 2. Roma takviminin altıncı ayı”
Algoritma
Fr. algorithme, Ar. al-χʷarizmī الخورزمى (matematikçi Harezmî – 9.yy), Orta Asya’da bir ülke, Harezm
Cebir
Matematikteki anlamı “kırık kemiği bütünleme” anlamından türetilmiş olup 9. yy Arap matematikçisi İbn Musa el-Hwarizmī’nin Kitābu’l-cabr wa’l-muḳābala adlı eserinden alınmıştır
Sıfır
Arapça sözcüğün matematikteki anlamı Sanskritçe śūnya शून्य (hiç, boşluk, sıfır sayısı) çevirisidir
Şifre
Fr. chiffre sayı, rakam, İt. ciffra 1. sıfır, 2. Arap rakamları, İtalyanca sözcük Arapça صفر “sıfır” sözcüğünden alıntıdır
Keyfiyet
Arapça sِözcük keyfe “nasıl” fiilinin masdarıdır. Eski Yunanca poiَtēs (nasıllık, quality) < poîos (nasıl) karşılığı bir felsefe terimi olarak M. 9. yy'da türetilmiştir
Hıdiv
Eski devirde Doًğu İran'da Harezm hükümdarlarının unvanı iken 1866'da (muhtemelen Keçecizade Fuad Paşa tarafından) Mısır yِöneticilerinin sıfatı olarak yeniden ihya edilmiştir
Mecidiye
Abdülmecid Osmanlı padişahı (h. 1839-1861) "Padişah Abdülmecid zamanında bastırılan 20 kuruş deًğerinde sikke"
Daha çok ِörnek verilebilir.İlgili açıklamaları da etimolojik sِözlükten aktardım, başka terimlerin açıklamaları için oraya bakılabilir;
http://www.etimolojiturkce.com/
“Begenmedigimiz her sonuca her duruma bir Hitler/Nazi ornegi bulabiliriz. Bu zor degil. Sizin de zorlanmadiginiz belli”
Begenmediğimiz her sonuca değil her sandık demokrasiye götürmez hatta faşizme bile götürebilirin örneğini verdim. Ayrıca darbe ile sandık mukayesesi yaptık.
“Herseyi zemmetmek mumkun. Secmenin iradesini yok farzetmek icin de, her turlu mazeret bulmak da mumkun”
Secmen iradesini yoksaydığımı nereden çıkardın ben sana başka bişey söyledim. Çok fazla seçmen iradesi ve milli irade vurgusu ile faşizme geldik buna senin cevabın yok. Biz farklı dillerde konuşuyoruz seninle. Mısır’da siyasal islam ve kapitalizm örneklerini verdik Hitler aradığımız yoktu. Ayrıca siyasal islamın insan hakları, çalışma hakları, kendinden olmayan “gavurlar” ın hakları konularında nasıl bir sicil taşıdığına bir bak.
“Bizim solcular da, ‘eh, madem demokrasi Batidan geldi, Bati tarafindan igdis de edilebilir’ sessizligine burundu.
Gelenin fasist olup olmadigini bile bilmiyoruz, cunku bir sene bile iktidarda kalamadilar”
Söylediklerimle tamamen alakasız kendin çalıp kendin oynuyorsun. Demokrasi ve sandık batıdan geldi senin gibiler ne mücadelesi verdi dedik. Solculara söylediklerine cevaptı. İstersen tekrar oku yazdıklarımı. Mantık ve analitik düşünceni zayıf buldum. Eskiden liselerde mantık ve felsefe dersleri verilirdi. Sen nasiplendin mi?
“Hangi Aleviler? Kurt Alevileri mi, Alevi Kurtler mi, Turkmen Aleviler mi, Alisiz Aleviler mi, Tahtacilar mi, Yorukler mi.. vs vs.Cesit cok da, madem Islam idi geri kalisimiza sebep, bunca Alevinin icinden neden Protestanliga esdeger bir grup cikip Batidaki o devrimlere benzer bir ornek cik(a)ramadi?Benim sorum oydu.Buna bir cevabiniz var mi?”
İşte yine cehaletini ortaya çıkardın. Senin ezber anlayışın ve yeterince okumamışlığın çok bariz. Protestanlık burjuvaziyi burjuvazi de kapitalizmi yarattı düşüncenden yola çıkarak Alevilerle bağ kuruyorsun. Dedim ya hiç anlamamışsın sen. Ben Alevilik deyince sen hangi Alevilik deyip çeşitlerini sayıyorsun beylik laflarınla. Necip, Weber’in dediğinin aksine Burjuvazi kendi “dinini” yarattı. Hakim din anlayışı olan Katolik düşünce faiz ve servet edinmeye karşıydı (ipucu sana). Oysa protestanlık anlayışıyla bu tamamen değişti.Bu değişim de “ecel” ile gelmedi. Uzun süren din ve mezhep savaşlarına bakabilirsin. Burjuvazi kendi devletini, dinini ve toplumunu da yarattı. Sonuç olarak senin Osmanlı bilgin de zayıfmış. Aleviler Safevi devletinin yanında Osmanlı’ya karşı gelmiş ve yenilmişlerdir. Bu topraklarda hakim din anlayışı olan Sünnilik hüküm sürmüştür. Katliamlar ve baskı hiç bitmemiştir. Eğer bu ülkedeki Burjuvazinin anlayışı Alevilik olsaydı benzer birşey olabilirdi. Bunu da geçelim Aleviler genel olarak “dünya malına meyletmezler” ne demek istediğimi anlarsın diye düşünüyorum. Aleviler genel olarak tarım alanları dışında kırsal bölgelerde yerleşmiş ve sermaye birikimleri de söz konusu değildi. Ne Aleviler Burjuvazi oldu ne de Burjuvazi Aleviliği seçti gibi..Yani aslında sorduğun soru tamamen “irrelevant”….Necip artık senden sıkıldım. Zileli’yi sevdik diye geldik sana rastladık. Ne şans ama!
“artık senden sıkıldım. Zileli’yi sevdik diye geldik sana rastladık. Ne şans ama!”
Hayat bu.. Bazan duses bazan da hepyek geliyor..
Sizi hayal kirikligina ugrattigim icin nice elemler, esefler, calkantilar, bunalimlar yasadigimi tahmin bile edemezsiniz.
Demek ki, ziyan olmus omrum benim. Keske biraz daha okusaydim. Belki o zaman liseli analiz mertebesine ulasirdim.
Ama, heyhat!
Neyse.
Kisaca kanuya doneyim:
Benim dolayli odagimda sizin bir gizli irkcilik gibi orttugunuz Bati-merkezli bakisiniz var: Bati, son 3-5 yuz senedir ileridir diye onlarin bir ustunlugu var yaklasimini sergiliyorsunuz.
Biliyorum, bu ne size has, ne de cok yeni. Damizlik erkek ithal edelim diyen yaratici fikir sahipleri de gormuslugumuz var, din degistirmek gerektigini soyleyen de. Sonunda, ulu buyuk atamiz, o kadar da degil deyu, kilik iyafet ve alfabe gibi yuzeysel degisikliklere razi olmus –ehm– buyurmustu degistirilemez ozel kanunlar da cikartirtarak.
Ne size has, ne de cok yeni olan bu korlukten en azindan bana gina geldi. Ve, kore ‘mavi’yi anlatmak hic de kolay degil.
Size anlatmaga calistigim sey suydu: 16yy oncesinde sarmasiktan sallanan Avrupa’da, daha sonraki muthis gelismeleri ancak iki turlu aciklayabiliriz. Ya, aniden bir evrim gecirmisler; ya da cevre sartlari degismis.
Bu ikisinden baska, bu kadar buyuk bir kara parcasinda yasayanbu kadar cok sayidaki insanlardaki bu denli buyuk degisikligi aciklayamayiz.
Aniden evrim gecirdiklerini kimse iddia etmiyorsa, geriye ikincisi kaliyor: Cevre sartlari. Yani, iklim.
Bunun ipuclarini ta Fatih doneminde Anadolu’da gorebiliyoruz. Topragin insanlari gecindirme kapasitesi o kadar dusmustur ki, Anadolu insan ihrac etmek zorunda kalmistir. Anli sanli denizcilik tarihimiz olarak da bilinen ve ta Cezayir’e kadar uzanan Leventler, denizcilerimiz.
Ama, bu o haliyle cok uzun surmuyor; o kapi da daraliyor ve ondan sonra isyanlar…
Butun bu kisa ozet sunun icin: Yine bir kuraklik gelecek. Ciddi bir kuraklik. Sivas’ta yasanmis oldugu gibi, yamyamlik yapmak zorunda kalacagimiz donemler.
Bunun sebebi de, tatlisu entellerimizin iddia ettigi uzere, ne ineklerin osuruklari, ne de arabalarin egzoslari olacak. Bu bir dongu cunku.
Simdi.. benim solculardan bekledigim, ve bir turlu de goremedigim, gelecek olan bu felakete cozum onermeleridir.
Bunu da, fikirsel tembellikle, bugun ‘uygarlik’ dedigimiz her faaliyeti durdurmak yonunde kullanmamalari gerekiyor.
Yani, oraya HES yapmayin, buraya RES yapmayin demek yerine, kuraklik basitrinca lazim olacak olan ne varsa ona yonelik tedbirler almak gerekiyor.
Ozet: Su aritmak gerekecek. Cok buyuk miktarlarda su. Hem icme hem de sulama suyu.
Cozulmesi gereken birincil sorun bu.
Hem, ne demisti Yakup Sevki Pasa?
“Istilah-i ideolojin basinda paralansin, solcu efendi, kuraklikla nasil basa cikacagiz, onu yaz!”
Beni
Son satiri aslinda silmistim, ama bir kelime kalmis. Madem oyle oldu, devamini da yazayim:
Beni begenmissiniz begenMEmissiniz, kimin cukunde.
Eger ‘ezilen’lere yonelik zerre kadar hassasiyet tasiyorsaniz, 50-100 sene sonra birbirini yemek durumunda kalacak olan ‘ezilen’lere yonelik kafa yormalisiniz. Cunku, bugunleri mumla arayacagiz hep beraber.
İNSAN, ÖLDÜRECEĞİ TANRIYA NİÇİN TAPMAZ?
‘ÖZEL MÜLKİYET DÜZENİ’NİN SURETLERİ
İNSANIN İNSANI SÖMÜRDÜĞÜ HER DÜZEN, YIKILMAK İÇİN KURULUR
İnsanın aklına tanrı fikrinin nasıl düştüğüne dair en yaygın bilimsel görüş, insanın hayatına etki eden anlayamadığı olguları açıklamak için tanrıları yarattığıdır.
Pozitivist olarak nitelenebilecek bu görüşü kuşkusuz yanlış diye bir kenara atamayız ancak çok eksik olduğunu vurgulamak gerekiyor. En basiti, bu görüş bugün dinsel bağnazlığın nasıl bilimsel bilgideki ilerlemelere kafa tutabildiğini açıklamaya yetmiyor.
Eksiklik şurada:
İnsan, tanrıları, kendi varoluşuna etki eden olgulardan, onu kuşatan zorluk ve tehditlerle dolu koşullardan ilham alarak yaratıyor, ancak, kendi varoluşuyla ilişkisi hiçbir zaman nesnel olamıyor. İnsan kendi varoluşunu, içeriden dışarı doğru, kendi öznelliğinden nesnelliğe bakarak tarif ediyor ve iki ayağının üzerine dikildiği o muhteşem günden bu yana hep kendisini sıkıştıran koşullarla mücadele ediyor. Nesnelliğe getirdiği açıklamalar da, ne kadar metafizik olursa olsun, asla betimlemeye değil, daima o nesnelliği aşmaya yönelik oluyor.
Dolayısıyla tanrılar, doğa ya da toplumun insanın önüne koyduğu engellerin hikâyeleştirilmiş hâlinden ibaret değil. O engellerin yarattığı korku, öfke ve o engelleri aşma arzusundan doğuyor. Yani insan her tanrıyı kendi varoluşundan ilham alarak, aşılacak bir çıta olarak yaratıyor ve aştığı her tanrıyı öldürüp, aşılacak ve öldürülecek yeni tanrılara ulaşıyor.
Bu bağlamda dinler tarihi, insanın aydınlanma yolculuğunun, birbirini takip eden tanrılar şahsında kendi kendisini aşmasının tarihi olarak yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Birkaç örnek sıralamak istiyorum:
Tek tanrılı dinlerin ‘cennetten kovulma hikâyesi’nde çok ilginç detaylar var.
İslami yorum bu detaylara pek girmemeyi tercih eder ancak Tevrat’ın Tekvin bölümünde yasak ağaç bir değil iki tanedir: ‘Hayat Ağacı’ ve ‘İyi ve Kötünün Bilgisi Ağacı’.
Yılan kılığına girip ağacın dallarına dolanan ‘Şeytan’, insana bu ikinci ağacının meyvesini yedirir ve böylelikle insan ‘iyi ile kötü’nün bilgisine vakıf olur. İslamda ‘itaatsizlik’ diye geçiştirilen cennetten kovulma gerekçesi öyküsünün aslı: Tanrı, insanı cennetten ‘artık bizim gibi oldu, iyi ile kötüye vakıf oldu. Yaşam ağacından da yiyerek ölümsüz olmasına izin verilmemeli’ tedirginliğiyle kovar.
Yunan mitolojisinde ‘Prometheus’, tanrılardan ateşi çalar. Daha ilginci ise ateşin ‘Zeus’ tarafından öncesinde insanların elinden alınmış olmasıdır, yeni Prometheus’un yaptığı ateşi çalmaktan ziyade geri almaktır. Bunun için cezalandırılır, bir kayaya zincirlenir ve her gün bir kartal gelir ciğerini yer; ta ki Zeus’un bir insandan olma oğlu Herkül tarafından kurtarılana kadar.
Vikinglerin baş tanrısı ‘Odin’, varoluşun ortasındaki yüce ağaç ‘Yggdrasil’in üzerine kazınmış mistik ‘Rûn’ların (harfler) bilgeliğine vakıf olmak için kendisini, kendi mızrağıyla sağ yanından (ciğerinden) ağaca çakıp 9 gün asılı kalır. Buna ‘kendimi, kendime kurban ettim’ der. Sonunda, kurtulup düşmeden önce uzanıp Rûn’ları kavrar ve onların bilgeliğine vakıf olur.
‘İsa’ çarmıhta can çekişirken sağ yanına saplanacak mızrak bu kez bir Romalı lejyonerin elindedir. Öyküsü boyunca birden fazla aydınlanma yaşayan İsa’nın son aydınlanması ölmeden hemen öncedir. Dört İncil’den ikisine (Matta ve Markos) göre son sözleri “E’li E’li, lama şabaktani?” olur: “Allah’ım, neden beni yüzüstü bıraktın?”
Bir mistisizm meraklısı bunca benzerlik içinde gizemli bir bilgelik arayabilir, ben ise, yaşam mücadele içindeki insanın aydınlanma çabasını öyküleştirmesini görüyorum.
Bu mücadele asla sadece doğayla olmadı; daima insanın kendisiyle, onu baskı altına alan toplumsal koşullara da karşıydı. Aydınlanma arzusuna hep sahip olduk, ancak, ona giden yolu türlü çeşitli esaret biçimleriyle birbirimize kapattık. Doğanın egemenliğinden kurtuldukça birbirimiz üzerinde daha fazla egemen olduk, tanrılarımız da bu egemenliğinin soyut birer suretine dönüştü.
Tanrıların alacakaranlığına alışmış gözleri ‘aydınlanmanın ışığı’na zor dayanır, ama tanrıları öldürme iradesinin coşkusu (ki, bu coşku, insanın onları uydurmasına ilham olan sömürü düzenini yıkmanın coşkusudur) er ya da geç korkuya galip gelir.
‘Aydınlanma Çağı’nın sembolik insanı ‘Beethoven’ın korku dolu 5. Senfonisi kapıyı çalan ‘Kader’in müziğidir, ama onu yücelten acılarından (ki, bir bestecinin sağır olmasının acısı herhâlde çarmıhtaki İsa’nınkiyle yarışır) geçerek ulaştığı magnum opus 9. Senfoni’dir, ‘Neşeye Övgü’dür.
Bu yüzden, dinci bağnazlığa, şeriatçı karanlığa ve katliamlara bakıp umutsuzluğa kapılmayalım. Bunlar, etkisini yitirmeye başlamış bir afyondan aşırı dozda çeken haşhaşi müptelaların manyaklıkları, ve insanlığı teslim almaları imkânsız.
Tanrılar can çekişiyor, çünkü birer suretinden ibaret oldukları özel mülkiyet düzeni can çekişiyor. İnsanın insanı sömürdüğü her düzen yıkılmak için kurulur, dolayısıyla her tanrı da kendisini yaratan insanın elinde can vermeye yazgılıdır.
Bugün şahit olduğumuz yangın, çökmekte olan sömürü uygarlığının sonunu imliyor; yapmamız gereken de yangın söndürücü aramak değil bir meşale kapmak.
İnsanlık kazanacak ve kurtulacak.
Yeni, eşit ve özgür, eşitlik ve özgürlüğü birbirine düşman görmeyen bir uygarlık kurulacak. Tek mesele bunun ne zaman ve ne bedellerle olacağı.
Marx’ın en önemli sözlerinden biri şudur: ‘Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz.’ Aynı manâya gelmek üzere; insanlık, öldüremeyeceği hiçbir tanrıya tapmaz.
[Nevzat Evrim Önal
24 Mayıs]
fikret hocanin yanli$ argümanlarinin elestirisine devam, fikret hocadan alinti:
“Bir tarafta çoğunluk en zaruri temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyorken, varlıklı sınıfların lüks tüketimi büyüyor. Üretim, satın alma gücü olan zenginlere yönelince de insan ve toplum yaşamı için gerekli ve öncelikli olmayan bir sürü lüzumsuz, dahası zararlı şey üretiliyor.”
böylesi bir ele$tiri neden yanli$tir? bu elestirinin temel mantigi insanlari günahkar ilan eden din adamlarinin mantigi ile aynidir: günahkar/kötü insan, masum/korumaya muhtac doga/tabiat. böylesi bir baki$ acisi gezegenin ve tabiatin devamini hedef, ideal olarak belirleyip, mesela keci gerekiyorsa acliktan ölsün ama agaclari yemesin, koyun gerekirse acliktan ölsün ama yesilligi, otlari yemesin, insan gerekiyorsa kit kanaat ya$asin ama dogaya/tabiata zarar gelmesin. dikkat edilirse bu baki$ acisinin merkezinde insan yok, rahat, güzel, anlamli bir yasam da yok. tabiat insanlarin ya$am kaynagidir, insanlar sirf gezegeni, yaban yaziyi güzellestirmek icin yasamiyorlar. böylesi bir baki$ acisi tabiat-insan ili$kisini kafa üstü cevirmektir.
fikret hoca lüks tüketimin zarali oldugunu öne sürüyor. kimin icin zararli? lüks ürünler bu ürünleri tüketenlere mi zarar veriyorlar? hayir, fikret hoca $unu demek istiyor: lüks ürün üretim ve tüketimi gezegene/tabiata zarar veriyor. dikkat edilirse ekolojik baki$ acisi gezegeni insanlara kar$i korumaya calisiyor. sanki insanoglunun misyonu sayisiz gezegenin oldugu evrende, dünya denilen gezegeni ne pahasina olursa olsun korumak olmali imi$ gibi tuhaf bir baki$ acisi. ayrica lüks ürünlerin üretimi ile tabiata/atmosfere verilen zarar fakir/parasiz insanlar icin öngörülen ürünlerin üretiminden daha az zararlidir. örnek: dar gelirli alt tabakalar icin üretilen yeme, icme, giyinme ürünlerinde cevreye ve insan sagligina zararli/zehirli katki maddeleri ya hic yoktur ya da ucuz ürünlere göre cok azdir. icinde en cok zararli/zehirli madde bulunan ürünler fakirler icin üretilen ucuz ürünlerdir. burdan $u sonuc cikar: böylesi elestiriler gercekleri iskalayan elstirilerdir. dogru elestir insani, insan sagligini, rahat/güzel bir yasami hedefleyen elestiridir. insan sagligi ile cevre sagligi arasinda ters korelasyon yoktur. ilacsiz/zehirsiz ürün/üretim/ya$am ayni zamanda hem insan hem de tabiatin cikarinadir.
fikret hocadan diger bir alinti:
“Türkiye, çevreye fazla zarar vermeyen, iklim krizine, atmosferin ısınmasına neden olmayan enerji potansiyelini kullanmak yerine, her dereye bir HES kurmaya yeminli… Aynı şekilde çevreyi mahvetme pahasına olur olmaz yerlere termik santraller de kurmakta…”
ister T.C. ister ba$ka bir devlet olsun farketmez, devletler neden HES, termik santrellerden vazgecmiyorlar? fikret hoca bu soruyu önce kendisine sorup, sonra da okuyucularini bu konuda aydinlatacagina adeta bir ahlak yargici gibi yargilamalarda buluyor. böylesi bir ele$tirinin melanetin kaynagina inip üreme nedenlerini anlama gibi bir amaci/derdi olmadigi ortada. türk devleti HES ve termik santrallerin zararlarini bilmiyormu? biliyor. bu konuda devleti yöneten politikacilar uzman raporlarini okumuyorlar mi? evet. peki deevletler bu riziko ve zararlari neden göze aliyorlar? daha önce yazmi$tim, tekrar edeyim: kapitalist rekabette hayati önemde olan enerjiyi mümkün mertebe rakip devletlere muhtac olmadan kendi imkanlari ile, mükünse rakip devletlerden daha ucuza ve ihtiyac fazlasindan daha cok, disariya da satmak icin üretmek. ucuz enerji derken, devletin siradan vatandasa ucuz enerji temin etmesinden bahsetmiyoruz. kapitalist anlamda enerji üretim ve tüketimi herseyden önce bir devletin yasamasi icin hayati öneme sahip olan sanayi tesisleri icindir. dikkat edilirse bütün yollar ekonomiye cikiyor; kapitalist toplumun organizasyonu tamami ile kapitalist ekonominin/sermayenin ihtiyaclarina endeksli bir organizasyondur.
yukarda ki yazida bir karisiklik tespit ettim, düzeltilmi$ hali: zenginler icin üretilen lüks/kaliteli ürünlerde zararli/zehirli katki maddeleri, hormonlar vs. ya hic yoktur, ya da ucuz/kalitesiz ürünlere göre cok azdir. yani en cok zararli/zehirli katki maddeleri, hormonlar vs. en cok dar gelirli insanlar icin üretilen ucuz/kalitesiz ürünlerde mevcuttur.
[GERÇEK BİLE OLAMAYACAK BİR DÜNYA] DİYE HAYIFLANDIĞINIZ, SİZİN KOMPLO TEORİLERİNDEN KORKULARINIZ OLMASIN?!
Sayın “Necip”,
(1)
[“kendi dünyasından rasyonel bakıyor. olacak olanlarla olması istenilen arasındaki uçurumdan rahatsız değil. Verili dünyayı olduğu gibi kabulleniyor.
Gerçekçi!
İyi de iş adamı kafası-dünyası dışında bir dünya olsun istemiyor muyuz?”
Yani, gercekci olmayan, dahasi gercek bile olamayacak bir dunya istediginizi soyluyorsunuz.]
Kusura bakmayınız ama, siz kendinizi ne zannediyorsunuz?!
Müneccim misiniz?
(2)
[Eger ‘ezilen’lere yonelik zerre kadar hassasiyet tasiyorsaniz, 50-100 sene sonra birbirini yemek durumunda kalacak olan ‘ezilen’lere yonelik kafa yormalisiniz. Cunku, bugunleri mumla arayacagiz hep beraber.]
(3)
[Benim acimdan, evet bir yaraticinin varligi makul. Ama, bu –easen– matematik ve fizikte karsilastigimiz ‘singularity’ gibi. Dolayisi ile, mudahil olmayan bir yaratici.]
(4)
[
…
“[cunku –zaten gerceklesecek olan– bir seylerin ‘gerceklesmesi icin ben de katkida bulundum’ demek isteyenler hala daha var.] ifadenizle ne demek istediğinizi alegori yapmadan, detaylı izah eder misiniz?”
‘Detayli’ya vaktim/sabrim/takatim var mi, bilemem; ama, kisaca degineyim.
Makinalasmak (trik tirak trik tirak, makinalasmak.. vs), isci sinifini vurdu. Sendikalar sunlar bunlar, bu surecle mucadele etmek, artan refahtan pay almak icin icin ortaya ciktilar. Makinalasmagi engelleyemediler tabii ki, ama birer tuketici olduklari da akilda tutularak, bazi haklar elde ettiler. [Oyel ya, onca uzucz corabi, ya da otomobil (Hz Ford’un topragi bol olsun) kime satacaktik ki?..]
Ardindan, otomasyon geldi (CNC’ler filan). Bunlar da gri yakalilari vurdu. Daha az sayida olduklari icin cok fazla sesleri cikmadi; sendikal hareket icinde bir miktar tazmin edildiler ama esasen kimse umursamadi.
Devaminda (bugun, ve yakin gelecekte) cok daha buyuk bir teknolojik kirilma/tsunami geliyor, cok daha ‘ubiquitous’ bir degisiklik: Sadece uretim sektorunu degil, daha da fazlasiyla hizmetler sektorunu vuracak..
Agirlikli olarak da AI (artificial intelligence) uzerinden olacak bu.
Mesela, IBM’in Watson Project’i (ki, neredeyse pazara surulebilecek noktaya gelmis durumdadir) tip/tebabet sektorunu derinden vuracak:
Zaten birer ‘glorified technician’ olan doktorlarin onemli bir kismi islevsiz kalacak.
AI’nin vuracagi sif bu degil tabii ki.. Hukuk(culuk) piyasasina neler yapacagini kestirmek hic kolay degil.
Ayni sekilde, benzer meslekler, yani karakteristik olarak beyaz yakalilik olan meslekler AI sayesinde/yuzunden allak bullak olacak..
Hepimizin bildigi/duydugu bir baskasi da, autonomus/driverles vehicles: Bu da, bir baska ve cok buyuk br kirilmaya yol acacak..
Sofor/surucu dedigimiz taife iyot gibi acikta kalacak, ulasim/tasima (taksiler, kargoculuk vs dahil) sektorlerini hallac pamugu gibi atacak.
Ote yandan, genel amacli olarak ‘nanoteknoloji’ ismiyle cagirabilcegimiz teknolojiler sayesinde, eldeki malzemeyi (hammaddeyi) cok daha verimli kullanmak sozkonusu olacak –son 200 senedir cikarilmis olan madenlerin hurdalarini kullanmak yetecek, madencilige cogu zaman gerek kalmayacak.
Caglar boyunca hep savaslara yol acan enerji probleminin cozumunde de cok ilginc gelismeler oluyor.
Solar paneller, ruzgar turbinleri veya yeni batarya (enerji depolama) teknolojilerinden bahsetmiyorum sadece..
Toryum reaktorleri (vb teknolojiler ile) radyoaktivite korkusunun minimuma indirgendigi, fakat cok da ucuza enerji uretebilen cozumlerin yanisira, mesela Almanlarin daha gecenlerde devreye aldigi W7-X gibi fuzyon cozumlerinin eli kulaginda..
Bunlar, petrol ve dogal gaz bagimliligini minimize edecek, bunlari cikarip satan ulkeleri de marjinallestirecek gelismeler.
Petrole ve dogal gaza dayali sanayileri olan ulkelerde nelere yol acacagini, rekabetten ne kadar hizli duseceklerini tahmin etmek zor..
Daha boyle bir suru sey var. Kimi yolda, kimi ise kulucka safhasinda..
Butun bunlarin sonucunda ekonomilerin, toplumsal ve calisma hayatimizin nasil etkilenecegini kestirmek kolay degil; ama, eger artik fonksiyonu kalmayan insanlarin itlafina karar verilmeyecek ise, [ki buna (ya da aksine) karar vermek icin hayli calkantili bir surec yasnacagini soyleyebiliriz] sonuclandiginda
1) Para ve materyal seyler gecerliligini kaybedecek –insanlarin hayatta kalmasi icin, lazim olan seyler onlar bir sekilde verilecek.
2) Yukarida bahsedilen teknolojik atilimlari tezgahlayan ozel sektor (sermaye) bir anlamda devletlesmis olacak –klasik devlet yapilari cozulecek veya ortadan kalkacak. Bireyin hukmu, dolayisi ile, curmu kadar olacak –yani, pek olmayacak.
Neyse.
Zaten uzun oldu, ve atladigim dunya kadar detay var; ama, benim baktigim yerden “zaten gerceklesecek olan”lar bunlardir.
Ilginc zamanlarda yasayacaksiniz –ben gorur muyum bilemem, o ayri.
…
]
“Singularity”nin bir saçmalık olduğunu size daha önce izah etmiştik; ne yazık ki anlamak istemediniz.
Dünyayı “Elon Musk”ların paranoyaları, “Satya Nadella”ların paranoyaları, “Necip”lerin paranoyaları işgal etmeyecek.
Sayın “Necip”, siz, “Singularity University”nin (veya “kabilesinin”) şefi Raymond Kurzweil’in (Ray Kurzweil olarak da bilinir) yumurtladığı komplo teorilerine inanacak kadar şuursuz birisine hiç benzemiyorsunuz.
Sizin gibi “tecrübeli”, “görmüş-geçirmiş” bir kişi, “singularity” gibi bir zırvaya nasıl inanıyor ve bundan korkuyor; üzülüyoruz.
* * * * * * * * * * * * * * *
(5)
Necip: [Gelir paylasimi acisindan servet ve gelirlerine cok daha yuksek vergiler uygulanmasi taraftariyim.]
Size ne cevap vermiştik:
{{{
Siz, eğer, günümüzün “celebrity” iktisatçısı Thomas Piketty’nin “kişilerin ve kurumların gelir düzeyine göre vergi alınması, ama özellikle gelir düzeyi yüksek olanlardan alınan vergilerde asla kayırmaca yapılmaması” önerisine, buna ek olarak bir başka iktisatçı James Tobin’in “Tobin vergisi” önerisine bile karşı iseniz; size söyleyeceğimiz hiçbir şey artık yok. (Not: Piketty’nin de, Tobin’in de önerdiği çözümler, farklı disiplinlerdeki birçok iktisatçı tarafından “eleştirilmiş”, bu önerilerin “uygulanabilir olmadığı” yönünde görüşler beyan edilmiştir. Kapitalizmin “zemininde çatlaklar oluşturabilecek” derecede kuvvetli çözüm önerilerine, bu kadar coşkuyla itiraz edilmesine hiç ama hiç şaşırmıyoruz!
}}}
Sizinkinden farklı şey mi söylüyoruz?!
Niçin hâlâ birbirimizin kafasına taş atıyoruz?!
Biz kafalarımıza konformist konformist taş atarken; kapitalizm tam gaz katliamlara devam ediyor!
=== SERMAYE %10’UN ELİNDE! ===
=== KAPİTALİST SİSTEMDE “BOŞ İŞLER VE BOŞ MESLEKLER” NİÇİN YARATILDI?! ===
Kamu borcu, Avrupa’nın içinden çıkmak için çabaladığı ekonomik krizin başlıca nedenlerinden biriydi. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere diğer ülkeleri de az veya çok etkileyen bu krizin yansımalarını hâlâ yaşıyoruz. Dolayısıyla güncelliğini koruyan bu konuya büyük katkı veren bir tartışmayı Haldun Bayrı’nın çevirisi ile sizlerle paylaşıyoruz.
Tartışmanın bir tarafında “21. Yüzyılda Kapital” kitabının yazarı, Fransız ekonomist Thomas Piketty, diğer tarafındaysa “Occupy Wall Street”in teorisyeni, Amerikalı anarşist & antropolog David Graeber var.
Graeber’in Paris’te bulunduğu bir sırada ikiliyi Fransa’nın önde gelen bağımsız internet platformlarından “Mediapart” bir araya getirdi. Joseph Confavreux ve Jade Lingered tarafından gerçekleştirilen tartışma 6 Ekim 2013′te yayınlandı.
*****
Joseph Confavreux & Jade Lingered:
Antropolog David Graeber’ın “Borç, İlk 5000 Yıl”ı ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 ) ve ekonomist Thomas Piketty’nin “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”i ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yirmi-birinci-yuzyilda-kapital-karton-kapak/351495.html ), son dönemin kuşkusuz en güçlü ve arıtıcı siyasî denemeleri.
İnsanlar arasındaki eşitsizliğin ve borçlardaki ağırlığın dayanılmaz doruklara tırmandığı bir duruma nasıl geldiğimizin çarpıcı bir manzarasını çıkarmak için, iki yazar da uzun tarihe (Piketty’de üç yüzyıl, David Graeber’da ise 5000 yıl) müracaat ediyor.
İkisi de etkileyici bir külliyata dayanarak özgün çözümler öneriyor:
Piketty’ye göre, sermayeden ve malvarlığından istisnaî, müterakkî (oranı matrahın çokluğu ile yükselen vergi) ve mümkünse dünya çapında bir vergi alınmalı;
David Graeber’a göre ise, yüzyıllar boyunca çok sayıda toplumda örnekleri görüldüğü gibi, borç reddedilmeli.
Graeber’ın Paris’e gelmesi vesilesiyle iki araştırmacıyı bu yüzden görüştürmek istedik. Borçlanma ve eşitsizliklerin artması süreçlerinden ekonomik, siyasî, ama aynı zamanda zihinsel bakımdan da özgürleşmenin nasıl mümkün olduğu sorusu üzerinde yoğunlaştı görüşmeleri:
=== SORU ===
İkiniz de ekonomik ve mali sistemin tükenme noktasına geldiğini ve bu halde uzun süre dayanamayacağını söyler gibisiniz. Bunun başlıca nedenlerinin neler olduğunu her biriniz bana anlatabilir misiniz?
THOMAS PIKETTY: Sistemin çöküşünün arifesinde olunduğundan emin eğilim; en azından sâfî ekonomik bakış açısıyla. Siyasî tepkilere ve elitlerin toplumun artakalan kısmını durumun kabul edilebilir olup olmadığına ikna etme kapasitelerine çok bağlı bu. Çok etkili bir kanaat aygıtı var ise, sistemin bu halde kalmayı sürdürememesi için hiçbir sebep yok. Dolayısıyla sistemin çöküşüne sâfî ekonomik kuvvetlerin sebep olacağını sanmıyorum.
Marx “kâr oranındaki düşüş eğiliminin kaçınılmaz biçimde kapitalist sistemi devireceği”ni düşünüyordu. Ben bir bakıma ondan daha kötümserim, çünkü ortalama %5 gibi bir sabit sermaye randımanı ve ölçülü bir büyümeyle bile, zenginlikler git gide daha fazla aynı ellerde yoğunlaşacak ve geçmiş mirasların ağırlığı daha da artacak.
Ama bu, başlı başına, bir ekonomik çöküş oluşacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla benim tezim; Marx’ınkinden farklı, David Graeber’ınkinden de farklı. Bilhassa ABD’de olmak üzere hepimizin gözlemlediği bir “borç patlaması” oluştuğu muhakkak: Fakat, aynı zamanda, borcun toplamının hayli üstünde olan kuvvetli bir sermaye artışı da var.
Dolayısıyla yaratılan net zenginlik pozitif, çünkü sermayenin büyümesi borcun yükselişinden de süratli. Bunun illâki iyi bir şey olduğunu söylemiyorum. Fakat bu hâdisenin sistem çöküşüyle eşanlamlı olmasını gerektirecek sâfî ekonomik bir sebep yok.
=== SORU ===
Ama eşitliksizlikler düzeyinin dayanılmaz hale geldiğini söylüyorsunuz, değil mi?
THOMAS PIKETTY: Evet, ama bu noktada da, bahsedilen ülkeye göre, caydırma ya da baskı aygıtı, veya ikisinin bileşimi, böyle bir durumun sürmesine izin verebilir. Bir yüzyıl önce, sanayileşmiş ülkelerin elitleri, kamuoylarına rağmen, her tür müterakkî vergi salınmasını reddetmeyi başarmışlardı. Müterakkî gelire bir vergi getirilmesi için bir savaş gerekmişti.
DAVID GRAEBER: Ama bir kişinin borçlanması zorunlu olarak başka birinin zenginliğine tekabül eder, değil mi?
THOMAS PIKETTY: İlginç bir nokta bu. Kitabınıza hayran oldum, getireceğim tek eleştiri, sermayenin borçla özetlenmediği olurdu. Kamu borcu da olsa özel borç da olsa, daha fazla borcun başkaları için kaynaklar yarattığı doğru. Fakat borç ile sermaye arasındaki mümkün farklılıkları cepheden zikretmiyorsunuz. “Sermayenin tarihi”yle “borcun tarihi” aynıymış gibi yapıyorsunuz. Borcun şimdiye kadar tasarlanabildiğinden çok daha önemli bir rol oynadığını söylemekte haklı olduğunuzu düşünüyorum.
Özellikle de, ekonomistlerin sermaye birikimi, takas, paranın yaratılması ya da para karşılığı ile mübadele üzerine anlattıkları peri masallarındakinden…
Borçlanma ilişkilerinde geçerli olan iktidar ve tahakküm ilişkileri üzerinde ısrar ederek bakışı kaydırtma tarzınız mükemmel. Ama sermaye bizatihi yararlıdır. Sermaye eşitliksizlikleri bir sorundur, ama kendi içinde sermaye bir sorun değildir. Bugün de öncekine nazaran çok daha fazla sermaye var.
DAVID GRAEBER: Sermayenin borçla özetlendiğini söylemek istemiyorum. Fakat herkese bunun aksi anlatılınca; bu öykünün “ücretlilik tarihi”, “sanayi kapitalizmi” ve “sermayenin ilk biçimleri” üzerine bıraktığı boşlukları doldurmak da bize düşüyor. Tayfı genişletmeyi deniyorum. Borcun artışı esnasında kaynakların da arttığını neden söylüyorsunuz?
+ + + + +
THOMAS PIKETTY: Net zenginlik, yani borcu da hesaba kattıktan sonra hesaplanabilir kaynaklar arttı.
DAVID GRAEBER: Önceye nazaran kişi başına daha fazla mı zenginlik var yani?
THOMAS PIKETTY: Orası bâriz. Meskenleri ele alalım. Elli ya da yüz yıl önceye nazaran daha çok mesken olduğu gibi, bir üretim yılına oranla, öncekinden çok daha fazla “borcu düşülmüş” meskenler var. Bir yıllık (Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla) GSYİH’ya eklendiğinde, bütün ekonomik faaliyetten doğan gelirler diye tanımlanan ulusal sermayeyi ölçerseniz, ülkedeki kamusal ve özel tüm aktörlerin borçlanmasını bundan çıkarırsanız; zengin ülkelerdeki oran kırk yıldır artmıştır. ABD’deki artış Avrupa ve Japonya’daki kadar göz alıcı olmamıştır, ama artmıştır. Dolayısıyla kaynaklar borçtan çok daha hızlı artıyor.
DAVID GRAEBER: Baştaki, “sistemin mümkün çöküşü” sorusuna dönersek; bu çeşit tarih tahminlerinin bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Şurası kesin ki, bütün sistemlerin bir sonu var ve bunun ne zaman vuku bulacağını bilmek çok zor. Ama kapitalist sistemde bir yavaşlamanın işaretlerini görüyoruz.
Teknoloji düzeyinde, 1960 ve 1970 yıllarında olduğu gibi büyük icatlar arifesinde olduğumuz duygusunda değiliz. Siyasî görüşler anlamında, Birleşmiş Milletler’in kurulması ya da uzay programının başlatılması gibi savaş-sonrasının büyük projelerinden uzak görünüyoruz. Ekosistemimizin ve insan yaşamının sürdürülebilirliğini tehdit etmesine rağmen, iklim bozulmasına karşı bile hiç kimse bir şey yapamıyor.
Bu güçsüzlük duygusu da tam olarak, 30 yıldır caydırma ve zorlama aygıtlarının, kapitalist sistemin sürdürülebilirlik koşullarını yaratmak da dahil olmak üzere her şeyden ziyade, “ideolojik savaşı kazanmak için seferber edilmiş olmalarından”dır!
Neo-liberalizm; siyasete ve ideolojiye ekonomi karşısında öncelik tanımıştır. Strateji bakımından, kapitalizmi uzun vadede sürdürülebilir kılmak için işe koyulmaktan ziyade, kapitalizmin uzun vadede sürdürülebilir olduğuna inandırmak için yırtınmayı tercih etmiştir! Sonuç: Kendini boktan işlerde bulan insanlara başka mümkün hiçbir şey olmadığını düşündürecek ölçüde etkili bir muhayyile savaşıdır!
Bu “kapitalist ideolojik hegemonya”nın bugün sınırlarına vardığı iyice görülüyor. Sistemin çöktüğü anlamına mı gelir bu? Söylemesi zor. Ama çökmeye başlasaydı da şu gördüğümüze benzerdi. Ekonomik sistemler temel değişimler geçirebilir. Kapitalizm yakın tarihlidir, başka bir şey haline gelebileceğini tahayyül etmek mâkul.
=== SORU ===
Kapitalizm; sorunun bizatihi kaynağı mı, yoksa reforma uğratılabilir mi?
THOMAS PIKETTY: David Graeber’ın kitabında en çok takdir ettiğim noktalardan biri, “kölecilikle kamu borcu” arasında kurduğu devamlılık. Borcun en uç biçimi köleliktir: İlelebet bir başkasına aitsinizdir; potansiyel olarak çocuklarınız da. Genel anlamda uygarlığın ilerlemelerinden biri, kölecilikten kurtulmak olmuştur.
Oysa David Graeber’ın da bize açıkladığı gibi, borcun kuşaktan kuşağa kölecilikle yapılan aktarımı modern bir varoluş biçimine kavuşmuştur; o da kamu borcu ve onun borçlanmayı bir kuşaktan diğerine transfer etme imkânı veren artışıdır. Aşırı bir durum tahayyül edilebilir: Bir yıllık GSYİH değil de on ya da yirmi yıllık GSYİH mesâbesinde olan ve bütün üretimin, yaratılan bütün zenginliklerin “borç ödemesine tahsis edildiği”, köleleştirilmiş bir toplumu var etmekten ibaret, sonsuz bir kamu borcu miktarı! Bunun üzerinden herkes nüfusun içindeki bir azınlığın kölesi olurdu ki bu da tarihimizin başına bir dönüş olur!
Fiiliyatta henüz oraya gelmedik. Nitekim borca karşı sürülecek çok sermaye var hâlâ. Fakat şeylere bu şekilde bakmak, borçlulara suçluluk duygusunun aşılandığı, her birimizin ulusal kamu borcunda 30 ila 40 bin Euro borç payımız olduğunun kafamıza kakıldığı şu tuhaf durumu anlamaya yardım ediyor. Ayrıca çılgın bir şey bu; zira, bir kez daha tekrarlayacak olursam, kolektif olarak borçlardan fazla kaynaklara sahibiz. Nüfusun büyük bir bölümünün çok az sermayesi var, çünkü sermaye bugün çok yoğunlaşmış.
19. yüzyıla kadar; sermaye stokunun %90′ı nüfusun %10′una aitti.
Bugün biraz farklı: ABD’de, sermaye stokunun %73′ü en zengin %10′un elinde!
Bu öyle bir yoğunlaşma düzeyi ki, nüfusun %50′sinin sadece borcu var. Nüfusun bu yarısı için kişi başına kamu borcu, sahip olduklarından daha çok. Fakat nüfusun %50′sinin borçlardan fazla sermayesi var ve dolayısıyla “kemer sıkma politikaları”nı haklı göstermek için halk kesimlerine böyle suçluluk duygusu aşılamak saçma.
David Graeber’ın yazdığı gibi “borcun iptali çözüm mü peki?” Hiç karşı değilim buna. Ama malvarlığı üzerinden, en üst basamakların mükellefiyet oranları yüksek bir müterakkî vergiden daha çok yanayım. Niye? Çünkü bir gün sonranın neye benzeyeceğini bilme meselesi bu. Borcu bir iptal ettiğinizde ne yapıyorsunuz? Plan ne?
Borcu iptal etmek, son alacaklıyı, borcun son zilyetini suçlu telakki etmektir. Oysa işlediği şekliyle mali işlemler sistemi, en iri aktörlere iptalden epey önce ellerindeki kâğıtlardan kurtulma imkânı tanır. Son alacaklı, aracılık sistemi yüzünden, ille de çok zengin değildir. Borcu iptal ederseniz, bu yüzden zenginlerin para kaybedeceği kesin değil.
DAVID GRAEBER: Borç iptalinin tek çözüm olduğunu ileri süren yok. Benim için, bir çözümler dizisi içinde kaçınılmaz bir unsur bu. Borcun iptalinin bütün sorunlarımızı çözebileceğini sanmıyorum. Daha çok kavramsal bir kopuş bu. Açık konuşursam, borcun toptan silinmesinin her halükârda şu veya bu şekilde vuku bulacağına inanıyorum.
Benim için tartışma daha ziyade bu iptalin şekilleri üzerinde dönüyor:
Ya açık bir biçimde, dikey bir kararla ve mevcut yapıları koruyarak olur;
Ya da toplumsal hareketlerin itmesiyle olur!
Konuştuğum siyasî ya da ekonomik yetkililerin çoğu borcun bir şekilde reddinin elzem olduğunu teslim ediyorlar!
THOMAS PIKETTY: Benim sorunum da bu: Bankacılar sizinle aynı fikirde!
DAVID GRAEBER: Borç silindiği andan itibaren asıl mesele, sonunu iyi getirmek için bu süreci nasıl ele alacağımızı bilmek! Zira tarihte, çoğu zaman hakkaniyetsiz olan mevcut toplumsal yapıların muhafazasına hizmet etmiş çok sayıda borç silme örneği var.
Fakat borcun silinmesi bazen toplumsal değişimin oluşmasına da hizmet etmiş. Atina ve Roma anayasalarının kökenine bakalım mesela; iki durumda da bir borç krizi vardı ve bu krizi halletmenin bir şekli yapısal siyasî reformlar yapmak olmuştu. Roma cumhuriyeti ve Atina demokrasisi borç krizinden doğmuştur.
Aslında bütün büyük siyasî dönüşüm anları şu veya bu şekilde borç krizinden doğmuştur. Amerikan Devrimi sırasında Büyük Britanya nezdinde borcun reddedilmesi taleplerden biriydi.
Siyasî mucitlik gerektiren benzer bir anla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum!
Ama borç silme kendinde bir çözüm değil, çünkü tarihte bunun korkunç biçimde geriletici versiyonları var. “Boston Consulting Group” bu konuyla ilgili olarak “Mezopotamya’ya Dönüş” başlıklı bir raporu böyle yumurtladı; toplu borç silme durumunda neler olup biteceğini görmek için modelleri elden geçiriyorlar. Vardıkları sonuç: Bunun büyük ekonomik karışıklıklar yaratacağı, fakat yapılmadığı takdirde de daha çok karışıklığın çıkacağı! Ekonominin “güncel yapıları”nı korumak istiyorsanız, buradan geçmenizin gerekeceği! İşte; borç silme önerisine tipik bir gerici cevap örneği!
Kapitalizmle ilgili olarak ise, 50 yıldan fazla dayanabileceğini tahayyül etmekte zorlanıyorum; özellikle de ekolojik sorun bakımından. “Occupy Wall Street” hareketini somut öneri dile getirmediği için kınadıkları vakit (ki getirmiştik), biraz da kışkırtmak için, borcun iptali ve 4 saatlik işgününün getirilmesi çağrısında bulundum.
Ekolojik açıdan yararlı olurdu ve çoğumuzun, büyük bir bölümü insanları meşgul tutmaktan başka hiçbir şeye yaramayan işlerde çalışmasını gerektiren çalışma zamanının aşırı büyümesine cevap verirdi.
Günümüzdeki üretim tarzı, ekonomik ilkelerden ziyade ahlâkî ilkeler üzerine kurulmuştur.
“Borcun”, “çalışma saatleri”nin ve “çalışma disiplini”nin artması; bunların hepsi atbaşı gidiyor gibi!
Şayet “para”, hepimizin elde tuttuğumuz banknota aynı değeri verme vaadiyle oluşan bir toplumsal ilişki ise; çalışmaya bağlanma ve üretkenliğin geleceği hususunda ne tür vaatlerde bulunmayı dilediğimizi düşünmemek niye?! Bunun için “borcun yürürlükten kaldırılmasının kavramsal bir kopuş olduğu”nu söylüyorum. Demokratik biçimde tekrar müzakere edilebilir; başka toplumsal sözleşme biçimlerini tahayyül etmede bize yardımcı olması için.
=== SORU ===
Thomas Piketty, size göre, borcun reddedilmesi “uygar” bir çözüm değil. Ne demek istiyorsunuz?
THOMAS PIKETTY: Çünkü borçların son alacaklıları ille de ödettirmek gereken kişiler değildir. Zenginlikler üzerinden bir müterakkî vergi hakkında ne düşünürsünüz David Graeber? Bu sonuca ulaşmanın daha uygar bir tarzı gibi geliyor bana.
Borcun feshedilmesinin sizin dışınızdaki en ateşli destekçilerinin, IMF ve Bundesbank’ta (Almanya Merkez Bankası) kullanılan deyişle “haircuts” (kesinti, tıraşlama, teminatın değer kaybetme ihtimaline karşılık borç verenin mağdur olmaması için ödenen risk primi) isteyenler olmasına gerçekten şaşakalmam üzerinde ısrar ediyorum!
“Haircuts”, sözü şuraya getirir: Kamu borçlarının zilyetleri çok risk aldılar, dolayısıyla şimdi, ödeme yapmalılar. Yunanistan’ın borcunun değerini %50 indirelim; Kıbrıs’ın borcunun da %60′ını. Bu hiç de ilerici bir çözüm değil!
Beni mazur görün ama, hedeflemek istediklerimizi daha iyi hedefleyebilmek için hangi aletle donanmamız gerektiği, hangi kolektif kurumları yaratmamız gerektiği sorununu “ciddiye almamanız” şaşırtıyor beni! Biz entelektüellerin rolünün bir kısmı da inşa etmek istediğimiz kolektif kurumları söylemek; vergi de bunların biri.
DAVID GRAEBER: Müterakkî vergi bana “Keynesçi çağ”ın ve artık hakikaten savunulamaz görünen “büyüme oranı varsayımları” üzerine kurulu yeniden dağıtma mekanizmalarının tipik özelliği gibi geliyor. Bu “yeniden dağıtıcı mekanizma biçimleri”; tarihsel olarak “yeniden dağıtıcı vergi politikaları”nın yerleştirilmesiyle aynı zamanda oluşan ücret artışlarına bağlı yüksek üretkenlik tahminlerine dayanıyor.
Acaba bu politikalar bir düşük büyüme ortamında sürdürülebilir mi? Toplumsal sonuçları ne olur?
THOMAS PIKETTY: Düşük bir büyüme bu tipte “yeniden dağıtıcı vergi araçları”nı daha da arzu edilir kılar. Sadece geleneksel gelir vergisinden söz etmiyorum; düpedüz zenginliğin ve sermayenin müterakkî vergilendirilmesinden söz ediyorum!
İnsanların sahip olduğu bir sermaye miktarı var; borçtan arındırılmış değer olarak. Bu sermayeye müterakkî bir mükellefiyet oranı dayatırsanız, çok aza sahip olanlar için mükellefiyet oranı negatiftir; bu da dolayısıyla borçlarının bir kısmının silinmesi anlamına gelir. Dolayısıyla “Keynesçi gelir vergilendirme politikaları”ndan çok farklı bir şey söz konusu.
Ayrıca “düşük büyüme”, “gelir vergisi”ni ve “servet vergisi”ni daha da arzu edilir kılıyor, zira düşük bir büyümeyle birlikte, büyüme oranıyla sermayenin randıman oranı arasındaki makas açılır.
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde, ekonomik büyüme neredeyse sıfır mertebesinde olmuştur; sermayenin randıman oranı ise %5 civarında. Büyüme oranı savaş sonrası Avrupa’daki gibi %5 civarında olunca, ikisi arasındaki makas dardır dolayısıyla.
Fakat büyüme oranı %1, hâttâ bazı Avrupa ülkelerindeki gibi negatif olduğu zaman; iki oran arasındaki makas muazzam açılıyor!
Sâfî ekonomik bakış açısıyla bu bir sorun değil; ama toplumsal bir bakış açısıyla sorun, çünkü; büyük servet yoğunlaşmalarına yol açıyor! Buna karşı; “servetin” ve “malvarlığı”nın müterakkî vergilendirilmesi yararlıdır.
DAVID GRAEBER: Ama sermayeye konulacak bu müterakkî verginin uluslararası olması gerekmez mi?
THOMAS PIKETTY: Evet, elbette! Ben de sizin gibi “enternasyonalist”im, dolayısıyla bu noktada aramızda bir tartışma çıkacağını sanmıyorum.
DAVID GRAEBER: Yine de ilginç bu; zira, tarihsel olarak, kredinin güçlü olduğu bir çağa geçtiğinizde, genel olarak “borçluları koruyup alacaklıların saçmalıklar yapması”nı, “borçlulardan yana önlemler alma pahasına engelleyen” bir tür çıkıntı mekanizmanız vardır!
Alacaklıların borçlular üzerinde fazla nüfuz kurmalarını engelleyen bu mekanizmalar çeşitli biçimlere bürünmüştür: Mezopotamya’da tanrısal hukuk monarşisi, Kitabı Mukaddes’te “yubil” yılı (elli yılda bir gelen azatlık ve meserret yılı), Ortaçağ’da kilise hukuku, Budizm, Konfüçyüsçülük: Kısacası, o toplumlarda kredi üzerindeki denetimi elinde tutan kurumsal ve-veya manevi bir aygıt vardı.
Bugün; kredinin belirleyici olduğu bir evredeyiz, fakat işleri tersten yapıyoruz! Neo-liberalizm bir “iman biçimi gibi görülebildiği ölçüde” neredeyse dinî tabiatta olan çıkıntı mekanizmalarımız şimdiden var; fakat, borçluları alacaklılardan korumak yerine, tersini yapıyorlar!
30 yıldır: “IMF”, “Dünya Ticaret Örgütü”, “Breton Woods”un rahminden çıkan mali kurumlar, “yatırım bankaları”, “çokuluslu şirketler” ya da “uluslararası sivil toplum kuruluşları”nın oluşturduğu bütün; (Birleşmiş Milletler’in aksine) kararlarını uygulatma olanakları bulunan “dünya çapında uluslararası bir bürokratik sistem” teşkil ediyor!
“Finansçılar”ın ve “alacaklılar”ın çıkarlarını savunmak için bütün bu yapı göstere göstere yerleştirilmiş olduğuna göre, seferber edildiği amacın tersini yapması için o aygıtı dönüştürmek siyaseten nasıl mümkün olabilir?
THOMAS PIKETTY: Daha fazla insanı ikna etmek gerekecek, ne diyebilirim size?!
Nereye gitmek istediğimizi bilmek bile önemli!
Beni endişelendiren ise; bahsettiğiniz büyük kurumlar için borcu iptal etmenin sizin düşündüğünüzden çok daha doğal olması. Şu “haircut” deyişini niye seviyorlar? Çünkü pazarın ahlâk sisteminde kalıyorsunuz! Suçlu; borcu olan! Bence risk; finans kurumlarının sizin tasvir ettiğiniz istikamette gitmeleri.
Tipik bir biçimde, Kıbrıs Krizi sırasında, sermayelere müterakkî bir vergi tasarısı tartışılmış olmasına rağmen, biraz terakkiyle, “IMF” ile “Avrupa Merkez Bankası”, sonunda herkese eşit bir dolaylı vergi tercihinde bulunarak “haircuts” usûlüne gitme kararı aldılar.
Fransa’da, 1945-46′da, muazzam bir kamu borcu vardı. Çözüm için iki araç kullanıldı. Önce bolca enflasyon (ki tarihte borçtan kurtulmanın başlıca usûlüdür), fakat insanların elindeki azı da azalttı o; mesela yoksul yaşlı kimseler herşeylerini kaybettiler! Bunun sonucunda, herşeylerini kaybetmiş bu emeklilere asgari bir gelir biçimi, bir yaşlılık yardımı yaratılması için 1956′da ulusal mutabakat sağlandı. Zenginler bu enflasyon yüzünden hiçbir şey kaybetmediler! Enflasyon onların servetlerini azaltmıyor, çünkü sağlam aalanlara yatırıyorlar, bu da servetlerini koruyor!
O zenginlere asıl para kaybettiren şey, o sırada yerleşen bir başka mekanizma: 1945′te getirilen bir müterakkî ve istisnaî vergi. Oysa 70 yıl sonra IMF, sermaye üzerinden bir tedrici müterakkî vergi getirmenin teknik açıdan imkânsız olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi! Şu bahsettiğiniz kurumların “haircuts”ı tercihinde güçlü ideolojik nedenler olmasından korkuyorum gerçekten!
+ + + + +
=== SORU ===
Bir “vergi kaçışı riski” yok mu?
Sermaye sahiplerinin borçtan kurtulmaları, borcun iptalinin etkilerinden kurtulmalarından daha kolay değil mi?
THOMAS PIKETTY: Hayır, borç reddinin etkilerinden de, enflasyonun etkilerinden de kurtulmak çok kolay.
İri portföyler borç kâğıtlarını tutmazlar ve temiz sermayelerden oluşurlar. Vergi kaçışına karşı mücadele etmek mümkün mü? Evet, istenirse yapılabilir. Modern hükûmetler kararlarına saygı gösterilmesini istedikleri zaman bunu becerirler. Batılı hükûmetler, Kuveyt petrolüne Irak el koymasın diye Kuveyt’e bir milyon asker göndermek istedikleri zaman yapıyorlar bunu! Irak’tan korkmuyorlarsa, Bahamalar’dan ya da Jersey’den korkmaları için bir sebep yok; ciddi olalım! Servet ve sermaye üzerinden müterakkî bir vergi getirmek teknik sorunlar çıkarmıyor. Siyasî irade sorunu bu!
*****
David Graeber’ın Türkçe’ye çevrilen kitapları:
“Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar”
Çeviren: Bengü Kurtege-Sefer
Yayınevi: Boğaziçi Üniv. Yayınları (2012)
( http://www.bupress.org/tanim.asp?sid=V5ZI6D5VXB8B3E8DU3QQ )
“Tersine Devrimler: Siyaset, Şiddet, Sanat ve Hayalgücü Üzerine Denemeler”
Çeviren: Aslı Esen
Yayınevi: Everest Yayınları (2014)
( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1357 )
“Borç: İlk 5000 Yıl”
Çeviren: Muammer Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları (2015)
( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 )
Thomas Piketty’nin Türkçe’ye çevrilen kitabı:
“Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”
Çeviren: Hande Koçak
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları (2015)
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yirmi-birinci-yuzyilda-kapital-karton-kapak/351495.html )
=== BÜROKRASİ YÜZDE 1′E HİZMET EDİYOR! ===
Kuzey Amerika’daki özgürlükçü düşüncenin teorisyeni ve “Occupy Wall Street” hareketinde başı çeken isimlerinden antropolog David Graeber, “Bir serbest pazar ekonomisini sürdürmek için 14. Louis’nin mutlak monarşisinin bin katı kırtasiye gerekir” diyor!
Bu tespitten yola çıkan anarşist antropolog Graeber, “bürokratik kapitalizm”in yeni bir eleştirisinin ana hatlarını çiziyor.
Fransa’nın popüler internet gazetesi Mediapart, Joseph Confavreux ve Jade Lindgaard’ın David Graeber ile gerçekleştirdiği söyleşiyi 1 Ocak 2016′da yayınladı.
Röportajın Türkçe’ye çevirisini Haldun Bayrı yaptı.
*****
“Günümüzde bürokrasiden pek bahsedilmiyor. Buna karşılık 20. yüzyılın ortasında, özellikle de 1960′lı yılların sonu ve 70′li yılların başında, herkesin ağzında bu sözcük vardı.” diye saptıyor David Graeber, “Bürokrasi” başlıklı kitabının girişinde (“The Utopia of Rules: On Technology, Stupidity, and the Secret Joys of Bureaucracy”, Melville House, 2015).
“Borç” üzerine yazdığı ve yüzbinlerce satan kitabıyla (“Debt: The First 5000 Years”, Brooklyn, N.Y. 2011, Melville House) ünlenen anarşist antropoloğa göre, bürokrasinin adının anılmaması, ona bağlı sorunların ortadan kalkmış olmasından değil; devletle karıştırmıyorsak, “yaşamımızın tüm yönlerini belirlemesi”ne rağmen buna “alışmış olmamız ve artık bürokrasiyi düşünmenin içimizden gelmemesi”ndendir.
Nitekim, David Graeber’ın ileri sürdüğüne göre, “Bir serbest pazar ekonomisini sürdürmek için 14. Louis’nin mutlak monarşisinin bin katı kırtasiye gerekir.”
Antropolog hatırlatıyor: “İngiliz liberalizmi kamu bürokrasisinin erimesine yol açmadı, tam aksini yaptı: Özerk bireyler arasında bir serbest sözleşmeler dünyasının liberal rüyasını mümkün kılan hukukçular, zabıt kâtipleri, müfettişler, noterler ve polis komiserleri yelpazesinin sürekli yayılmasına yol açtı!”
Mesele, 1960 ve 1970 yıllarında kapitalizme karşı dövüşen solun taşıyıcısı olduğu anti-bürokratik bireycilik dilinin, “her toplumsal meseleye ‘pazar çözümleri’ talep eden bir sağ tarafından, artan bir yırtıcılıkla” devralınmış olmasıdır. Bu hareket karşısında, “klasik sol, eski refah devletinden artakalanı kurtarmayı denemek için acınası bir artçı kavgası vermek durumunda kalmıştır. Devlet’in icraatını daha ‘etkin’ kılma mazeretiyle, kamu hizmetlerinin kısmî özelleştirilmesini ve bizzat bürokratik idare yapısında ‘pazar ilkeleri’nin, ‘pazar teşvikleri’nin ve pazara dayalı diğer ‘sonuçtan sorumlu kılma usûlleri’nin git gide artan bütünleşmesini onaylamıştır; çoğu zaman hızlandırmıştır da.”
Antropolog için bütün bunlar bir “siyasî felaket”e götürmektedir, çünkü “her toplumsal mesele karşısında, radikal solun çözümleri neredeyse her yerde düpedüz dışlanmıştır; ‘ılımlı’ solun çözümleri ise, değişmez bir biçimde, bürokrasinin en beter unsurlarıyla kapitalizmin en beter yönlerinin kâbusvâri kaynaşması haline gelmiştir.”
Dolayısıyla David Graeber’ı izleyince, “nihaî hedefi kâr biçimiyle zenginlik çıkarmak olan, kural ve yönetmeliklere boğulmuş tek bir varlıkta kamusal ve özel gücün tedrici kaynaşması”na tanıklık etmekteyiz. Nitekim ona göre, “serbest ticaret ve serbest pazar, gerçekte dünya çapında idarî yapılar yaratılması anlamına gelir”, oysa “gelirlerden çıkarılan kârların bir kısmı, uzmanlığa dayalı ya da serbest mesleklerden ayrıcalıklı bileşenlere yönlendirilmekte veya şirketlerde kırtasiye meraklısı yeni bürokrat tipleri yaratılmasına hizmet etmektedir”, ki bu da önceki bir makalesinde kınadığı, “-stratejik vizyon koordinatörü, insan kaynakları danışmanı, hukuk analisti, vb. gibi- yapay ve bâriz biçimde anlamsız, uydurma meslekler”i teşvik etmektedir; “üstelik bu mevkilere getirilenler de şirkete hiçbir şey katmadıklarını gizliden gizliye bilirler.”
David Graeber’ın teşhis ettiği bu bürokratik kapitalizme getirilecek bir sol eleştiri nasıl olurdu? Paris’e uğraması vesilesiyle ondan aldığımız bazı cevaplar şunlar:
=== SORU ===
Hükûmetlerin aldıkları kararlarda çoğu zaman özel çıkarlar etkili olmasına rağmen, son kitabınızda bürokrasiye saldırıyorsunuz. Düşman o mu sahiden?
DAVID GRAEBER: Hiç kimse düzenleme yapmak istediğini iddia etmiyor ama, gerçekte yaptıkları tek şeyse daha fazla düzenleme! Düzenleme yapmama fikri aslında ne anlama geliyor? Düzenlemeleri kaldırmak değil, yeni biçimlerini yaratmak anlamına geliyor. Mesela ABD’de, havayolu şirketlerindeki “düzenlemeleri kaldırdılar”. Somut olarak, birkaç küçük oligopol arasındaki rekabetin idaresi sisteminden, çok sayıda şirketin rekabete sokulmasına geçildi. Daha sonra telefon ve iletişim teknolojilerindeki düzenlemeleri kaldırdılar; sonra da sıra bankalara geldi. Bu alanda, birbiriyle rekabet halindeki çok sayıda küçük şirketten, az sayıda oligopolün rekabet ettikleri sisteme geçildi.
Gerçekte “düzenlemenin kaldırılması” her anlama gelebiliyor. Bu sözcüğün özünde bir anlam yok. Düzenlemenin kaldırılmasından söz edildiğinde, aslında düzenlemeler sistemini kendi işine geldiği şekilde değiştirmekten söz ediliyor. Yani çoğu zaman bazılarının daha fazla para kazanması için bu. Kapitalizmin bugünkü işleyiş biçimi tam olarak bu: Birileri yararlansın diye kuralları değiştirmek. Siyaset git gide enikonu sermaye gelirinden kâr elde edip, aynı sermayeye daha da fazla gelir temin eden yeni kurallar yerleştirmek amacıyla siyasî yapıları etkilemek için bu kârın kullanılmasından ibaret bir hale geliyor!
=== SORU ===
Bugün sizi niçin araştırma konusu olarak bürokrasi (buram buram 60′lı yıllar kokan o terim) ilgilendiriyor?
DAVID GRAEBER: Halk sınıfları neden sol partiler yerine sağ popülist partilere oy vermeye yatkın? Çünkü somut baskı tecrübeleri bizatihi kapitalizmden ziyade bürokratlardan, bütün işi yoksulları dertlerine yanmaya itmekten ibaret olan herkesten geliyor!
İşin alaycı tarafı şu: Sağ ne kadar reform yaparsa bürokratlar da o kadar artıyor. Kınamak gereken bir kısır döngü bu. Anti-bürokratik sol eleştiri için muazzam bir potansiyel var.
Biz (yani “Occupy Wall Street hareketi”) %1 ve %99′dan söz ettiğimizde muazzam bir yankı uyandırdı! %1 sadece bir ayrıcalıklılar sınıfı değil; bir sınıfın iktidarına da işaret ediyor bu!
Bu %1, seçim kampanyalarında adaylara en çok para veren ve ekonomik büyümenin yararlarının çoğunu istifleyenler!
Bu da bir tesadüf değil. Bugün kapitalizm git gide daha az (klasik Marksist açıklama uyarınca) ücretlerden artıdeğer çıkarılmasıyla işliyor; ve git gide daha çok borçla, borçla ilgili kesintiler ya da gecikme zamlarıyla doğrudan artıdeğer çıkararak işliyor. Bütün bunlar hükûmetin koyduğu kurallarla kararlaştırılıyor. Özetle, %1’i oluşturanlar paranızı alıyor ve bu parayı kendilerine daha çok kâr getirecek yasaları yazsınlar diye siyasetçilere veriyorlar!
=== SORU ===
Sorun bürokrasi mi, yoksa kapitalizmin onu sahiplenme biçimi mi?
DAVID GRAEBER: 19. yüzyılda, imparatorluk zamanında Büyük Britanya büyük bir kapitalist güçtü ve serbest ticaret retoriğini ciddiye alıyordu. Kapitalist şirketler nispeten ufaklardı; çoğu aile şirketiydi.
20. yüzyılda ABD’de ve Almanya’da başka bir sistem yerleşti: Yüksek düzeyde bürokratikleşmiş bir şirketler kapitalizmi! ABD bürokratik kurumlar yarattı: “IMF”, “Dünya Bankası”, “Birleşmiş Milletler”. Daha önce bunlarla eşdeğer hiçbir şey yoktu. Bu büyüleyici.
Amerika kendini, düzenlemesiz bireyciliğin ülkesi olarak görüyor, oysa inanılmaz bir biçimde bürokratikleştirilmiş bir toplum! Ve bu bürokratik rejim türünü dünyanın artakalanına dayatmış! Küreselleşme karşıtı hareketler; “Dünya Ticaret Örgütü”, “IMF” ve “Dünya Bankası” hakkında bunu vurgulamışlardır ve insanlar keşfettikleriyle dehşete düşmüşlerdir!
=== SORU ===
Ama sorun bu bürokrasinin bizatihi varlığı mı, yoksa büyük şirketlerin avukatları veya lobicileri sayesinde çıkarlarını savunmak için daha fazla imkânları olması mı? Her şeyden önce bir güç dengesi oyunu değil mi bu?
DAVID GRAEBER: Bu bürokrasi kendini yerleştirenlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlanmış. “Refah Devleti”nin 1940, 1950 ve 1960′lı yıllardaki serpilip gelişme devrinde bürokrasiyi halkın tarafına geçirmek için bir deneme oldu. Ama sadece boş bir umut olarak kaldı bu. “Bürokrasi” ve “Refah Devleti” sol tarafından yaratılmadılar; kökeninde, “Bismarck” gibileri tarafından, iktidar icrasının halk tarafından yürütülmesini engellemek için dikey bir yapı olarak yaratıldı. Bunları açık bir biçimde toplumu kendi hesabına çalıştırma yolları olarak tanımlamıştır: “Dürüstlüklerini sağlamak için onlara bir şeyler vermek lâzım” diye!
“Refah Devleti” kurumlarının çoğu (mesela sağlık sigortası ya da kamu kütüphaneleri) halk hareketleri ve sendikalar tarafından yaratılmışken, hükûmetler onların bu örgütler tarafından yönetilmesine izin vermemişlerdir. “Dikey bürokratik sistemler aracılığıyla” yüklenmişlerdir onları! Sorun, bu idare erki bir kez bırakıldığında; artık geri alınamamasıdır! İşlerin “neredeyse askerî bir dikey karar sistemi uyarınca idare edilmesi”ni bir kez kabullendiğinizde; oyunu kaybetmişsiniz demektir! Neo-liberalizmin çelik gibi yasasıdır bu: “Daima daha fazla düzenleme ve bürokrat yaratır.” Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki 10 yıl boyunca, memurların sayısı %20 artmıştır!
=== SORU ===
Solun suçu mu bu?
DAVID GRAEBER: Hayır, ama budalaca davranmıştır. Sol, bürokrasiyi savunması gerektiğini düşünerek kendi tuzağına düşmüştür; oysa bürokrasi gerçekte git gide daha fazla sağın çıkarları hizmetinde hareket etmektedir. 1960′lı yıllardaki radikal militanlar (hippiler, sitüasyonistler…) bürokrasiye çok sert ve haklı bir eleştiri yöneltiyorlardı. Onlara göre, bürokratik kurumlarla işleyen toplumsal demokrasi, faşizmden ya da devlet sosyalizminden o kadar da uzak değildi.
Ama bugün durum bütünüyle değişti.
Sağ, eski solcu eleştiriyi kendi hesabına geçirdi! ABD’de “Cumhuriyetçi Parti”, Obama’nın sağlığa erişim reformunu (Obamacare) devlet sosyalizminin ve faşizmin bir biçimi olmakla itham ediyor. Sol ise bürokrasiyi savunuyor. Hâlbuki, bürokrasideki sorunlarımızın çoğuyla bankamızla ilişkilerimizde karşılaşıyoruz!
Bilgisayarınızı tamir ettirmek için “Apple”a gidip de idarî soru fişleri, bitmek bilmeyen kuyruklar ve telefonda beklemeler cehennemine düştüğünüz vakit, bunun bürokrasi olduğunun hiç kimse farkına varmıyor!
20. yüzyılın başında Kafka tarafından tasvir edilmiş olan bütün bu idarî çılgınlık, bugün gündelik yaşamımız hâline geldi! Oysa hiç kimse bunun bürokrasi olduğunu düşünmüyor, zira bürokrasi fikri hep hükûmet fikriyle birleştiriliyor!
=== SORU ===
Ama bürokrasisiz bir demokrasi hayal edilebilir mi peki? Umumî menfaatin savunulmasını temin etmek için idareye ihtiyacımız var…
DAVID GRAEBER: Evet, doğru. Ama 50 sene önce, bugüne nazaran yapılan işin %5′i kırtasiye idi. Bugün dünyanın o zamankinden daha karmaşık olduğunu zannetmiyorum.
Öğretmenlik yapmak 20 ya da 50 yıl önceden üç misli daha mı karmaşık? Aynı şey, yalnız şimdi bunun idaresi için on misli insan gerekiyor. Her şeyin bireysel düzeyde idare edilemeyeceği doğru: Mesela “organ bağışı”. Fakat yararlı olmayı sürdürdüğü işlevleri daha iyi belirlemek için bürokrasinin elzem olmadığı fikrinden yola çıkmak gerekiyor.
İnsanların “(direct democracy) doğrudan demokrasi” biçimleri yaratarak doğrudan eylemle yaptıkları; bürokrasiye bir alternatif örneğidir. ABD’de ya da İngiltere’de yararlı olacak tek bürokrasi biçimi, olmayan bürokrasidir: Tıbbî evveliyatınızın arşivi, mesela. Bürokrasinin çekici kısmı, gayri-şahsî bir sistem olmasıdır.
=== SORU ===
İki yıl önce, fabrikalarını başka bir yere taşımak isteyen mal sahibine karşı grevde olan, Marsilya yakınındaki “Fralib” fabrikasını ziyaret ettiniz. Ne öğrendiniz orada?
DAVID GRAEBER: Şirketin içinde karar alma ve işletme hususundaki tüm ara işlevleri; tahlilimi çok etkileyen bir tecrübe oldu. “Bullshit jobs” ya da “uydurma meslekler” üzerine metnimde yararlandım bundan.
Neden şirketler “hiçbir şey yapmıyor görünen kimseler”i istihdam ederler?
“Fralib”lilerin açıkladığına göre; geçmişte fabrikalarında istikrarlı bir üretkenlik ve ücret artışı yaşanmış. Sonra durmuş! Üretim sahalarına yeni teknikler ve yeni makineler getirdiklerinde, önceki gibi ücret artışından yararlanamamışlar. Bunun yerine, işverenleri git gide daha fazla kadrolu memur istihdam etmiş.
İlk başta iki tane varmış: “İnsan kaynakları sorumlusu” ve “şef”. Sonra 7, 8, 9 kişi… Takım elbiseli olan ve işçilerin etrafında dolanıp duran kimseler. Yapacak pek işleri yokmuş. Dolayısıyla; çalışanları “gözlemlemeye”, “gözlemeye”, “değerlendirme sistemleri yaratmaya” koyulmuşlar; ve, sonunda, fabrikanın Polonya’ya taşınmasını önermişler! Kim bu insanlar? Çalışan değiller. İş idaresiyle (management) uğraşıyorlar. Rantın kârını tekrar dağıtmanın bir biçimi bu: Şirket zengin; o kadar çok para kazanıyor ki, onlara verecek hakiki işi olmaksızın bütün bu insanları işe alıyor!
=== SORU ===
Kitabınızda “diplomania”yı (diploma düşkünlüğünü) kınıyorsunuz. Bu nedir?
DAVID GRAEBER: “Uygulamalara” değil de “belgelere” bakarak bir değer yaratma örneğidir bu!
“Uygulama” üzerinde öğrendiğiniz bilgiler bugün “kâğıtlarla geçerlik kazanmak” zorunda!
Kütüphaneciler gayrişahsî usûllerin yerleşmesi sebebiyle mesleklerini yeniden öğrenmek zorunda kaldılar; bu yüzden tekrar okula gittiler, krediler aldılar… Şifacılık sanatını ya da gazeteciliği icra etmek için, aniden, size bir diploma gerekiyor!
Mali ve bürokratik kapitalizmle bağlantılı bir ruh hâline tekabül ediyor bu! Değerin “kâğıtlardan”, “idarî belgelerden” gelmesi fikri! Bir tür “fetişleştirme”!
Şayet fakirseniz, sosyal yardım alabilmek için “bazı koşullara uymak ve çok sayıda kâğıt doldurmak” gerekiyor; ilettiğiniz bilgileri de birilerine havale etmiş oluyorsunuz.
Orta sınıftansanız, kendinizi ve diğer meslektaşlarınızı değerlendirmekle geçiriyorsunuz zamanınızı… Dolayısıyla değerimizin “sınıflandırılmamızdan geldiği” fikri var; beraberinde de değerimizi yarattığını düşündüğümüz devasa bir belgeler ve soru fişleri zinciri geliyor; oysa yaratılan, zorakiliktir.
“Benim dolayli odagimda sizin bir gizli irkcilik gibi orttugunuz Bati-merkezli bakisiniz var: Bati, son 3-5 yuz senedir ileridir diye onlarin bir ustunlugu var yaklasimini sergiliyorsunuz”.
Sana verdiğim okuma listesinde Samir Amin vardı. Batı merkezci bakış. Yazdılarımızı anlama ezbere goy goy.Necip…Nereden çıkardın? Oku da öğren fikirlerimizi Necip…
“Size anlatmaga calistigim sey suydu: 16yy oncesinde sarmasiktan sallanan Avrupa’da, daha sonraki muthis gelismeleri ancak iki turlu aciklayabiliriz. Ya, aniden bir evrim gecirmisler; ya da cevre sartlari degismis.Bu ikisinden baska, bu kadar buyuk bir kara parcasinda yasayanbu kadar cok sayidaki insanlardaki bu denli buyuk degisikligi aciklayamayiz.Aniden evrim gecirdiklerini kimse iddia etmiyorsa, geriye ikincisi kaliyor: Cevre sartlari. Yani, iklim.Bunun ipuclarini ta Fatih doneminde Anadolu’da gorebiliyoruz. Topragin insanlari gecindirme kapasitesi o kadar dusmustur ki, Anadolu insan ihrac etmek zorunda kalmistir. Anli sanli denizcilik tarihimiz olarak da bilinen ve ta Cezayir’e kadar uzanan Leventler, denizcilerimiz.Ama, bu o haliyle cok uzun surmuyor; o kapi da daraliyor ve ondan sonra isyanlar”…
Bu kadar akıldışı, tarih ve gerçek dışı bir yoruma şapka çıkarılır. Sadece gülüyorum….16.yy da yazan benim öncesini soran sensin ve ipuçlarını veren bendim. Senin önceki yazılarında bişey anlattığın yoktu ki cümleye şunu anlatmaya çalıştığım diye başlıyorsun. Sanki bişey anlattın da biz anlamadık. Dedim ya analitik ve mantık sorunların da var.
“Simdi.. benim solculardan bekledigim, ve bir turlu de goremedigim, gelecek olan bu felakete cozum onermeleridir”
Solcularda bu akıl yoksa ne olacak? Dünya felakete de mi bu solcular yüzünden gidecek? Senin önerin varsa insanlar öğrensin. Örneğin HES’ler ile kuralık ilişkisi kuramını merak ettim.
“Beni begenmissiniz begenMEmissiniz, kimin cukunde”.
Hadi cahilsin bağışladık adam yerine koyduk cevap verdik. Ama böyle cevap veremeyince düzeysizleşmen de sana yakıştı Necip. Ayrıca Sn. Zileli bunlara nasıl müsade ediyor şaşırdım doğrusu! Ayrıca Necip sen buradaki en kötü solcunun dışkısı bile olamazsın….
Marksist Argüman çok akıllı biri…
şu cümleyi anlayamadım.. çok derindi..
“sanki insanoglunun misyonu sayisiz gezegenin oldugu evrende, dünya denilen gezegeni ne pahasina olursa olsun korumak olmali imi$ gibi tuhaf bir baki$ acisi.”
abim’in gezegeni neresi, adres istesem…
Cok uzun yazmissiniz –daha dogrusu, upuzun bir alinti ishali olmus. Hepsini okumak cilesini kendime reva gormedim.
Sadece surasini elleyeyim:
Singularity, sizin sandiginiz gibi ne bir markadir, ne de bir inancin mahreci.
Bu, benden alinti yaptiginiz yerde de belirttigim uzere, bir kavramdir.
Ozetle su anlama gelir: Bilindik, gecerli kurallarin artik gecerli olmadigi (dusunulen) yer veya hal.
Singularity budur.
Mesela, fizikten ornek verecek olursak, ‘kara delik’ler ‘singularity’dir. Icinde gecerli olan fizik kurallarinin ne oldugunu bilmiyoruz. Bildiklerimizin de gecerli olmadigini dusunuyoruz.
Detayini suradan okuyabilirsiniz:
http://www.einstein-online.info/spotlights/singularities
https://en.wikipedia.org/wiki/Black_hole
https://en.wikipedia.org/wiki/Gravitational_singularity
Matematik baglaminda da Wikipedia soyle ozetliyor: [ https://en.wikipedia.org/wiki/Singularity_%28mathematics%29 ]
“In mathematics, a singularity is in general a point at which a given mathematical object is not defined, or a point of an exceptional set where it fails to be well-behaved in some particular way, such as differentiability. See Singularity theory for general discussion of the geometric theory, which only covers some aspects.”
Goruldugu uzere, ve asikar ki sizin hic fikriniz olmadigi uzere, Singularity bir ‘bilimsel’ kavramdir.
Konuyu otomatik olarak Kurzweil’e baglamis olmaniz, sizin bilgi derinliginiz acisindan beni hayal kirikligina ugratmaliydi; ama, artik alistim.
Surekli markalarla ya da baskalarin yazdigi metinlerle bir seyler demege calisan plaza solcularinin bu tur hoppaliklarini kaniksadim demek istiyorum.
Olsun. Siz, yine de, bana Zeitgeist’ten derin hikmetler (!) iceren lagalugalar yazadurun. Eglenceli oluyor.
Aci olan, bu kavramdan bihaber olusunuz yuzunden, buyuk bir ihtimalle yazdigimin geri kalani da anlamissiniz..
Keske pedagojik formasyonum olsaydi.
Ama, yok.
Tuh muh.
beyaz yakalilara ele$tiri:
96 nolu yorumdan alinti:
“İlk başta iki tane varmış: “İnsan kaynakları sorumlusu” ve “şef”. Sonra 7, 8, 9 kişi… Takım elbiseli olan ve işçilerin etrafında dolanıp duran kimseler. Yapacak pek işleri yokmuş. Dolayısıyla; çalışanları “gözlemlemeye”, “gözlemeye”, “değerlendirme sistemleri yaratmaya” koyulmuşlar; ve, sonunda, fabrikanın Polonya’ya taşınmasını önermişler! Kim bu insanlar? Çalışan değiller. İş idaresiyle (management) uğraşıyorlar. Rantın kârını tekrar dağıtmanın bir biçimi bu: Şirket zengin; o kadar çok para kazanıyor ki, onlara verecek hakiki işi olmaksızın bütün bu insanları işe alıyor!”
beyaz yakalilar, siz bu david graeber gibi adamlarin sacmaliklarini okumaya devam ederseniz dünyanin siyasi/ekonomik/toplumsal düzenini hicbir zaman dogru bir bicimde anlayamazsiniz. bu adam kendisi dünyayi anlamamis ki size ne anlatsin, eski tabirle “kendisi himmete muhtaç dede, gayrıya nasıl himmet ede”. azami kar icin masraflari asgariye indirme prensibine göre isleyen kapitalist isletmelerde, sirket sahibinin ortalikta i$siz gücsüz dolasan insanlara ücret ödedigini, ihtiyac olmadigi halde yeni calisanlar/menejerler/memurlar i$e alip ücret ödedigini, üstelik bunu “sirket o kadar cok para kazaniyor ki, parayi nereye harcayacagini bilemiyor” $eklinde aciklayan david graeber aklini peynir ekmekle yemis olmali. siz simdi böyle sacmaliklarla büyük bir firma isleten kapitalist necip’in yazdiklarina karsit argüman ortaya koydugunuzu mu saniyorsunuz? necip sizi diline dolasinda görün halinizi! böyle sacmaliklarin devrimcilikle, anarsizm ile alakasi nedir? beyaz yakalilar, size dost tavsiyesi, politik ekonomiyi anlamadan, kapitalist devlet ile kapitalist ekonominin iliskisini kavramadan bu david graeber gibilerinin “bürokrasi” sacmaliklari sizin kafanizi karistirmaktan baska bir ise yaramaz. haydi farzedelim fabrikada calisan i$ciler bilgisizlikten dolayi cevrelerinde dolanan takim elbiseli menejerleri “bo$ bele$ adamlar, i$leri gücleri yok, zaman gecirmek icin dolanip duruyorlar” diye yorumladilar. peki bu david graeber ekonomi ögretmeni olarak kapitalist bir i$letmede menejer nedir, ne i$ yapar kendiside mi bilmiyor? hadi diyelim bu salak ekonomi ögretmeni uyduruk “bürokratizm” tezine kanit olarak böyle zirvaladi, peki siz beyaz yakalilar kendiniz sirketlerde menejerlik yaptiginiz halde, david graeber’in sözünü ettigi o takim elbiseli adamlarin menejer olduklarini sizde mi düsünemediniz? sizin calistiginiz sirketlerde patronun i$siz gücsüz ortalikta dolasan insanlar i$e aldigina, üstelik bunlara bosuna ücret ödedigine hic $ahit oldunuz mu? böyle bir sacmaliga nasil inanabilirsiniz?
fabrikada iscileri gözlemleyen, degerlendirme sistemleri yaratan o menejerler, bunu ba$ka bir me$gale bulamadiklari icin degil, o menejerlerin görevleri tamda gözlemleme, degerlendirme sistemleri yaratma i$idir, yani adamlar patronun verdigi i$i yapmislar. böylesi basit bir gercekten kendi sacma sapan “bürokratizm” tezine kanit cikarmaya calisan david graeber gibi sözümona anar$istleri ciddiye almak mümkün degil.
bir baska alinti:
Kitabınızda “diplomania”yı (diploma düşkünlüğünü) kınıyorsunuz. Bu nedir?
DAVID GRAEBER: “Uygulamalara” değil de “belgelere” bakarak bir değer yaratma örneğidir bu!
“Uygulama” üzerinde öğrendiğiniz bilgiler bugün “kâğıtlarla geçerlik kazanmak” zorunda!
Mali ve bürokratik kapitalizmle bağlantılı bir ruh hâline tekabül ediyor bu! Değerin “kâğıtlardan”, “idarî belgelerden” gelmesi fikri! Bir tür “fetişleştirme”!
la havle ve la kuvvete! adam don kisotvari büroya, kagida sava$ acmis. güya sözümona bürokrasiyi elestiriyor. modern burjuva toplumunda diplomanin i$levi nedir? meslek ve ücret hiyerar$isi sistemine dayali kapitalist toplumda diploma denilen belge olmadan bu hierar$i sistemini in$a etmek ve yürütmek mümkün degildir. burda ele$tirilmesi gereken bürokratizm, büro, kagit-kürek degil, bu kapitalist hierar$ik ili$kilerdir. bu david graeber anar$istse bende karl marx’im!
98 nolu yorumdan alinzi:
“Marksist Argüman çok akıllı biri…
şu cümleyi anlayamadım.. çok derindi..
abim’in gezegeni neresi, adres istesem…”
iltifatin icin te$ekkür ediyorum, fakat sen de alcakgönüllü olma senin benden daha akilli oldugun belli, nerden anladim: benim onlarca yorumumu, argümanlarimi, tezlerimi, fikirlerimi vs. tek bir cümle ile cürütmüssün ya, ordan anladim. bir yorum da sen yaz, iki cümle de sen kuruver ki senin fikir torbanda ne var bir görelim, bizi parlak zekandan mahrum etme.
“acilin, gezegeni kurtarmaya geldik” pozlarina bürünmü$ ekolojik bakis acisina sahip insanlarin, ki senin de onlardan biri oldugun bana sata$mandan/dala$mandan belli, ya da söyle ifade edeyim ekolojik baki$ acisinin ele$tirisini kafamda netle$tirmeye calisiyorum, biriktikce yazarim. “gezegenimizi kurtaracak ekolojist süpermen”, $imdi beni iyi dinle:
birincisi, insanlar dünya denilen gezegeni icine etmek sureti ile batirirlarsa ve kendi varliklarina da bu sekilde son vereceklerse, orhan gencebayin dedigi gibi o zaman: batsin bu dünya! farzedelim insanoglu dünya denilen gezegeni batirip kendi varligina da böylece son verdi, saniyormusun ki sayisiz, sonsuz gezegen, yildizin oldugu evrende/kainatta birsey eksilecek? emin ol kainatin/evrenin umrunda bile olmaz. ondan dolayi ben, insanoglunun soyu mutlaka ama mutlaka ilelebet devam etmeli, dünya denilen gezegen sonsuza kadar var olmali gibi pozlara bürünen idealistlerle, misyonerlerle ayni fikirde degilim. kaldi ki aci patlicani kiragi calmaz, ben de dünya da cogunlugu olusturan siradan bir aci patlicanim, hicbir servetim yok. asil tatli batlicanlar yani bir eli yagda bir eli balda yasayan, servet sahibi, devlet/güc sahibi, insanlar kaygilansinlar. gezegeni de asil kirletenler bunlar degil mi?
ikincisi, gezegeni siradan insanlar kirletmiyorlar, kapitalist devletler ve kapitalist i$letmeler kirletiyorlar, bu ayrimi yapmak önemlidir. dünyada üretilen biyolojik/kimyasal/nükleer silahlardan, enerjiden tutalim, nehirlere ve atmosfere/havaya bosaltilan zehirler, bunlar hepsi kapitalist isletmelerin ve bu i$letmelere izin/lisan veren devletlerin eserleridir. devletler ve kapitalist isletmeler icin hayati önem arzeden rekabet konusunda siradan insanlarin fikrini soran da yok, dikkate alan da yok. senin gibileri melanetin kaynagina yani mevcut sistemin varligina yönelmek yerine gezegeni kurtarmaya soyunmus süpermeni oynuyorlar. hadi bekliyorum, marxist argümani da kurtar süpermen’im!
izmler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir
“farzedelim insanoglu dünya denilen gezegeni batirip kendi varligina da böylece son verdi, saniyormusun ki sayisiz, sonsuz gezegen, yildizin oldugu evrende/kainatta birsey eksilecek?…”
*
Bu bakış açısı ilginç… Demek, O zaman nükleer enerji ve getirdiği, getirebileceği yıkımlar da önemsiz.
hava, su kirliliği..
ölen, ölecek insanlar.. nükleer savaş ile mahvolacak gezegen de..
insan, birey, milyarlarca insan da..
*
o zaman yazmaya, konuşmaya değer ne kalır geride?
“Sana verdiğim okuma listesinde Samir Amin vardı.”
Zat-i alilerinden okuma listesi isteyen olmadi. Bu bir.
Ikincisi, okuma listesi olsa ne olmasa ne. Ayni sekilde, icinde Samir Amin varmis ya da yokmus..
Ben Samir Amin’i konusuyor degilim. Kendi fikirlerinizi kendi kaleminiz/klavyeniz uzerinden yazamiyorsaniz, soyleyin, de, ne sizi ugrastirayim, ne de beni mesgul edin.
“Oku da öğren fikirlerimizi”
Breh breh..
Bir de yazmayi becerebilseniz, seve seve okurduk, ama nerde bizde o sans..
“Sanki bişey anlattın da biz anlamadık.”
Mevzuya ortadan dahil olup oncesini takip etmeyince bu olabiliyor.
Anlamamissiniz, belli.
‘Tarih’i denen ugrasiyi (study’i) sirf eldeki evragin galiplerin keyfine gore duzenlemis bir oykusu sanarsaniz, evet, sizin baktiginiz yerden, bir cok sey tarih disi filan da sayilabilir.
Ote yandan, en son olarak, 1999 Golcuk merkezli depremde de gorduk ki, gecmisteki depremlerin nerelerde ve hangi siddetlerde oldugunu bilseydik, insanlarin oralara yerlesmesine engel olur, olumleri azaltabilirdik.
Bu dersi alan bir cok sismologistimiz, daha once burun kivirdiklari yazili (fakat dolayli) metinleri, sozlu efsaneleri vs de dikkate almak icin ‘tarihci’ kesilmege yoneldi. Gec kalmislardi, ama yine de hic yoktan iyidir.
Yani, pek de oncesinde akilli degildiler ama simdi bir nebze akillandilar –bir kismi, tabii ki.
Hastanin mazisini bilmek gerektigini, onu da arastirmak gerektigini anlamaga baslayanlar var demek istiyorum.
Deprem konusunda bu gelisme sevindiricidir; ama ayni seyi kuraklik konusunda soylemek mumkun degil –hele de Anadolu icin.
Eldeki kaynaklarda her turlu ipucu olmasina ragmen, (zat-i sahaneleri dahil) ilgili zevat hala daha aklin Batidan gelmesini/gelecegini bekliyorlar.
O akil hic gelmeyecek; Batinin derdi biz degiliz cunku.
Sizin de, gordugum odur, ufkunuz bunu (Anadolu’da korkunc bir kurakliga yol acan, iklimdeki dongunun varligini) gormege musait degil.
Bir talihsizlik olmakla beraber, sorun degil. Baskalari gorsun yeter.
“Solcularda bu akıl yoksa ne olacak? Dünya felakete de mi bu solcular yüzünden gidecek?”
Evet, yanlis/anlamsiz cozumler oneriyorlar.
Ve, evet, solcularda o akil yok bence. Kisa vadeli modalarin pesinde cok fazla ve anlamsiz yaygaralar cikariyorlar. Dikkat ve hedef dagitiyorlar.
“Senin önerin varsa insanlar öğrensin.”
Enerji kaynaklarimizi gelistirmemiz/artirmamiz gerekiyor. Hem de cok.
“Örneğin HES’ler ile kuralık ilişkisi kuramını merak ettim.”
Iki bakimdan iliskisi var:
1) HES’ler, enerji uretmenin yanisira, ayni zamanda cok buyuk olceklerde su da depolayabiliyorlar. Su ihtiyacini karsilamak, sel ve su baskinlarini engellemek filanin yanisira, barajlardan buharlasma yoluyla cikan su, lokal iklimin mulayimlesmesine yardimci oluyor.
2) Enerji uretimi. Cevredeki insanlarin ve zirai alanlarin sulanmasinin yanisira, daha uzaklara su goturmek icin pompalamak gerekirse, o enerji de bu HES’lerden saglanabilir.
Butun bunlar, tabii ki, yasanacak olan kurakligi engellemege yetemeyebilir; ama, etkilerini azaltmak icin gereklidir.
“Hadi cahilsin bağışladık adam yerine koyduk cevap verdik. Ama böyle cevap veremeyince düzeysizleşmen de sana yakıştı”
Kuzum, siz murebi(ye) misiniz?
Isaret ettigi yere degil de, israrla, parmaga bakmak akilli adamin yapacagi sey midir?
Ben, insallah, sizin gibi bilgi deryalarinin yonlendirmeleriyle cahilligimden kurtualcagim; ama, sizdeki bu yapisal murebbiyelik fetisizminin caresi var mi; bilemem.
“Ayrıca sen buradaki en kötü solcunun dışkısı bile olamazsın….”
Iltifainiz bu sozde zahirdir.
APPLE’S SUPPLIER IS REPLACING 60000 WORKERS WITH “ARTIFICIAL INTELLIGENCE (AI)” ROBOTS
The world’s largest electronic contract manufacturing company is replacing more than half of its workforce with artificially intelligent robots.
“Foxconn” (known for manufacturing iPhones, iPods and iPads as well as select products for Sony, Microsoft, Amazon, Dell, Google and Nintendo) laid off 60000 employees, which will reduce the workforce in a single Taiwanese factory from 110000 to 50000.
“Xu Yulian”, head of the Kunshan government’s publicity department, told the South China Morning Post the layoffs are “thanks to the introduction of robots.”
“[Foxconn] has tasted success in reduction of labor costs,” he said. “More companies are likely to follow suit.”
Last year, 35 Taiwanese companies including Foxconn spent over four billon Yuan (over 610 million USD) on artificial intelligence, according to Mr. Yulian’s department.
“Foxconn” confirmed layoffs (but not the exact number) to Tech In Asia, saying in part, “Across all of our facilities today, we are applying robotics engineering and other innovative manufacturing technologies to replace repetitive tasks previously done by employees.”
The manufacturing company has long been under fire for various forms of labor abuse. Workers claim to work 35-hour shifts for a wage of 31 cents per hour. Many have spoken out about the militant management and security guards who even forbid talking.
The “Foxconn suicides” made headlines after 18 of the company’s employees attempted suicide in 2010, resulting in 14 deaths. Because nearly all of those workers jumped from the high-rise dormitory buildings where they lived, the company famously put up safety nets.
(Announced by Sage Lazzaro, May 25, “observer.com”)
=============== UYARI ===============
Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:
1950′lerde ABD/Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.
Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı, yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:
{{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
Lütfen bana söyler misiniz;
(Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}
Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:
{{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
Ama unutmayın;
“Tüketici” dediğimiz “insanlar” hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!
Her ay bir önceki aya göre,
Her yıl bir önceki yıla göre,
Veya her “beş yıl” bir önceki “beş yıl”a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız:
Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa;
Sizin “yepyeni teknoloji” ile donatılmış, “robotik kollarla üretilen” son model arabanızı da almayacaktır !!! }}}
der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!
(Kaynak)
Kasım 2011
The Economist
“Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy”
(Adres)
econ.st/18Unoqz
Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:
“Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
Yoksa;
Arabayı “insan” mı satın alır !?
Kapitalizme karşı “eylem”lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya (ne yazık ki!) daha çok devam edeceğiz!
Fransa’da yaşananlarla ilgili görüşleriniz nedir Gün bey?
Tarihin sarkacı kapitalizmden bu kez temelli uzaklaşıyor diyebilir miyiz?
Yoksa yaşananların kısa sürede sönümleneceğini mi düşünüyorsunuz?
Detaylı bir yanıt yazar mısınız?
detaylı yazacak kadar bilgi sahibi değilim, ancak bu tür hareketler gelişecektir. İnsanlar bir yandan kapitalizmin yükünü çekemiyorlar ve buna bağlı olarak yeni tip bir sosyal hareket yükselmekte.
Gün bey, birçok kapitalist, kapitalizmin asla çökmeyeceğini, bağrından yeni kapitalizmlerin tarih boyunca doğduğunu, yarın da doğacağını iddia ediyor. Bu iddiayla ilgili izlenimleriniz nedir?
Değiştirilemezlik algısını dünya genelinde bu derece yaygın tutmalarının nedeni ne?
“Zat-i alilerinden okuma listesi isteyen olmadi. Bu bir. Ikincisi, okuma listesi olsa ne olmasa ne. Ayni sekilde, icinde Samir Amin varmis ya da yokmus.. Ben Samir Amin’i konusuyor degilim. Kendi fikirlerinizi kendi kaleminiz/klavyeniz uzerinden yazamiyorsaniz, soyleyin, de, ne sizi ugrastirayim, ne de beni mesgul edin.
Batı merkezli düşünmediğimi ve yazdıklarımdan da bunu bulamayacağını, hatta Samir Amin’i referans veren birisine böyle demek ya Batı merkezliliği ya da Samir Amin’i bilmemektir. O yüzden yazmıştım. Cevabından anladım ki sen bilmiyorsun bu işleri. Amaç yazarı okuyup okumadığından ziyade adamın temsil ettiği şeydi. Ben de Samir Amin-Başkaya ekolünü devam ettirmeye çalışan birisiyim. Necip beni meşgul eden sensin. Senden sıkıldım diye yazmıştım hatırlarsan… hala cevap yazıyorsun…
“Bir de yazmayi becerebilseniz, seve seve okurduk, ama nerde bizde o sans”..
Uzun uzun yazdım fikirlerimi. Herkes bakabilir neler yazdığıma. Bir tanesi de Zileli’nin CHP yazısı altında. Sen zaten anlamadığın (verdiğin cevaplar ve sorular ortada) için nasıl okuduğunun da bir anlamı yok… Ayrıca, benim yazdığım gibi, bu konularda bir tane analizin yok. Takdiri diğer okuyucular verir. Çık adam gibi bir analiz yap şöyle kendi fikirlerinle… Osmanlı eceliyle öldü, Aleviler-Protestanlık mevzusu, sosyal bilimlerle ilgili komik yorumların, Şoray ‘Uzun Yolda’lar, Avrupa’daki kapitalist dönüşümü iklime bağlaman falan cehalet düzeyini ispatladı. Ama sen sadece başkalarının yazısı içinden alıntı yapıp iki cümleyle tarih, akıl ve bilim dışı yorum yapıyorsun (en azından ben böyle bir fikir yazını göremedim forumda).
“Mevzuya ortadan dahil olup oncesini takip etmeyince bu olabiliyor. Anlamamissiniz, belli.”
Yazdılarıma cevaben 16.yy öncesi için kurduğun cümle: “Size anlatmaga calistigim sey suydu: 16yy oncesinde sarmasiktan sallanan Avrupa’da, daha sonraki muthis gelismeleri ancak iki turlu aciklayabiliriz” Ben de demişim ki sen 16.yy öncesine ilişkin bana daha önce bir şey yazmadın ki zaten neden “anlatmaya çalıştığım şuydu” diye cümleye başlıyorsun… Sonra da bana mevzuya ortadan dahil oldun anlamadın diyorsun. Dedim ya hem cahilsin hem de uyduruyorsun…Üstelik karşındakini de hiç sıkılmadan, utanmadan suçluyorsun…. 16.yy öncesine ilişkin sadece soru sordun ve ben ipuçları vermiştim sana. Avrupa’daki o müthiş gelişmelere neden olan şeyleri forumda benim yazımdan daha önce yazdıysan, paylaşsaydın şöyle: bak yazdım ben bunları deseydin de ben de mevzuya ortadan dalmamışım olurdum.
“1) HES’ler, enerji uretmenin yanisira, ayni zamanda cok buyuk olceklerde su da depolayabiliyorlar. Su ihtiyacini karsilamak, sel ve su baskinlarini engellemek filanin yanisira, barajlardan buharlasma yoluyla cikan su, lokal iklimin mulayimlesmesine yardimci oluyor.
2) Enerji uretimi. Cevredeki insanlarin ve zirai alanlarin sulanmasinin yanisira, daha uzaklara su goturmek icin pompalamak gerekirse, o enerji de bu HES’lerden saglanabilir.
Butun bunlar, tabii ki, yasanacak olan kurakligi engellemege yetemeyebilir; ama, etkilerini azaltmak icin gereklidir.”
Enerji üretimi falan… Keşke internetten araştırsaydın biraz. Su tasarrufu ve su kaynaklarının korunması, ormanların korunması, sera gazlarıyla mücadele, iklim değişiklikleri ve çevrenin tahribatına neden olan (Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası kuraklık raporlarına da bakabilir herkes) faktörler….Buradaki kapitalizm ve tüketim ilişkisi nedeniyle dolaylı olarak çevre tahribatını (kuraklığın ana sebeplerini) yazan insanları hiçe sayıp konuyu HES’lerden başlatman sonra da bu solcular demen cidden komik….Baraj ve santral meselesinin kuraklıkla mücadele konusunda sadece, çok kısa vadede, acil durumda su tasarrufu sağlamak açısından katkısı olabilir ama bahsettiğimiz düzey ciddi bir kuraklık sorunuydu (felaket ve yok oluş demiştin) ve çözüm önerin çok zayıf kalmıştı. Bu solcular yüzünden oldu bu kuralık Necip. Aslında senden yağmur duası ile çözüm getirilebilir cevabını beklerdim… En azından yağmur su arzını artırırdı (Dua falan dedik sen şimdi Batı merkezli düşündük diye yazarsın. Siyasal İslam, sandık ve faşizm mevzusuna kızarak benim gibi düşünenleri gizli bir İslam düşmanı, ırkçı ve Batı merkezli düşünce tarafına koydun ki ancak o zeminde bir tartışma sana haklılık payı verebilirdi. Cehaletin üzerine fazla propaganda, hamaset ve Kanal 7 izleyince böyle düşünmen normal. Bu ülkede sen yalnız değilsin Necip…
“Kuzum, siz murebi(ye) misiniz? Isaret ettigi yere degil de, israrla, parmaga bakmak akilli adamin yapacagi sey midir? Ben, insallah, sizin gibi bilgi deryalarinin yonlendirmeleriyle cahilligimden kurtualcagim; ama, sizdeki bu yapisal murebbiyelik fetisizminin caresi var mi; bilemem.”
Hem yapısal hem de fetişizmi aynı cümlede kullanabilmen de bir ilerlemedir. Fetişizm tapınma ve cinsel manalarda kullanılır. Kökeni Fransızcadır ve ilkel toplumlarda doğaüstü bir güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı ya da cansız nesnelere tapınma anlamına gelir. Tapınmam, kutsal saymam için bir sebep yok. Çünkü hocalık yaptım. Tanrı dâhil kimseye, hiçbir şeye “tapınmam”. Ayrıca her “cehalet gidereni” veya cehaletini bağışladım şeklinde konuşan mürebbiye olmaz…. Böyle konuşan kimseleri hemen bu kategoriye sokamazsın. Cinsel olarak fetişizm diyorsan “bayan öğretmen” fetişizmim de söz konusu değil. Beni “küçümseme” veya “küçük düşürme” anlamında söylüyorsan, yani benim farklı bir cinsiyete sahip olduğumu ima ediyorsan hem kadınlara hem öğretmenlere hakaret etmen ayrı bir rezillik. Fikirlerinle çarpışsaydın böyle şeylere girmeseydin keşke de cehaletini ve seviyeni ispat etmeseydin.
Zahirdir fikrim ve hicvim.
Son söz: Sorun cahil olman değil kendini âlim sanıp solculara laf sokmandı.
“Cahil ile etme sohbet, her sözü bir baş incitir. Sarraf olmayan ne bilsin, zanneder her taş incidir
işlerine öyle geliyordur.
http://apoletlimedya.blogspot.com.tr/2016/05/sarkn-garp-istraplar.html?m=0
“Çünkü hocalık yaptım.”
Yaw, niye basindan soylemediniz.. ‘Hocalik’ yaptiysaniz, tamam, is bitmistir. Akan sular duracaktir. Siz diyeceksiniz, biz not alacagiz. Di mi?
Nereden icazetli hocalik yaptiginizi da yazsaydiniz da siz olan hurmetimiz katlanarak artsaydi keske.. Diyanet’ten mi, MEB’den mi, YOK’ten mi; yoksa dergah/tekke/zaviyelerden birinden mi?
Aslinda, tahmin edeceginiz uzere, nereden icazet aldiginiz da, kime ne ogretmek uzere hangi mufredati takip ederek ne aktardiginizin da zerre kadar onemi yok benim icin. Ben ne yazdiginiza bakiyorum.
Ve, evet, gordugum sey bir meslek hastaliginin yansimalaridir: Kelimeleri baglami icindeki yerinden maada, adab-i muaseret cercevesinde duymak ve o dar kesitte tepki vermek..
Örtmenim, siz yanlis yere gelmissiniz, sizin aradginiz kreş bu sitede degil; iki blok oteki siteye bir bakin diyebilir miyim; izninizle tabii ki.
Bu arada, hocasi, fetisizmi de eksik biliyorsunuz: Temel anlamina bakarsaniz, ‘koru korune (irrasyonelce) herhangi bir seye kendini/gayretlerini hasretmek’ anlamina da gelir.
Sizin one cikarmagi tercih ettiginiz cinsel/inancsal tedaileri de bu tanim uzerine insa edilmis turevlerdir.
Bu onemli nuansi atlamis olmanizi anlayisla karsiliyorum: Elinize tutusturulmus mufredatlarda yoktu buyuk bir ihtimalle.
Simdi geleim diger yazdiklariniza:
“Enerji üretimi falan… Keşke internetten araştırsaydın biraz. Su tasarrufu ve su kaynaklarının korunması, ormanların korunması, sera gazlarıyla mücadele, iklim değişiklikleri ve çevrenin tahribatına neden olan (Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası kuraklık raporlarına da bakabilir herkes) faktörler…”
Internetten filan arastirarak bu kadar ogreniliyor demek, hocasi.
“Internetten filan” degil de, birincil/ikincil kaynaklara bakarsaniz, Celali Isyanlarina (ve hatta yamyamliklara) yol acan kuraklik doneminde Anadolu’da eksik olmayan tek sey varsa ormanlardir.
Sera gazi filan da sozkonusu degildir. Su tasarrufu da, gunun sartlari icinde, maksimumdadir –yani, kimse tarlasini/bahcesini suya boguyor degildir; tersine, su kullanimi minimumdadir.
Hersey en ‘dogal’ haliyle yasaniyordur yani.
Olmayan sey, suyun buyuk olceklerde depolanmasi, giderek kalitesi dusecek olan suyun aritilarak yeniden kullanilabilir hale gelmesi, suyun ihtiyac duyulan yerlere aktarilmasi –yani, kanallar, boru hatlari ve pomplama.
Butun bunlari yapabilmek icin size hem HES’ler RES’ler hem de diger enerji kaynaklari (nukleer dahil) gerekiyor.
Bunlar sizin mufredatta yoktur; ufkunuzda ise hic.
Dunya Bankasi raporlari filan dediklerinize iyi bakin. Sadre sifa olmak gibi bir dertleri yoktur.
Mesela, Sahra colunun altinda bir tatlisu denizinin/golunun varligini bilirler de, o suyun cikarilip oralarda safalet icinde yasayanlarin kullanimina verilmesi icin zirnik koklatmazlar.
Ayni sekilde, hem 1950’lerde yasanan turden (yuzbinlerce insanin olumune, milyonlarca insanin da evsiz barksiz kalmasina yol acan) sel felaketlerine care olsun ve yarica Cin’in giderek artan enerji ihtiyacini gidermege katkida bulunsun diye, Cin’in yapmaga calistigi TGD’ye (‘Three Gorges Dam’a, ‘3 Vadi/Dere Baraji’na) Dunya Bankasinin neden muhalefet ettigine bakmak lazim.
Rapor uzerine rapor yazdilar. Neymis ef’em, ‘dogal yapi’yi bozacakmis, birkac surungen turunu etkileyecekmis, bazi insanlarin gocettirilmesine yol acacakmis filan.. yani, kil tuy yun.. Sanki, dogal yapi, orada yasayan insanlara hep mutluluk ve refah getiriyormuscasina..
Dertleri, Cin’in refahi degildi. Cin’in oldugu sekilde –geri– kalmasiydi.
Benzer sekilde, bizim GAP projemize de bakabiliriz. Dunya Bankasi, bu GAP’taki hicbir baraj, santral ve sulama projesi icin zirnik koklatmamis; tersine ‘tereddutlerini dile getirmistir’. Kendi imkanlarimizla zar zor bunlari biz yaptiktan sonra, beyler, ‘daha verimli kullanilmasi icin’ kesenin agzini acmaga baslamislardir. [Batili sirketlerin GAP bolgesindeki ziraati kontrol altina almasi icin degildir tabii ki, zinhar.]
Neyse.
Bu ornekleri daha da artirmak mumkun; ama, hocasi, zat-i ali(ye)lerinin mufredatina mundemic korlugu –ne yazarsam yazayim– benim tek basima gidermek sansimin olmadigi asikar.
Necip’in manifestosu:
Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.
(Ahmed Amiş, Halvetiye-Şabaniyye ekolünden bir sufi)
Kurcalamayın daha fazla…
Temuçin Tüzecan: Ekonomi bilim midir? 1982’de BÜ Ekonomi’yi bitirdim. Başından sonuna kadar, bilim mi değil mi diye sordum. Lester Carl Thurow’un kitabını okuyunca, kafamdaki sorular netleşti. Muğlak bilim olamaz. Ekonomi fal bence: İnanma ama onsuz kalma.
Mahfi Eğilmez: İçinde insan olan her alan gibi ekonomi de muğlaktır. Çünkü insan muğlaktır.
“Aynı Konuda Birden Fazla Doğru Olabilir mi?”
Ele aldığımız konu, insanın içinde yer aldığı, zamana ve koşullara göre farklı görünümlere bürünebilen ekonomi bilimine ilişkin bir meseleyle ilgiliyse o konuda birden fazla doğru olabilir. İnsan ve toplum her yerde farklı örgütlenmelere, farklı alışkanlıklara, farklı geleneklere sahip olabilir. Bu durumda ekonominin görünümü, yapısı, dengeleri farkı olabilir. Bu farklılıklara zaman ve koşulların farklılığı da eklenirse bir yerde doğru görünen bir durum başka bir yerde doğru olmayabilir.
Bir okurumun sorduğu düşündürücü bir soruyu sizlerle paylaşıp yorumumu bu soru üzerine kuracağım.
Soru şu:
1. Merkez bankası faizi yüksek tutarak döviz kurunu baskılarsa, dövizle kredi almanın maliyeti düşer ve Türkiye bu yolla daha hızlı büyür. Sonuç: Yüksek faiz büyümeye yol açıyor.
2. Merkez bankası faizi düşük tutarsa TL kredi maliyeti düşer, yatırım maliyeti ucuzlar ve büyüme sağlanır. Sonuç: Düşük faiz büyümeye yol açıyor.
Bunlardan hangisi doğru?
Eğer ülke ekonomisinin hangi koşullar içinde olduğunu dikkate almazsak bu sorudan şu sonuç çıkıyor: Faizi yüksek tutarsak da hızlı büyüme sağlanıyor, düşük tutarsak da. Yani aynı konuda iki farklı uygulama söz konusu oluyor ve ikisi de aynı sonucu verebiliyor.
İki ekonomi düşünelim:
Birisi dış finansmana fazla bağlı olmayan, cari açığı da enflasyonu da düşük bir ekonomi,
Diğeri dış finansmana aşırı bağlı, cari açığı da enflasyonu da yüksek bir ekonomi olsun.
İlk ekonomide cari açık ve enflasyon sorunu olmadığı için merkez bankasının faizi yüksek tutarak döviz kurunu baskılamak ve bu yolla cari dengeyi ve enflasyonu denetlemek gibi bir misyonu olmaz. Bu ekonomide merkez bankası; dalgalanmaları, hareketleri denetlemek için devreye girer.
İkinci ekonomide cari açık yüksek olduğundan bu açığı finanse edebilmek için dışarıdan tasarruf ithal edilmesi, bu nedenle de diğer ülkelere göre daha yüksek faiz vererek bir çekicilik yaratılması gerekir. Aksi takdirde kur yükselerek ithal malları pahalılaştırır, maliyetleri artırır bu da enflasyonun yükselmesine yol açar. Bu durumda bu ikinci ekonomide merkez bankası faizi yüksek tutmak zorunda kalır.
Başkalarına çelişki gibi görünen ‘aynı konuda iki farklı doğru meselesi’ sosyal bilimciler özellikle de iktisatçılar için son derecede normal bir durumdur.
Bu konunun başkalarına çelişkili hatta tutarsız gibi görünmesinin nedeni ortaya konulan meselenin ve önerilen çözüm yolunun arka planına bakmamaktan kaynaklanır.
Meselenin arka planında yer alan insan, toplum, kültür farkı, gelenek başkalığı, koşulların ve zamanın değişikliği gibi ayrıntıları görmezseniz çelişkiler içinde kaybolup gidersiniz. O zaman da ekonomi bilimi size tutarsız bir bilim gibi görünür.
Burada anlattığım meseleyle ilgili olarak ekonomi bilimi üzerine bir espri yapılır: ‘Ekonomi, aynı konuda farklı görüşleri savunan kişilerin Nobel ödülü kazandığı tek bilim dalıdır.’ Bu espri bir anlamda gerçeği yansıtır. Bir anlamda diyorum çünkü mesele aynı olsa da o meselenin yer aldığı ortamın arka planındaki koşullar, toplumlar, zamanlar aynı değildir.
Mahfi Eğilmez, Hazine eski müsteşarı, Kadir Has ünv. öğretim görevlisi
27 Mayıs Cuma
“Örtmenim, siz yanlis yere gelmissiniz, sizin aradginiz kreş bu sitede degil; iki blok oteki siteye bir bakin diyebilir miyim; izninizle tabii ki”
Hocalık yaptım dedim. Geçmiş zaman. Öğretmen deseydim lise ve altı düzey anlaşılırdı. Üniversitede “öğretmenim” diyen var mı? Din ile ilişkili olmadığımı da yazdıklarımı anlayabilseydin sormazdın zaten. Dedim ya Zileli’nin sitesinde sana rastladım şansa bak diye. Acaba dedim yanlış yere mi geldim. İki blok ötede sandım kendimi seni görünce.
“Butun bunlari yapabilmek icin size hem HES’ler RES’ler hem de diger enerji kaynaklari (nukleer dahil) gerekiyor.
Bunlar sizin mufredatta yoktur; ufkunuzda ise hic.Dunya Bankasi raporlari filan dediklerinize iyi bakin. Sadre sifa olmak gibi bir dertleri yoktur.”
Necip zeki cahiller de gördüm ama senin aklından da şüphe dumaya başladım. Konu senin başlattığın kuraklık değil miydi? Kuraklığa neden olan faktörler dedim. Faktörler için bilmiyorsan bari internete bak hatta BM ve Dünya Bankası raporlarına bak dedim (faktörler için tekrar edeyim). Onların çevre konusundaki tüm önerileri doğrudur veya onların dediğini yapalım diye bir cümlem yoktur. Analitik zeka olmayınca ne desek Anal’ından anlıyorsun. Ayrıca kuraklığa çare için Nükleer enerjiye de evet diyelim mi? Sen nasıl bir müfredattan geçtiysen artık! iyi ki bizde yok. Neden-sonuç ilişkisi çok önemlidir Necip bilim aleminde…
Bu arada, hocasi, fetisizmi de eksik biliyorsunuz: Temel anlamina bakarsaniz, ‘koru korune (irrasyonelce) herhangi bir seye kendini/gayretlerini hasretmek’ anlamina da gelir. Sizin one cikarmagi tercih ettiginiz cinsel/inancsal tedaileri de bu tanim uzerine insa edilmis turevlerdir”.
Ben bişeyi öne çıkarmadım.Fetişizm iki anlamda kullanılıyor diye yazdım bakabilirsin..Mürebbiye falan demiştin ya ikinci anlamı mı kullandın diye sordum…Doğrudur senin kadar fetişizmi idrak edememişiz! Sen gayet iyi biliyorsun fetişizmi.
“Bu ornekleri daha da artirmak mumkun; ama, hocasi, zat-i ali(ye)lerinin mufredatina mundemic korlugu –ne yazarsam yazayim– benim tek basima gidermek sansimin olmadigi asikar”.
Dedim ya müfredat öğretmeni değildim. Hala (ye) yazarak kaşınıyorsun. Bak yazdığım halde ısrarla yazıyorsun. Çok mu meraklısın cinsiyet meselesine. İspat etmeye ihtiyacım yok ama istersen beynine döşediğim cehalet giderici boruyu başka şekilde de döşeyebilirim.
Son söz: Sivrisinek küçüktür ve mide bulandırır.
“(Ahmed Amiş, Halvetiye-Şabaniyye ekolünden bir sufi)”
Baktim; kendime pek benzetemedim. Benim neremi benzettiginizi merak etmege basladim.
Ote yandan, isin dogrusu, ben kendimi Melamilige daha yakin bulurum. Ama, o da bir yere kadar. Batiniyi pek de iplemedigim icin, o kismini da es gecerim. Geriye de pek birsey kalmaz tabii ki.
Neyse.
Belki ilginc bulursunuz diye kisaca anlatayim.
Genc yillarimda (simdi, ‘birinci geligimde’ mi deniliyor?), daha sonralari Yalcin Kucuk sayesinde Sabetayist oldugunu ogrendigim (o da bilmiyordu) cok yakin bir arkadasimin tavassutuyla, babasinin muntesibi oldugu Cerrahiyye tarikatinin (Edirnekapi’daydi galiba) bir zikrine seyirci/gozlemci olarak katildim.
Zikir toreni ilgincti. Ardindan da Ahmet Ozhan cikip sarkilar ilahiler filan okudu. Iste o bir talihsizlikti. Ahmet Ozhan’nin sesi benim favori listemde en tepelerde filan degildi.
Sarmadi.
Daha sonra, ayni arkadasim, bu sefer de farkli bir yere davet etti beni. Capa tarafinda, eski bir binain ust katinda insanlar toplanmis, bagdas kurmus, elli yaslarinda birisinin dediklerini dinliyordu. Biz de gittik bagdas kurduk. Dinliyoruz.
Adam, hayvan ve hasaratin ayri bir cenneti oldugunu filan soyluyordu. Iceri giren ve tanidik olmayan bizi gordugunde tedbiren konuyu mu degistirmisti, yoksa sohbet gercekten o baglamda mi baslamisti. Bilmiyorum. Ama, o anda bende mevzu kapandi.
Zaten folklorik bir merakti benimki; bu iki kisa deneyimden sonra tarikat-marikat islerinin bana hitap etmedigine karar kildim.
O gunden beri de, yolum dusmus degil.
Fakat, burada surekli birilerinin bana sufi/softa filanligi yakistirmasindan da anliyorum ki, ben aslinda bir tarikat kurmaliyim.
Ismi ne olsun?
Necibiyye mi; yoksa, Melamiligin Hercaiyye kolu mu?
Bakmak ile görmek bir midir?
Ahmed Amiş de bir fani idi
Zahire mi daldı, hakikate mi?
Niçin “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.” lafını görmezden gelirsin!
İşine geleni görür, gelmeyeni görmez misin?
Bre zorba…
Necibiyye mi der bir meczup
Hoş, meczuplar için de “hikmete ererler” denir
Ah ki ah sanar kendini Melamî
Bilmez ki: “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olmak gerek
Aman haa inşa etme tarikatını
Yesevî üstadın da dediği gibi:
Belli ki sen de bir ahir zaman şeyhisin
“Hocalık yaptım dedim. Geçmiş zaman.”
Olur. Insanlik hali. Herkes her meslekte dikis tutturacak diye bir sart yok.
Yok, da, sizin boyle tekemmul ettiremedigihiz meslek de cok galiba.
“Öğretmen deseydim lise ve altı düzey anlaşılırdı. Üniversitede ‘öğretmenim’ diyen var mı?”
Ben nereden bileyim? Universite gormuslugum mu var?
O bir yana, fiilen/fiilen mazide nerede ‘hoca’ oldugunuzu degil, nasil davrandiginizi konusuyoruz.
“Din ile ilişkili olmadığımı da yazdıklarımı anlayabilseydin sormazdın zaten.”
Yazdiklarinizda herhangi bir sey anlamak namumkunken, bunu iskalamis olmak neden kabahat olsun ki?
“Dedim ya Zileli’nin sitesinde sana rastladım şansa bak diye.”
Ben ise hic yadirgamadim. Ortmen edalilarla cok karsilastim.
Bu adap kumkumalari, hemen birkac paragraf sonra da, tipki sizin yaptiginiz gibi, zeka olcer kesilirler, psikoanaliz filan yapmaga kalkisirlar.
“Acaba dedim yanlış yere mi geldim. İki blok ötede sandım kendimi seni görünce.”
Aradiginiz yeri bulmus gibi sevinmissinizdir, eminim. Tuh ki ne tuh.
“zeki cahiller de gördüm ama senin aklından da şüphe dumaya başladım.”
Supheye ne gerek var. Kendinizden emin olun, kesin hukumler verin. Baskalarindan ne eksiginiz var?
“Kuraklığa neden olan faktörler dedim.”
Kurakligi konusuyoruz; tam sayilari carpanlarina ayirmagi degil.
Luzumsuz malumatfuruslugun da tabii ki yeri vardir; ama, deprem gibi, kuraklik gibi, kontrolumuzde olmayan, engelleyemedigimiz doga olaylarinin
‘faktorleri’ni, yani neyin depreme/kurakliga yol actigini, konusmak –hele de BUYUK olceklerde, ve tum Anadolu baglaminda– gevezeliktir.
Tedbiri konusmak, ne gibi tedbirlerin alinacagini konusmak umarim ilerde sizin de akliniza gelir.
“Analitik zeka olmayınca ne desek Anal’ından anlıyorsun.”
Benim derdim o olsun, raziyim; sizdeki kabizligi nasil izah edeceksiniz?
“Ayrıca kuraklığa çare için Nükleer enerjiye de evet diyelim mi?”
Evet. Cunku, enerji elde ederken karbon salinimi sifir olan teknolojilerden biridir. Ayrica, prosesin integral parcasi olarak, su buhari da uretecegi icin, aritilmis/damitilmis su elde etmek icin de birebirdir. Dahasi, talep aninda (on demand) suratle devreye girebilen nadir teknolojilerdendir.
Belli ki bu kadarcigini bile size ogreten cikmamis.
Simdi, emimin, bana bir suru ‘bon pour l’orient’ ezber sayacaksinizdir. Bekliyorum.
“Sen nasıl bir müfredattan geçtiysen artık! iyi ki bizde yok.”
Farkindayim: Ignorance is, indeed, bliss.
“Neden-sonuç ilişkisi çok önemlidir Necip bilim aleminde…”
Peki de, zat-i ali(ye)niz, siz, hangi alemdesiniz?
“Dedim ya müfredat öğretmeni değildim.”
Uzulmeyin, bir gun insallah onu da olursunuz. KPSS’de, bildigim kadariyla, yas siniri yok. Varsa bile, emeritus ortmen kadrosu acarlar insallah.
“Hala (ye) yazarak kaşınıyorsun. Bak yazdığım halde ısrarla yazıyorsun. Çok mu meraklısın cinsiyet meselesine.”
Cinsiyet meselesi degil. Butun cinsiyetlere saygim oldugu icin. Yoksa sizi otomatik olarak herhangi bir cinsiyetten mi saymaliydim. Siz oyle mi yapiyorsunuz?
“İspat etmeye ihtiyacım yok ama istersen beynine döşediğim cehalet giderici boruyu başka şekilde de döşeyebilirim.”
Iste bu. Bazilarini azicik kaziyinca altindan angut cikiyor.
“Son söz: Sivrisinek küçüktür ve mide bulandırır.”
Anlam ya da derinlik acisindan sig olsa da, baska boyle beylik laflar biliyorsaniz onlari da cekinmeden yazin lutfen.
KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!
ÇEK CUMHURİYETİ’NDE “ASALAK!” EVSİZLER, ÜZERLERİNDE “KABLOSUZ İNTERNET (Wi-Fi) MODEMİ” TAŞIYACAK! KARŞILIĞINDA BU EVSİZLERE YEMEK VE BARINMA “İMKÂNI!” TANINACAK!
Prag’da bir “yardım kuruluşu!”, sokaklarda yaşayan evsizlere “kablosuz internet bağlantı modemi (Wi-Fi)” ve “şarj cihazı” taşımaları karşılığında; yiyecek, giyecek ve barınma olanağı sağlıyor.
Çek medyasında yer alan haberlere göre, “Yaşam için Kablosuz Bağlantı (WiFi4Life)” adlı yardım kuruluşu; başkent Prag sokaklarında yaşayan evsiz insanları “kablosuz modem!” olarak kullanma projesi başlattı.
Sömürünün (pardon “projenin”!) reklam videosu:
( https://www.youtube.com/watch?v=aVpHcodPcpM )
Projeye göre; sokakta yaşayanlara internet bağlantı noktası olmaları için bir modem ve şarj cihazı veriliyor.
O esnada sokaktan geçen ve internete bağlanma ihtiyacı olan cep telefonlu veya tabletli insanlar; evsizlerin kıyafetlerinin üzerinde veya çantalarında aktif olan bu modem üzerinden internete bağlanabiliyor ve yine evsizlerin üzerinde taşıdığı şarj cihazıyla telefonlarını şarj edebiliyor. İnternet ve şarj hizmeti veren bu evsizlere ise karşılığında; yiyecek, giyecek, harçlık ve barınma “imkânı!” veriliyor.
Projenin başkanı Lubos Bolecek; “evsiz kişilerin sürekli sokaklarda yaşadığını ve hiçbir iş yapmadığını!” belirterek, “internet sunmak onların yapabileceği işlerden bir tanesidir!” dedi.
Bolecek, projenin; hem evsiz insanları topluma entegre etmek için, hem de internete veya şarja ihtiyacı olan turistler için çok faydalı olduğunu söyledi.
İnternetin ücretsiz sunulduğu ve bazı firmaların projeyi finanse etmek üzere iki aylığına sponsor olduğu belirtildi.
Projenin ilk uygulayıcısı evsiz Kamil Krtil, haftada 5 gün ve günde 8 saat metro istasyonunda hizmet verdiğini söyledi. Kritl; “internet modemi, gazeteler veya dergiler kadar ağır değil. Üstelik internet için gazete ve dergilerde olduğu gibi başta para ödemeye gerek yok. Bu da önemli bir avantaj bizim için.” ifadelerini kullandı.
5 Kasım 2015
( http://tr.sputniknews.com/avrupa/20151105/1018822537/cek-cumhuriyeti-prag.html )
( http://www.hurriyet.com.tr/cek-cumhuriyetinde-evsizleri-internet-modemi-yaptilar-40010188 )
( http://www.wifi4life.com/en.html )
=============== UYARI 1 ===============
Bir kişi de çıkıp sormuyor ki; “bu insanlar niçin evsiz?!”
Galiba bu insanlar; sokakta yaşamaktan zevk aldığı için evsizliği “tercih!” etmişler! Ne hâlleri varsa görsünler “asalaklar”!
Yazık!
Ölmüşüz de, ağlayanımız yok!
=============== UYARI 2 ===============
“Emek-Değer” teorisi nedir:
( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )
=============== UYARI 3 ===============
“Artı (artık) değer” teorisi nedir:
( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )
Mahfi Eğilmez’in yazısına şöyle bir eleştiri-yorum getirebiliriz:
Arz ve talep yasası toplumdan, coğfayadan, kültürden bağımsız olarak heryerde geçerlidir. Bu açıdan bakarsak ekonomi bir bilimdir. Bir “economics” var bir de “economy” var. Kuram ve pratik mevzusu dikkate alınarak bakılmalı. Aslında kuramın kendisine ciddi eleştiri var..”Otistik” iktisat eğitimi tartışmaları var. Teori, artık tartışmasız biçimde kabul edilen, neo-klasik iktisat eğitimi ile veriliyor. Bu tedrisattan geçen ve farklı disiplinleri fazla okumayan, “inançlı” birçok ekonomist yetişiyor. Bu eğitim, neo-liberal politikaların her yerde geçerli olduğunu savunan ve bunu çeşitli soyut model ve ölçümlerle “ispatlayan” bir iktisat eğitimi. Sonuçta kapitalizme hizmet eden bir tür “sosyal disipline” dönen “eski” bir bilim diyebiliriz. Sosyal bilimlere zaten fen bilimleri gibi bakılamaz. Bu ayrı bir meselese….
fikret hoca ve bircok insan tarafindan savunulan “yeralti/yerüstü kaynaklarinin sinirli/tükenebilir olmasi” tezinin elestirisi:
kapitalist ekonomiyi elestirmede dayanak olarak alinan bu tez neden yanlistir? örnek, rüzgar ve günes enerjisi sinirli degil, sonsuzdur. yine günümüzde kesilen agaclardan daha fazlasini dikmek mümkün. petrolün/gazin tükenebilir oldugu tezine karsi $u örnegi vermek mümkün: $u anda kullanilmaya ba$lanan elektro otomobiller yayginlasirsa ekonominin fosil enerjiye bagimliligi ortadan kalkar ya da azalir. böyle örneklerden cikan sonuc: kapitalist ekonominin dogru elestirisi gezegeni kurtarmaya soyunmus ekolojik süpermenlikle olmaz. dogru elestiri bu ekonominin üretim prensiplerini te$hir etmekle olur: melanetin kaynagi, serbest piyasa ekonomisinin insan ihtiyaclarina endeksli üretim yerine para/pazar/kar icin üretim prensibidir.
İnsanların, toplumların hayatında doğal/zorunlu olanlar önce gelir/değişmez. Ekonomik-teknolojik-politik-ideolojik-dini-etnik-kültürel gibi yapılar ise bunun ardından gelir, değişir-dönüşürler. İhtiyaçlara cevap vermedikleri ve hatta buna engel haline geldikleri ölçüde de ortadan kalkarlar.
Dolayısıyla adına kapitalizm denilen bugün mevcut sistem de toplumun ihtiyaçlarına cevap veremediği ölçüde değişmek zorundadır -ki zaten devamlı bir değişme sürecindedir.
Bu konuda Nişanyan’ın verdiği örnekler de güzel;
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/02/kurann-kulturel-kaynaklar-iii.html
A) Yazıyla ilgili kelimeler
Yazı kültürüne ilişkin kelimelerin, yazıyla çok geç bir dönemde tanışan Arap diline yabancı dilden alınmış olması doğaldır. Aşağıdakilerin tümü Aramice/Süryaniceden Kuran Arapçasına aktarılmış sözcüklerdendir.
kitab, kur’an, harf, hatt, hece, nusha, sahife/suhuf, terceme, nokta, imla, kalem, kırtas (papirüs), raqq (parşömen), sure, mecelle, sicill, satr (yazmak), sifr (kitap), sefere (kâtipler), ders
[KTB kökü evet Arapçadır, ancak aslen “sivri bir uçla kazımak, çentmek, çizik atmak” anlamındadır; “yazılı metin” anlamında kitâb sözcüğü ise Aramicede Milat öncesinden itibaren yaygındır. Keza “yüksek sesle söylemek, haykırmak” anlamındaki QRA fiilinin yazı okumaya ilişkin özel anlamını Aramice ve Arapçada birbirinden bağımsız olarak kazanmış olması düşünülemez. Qeryânâ Süryanicede “makamla okunan ilahi” ve “kilisede belli günlerde kıraat edilecek ilahileri gösteren kitap” anlamındadır. Süryanice yod harfinin Arapça hemze ile karşılanması tipiktir.]
.
B) Dinî kavramlar
Kuran’ın “teknik” vokabülerini oluşturan dinî kavramların ezici çoğunluğunun Aramice/Süryaniceden alınmış olması ilgi çekicidir.
din, millet, nebi, ilah, rabb, melek, şeytan, cennet, cehennem, araf, alem, kıyamet, ayet, ruh, nefs, rahman, kurban, subhan, ğufran, küfran, sultan, furkan, hanif, tevbe, amin, şahid/şüheda, salât/salavat, secde/mescid, tufan, tabut, zina, recm/racim, nafaka, iblis, fıkh, hitan, kürsi, arş, cünub, cürm, harac, kefaret, nifak, tufan, tabut, deccal, Yecüc ve Mecüc, tağut, dabbe, hacc, zekât, savm (oruç), sadaka, îd, ummi, berzah, hātemul enbiya, sıbğa (vaftiz), Tuba, sırat, selsebil, ceberut, melekût, illiyun, kayyum, rahib/ruhban, kâhin, mesih
Sayılan sözcüklerin bazılarının kökü Arapçada bağımsız olarak mevcuttur. Örnek: NBY (bağırmak, kavga etmek), CNN (gizli olmak), RWH (esmek), QRB (yakın olmak, yakınlık göstermek), RHB (korkmak) vb. Ancak bu primitif kavramlardan, gelişkin bir inanç ve ibadet sistemine ait nebi, cennet, ruh, kurban, rahib gibi yüksek kültür kavramlarının, iki ayrı dilde, birbirinden bağımsız olarak türemiş olması imkânsızdır.
Listedekilerin hemen her birinin, Yahudi ve Hıristiyan geleneği içerisinde, MÖ 1000 ile MS 600 yılları arasında belirip olgunlaşmasını adım adım izlememize izin veren yazılı kaynaklara sahibiz. Dolayısıyla, MÖ 2000’den önceki bir tarihte müstakil dillere ayrışan Sami Anadilinde, bu kavramların mevcut olmadığını güvenle söyleyebiliriz. Bu durumda iki olasılık sözkonusudur. Ya bu sözcükler Arapçada oluşmuş, kültürel etkileşim yoluyla İbranice ve Aramiceye aktarılmıştır. Ya da bunun tersi olmuştur. Üçüncü bir olasılık mevcut değildir.
Dil ve kültür tarihinin normal akışında, ikinci olasılığın baskın olduğundan şüphe edemeyiz.
.
C) Yunancadan Süryaniceye alınmış kelimeler
Roma imparatorluğunun Doğudaki egemen dili olan Yunancadan Süryaniceye çok sayıda, Yahudi Aramicesine daha az sayıda yüksek kültür sözcüğü aktarılmıştı. Bir kısmı Kuran Arapçasında da görülen bu sözcüklerin, Sami kökenli olmadıkları, dolayısıyla Arapçada yerli olamayacakları açıktır.
beled (politeía = devlet), burc (pyrgos = kule), cins (gênos), dirhem (draxmê, para birimi), dinar (dênarios, para birimi), feradis/firdevs (paradeísos = cennet), İncil (euangêlion), kırtas (kartés = papirüs), zevc (zeugos = eş), sicil (sigillion = resmi evrak), qıntar (kentenárion = kantar)
D) Tevrat ve İncil kaynaklı kişi adları
Kuran’da zikredilen kişi adlarının %90’ı bulan kısmı, Eski ve Yeni Ahitte adı geçen kişilere aittir. Bunların bir kısmının orijinal İbranice/Aramice biçimde (Musa, İsa, Yahya), bir kısmının ise Yunanca Kutsal Kitaptan Süryaniceye aktarılan Yunancalaşmış biçimlerde (Elyâ ve Yûnâ yerine İlyas ve Yunus) alıntılanmış olması ilgi çekicidir.
İbrahim, İshak, İsmail, Yakup, Yusuf, Süleyman, Davut, Musa, Üzeyr, Adem, Eyüp, Yunus, Danyal, Nuh, İlyas, Harun, İmran, Şuayib, Lut, Mikail, Cebrail, Nemrud, Karun, Talut, Elyesa, Zekeriya, Yahya, İsa, Meryem
Anarşizmle ilgili ansiklopedik/referans kitap hazırladığınızı söylediniz.
Hacimli bir kitap mı olacak? Teori/pratik çözümlemeleri mi olacak? Anekdotal tecrübeler mi anlatacaksınız? 90’ların başından 2016’ya uzanan anarşist ve anarşist eğilimli hareketleri mi kronolojik olarak özetleyeceksiniz? Yerli anarşist eğilimlere mi, yabancı anarşist eğilimlere mı, her ikisine de mi odaklanacaksınız?
İletişim Yayınları’ndan çıkan, 9 ciltlik, ‘Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce’ ana başlığıyla kalın kitaplar var. 8. cildin adı ‘Sol’.
http://www.iletisim.com.tr/kitap/modern-turkiyede-siyasi-dusunce-cilt-8-sol-ciltli/8064#.V0l-gjV97Dc
http://www.iletisim.com.tr/dizi/modern-turkiyede-siyas%C3%AE-dusunce/134
Sizin hazırladığınız kitabın, İletişim’deki ‘Sol’da anlatılan anarşizm altbaşlığından ne fark(lar)ı olacak?
Kitabı ne zaman yayınlayacaksınız?
7 Haziran 2015 seçimlerinden önce yazdıklarım:
http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/
Necip çok sofistike bir troll.
Keşke internet alemindeki troller Necip’e biraz benzemeye çabalasa…
iletişim’deki o yazı da bulunacak kitapta. Eski makalelerimi eleştirel bir şekilde göezden geçirip kenar notları düşüyorum. Sonbahara yayınlanır herhalde.
Softa
~ Fa sōχte سوخته 1. yanmış, yanık, 2. derviş, tarikat ehli < Fa sōχtan, sūz- سوختن, سوز yanmak, yakmak = Ave saok-, saoç- a.a. << HAvr *keuk- yanmak, alev almak, parlak olmak
"yanık" [ Kadı Burhanettin, Divan (1398 yılından önce) : Suχte göŋüllere kıldı yine cār ˁışk ]
"medrese talebesi" [ Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ (1492) ]
Ek Açıklamalar
Türkçe kullanımda sofu/sufi sözcüğünden etkilendiği düşününebilir. Karş. sufi.
Sufi
~ Ar ṣūfī صوفى [#ṣwf nsb.] tasavvuf ehli, derviş <? EYun sophós σοφός bilge, usta, yüksek bilgiye sahip kimse = EYun sophía σοφία bilgelik → sofist
[ Darir (çev.), Kıssa-i Yusuf (1377 yılından önce) : ol terāzū keffesinde yūsufı, kodılar bir yaña altun iy sufi ]
Ek Açıklamalar
Arapça ṣūf (sof, yünlü kumaş) sözcüğünden türetilişi bariz bir yakıştırmadır. Şam'da Ebu Haşim el-Kûfî'nin (8. yy ortası) ṣūfī tabirini kullandığı rivayet edilse de, sözcük ilk kez 810 dolayında Bağdat'da kaydedilmiştir.
Sofist
~ Fr sophiste laf ebesi, zekice fakat yanlış söz söyleyen, safsatacı ~ Lat sophista a.a. ~ EYun sophistēs σοφιστης a.a. < EYun sophízō σοφίζω becerikli olmak, sanat sahibi olmak < EYun sophós σοφός akıllı, bilge
[ TDK, Türkçe Sözlük, 1. Baskı (1945) ]
Ek Açıklamalar
Arapça ṣūfī (bilge?) sözcüğü büyük olasılıkla Eski Yunanca sofós'tan alınmıştır.
Safsata
~ Ar safṣaṭa ͭ سفصطة [#sfṣṭ q. msd.] laf ebeliği, sofistlik ~ EYun sophisteía σοφιστεία a.a. < EYun sophistēs σοφιστης sofist, laf ebesi → sofist
sefseṭat [ Meninski, Thesaurus (1680) ]
Yobaz
=? Tü yabız kötü → yavuz
"iri, kaba saba, kuvvetli adam, köylü, cahil, kaba sofu" [ Ahmet Vefik Paşa, Lugat-ı Osmani (1876) ]
Ek Açıklamalar
Anadolu ağızlarından alınmış olması muhtemel olan sözcüğün İstanbul dilinde ilk kez 1875 dolayında birtakım siyasi gösteri ve yürüyüşler dolayısıyla popülerlik kazandığı anlaşılıyor.
Yavuz
< ETü yabız < ETü yabrı- zayıf veya kötü olmak, kötüleşmek +Iz2
yabız "kötü" [ Orhun Yazıtları (735) : içre aşsız taşra tonsuz yabız yablak bodında üze olurtım [içte aşsız dışta donsuz yavuz yavlak budun üzere hüküm sürdüm] ]
yavız "aynı anlamda" [ Divan-i Lugat-it Türk (1070) ]
yavuz "haşin, yaramaz" [ Ahmet Vefik Paşa, Lugat-ı Osmani (1876) ]
Ek Açıklamalar
Karş. Eski Türkçe yavlak (kötü, gaddar), yaman << *yawηan (kötülük eden), yanç << *yawınç (günah, suç), yaral- << *yawral- (hata etmek), yarınçık << *yawrınçık (kötü), yaş << *yawış (zarar, ziyan), yaz- << *yawız- (hata etmek), yazuk << *yawzık (günah).
“Niçin ‘Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.’ lafını görmezden gelirsin!”
Ciddiye almadim da ondan.
Hayatlarin, kaderlerin bu kadar keskin sekilde onceden belirlendigi (predetermined pre-destination) kanaatinde degilim.
Yani, ‘Olan olmuştur’a amenna; fakat, ‘olacak olan da olmuştur’ demek anlamli/tutarli degil.
Tutarli olabilmesi icin, paralel evrenlere, quantum sicramalarina (‘quantum jumps’a) filan iman etmek lazim.
Ama, o durumda bile, verili bir ‘t’ aninda verili bir birey icin ‘olacak olan’ hep tekildir.
Butun bu teorik aciklamalar da, ancak ve ancak, evliya mertebesine terfi ettirilmis olsa bile, Hz Ahmed Amiş emminin butun bunlari bildigini faredersek anlamli olabilir.
Ben boyle bir ihtimal goremiyorum. Olsa olsa, ‘seyh ucmaz, muridleri ucurur’a bir baska ornektir dedikleriniz.
“çok sofistike bir troll.”
Bunu, ‘yazdiklari dogmalarimiza/inanclarimiza ters dusuyor ama itiraz edecek, haksiz/hatali/yanlis cikaracak pek bir sey de bulamiyoruz’ anlaminda okumak gerekiyor.
Boyle durumlarda, muhataplar esasen iki yoldan birini secerler.
Birincisi bir tur kutsallastirma prosesi uygulamaktir. Buna ornek olarak tarikatleri verebiliriz.
Icinde olduklarini iddia ettikleri dinin aksine laflar etmis olanlari, tipki bir istridyenin icindeki kum tanesini –etrafina ozel bir salgi kullanarak– zararsiz kilmak icin incilestirmesi gibi, kutsallik paketine dahil edip pasifize ederler.
Vahdet-i vucut kavrami ve onu onemseyenler, mesela, boyle bir uygulamaya tabi tutulmustur.
Ciplak gozle, objektif bakis acisiyla, bakarsaniz, vahdet-i vucut Islam acisindan ‘kufur’dur –hatta, gunah-i kebirdir. Fakat, insanlarin temel arzularina (azicik da olsa tanrisallik) da ziyadesiyle hitap eder.
O yuzden, bununla mucadele etmek yerine, romantize etmek, kutsallastirmak ve boylece marjinalize etmek (bir ‘renk’, bir ‘cesni’ olarak muhafaza etmek) tercih edilir.
Ikinci yontem de, mumkun olursa, haricilestirmektir.
‘Trol’ kelimesi bu bakimdan, bugunku kullanimda, hayli elverislidir.
Tasavvur edilen ve homojen oldugu da sanilan, bir ‘biz’ vardir. Bu ‘biz’ surusunu olabildigince bir arada tutmak amacinin paylasildigi da varsayilir.
Bu amacla, ‘bizden degil’, ‘bizim kafamizi karistirmak, aramizda nifak cikarmak amaciyla aramiza sizmis bir casustur/ajandir’ mealindeki sozlerle bu amac saglanmaga/korunmaga calisilir..
Gunesin altinda yeni bir sey yok 🙂
Kapitalizmin vızvızlığını yapanlara:
Umberto Eco, Fransa’da bugün yaşananları yazmıştı.
Fransa, 9 gündür hayatı durma noktasına getiren grevlerle sarsılıyor.
Ulaştırma sektöründeki sendikalar önceki gün tam da Euro 2016’nın başlayacağı günden başlamak üzere çalışanlara süresiz grev çağrısında bulundu.
İşçiler, 2 Haziran’da Paris metrosu ve bazı tren hatlarında da iş bırakma kararı aldı. Polis kaynakları gösterilere önceki gün katılanların 300 bini bulduğunu, dün de 180 bin kişinin yürüyüş yaptığını söylüyor.
Özellikle ulaştırma sektöründe başlayan bu “kiriz” Umberto Eco’nun “Günlük Yaşamdan Sanata” adlı kitabında “Yeni Ortaçağ’a giriyoruz” tartışmalarını anımsatıyor.
Bu tartışmaya göre Yeni Ortaçağ, /Yalçın Küçük’ün tezlerinin ya da kimi marksistlerin ileri sürdüğü gibi) kapitalist ekonominin kurallarının çılgınlaşmasından doğmayacak. Teknolojik çağa özgü bu denli karmaşık büyük sistemlerin merkezi bir sistemle yönetilemeyip çöküşüyle başlayacak.
Bu konuyla ilgili ciddi tezler ileri süren ve “Yakın Geleceğin Ortaçağı” adlı kitap da yazan Roberto Vacca adlı yazarın felaket senaryosunu ciddiye alan Eco şöyle aktarıyor:
“HİKAYE…”
“Günün birinde ABD’deki karayolu trafiğindeki tıkanıklık ile demiryolu trafiğindeki bir aksaklığın aynı zamana denk gelmesi, büyük bir havaalanına vardiyayı devralmaya giden personelin işyerine ulaşmasını engelleyecektir.
Bir sonraki vardiya personelinin gelmemesi nedeniyle işe devam etmek durumunda kalan kontrol kulesi memurları yorgunluğun verdiği stresle iki jet uçağının bir yüksek gerilim hattı üzerine düşecek biçimde çarpışmasına yol açarlar; bu hattaki elektrik yükünün zaten aşırı yüklü diğer elektrik hatlarına sıçraması New York’u bir kaç yıl önce de yaşamış olduğu bir blackout ile karşı karşıya bırakır.
Bu ikincisinin farkı, ilkine oranla daha etkili daha uzun süreli bir kesinti olmasıdır. Kar yağdığı, yollar yer yer trafiğe kapandığı için arabalar sonu gelmeyen kuyruklar oluştururlar; insanlar ısınmak için iş yerlerinde ateş yakmaya başlarlar, itfaiyecilerin yetişip başa çıkamadığı yangınlar patlak verir.
Birbirlerine telefon aracılığıyla ulaşmaya çalışan, dış dünya ile ilişkileri kesilmiş 50 milyon insanın aynı anda telefonu kullanmasıyla telefon hatları çöker. İnsanlar karla kaplı yollarda ilerlemeye çalışırlar, yol boyunca ölüp kalanlar olur.”
“YOLLARA DÖKÜLMÜŞ İNSANLAR”
“Her türlü ihtiyaç maddesinden yoksun şekilde yollara dökülmüş insanlar, meskenlere, yiyecek maddelerine el koymaya çalışır. Amerika’da serbestçe satılan milyonlarca ateşli silah kullanılmaya başlanır. Silahlı kuvvetler iktidarı tamamıyla ele geçirir, ama o da her yanı saran çöküşün kurbanı olur. Süpermarketler yağmalanır, evlerde yakacak mum kalmaz, soğuktan, açlıktan, hastanedeki yiyecek kıtlığından ölenlerin sayısı giderek artar.
Bir kaç hafta sonra normal yaşam bin bir güçlükle tesis edildiğinde şehirleri ve kırsal kesimi kaplayan milyonlarca ceset salgın hastalıklar yaymaya başlayacak, bu da XIV. yüzyıl Avrupa nüfusunun üçte ikisini yok eden ‘kara veba’ya eş büyük bir yıkıma yol açacaktır. Salgın hastalıklardan kurtulma çabası toplumsal bir psikoza dönüşecek, ilkinden çok daha acımasız bir McCarthy’cilik hüküm sürecektir…” (sayfa 13-14)
SENARYONUN SONU…
Siyasal yaşamın da bunalıma sürüklenmesiyle, merkezi iktidardan bağımsız ve özerk kendi paralı askerleri ile özerk yargı organları bulunan bir dizi alt yönetim birimi ortaya çıkarak, olaylar akıl almaz bir gelişmeyle devam eder.
Ortaçağ’ın kale sistemi de zaten böyle değil midir?!
Kitap, Ortaçağ’dan kurtulmak için elbette bir “Rönesans!” fırsatı doğacağını da tartışıyor ki bir solukta okunan ve hiç de yabana atılmayacak bir senaryo, hikaye.
Umarız insanlık “Yeni bir Ortaçağ”la karşılaşmak zorunda kalmaz!
Ahmet Yıldız, 28 Mayıs, odatv
HOLLANDE: GERİ ADIM ATMAYACAĞIM
Fransa’da sendikalar grev ve eylemlerini tırmandırma tehdidinde bulunurken, Cumhurbaşkanı François Hollande, çalışma yasasındaki değişiklikler konusunda geri adım atmayacağını söyledi.
Ülkede birçok yakıt deposu ve rafineriler, grevci işçiler tarafından barikatlarla kapatıldı. Yakıt sıkıntısı nedeniyle benzin istasyonlarında uzun kuyruklar oluştu.
“BirGün” gazetesinin haberine göre, Hollande “Aynı doğrultuda devam edeceğim çünkü bu değişikliklerin iyi olduğunu düşünüyorum” dedi. Ancak Başbakan Manuel Valls, iş yasası değişikliklerinde bazı ayarlamalar yapılabileceği yönünde sinyal verdi.
Dün yapılan çok sayıda eylemin ardından 8 sendika yayımladıkları ortak açıklamada “Devam edin ve eylemleri yoğunlaştırın” çağrısında bulundu.
GAZETELER BASILMADI
Dünkü eylemlerde 77 protestocu gözaltına alırken, çatışmalarda 15 polis yaralandı. Ancak sendikaların öncülüğündeki eylemler büyük ölçüde sakin geçti.
CGT sendikası dün gazetelerin sendikanın başkanı Philippe Martinez’in yazdığı makaleyi yayımlamayı reddetmesinin ardından matbaalarda çalışanlar iş bıraktı ve komünist L’Humanite dışında hiçbir gazete basılmadı.
Bugünse gazeteler yeniden basılmaya başlandı.
Fransız TF1 televizyonu polisin ülkenin batısındaki Donges petrol deposunda kurulan barikatları dağıtmaya başladığını duyurdu.
TF1’e göre yakıt sıkıntısı, özellikle Paris ve ülkenin güneydoğusunda sorun oluyor.
Japonya’daki G7 zirvesinde konuşan Cumhurbaşkanı François Hollande “Başlıca görevimiz halka yakıt arzını devam ettirmek ve önemli kamu hizmetlerini sürdürmek için elimizden gelen her şeyi yapmak” dedi.
İKİNCİ MADDEYE TEPKİ
Protestolarda başı CGT sendikası çekerken, aralarında “Force Ouvriere” ve “Unef”in de bulunduğu diğer sendikalar da destek veriyor.
Değişiklik önergesinde en çok tepki alan ikinci madde.
Sözkonusu maddede, şirketlere gereklilik hissetmeleri durumunda işçi haklarını koruyan ulusal yasalardan muaf kalma hakkı tanınıyor.
Bu arada, sivil havacılık yetkilileri 4 ila 6 günlük yakıt rezerevleri kaldığını söylerken havayolu şirketlerinden Fransa’da yakıt ikmali yapmamaları istendi.
TF1’e göre yakıt sıkıntısı ülkedeki benzin istasyonlarının %20’sini etkiliyor. Petrol endüstrisinden yetkililer ek tankerleri kullanıma soktuklarını ve gerekirse Belçika ya da Almanya’dan dolum yapabileceklerini bildirdi.
Fransa Haziran’da “Euro 2016” şampiyonasına ev sahipliği yapacak.
Ancak sendika iş yasasındaki değişikliklerin Senato’da görüşüleceği 14 Haziran’da Paris’te “Büyük bir ulusal gösteri” yapmayı planlıyor.
Sendikalar dünkü gösterilere 300 bin kişinin katıldığını söylerken, yetkililier bu sayının 153 bin olduğunu savunuyor.
ÇALIŞMA YASASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER
Haftada 35 saat çalışma limiti değişmiyor ancak sadece ortalama çalışma süresi olarak kabul edilmesi teklif ediliyor.
Şirketlere yerel sendikalarla görüşüp daha fazla ya da daha az çalışma süresi uygulamalarına geçme hakkı tanınıyor.
Yasa teklifindeki azami çalışma süresi ise 46 saat. Şirketlere maaş indirimi konusunda daha fazla hak tanınıyor.
İşten çıkarmalar kolaylaştırılıyor.
Çalışanların izinlerini ne zaman kullanabileceği konusunda şirketlerin söz hakkı artırılıyor.
27 Mayıs, odatv
“Olur. Insanlik hali. Herkes her meslekte dikis tutturacak diye bir sart yok.Yok, da, sizin boyle tekemmul ettiremedigihiz meslek de cok galiba.Ben nereden bileyim? Universite gormuslugum mu var?”
Senin ne gördüğünü bilmiyorum da ben burada sosyal bilimleri sosyal bilgiler anladığını, Protestanlık-Alevilik ile ilgili sorduğun soruyu, batıdaki dönüşümü iklime bağlamanı, Osmanlı’nın eceliyle öldüğünü gördüm. Ne mezunu olup olmadığını da soran oldu mu? Cehaletini mezuniyetine bağlayan yok. Güya sana eğitimin üzerinden laf söyleyip cehaletini buraya bağlayacağımı düşündün. İşte bu yüzden cahilsin! Daha önce dedim ya her sakallıyı Ahmet Altan sanma diye!
Geçmişte hocalık yaptım dedim… buradan çıkaracağın tek sonuç şuan yapmadığımdır. Dikiş tuturamadığım veya çeşitli mesleklere girdiğimi çıkarmanı neye bağlayacağız? Dedim ya kendin çalıp kendin oynuyorsun. Analitik kısmından itik kısmı atılınca böyle oluyor….
“Yazdiklarinizda herhangi bir sey anlamak namumkunken, bunu iskalamis olmak neden kabahat olsun ki?”
Kabahat diyen kim? Her laftan asıl anlaman gerekeni değil herşeyi çıkarıyorsun da. Bak yukarıdaki cümleden neler çıkardın…Tanrı dahil hiçbir şeye tapınmam diye yazan birisinden “Din hocalığı” ilahi sürahi Necip…Fikir yetmeyince laf sokacak yer ararken tuttun kadınlara, öğretmenlere, din hocalarına geldin. Rezillik dedim ya…
“Benim derdim o olsun, raziyim; sizdeki kabizligi nasil izah edeceksiniz?”
Yazmak üzere kabız olmadığım forumdan belli… İstersen bak burada bile uzun uzun tartışmalı konuları paylaşmışım. Senin gibi kısa alıntı yapmakla yetinmemişim. Üstelik sendeki bu kısa kısa alıntı ishali ve kötü kokuya ne demeli? Kabızlık sendeki ishalden daha iyidir. Üstelik sen ishalden sıvama noktasına geçtin….
“Ben ise hic yadirgamadim. Ortmen edalilarla cok karsilastim”. Bu adap kumkumalari, hemen birkac paragraf sonra da, tipki sizin yaptiginiz gibi, zeka olcer kesilirler, psikoanaliz filan yapmaga kalkisirlar”.
Başkaları beni ilgilendirmez. Ben direkt olarak burada beğenmediğin solcuların dışkısı bile olamazsın dedim. Zekanı ölçmedim son yazdıklarına kadar ima dahi etmedim. Artık aklından şüphe de etmeye başladım demiştim bu kadar saçmalamanın sonunda (iki paragraf değil çok uzun yazışmalardan sonra)….Cehalet ve zeka işi başka. Zeki cahiller diye başlamışım cümleye dikkat edersen. Dedim ya nerenden ne anlıyorsun…Her sakallı dede işte. Ezbere anti tez ezbere goy goy Necip.
“Cinsiyet meselesi degil. Butun cinsiyetlere saygim oldugu icin. Yoksa sizi otomatik olarak herhangi bir cinsiyetten mi saymaliydim. Siz oyle mi yapiyorsunuz?”
İnsanda biraz utanma duygusu olur. Ekler ve imaların kime ait olduğu yukarıda yazdıklarından belli. Yazılar silinmiyor Necip orada kimin neyi başlattığı ortada.. Ben sana öyle bir şey yaptım mı? İspatı için bak yazdıklarımıza. Biraz dürüst ol yahu…
“Uzulmeyin, bir gun insallah onu da olursunuz. KPSS’de, bildigim kadariyla, yas siniri yok. Varsa bile, emeritus ortmen kadrosu acarlar insallah.”
Müfredat öğretmenliği yapmadım demişim. Cevaba bak! Keşke ve istiyorum var mı cümlede? “Reasoning and deduction” (senin ingilizcen çok irrasyonel falan yazmıştın fetişizm tarifinde de)
Ayrıca kuraklığa çare için Nükleer enerjiye de evet diyelim mi? Diye sormuşum. Yani kuraklık konusunda faydası olabilir ama tüm risklerini göz ardı edelim ona da evet mi diyelim demişim. Sen de şöyle cevap yazmışsın:
“Evet. Cunku, enerji elde ederken karbon salinimi sifir olan teknolojilerden biridir. Ayrica, prosesin integral parcasi olarak, su buhari da uretecegi icin, aritilmis/damitilmis su elde etmek icin de birebirdir. Dahasi, talep aninda (on demand) suratle devreye girebilen nadir teknolojilerdendir. Belli ki bu kadarcigini bile size ogreten cikmamis.Simdi, emimin, bana bir suru ‘bon pour l’orient’ ezber sayacaksinizdir. Bekliyorum”.
Bu cevap Nükleerin kuraklık konusundaki faydaları üzerine!. Ben onu sormamıştım ki sana kuraklığa faydalı olabilir (sen öyle diyorsan öyledir zaten!) ama tüm riskleri gözardı ederek Nükleere de evet demek (her türlü sonucunu onaylamak) mantıklı mı diye yokladım. Pişman oldum. Necip iyi ki atık yönetimi (waste management diye yazayım senin talep anındaki (on demand) teknik İngilizce düzeyine karşın) ve sızıntı konusunda sen bu işlerin sorumlusu değilsin. Osmanlıcı falansın belki Cengiz Holding ihaleyi alıp seni oraya koyarlar…Yanlış anlama olmasın artık, net yazayım nükleerin riskleri konusunda endişe ettim. Senin olmayabilir (bekliyorum çevre için aslında nükleer çok sağlıklıdır demeni). Neyse… yıllar önce radyoaktif sızıntıyı süpürge ile “süpüren” bir adam vardı ya ha işte o sensin. “La bu solcular ezbere konuşuyor gardaşım bak biz süpürüyok, ne zarar varmış bir de ne güzel proses (process=süreç) yapıyok hem de entegre (integrated) tesis la”….Aha sana ezber Necip. Bon a petit! (Bize kimse öğretmedi biz köy okullarında okurken sen yüksek mühendis olmuştun). Bakanımız vardı o da NASA kim la biz hava tahminini daha iyi yapıyoruz demişti…Bunlar geldi aklıma. Almanya
“Iste bu. Bazilarini azicik kaziyinca altindan angut cikiyor”
Konumuzla ilgili fikirlerinle gel dedim kaç kere yemeyince bel altına, mesleklere, etiketlere geldin. Kazısan keşke.. ima ettiğin şey değilim dedikçe ısrar ettikçe sana “döşemek” alternatifi dışında bir şey bırakmamıştın. Yazdıklarımıza bir bak.
Sana beylik bir söz: Burada tahir Necip kelp de angut oluyor….
tahir efendi bana kelp demiş
iltifatı bu sözde zahirdir,
maliki mezhebim benim zira,
itikadımca kelp tahirdir.
Memlekette önüne gelen çapsızlar libertan olmuş solculuğa solculara laf ediyor. Sosyal medya bunlarla dolu. Klişenin kralı bunlarda….
DEVLET + ŞİRKETOKRASİ = MODERN WARFARE
27 Mayıs 2013’ü 28 Mayıs 2013’e bağlayan gece, Maslak’tan çıkıp dosdoğru Taksim’e gittik, parkta ilk çadırları kurduk, dakikalar sonra bize ne yapıldıysa aynısı hâlâ devam ediyor:
( https://www.youtube.com/watch?v=MAetGLJ_ZDA )
( https://www.youtube.com/watch?v=pRiw9T6KgIM )
ZONGULDAK’TAKİ MADENCİLER DE RATIONAL DAVRANIP, TARLADA IRGATLIK YAPSALARDI, TOPRAĞA EKTİKLERİ TOHUMLARDAN ELDE EDECEKLERİ ÜRÜNLERİN TİCARETİNİ YAPARAK GEÇİMLERİNİ SAĞLASALARDI!
SOMA CİNAYETİNDEN HİÇ NASİHAT ALMADILAR MI?!
OTUR OTURDUĞUN YERDE VE KAPİTALİZMİ DAİMA YÜCELT!
EĞER BU MADENCİLER ÖLÜRSE, BU ONLARIN DA “FITRAT”I!
FITRAT NEREDE… SINGULARITY NEREDE…
( https://www.youtube.com/watch?v=mvEygkGsmsI )
“ben burada sosyal bilimleri sosyal bilgiler anladığını,”
Bunca senedir zat-i ali(ye)nize hickimse, ‘bilim’le terimlesen tamlamalarin bilim filan olmadigini, o sahada istigal eden gariplerimin kendilerini adamdan saymasi icin uyduruldugunu soylememis anlasilan.
“Protestanlık-Alevilik ile ilgili sorduğun soruyu,”
Protestanlik, yerlesik Hiristiyan yorumlarini sarsan, bazan da armadaginik eden (o gune gore) yeni bir yorumdur. Ortaya cikmasi, yani biri(s/ler)inin protestanligin esaslarini dile getirmesi onemli degil; denilenlerin taraftar bulabilmesinin bir altyapisi gerekiyor.
Katolik kilisenin ‘kadir-i mutlak’ oldugu bir devirde, insanlarin protestanliga yonelebilmelerinin sebeplerinin basinda da, kilise tarafindan afaroz edildiklerinde ac-bilac kalmayacaklarini bilmeleridir. Bunu da iklimdeki degisiklik saglamistir.
Bizde, Alevilerin (ve diger merkezkac gruplarin) bunu gerceklestirememesinin sebebi de iklimdir.
Insanlar acken, caresizken, isyan da ederler, dine de sarilirlar. Nitekim, Celali Isyanlarinin sonunda toplum, topyekun, daha muhafazakar/mutaasip olmustur.
Ama, malesef, bunlar ol ahir zaman peygamberi Hz Marx’in kitabinda yazmaz; yazmayinca da, zat-i ali(ye)niz misali aydinlarimizin ezberlerinde bulunmaz tabii ki.
“Daha önce dedim ya her sakallıyı Ahmet Altan sanma diye!”
Ahmet Altan’i mumla aramak durumunda kalacagimi deseler inanmazdim. Marxist materyalist diyalektigin bu kadar uzaginda mi olur insan?
“Tanrı dahil hiçbir şeye tapınmam diye yazan birisinden ‘Din hocalığı'”
Siz belki hic karsilasmadiniz; ama, ben her turlu dinden ve mezhepten Ateist din adamlari/hocalar cok gordum.
Yoksa, siz, ‘din hocaligi’ yapmak icin bir inanc testinin var oldugunu mu vehmediyorsunuz?
Butun o ucuz bilgicliginiz bir yana, ogrenecek daha ne cok seyiniz var.
Ne mutlu.
“Yazmak üzere kabız olmadığım forumdan belli…”
‘Yazmak’ degildi isaret ettigim; fikirlerinizin pejmurdeliginden/pespayeliginden bahsediyordum.
“Ekler ve imaların kime ait olduğu yukarıda yazdıklarından belli.”
Anladim, sizin bu konuda ozel bir hassasiyetiniz var.
Ilgilisi cikip “cocuklugunuza donelim” filan diyebilir; ama, benim uzmanligima girmiyor.
Kendi adima soyleyecek olursam: Bana herhangi bir cinsiyetten (veya digerlerinden birinden) oldugumu ima etmis olsaniz bile umursamaz, aldirmaz gecerim. Benim o tur konularda ‘insecurity’ problemim yok cunku.
“ama tüm riskleri gözardı ederek Nükleere de evet demek (her türlü sonucunu onaylamak) mantıklı mı diye yokladım. Pişman oldum.”
Oradaki ‘bon pour l’orient’i bilerek/secerek kullanmistim; ve bu dedikleriniz (ve digerleri) bu acikli halinizi teyid ediyor.
‘Bon pour l’orient’, malum, eskiden Fransa’da, Avrupa’da, Bati’da gecerli olmayacak olan; fakat, Dogu icin (ve Fransiz/Avrupa somurgeleri icin) gecerlidir anlaminda diplomalara dusulen serh idi.
“Mankafanin biridir, bize burada yaramaz; geldigi ulkeye donsun, yapiyorum sanarak bozsun bir suru seyi; geri kalsinlar” demekti.
Artik kimsenin damga basip serh dusmesi gerekmiyor; burada kendiliklerinden peydahlaniyorlar ve cogu da kendine solcu diyor…
A benim analitik filan dusunen ucuz bilgicim; sirf Fransa’da 59 adet nukleer reaktorun cayir cayir calistigini bilir misiniz?
Fransa’nin elektriginin yuzde 75’in nukleer santrallardan elde edildigini?
70 senedir de aratarak devam ettigini?..
Daha, ABD’yi, Almanya’yi, Isvec’i, Japonya’yi saymadim bile.
ABD’nin, Almanya’nin, Isvec’in, Cin’in, Japonya’nin, Fransa’in bunca senedir yuzlerce nukleer reaktor calistirmalarina karsilik ‘atik sorunu’ onemli olmuyor da, beyimiz, daha bir tane bile nukleer santral kurmadan bizdeki mustakbel meselesyi dert ediyor..
Budur bizde kendine ‘aydin’ diyenlere iyi bir ornek.. vicdani duyarlilik sosuna bulanmis ekoloji ayaklarina yatip, geri kalmisligimizi devam etirmek icin ellerinden geleni yapmak..
‘Bon pour l’orient’..
“FITRAT NEREDE… SINGULARITY NEREDE…”
Ne istiyorsunuz; neyin olmasini istiyorsunuz?
Sirf siz istiyorsunuz diye birileri “derhal efendim” diyerek harekete mi gececek saniyorsunuz?
Baskalarina, vicdan da yaparak, talimatlar vereceginize, cikin gidin ve yardim edin.
Is kurun, onlari ortak alin, istihdam edin..
Kisacasi, el aleme akil ogretmek yerine, fiilen yaparak ornek olun.
Ama, nerdee..
Yapmak, hem de basarili olmak zor.
Armut pis, hem benim agzima dus hem de baskalarinin..
Buna da solculuk diyoruz.
“Bunca senedir zat-i ali(ye)nize hickimse, ‘bilim’le terimlesen tamlamalarin bilim filan olmadigini, o sahada istigal eden gariplerimin kendilerini adamdan saymasi icin uyduruldugunu soylememis anlasilan”.
“Social sicencies” diye bişey olmadığını senden duyduk. Cehaletin sınırı yok.
“Protestanlik, yerlesik Hiristiyan yorumlarini sarsan, bazan da armadaginik eden (o gune gore) yeni bir yorumdur. Ortaya cikmasi, yani biri(s/ler)inin protestanligin esaslarini dile getirmesi onemli degil; denilenlerin taraftar bulabilmesinin bir altyapisi gerekiyor.
Katolik kilisenin ‘kadir-i mutlak’ oldugu bir devirde, insanlarin protestanliga yonelebilmelerinin sebeplerinin basinda da, kilise tarafindan afaroz edildiklerinde ac-bilac kalmayacaklarini bilmeleridir. Bunu da iklimdeki degisiklik saglamistir.
Bizde, Alevilerin (ve diger merkezkac gruplarin) bunu gerceklestirememesinin sebebi de iklimdir.
Insanlar acken, caresizken, isyan da ederler, dine de sarilirlar. Nitekim, Celali Isyanlarinin sonunda toplum, topyekun, daha muhafazakar/mutaasip olmustur.
Ama, malesef, bunlar ol ahir zaman peygamberi Hz Marx’in kitabinda yazmaz; yazmayinca da, zat-i ali(ye)niz misali aydinlarimizin ezberlerinde bulunmaz tabii ki”.
Zaten yazmıyor. Weber de yazıyordu. Cevabını da verdik. Yanlış soru sordun. Soru sorarken anlıyoruz cehaletini. Herşeyi iklime bağlayan bir cahil. Ayrıca yazdıklarımda Marx’ı peygamber ilan etmemiştim. Hatta iktisadi indirgemecilik eleştirilerini falan yazdım. Sen nereden bileceksin. Solcular Marx’a tapar dolayısıyla hepiniz öylesin. Ezbere goy goy vız vız….
“Anladim, sizin bu konuda ozel bir hassasiyetiniz var.
Ilgilisi cikip “cocuklugunuza donelim” filan diyebilir; ama, benim uzmanligima girmiyor.
Kendi adima soyleyecek olursam: Bana herhangi bir cinsiyetten (veya digerlerinden birinden) oldugumu ima etmis olsaniz bile umursamaz, aldirmaz gecerim. Benim o tur konularda ‘insecurity’ problemim yok cunku”
Ulan aptal adam bir önceki yazında seni eleştirenlerin psikanalize falan girdiğini yazmıştın. Ne o aynı şeyi sen mi yapmaya başladın!. Fikirlerin yemeyince yine vız vız. Gülüyorum. Biraz tutarlılık (inconsistency sorunu). Evladım kaç defa kadın olduğumu ima ettin en sonunda gel döşeyim boruyu deyince çok mu incindin. Demek ki seninde bu çok zoruna gitmiş olmalı ki sürekli bunu yazıyorsun.
“ABD’nin, Almanya’nin, Isvec’in, Cin’in, Japonya’nin, Fransa’in bunca senedir yuzlerce nukleer reaktor calistirmalarina karsilik ‘atik sorunu’ onemli olmuyor da, beyimiz, daha bir tane bile nukleer santral kurmadan bizdeki mustakbel meselesyi dert ediyor”..
Dedim ya senin gibiler yüzünden korkuyoruz. Vız vız…Örnek de verdim oradaki adam diye. Hala anlamamış. A beyin özürlü Almanya’yı niye saydın. Kaç tane cayır cayır devam ediyor orada? Batı merkezliliği eleştiren nükleeri savunmak için bize örnekler saymış. Biraz tutarlılık yahu.
“Budur bizde kendine ‘aydin’ diyenlere iyi bir ornek.. vicdani duyarlilik sosuna bulanmis ekoloji ayaklarina yatip, geri kalmisligimizi devam etirmek icin ellerinden geleni yapmak”
Hahahaha. Sivrisinek aklıyla ülkemizi geri bıraktıran aydınlara geldik. Libertan sosuna bulanmış, mühendislik ilmine gizlenmiş bir cahil çıkmış solcuların forumunda mide bulandırıyor. Zavallısın sen.
Sivrisinek mide bulandırmaya devam ediyor….
Vah vah vah…
Akıl verenler ne çok ama icraat yok!
Hâlâ aynı zırva: [Sirf siz istiyorsunuz diye birileri “derhal efendim” diyerek harekete mi gececek saniyorsunuz?]
Sayın “fıtratçı” Necip zannediyor ki; sadece bizim paşa gönlümüz istiyormuş, bizim dışımızda herkes hâlindem memnunmuş!
Şu soruyu sormak işine gelmez: “Acaba Zonguldak/Kilimli’deki ‘asalak’ madenciler, bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş ‘Beyaz Ya-LA-ka’ların rüyalarına özendikleri için mi, 16 Mayıs’da şirketin çatısına çıktılar ve 29 Mayıs’a kadar kendilerini maden ocağına kapattılar?! Galiba SSCB’nin kirli ruhu Karadeniz topraklarda da dolaşabilecek mecralar bulabiliyor kendine, baksanıza, Kilimli’deki birkaç ‘asalak’ madenciyi de kandırmış!”
Lâf bükücülük üzerine şahsınızdan kurs almayı ne çok isterdik sayın “fıtratçı” Necip…
Hâlâ ama hâlâ, 19. yüzyıl solculuğuna öykündüğümüzü, “hiçbir zaman varolmamış Marxism”i bugün de diriltmeye uğraştığımızı, “Vladimir Ilyich Ulyanov”un mozolesi önünde ip gibi sıraya dizildiğimizi, SSCB’nin politbüro fantezilerini bugün bile yaşadığımızı zannediyorsunuz değil mi sayın “fıtratçı” Necip!
Hâlâ incelemediniz değil mi:
Ben New York’da büyüyen genç bir delikanlı iken “bayrağa bağlılık” yemini etmeyi reddettim. Tabii ki okul müdürünün odasına gönderildim! Müdür bana; “neden bağlılık yemini etmek istemiyorsun?” diye sordu. “Herkes ediyor, sen de yemin etmelisin!” dedi.
Cevap verdim:
“Bir zamanlar herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu! Ama herkesin yanlış şeye inanması; dünyayı düz yapmıyor!”
Ve devam ettim:
“Bugün Amerika Birleşik Devletleri sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere, diğer milletlere borçlu. Ve ben bağlılık yeminini ‘dünyaya’, üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim!”
Söylememe gerek yok herhâlde; bu olayın üzerinden çok geçmeden okulu tamamen bıraktım. Ve yatak odamda bir laboratuvar kurdum…
Orada “bilim”i ve “doğa”yı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki; evren yasalarla yönetiliyor. Ve insanoğlu, toplumla birlikte, bu yasalardan bağımsız değil.
Bütün bunları keşfederken, şimdilerde “Büyük Buhran (The Great Depression)” olarak adlandırdığımız “1929 ekonomik krizi” geldi çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!
Kaynaklar değişmemişti! İşte o zaman farkettim ki; “ekonomi oyunu”nun kuralları yapısı gereği hükümsüzdü!
Kısa bir süre sonra; bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için sıraya girdiği “II. Dünya Savaşı” başladı!
Bir hesap yaptım; bütün bu yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm insanî ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi!
O zamandan beri; insanoğlunun kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum! Son derece değerli ve sınırlı kaynakların “kâr etmek amaçlı!” ve “serbest piyasa!” adına sürekli olarak yok edilmesini acı içinde gözlemledim!
Toplumun, toplumsal değerlerin;
Materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık, sahtelik seviyesine düşürüldüğünü izledim!
Parayla ifade edilen güçlerin; “sözde özgür!” toplumların politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum!
Şimdi 94 yaşındayım!
Ve korkarım ki düşünce yapım; 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı!
Bir kez daha uyarıyorum:
Bu saçmalık artık sona ermeli!
(15 Ocak 2011)
[Jacque Fresco
Endüstriyel tasarımcı, mucit, yazar ve aktivist]
( https://www.youtube.com/watch?v=eMVjmxf642M )
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
Bütün bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değil!
Necip sen bir emekli mühendismişsin.
-Bir muhendis olarak, “bu bizim hedefledigimiz dunya degildi” diyorum cogu zaman; ama hayat, bazan, ‘unintended consequences’ cinsinden yamuk da atabiliyor nanik de cekebiliyor.-
3 sorum var:
1. Kamudan mı, özel sektörden mi emeklisin?
2. Aylık -veya 3 aylık- emekli maaşın ne kadar?
3. Mühendisliği aktif olarak icra ettiğin yıllarında, bir buluş yaptın mı, patent başvurusu yaptın mı yaptıysan sonuç ne oldu, ödüllere meraklı olsan da/olmasan da şahsına -veya şahsın nezdinde bünyesinde olduğun kurum(ların)a- bir ödül verildi mi, eğer deneyim ve kıdeminin yüksekliği nedeniyle sana çalıştığın kurum(lar)da yüksek pozisyonların sorumluluğu verildiyse işten çıkarmalar yaptın mı yaptıysan gerekçe(leri)n neydi? Eğer yıllarca kamudan daha çok özel sektörde mayalanmışsan Türkiye’de veya dışarıda bir şirket, ortaklık kurdun mu, istihdam yaratmada katkın oldu mu?
“Medeniyet böyle bir şey, her gelen bir öncekinin üstüne bir şey koymuş, bir adım ileriye gitmiş.
Bütün geçmişi yok sayıp sıfırdan iş yapmaya kalkarsan hiç bir şey başaramazsın, TC gibi olursun, işte o kadar.”
http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/medrese/4097/
beyaz yakalilar, 105 nolu yaziyi daha önce birkac defa asmistiniz. tekrar tekrar astiginiza göre orda kapitalizme karsit bir argüman oldugunu düsünüyorsunuz. o yazida iki seyden bahsediliyor: birincisi, kapitalist ekonominin cözemedigi sorunlarindan birisi, yani sanayi sektöründe ki i$verenler/kapitalistler bir yandan kapitalist i$letmelerde calisanlara mümkün mertebe az ücret ödemeye calisirlar, diger yandan ayni i$verenler/kapitalistler ürettikleri ürünleri satmak icin insanlara müsteri olarak ihtiyac duyarlar. bu durumu herkes farkinda, fakat bu olgu tek basina kapitalist ekonomiye karsi bir argüman falan degildir. sendika ve calisanlar, isvereni ücretlere zam yapmalari icin $u sekilde ikna etmeye calisirlar: ücretlerimize zam yaparsaniz siz de bundan faydalanirsiniz, tüketim artar, piyasa canlanir. ayni argümani devleti yöneten politikacilar da kullanirlar: örnek, yilbasinda ya da bayramlarda calisanlara ikramiye ödenirse tüketim artar vs. burda kapitalist ekonomiye karsi söyle bir argüman cikar: kapitalist toplumun orgnizasyonu tamami ile ekonomiye, özel sektöre, para’nin birikimine endeksli bir organizasyondur. ikincisi, kapitalist ekonomi bu “nakit” sorununu $u $ekilde kismen halediyor: kapitalist dünyada tek tek tüketicilerden tutalim sirket ve holdinglere kadar, ordan devletlere kadar, sistemin tamami kredi/borc ile i$/ödeme yapiyor.
bu yazida kapitalist ekonomiyi te$hir edecek ikinci argüman $udur: üretim araclarinin/teknik üretim kapasitesinin gelisimi tamami ile isveren/kapitalist sinifinin kar-masraf hesaplarina hizmet ediyor. isveren eger daha karli bulursa i$ makinelerini yeniliyor, bunun calisanlara yansimasi $öyle oluyor: calisanlarin bir kismi gereksiz/fazlalik haline geldikleri icin isten cikariliyorlar, geri kalanlar da yeni makineler daha seri/hizli calistiklari icin daha seri calismak zorundalar, arti makinelerin kendini amortize etmesi icin gerekirse gece gündüz üretim yapilir, yani calisanlar bir de vardiyali calismak zorunda kalirlar.
RAY KURZWEIL, PROPHET OF THE SINGULARITY, IS BUILDING A CHATBOT FOR GOOGLE
It’s based on a novel he wrote, and will be released later this year
Inventor Ray Kurzweil made his name as a pioneer in technology that helped machines understand human language, both written and spoken. These days he is probably best known as a prophet of The Singularity, one of the leading voices predicting that artificial intelligence will soon surpass its human creators — resulting in either our enslavement or immortality, depending on how things shake out. Back in 2012 he was hired at Google as a director of engineering to work on natural language recognition, and today we got another hint of what he is working on. In a video from a recent Singularity conference Kurzweil says he and his team at Google are building a chatbot, and that it will be released sometime later this year.
Kurzweil was answering questions from the audience, via telepresence robot naturally. He was asked when he thought people would be able to have meaningful conversations with artificial intelligence, one that might fool you into thinking you were conversing with a human being. “That’s very relevant to what I’m doing at Google,” Kurzweil said. “My team, among other things, is working on chatbots. We expect to release some chatbots you can talk to later this year.
( https://www.youtube.com/watch?v=bK9jcT-EhPc )
One of the bots will be named Danielle, and according to Kurzweil, it will draw on dialog from a character named Danielle, who appears in a novel he wrote — a book titled, what else, Danielle. Kurzweil is a best selling author, but so far has only published non-fiction. He said that anyone will be able to create their own unique chatbot by feeding it a large sample of your writing, for example by letting it ingest your blog. This would allow the bot to adopt your “style, personality, and ideas.”
Kurzweil says that, while he believes his chatbots will allow for interesting conversation, we’ll have to wait until 2029 for AI to have human-level language ability, “and everything that comes with it.” At that point, AI will be able to pass the Turing test, meaning they will be indistinguishable from a real person in a blind test.
Of course, an AI that is simply up to the level of a modern human isn’t really that interesting to Kurzweil, who hopes to one day upload his consciousness to the internet and dialog with super-intelligent forms of AI. “If you think you can have a meaningful conversation with a human, you’ll be able to have a meaningful conversation with an AI in 2029. But you’ll be able to have interesting conversations before that.”
Announced by Ben Popper, May 27, “theverge.com”
“Ahmet Altan’i mumla aramak durumunda kalacagimi deseler inanmazdim. Marxist materyalist diyalektigin bu kadar uzaginda mi olur insan? ““Tanrı dahil hiçbir şeye tapınmam diye yazan birisinden ‘Din hocalığı’” Siz belki hic karsilasmadiniz; ama, ben her turlu dinden ve mezhepten Ateist din adamlari/hocalar cok gordum. Yoksa, siz, ‘din hocaligi’ yapmak icin bir inanc testinin var oldugunu mu vehmediyorsunuz? Butun o ucuz bilgicliginiz bir yana, ogrenecek daha ne cok seyiniz var. Ne mutlu.”
Ahmet Altan örneğini veren sendin. Hatırlatayım istersen önceki yazıdan alıntımı yapayım ama insan yazdıklarını bile hatırlamak istemiyor demek ki sıvama noktasında..
Evladım “Marxist materlayalist diyalekt” diye bişey olsaydı uzağında olmazdım. “Diyalektik materyalizme” seninle girmeye niyetim yok. Bir de Marxist olmayan bir diyalekte de örnek verseydin. Diyalektik ve Diyalekt. Hmmm…Önce çamur atmak için bilmen gerekiyor. Böyle deyince öğretmen edasına mı girdik. Hahaha. Vız vız.
Ateist din hocaları da olabilir de… yazdıklarımızı açıkça yazan-konuşan senin tanıdğın ateist bir din hocasından örnek versene. Adam kendini gizlemiş neye inanmış inanmamış ne önemi var ki….Test ediliyor diye biliyordum. Çok şaşırdım test edilmediğini duyunca. Hahaha.
Bir önceki yazımda yazım hatası olmuş. Düzelteyim. “Social Sciences” olacaktı….İngilizce ve Fransızca bilen sivrisinek Necip editörlük ilminden örnekler vermesin.
softa necip, sen bu iklim meselesi ile kafayi bozmussun. senin gibi kapitalist demagoglar günümüz dünyasinda ki acligi, yoksullugun kaynagini kapitalist melanetin para icin, sermaye icin üretim prensibinde degilde, kuraklik gibi iklimsel sartlarda ariyorlar. kapitalist ekonominin üretim/teknik kapasitesi iklime bagimli kalmadan istedigi kadar üretim yapma seviyesine coktan ulasmis durumda. örnek, vikipediadan alinti:
“Kurulduğu bölgede, dışarda doğal koşullarda yetişen her türlü sebze ve boyca küçük sayılabilen meyve bitkileri, cam ya da plastik örtü altına alınmak suretiyle, turfanda olarak yetiştirmektedir. Örtü altı sebze ve meyve yetiştiriciliğinde, eskiden sadece doğal koşullarda ve yılın belirli zamanlarında yetişen çoğu sebze ve meyveler, artık gelişen teknolojiyle örtü altlarında, diğer bir ifade ile seralarda, daha erken zamanlarda yetiştirilir olmuştur. Bu durum, doğal olarak sebze ve meyvecilikte, verim ve kaliteyi artırmıştır”.
insanlarin hem sagligina hem de tahila zarar veren, kitliga sebep olan ha$erelere kar$i her türlü kimyevi ilac artik mevcut. yani ha$erelerden kaynakli bir tahil kitligi, salgin hastalik falan sözkonusu degil. afrika gibi bazi bölgelerde salgin hastaliklara karsi ilac üretmekte modern tip icin sorun degil. yalniz farma sirketleri de ürettikleri ilaclari alacak kadar parasi olan müsteri icin üretim yapar, para yoksa ilacta yok. senin isine gelmeyen gercek $u: günümüz dünyasinin ha$eresi kapitalizm ve bu ekonominin hayat suyu olan para/kredi oluyor. dünyada ki sorunlarin kaynagina inmek istersen, heryerde karsina para’nin yoklugu varligi, para’nin sonsuz/sinirsiz birikimi icin yapilan kapitalist rekabet cikar.
kapitalist sömürü iliskilerini mesru/dogal göstermek icin insan DNA’sindan bahsediyorsun. bitkilerin genlerini degistirmek sureti ile bitkisel ürün veriminde yasanan gelismelerden niye bahsetmiyorsun? tekrar edeyim, bilimin ulastigi seviye itibariyla tüm dünya nüfusunu doyuracak gida ürünleri üretmek i$ten bile degil. peki sorun nerde? cünkü kapitalizmde insan ihtiyaclari kapitalistlerin sermaye birikimi icin sadece aractir, üretim para icin yapilir, üretim para icin yapildigi icin de cebinde parasi olmayan, kapitalistlerin ürettikleri o ürünleri satin alamiyorlar. yani kapitalist üretim bollugunda ac, susuz, konutsuz, i$siz kalanlar, ürün/mal/mamül kitligindan degil, para yoklugundan o sorunlari yasiyorlar. peki paranin bol miktarda bulundugu insanlar kimdir? sermayedar/isveren sinifi. demek ki insanlarin cebine para girmesi icin önce kendisine i$ verecek bir patron bulmalari lazim. peki bulamzlarsa ya da isverenlerin sadece belli/sinirli bir miktar i$ciye ihtiyaci varsa ne olacak? kendisine bir patron bulamayan “$anssizlar” ac sussuz ömrünü tüketmeye mahkum. bunlara örnek göc yollarinda ki milyonlar, hergün ege de akdenizde bogulanlar vs.
Necip efendiye bizdeki efendi hizmetkarlığı yetmemiş galiba nükleeri savunurken fransa,almanya japonyanın atığınında geçmiş örneklerdeki gibi oralarda ömrü bitip kullanım dışı teknoloji transferi ile nükleer atıklarında bize geleceğini bilerek savunabilip ekolojistlere laf etme ihtiyacı duyması çoook enteresan.
Kendisi milliliği zilliliği ve yüce duyguları ile memleket sever kalkınma ve refah için bunca eziyet ve kadir bilmez işçi emekçilerle uğraşmanın yanında kalkınmak için çırpınan cefakar milli vatansever sermayedarlarımızın ve onların politik milli iktidarlarının kalkınma çabalarını engelleyen ekolojist ve bilumum solcu Marksist liberter anarşist zevatın bu milli ve ulvi hedefleri engelleyen gayri milli ajan hain vatansevmez milli ve zilli duygulardan yoksun bir mok bilmez elinden bi şey gelmez armut piş ağzıma düş ü bile yapamayıp açıkça bunları anlatan Hz Necip ten bile öğrenemeyenler yüzünden bu gün bu haldeyiz!!!!!
İyi ki varsın Hz Necip vallahi sen de olmasan ha bu milli duygular fukarası ekolojist ve özgürlükçü toplumsal devrimciler süslü laflarla aklımızı çelecekti???
sen olmasan kandırılıp köki dışarda gayri milli terör örgütlerinin aleti olacaktık iyiki varsın sayende milli ve zilli duygularımız zirve yaptı bi umum ekolojist feminist anti-militarist Marksist solcu devrimci liberter ne varsa milli ulu vatan millet devlet düşmanlarını milli ve zilli topraklardan sürmek sayende milli ve zilli vazifemiz olmuştur??(aslında bu vazifeyi 1915 ın 100.yılı 2015 de yapsaydık daha yakışıklı olacaktı ama 1 yıl gecikmeylede olabilir)
Hz Necip sayende titredik özümüze döndük belki şimdi iltifatlarına mazhar oluruz!!!!!!!!!
Esgal tarifine girecek, kisisel bilgi anlamina gelecek seyleri burada/Internette paylasmiyorum. Dolayisi ile, ilk 2 soruyu geciyorum.
“Mühendisliği aktif olarak icra ettiğin yıllarında,”
Ben hala daha aktifim. Tek farki, benim kendimin ilgilendigi konularda aktifim. Pazara yonelik calismiyorum artik.
“bir buluş yaptın mı, patent başvurusu yaptın mı yaptıysan sonuç ne oldu,”
Bulus cok da patent pesine hic dusmedim.
Cok sebebi var bunun. Birincisi, patent almak esasen hukuki/burokratik bir surec; ugrasmak istemedim. Ikincisi, patenti en buyuk pazar potansiyeli olan ulkede almak akillica (Turkiye onlardan biri degil). O pazarlarda da patenti savunmak, cigneyen birilerini mahkemeye vermek uzun ve pahali bir surec. Devasa ‘savas butcesi’ (‘war chest’) gerektiriyor. Attigim tas urkuttugum kurbagaya degmezdi.
“ödüllere meraklı olsan da/olmasan da şahsına -veya şahsın nezdinde bünyesinde olduğun kurum(ların)a- bir ödül verildi mi,”
Odul teklifi cok oldu da, bu tur odullerin anlamli oldugunu dusunmedigim icin almadim. Bir de, benim bu tur meshur olmak hevesim hic olmadi. En buyuk odul yaptigin seyin basarili olmasi, amaci dogrultusunda calismasi.
“eğer deneyim ve kıdeminin yüksekliği nedeniyle sana çalıştığın kurum(lar)da yüksek pozisyonların sorumluluğu verildiyse işten çıkarmalar yaptın mı yaptıysan gerekçe(leri)n neydi?”
Toplu olarak, hayir. Bireysel, evet.
Kafa kiyak ise gelen birkac kisi (degisik zamanlarda) olmustu mesela. Futbol fanatikligi yuzunden birbirini yaralayan bir iki kisi filan. Sahte diploma ile ise baslamis birisi. Bir onceki isyerinde zimmet sucu islemis baska birisi. Bu tur seyler.
[Prensip olarak keyfi isten cikarmalara sicak bakmam. Bunun son derece materyalist bir gerekcesi vardir. Isyerinde calisan herkes, az ya da cok, yanlislar yapmis, tecrube kazanmistir. Bu tecrubelerin bedelini de isyeri odemistir. O kisiyi –sirf bir donem lazim olmayacak diye– isten atmak demek, ayni ya da daha cok yanlislar yapacak birisini ise almak anlamina gelir. Tekrar eden zararlara yol acmak anlamli degil.]
“Eğer yıllarca kamudan daha çok özel sektörde mayalanmışsan Türkiye’de veya dışarıda bir şirket, ortaklık kurdun mu, istihdam yaratmada katkın oldu mu?”
Evet. Birden fazla sirket/ortaklik. Birkac yuzden fazla istihdam.
“‘Marxist materlayalist diyalekt’ diye bişey olsaydı uzağında olmazdım.”
Adap kumkumaligi yetmedi, bir de typo naziligine mi basladiniz.
O dediginiz kisim soyle olmaliydi: ‘Marxist/materlayalist diyalektik’
Iciniz rahat mi simdi, muhterem ‘mufredat ogremeni’ olamamis zatiniz.
Sahi, ‘tarih ogretmeni’, ‘cografya ogretmeni’ filan var da; ‘mufredat ogremeni’ ne ola ki?
“yazdıklarımızı açıkça yazan-konuşan senin tanıdğın ateist bir din hocasından örnek versene”
Turkiye’de en bilinen ornek: Turan Dursun. Muftu bile olmustur.
“Adam kendini gizlemiş neye inanmış inanmamış ne önemi var ki….Test ediliyor diye biliyordum. Çok şaşırdım test edilmediğini duyunca.”
Sasiracak cok sey yasayacaksiniz daha.
Bir Yahudinin (Moiz Kohen) ‘Turkculuk’un agababalarindan olmasi sizi sasirtmiyor da, Ateist birinin din hocasi olmasi mi sasirtiyor?
“Düzelteyim. ‘Social Sciences’ olacaktı”
Oyle olsa ne farkeder?
Insallah buyudugunuzde, ‘methodological rigor’, ‘exactitude’ ve ‘objectivity’ ile alakasi olmayan ogrenme dallarina ‘science’ denemeyecegini ogreneceksiniz.
[Diyoruz gerci; sirf gururlari kirilmasin diye. Bin yillik ‘bekci’ye ‘guvenlik sorumlusu’, ‘tegahtar’a ‘satis elemani’ veya ‘musteri temsilcisi’ deyisimiz misali. Ayni cercevede, siz de kendinize ‘aydin’ diyorsunuz; nezaketimiz izin vermedigi icin yuzunuze vurmuyoruz.]
“sen bu iklim meselesi ile kafayi bozmussun.”
Baska bir suru sey icin soyleseniz cok da itiraz etmem; ama, ‘iklim’ konusu benim ‘kafayi bozdugum’ bir konu degil.
Cok buyuk olcekli toplumsal olaylarin (ozellikle de kalkismalarin, isyanlarin vs) temel sebeplerini hep merak etmisimdir.
Bunlari incelerken, kimi zaman, yoneticilerin iyi niyetli cevvaliklerinin temel sebeplerin onunde geldigini dahi gormek mumkundur.
Mesela, yakin zamanda olmus olan, Iran’daki Ayetullah Devriminin temelinde Iran Sahi vardir. Bunu cogumuz iskalariz. Iran Sahi, biraz da Turkiye ile rekabet icin, tutar genis capli bir toprak reformu yapar. Yani, durduk yerde, sistemi sarsar. Eski marabalar toprak sahibi olmustur ama bunu isletecek know-how’lari yoktur. Tekrar ac kalirlar. Son care, buyuk sehirlere gocerler. Buyuk bir sefalet yasanmaga baslar. Bu culsuzlarla, Sah’a muhalif ilmiyye taifesi (mollalar) ve topraklari marabalara dagitilmis zenginler ittifak kurarlar. Ve, devrim.
Rusya’nin da benzer bir tarihi var. Deli (Cesur) Petro’dan beri turlu cesitli atilimlarla Rusya’yi ‘ileri’ goturmege calisan saray, ulkeyi bastan basa gecen tren yollari insa etmek ve ayni zamanlarda da toprak reformu yapmakla kendi sonunu yaratti. Ac kalan, ama mobilize de olan serfler yine sehirlere yigildilar. Ve, devrim.
Bizde, Rusya’da –hatta Iran’da da– oldugu uzere, serflik yoktu. Saray da hicbir zaman oyle cok buyuk sosyal donusumlere yol acacak tesebbuslere girismedi.
Oyle olunca, ulkeyi allak bullak eden Celali Isyanlarinin sebeplerini ayrica merak etmek Allahin emri oldu benim icin.
Ben de, genel kanaate uygun olarak, bunun sebeplerinin basinda ticaret yollarinin degismesinin, Amerika kitasinin kesfi sonucunda Avrupa’ya gelen olaganustu altini ciddi enflasyonlara yol acmis olmasinin geldigini dusunyordum.
Bunlar da var, ama birincil sebep olmadiklarini ogrenmek beni sasirtti.
Birincil sebep olamazlardi, cunku Anadolu bir Las Vegas degildi –yani, ticaret ile beslenmek zorunda degildi. Ekip bicilecek yeterince alan vardi. Enflasyon da cok anlamli degildi, cunku Avrupa kaynakli enflasyonun Osmanli’ya yansimasi, ziraat urunlerinin fiyatlarinin (ihracat aninda) artmasi demekti. Yani, daha fazla altin kazanabilirlerdi. Ama, zirrat urunlerini artirmak mumkun olmadi.
Bunlarla hasir nesir iken, bir ahbabim bana Mustafa Akdag’i okuyup okumadigimi sordu. Okumamistim. Ondaki kitaplarini odunc verdi, sagolsun.
Neredeyse butun sorularin cevabi oradaydi.
Baska pek kimsenin okumus/biliyor olmayisi garibime gitti. O yuzden bu konuyu burada gundeme getirdim.
“senin gibi kapitalist demagoglar günümüz dünyasinda ki acligi, yoksullugun kaynagini kapitalist melanetin para icin, sermaye icin üretim prensibinde degilde, kuraklik gibi iklimsel sartlarda ariyorlar.”
Iki seyi vurgulamaliyim:
1) ‘Kapitalizm’deki ‘izm’ cok sonralari ortaya cikan ‘izmcilik’ meragindan kaynaklaniyor. Hersey bir ‘izm’ ekleyerek onu acikladigimizi saniyoruz.
Halbuki, ‘kapitalizm’ dediginiz sey ne yenidir; ne de birilerinin icadi.
‘Kapitalizm’ demekte israr ettiginiz seyi tarif etmege calisirsak, bunun, ‘herhangi bir otorite tarafindan kati kontrollerin ugulanamadigi donemler/devirler/haller’ oldugunu goruruz.
Sadece Batida degil, dunyanin her tarafinda yasanmistir, yasaniyordur ve yasanacaktir. Insanlarin ozgurluk taleplerini tamamen rtadan kaldirmadiginiz muddetce de, bu boyle devam edecektir.
2) Bir kotu ruh misali ‘kapitalizm’ takintinizi devam ettirmekten vazgecmeyecek olsaniz bile, dunyada insanlara tek kotulugun ‘kapitalizm’den gelmedigini, baska ve cok buyuk guclerin oldugunu, iklim degisikligi (deprem, sel vb gibi seylerin) bunlarin basinda geldigini de idrak etmeniz gerekiyor.
Bu tur seyleri onlemek mumkun olayabilir; ama, elimizden gelen tedbiri almak mumkun.
Siz, ‘buz-u Muaviye’ yuzunden ‘hubb-u Ali’yi de iskaliyorsunuz.
“Örtü altı sebze ve meyve yetiştiriciliğinde, eskiden sadece doğal koşullarda ve yılın belirli zamanlarında yetişen çoğu sebze ve meyveler, artık gelişen teknolojiyle örtü altlarında, diğer bir ifade ile seralarda, daha erken zamanlarda yetiştirilir olmuştur.”
Bunun icin size hala daha su lazim. Hem de klasik yontemlerden oyle cok az degil.
Ote yandan, ‘topraksiz tarim’ da yapmak mumkun. ‘Grow Light’ dedigimiz ve artik daha cok da LEDlerin kullanildigi, yapay aydinlatma ile sebze meyva yetistirmek de mumkun.
Mumkun de, bunlarin maliyeti hic de az degil. Olceklenebilir de degiller. Yani, bin donum bir alanda bunu yapmak cok ama cok pahali. Ve, daha da onemlisi, size oldukca fazla elektrik gerekiyor.
Gunes panellerinden, ya da ruzgar turbinlerinden elektrik elde edip sonra da bu elektrigi ‘grow light’larda yakmanin fizibilitesi hep negatif cikiyor. [Fizibilitesinin denk geldigi tek urun cesidi de ‘yasak urunler’ yani hint keneviri veya esrar filan uretmek, cunku bunlarin fiyatlari oldukca yuksek.]
“insanlarin hem sagligina hem de tahila zarar veren, kitliga sebep olan ha$erelere kar$i her türlü kimyevi ilac artik mevcut.”
Eee.. bu ilaclari filan uretenlerin bunlari digerlerine bagislamasini mi bekliyorsunuz?
“para yoksa ilacta yok.”
[‘ta’ degil ‘da’ olacakti ve yari yazilacakti.]
Bu realiteyi yeni mi farkettiniz? Insalik tarihi boyunca her sey hep ‘nekka ekmek okka kofte’ olageldi; ve siz bunu yeni farkediyorsunuz he mi?
“dünyada ki sorunlarin kaynagina inmek istersen, heryerde karsina para’nin yoklugu varligi, para’nin sonsuz/sinirsiz birikimi icin yapilan kapitalist rekabet cikar.”
[‘ki’ beraber yazilmaliydi.]
Aferin. Hic kimsenin bilmedigi bir hikmetli gercegi kesfettiniz.
Simdi de, eger bulabilirseniz, her yerde her zaman gecerli olabilecek, kimsenin itiraz etmeyecegi, bir cozum yazmanizi bekliyor tum insanlik.
“bitkilerin genlerini degistirmek sureti ile bitkisel ürün veriminde yasanan gelismelerden niye bahsetmiyorsun?”
Bunlarin henuz deneysel seyler oldugunu, henuz zararlarinin neler oldugunu bilmedigimizden; dolayisiyla, henuz bir ‘cozum’ mu yoksa yeni bir bela mi oldugunu kestiremedigimizden neden bahsetmiyorsunuz?
“kapitalizmde insan ihtiyaclari kapitalistlerin sermaye birikimi icin sadece aractir, üretim para icin yapilir, üretim para icin yapildigi icin de cebinde parasi olmayan, kapitalistlerin ürettikleri o ürünleri satin alamiyorlar.”
Bu dediklerinizden sunu mu cikarmaliyim: Sizin gibi hamiyetperver insanlar bir isyerinde calistiklarinda bunun karsiliginda para filan istemiyorlar, insanligin ilerlemesi icin karin tokluguna calisyorlar; oyle midir?
Yok, eger siz de para karsiligi calisyorsaniz; ve, kendi emeginize bictiginiz br rayic bedel varsa; baskalarinin da benzeri seyleri yapmalarini neden yadirgiyorsunuz?
“yani kapitalist üretim bollugunda ac, susuz, konutsuz, i$siz kalanlar, ürün/mal/mamül kitligindan degil, para yoklugundan o sorunlari yasiyorlar.”
Bu doga da boyle degil midir? Dunayin baska yerlerinde ibadullah su/gunes (dolayisi ile, bolluk) var da sizin oldugunuz yerde yoksa, sorun yazarsiniz. Size ait bir sorundur; onlarin sorunu degildir.
“peki paranin bol miktarda bulundugu insanlar kimdir? sermayedar/isveren sinifi.”
Bu ‘sinif’ kimlerden ve nasil olusuyor?
Irsi/hereditary bir sey midir; yoksa anlik bir belirleme midir –yani, verili bir ‘t’ aninda parasi varsa, sermayedardir dolayisi ile ‘kapitalist’ oyle mi?
“demek ki insanlarin cebine para girmesi icin önce kendisine i$ verecek bir patron bulmalari lazim.”
Sart midir?
‘Mustesebbis’likten haberiniz hic mi yok. Cikar kendi isinizi kurarsiniz.
“peki bulamzlarsa ya da isverenlerin sadece belli/sinirli bir miktar i$ciye ihtiyaci varsa ne olacak?”
Isveren sayisini artirmak gerektigini mi soyluyorsunuz?
“kendisine bir patron bulamayan “$anssizlar” ac sussuz ömrünü tüketmeye mahkum.”
Kendilerini patron etmek akillarina neden gelmez?
“nükleeri savunurken fransa,almanya japonyanın atığınında geçmiş örneklerdeki gibi oralarda ömrü bitip kullanım dışı teknoloji transferi ile nükleer atıklarında bize geleceğini bilerek savunabilip ekolojistlere laf etme ihtiyacı duyması çoook enteresan.”
Nasil ‘omru bitmis’, ‘kullanim disi’ olmuslardir ki, hala daha aktif calisiyorlar ve yenileri de ekleniyor?
Ekolojist dedigimiz taifenin, ulkenin gelismesi, insanlarin refahinin artmasi gibi bir derdi hic olmadi, simdi de yok.
Onlara gore emkmek elden su golden.
En mutena/gelismis bolgelerde onlar yasayacak, buna karsilik, ulkenin geri kalmis neresi varsa, onlarin bir gun ziyaret ile tesrif edecekleri ‘milli park’lara donusturulecek ki olsun.
‘Iscisin sen isci kal’ sarkisini ‘kapitalist’lere atfederlerdi; ‘tasradasin sen tasrali kal’ diye degisitirirsek ekolojistlerimizin hayallerine tercume olmus oluruz.
“sayende titredik özümüze döndük belki şimdi iltifatlarına mazhar oluruz!!!!!!!!!”
Beklentilerinizi asiri yukseltmeyin yine de.
Anlasilmasinda sorun cikarabilecegi icin duzelteyim: ‘buz’ degil ‘bugz’ olmaliydi.
softa necip’ten alinti:
“Kendilerini patron etmek akillarina neden gelmez”?
kapitalist demagog necip’in bu söylemi ile fransiz kralicesinin “ekmek bulamiyorlarsa pasta yesinler” söylemi ayni kapiya cikiyor. neden?
bizim burda sözünü ettigimiz insanlar kim? cebinde ekmek parasi bile olmayan insanlar. bu insanlarla alay edercesine “i$ kursunlar patron olsunlar” demek, insanlara zenginlik hayalleri kurmaya davet etmek anlamina geliyor. yani “ac tavuk olsan da kendini dari anbarinda hayal et” gibi birsey.
günümüz global kapitalist düzeni toto-loto’dan tutalim, milli piyangoya, borsa’dan tutalim kumarhanelerine, kazi kazana kadar, ba$tan ba$a spekülasyon üzerine kurulmu$tur. bu kapitalist kumar düzeninde milyonda bir on milyonda bir ya da yüz milyonda bir olsa da sinif atlama, yani kit kanaat yasayanlar sinifindan zenginler sinifina gecme ihtimali var. kapitalist demagog necip’in yazdiklarina bakin, dönüp dolasip insanlara zengin olma hayalleri kurmalarini, sadece hayal degil tabii, bunun icin tesebbüslerde bulunmalarini da vaaz ediyor. istisnasiz herkes yasamak icin zaten para pesinde kosturmuyor mu? yani para kazanmak kapitalist düzende insanlarin keyfine kalmis bir olay degil. bir markette bir lokma ekmegin bile kimseye parasiz verilmedigi bir düzende zaten insanlarin zaman ve enerjisinin büyük bir kismi para pesinde kosturmakla gecmiyor mu? hal böyleyken bu kapitalist demagog necip burda insanlara neyi vaaz ediyor? $unu: umudunuzu kesip devlete/düzene isyankar olmayin, milyonda bir ihtimal de olsa matematiksel olarak zengin olma ihtimaliniz her zaman vardir.
kapiatalist demagog’un “i$inizi kurun, patron olun” akil vermesine gelelim. kapitalizmde i$ kurmak icin olmazsa olmaz sart nedir? para/kredi. bunun icin kime basvurmak lazim? bankaya. banka denilen kurumun amaci nedir? para’dan para yapmak, para’dan para kazanmak, yani faiz ile para kazanmak. bankaya kredi icin her ba$ vurana banka kredi verir mi? vemez. kime verir? kredi alanin o krediyi faizi ile geri ödeyecegine ikna olduklarina verir. kredi cekmenin $artlarini kapitalist necip bizden iyi bilir: i$ sözle$mesi, mal varligi, kefil vs.
$imdi farzedelim bir insan bir sekilde gercekten patron olmayi basardi. yalniz i$ kurup patron olan bir insanin ihtiyac duydugu seylerden biri de i$ gücü/i$ci. bu ne demektir: kapitalist bir i$letmenin calistirip sirtindan para kazanacagi i$ci bulabilmesi icin, piyasada i$ güc sahibi olmayan, yasamak icin/para kazanmak icin kendi emegini, i$ gücünü satmaktan baska sermayesi olmayan insanlarin varligi $art. yani kapitalist demagog necip’in vaaz ettigi gibi toplum icinden birilerinin bir sekilde i$ kurup patron olmasi ile mevcut düzende/sistemde hicbirsey degismez. bu düzende i$ gücünden baska sermayesi olmayan insanlar oldugu icin isveren var, bir yanda para/sermaye sahibi, diger yada parasiz/semayesiz insanlar oldugu icin isverenler var. herkesin yasayacak kadar yada kücük esnaf gibi kendisine yetecek bir isi olsa, kapitalistler o kapitalist isletmelerde, bürolarda, fabrikalarda calistiracak insani nerden bulacak? kapitalist demagog necip, bo$ bele$ atip tutuyorsun. kapitalist sömürü düzeninin temeli bir yanda üretim araclarina yani sermaye, makine, toprak vs. sahibi ayricalikli zengin sinifi ile diger yandan üretim araclarindan yoksun, yasamak icin i$ gücünden/emeginden baska sermayesi olmayan insanlarin varligi üzerine kurulmustur.
“Ekolojist dedigimiz taifenin, ulkenin gelismesi, insanlarin refahinin artmasi gibi bir derdi hic olmadi, simdi de yok.”
Hiç olmasa dünyanın yıkılmasını ve yaşanamaz bir yer hale gelmesini savunmuyorlar. Doğayı yıkın ve her yere binlerce nükleer yapın, kömür santrali yapın vb. demek aslında uzun vadede daha çok Fukushima, daha çok yıkım olsun, yani dünyadaki yaşam yok olsun demektir.
Yani sen gelişme diyorsun ama o gelişme dediğin şey aslında yıkım, hem de esaslı düzeyde yıkım demek. Yıkılan doğa ve ekosistemdir, böylece doğa ve çevre alabildiğince kirlenecek daha çok Fukushima vb. olacaktır.
“Adap kumkumaligi yetmedi, bir de typo naziligine mi basladiniz. O dediginiz kisim soyle olmaliydi: ‘Marxist/materlayalist diyalektik’ Iciniz rahat mi simdi, muhterem ‘mufredat ogremeni’ olamamis zatiniz”
Adap öğretmedim. Sadece düzeysizsin dedim. Sivrisinekliğini anladık da bu dansözlük nereden geliyor? Hocalık yapmıyorum pavyon açtım. Seni istihdam edebilirim istersen. Ey cahil bunu yiyeceğimizi mi düşündün? Önce Marxist materyalist diyalektik diye yaz sonra ben dalga geçince (/) işaretini koyunca düzelteceğini düşün…sonra benim typo faşizmi yaptığımı söyle. Typing hatası deyip bundan sıyrılacağını düşün. Herkesi kendin gibi mi sandın…Biraz utanma ve kabul duygusu lazım! Silvuple! (fransızca zayıf idare et) Necip Diyalektik materyalizme az kaldı ha gayret varacaksın. Hahahaha. Dedim ya cehaletin sınırı yok. Ignorance is bliss, indeed!. God bless you evlat!. Game is over Necip!. Solculuğu bilmeden ahkam kesip solculara laf sokan bir cahilsin. (Proof) Sosyal bilimleri anlamak böyle birşey işte. Hegel, Kant, Marx gibi adamlara o bunu dedi bu bunu dedi diye düşünen cahil bir engineer! Hahaha. Altına kaka yaptın. Bak bu kaçıncı evladım. 1.Marxist ve marxist olmayan diyalektik materyalizme örnek alalım. Materyalist bir diyalektik olduğuna göre olmayan bir diyalektik de var demek ki! Demek typing error! Hadi başka kapıya böyle pespayelik olmaz….Shame on you…Sıvamak böyledir işte. Pudrada ister misin?
“ “yazdıklarımızı açıkça yazan-konuşan senin tanıdğın ateist bir din hocasından örnek versene”
“Turkiye’de en bilinen ornek: Turan Dursun. Muftu bile olmustur.””
Ben “yazdıklarımızı” dedim bak alıntıya cümle öyle başlıyor. Burada hadis ve kuran gibi İslam ilmihali eleştirisi, reddi, kabülü üzerine bir tane yazım var mı? . Kapitalizm, ekonomi, sosyoloji, felsefe, tarih vb..şeylerle bugünkü durumumuzu açıklamak üzerine yazdıklarım var bak orada. Bahsettiğimiz müfredat din hocası değil miydi? Diyanet falan da yazmıştın hatırlatayım. Turan Dursun aydın birisiydi. Yine başka bir yerinden anlamışsın. Onun benim gibi kapitalizm ve sosyalizm üzerine yazdığı birşeyler var mı? O anlamda dedik de reasoning, meaning and reading zayıf olunca normaldir. İkinci olarak Mois Kohen hakkında bir cümlem var mı? Cizvit papaz okulundan! (Kohen oradan diye demedim ki illa herşeyi çok açık yazmak mı lazım sana yahu!) örnek ver demedik senin de tanıdığın müfredata bağlı veya Diyanette falan çalışan bizdeki din “örtmenleri” istedik yahu.! Ne o yine kıvırma hali mi? Dedim ya “Marxist materyalist diyalektik diye cümleye başlayan biriyle işim olmaz artık. Artık ne yazdığının bir önemi var mı? Koku tüm foruma yayıldı artık. No return!
“Sasiracak cok sey yasayacaksiniz daha”.
Cehaletine gerçekten şaşırdım doğrusu. Daha fazla şaşırmak istemiyorum. Sen “mihendislik” okurken biz Naom Chaomsky okuyorduk village schools da. Almanya’da şuan cayır cayır çalışan santral sayımıza ne oldu? Yazmana gerek yok.
““Insallah buyudugunuzde, ‘methodological rigor’, ‘exactitude’ ve ‘objectivity’ ile alakasi olmayan ogrenme dallarina ‘science’ denemeyecegini öğreneceksiniz””.
Tutarlılık ve linguistik sorunsalın çok büyük. “Öğreneceksiniz” hahaha. Sen de mi örtmen olmaya karar verdin. Aha sana bak okul düzeyinde bilgi. Biz kreşte gördük de.
“Science is the pursuit and application of knowledge and understanding of the natural and social world following a systematic methodology based on evidence”.
Social world!
Scientific methodology includes the following:
• Objective observation: Measurement and data (possibly although not necessarily using mathematics as a tool)
• Evidence
• Experiment and/or observation as benchmarks for testing hypotheses
• Induction: reasoning to establish general rules or conclusions drawn from facts or examples
• Repetition
• Critical analysis
• Verification and testing: critical exposure to scrutiny, peer review and assessment
Necip sen objectivity demeyi kekelerken Karl Popper (ben değilim sonra açıklarım) scientific methodology, epistemoloji falan gibi zıvırlarla uğraşırdık. Mihendis ve ötrmen olamadık da! Darvin marvin evrim teorisini de fizikle kimyacılar ya da çevre mihendislerinin alanı olunca okuyamadık. Sıvamaktan vazgeç artık. Sivrilerden korkaksaydık mideyi aldırırdık…
[Diyoruz gerci; sirf gururlari kirilmasin diye. Bin yillik ‘bekci’ye ‘guvenlik sorumlusu’, ‘tegahtar’a ‘satis elemani’ veya ‘musteri temsilcisi’ deyisimiz misali. Ayni cercevede, siz de kendinize ‘aydin’ diyorsunuz; nezaketimiz izin vermedigi icin yuzunuze vurmuyoruz.]”
Beni boşver de senin bu kadar altına kaka yapıp ezilmene ne demeli. İncilerini say say bitmez.
Necip efendi den inciler:
1. Sosyal bilimler de ne imiş. (Matematik ve fen okuyunca bilmediği şeyleri bilimden kabul etmemiş. Google’dan “search” kısmına gir oradan yaz “social sciences” başla okumaya dünya niye sosyal “bilim” dermiş acaba diye…) Neticede o bunu dedi ben bunu dedi diyen bilim dışı bir şey demiştin (tarifsiz bir tarif) daha önce hatırla istersen. Dedikodu yav onlar! Kardeşim tanım benim tanımım değil. Senin kabul etmemen kimin umrunda zaten. Biraz saygılı ol, demokrat ol küçümseme bak buradaki insanları öyle. Bak mihendis olunca herşeyi anlarım diye düşünme.Be respectful! Adap başka bişey adap öğretmek benim işim değil. Sadece saygılı ol ve biraz ishali bırak….
2. Osmanlı eceliyle rahmete kavuştu tezin. Doğru! objective değil relative bu? Sana göre öyle bana göre öyle değil mi? Doğru! e=m*c(2) ile ispat edemedik çok üzgünüz…. Ignorance is bliss…Hahahah komedi dükkanı yahu. Bunu da ingilizce yazalım.
3. Aleviler niye protestanlar gibi olmadı? Soruya bak. Talihsiz yorumlar (cevabını da verdik) ve sonra surprisingly! iklime bağlamışsın. Üstelik Marx’ın kitabında yazmaz diye bize kızdın hatırla. Karıştırdın o Weber deyince yine tık yok (ayrıca ben Weber’in aksine düşünerek cevabını verdim). Rezalete bak yahu! Bu arada tanışalım ben Karl. Soyadım Marx mı sence? Her Karl olanı Karl Marx mı sanıyordun acaba? Sakallı hesabı. Solcu canım işte hepsi aynı yahu….Hahahaa…
4. Herşeyi “uzman olduğun alan” olan “iklime ve mihendisliğe” bağlama tezlerin. Kuraklık için bulduğun dahiyane çözümler ve Nükleer alanına getirme işin de süperdi. Toplumsal dönüşümleri ve ülkelerin niye geri kaldığını üzgünüz ki sosyal bilimler! yazmış. Çevre mühendisleri yazmamış. Acaba neden sence? (Why Nations Fail kitabını oku demiştik sana!. Bana oku demen öğretmenlik değildir. Bundan hiç alınmam. Hatta yaş kemale erdi hala okumaya çalışyorum belki yeni birşeyler keşfederim diye. Okumak en güzel fiildir.
Introduction level bitince geri kalanını da söyleriz sana. Hes yapıp iklim mülayim olunca İtalyan şehir devletleri kurulur mu Necip? Almanya’da Freiburg örneğini yazmıştım. Oraya bir ziyarete git. İngilizcen de var sıkıntı çekmezsin. Yerinde incele Nükleer den güneş enerjisine geçişi falan. Neyse nükleer bacasında oturacak bir yer bulunca (oh at least carbon emission is almost zero on the roof) tabiatın güzelliğini izlersin. 1970’lerde bu kötü solcuların mücadelesinden sonra Freiburg ne hale gelmiş bir bak bre cahil. Yerinde gözle (observe objectively) biraz. “Geri kalmışlık” saçmalıklarını bırak. Pespayeliği bırak artık. Güneş panelleri de o solcularla geldi. Nükleere karşı çıktık ama alternatif enerjiyi de getirdik. Maliyet meselelerini sen anlamazsın. Cost-benefit analysis istersen paylaşırım. Senin zihniyet olsaydı bu “tirenler de gominist işi canım der” ve güneş panellerine de karşı çıkardı! Ezber yapma. Bize akıl verene bak! Kalkmış kapitalizm şöyle böyle. Marxist peygamber falan. Ucuzluğun sonu yok…..Ayranı yok içmeye…. bize çok şaşıracağımız şeyler söyleyen bir vız vız. Sayende solculuğu bıraktım bak Pavyon işletiyoruz. Hissesi IMKB’de açık. Halka açık bir anonim şirket. Sana divident da veririz. If you are unemployed in nucleer business, dansöz olarak çalış… Daha ne deyim. Ha sendika ve sosyal güvenlik yok bizde. Customers ne derse o. Bu arada vicdandan solcu olmak. Irrational değiliz biz human’ız.
Erasmus var bak oku. Humanizmden bahsetmiş rahmetli bir Dutch. Senin atalar eşşek dürterken Anadolu’da adam niye buna kafayı takmış sence? Ossurugun hacmiyle uğraşabilirdi.
5. Memleketi geri bıraktıran aydın tezine geldin sonunda. Yemeyince hep böyle derler libertan (aslında sana libertanlık konusunda da bilgi verilmeli) sosuna batırılmış cahiller. (Libertan demedim sos dedim) Hep ezber hep goy goy. İçine sıçtınız lan heryerin. Cam dükkanına giren filler gibi. Ama bir kez kırınca bişey olmaz değil mi? Nükleeri de getirin! Amerika düzeyine yükselirsiniz değil mi? Japonya’yı da boşverin (onlar kim yahu deprem sonrası tüm tedbirleri de alırsınız) hatta fay hattının üstüne kurun lan siz o santralı. Sızıntıyı eliyle süpüren bıyıklı Necipler ile radyasyona maruz kalmış çay içen Bakanların toplumunda mal nesilleri tarih yazarken ben Freiburg’da kahvemi yudumlayayım. Necipler yok burada. Gerçekten tavsiye ederim.
Ben kendime aydınım demedim. Var mı öyle bir cümlem? Varsa gerçekten özür dilerim. Bekçiye güvenlik sorumlusu, tezgahtara satış elemanı “demek” örneğini verip bunların aynı şey olduğunu söyleyip, sonra da benim aydın olmadığımı söylemen bir engineer a yakıştı mı? Üstelik ben aydınım demediğim halde bana istemeyerek aydın demiş oldun….Hayat ne garip değil mi? Zahirdir benim hicvim. Sana engineer olamazsın demedim sana analitik düşünemeyen bir cahilsin dedim. Kabul et de artık şurada terecilere tere satmaktan vazgeç. Üstelik elindeki de tere değil. (Açıklayayım mı?)
Tatmin oldun mu? Devam edelim mi?
Sembolize ederek açıklayalım:
Şu sayfada yazılanları değerlendirirsek, Necip tek başına RTE gibi görünüyor.
Diğerleri, CHP – MHP – HDP gibi görünüyor.
Necip’e yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar ama Necip’in bileğini hiçbir türlü bükemiyorlar, RTE’nin bileğini bükemedikleri gibi.
“$unu: umudunuzu kesip devlete/düzene isyankar olmayin, milyonda bir ihtimal de olsa matematiksel olarak zengin olma ihtimaliniz her zaman vardir.”
Kimin neye isyan edecegine, ya da boyun edecegine ben karismiyorum. Her zaman oldugu uzere, bireysel ozgurlugunuzu/iradenizi kullanarak atacaginiz her adimin sonucunda ya odullenirsiniz ya da agir bir bedel odersiniz.
Baska bir deyisle, isyan etmek de (veya, var olan bir isyana katilmak da) bir tur ‘mutesebbislik’tir.
Sonucunda ne elde edebileceginize dair bir fikriniz yoksa, pek bir sey elde edemezsiniz –isayninizla, ve bedeliyle ortada kalir, sikayet etmege devam edersiniz.
Ikincisi, sizin kafanizdaki ‘zengin’in karsiliginin ne oldugunu bilmiyorum ben. Karun kadar zengin mi, yoksa bu aksam ne yiyecegini dert etmeyecek kadar zengin mi?
Eger birincisi ise, boyle bir hayalle yola cikiyorsaniz, ya cok sansli olmak istiyorsunuzdur, ya da kendi capinizda buyuk husranlar yasayacaksinizdir.
O yuzden, benim onerim, ‘zengin olmak’ icin yola cikmak, hayaller kurmak yerine, madem birilerinin isinde calismak size somuru olarak gorunuyor, kendi isinizi kurup –kit kanaat de olsa– daha az somurulmek icin bunu yapmanizdir.
Yani, zengin olmak icin degil, bireysel bagimsizliginiz icin yola cikin.
Ha.. bunu yaparken basarili olur da yaninizda baskalarini istihdam etmege baslarsaniz, sizin calisanlarinizi somurdugunuzu soyleyenler olacaktir; normaldir.
Milletin agzi torba degil cunku.
“kapitalizmde i$ kurmak icin olmazsa olmaz sart nedir? para/kredi.”
Hayir, once tesebbus gelir.
Tesebbus edeceksiniz once –otudugunuz yerden parlak kelimler yavelemekle olmaz.
Es dost tanidik, kim varsa, once onlari ikna edecek, onlardan borc/yardim alacaksiniz, sonra da bu (kisitli) kaynaklari carcur etmediginizi, essek gibi calisarak bir nema uretebildiginizi onlara gosterecksiniz.
Ondan sonrasinda, evet, ‘formal mekanizmalar’dan (bankalardan) kredi ihtiyaciniz olabilir.
Her kucuk ureticinin/esnafin cok iyi bildigi gibi, bu uzun bir surectir –bankalarin istedigi turden kayitli ve guvenilir bir sicil olusturmaniz zaman alir.
Ama, bu da hayatin/surecin bir parcasidir –aksamdan sabaha ‘zengin’ olmak gibi ham bir hayaliniz yok idiyse, siz buna zaten hazirlikliydiniz. Surpriz degil yani.
Bu sureci gecebilirseniz, bankalar filan da size her turlu krediyi verebilir –duruma gore, kefil filan da istemeksizin. EN onemli sart, sizin tutarli bir sekilde belli bir karliligi yakaladiginizi bankaya tevsik etmenizdir (belgelendirmenizdir).
Bu, apayri bir calisma disiplini ve dusunce tarzi gerektirir –artik, eskiden oldugu gibi, faturasiz mal amlak satmak veya kacak isci calistirmak aliskanliginizi terketmek zorundasinizdir. Herseyi belgeli yapmak gerekir cunku.
Butun bunlari becerebilirseniz, artik siz de ‘patron’ sayilirsiniz.
Size ‘zengin’ de diyeceklerdir.
Geri donup baktiginizda, butun bir omru gunde oyle 6-8 saat filan degil, en az 14-16 saat calismis, hafta sonlari dahil hic tatil yapmamis, yani kendi kendinizi somurmus bulursaniz da sasirmayacaksiniz.
Ama, onemli degil; zengin olmak istemistiniz.
Bunu da legal/mesru yollardan yapmak istemistiniz ve oldunuz artik.
Hayirli olsun.
Artik, size bakan (ve kurdugunuz iste calisan) herkes sizin somuru yaptiginizi dusunecektir.
Odulunuz budur, tepe tepe kullanin.
“bu ne demektir: kapitalist bir i$letmenin calistirip sirtindan para kazanacagi i$ci bulabilmesi icin, piyasada i$ güc sahibi olmayan, yasamak icin/para kazanmak icin kendi emegini, i$ gücünü satmaktan baska sermayesi olmayan insanlarin varligi $art.”
Herkes bir yerden baslamak zorunda. Ya rejisorle yatacak, ya da baska sekillerde bedenini/ruhunu pazarlayacaksin. O anli sanli, piriltili, pariltili sanat dunyasinin da gercegi degil midir bu?
“herkesin yasayacak kadar yada kücük esnaf gibi kendisine yetecek bir isi olsa, kapitalistler o kapitalist isletmelerde, bürolarda, fabrikalarda calistiracak insani nerden bulacak?”
Baska butun dertler bitti de, bunun tasasini mi cekiyorsunuz?
O eger gercek bir problem olsaydi, gercek bir mutesebbis onun da cozumunu bularak basarili olur –ya da olmaz; o onun sorunudur.
“kapitalist sömürü düzeninin temeli bir yanda üretim araclarina yani sermaye, makine, toprak vs. sahibi ayricalikli zengin sinifi ile diger yandan üretim araclarindan yoksun, yasamak icin i$ gücünden/emeginden baska sermayesi olmayan insanlarin varligi üzerine kurulmustur.”
Evet. Kitaplarda hep/genelde boyle yazar.
Yazanlar da, neredeyse her zaman, gercek hayatla alakasi olmayan, fildisi kuleden gozlemlerde bulundugunu sanan kelam erbabidir.
Asil ayricalikli ‘sinif’ da bunlardir; pek az sey urettikleri halde, bir omur boyu el ustunde tutulmagi beklerler.
“Necip Financial Danışmanlığı” 🙂
“Hiç olmasa dünyanın yıkılmasını ve yaşanamaz bir yer hale gelmesini savunmuyorlar.”
Bu cok da dogru degil. Onlar, kendi verili statulerinin devamini saglamak pesinde sadece.
Artan nufusun, artmiyor olsa bile mevcut nufusun, refah seviyesinin artisina yonelik hicbir pozitif kaygilari yok.
“Doğayı yıkın ve her yere binlerce nükleer yapın, kömür santrali yapın vb. demek aslında uzun vadede daha çok Fukushima, daha çok yıkım olsun, yani dünyadaki yaşam yok olsun demektir.”
Bunun ne derece buyuk –bir o kadar da anlamsiz– bir abartma oldugunun siz de farkindasinizdir umarim.
Birincisi, kimsenin binlerce nukleer/termik santral onerdigi yok.
Ihtiyac kadar yapalim yeter.
Ikincisi, “uzun vadede daha çok Fukushima” demek de temelsiz bir alarmizmdir bence.
Bilgic pozlarinda klasik bir ‘naysayer’liktir (istemezukculuktur).
Fukushima’da neyin neden oldugunu, ve –dahasi– ne kadarlik bir ‘hasar’a yol actigini biliyoruz. Nispeten basit bir tasarim hatasi (reaktorun ya da binasinin tasarimindan bahsetmiyoruz; yerinin secimi ve ekipmanin yerlesimi hataliydi).
Ortaya cikan hasar da hic de oyle buyuk filan degil. Ne Japon halki ne de Japonya devleti, Fukushima’da olanlari nukleer santrallarin kalitsal/inherent bir sorunu olarak gormedi, gormuyor.
Gorseydi(ler) derhal diger nukleer santralleri kapatmalarini beklerdim.
Oyle yapmiyorlar.
Simdi.. nasil oluyorsa, konuyla alakasi olan olmayan bir suru ‘ekolojist’ bize akil veriyor: ‘Sakin yapmayin!’.
Bunun teknik, ya da ‘bilimsel’ bir altyapisi yok.
Olsa olsa ‘demur kasukla yimek haramdir’in guncellenmis seklidir bu.
“Yani sen gelişme diyorsun ama o gelişme dediğin şey aslında yıkım, hem de esaslı düzeyde yıkım demek.”
Bun soyleyerek, fevkalade vicdanli ve iyiliksever bir goruntuye kavustugunuzu sanmamizi bekleyebilirsiniz; ama, gercek pek de sizin bizi korkutmak istediginiz sekilde kotu degil.
Dunyanin ‘gelismis’ her yerinde yuzlerce nukleer santral mevcut ve sizin dediginiz turden ‘esaslı düzeyde yıkım’ gorulmuyor.
Heck, gelismemis yerler de cok sayida nukleer reaktor var –tek fark, bunlari sizin/bizim bilmeyisi(n/m)iz…
Nukleer denizaltilardan bahsediyorum.
Bunlar her yerde. Burnumuzun dibinde. Uzaga gitmege gerek yok, Ege’de, Akdeniz’de, Karadeniz’de kimin kac tane nukleer denizaltisinin oldugunu bilmiyoruz; ama, var olduklarindan suphemiz de yoktur herhalde.
Daha da beteri, cogumuzun radarinda hic olmayan bir ornek daha var: Ermenistan’da, sinirimiza 16 km mesafedeki Metsamor Nukleer Santral..
[ https://en.wikipedia.org/wiki/Metsamor_Nuclear_Power_Plant ]
Yukaridaki linkten de okuyabileceginiz gibi, bu reaktor, teknoloji anlaminda tam anlamiyla bir dinazor.
Coktan kapatilmasi gerekiyor; ama, ite kalka calistiriyorlar.
Yahu, bu tesis, aslinda Turkiye’nin icinde sayilir (16 km nedir ki). Ama, kimsenin umurunda degil.
Nuh Nebi’den kalma bu tesisin zararlarini ve risklerini bizden kimse (nedense) konusmuyor da, en son teknolojiyle ve tecrubelerle yapilacak olan bir santrala muhalefet girla..
“Yıkılan doğa ve ekosistemdir, böylece doğa ve çevre alabildiğince kirlenecek daha çok Fukushima vb. olacaktır.”
Kehanetcilik, eger sirf laf olsun diye yapilmiyorsa, belli bir tutarlilik, bir bilgi altyapisi gerektirir.
Sizin bu dediginizde her ikisi de mevcut degil malesef.
Anonim 151 önce şunu söyleyeyim görünen köy kılavuz istemez. Necip yanlışları doğru gibi gösterdi diye en açık doğrular yanlış olmaz.
Necip dünya diye bir gezegen, ekolojik sorun yok türünden şeyler söylese ne kadar mantıklı konuşuyor demenin veya bunu uzun uzun tartışmanın anlamı yok. O yüzden Necip’in yazdıklarını çürütmeye gerek yok çünkü yazdığı şeylerde yanlışlar apaçık sırıtıyor. Tabii anlamasını ve görmesini bilene.
Necip’e:
Fransa’da Turkiyeli devrimci ve solcu kardeşlerimize eylem beğendiremiyoruz. Nuit Debout (Gece Ayakta) dedik: “burdan bir sey çıkmaz” dediler. İsgal, blokaj, genel grev diyoruz, kıllarını kıpırdatmiyorlar. Türkiye’de olan biten her şeye duyarlı olan bu arkadaşlar, yıllardır yaşadıkları ülkede kıyamet kopuyor ama onlar seyirci. Bugün Paris’te inşaat işçileri Vinci şirketinin şantiyesini işgal ettiler. Köprüler, nükleer santraller, kavşaklar, fabrikalar (Mulhouse’da) işgal ediliyor, fakat “bizimkiler” Tv’lerden devrimi izliyorlar. Enternasyonal dinlemekle enternasyonalist olunmuyor maalesef. Avrupa’da devrimciliği sadece tanınmış sanatçıları çağırarak gece yapmaktan ibaret sananlar, kitle eylemlerini “ama devrimci önderlik yok” (kendilerini kastediyorlar herhalde) diyerek küçümseyenlerin son üç aydır Fransa’da olanları anlamalarını beklemiyorum elbette. Bu arada çooook az sayıda olsa da bu eylemlere katılan arkadaşlar da var, onları bu eleştirilerimin dışında tutuyorum.
http://www.gunzileli.com/2016/05/26/cem-akbalik-bildiriyor-fransa-ayakta/
Bir yerlerde apardiginiz bu aciklamayi dahi anlamamis oldugunuzu gormek uzucu, ama sasirtici degil.
“• Objective observation: Measurement and data (possibly although not necessarily using mathematics as a tool)”
‘Social sciences’da bu yoktur. Hersey bireysel gozleme dayanir.
“• Evidence”
‘Social sciences’da bu yoktur. Hersey bireysel gozleme ve kanaate dayanir.
“• Experiment and/or observation as benchmarks for testing hypotheses”
‘Social sciences’da bu yoktur. Hipotez cok nadir olur da, teyid icin deney yoktur.
“• Induction: reasoning to establish general rules or conclusions drawn from facts or examples”
‘Social sciences’da yukaridakiler namevcut iken, ‘akil yurutme’ olsa ne olur.
“• Repetition”
‘Social sciences’da kontrollu sartlarda deney yapilamadigi icin, ‘tekrar’ sozkonusu degildir.
“• Critical analysis”
‘Social sciences’da bu yoktur; kisisel kanaatleri dile getirmekle bir omur gecirilir.
Yeteri kadar uzun surdurebilirseniz ve taraftar sayiniz artarsa, ‘azam’, ‘hazret’ filan olursunuz ve dedikleriniz ‘kelam-i kadim’ cinsinden hikmetli hakikat sayilir olur.
Cogu bos seylerdir ama afaroz edilmek korkusuyla kimse cikip da aksini pek soyleyemez.
“• Verification and testing: critical exposure to scrutiny, peer review and assessment”
‘Social sciences’da bunlar hic yoktur. Deney yapilamayan, dolayisi ile teyid etmek icin tekrarlanamayan, bu yuzden de sigaya cekilemeyen ‘calisma’lardan bahsediyoruz degil mi?
Simdi.. kendi elcagizinizla aparip buraya astiginiz bu listeyi ya okumamissiniz ya da anlamamissiniz; bu belli.
Hala daha ‘social sciences’in bir ‘bilim’ oldugunu iddia edisinizden anliyorum ki, zat-i ali(ye)niz bir sekilde kendini ‘social sciences’ mensubu (‘social scientist’ filan) saniyor.
Yani, zulf-u yare dokunmusum.
Sizi incitmek istemezdim; ama, aci gercegi bir ogrenecektiniz zaten.
Cok gec olmamistir umarim.
“Necip Financial Danışmanlığı” 🙂
“Hayat ‘coach’ligi” dersiniz diye bekliyordum.
Sayın Zileli’nin de [finansal danışmanlık] tespiti yerinde:
Sayın “fıtratçı” Necip, köşe başında küçük bir bakkal (yoksa AVM mi demeliydik?!) kurmak için hangi yöntemler izlenmeli, tane tane anlatmaya uğraşmış, nasihat eder gibi, kafalara çivi çakar gibi, sanki bunlardan hiç haberimiz yokmuş gibi!
Sayın “fıtratçı” Necip şunu diyor: “Siz de kapitalizmden istifade edebilirsiniz. Ama ‘büyük’ oynamak isterseniz cefalarına katlanmak zorundasınız. Size tavsiyem; ‘küçük’ veya ‘orta’ oynayın, hem kafanız rahat, kapitalizm sizle kafa bulmadan sürüklenir gidersiniz bu hayatta. Yani diyorum ki size: KOBİ olun. Zaten her işletme, kapitalist sistemde büyümek (growth) zorundadır, başka yol yoktur. Haa yarın öbür gün, sizin binbir meşakkâtle kurduğunuz bakkalınızın olduğu yere devasa bir AVM inşa edilecekse, bakkalınızın da içinde olduğu arsayı satın almak için bol sıfırlı teklifte bulunan olursa; sakın geri çevirmeyin. Aldığınız bu son büyük parayla da SGK’ya son primlerinizi öder, emeklilik günlerinizi huzur içinde geçirirsiniz.”
İstanbul/Maslak’ta sizin gibilerin feriştahıyla mücadele ediyoruz sayın “fıtratçı” Necip! Sizin “zihniyetinizin” ağa-baba ve ağa-analarıyla! Sizin gibi “Ayn Rand”çılarla, sizin gibi “Milton Friedman”cılarla, sizin gibi “Robin Sharma”cılarla!
Ama “The Invisible Hand” işin içine girince; [kapitalizm dogaldir. Kurallara uyun, sömurün, sömurülün, ölün] zırvasını kırık plak gibi çalar sayın “fıtratçı” Necip!
İnceleyin de “öğrenin” biraz:
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
Bütün bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değil!
151
bunu daha önce de yapmıştın. Necip bir kapitalist ahlaki bakış açısına sahip. Bunda övülecek bir şey yok.
Necip, sana “galip” gibi geliyor, çünkü aynı paradigmanın insanı olmalısın.
Bir patron nasıl para kazanır?
1)İşçisine olabildiği kadar az ücret vererek.
2)Sigorta, emeklilik primlerini tırtıklayarak.
3) Vergi kaçırarak
4) Vergi kaçırmasının sorgulanmaması için iktidar partisiyle iyi geçinerek
5) Rüşvet ağı kurarak
6) Bankadan ucuz ve bol kredi için İktidar partisine bağışlar yaparak; yakınlarını o partiye sokarak
Yapmadı mı; bunları yapan rakipleri karşısında tutunamaz…
Belki çok teknik, çok özgün, çok rafine işler ve “yağıyla kavrulacak” işletmeler .. Necip de öyle bir yeri işletiyor olmalı.. Akıllı ya!
*
Sanırım Robert Owen bir şeyle yapmış ama.. bugün tekelci sistem ve Türkiye’de.. olmaz..
.
Anlaşılan Necip’in insanları sömürme konusunda vicdanî bir rahatsızlık duyacak bölgesi yok..
Yine de “namuslu” bir insan bir işletmeyi, bu “sömürü” içinde yapabilir ama yaptığını da bilir ve işçilere karşı samimiyet içinde işletmeyi yürütebilme adına açıklamaları vardır.. (Engels de fabrika işletiyordu….)
Necip gibi masallar anlatmaz..
-Bulus cok da patent pesine hic dusmedim.-
1. Yaptığını iddia ettiğin buluşlar, -Con Ahmet’in devridaim makinesi-nin Necip versiyonları mı?
2. Eğer yukarıdaki değilse, yaptığını iddia ettiğin buluşların -hepsi olmasa da, önem verdiğin birkaçının- çizimlerini, diyagramlarını PDF formatında ve/veya JPEG formatında kaydedip, 500px, flickr, devianart, tinypic, imgur, imageshack ve benzeri sitelerle linkleyip bu sayfaya gönderir misin?
Necip devrimci abileri varken gençlere kapitalizmi anlatıyor. Finans olayına da girmeyelim. Danışmanlık işi de güzel. Gençler akıllı bizim gibi değil. Sn. Zileli bu Türkiye’de devrimi ne zaman yapacağız biz? Yaşlandık artık. Ruhumuz genç ama.
“İşçi ve İşveren Hukuku” üzerine yazan bir softa (sn. Necip gibi değil, gerçekten softa olan biri) şunları döktürmüş;
http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2016/05/isci-ve-isveren-hukuku.html
Sözkonusu softa “Dünya ve Kubbesi” adlı kitabında da “ayet ve hadislerden yola çıkarak dünyanın yuvarlak değil düz olduğunu, Güneş ve Ay’ın onun çevresinde döndüğünü, bunlar Kuran’da böyle geçtiği için bu bilgileri reddedenin kafir olacağını öne sürüyor.”
“Derim ki, bu ve diğer ayetlerin zahiri dünyanın yayılmış olduğuna, satıh şeklinde olduğuna açıkça delalet etmektedir. Peki dünyanın küre şeklinde olduğuna dair yorumlamalara ve zorlamalara iten sebep nedir? Dünyanın küre şeklinde olduğunu bildiren ayet mi yoksa bir hadis mi var ki bu zorlamalara gidilmektedir? Bunun sebebi, kafirlerin ve felsefecilerin dünyanın top gibi yuvarlak olduğuna dair açıklamalarıyla kafalarının karışmış olmasıdır. Allah en iyi bilendir”
http://www.birgun.net/haber-detay/cehalet-karasi-80414.html
Bir forum sayfasında kendisine yapılan eleştirilere şöyle yanıt vermiş;
Ömer b. Abdulaziz nikli: “İbn Kesir gibi alimler bazı naslara dayanarak kendi zamanların dünyanın düz olduğunu söylemişlerdir. Aslında bunun sebebi o zamanlar dünyanın döndüğünü Dehriler’in söylemesidir. Onlara muhalefet etmek için o dönemin alimleri dediğim gibi bazı naslara, misalen “biz yeri de döşek kıldık..” ayetlerine dayanarak dünyanın düz olduğunu söylemişler ki dünyanın yuvarlarlak olduğuna delalet eden ayet ve hadislerde mevcutur.
Ömer b Abdilaziz nikli şahsa cevap: “dünyanın yuvarlak olduğuna delalet eden ayet ve hadislerde mevcutur” demişsin. Bu kadar felsefe yapacağına hangi ayet yahut hangi hadis dünyanın yuvarlak olduğuna delalet ediyormuş, onu yazsaydın belki beni de ikna edebilirdin.
Sonra iftira atarak şöyle diyorsun: “Dünyanın düz olması meselesi de İbn baz gibilerin mezhebidir. Suudi Kralların yahudi ve hristiyanlarla dost olup Müslümanların canını malını heder etmesi, mücahitleri alçakça şehid etmeleri, Allah’ın şeriatını değiştirmeleri mesele değil ama dünyanın düz veya yuvarlak olduğunu söylemek çok ehemmiyetli bir mesele bunlara göre ki ibn baz başkanlığında Duud’un fetva kurumu Lecnetu’d daime “Kim dünya düzdür derse kafirdir tevbeye davet edilir tevbe etmezse mürted olarak öldürülür” diye fetva vermiştir.”
İbn Baz hiçbir yerde dünyanın düz olduğunu söylememiştir. Hatta bunun aksini söylemiştir. Dünya ve Kubbesi adlı kitabımı okusaydın, Dünyanın döndüğü meselesini Kuran ve sünnet naslarının kesin olarak reddettiğini, dünyanın düz olması meselesi hakkında ise ihtilaf olduğunu anlardın. Batıl ve asparagasa düşkünlüğün sebebiyle Lecnetu’d-Daime’ye de başka bir iftira atıyorsun. “Kim dünya düzdür derse kafirdir” (doğrusu “Kim dünya yuvarlaktır derse…” demek istiyor) şeklinde bir fetva hiçbir müslümandan sadır olmamıştır. Ehli sünnetin düşmanlarının attıkları bu iftira üzerine konmak size yakışıyor mu? His ve hevaların bu kadar esiri olmuşken, hangi meseleye sağlıklı bakabilirsin ki?
http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2012/12/forum-sayfalarnda-ahlak-tahrifi.html
Müslüman din adamlarının Kuran’da Dünya’nın düz olduğunun yazılı olduğunu savunduğunu biliyor musunuz? ’Tanrı’nın yeryüzünü düz olarak, gökleri de muhafazalı bir tavan şeklinde yaratması, insanların geniş yollarda yürüyerek kolaylıkla seyir ve seferlerde bulunmalarını sağlamak içindir. Tanrı bunu kitabında açıklar.’ (Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”, Cilt 1, s. 3)”
Fanatik kitle bu bölüme de ateş püskürdü. Kuran varken neden Taberi’den örnek gösteriyormuşum? Ben kimseyi kırmak istemediğim için Kuran’dan örnek göstermedim. Kuran’da elbette Dünya’nın yuvarlak olduğu ve güneşin çevresinde döndüğü yazmıyor.
Peki ne yazıyor? Şunlar yazıyor:
“Ardından yeri yaydıkça yaydı.” (Naziat Suresi, 27-33)
“Il a ensuite étendu la terre” (Sourate LXXIX, 30)
“and the earth – after that He spread it out” (The Pluckers, LXXIX, 30)
“O’dur sizin için yeri döşek gibi yapan” (Taha Suresi, 53)
“Yeri yayan, üzerinde sabit dağlar…” (Rad Suresi, 3)
YERİ YAYDI’ DİYOR
Türkçe’deki Kuran çevirileri, çeviriden çok aşırı yorum içeriyor. Bir çevirmen “Sonra da yeri döşeyip yerleşmeye hazırladı” diyor. İkincisi “Bundan sonra da yeri yayıp deve kuşu yumurtası biçiminde yuvarladı” diye yorumluyor. Üçüncüsü ise “Bundan sonra da yeri döşedi” diye yazıyor. Daha ilginç bir meal çevirisi (!) de var: “Ondan sonra yerküreyi eksenine göre eğip bir elipsoit haline getirerek yayıp döşedi.”
* * *
El insaf yani! Ben bunları bildiğimden kimseyi üzmemek için ana kaynağa gönderme yapmadım. Kuran’ın Arapçasında, Fransızcasında, İngilizcesinde “Yeri yaydı” diyor. Bu yayma masa örtüsü gibi yayma anlamında. Din kitaplarını bilimselleştirmek çok tehlikelidir!
(Özdemir İNCE – Dünya düz müdür?)
http://www.hurriyet.com.tr/dunya-duz-mudur-10123944
Bunlar normal aslında. O dönemin insanları elbette kainatı/evreni bilmiyorlardı. Bildikleri sadece göktü/göklerdi.
“Eski olduğu kadar da yanlış oIan bu düşünceye, gökyüzünün dünya için yaratılmış olduğu düşüncesine, bilgisiz halk arasında her zaman değer verilmiştir. Bu (‘Tanrı gökleri ve Yer’i yarattı’ denmesi), Tanrı’nın bütün dağları bir de kum tanesini yarattığını söylemeye benzer. Çok iyi gemici olan FenikeliIerin, iyi astronomları da vardı elbette. Ama eski önyargılar her şeye üstün tutuIuyordu. Yahudilerin bütün bilgileri bu eski önyargılar oImuştur.” (Voltaire, FeIsefe Sözlüğü, çev. Lütfi Ay, İstanbul, 1977, 1/38.)
Hamamin namusunu –pardon, ‘social sciences’in itibarini– kurtarmak icin elinden geleni yapmis bir pri-i fani olarak, tarihte coktan yerini almistir. Nur icinde yan gelip yatsin.
‘Butun bacaklarini koparirsak, masayi tikladigimizda, pirenin sicramadigini gozleriz ve bundan hareketle, pirenin artik sagir olduguna hukmedebiliriz’ turunden bir teori yazabilmemiz ve bunun yanlislanabilirligi uzerine derun felsefeler de gelistirdigi icin kendisine medyun-u sukraniz.
Bu yuzden, bu ilmekte de, Karl Popper’in bahsinin gecmis olmasina ne kadar memnun oldugumu anlatamam; gonul rahatligiyla, panteonumuzda yenini almis oldugunu beyan edebiliriz.
Ote yandan, daha sevindirici bir gelisme olarak, ‘mufredat ogretmeni’ olmadiginiz bir tur meslekten pavyon isletmeciligine gecisinizi kutlamak isterim.
‘Mama’liginiz mubarek olsun –merhum Manukyan’in yerine birinin talip olmasinin vakti gelmis de geciyordu bile.
Ayrica, bu isletmenizde bana da is teklif edisiniz bir incelik fakat almayayim; hem ise ihtiyacim yok, hem de yapim uygun degil.
Fakat, uzulmeyiniz, siz cok daha iyi becerebilen birilerini mutlaka bulursunuz.
Fakat, her iste oldugu uzere, sebat cok onemli. Eger en azindan bunda dikis tutturabilirseniz, onunuzu daha da acmak icin saga sola sizi tavsiye edecegimden emin de olabilirsiniz.
Sembolize ederek açıklayalım:
“Şu sayfada yazılanları değerlendirirsek, Necip tek başına RTE gibi görünüyor. Diğerleri, CHP – MHP – HDP gibi görünüyor. Necip’e yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar yazıyorlar ama Necip’in bileğini hiçbir türlü bükemiyorlar, RTE’nin bileğini bükemedikleri gibi.”
Necip ve gizli Necipler var. Haklısınız bileğini bükemedik! Hahahaha. Big brother is watching us! Long live Fuhrer. George Orwell 1984 romanında bugünleri 1950’lerde görmüş…Gerçekten çok farklı bir dönem ne kadar da benziyor adamın tarifine. Yeni tür bir manyaklık başladı. Necip bunu sen yazdıysan çok ayıp ettin o kadar atışmıştık. Biraz hukukumuz yok muydu? Korkunuzu anlıyorum! Devrim is coming soon.! Kusursuz fırtınanın Çanları çalıyor….
https://razorbladekandy.wordpress.com/2015/03/10/equality/
devrim yapılmaz, olur.
Necip “pavyon” dedik “genelev” değil. Sermayesi halka açık kendisi değil. Hhahaha. Yoksa köleliğe karşıyız. Senin gibi dansözleri çalıştırmak için kurduk. Yapın gayet uygun bence çok iyi kıvırıyorsun. Hahahahaha.
“Kehanetcilik, eger sirf laf olsun diye yapilmiyorsa, belli bir tutarlilik, bir bilgi altyapisi gerektirir.
Sizin bu dediginizde her ikisi de mevcut degil malesef.”
Asıl sen benim ekoloji, çevre, çevre kirliliği vb. konulardaki bilgimi değerlendiremezsin. Ben bu konular üzerinde on yıllardır çalışıyorum, ama sen burada işkembeden, en büyük otoriter edasıyla sallıyorsun.
Şöyle yazmışsın: “Ortaya cikan hasar da hic de oyle buyuk filan degil. Ne Japon halki ne de Japonya devleti, Fukushima’da olanlari nukleer santrallarin kalitsal/inherent bir sorunu olarak gormedi, gormuyor.”
Ortaya çıkan zarar büyük değilmiş. Bu da yalan. Bu tip konularda halkta panik yaratmamak, halkı kışkırtmamak için zarar alabildiğince az gösterilir. Hatta bazen söylenmez. Ama Fukushima olayı kapatılacak türden basit bir olay değil. Zararlar büyük, ekolojiye verdiği büyük zararlar ise zaman içinde anlaşılacak.
Şöyle yazmışsın: “Gorseydi(ler) derhal diger nukleer santralleri kapatmalarini beklerdim.”
Japonya nükleere bağlı olmuş bir ülke. Öyle bir anda kapatmak filan onlar için o kadar basit değil.
“Kehanetcilik, eger sirf laf olsun diye yapilmiyorsa, belli bir tutarlilik, bir bilgi altyapisi gerektirir.” demişsin.
Aslında bu söz senin için daha fazla geçerli. Çünkü bir şey yok, olmaz vb. diyorsun ama en açık delil ve kanıtları, bağımsız araştırmaları bilmeden sallıyorsun. Birinin kafasına balyoz ile sağlam bir şekilde vurursan adam büyük ihtimalle zarar görür. Ben bu türden bir şeyler söylüyorum. Sen zarar filan yoktur, Fukushima’da bir şey yok türünden yanıt veriyorsun.
Uzun uzun yazardım ama senin bu konuda kalıplaşmış önyargılarının değişeceğini sanmıyorum. Bu yüzden sana yazmaya da gerek yok. Gerçi sen ekoloji, çevre, ekonomi,politika dahil her şeyi son noktasına kadar biliyorsun: bildiğini sanıyorsun. O yüzden Fukushima’da ne olduğunu önce sana, sonra bağımsız araştırmacılara ve ekolojistlere değil de, Japon devletine sormak gerekir. Her şeyi ne de olsa onlar biliyor. Kafama birisi balyoz ile sağlam bir şekilde vursa kafatasımı parçalasa bile bunlar yok dediyse bir şey yoktur. Senin bakış açın bu işte.
Yukarıda bir düzeltme yapayım: “Zararlar büyük, ekolojiye verdiği büyük zararlar ise zaman içinde daha iyi anlaşılacak” şeklinde olacaktı.
“devrim yapılmaz, olur.”
Eski bir alışkanlık, tabir işte. Doğrusu İçinde yer alacağımız diyelim. Olmasında tuz ve biber olarak katkı sağlayacağımız..
“bunu sen yazdıysan çok ayıp ettin”
Hayir. Ben hicbir zaman ayni bloga birden fazla nick ile yazmadim.
Buraya bir defa ‘Anonim’ ile yazmisligim var gerci; ama, o kazaen/aceleyle ‘Yorum Ekle’yi tiklamis olmaktandi.
“sitelerle linkleyip bu sayfaya gönderir misin?”
Nicin, yatirimciliga soyunmak niyetiniz mi var?
CV’mi de ister misiniz?
Banka ekstrelerimi, vergi beyannamelerimi filan da ekleyeyim mi?
Kuzum, siz saka misiniz?
evet.
Gerçi Necip’e göre Fukushima’da ciddi bir olay olduğunu anlamak için Japonya’nın veya tüm dünyanın yok olmasını bekleyeceğiz.
Adamların bakış açısı bu derece saçmalıklar üzerine kurulu. Dünya yok olduktan sonra önlem alırlar belki. Mantığa bak.
İyi bekleyelim o zaman.
Bir de binlerce kuralım demedim diyor, sonra önemli zarar filan yok, daha iyi önlem alırlar, teknoloji gelişir,çözüm bulunur (kehanet yapan kim) diyor. O zaman tabii ki binlerce de kurulacaktır, milyonlarca da, o zaman ne diye zarar yok diyorsun.
Bu dünyada kaç tane ülke var. Onlar da kurmak isteyecekler, o zaman ne diye binlerce olmasın.
Ne desek boş…
Necip bir ara sen yanıma uğra da sosyal bilimlerde hipotez var mı yok mu evidence var mı yok mu anlatayım. Sana okul bilgisi verdik. Bak oraya yazdım okul bilgisi diye. Hahahaha.. Herşey bireysel gözleme dayanır!. Hehehe. Gel pavyona gel.
“Siz de kapitalizmden istifade edebilirsiniz. Ama ‘büyük’ oynamak isterseniz cefalarına katlanmak zorundasınız. Size tavsiyem; ‘küçük’ veya ‘orta’ oynayın”
Evet, kucuk baslayin demistim; ama, buyuk baslamak icin de yollar oldugunu iskalamisim.
Buyuk baslamak icin, zengin bir aileye dogmus olmak –‘sansli sperm klubu’ uyesi olmak– bir yoldur mesela.
Diger sekilleri icin, fevkalade guzel ya da yakisikli olmaniz, veya ‘mavi kanli’ bir aileden gelmeniz cok mustefittir.
Zengin birisi ile evlenirsiniz, onun parasi ile ‘buyuk’ oynarsiniz.
Bkz, Caroline Koc, mesela. Ailesi topu atmis olmasina ragmen, can sIkintisini gidermek amaciyla tam da kendi hobi isini kurmusken, ddeus ex machina, kocasindan kalan hisselerle Koc Holdin YK’sina da girdi. Bir tur ‘trophy wife’ iken simdi asil karar vericilerden biri oldu yani.
Necip Mali Danışmanlık… Mali yatırımlarınız için bedava danışmanlık hizmetleri. Siz de zengin olabilirsiniz! Zengin olmanın yolları. 🙂
“Asıl sen benim ekoloji, çevre, çevre kirliliği vb. konulardaki bilgimi değerlendiremezsin. Ben bu konular üzerinde on yıllardır çalışıyorum, ama sen burada işkembeden, en büyük otoriter edasıyla sallıyorsun.”
On yillardir nesinin uzerine calisiyorsunuz?
Metsamor’dan haberiniz var miydi vardiysa sesinizi nerede cikardiniz?
“Ortaya çıkan zarar büyük değilmiş. Bu da yalan.”
Tabi, tabi. Anonim birinin dedigini, bolgede yasayanlarin yerine dogru kabul edecegiz…
Zarar/hasar sizin ufurdugunuz kadar buyuk olsaydi, onu gizlemek mumkun mu olurdu?
“Zararlar büyük, ekolojiye verdiği büyük zararlar ise zaman içinde daha iyi anlaşılacak.”
Buyrunuz bir kehanetcilik daha..
“Japonya nükleere bağlı olmuş bir ülke. Öyle bir anda kapatmak filan onlar için o kadar basit değil.”
Japonya sadece bir ornekti. Hemen yanibasindaki Cin ise, yavaslatmak ne kelime, cayir cayir nukleer santral yapiyor.
Bu Cinliler, Turkce bilmedikleri icin olacak, sizin derun bilginizden istifade demiyor olsalar gerek.
“Kehanetcilik, eger sirf laf olsun diye yapilmiyorsa, belli bir tutarlilik, bir bilgi altyapisi gerektirir.” demişsin.
“bağımsız araştırmaları bilmeden sallıyorsun.”
Bu /bagimsiz/ (ne demekse) arastirmalari, dedim ya, ne Cin’dekiler, ne de diger ‘gelismis’ ulkelerde ya okuyan yok, ya da sallamiyorlar. Hangisi?
“Birinin kafasına balyoz ile sağlam bir şekilde vurursan adam büyük ihtimalle zarar görür. Ben bu türden bir şeyler söylüyorum.”
Ne? “Birinin kafasına balyoz ile sağlam bir şekilde vur”mak mi?
Neden durduk yerde bunu yapasiniz ki?
Aklinizdan zorunuz mu var sizin?
“Uzun uzun yazardım ama senin bu konuda kalıplaşmış önyargılarının değişeceğini sanmıyorum.”
Walla.. birisinin kafasina balyoz indirmegi ornek olarak verebilen birinden pek de akillica baska bir sey cikacagini sanmiyorum.
“İşçisine olabildiği kadar az ücret vererek.”
Herseyin bir ust siniri oldugunu soyledikten sonra, hemen sunu belirtmem lazim:
Eger insaat muteahhitligi, karayolu/havayolu ulasimi, konfeksiyon vb gibi dandik bir is degilse, iscisine olabildigince az ucret vermek akil kari degil. Tersine, verebildiginiz kadar yuksek ucret verirsiniz; ve karsiliginda da verim beklersiniz.
“Hayir. Ben hicbir zaman ayni bloga birden fazla nick ile yazmadim”.
Umarım öyledir. Aksi taktirde bir bataklıkla karşı karşıyayız sivrisinekler çoğalıyor demektir. Sence RTE ile seni aynı şekilde görmesini neye bağlayabiliriz? Bir “coincidence” diyebilir miyiz? Yoksa “benzerlikler” mi o kişiye onu düşündürdü? Biz merak ederiz böyle şeyleri. Buradan bir gerçeklik çıkarma niyetinde değiliz. Fakat bu olasılığı gözardı edemeyiz. RTE’ye benzetilmek seni grurlandırdı mı?
Gun bey,
“Mali yatırımlarınız için bedava danışmanlık hizmetleri. Siz de zengin olabilirsiniz! Zengin olmanın yolları.”
Anliyorum: One should not outstay a welcome.
“Gerçi Necip’e göre Fukushima’da ciddi bir olay olduğunu anlamak için Japonya’nın veya tüm dünyanın yok olmasını bekleyeceğiz. Adamların bakış açısı bu derece saçmalıklar üzerine kurulu. Dünya yok olduktan sonra önlem alırlar belki. Mantığa bak. İyi bekleyelim o zaman. Bir de binlerce kuralım demedim diyor, sonra önemli zarar filan yok, daha iyi önlem alırlar, teknoloji gelişir,çözüm bulunur (kehanet yapan kim) diyor. O zaman tabii ki binlerce de kurulacaktır, milyonlarca da, o zaman ne diye zarar yok diyorsun. Bu dünyada kaç tane ülke var. Onlar da kurmak isteyecekler, o zaman ne diye binlerce olmasın.Ne desek boş”…
He deyip geçiniz dostum. O şimdi bizim pavyonda dansöz olarak istihdam edildi. Eskiden nükleer sızıntıları süpürürdü. İşsiz kaldı yalvardı abi ben ettim sen etme dedi. Ben de iyi gel çalış dedim. Bunun atası vardı 19.yy da bir İngiliz mühendis (adını bulurum bir ara) insanları aç bıraksırsak istihdam kolaylaşır ve çok düşük ücretlere çalıştırırız diye söylerdi. Ben de ondan etkilendim. Zengin olmak böyle bir şey işte. Şampanya açtık “sefil” Necip çalışsın. Dansını izlemek gerçekten bir zevk.
ABD Merkez Bankası (FED), Haziran’da faizi arttıracak mı?
FED’in parasal genişlemeyi (QE; Quantitative easing) sona erdirdiği Ekim 2014’ten itibaren yaklaşık 1,5 yıldır finansal piyasaları en çok işgal eden konu FED’in ne zaman ve hangi hızla faiz artıracağı sorusuna aranan yanıt.
Soru değişmese de cevaplar sürekli değişti.
2016 başında bu soruya verilen genel cevap “FED bu yıl 4 kez faiz artırabilir” şeklindeydi. Mart ayına gelindiğinde cevap “1 veya en çok 2 kez artırabilir” şekline dönüştü. Nisan ayı sonlarında “FED galiba bu yıl faiz artırımı yapmayacak ya da en fazla 1 kez yapacak” şeklindeki tahminler yoğunluk kazandı. Aynı soruyu bugünlerde sorsak alacağımız cevapların çoğunluğu “2 faiz artırımı yapacak herhalde” şeklinde olur.
Hem FED yetkililerinin, hem de piyasaların bu konudaki kafa karışıklığı ABD ekonomisinin performansındaki dalgalanmalarla ilgili. FED’in kaç kez faiz artırımı yapacağı ABD ekonomisinin bundan sonra göstereceği performansa bağlı.
FED, üç temel göstergedeki gidişata bakarak faiz kararı vereceğini baştan açıklamıştı:
(1) Büyüme,
(2) İstihdam verilerindeki olumlu gelişmeler,
(3) Enflasyonda artış eğiliminin ortaya çıkması.
Bu üç gösterge de ekonomide canlanmanın işaretleri olarak kabul ediliyor. Son 1,5 yılda ortaya çıkan gelişmelere bakalım:
2008’de dev yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşüyle krize giren ABD ekonomisinde büyüme oranı 2009’da %2,8 ile en düşük noktasına gelmiş, işsizlik oranı ise 2010’un Ekim ayında %10 ile tavan yapmıştı.
FED’in “tahvil alımına dayalı parasal genişleme programını (QE)” sona erdirdiği Ekim 2014’te yıllık büyüme oranı %2,4’e yükselirken, işsizlik oranı da %5,7’ye gerilemişti. Nisan 2016 itibariyle yıllık büyüme tahmini %2 olarak belirlenirken, işsizlik de %5 oranında.
Kriz sonrasında ABD ekonomisinde fiyatların en fazla gerilediği yıl 2009 oldu. 2009 yılı içinde enflasyon deflasyona dönüştü. FED’in parasal genişlemeyi bitirdiği 2014 sonunda yıllık manşet enflasyon %0,8 dolayındaydı. Nisan 2016 sonu itibariyle yıllık manşet enflasyon %1,1 olarak tahmin ediliyor.
Özetle söylemek gerekirse:
ABD’de:
Büyüme oranı; potansiyel büyüme aralığına (ABD’nin potansiyeli: %2 – 3 arası) gelmiş,
İşsizlik oranı; doğal işsizlik oranı (ABD’nin potansiyeli için: %4 – 5 arası) sayılan aralığa gerilemiş,
Enflasyon; 2017 sonu için hedef alınan %2’lik orana doğru yükselişe adım adım yaklaşıyor görünüyor.
Bu üç göstergeye bakarak ABD ekonomisinin kriz sonrasında toparlanma içinde olduğunu söyleyebiliriz.
FED Başkanı Janet Yellen, Mayıs’ın son haftasında: “Faiz artışının önümüzdeki aylarda gündeme gelebileceğini” açıkladı.
Bu açıklama yeni bir şey mi?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için “önümüzdeki aylar” ve “faiz artışları” sözleriyle ne kastedildiğini bilmek gerekiyor.
Eğer “önümüzdeki aylar” sözüyle kastedilen üçüncü çeyrek ve devamı,
“Faiz artışları” sözüyle kastedilen de 2’den fazla faiz artışıysa,
O zaman bu açıklama yeni bir şey sayılabilir.
Bu durumda “Eylül 2016 ve sonrasında en fazla 2 kez faiz artışı” şeklindeki elde mevcut son beklentiyi “Temmuz ve sonrası 2 veya 3 faiz artışı” olarak düzeltmek gerekiyor. Ki bu küresel sistem için yeni bir durum demektir.
Yellen’in tam olarak neyi kastettiğini anlayabilmek için Haziran toplantısını ve bu toplantının tutanaklarını beklemek gerekecek.
FED, eğer 2 veya 3 faiz artışına Temmuz’dan itibaren girişirse, bu durum, ihracatı gerileyen, turizm gelirleri düşen, dış kaynak ihtiyacı devam eden Türkiye ekonomisi açısından ikinci yarıda beklenen sıkıntıları artırmış olacak.
(FED FOMC, “Federal Açık Piyasa Komitesi” toplantı tarihleri:
14-15 Haziran 2016
26-27 Temmuz 2016
20-21 Eylül 2016
1-2 Kasım 2016
13-14 Aralık 2016)
Mahfi Eğilmez, Hazine eski müsteşarı, Kadir Has ünv. öğretim görevlisi
29 Mayıs Pazar
Necip beyin girisimci ruhunun etkisiyle olacak sanirim kapitalzmi kapitalisler bile adaletsiz,esitsizlik,krizlerin,yolsuzlugu vurgularken bu denli savunuyor olmasi..
Gene Kapitalist dünyada bu nükleer zentreallerinden vazgecilmesi gündemdeyken bu derece savunmaga girismen girisimcilig ruhunuz biraz macerali gibi görünüyor..
nükleer zentrallerinde nükleeer maddenin ancak 1000 de biri oraninda elektrige cevrilebiliniyor.Diger 999 uda cogunlukla issi olarak cevreye veriliyor..
Sanirim isvicrede bir projeyle bu isiyi sehirleri isitmak,kolarifer icin kullanmak istenildi.hemde bu radyo-aktif isinmis suyu yalitkan kullanilarak temiz suyu isitarak yapilacakti..
nerdeyse 1000 misli yararli olacakti..
Kimse bu zehirle ugrasmaga cesaret edemedi!
Necip bey olsa damitilmis su deyip icmege bile kalkar demekki…
AKP Öncesi ve Sonrası Ekonomi
AKP’nin siyasal iktidarın sorumluluğunu devraldığı yıl olan 2003’ten bu yana 13 yıldan fazla zaman geçti.
2016’nın henüz sonuçlanmamış göstergelerini bir yana bırakıp, 2003-2015 arasına ilişkin ekonomik göstergeleri ele alırsak, bir önceki 13 yılla karşılaştırabiliriz.
Yazının en sonunda yer alan tablo bu karşılaştırmayı gösteriyor. Tablonun üst kısmı “1990-2002” arasının ekonomi karnesini, hemen altındaki ise AKP iktidarının 13 yıllık ekonomi karnesini sergiliyor.
Söz konusu tablodaki verilerin anlamını daha iyi yorumlayabilmek için bunları grafiklere dökelim:
1990-2015 arasında “enflasyon, “büyüme” ve “işsizlik” tabloları: https://goo.gl/luW6oV
1990-2015 arasında “kamu kesimi borç yükü” ve “özel kesim dış borç yükü” tabloları: https://goo.gl/k0NJlD
1990-2015 arasında “bütçe açığı”, “cari açık” ve “Türkiye GSYH/Küresel GSYH” tabloları: https://goo.gl/dBM6Zz
Bu iki dönemin karşılaştırılması bize AKP’nin enflasyonu ve bütçe açığını düşürmekte önceki döneme göre başarılı,
İşsizlik, özel kesim borç yükü ve cari açık konularında önceki döneme göre başarısız olduğunu gösteriyor.
Kamu borç yükünde durum pek değişmemiş görünüyor. Büyümede belirgin bir değişme olmadığı anlaşılıyor.
İki dönemi karşılaştırdığımızda; bütçe açığıyla cari açığın yer değiştirdiğini, kamu borç yükünün 2001 krizi sonrası yaşadığı sıçramadan geri gelerek azaldığı, buna karşılık özel kesim dış borç yükünün ciddi biçimde arttığı gözlemleniyor.
Buraya kadar yaptığımız saptamalar Türkiye ekonomisinde son 13 yılda, önceki 13 yıla göre başarılmış bir atılıma işaret etmiyor.
Bir ekonomik sistemin ve uygulamanın nihai amacı toplumsal refahı artırmaktır.
Bunu ölçebilmenin en kestirme yolu küresel sistemle karşılaştırma yapmaktan geçiyor. Eğer bir ekonominin küresel sistem içinde payı artıyorsa, pastadan aldığı pay artıyor, dolayısıyla refahı yükseliyor demektir.
Örnek olarak vermek gerekirse, Çin 1990’da %4,1 olan payını 2015’te %17,1’e, Hindistan %3,6’dan %7,1’e yükseltmiştir. Dolayısıyla bu iki ekonominin küresel pastadan aldıkları pay artmış, refahları yükselmiş bulunuyor.
Türkiye’nin payı karşılaştırmaya esas aldığımız 26 yıllık süre boyunca hiç değişmemiş görünüyor. 1990’da %1,4 olan bu pay, zaman içinde bazen %1,3’e düşmüş, sonra tekrar %1,4’e gelmiş, 2015’te ise yine %1,4’te kalmıştır.
Son 13 yılda aldığımız yol önceki 13 yılda aldığımız yoldan farklı görünmüyor. Özetle söylemek gerekirse bu gidiş, gelişmiş ekonomilerle arayı kapatma umudu veren bir gidiş değildir.
“1990-2002” ve “2003-2015” Dönemleri Karşılaştırması:
(Aşağıdaki veriler; TÜİK, Hazine Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı ve TCMB sitelerinden alınmış resmi verilerdir. Her iki döneme ait “GSYH/Küresel GSYH” oranları için IMF, WEO Database, April 2016’daki satın alma gücü paritesine göre GSYH’nın dünya GSYH’sındaki payı başlıklı verileri kullanılmıştır.)
Türkiye:
“1990-2002” yılları arasında enflasyon:
1990 = %60,4 / 1991 = %71,1 / 1992 = %66 / 1993 = %71
1994 = %125,5 / 1995 = %76,1 / 1996 = %79,8 / 1997 = %99,1
1998 = %69,7 / 1999 = %68,8 / 2000 = %39 / 2001 = %68,5
2002 = %29,8
AKP dönemlerinde enflasyon:
2003 = %18,4 / 2004 = %9,3 / 2005 = %7,7 / 2006 = %9,6
2007 = %8,4 / 2008 = %10,1 / 2009 = %6,5 / 2010 = %6,4
2011 = %10,5 / 2012 = %6,2 / 2013 = %7,4 / 2014 = %8,2
2015 = %8,8
“1990-2002” yılları arasında büyüme:
1990 = %9,4 / 1991 = %0,4 / 1992 = %6,4 / 1993 = %7,9
1994 = %-6,1 / 1995 = %8 / 1996 = %7,1 / 1997 = %8,3
1998 = %3,8 / 1999 = %-3,4 / 2000 = %6,8 / 2001 = %-5,7
2002 = %6,2
AKP dönemlerinde büyüme:
2003 = %5,3 / 2004 = %9,4 / 2005 = %8,4 / 2006 = %6,9
2007 = %4,7 / 2008 = %0,7 / 2009 = %-4,7 / 2010 = %9,2
2011 = %8,8 / 2012 = %2,1 / 2013 = %4,2 / 2014 = %2,9
2015 = %3,5
“1990-2002” yılları arasında işsizlik:
1990 = %8 / 1991 = %8,2 / 1992 = %8,5 / 1993 = %8,9
1994 = %0,6 / 1995 = %7,6 / 1996 = %6,6 / 1997 = %6,8
1998 = %0,9 / 1999 = %7,7 / 2000 = %6,5 / 2001 = %8,4
2002 = %10,8
AKP dönemlerinde işsizlik:
2003 = %11 / 2004 = %10,8 / 2005 = %9,5 / 2006 = %9
2007 = %9,2 / 2008 = %10 / 2009 = %13,1 / 2010 = %11,1
2011 = %9,1 / 2012 = %8,4 / 2013 = %9 / 2014 = %9,9
2015 = %10,3
“1990-2002” yılları arasında bütçe dengesi/GSYH:
1990 = %-3,3 / 1991 = %-5,3 / 1992 = %-4,3 / 1993 = %-6,7
1994 = %-3,9 / 1995 = %-4 / 1996 = %-8,3 / 1997 = %-7,6
1998 = %-5,3 / 1999 = %-8,7 / 2000 = %-7,7 / 2001 = %-11,9
2002 = %-11,2
AKP dönemlerinde bütçe dengesi/GSYH:
2003 = %-8,8 / 2004 = %-5,4 / 2005 = %-1,5 / 2006 = %-0,5
2007 = %-1,6 / 2008 = %-1,8 / 2009 = %-5,5 / 2010 = %-3,6
2011 = %-1,3 / 2012 = %-2,2 / 2013 = %-1,2 / 2014 = %-1,3
2015 = %-1,2
“1990-2002” yılları arasında kamu borç stoku/GSYH:
1990 = %33,6 / 1991 = %37,2 / 1992 = %39,6 / 1993 = %40,7
1994 = %53,6 / 1995 = %43,7 / 1996 = %44,3 / 1997 = %43,4
1998 = %31,1 / 1999 = %39,8 / 2000 = %38,2 / 2001 = %74,1
2002 = %69,2
AKP dönemlerinde kamu borç stoku/GSYH:
2003 = %62,2 / 2004 = %56,6 / 2005 = %51,1 / 2006 = %45,5
2007 = %39,6 / 2008 = %40 / 2009 = %46,3 / 2010 = %42,3
2011 = %39,1 / 2012 = %36,2 / 2013 = %36,2 / 2014 = %32,5
2015 = %32,5
“1990-2002” yılları arasında özel desim dış borç Stoku/GSYH:
1990 = %6,2 / 1991 = %7,1 / 1992 = %7,3 / 1993 = %9,6
1994 = %13 / 1995 = %13,1 / 1996 = %12,7 / 1997 = %14,5
1998 = %17,5 / 1999 = %15,5 / 2000 = %19,4 / 2001 = %20,5
2002 = %21,4
AKP dönemlerinde özel kesim dış borç stoku/GSYH:
2003 = %16,1 / 2004 = %16,4 / 2005 = %17,6 / 2006 = %23
2007 = %24,8 / 2008 = %25,4 / 2009 = %27,9 / 2010 = %26,1
2011 = %25,9 / 2012 = %29 / 2013 = %32,6 / 2014 = %34,4
2015 = %35
“1990-2002” yılları arasında cari denge:
1990 = %-1,3 / 1991 = %0 / 1992 = %-0,5 / 1993 = %-3,2
1994 = %0,3 / 1995 = %-2,4 / 1996 = %-1 / 1997 = %-1
1998 = %0,8 / 1999 = %-0,4 / 2000 = %-3,7 / 2001 = %1,9
2002 = %-0,3
AKP dönemlerinde cari denge:
2003 = %-2,5 / 2004 = %-3,7 / 2005 = %-4,5 / 2006 = %-6
2007 = %-5,8 / 2008 = %-5,4 / 2009 = %-2 / 2010 = %-6,2
2011 = %-9,7 / 2012 = %-6,1 / 2013 = %-7,4 / 2014 = %-5,8
2015 = %-4,5
“1990-2002” yılları arasında Türkiye GSYH/Küresel GSYH:
1990 = %1,4 / 1991 = %1,4 / 1992 = %1,3 / 1993 = %1,4
1994 = %1,3 / 1995 = %1,3 / 1996 = %1,3 / 1997 = %1,4
1998 = %1,4 / 1999 = %1,3 / 2000 = %1,3 / 2001 = %1,2
2002 = %1,3
AKP dönemlerinde Türkiye GSYH/Küresel GSYH:
2003 = %1,3 / 2004 = %1,3 / 2005 = %1,4 / 2006 = %1,4
2007 = %1,4 / 2008 = %1,3 / 2009 = %1,3 / 2010 = %1,3
2011 = %1,3 / 2012 = %1,3 / 2013 = %1,4 / 2014 = %1,4
2015 = %1,4
Mahfi Eğilmez, Hazine eski müsteşarı, Kadir Has ünv. öğretim görevlisi
31 Mayıs Salı
beyaz yakalilar, buraya uzun uzun ekonomi, istatistik yazilari asmaktan vazgecin. böyle devam ederseniz sayin zileli’ye sikayet dilekcesi yazacam, ona göre. kendiniz cümle kurun, o yazilardan ne anliyorsaniz kendi cümlelerinizle ifade edin. yazilari link olarak verin, merak eden tiklayip okusun. ekonomiyi merak edenler birincisi devletin yillik bütce raporlari vardir, bunlar internette mevcut. bunun disinda isveren/kapitalist dernekleri olan hem TÜSIAD’in hem MÜSIAD’in internet sayfalarinda hem yillik hem güncel ekonomi raporlari var, merak eden ordan okuyabilir. tekrar ediyorum, lütfen buraya uzun uzun yazilar asmayin, tartismalarin verimini düsürüyorsunuz.
karl mahlasli okuyucuya elestiri,
arkadas sen basta ciddi seyler yaziyordun, necip’e takildin, tartismanin seviyesini düsürdükce düsürdün, en son pavyon isletmeciligine kadar geldin. senin su anda necip ile yaptigin bos-beles polemik ne anlama geliyor: tamami ile kisisel bir sidik yari$i: ben senden daha cok biliyorum. bunu yaparkende, son yorumlarinda okuyanlari aydinlatacak, düsündürecek hicbir bilgi yok. kaldi ki hüner, bilgi küpü olmak degildir; aradigin her bilgi internette zaten mevcut, asil mesele, insanlar bu bilgiyi/veriyi nasil isleyip, hangi sonuclara variyor. sen necip’in her sacmaligina cevap vermek zorunda misin, necip’in her top’una/pas’ina girmek zorunda misin? sayin zieli, böyle seviyesiz tartismalara neden izin veriyorsunuz, bunun bu siteye “entellektüel” faydasi nedir?
Yuh artık bunca en devrimci öncü ve mürekkebi mürekkeb olmadan balığında hamuduyla yalamışların içinde sitenin Fenomeni Necip olması çok ama çok enteresan!!!!!!
Üstelik Hz.Necip bütün bunlara hem bildikleri ezberlerinden hem de telef etmek tüketmek bitirmek en çok ta Öksürmek istediğimiz Doğanın tabiatın Ekolojinin kanseri Kapitalizmi savunabilip bunları yapabilmek ancak Hz Necip gibi biri yapabilirdi.
Ha buni efendi diktatör muddeyi umum Tayibin yanina danişman yaparlarsa YANDUK vallahi bunlar değil 15 sene bir 30 sene daha sırtımızdan inmez iyisimi biz bu tartışmaları siteden silelum efendi Tayip Hz Necibi farkederse telef oluruz dikkat!!!!!
bunun bu siteye “entellektüel” faydasi nedir?
Sen kilisede zangoc musun, ya da bir alis-veris merkezine giriste ust-bas aramasi yapan ozen guvenlik gorevlilerinden misin, kuzum?
Veya sen, http://www.gunzileli.com un sansur kurumu baskani misin, veya, sitede hangi yazilar yayinlanacak/hangileri yayinlanmayacak, elemesini yapan bir profesor musun, kuzum?
Siteye kimin ne yazacagini, kimin nereden ne alinti yaptigini ve buralara getirdigini, kimin sidik yari$i yaptigini, yazilanlarin entelektuel seviye tespitlerini, sana danistiktan sonra mi belirleyecegiz ve siteye alip/almamaya karar verecegiz?
Hadi anladik, argumanlarini marxist kurmaya çalisiyorsun da, stalinizme de mi egilimin var?
Sen, KOMSOMOL’da comez misin, CHEKA’dan misin, STASI’den, KGB’den misin, kuzum?
“Tabi, tabi. Anonim birinin dedigini, bolgede yasayanlarin yerine dogru kabul edecegiz…”
Ben benim yazdıklarım salt ben yazdığım için inan, benim yazdıkların salt benim yazdığım için doğrudur demiyorum. Ben benim yazdıklarım doğru olduğu için doğrudur diyorum. Yani doğruyu doğru olduğu için savunuyorum. Anonim olmam veya olmamam fark etmez, doğru doğrudur.
İkincisi devletler de yalan ve yanlış bilgiler verebilir. Örneğin ABD’nin Irak’ta kimyasal silahlar var olduğunu iddia etmesi. Yine Suudi Arabistan devleti de evrim teorisi yanlış diyebilir. Ama Suudi Arabistan devleti evrim teorisi yanlış dediği için evrim teorisi yanlış olmaz. Devletler bazen ekonomik nedenlerden, şirketlerle içli dışlı olduklarından yalan söyleyebilir.
Üçüncüsü ben bağımsız bilim adamlarına, ekolojistlerin yazdıklarını okuyun, argümanlara göre yanıt verin derim. Sen ise devlet böyle diyor konuşma, kes sesini, ben biliyorum, böyle yazan biri akıllı olamaz, doğru şeyler yazamaz, anonim olan biri mi doğru yazacak, sen kimsin tarzında yanıt veriyorsun. Baştan sona yaptığın bu.
Dördüncüsü bölgede yaşayan insanların olaydan etkilenmediğini ima ediyorsun. Ben böyle bir şey duymadım. Birçok okuduğum ve bağımsız kaynaklara dayalı haberlerde, bilimsel araştırmalada bölgede kanser oranlarının çok fazla arttığını, Pasifik Okyanusunun bile olağanüstü boyutlarda kirlendiğini, Fukushima’nın etkisi olduğunu, bölgede çok ciddi bir kirlilik olduğunu söylüyor. Fukushima’nın etkisi olmadığını söyleyenler kim, hangi bilimsel çalışmalar örnek verir misin? Fukushima’da ciddi bir olay ve önemli bir sorun olduğunu konunun uzmanı Japon bilim adamları Japon insanları bile var. Örneğin bak:
http://enenews.com/tv-surge-babies-being-born-extra-body-parts-after-fukushima-feel-officials-radiation-nurse-many-getting-abortions-avoid-inconvinient-babies-high-number-stillbirths-many-people-reporting-ca
http://enenews.com/shocking-many-people-died-fukushima-cremated-remains-fukushima-radiation-workers-found-plant-high-rate-cancer-being-detected-children-videos
http://www.counterpunch.org/2016/04/19/an-insiders-expose-of-the-fukushima-nuclear-disaster/
http://enenews.com/radiation-10-times-higher-japan-govt-claims-sept-30-kyoto-500-km-meltdowns
http://enenews.com/column-sea-creatures-sick-dying-disappearing-alarming-rate-all-along-pacific-coast-radiation-fallout-fukushima-study-be-sitting-precipice-major-extinction-event-marine-wildlife
Daha bir sürü örnek verebilirim.
Beşincisi bunu söyleyen sadece Japon bilim insanları değil. Daha başkaları da var.
http://www.psr.org/environment-and-health/environmental-health-policy-institute/responses/costs-and-consequences-of-fukushima.html
http://www.truth-out.org/news/item/34565-radioactive-water-from-fukushima-is-leaking-into-the-pacific#14647130156331&action=collapse_widget&id=0&data=
http://www.i-sis.org.uk/Truth_About_Fukushima.php
Yine bu konuda bir sürü çalışmalar yapmış olan Helen Caldicott’un 2014 yılında çıkan “Crisis Without End: The Medical and Ecological Consequences of the Fukushima Nuclear Catastrophe” kitabı da fikir verebilir.
“Zarar/hasar sizin ufurdugunuz kadar buyuk olsaydi, onu gizlemek mumkun mu olurdu?”
İyi de zararların büyük bir kısmı hemen birden bire ortaya çıkmıyor ki. Zararlar birden bire ortaya çıkmadığı için inkar etmek ve onları gizlemek veya görmezden gelmek de mümkün oluyor. Örneğin Fukushima olduktan bir süre sonra Pasifik okyanusunda binlerce balığın öldüğü gerçeğini alalım. Başka nedenlerden dolayı ölmüş olduğunu veya başka nedenlerin de etkili olduğunu iddia edebilirler. Örneğin insanların kanser olması vb. birden bire olmuyor ki, yıllar sonra ortaya çıkıyor. Benzer şeyler çevreyle ilgili sorunlarda sık sık oldu. Örneğin DDT’nin zararları önceleri inkar edildi. Ama zararlar yıllar sonra sonra çok iyi anlaşılıyor. Sigaranın zararları da öyle. Yıllarca tam anlaşılmadı, insanlar sigara içmeye devam etti. Şirketler sigaranın zararlı olmadığını yıllarca savundu. Ama zararlar daha sonra çok iyi anlaşıldı.
“Walla.. birisinin kafasina balyoz indirmegi ornek olarak verebilen birinden pek de akillica baska bir sey cikacagini sanmiyorum.”
Kendini çok akıllı sanıyorsun anlaşılan. Ama konuyu bilmediğin için böyle saçmalıyorsun. Konuyu bilmediğin için böyle çok net biçimde anlatmak istemiştim ama yine anlamamışsın. Yine bambaşka şeyler anladın. Orada ne demek istediğimi tekrar anlatıyorum bak:
Gerçekler ve doğrular ne kadar inkar edilirse edilsin değişmez. Sen ve birileri, devleti de arkalarına alarak bizim gibi insanlara gece gündüz hakaretler etmeniz de gerçekleri değiştirmez, doğruları yanlış yapmaz. Demek istediğim bu. Anladın mı?
Anlamadın tabii. Neyse bunları sana değil, senin yazılarını okuyup inanlara yazmıştım, o yüzden anlamasan da olur, kafaya takma. Şu da var: Necipler’e de yazmadım, onlar da atlamasın hemen. Onların da değişeceğini ve bu tür yazıları anlayacağını sanmıyorum.
Hayatında çevreyle ilgili zerre kadar kafa yormamış, her şeyi beton, para ve demirden ibaret sanan birine tabii bir şey anlatmazsın. Anlatsan bile böyle iki de bir sen kimsin, ne diyorsun, anonim biri de kimmiş, sana mı inanacağım deyip duracaktır. Bu tip insanlara zararları yaşamış olanları gösterseniz, zararları açık olarak ortaya koysanız bile yine aynı şeyleri söyleyeceklerdir: neden inanayım, sen kimsin, böyle yazan biri akıllı şeyler yazabilir mi? Tabii bu da bir yöntem, bir tür demagoji, gerçekleri çarpıtma demagojisi.
nükleer/atom enerjisi ile ilgili necip ve necip karsiti cephenin tartismasi hakkinda birseyler yazmak istiyorum. (sayin zileli, AKP’ye/fasizme karsi birlesik cephe fikriniz hayat bulmadi fakat “necip’e karsi birlesik cephe”yi biz bu sitede hayata gecirmis bulunuyoruz, hamdolsun! darisi fasizme karsi cephenin basina…)
necip’in nükleer/atom enerjisi konusunda ki bakis acisi tamami ile ulusalci/devletci/resmi görüsü yansitiyor. enerji, devletler arasi kapitalist rekabette, hiyerarsi ve güc iliskilerini belirleyici bir faktördür. petrol, kömür, gaz, günes, rüzgar gibi enerji kaynaklarinin yanisira, atom enerjiside istisnasiz her devlet icin vazgecilmezdir. necip, devletin ve o’nun ulusal ekonomisinin kalkinmasini baz alarak konusan bir ulusalci olarak “bütün devletler atom enerjisini kullaniyor, biz neden kullanmiyalim, üstelik atom enerjisi düsündügünüz kadar da tehlikeli degil, atom enerjisine karsi cikanlar devletin/ulusun/memleketin kalkinmasini istemiyorlar” diyor. ekolojist ulusalci anti-necip cephe ise, “seni kandirikci, nükleer enerjinin tehlikeleri ortada, aha en son japonya da deprem etkisi ile meydana gelen fukusima nükleer felaketi, üstelik devletin/ulusun kalkinmasini bizde en az senin kadar istiyoruz, ama atomla kalkinma eninde sonunda felaket getirir” diyor.
alman basinin yazdigina göre fuku$ima nükleer kazasi japonya milli ekonomisine parasal degerde 150-200 milyar zarara mal olmus: insanlarda kanser vakalarinin artmasi, hava, toprak, ve icme suyunun zehirlenmesi, hayvancilik icin yetistirilen cok sayida hayvanin telef olmasi, toyota’nin araba satisinda birinciligi amerikan GM firmasina kaptirmasi vs. bütün bunlara ragmen japon devleti atom enerjisi uzun vadeli devre disi birakma niyetini beyan etti fakat, diger nükleer santralleri kullanmaya devam ediyor. neden? daha önce yazdigimi tekrar edeyim: devletler arasi kapitalist rekabette atom enerjisi neden vazgecilmezdir? herseyden önce en ucuz enerji kaynaklarindan biri oldugu icin. yani birkac kilo uranyuma sahip olan bir devlet, uranyumun islenip enerjiye dönüstürme teknigine de sahipse muazzam bir enerji kaynagina sahip olmus oluyor. arti, bir de atom bombasi yapma ihtimalinden dolayi, devletler arasi kapitalist/emperyalist dala$ta bir devlete “caydiricilik” mevzusunda önemli bir avantaj saglamis oluyor. atom teknigine sahip devletler bir de bunu ihrac ederek para kazaniyorlar. bu gerceklerden cikan sonuc: sanki kapitalist devletler ve $irketler insan/tabiat düsmani, zehir düskünüymüsler gibi elestiri yapanlar, dünyayi kurtarmaya soyunmus süpermen pozlarinda atom/nükleer enerjisinin tehlikelerine dikkat ceken, ama bu enerjinin kapitalist rekabet icin neden vazgecilmez oldugunu merak bile etmeyen iflah olmaz moralist/ahlakci ekolojistler oluyorlar. fikret hocanin elestirileri de bu kategoriye dahildirler. “barisseverlerin” bir savas öncesi, bu savas kararini vermis olan devletlere ve politikacilara savasin zararlari, maddi/manevi yikintilari hakkinda vaaz/akil vermeleri neden yanlis ve anlamsizdir? cünkü o savas kararini alan politikacilar, savasin getirecegi yikimlari en az siradan bir vatandas kadar iyi bilirler. bu durumda sorulmasi gereken soru “savas” olgusunun devlet ve düzen ile iliskisidir. ayni sey atom santralleri konusu icin de gecerlidir. devleti yöneten politikacilar nükleer enerjisinin üretilmesi konusunda zaten konusunda uzman insanlara rapor yazdirip okuyorlar. yani sanki devleti yöneten politikacilar o tehlikeleri farkinda degillermis gibi, fikret hoca’nin yaptigi gibi ahlaki uyarilarda bulunmak, sonra da “ben demistim, uyarmistim” diyenlerin, sorunun kaynagina inip hem kendilerini hem de baskalarini aydinlatma gibi bir dertleri olmadiklari belli oluyor. nükleer/atom felaketinin bir ülkeye neye mal olabilecegine dair ilk rapor amerika da 1975 yilinda kamuoyuna aciklanmistir: “Reactor Safety Study – An Assessment on Accident Risks in US Commercial Power Plants, WASH 1400”. alman devleti de, nükleer bir kazanin rizikolarini hesaplayan bu arastirmayi baz alarak alman uzmanlara bir rapor hazirlamalari icin görev vermisti: “Abschätzung der Schäden durch einen sogenannten Super-GAU”. bu tür raporlarda bir devlet icin “humankapital” olarak degerlendirilen vatandaslarin ölüm ya da kanser gibi hastalik durumlarinda, bunun kapitalist i$ gücü piyasasina parasal olarak zarari, ordan tabiata/ekoloji sistemine zararlarina kadar, bütün tehlikeler en ince ayrintisina kadar parasal olarak hesaplanir. almanlarin yayinladiklari raporda söyle bir ifade de var: “böyle bir kaza/felaket ihtimalinin almanya da gerceklesme ihtimalinin 1666 yilda bir oldugu hesaplanirsa, bunun devlete yillik maliyeti $u kadar milyar mark ve yillik $u kadar kilowat elektrik kaybina…”
devletler arasi kapitalist rekabette enerjinin hem ülke capinda kullanimi, hem güvenilir ve saglam kaynaklardan akmasi, hem de ucuz olmasi hayati önemdedir. neden? cünkü bir devletin ekonomisinin rakip devletlerle fiyat ve süreklilik konusunda yarisabilmesinde ihtiyac duyulan/kullanilan enerji belirleyici bir faktördür. kapitalist rekabette enerji bu derece önemli oldugu icin, enerji kozunu bütün devletler birbirlerine karsi $antaj, baski, bogun egdirme amaci ile kullanirlar.
ben de bir komünist olarak lafi dolandirip $uraya getirmek istiyorum: üretim ve tüketimin para’nin/kar’in/sermayenin sonsuz birikimi icin yapildigi kapitalist toplumda, yedigimiz gidalardan ictigimiz suya, soludugumuz havadan giydigimiz elbiseye kadar, zehir zaten günlük hayatimizin bir parcasi. kapitalist ekonomi ve bu ekonominin üretim prensipleri degismeden, yani mevcut sistem temelden degismeden ve bu düzeni hem koruyan hem de bu düzenden faydalanan (kapitalist) devletler yerli yerinde durduklari müddetce, bu böyle gidecek.
185 nolu pavyon i$letmecisine cevap:
pavyonunu git basta yerde i$let. seviyesiz, argo tartismalarla fikir tartismasi orda kalsin, bu sitenin yorum bölümünü lagim cukuruna dönüstürmeye basladiniz. buna itiraz edince de hemen “stalinizm” balyozunu sallamaya basliyorsunuz. bu “anti-stalinizm” her türlü sacmaligi, seviyesizligi mesrulastiran temizlik ilaci midir, nedir?
İstanbul/Nakkaştepe’de Caroline Koç’un (ve türevlerinin) suratını hergün görüyoruz sayın “fıtratçı” Necip!
Sizin (metaforik) ağa-analarınızdan biri olan “kapitalist” Caroline Koç’a da karşı, bu satırların yazarları bizzat Nakkaştepe’de, mücadele ediyoruz sayın “fıtratçı” Necip! Sayın “ogürsel” gibi, devlet hastanelerine sırtını 30 yıldan fazla yaslaya yaslaya konformist bir hayat sürmüş “kapitalizmi öksürmeyi unutmuş” sosyal-demokratımsı bir varlık gibi, sadece klavye başında, sadece bilgisayar başında, sadece akıllı cep telefonu başında, sadece tablet bilgisayar başında kelime cambazlıkları yaparak değil! Arenanın tam ortasındayız, kapitalizme karşı bizzat eylem içindeyiz!
Maval okumaktan vazgeçmenizi şahsınıza defalarca iletmiştik sayın “fıtratçı” Necip!
“Tam manâsıyla kapitalist” olduğunuzu bu sayfada yazdıklarınızla daha net ilan etmiş oldunuz sayın “fıtratçı” Necip!
SAYIN “FITRATÇI” NECİP;
KAPİTALİZM DİNİNİN “GÖSTERİŞSİZ PEYGAMBERLİĞİNE” İÇTEN İÇE GÖZ KIRPAN,
“HEYYY SİZLER! İLK ÖNCE KENDİNİZİ KURTARIN! HERKES KENDİNİ KURTARIRSA, DÜNYA ZATEN KURTULUR!” NAKARATINI PAPAĞAN GİBİ TEKRARLAMAKTAN USANMAYAN,
“BENCİL OLUN, HAYATINIZI YAŞAYIN!” ZEHRİNİ YAYMAYI MİSYON BELLEMİŞ BİR “KAPİTALİST GURU”!
MARGARET THATCHER’LAR, RONALD REAGAN’LAR, TURGUT ÖZAL’LAR, SİZİN GİBİ “FITRATÇI KAPİTALİST”LERİN HEYBESİNE BENCİLLİK DOLDURDU! YILLARDIR BU ZEHRİ YAYA YAYA YAŞIYORSUNUZ SAYIN “NECİP”!
SAYIN “FITRATÇI” NECİP, “MÜHENDİSLİK”TE DE KAPİTALİSTLEŞEREK, SÖMÜRÜLDÜĞÜ ve SÖMÜRDÜĞÜ HER İŞLETMEDE:
NEURO-LINGUISTIC PROGRAMMING (NLP),
SIX (6) SIGMA,
LEAN MANUFACTURING,
ÖZELLİKLE “TOYOTA” İSİMLİ ŞİRKETOKRASİNİN YAYDIĞI “KAIZEN”
METOTLARINI UYGULAYAN BİR NARSİST!
=== BU SAYFANIN ZİYARETÇİLERİNE HATIRLATIYORUZ ===
Sayın “Necip”in kim olduğunu defalarca yazdık:
“Ayn Rand” & “Milton Friedman” zehirli beyinlerinin birleşmesi ile oluşmuş bir şahıs!
Şu zehirli beyinlere öykünen bir egoist:
“Ludwig von Mises”,
“Friedrich Hayek”,
“Murray Rothbard”,
“Robert Nozick”,
“David Director Friedman”,
“Walter Edward Block”,
“Edward Peter Stringham”,
“Atilla Yayla”,
“Özgür Demirtaş”,
“Eser Karakaş”…
“‘Salaklara’ soykırım uygulansın, ‘kendini akıllı zannedenler’ uzun ömür yaşasın.” şiarını benimseniş bir crypto-libertarian!
“Kapitalizmin hayatın akışı içinde kendiliğinden doğduğunu, müdahale edilirse ahengin bozulacağını” sanan bir yorgun akıl!
Örnek 1:
“Greed is good”: Gordon Gekko veya Milton Friedman (1979)
( https://www.youtube.com/watch?v=RWsx1X8PV_A )
Örnek 2:
“Etik Egoizm” zırvasının kraliçesi “Ayn Rand” (1979):
( https://www.youtube.com/watch?v=3u8Jjth81_Q )
Ayn Rand’ın zehirli beyni ile sayın “Necip”in zırvalarının aynı olduğunu öğrenmek için, Rand’ın yukarıdaki konuşmasının transcripti:
( https://libertarianreality.wordpress.com/2014/12/23/ayn-rand-on-the-phil-donahue-show-1979-transcript/ )
Sayın “fıtratçı” Necip: [Eksik/yanlis olan da su: Kapitalizme mudahale etmek, onu ortadan kaldirmak, degistirmek vs vb amaciyla ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.]
Yıllardır iştirak ettiğimiz her toplantıda, teketek görüşmelerde, çoklu görüşmelerde, müzakerelerde, münazaralarda, mülakatlarda, havadan-sudan muhabbetlerde, ciddi muhabbetlerde, anket görüşmelerinde, sempozyum-panel-konferans vb.’lerinde; “kapitalizmin ölümcüllüğü”nden bir başlık açılsa, kapitalizmi savunmaya teşne olanlar, İSTİSNASIZ, HEP AYNI CEVABI VERDİ: [ne kadar alternatif ‘sistem’ denendiyse, hepsi bir sekilde husranla sonuclandi.]
Kapitalizmi savunmaya teşne olanlar, bir üst paragrafta, köşeli [] parantez içinde yazılan “ZIRVA”dan öte hiçbir şey söyleyemediler!
Sebebi şu:
Çünkü kendileri (yani, kapitalizmi savunmaya teşne olanlar), özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında çığır açtığı iddia edilen “Ayn Rand” isimli zehirli beynin yumurtladığı “objectivism” zırvasına, ve yine aynı zehirli beynin ömrü boyunca ete-kemiğe büründürmek için çırpınıp durduğu “John Galt” zırtapozuna öykündü, hâlâ öykünüyor!
“Yoksullara ekmek verdiğimde bana aziz diyorlar, ‘yoksullar neden aç?’ diye sorduğumda bana komünist diyorlar.” (Dom Hélder Pessoa Câmara [1909-1999])
Sayın “Necip”, sizin gibilerin feriştahıyla mücadele ettik, ediyoruz; bir toz zerresi bile değilsiniz!
Aşağıdakiler çözüm “önerileridir”, çözüm “dayatmaları” değildir:
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
(Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
(Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
SAYIN “FITRATÇI” NECİP’E UYARI:
MÜHENDİSLİĞİNİZİ KAPİTALİSTÇE UYGULADIĞINIZ, SÖMÜRÜLDÜĞÜNÜZ ve SÖMÜRDÜĞÜNÜZ ŞİRKETİNİZDE DE; “MAVİ & BEYAZ Ya-LA-ka”LAR OLARAK, TAHMİN EDEMEYECEĞİNİZ KADAR YAKININIZDAYIZ!
ORADA DA İSYAN BAŞLATMAMIZ AN MESELESİ! (Not: “Marxist-Leninist” isyan değil! SSCB politbüroyu yıllar sonra yeniden, sizin şirketinizi kamulaştırarak kurmaya başlayarak değil! 1975 Ağustos’undan beri temcit pilavı misâli ısıtılan “Türkiye Devrimin Acil Sorunları” veya o meşhur “ACİLCİLER” gibi fantezilere özenerek değil! Bize, tipik solcu mavalları okumaktan vazgeçiniz sayın “fıtratçı” Necip!)
DİKKAT EDİNİZ!
“Ne? “Birinin kafasına balyoz ile sağlam bir şekilde vur”mak mi?
Neden durduk yerde bunu yapasiniz ki?
Aklinizdan zorunuz mu var sizin?”
Necip burada da çarpıtma yapmış. Ben birinin kafasına balyoz ile vuracağım demiyorum, vurursan diyorum. Hemen bir sonraki paragrafta kendi kafama balyoz vurulmasından söz ediyorum. O bir benzetme, olayı açıklamak için. Ama burada da pek adil konuşmuyor Necip. Taktiksel olarak, beni saldırgan göstererek haklı çıkmaya çalışıyor gördüğüm kadarıyla.
Necip yazdıklarım orada duruyor, bunları çarpıtarak bir yere varamazsın.
Abi senin bu siteyi polis izliyorsa n’apacaksın?
Sen Kınalıada’daki bilgisayarının başında, 6. Lenin’in hücre evinde “2. Gezi” devrim toplantıları yaparken polis seni kıskıvrak yakalarsa biz ne yaparız Gün Abi? Seni de götürmesinler bu yaştan sonra Ziverbey Köşkü gibi, Sansaryan Han gibi yerlere Abi?
Bu arada birinin kafasına, vücuduna kimlerin daha çok şiddet uyguladığını yazalım o zaman. Daha iyi anlaşılsın mesele.
Bakın:
http://www.haberturk.com/dunya/haber/642556-amazondaki-cevreci-cinayetleri-urkuttu
“Uluslararası izleme örgütü Global Witness’ın raporuna göre, Peru Brezilya, Honduras ve Filipinlerden sonra çevre aktivistleri için en tehlikeli dördüncü ülke. 2002 ve 2013 yılları arasında kaçakçılara engel olmak isteyen 900 çevre aktivisti ve yerli halk öldürüldü.
10 yıldan fazladır yasa dışı ormancılık faaliyetine karşı kampanya yürüten ve Sewoto’daki Ashaninka yerlilerinin lideri olan Edwin Chota ve beraberindeki üç kişi, geçen yıl Eylül ayında öldürülmüştü. Cinayetler ülkede büyük yankı uyandırsa da, kaçakçılığa karşı hâlen caydırıcı tedbirler alınmış değil.”
http://www.aljazeera.com.tr/haber/amazonda-olumune-direnis
Olaya tersten bakan biri şimdi neden bu kadar şiddetten söz ediyorsun, aklından zorun mu var senin der.
“DEVRİMCİ FRANSA” GREV GELENEĞİNE SADAKATİNİ SÜRDÜRÜYOR!
1789’da Fransız Devrimi’nden bu yana grev ve protestolarla bilinen Fransa’da çalışma hayatı bir kez daha durma noktasına geldi.
Fransa ve eylem denince akla ilk gelen “Mayıs 1968” gösterileri. İşçi ve öğrencileri bir araya getiren bu hareketlenme, ülke tarihinin en büyük protesto gösterisi olmakla birlikle aynı zamanda bir dönüm noktası. Ülkede üç hafta boyunca tüm faaliyetler durduruldu ve 9 milyon kişi greve katılarak bir rekora imza atıldı.
1995 Juppe Planı
Fransa 1995’te “Juppé Planı” olarak adlandırılan emeklilik ve sağlık güvencesi reformları nedeniyle bu büyüklükteki bir protesto gösterisiyle yüzleşmek zoruna kaldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın Başbakan olarak atadığı Alan Juppé bir çok kez bu reformu savunma girişiminde bulunsa da halk bu mesaja kulak asmadı.
İki ay süren eylemlerin ardından Juppé emeklilik reformunu geri çekti. (Ancak sağlık güvencesi üzerine olan yasa meclisten geçti.)
Bu grevlerin ülke ekonomisine etkilerini tam olarak ölçmek mümkün değil ancak uzmanlar bazı tahminlerde bulunuyor.
1995’te 22 gün süren grevin milli geliri %0,2 ila %0,3 oranında küçülttüğü belirtiliyor.
Ancak grevlerin gerçek maliyeti ise “psikolojik”…
2006: CPE
Her toplumsal hareketlenme ülkede iş yaşamını durma noktasına getiriyor ve siyasi reformların önüne geçiyor. Onların ardından gelen yeni hükümetlerse korkarak adım atıyor.
2006’da yine sendikalar ve öğrenciler birlikte hareket ederek işten çıkarmaları kolaylaştıracak Yeni Çalışma Yasası’nın geri çekilmesi için sokağa döküldü.
Dönemin Başbakanı De Villepin “Hızlıca harekete geçmek ve güçlü bir çözüm sunmak istedim. Ama bu herkes tarafından anlaşılmadı. Üzgünüm.” dedi.
Ve bir kez daha hükümet geri çekilmek zorunda kaldı.
2010
Mart 2010’da ise yeniden emeklilik reformunu gündeme getiren Fillon hükümeti halkın öfkesiyle yüzleşti. Dönemin Başbakanı emeklilik yaşını 60’tan 62’ye yükseltmek istedi. Milyonlarca kamu ve özel sektör çalışanı 8 kez farklı tarihte sokağa döküldü. Ama bu kez François Fillon geri adım atmadı. Sosyalist parti vekillerin Manuel Valls durumu şu sözlerle eleştirdi:
“Maalesef bugün, modern bir demokraside sosyal bir diyaloğun olmayışıyla her şeyin zorla yapılabileceğine şahitlik ediyoruz. Bugün bu yaşanıyor.”
Arzu Kayaoğlu
“tr.euronews.com”
tabii ki izlerler.Umarım bu söylediklerinin şaka olduğunu anlamışlardır.
konspiratif örgütlenmeler devri geçti. Her türlü mücadele ortada artık. Zaten korktukları da bu. Onlar ne kadar isterler devrimcileri eskisi gibi gizli hücrelerde görmeyi.
umarım bunu yazan bizzat polis değildir. 🙂
Bertolt Brecht, 1898-1956
Hanns Eisler, 1898-1962
Und weil der Mensch ein Mensch ist,
drum braucht er was zum Essen bitte sehr!
Es macht ihn kein Geschwätz nicht satt,
das schafft kein Essen her.
Drum links, zwei, drei!
Drum links, zwei, drei!
Wo dein Platz Genosse ist.
Reih dich ein in die Arbeitereinheitsfront,
Weil du auch ein Arbeiter bist.
Und weil der Mensch ein Mensch ist,
drum braucht er auch noch Kleider und Schuh.
Es macht ihn kein Geschwätz nicht warm
und auch kein Trommeln dazu.
Drum links, zwei, drei!
Drum links, zwei, drei!
Wo dein Platz Genosse ist.
Reih dich ein in die Arbeitereinheitsfront,
Weil du auch ein Arbeiter bist.
Und weil der Mensch ein Mensch ist,
drum hat er Stiefel im Gesicht nicht gern.
Er will unter sich keinen Sklaven sehn
und über sich keinen Herrn.
Drum links, zwei, drei!
Drum links, zwei, drei!
Wo dein Platz Genosse ist.
Reih dich ein in die Arbeitereinheitsfront,
Weil du auch ein Arbeiter bist.
Und weil der Prolet ein Prolet ist,
drum kann ihn auch kein anderer befrein.
Es kann die Befreiung der Arbeiter nur
das Werk der Arbeiter sein.
Drum links, zwei, drei!
Drum links, zwei, drei!
Wo dein Platz Genosse ist.
Reih dich ein in die Arbeitereinheitsfront,
Weil du auch ein Arbeiter bist.
* * *
İnsan insan olduğundan
Acıkan karnı doymalıdır
Boş laflarla karın doymaz
Yiyecek ekmek olmalıdır
Marş sol’ki üç
Marş sol’ki üç
Arkadaş yerini bil
İşçinin sınıf cephesine gir
Çünkü sen de bir işçisin
İnsan insan olduğundan
Ezmekten ezilmekten nefret eder
Ne altında köle ister
Ne üstte efendiye boyun eğer
Marş sol’ki üç
Marş sol’ki üç
Arkadaş yerini bil
İşçinin sınıf cephesine gir
Çünkü sen de bir işçisin
İşçi işçi olduğundan
Başkası onu kurtaramaz
Çünkü işçileri kurtaracak olan
İşçiden başkası olamaz
Marş sol’ki üç
Marş sol’ki üç
Arkadaş yerini bil
İşçinin sınıf cephesine gir
Çünkü sen de bir işçisin
https://www.youtube.com/watch?v=_5X2BvMS4yQ
nükleer/atom enerjisi ile elektrik üretimi tartismasina ek:
nükleer santraller sadace bir kaza durumunda felakete yol acmiyorlar. normal calisma halindeykende cevreye sürekli olarak belli bir miktar radyoaktiv sizinti gerceklesir. devletler, nükleer santral civarinda oturan vatandaslarinin olasi saglik sikayetlerini dikkate alarak, radioaktiv sizintiya maruz kalmis olanlarin hangi derece/sinirdan itibaren sikayet etme haklari oldugunu yasa ile belirlerler. diger nokta, kullanim süresi bitmis bir atom santrali ve radioaktiv hurdalarin tabiat ve insana zarar vermeyecek sekilde etkisiz hale getirilmesi meselesine bir cözüm bulunabilmis degil. radioaktiv cöpün cevreye yaydigi zehir yüzyillar boyu devam edebiliyor. sonuc: devletlerin, insan ve tabiat malzemesine yaklasimlarinda ki kapitalist “kar-zarar hesabi” dikkate bir konu.
kapitalist demagog necip’in demagojilerine örnekler:
“Eger insaat muteahhitligi, karayolu/havayolu ulasimi, konfeksiyon vb gibi dandik bir is degilse, iscisine olabildigince az ucret vermek akil kari degil. Tersine, verebildiginiz kadar yuksek ucret verirsiniz; ve karsiliginda da verim beklersiniz”.
serbest piyasa ekonomisinde bir i$yeri, fabrika, büro vs. farketmez, kisacasi bir kapitalist i$letmenin kurulma, hayata/faaliyete gecme amaci nedir? para kazanmak, mevcut sermayeyi/kapitali cogaltmak. örnek, bir ekmek fabrikasi hedefledigi kar’i/parayi kazanmazsa sirf vatandasin ekmen ihtiyaci karsilansin diye ya da fabrikanin calisanlari i$lerini kaybetmesinler diye üretime devam eder mi? hayir. tek amaci para/kar olan kapitalist isletmelerde maximal kar icin masraflari minumum düzeye düsürmek prensibi ile i$ yapilmiyor mu? evet. kapitalist bir isletmede calisanlarin ücretleri de masraf/gider hanesine dahil oldugu icin, i$verenler, calisanlara mümkün mertebe düsük ücret ödemeye calismazlar mi? evet. hicbir patron, I$cilerine atiyorum 1000 lira ücret ödeme imkani varken, “100 lira fazladan yani 1100 lira ödeyeyim ki isciler daha verimli calissin” diye düsünmez, cünkü kiran kirana bir rekabetin hüküm sürdügü kapitalist piyasada fiyat konusunda rakip sirketlerle yarisabilmenin sartlarindan biri de is gücü maliyetlerini mümkün mertebe düsürmektir. bir isyerinde ki $eflik, menejerlik gibi görevleri üstlenenler, isletmenin i$ verimliligi, kar’i konusunda belirleyici olduklari icin normal bir calisana göre daha cok ücret alirlar. kapitalist demagog necip’in “i$ciler daha verimli calissinlar diye mümkün olan en fazla ücret ödenir” iddiasi külliyen yalan. i$cileri daha verimli yani daha hizli, seri, konsantreli vs. calistirmak icin kapitalistlerin ve menejerlerinin kullandiklari bin bir türlü yol yöntem vardir: isten cikarma ile tehdit etmek, iscileri birbirine karsi kullanmak, isciler arasinda “bakalim kim daha iyi calisacak” seklinde rekabet yaratmak, isyerini baska bir yere tasima ile tehdit etmek, psikolojik baski uygulamak/mobbing, kamera ile iscileri izleme, “burasi benim degil sizin i$yeriniz, hepimiz ayni gemideyiz” seklinde propaganda ile bilincleri bulandirma vs. vs. kaldi ki “isveren verebildigi en yüksek ücreti verir” ne demek? sonucta ücretin miktarini isveren kendi cikarina, kar’ina göre belirlemiyor mu?
kapitalist necip neden iflah olmaz bir demagogdur, örnek:
“kapitalist sömürü düzeninin temeli bir yanda üretim araclarina yani sermaye, makine, toprak vs. sahibi ayricalikli zengin sinifi ile diger yandan üretim araclarindan yoksun, yasamak icin i$ gücünden/emeginden baska sermayesi olmayan insanlarin varligi üzerine kurulmustur.”
“Evet. Kitaplarda hep/genelde boyle yazar.
Yazanlar da, neredeyse her zaman, gercek hayatla alakasi olmayan, fildisi kuleden gozlemlerde bulundugunu sanan kelam erbabidir.
Asil ayricalikli ‘sinif’ da bunlardir; pek az sey urettikleri halde, bir omur boyu el ustunde tutulmagi beklerler”.
yukarda ki ilk paragraf bana ait, sonra ki cümleler necip’in bana cevap diye yazdiklari, kisa bir analiz yapalim. evvela $u noktayi bikmadan usanmadan tekrar etmekte fayda var: kapitalist isletmelerin ilk ve tek hedefi para kazanmak, sermayeyi cogaltmaktir; insan ihtiyaclari; verdikleri hizmet veya ürettikleri mamüller kapitalist girisimciler icin sadece para kazanma araclaridir. bu hedef dogrultusunda is gücü de, üretim icin gerekli olan hammedeler gibi zorunlu bir masraftir. lafi suraya getirmek istiyorum: serbest piyasa ekonomisinde toplumun ihtiyaci karsilansin veya insanlar i$ güc sahibi olsunlar diye ekonomik üretim yapilmaz. bu noktanin bilince cikarilmasi önemlidir. bilince cikarilmazsa ne olur? kapitalist ideolojiler/zokalar farkinda olmadan yutulur. dikkat edin, kapitalist demagog necip, sisteme az cok, dogru yanlis elestiri yapan insanlari “birsey üretmeden tüketiyorlar” diye sucluyor, bunu yaparken de “ben üretime katkida bulunan, insanlari is güc sahibi yapan biriyim” demek istiyor. dikkat: günümüz modern toplumunda “üretim problemi” diye birsey yok. ekonomik teknik kapasite göz önüne alindiginda mal/mamül/ürün/hizmat üretmek i$ten bile degil. isin asli, ekonomik üretimin tamami istisnasiz para icin, paraya cevrilmek, sermayenin büyümesi icin yapilir; üretilen mallardan para kazanma imkani kalmamissa üretim derhal durdurulur. necip gibi kapitalistler insanlar is güc sahibi olsunlar diye i$ci calistirmiyorlar, bunlar, sermayesiz insanlarin emegini satin almak sureti ile, insanlari calistirip servet biriktiriyorlar. bunu da topluma, insanlara hizmet diye göstermeye calisiyorlar. sonra “üretmeden tüketiyorlar” ne demek oluyor? kapitalizmde tüketim icin olmazsa olmaz bir sart var: para. cebinde/cüzdaninda parasi olmayan insan ihtiyac duydugu ürünlere sahip olabilir mi? kaldi ki, o ürünler/mamüller/hizmetler zaten satilip paraya cevrilmek icin üretilmiyorlar mi?
simdi kapitalist demagog necip’in güya fikir tartismasi yaptigini sandigi bir cümlesine gelelim: “evet kitaplarda hep/genelde böyle yazar”. böylesi bir cevap neden demagojidir? örnek, ben yaziyorum 2+2=4 eder. kapitalist demagog cevap yaziyor: evet, kitaplarda öyle yazar.
birincisi, kitaplarda yazan hersey dogrudur ya da hersey yanlistir gibi bir iddia sacmadir. kitaplarda yazan birseyin dogrulugunu yanlisligini ancak kontrol edersek anlayabiliriz. ayni sekilde birisinin söyledigi sey de: kitapta yazilan degil agizdan cikan söz oldugu icin otomatikmen her zaman dogru olmaz. öyleyse fikir tartismasi yapan bir insan iki kere iki neden dört yapmaz, ya da iki kere iki neden be$ yapmaz bunu aciklamak zorundadir ve $ayet biliyorsa dogru cevabi söylemelidir. ben yukarda para, sermaye, toprak, makine, hammadde gibi üretim araclarina sahip kapitalistlerin toplumda ekonomik gücü ellerinde bulundurduklarini yazmisim. demagog necip, bu iddia yanlissa nedenini ve dogrusunu yaz, ögrenelim. “kitaplarda öyle yazar” demekle bir iddianin yanlisligini ispat ettigini mi saniyorsun? kapitalist demagog necip’in burda gözlerden saklamak istedigi gercek nedir: kapitalist toplumda para/sermaye/kapital basit bir satin alma araci degildir; para, ekonomik ve toplumsal güc anlamina gelir. bundan dolayi kendilerine ömür boyu yetecek parasi olmayanlar, para/sermaye sahibi isverenlerin kapisinda bir ömür i$ dilenirler. iste kapitalist necip’in burda gizlemek istedigi gercek, yasadigimiz toplumda paraya sahip olanlarin, olmayanlar üzerinde ki hakimiyetidir/hükümranligi gercegidir; parasizlarin paralilara/sermayedarlara olan her türlü $antaja acik bagimlilik iliskisidir.
“bir kapitalist i$letmenin kurulma, hayata/faaliyete gecme amaci nedir? para kazanmak, mevcut sermayeyi/kapitali cogaltmak. örnek, bir ekmek fabrikasi hedefledigi kar’i/parayi kazanmazsa sirf vatandasin ekmen ihtiyaci karsilansin diye ya da fabrikanin calisanlari i$lerini kaybetmesinler diye üretime devam eder mi? hayir. tek amaci para/kar olan kapitalist isletmelerde maximal kar icin masraflari minumum düzeye düsürmek prensibi ile i$ yapilmiyor mu? evet.”
Başka türlüsü mümkün mü? Bütün insanlar geçinmek, dolayısıyla başkalarına değil kendilerine kâr sağlamak, kendileri için para kazanmak zorundadırlar. Aksi takdirde ya işletmenin sahibi aç kalır ya da ona çalışanlar.
Neoliberalizmden Geriye Kalanlar
Sanayi ve finans kapitalizmi 1870’lerde “Uzun Depresyon” denilen krizle uğraşırken sisteme yön veren klasik ekonomi modelinde bir değişikliğe gidilmemişti. Neoklasik ekonomi yaklaşımı “marjinal analiz” yöntemiyle klasik modeli daha anlaşılabilir kılmaktan öteye bir katkı getirmiyordu. “1929 Büyük Depresyonu”, bu kez, bu krizden model değişikliği olmadan çıkılamayacağının anlaşılmasına yol açtı. Bütün sıkıntıları “kendi kendine onaracağı düşünülen” piyasa sistemi, krizi onarmak bir yana daha da büyütmüştü. Kapitalizmin kendisini toparlaması, işi piyasaya bırakmak yerine, devletin ekonomiye aktif müdahalesini öngören Keynesyen yaklaşımın yaşama geçirilmesiyle mümkün olabildi.
1960’lardan başlayarak bu kez Keynesyen karma ekonomik yapıya eski temelli yeni eleştiriler yöneltilir oldu. Bu eleştiriler, 1970’ler ve 80’lerde geniş destek buldu.
“Neoliberalizm” terimi, ilk kez 1950’lerde ortaya atılmasına rağmen asıl olarak 1980’lerde yaygın biçimde kullanılmaya başlandı.
“Liberalizm”, yalnızca ekonomik içerikli olmayan, siyasal ve sosyal bir çerçeveyi de içeren bir kavram olmasına karşılık; “neoliberalizm”, daha çok “bırakınız yapsınlar” (laissez-faire, laissez-passer) yaklaşımına dayalı ekonomik felsefeye geri dönüşü temsil etmek üzere kullanıldı. Neoliberalizm taraftarları, ekonomik ve finansal serbestleştirme, özelleştirme, deregülasyon, serbest ticaret, kamu harcamalarının düşürülmesi ve dolayısıyla ekonomide kamu kesimi ağırlığının azaltılması, özel kesimin önünün açılması, çevreci koruma önlemlerinin hafifletilmesi gibi görüşleri savunuyorlar, bu çerçevenin oluşturulması hâlinde ekonomik sistemin hiçbir aksamaya meydan bırakmadan çalışacağını ileri sürüyorlardı.
Bu görüşler, ABD’de Başkan Ronald Reagan zamanında (Reaganomics),
İngiltere’de Başbakan Margaret Thatcher zamanında (Thatcherism) uygulamaya geçirildi.
Türkiye’de de benzer yaklaşımlar ve uygulamalar egemen oldu. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde bu kurallar yaygın biçimde uygulandı.
IMF, neoliberalizmin bir anlamda yön göstericiliğini üstlenmişti. Öteden beri neoliberalizmin önerdiği yaklaşımlara ek olarak, paraların yabancı paralar karşısında dalgalanmaya bırakılmasını, sermaye hareketlerinin serbest kalmasını savunuyordu. Neoliberalizmin doruk noktası 1990’lardan başlayarak küreselleşmeyle birlikte paraların dalgalanmaya bırakılması ve sermaye hareketlerinin dünya çapında serbest kalması oldu. 20’inci yüzyılın son çeyreğinden itibaren bunların hepsi küreselleşmeyle birlikte yaşama geçirildi ve neoliberalizmin bütün önerileri sisteme egemen kılındı.
Neoliberalizm ile gevşetilen kurallar, başlangıçta yaratıcılığı ve büyümeyi teşvik edecek gibi görünürken, giderek, daha fazla kazanmak için ahlâk dışı yollara sapmayı teşvik eden bir ortamın doğmasına yol açtı. Kurallar gevşetilince ahlâk dışı yollara sapmak konusunda (ahbap-çavuş kapitalizmi; crony capitalism) gelişmekte olan ekonomilerle, gelişmiş ekonomiler arasında büyük farklar olmadığı ortaya çıktı.
Sonuç olarak; neoliberalizmin vaat ettiği cennet, cehenneme dönüştü ve kapitalist sistem 2008’de (ABD’li yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşünün kırılma noktası olmasıyla) tarihin ilk küresel krizine girdi. Neoliberalizm öncesindeki krizlerde kapitalizm böylesine bir küresellik içinde olmadığı için krizler küresel nitelik kazanmıyordu. Bugün artık IMF iktisatçılarının da neoliberalizmi eleştirdiği bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Eleştiri bu aşamaya kadar geldiyse yeni bir model de kapıda demektir.
Neoliberalizmden geriye kalan ise kural dışılığı para kazanma modeline dönüştürmüş etik olmayan bir ekonomik yapı oldu.
Bir “Kızılderili” Öyküsü:
Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molası için dışarı çıkıp caddede yürümeye başlar.
İçlerinden birisi Kızılderilidir.
Yürürken; Kızılderili bir cırcır böceği sesi duyduğunu söyler. Diğerleri gülerek; bu kadar gürültü arasında cırcır böceği sesinin duyulamayacağını iddia eder.
Kızılderili; cırcır böceği sesinin geldiğini söylediği yöne doğru gider. Arkadaşlarından biri, onun nereye gittiğini gözlemek için takip eder.
Gerçekten de o kadar yüksek binanın arasındaki küçücük bir yeşillikte cırcır böceğini bulurlar!
Arkadaşı; “Sende insanüstü güçler var! O kadar gürültü arasında bu böceğin sesini duyman bir mucize!” der.
Kızılderili ise; “Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmak gerekmez!” cevabını vererek, arkadaşına kendisini izlemesini işaret eder:
Kızılderili; yayaların yürüdüğü kaldırımın ortasında durur ve cebinden çıkardığı madeni parayı yere atar. İnsanlar madeni paranın düşme sesini duyunca sesin geldiği yöne bakarak ceplerini yoklamaya, paranın kendilerinden düşüp düşmediğini kontrol etmeye başlar!
Kızılderili, arkadaşına dönerek:
“Önemli olan nelere değer verdiğindir! Her şeyi ona gore duyar ve hissedersin!” der.
Mahfi Eğilmez, Hazine eski müsteşarı, Kadir Has ünv. öğretim görevlisi
2 Haziran Perşembe
“… Üretim araçları hayvan sürüleri, kılıç ve ok olan Türkmenlerin göç ve fetihleri sayesinde…” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, İstanbul, 1985, s. 60.)
İlk olarak kılıç ve ok: üretim araçları. Yapılan üretim: fetih. İkincisi hayvan sürüleri: üretim araçları. Bu anlayış, insanı bir üretici, onun bütün faaliyetlerini üretim ve bütün insandışı doğayı “doğal kaynaklar” olarak gören bir yaklaşımın hazin sonucudur.
(Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoksi ve Babailer, s. 36.)
Banka devleri, şubelerini birbiri ardına kapatıyor
(7 Haziran 2016)
Aralarından Yapı Kredi, Garanti Bankası, Akbank, Denizbank ve Finansbank’ın da yer aldığı bankalar son 9 ayda 179 şube kapattı.
Türk bankacılık sektöründe son 9 ayda bin 500’den fazla bankacı işsiz kaldı.
Ekonomiekibi.com’un Türkiye Bankalar Birliği verilerinden derlediği bilgilere göre; yılbaşından bu yana en fazla şube kapatan banka HSBC oldu. İngiliz finans devi yeniden yapılanma kapsamında 57 şubesini kapattı ve şube sayısını 234’a indirdi. Banka bu yılın ilk 5 ayında 50 şubesini kapatarak en hızlı küçülen banka oldu.
Yapı Kredi 30 şube kapattı.
Koç Grubu ile İtalyan Unicredit’in ortaklığındaki Yapı Kredi Bankası yılbaşından bu yana 15 şubesini kapattı. Bu kapatmaların ardından bankanın toplam şube sayısı 985’e geriledi.
Bankalar Birliği verileri Yapı Kredi’deki küçülme kararının Eylül ayından itibaren hız kazandığını gösteriyor. Eylül 2015’te 1015 şubeyle hizmet veren Yapı Kredi son 9 ay içinde 30 şubesini devre dışı bıraktı.
Hollandalı ING Bank da, Bankalar Birliği verilerine göre geçen yıl Eylül ayında 311 olan şube sayısını 283’e düşürdü. Yılbaşından bu yana kapanan şube sayısı ise 15.
Eylül 2015’te 1007 şubeyle müşterilerine hizmet veren Garanti Bankası da, Mayıs sonu itibarıyla 982 şubeye gerilemiş durumda. Banka yılbaşından bu yana kimseyi çıkarmadı.
Denizbank 9 ayda 21 şube kapattı.
Şube kapatma liginde beşinci sırada Denizbank yer alıyor. Banka son 9 ay içinde 21 şube kapattı.
Eylül 2015’te 715 olan şube sayısı Mayıs sonu itibarıyla 694’e gerileyen bankanın kaç kişiyi işten çıkardığı bilinmiyor.
TBB verilerine göre Yunanlıların Katarlılara sattığı Finansbank, son 9 ayda 16 şube kapattı. Satış öncesi operasyonel açıdan verimli olmayan şubelerini tasfiye eden bankada şube kapatma süreci Aralık ayından sonra hız kazandı. Ocak- Mayıs döneminde 11 şubesini kapatan bankanın şube sayısı 631’e geriledi.
2015 yılında 89 şubesini kapatan Akbank, şube kapatmaya devam ediyor. Aralık 2015’te 902 şubesi bulunan Akbank, yılın ilk beş ayında 3 şube daha kapattı. Akbank böylece son 9 ay içinde 14 şubesini kapatmış oldu.
http://www.gercekgundem.com/ekonomi/212894/turk-banka-devleri-birbiri-ardina-kapatiyor
“Hükümsüz ‘1984’”
Edebiyat önemli bir toplumsal faaliyettir.
Marksist edebiyat eleştirisi, edebiyata, kendi alanı dışında; toplumu, dünü, bugünü ve yarını anlamak açısından önemli bir pencere-ayna olarak değer katmış, onu salt “edebiyat” olmanın dışına taşımıştır.
“Zamanın ruhu”nun, mekân ve zaman algısının edebiyat verimlerine bakarken ne biçimde etkidiğini ve yapıtların tüm bu etkilenmişlikleri içinde gerçekliği nasıl yansıttıkları son derece yaşamsaldır. Ve bu eleştiri biçimi, edebiyatı genişletmiş, derinleştirmiş ve bu anlamıyla değer katmıştır. Yazarlar, içine doğdukları sistem içinde, toplumsal olayları tanımlamalarına ve yorumlamalarına göre birer toplumsal özneye dönüşerek, bir yandan anlam üreticiliği yapar, diğer yandan da, sosyal bilimcilerle ortak bir zemine ayak basar.
Bu anlamıyla edebiyat bir sosyal barometre midir?
Evet.
Çünkü edebiyat, hiçbir zaman tek başına edebiyat değildir.
Çünkü bir roman, tek başına bir roman değildir.
Bağlamsaldır, ilişkiseldir ve tüm sosyal ağlarla birlikte, bunların üretildiği tüm zeminlerin karmaşık etkileşiminin dışa vurumudur.
İşin içinde yazarın yaşamı da vardır.
Yayınevlerinin piyasa kavgaları da, ideolojiler de, sınıf kavgaları da, iktidar ilişkileri de, edebiyat ödülleri de, eleştirmenlerin mevzilenmeleri de, okuyucuların refleksleri de, estetik kaygılar da…
Distopik roman olarak türünün önemli örneklerinden gösterilen “1984”ü okudum geçenlerde. Bazı kitaplar vardır, üzerine yazılmış yazıları okumuşsunuzdur ve kitap size hiç mi hiç sempatik gelmez. Orwell’in romanı da benim kişisel tarihimde böyle bir yere denk düştü. Okumadım. Okumayı da hiç arzulamadım. Hele hele Orwell’in CIA bağlantısı vs. başlıkları belgelerle de kanıtlanmışken, “Cadı Avı” sırasında, “Kızıl tehlike” zamanlarında zat tarafından epey bir listelemeler yapılmış, listeler gelmiş ve gitmişken…
Ama son dönemde farklı platformlarda; “kapitalizmle olmuyor işte, sosyalizm gerek dünyaya” dedikçe, birbirine benzemez pek çok kişinin ağzından aynı kitap zikredildi durdu. (Radikal sağdan-sola başlayınız, boşlukları doldurunuz.)
“Sen 1984’ü okumadın mı Şule?”
“Orwel anlatmış işte, oku bak onu sen!”
“Bir devrimi korumak için diktatörlük kurulmaz, devrim diktatörlük kurmak için yapılır. Cık cık cık…”
“İşte olanlar ortada, zaten tek ülkede mümkün mü?”
“Gelelim Orwell’in CIA ajanı olması konusuna, gerçekten de bu şeyin çok sinsice bir itham olduğunu düşünüyorum.”
“Off işte bunlar hep Stalinist”
“Kısa bir araştırma yaptıktan sonra yazıların daha çok Stalinistlerce yazıldığı gerçeği ile karşılaştım!”
(İç ses; “püfff satanist gibi bişey mi bu?”)
“Eğer Orwell’i anti-komünist olarak damgalarsak, Sovyetler deneyimini de komünizm olarak kabul etmek gerekir, değil mi ama?!”
“İçimden bi yerlerde hem istiyorum, ama ya ‘1984’ gibi olursa diye istemiyorum, ne yapsak Şule?”
Uzatmayalım. Orwell’in yazmış olduğu kitap 1945’te yayımlanır ve “Soğuk Savaş atmosferi” kıvamlandıkça pek bir popüler bir propaganda aracına dönüşür. Pompalanır da pompalanır ve tüm dünyaya CIA eliyle dolaştırılır… Bizde de, 1954’te “Milli Eğitim Bakanlığı” tarafından Halide Edip’in çevirisiyle yayımlanır.
Şimdi kitaba dönersek, romanın sloganı:
“Savaş Barıştır
Kölelik Özgürlüktür
Bilgisizlik Kuvvettir.”
Parti bunu şiar edinmiştir ve bu çerçeveden toplumu; “zombiler toplumu”na dönüştürmüştür. Dayandığı güç proleterlerdir. Ancak onlar nasıl mı resmedilir?
“Proleterler, yönetimsiz bırakıldıkları zaman Arjantin’in ovalarına salınıverilmiş sığırlar gibi, doğal buldukları ilkel bir yaşam birimi geliştirmişlerdi. (…) Ağır bir çalışma hayatı, ev ve çocuk sorunu, komşularla ufak-tefek tartışmalar, sinema, futbol, bira ve her şeyden önemlisi kumar, akıllarının ufkunu doldururdu. Onları denetlemek zor değildi. ‘Düşünce Polisi’nin birkaç casusu aralarında dolaşır, yalan-dolan söylentiler yayar, tehlikeli olabileceği düşünülen bireyleri saptar ve ortadan kaldırırlardı; ama ‘Parti’nin ideolojisini kendilerine aşılamak için hiçbir girişimde bulunmazlardı.(…) Eğer proleterler herhangi bir gereksinim duymuş olsalardı, ibadete ve dine bile izin verilecekti. Kuşkunun sınırları dışındaydılar. ‘Parti’nin sloganında belirtildiği gibi; ‘proleterler ve hayvanlar özgürdü.'”
Devam etmeyeceğim, romanın ilk satırlarından itibaren görülen “nefret”, “kin”, “kan”, “irin”in bu denli kaba-saba verilmesine rağmen nasıl olup da kelli-felli eleştirmenlerin bu romanı alkışladığını anlayabilmek pek mümkün görünmüyor.
Sözgelimi “Can Yayınları”ndan çıkan bu romanı Celal Üster çevirmiş.
Yazdığı önsözde kitapla arasındaki ilişkiyi anlatmış. Birkaç kez okumuş, ikinci okuyuşu 20li yaşlarında “Mamak Cezaevi”nde imiş. Romanın kahramanı Winston’un duyduğu postal seslerini her gün o da duyuyormuş.
Üster, Orwell’in portresini çizerken “Hayvan Çiftliği”nin serüveninden şöyle söz ediyor:
“Ama çok geçmeden Soğuk Savaş’ın boy atıp gelişmesiyle birlikte, Batı dünyası, özellikle de ABD’nin tutucu çevreleri, Hayvan Çiftliği’ni Sovyetler Birliği’ne karşı kullanabilecekleri düşünsel bir araç olarak görmekte gecikmedi. Onlara göre Orwell ‘nedamet getirmiş bir komünist’, Hayvan Çiftliği de Ekim Devrimi’nin nereye vardığını ‘tüm açıklığıyla gözler önüne seren’ bir kitaptı.”
Üster’e göre zavallı Orwell ne oraya, ne buraya yaranamamış…
Amaaaa Üster’in kalemiyle “1990’ların başında ‘zeval bulan’ sosyalist uygulamanın bağrında taşıdığı düşkünlükleri hedefleyen yürekli bir yerginin, gözüpek bir uyarının yattığı görülecektir” diye sürdürmüş…
Önsözü merak edenler okuyabilir. Zavallı “mağdur Orwell”, romandan kazandığı parayla İskoçya’nın Batı kıyısında Jura adasında bir ev almış ve hemen “1984”ü yazmaya oturmuş…
Yukarıda sözünü ettiğim gibi, roman tek başına roman değildir…
Sakın unutmayın…
[Şule Süzük Toker, 5 Haziran]
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
“‘1984’: Liberallerin Kur’ân-ı Kerim’i”
Şule’nin yazısını yukarıda okudunuz.
Gördüm ki; aynı dertten muzdaripmişiz.
Ben de bir süredir yaygın bir “Orwell ve ‘1984’” goygoyu gözlemliyordum.
Bu yüzden ergenlik yıllarımda ite-kaka okuduğum kitabı politik bir gözle tekrar okuma ihtiyacı hissedip, eleştirel notlar almıştım. Bu yazı, o notların ürünü ve Şule’nin yazısına bir ek niteliğine. O; yazısında esasen Orwell’e odaklanmış, ben ise eleştiriyi “1984” ile sınırlı tutacağım.
“1984”e yönelik artan ilginin sebebinin; “AKP gericiliğinin yarattığı baskı ortamı” olduğu açık, bu yüzden bir yanlışa işaret ederek başlayalım:
“1984”te eleştirilen “totalitarizm” değil; “Sovyet sosyalizmi”dir. Orwell bu konuda öyle takıntılıdır ki, “Büyük Birader’in (The Big Brother)” kitaptaki tasviri aynen Stalin (sayfa 40), ve bir numaralı devlet düşmanı olarak gösterilen Goldstein’ınki aynen Troçki’dir (sayfa 36). Temel argüman ise sosyalizmin ütopik bir düşünceyken güzel olduğu; ancak “1900’den başlayarak ortaya çıkan her değişkesinde, özgürlük ve eşitliği sağlama amacının giderek daha açık biçimde terk edildiği”dir (sayfa 234). Kitabın geçtiği “karanlık gelecekte” dünyayı oluşturan üç devletten; Okyanusya “İngiliz Sosyalizmi”, Avrasya “Neo-Bolşevizm”, Doğuasya ise “Ölüme Tapınma” ideolojisiyle yönetilmektedir ve bunların üçü de sosyalizmin varyantıdır, “aralarında gerçek bir ideolojik ayrım yoktur” (sayfa 216). Nitekim bu ülkelerin üçünde de bir tür “kendine yeterli savaş ekonomisi” hâkimdir ve yeni pazar arayışı bitmiştir (sayfa 217).
Böylesi bir anti-komünizm; devrim fikrine de küfretmeden duramaz. Buyrunuz: “Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz, diktatörlük kurmak için devrim yapar” (sayfa 298).
İkincisi; kitap dümdüz, “kaba-saba pozitivist”tir ve ne yazık ki bu özelliği ile islamcı irrasyonellikten bıkmış, bilimsel düşünceden yana eğitimli insanları cezbeder. Kitabın en önemli kısmını oluşturan işkence diyaloglarında O’Brien, Winston’a “Parti, iki artı iki beş eder derse, beş eder” önermesini dayatmadan önce gerçekliğin nesnel ve insana dışsal değil, insan zihninde bir şey olduğu ve Parti’nin gerçeklik tasavvurunun doğrunun ta kendisi olduğunu savlar (sayfa 283). “Doğa yasalarıyla ilgili 19. yüzyıl düşüncelerini kafasından atması gerektiğini, doğa yasalarını Parti’nin yaptığını” söyler (sayfa 300).
Bu, kitabın ideolojik bam telidir. Orwell, Parti’ye bu düşünceyi atfederek ve tam karşısına konumlanarak; insanın gerçekliği şekillendirme ve tarihe yön verme becerisini tamamen yadsır. Orwell’in sunduğu insan; doğa ve tarih karşısında nesnedir, etkisizdir. Sosyalizmin amacı ise; tarifi imkânsız gaddarlıklar yaparak, normal koşullarda insanın etkileyemeyeceği, insana dışsal olan “ilerlemeyi durdurmak ve tarihi seçili bir anda dondurmak”tır (sayfa 234).
Ama salağın teki olmayan Orwell, sosyalizme irrasyonel bir iradecilik atfeden ve kendisini çok kaba bir materyalizme hapseden bu düşüncenin, diyalektik eleştiri karşısında dayanıksızlığının farkındadır. Bu yüzden kitap boyunca diyalektik yöntem; “iki çelişik inancı aynı anda zihinde tutmak ve ikisini de kabullenmek” (sayfa 245-46) olarak tanımlanan “çiftdüşün” kavramıyla karikatürize edilir. Zaten asıl metinde bu kelime; “diyalektik” kelimesinin çarpıtılması olan “doublethink”tir.
Konunun cahili olmayan herkes diyalektiğin bu olmadığını bilir, ama zaten Orwell’in hedefi konunun cahili olan büyük çoğunluğu diyalektik düşünceyle tanışmadan zehirlemektir. Kitap bu yüzden neredeyse yazıldığı günden bu yana ABD ve başka onlarca ülkede ortaöğretim müfredatının parçasıdır.
Üçüncüsü; hayatında Sovyetler Birliği’ne bir kere dahi gitmemiş olan Orwell, 1984’te herhangi bir AKP ilçe teşkilatı yöneticisini hayran bırakacak bir cahil cesareti sergiler. Parti’nin; cinselliği baskılayarak tatminsizliğin yarattığı sıkışmışlıktan “politik enerji devşirdiğini” (sayfa 162), nihai amacının “cinsel ilişkiden zevk almayı tümden yok etmek olduğunu”, bunun için “Seks Karşıtı Gençlik Birliği” gibi örgütler kurduğunu sallar (sayfa 90-91). Sosyalist toplumda “bilimsel ve teknik ilerlemenin (…) asla var olamayacağını” (sayfa 219) “sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacağını” (sayfa 303) iddia eder.
Peki, o zaman, bütün muhafazakârların derdi neden Sovyetler Birliği olmuştu?
Oradaki cinsel özgürlük ve geleneksel ailenin önemsizleşmesi neden “allahsızlığı yayma kürsüsü” parodilerine konu oluyordu?
Emperyalizm, bilim ve sanat dünyasına yönelik en önemli manipülasyon aleti olan “Nobel ödülleri”ni neden çeşitli dallarda, defalarca, Sovyet vatandaşlarına vermek zorunda kaldı?
“Uzay”ın kapılarını insanlığa nasıl Amerikalılar (veya Türkler!) değil de Sovyetler açtı?
“Sputnik” başarıyla yörüngeye oturtulduktan sonra ABD’nin tüm eğitim müfredatı neden değiştirildi?
Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça.
Ama bütün tutarsızlıklarına rağmen “1984”ün etkili olmaya devam edebilmesinin çok basit bir sebebi var:
Bir cahil islamcı için “Kuran” neyse, ortalama liberal için “1984” odur; okunmaz, ama hakkında bolca atıp tutulur.
Pek çok “‘1984’ goygoycusu”nun kitap hakkındaki bilgisi sağda-solda okuduğu (bir kısmı uydurma) alıntılar ve başta “Terry Gilliam”ın “Brazil’i (http://www.imdb.com/title/tt0088846/)” olmak üzere sinema uyarlamalarıyla sınırlı. Bu denli alçakça bir metni hiç utanmadan bol keseden kullanabilmelerinin temel sebebi bu.
O hâlde aynısını yapmamak, kitabın tutarsızlıklarını her tartışmada masaya koyacak kadar bilmek de bizim işimiz olmalı.
Not: Parantez içindeki numaralar; alıntıların, kitabın “Can Yayınları” tarafından yapılan 32. baskısındaki sayfalardır.
[Nevzat Evrim Önal, 7 Haziran]
(Bu yazı Murat Uyurkulak’ın son kitabı “Merhume”nin bir eleştirisi olarak okunabilir.)
“Aptallaşma”, “aymazlık” ve bunlardan üreyen “dayanılmaz çürüme”…
Her gün, sokağa her çıktığımızda, haberleri açtığımız her an karşımızda. Devlet kuralsızlaştıkça, “millet” de kuralsızlaştı. Devlet aptallaştıkça, milleti de aptallaştırdı. Devlet çürüdükçe, milleti de çürüttü ve sonunda, diktatörün her fırsatta aşağıladığı kabile devletlerinde yaşanmayacak rezillikler sıradanlaştı.
İnsanlık öyle terki diyar eyledi ki ülkeden, islamcı bir karikatür dergisinde Berkin Elvan; dişleri sivri, gözü dönmüş bir canavar olarak çizilip, yanına da alnından ok çıkartılıp “tekkaş” diye açıklama yazılabiliyor.
Ve bu ortamda insan kalmaya çalışan biz, Umut Sarıkaya’nın “Toplum Gergin” karikatüründeki gibi burnumuzdan soluyarak geziyor; her akşam kendimizi eve ya da gettolaşıp sıkıştığımız “modern mahalle”mize zor atıyoruz. Bilhassa son günlerimiz sosyal medyada, 3 yıl önce bugün Taksim’de görkemli bir halk ayaklanmasına dönüşen “Haziran Direnişi”ni anmakla geçiyor ama dileklerimiz “ah keşke bir daha olsa”dan öteye geçmiyor. Şahit olduğumuz her alçaklıkta umudumuzdan bir parça daha kopuyor. Bu ülkede tutunabileceğimiz her şeyin elimizden kayıp gittiğini düşünüyoruz.
Ve umudu yeşertmenin bir yolunu bulamadıkça, biz de çürüyoruz.
Yazdığı “Merhume”de, çukurun dibini bulmak için var gücüyle kazmış Murat Uyurkulak; kendimizi toplamazsak hepimizin varacağı sonu gösteriyor!
Okudukça öfkelendim; ama yazardan ziyade bize (Marquis de Sade, 1740-1814) “De Sade”ın postmodernize edilmiş bir kopyasını roman diye kakalamaya çalışan toplumsal düzene. “Çöküntünün edebiyatı”, “çürümenin estetiği”, “uygarlığın yıkıntıları”nda yitirdikleri değerlere bir yas tutup bin lanet ederek gezinen yamru-yumru insanların öyküleri…
“Merhume”nin sayfalarında insanlık “‘Ekşi Sözlük’ ekşiliği” ve “‘İnci Sözlük’ ağzıyla”, elbirliğiyle kazdığı lağım çukurunda debeleniyor; arada bir yerde ise Uyurkulak, kazma sallamaya ara verip çukurun dibinden bağırıyor: “Nazizmi yenen Kızıl Ordu, onbinlerce kadına tecavüz etmiş bir çapulcu sürüsüydü” diye.
O çukurun dibine böyle varıldı; insanlığın zaferlerine, değerlerine, güzelliklerine sırt çevrilerek, çamur atılarak. Ve kazmaya devam edildiği müddetçe hep daha kötüsüne, hep daha iğrencine ulaşılacak.
“De Sade” da buna benzer bir çürüme çağında yazıyordu, hâttâ yazdıkları yüzünden hapsedilmişti. Devrim onu hapisten çıkartıp “Kurucu Meclis delegesi” yaptı; hâttâ mahkemelerinde yargıçlık görevi verdi. Ama sene 1793’e gelip de, tarihin önünden güzellikle kaldırılamayacağı anlaşılan engeller giyotinle temizlenmeye başladığında, aristokrat eskisi “vatandaş ‘De Sade'” yan çizdi. Ona göre, bir orgazm uğruna şiddet, işkence mubahtı; ama, halkın onurlu, devrimci öfkesini paylaşacak bir insanlığı kalmamıştı.
“De Sade”ın sırt çevirdiği devrim sonunda boğuldu. Devrimi boğan Napolyon, “De Sade”ı da tekrar içeri attırdı. Sadizmin isim babası, hayatını bir akıl hastanesine beş parasız tamamladı. Son nefesine kadar da kız çocuklarının peşinde dolandı.
Kuşkusuz ki bu öyküde, her liberal için alınacak bir ibret var!
Tarihin güzelliklerine, insanlığın büyük başarı ve eserlerine sırt çevirenler, insanlıktan da istifa eder.
Onlar için yapılabilecek bir şey yok.
Ne var ki; bugün, bu bataklıkta “insan kalmayı başaramayan herkes” boğulacak. Bu yüzden çırpınır gibi güzellik peşinde koşuyor, kedi yavrusu videolarıyla avunmaya çalışıyoruz. Ama böyle, “kolay kurtuluş” yok. Bataklığı kurutmazsak; çırpındıkça batacağız ve sonunda küfünde, leşinde, sıtmasında boğulacağız.
Tutunabileceğimiz bir tek şey kaldı: “İnsana inanç”, “tarihe güven” ve bu ikisinden beslenen “mücadele”!
Son olarak:
“Mücadele ettik de ne oldu?!” sorusu, bugünlerde her “Gezi anması”nın dile getirilmeyen refakatçisi. Oysa doğru soru: “Mücadele etmezsek ne olacak?!”
Olacak olan şu:
Mücadeleyle bir şey kazanılmayacağına inanan, er ya da geç mücadelesiz bir şeyler kazanılacağına da inanır.
Sadaka kültürüne biat eden yoksullarla, kalemini şeriatçılara satan liberal; bu aşağılık düşüncede buluşuyor. İslamcılığın ülkeyi çürütmesini sağlayan hastalıklı düşünce bu; ve mücadele etmezsek, aynı düşünce hepimizin kişiliğini, insanlığını çürütecek.
Bu ülkede mücadele etmek, insan kalmanın tek yolu artık!
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/merhume/386443.html/ )
[Nevzat Evrim Önal, 31 Mayıs]
zayıf bir Orwell eleştirisi.
Uyurkulak’ın romanı iyi bir roman değil. Fakat yazıyı yazan arkadaş başka bakımlardan alınmış. Oysa Kızılordu’nun alman kadınlarına tecavüz ettiği doğru.
FED’in Haziran veya Temmuz 2016’da faiz arttırma olasılığı, ABD’deki istihdam verilerinin kötü gelmesi sebebiyle azaldı.
Eylül ve Aralık 2016’da faiz arttırma olasılığı devam ediyor.
İngiltere’nin AB’den çıkma kararı alması,
8 Kasım 2016 ABD başkanlık seçimlerine giden süreçte “sallantıların şiddeti”nin ne seviyelerde olacağının kestirilememesi,
ABD içindeki enflasyonun beklenen kuvvette yükselmemesi,
Dünya genelinde “ticaret daralması”nın sürmesi,
Yukarıdaki “en temel” 4 sebep nedeniyle:
FED’in (ABD Merkez Bankası) Temmuz, Eylül ve Aralık 2016’daki “faiz arttırım planları” sekteye uğramıştır.
201’e…
Bu Orwell eleştirisi aklın kötüye kullanılması, bir “sabitfikirin” fikir çarpıtmalarıdır…
sıralayalım..
1. “1984″te eleştirilen “totalitarizm” değil; “Sovyet sosyalizmi”dir.”
—Demek öyle; yani Stalin-Sovyet “sosyalizmi” totaliter değildi.. Ne acınası bir “arkadan dolanma” hamlesi..
2. “Orwell bu konuda öyle takıntılıdır ki, “Büyük Birader’in (The Big Brother)” kitaptaki tasviri aynen Stalin (sayfa 40), ve bir numaralı devlet düşmanı olarak gösterilen Goldstein’ınki aynen Troçki’dir (sayfa 36). ”
—Ne olmuş yani; yalan mı? “Orwell takıntılı…” Adam takıntılı değil; körlere-sağırlara anlatmak için çırpınıyor.. Kör de ona “takıntılı” diyor. Bu sözcüklerle de eleştiri yaptığını zannediyor.. Bir “ileri zeka!”
3. devrim fikrine de küfretmeden duramaz. Buyrunuz “Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz, diktatörlük kurmak için devrim yapar” (sayfa 298).
—Bu küfür mü yani? Sn zamanlarda gözlüyorum; puta tapar dogmatik akıllılar, sıradan eleştiriye bile “küfür” diyerek celalleniyor. Mağdur ayakları… Adam haksız değil.. Pratik tam da böyle oldu… İtiraz neye?
4. İkincisi; kitap dümdüz, “kaba-saba pozitivist”tir..”
— Bu tam da Stalin’in tanımı. Orwell SSCB-Stalin gerçekliğini en erken görenlerden.. Düşmanlıkları bundan olmalı; hâlâ göremeyenlerin o adamı eleştirmesi ne de anlaşılır bir katil psikolojisi.. Cinayet yerinden ayrılamıyorlar…
5. “ve ne yazık ki bu özelliği ile islamcı irrasyonellikten bıkmış, bilimsel düşünceden yana eğitimli insanları cezbeder.”
— Şikâyetin nedir? Tipik Stalinist retoriği..
6. Kitabın en önemli kısmını oluşturan işkence diyaloglarında O’Brien, Winston’a “Parti, iki artı iki beş eder derse, beş eder” önermesini dayatmadan önce gerçekliğin nesnel ve insana dışsal değil, insan zihninde bir şey olduğu ve Parti’nin gerçeklik tasavvurunun doğrunun ta kendisi olduğunu savlar (sayfa 283).”
Ne güzel anlatmış. J. Semprun yazmıştı. 1960’larda Partililer söylüyor; “parti dışında bilmektense yanılmak evladır..” N. E. Önal, tanımam, okumam; okunması gereksiz adam olduğu ne de açık.
7. “Doğa yasalarıyla ilgili 19. yüzyıl düşüncelerini kafasından atması gerektiğini, doğa yasalarını Parti’nin yaptığını” söyler (sayfa 300).
— Ne kadar da doğru.. İyi bakılsın.. Parti, SSCB-Lenin-Stalin pratiğinde Tanrılaştırılmıştır. Dolayısıyla doğa olaylarına da denilerek metaforik olarak yerinde bir anlatıdır.
8. “Bu, kitabın ideolojik bam telidir. Orwell, Parti’ye bu düşünceyi atfederek ve tam karşısına konumlanarak; insanın gerçekliği şekillendirme ve tarihe yön verme becerisini tamamen yadsır. Orwell’in sunduğu insan; doğa ve tarih karşısında nesnedir, etkisizdir. (sayfa 234).”
Sahtekarlık dolu cümleler. Gerçekliği “insan” şekillendirmez.. İNSANLIK şekillendirir. Çarpıtma incelikli..
Uzun zamandır böyle saçma bir cümle okumadım.. “Sosyalizmin amacı ise; tarifi imkânsız gaddarlıklar yaparak, normal koşullarda insanın etkileyemeyeceği, insana dışsal olan “ilerlemeyi durdurmak ve tarihi seçili bir anda dondurmak”tır.” Ne utanmaz, utanmaz sözük oyunları dolu bir retorik.
Konu “Sosyalizmin amacı” değil, sosyalist ideolojiyi kendine gerekçe kılanlar! Cümlenin eri kalanı da entel züppelik..
9. “…Konunun cahili olmayan herkes diyalektiğin bu olmadığını bilir, ama zaten Orwell’in hedefi konunun cahili olan büyük çoğunluğu diyalektik düşünceyle tanışmadan zehirlemektir..”
“Diyalektik” Stalin ve hempalarının ağzından çıktığında gerçekten tiksindirici oluyor. Orwell da bu saptamada yerden göğe haklıdır. Bu N. E. Önal gibileri de diyalektiğe tapıyor olmalı; secdeye yatmış, Diyalektiğin gözlerine bakamıyor olmalı; çarpılırım korkusuyla! Nice sığ zihinler, seminerlerde zerre anlamadıkları bu cafcaflı sözcüğü göz boyamak için kullanır. N.E.Ö da onlardan biri olmalı..
10 “Kitap bu yüzden neredeyse yazıldığı günden bu yana ABD ve başka onlarca ülkede ortaöğretim müfredatının parçasıdır.”
—Vay be! Nasıl da hedefi 12 den vurmuş! İşte tam da İslamcı geri zekalıların bilinen retoriği. Bir kitabı aşağılamak için ne acınası avuntu. Sefilleşmiş aciz ruh. Eleştiriye bak. Marks’ın Kapital’i de müfredatta. Ne olacak şimdi? (Stalinist güruh önünde sonunda böyle retoriğe sarılmak zorunda. Aklını, belleğini, zihinsel melekelerini yitirmişler gibi. )
11. “Üçüncüsü; hayatında Sovyetler Birliği’ne bir kere dahi gitmemiş olan Orwell…”
—Demek oraya gitmeyince eleştiriler hemen de boşa çıkar… Düzey giderek düşüyor. Gitse başına ne gelirdi? Ne utanmaz bir söylem. Kesinlikle öldürülürdü.
12. “… Sosyalist toplumda “bilimsel ve teknik ilerlemenin (…) asla var olamayacağını” (sayfa 219) “sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacağını” (sayfa 303) iddia eder…”
Yalancı. Bilim ve teknik de yalnızca ASKERÎ değil TOTAL bir gelişme olsaydı SSCB yıkılmazdı. Tüm toplumsal kaynaklar yalnızca ASKERÎ alana aktarıldı ve Stalinist tahakkümle harcanmış-çürütülmüş toplum yıkıldı gitti. Bu adam kendine yalanlar söyleyerek yaşıyor.
13. “Emperyalizm, bilim ve sanat dünyasına yönelik en önemli manipülasyon aleti olan “Nobel ödülleri”ni neden çeşitli dallarda, defalarca, Sovyet vatandaşlarına vermek zorunda kaldı?”
— Hangi ödüllermiş onlar. Yalancı. Saysın bakalım.
1933-1956 arasında Rusya’dan kimse yok.
Rusya Toplam 27..
ABD… 333
Birleşik Krallık .. 119
Almanya.. 102
Avusturya .. 19
Ne acınası yalanlar.. Bu 27 kişiden bir kısmı da muhalif insanlar…
—
Yanlış, “sapkın” bir fikir, insanlık düşmanı dogmalarda ısrar edenler zamanla acınası, sonra tiksindirici süreçlere mahkûm olur.. IŞİD, CHP gibi.. Stalinistler de…
Bu NEÖ yazısı, tanımam; “akıllı” biri olsa da akla-gerçekliğe ihanetin hazin sefaletine ait beyhude iftiralardır… Görüldüğü gibi..
Nobel ödülünde hatırlatma..
1920 öncesi alınanlar; ülkeyi terk edenler, Azerbecan-Ukrayna ve “muhalifler” çıkartılırsa, aldıkları nobel, o küçücük Avusturya’nın aldığı kadar olacaktır. Ve Hollanda’nın da aldığı kadar..
İsveç de 30 ödül almış…
***
Stalinistler artık yalanlarına kuyruk da takmak zorundalar…
Bu arada 3. şahıslara yazayım.. Katalonya’ya Selam’ı okuyun da G. Orwell’ın kim olduğunu anlayın… Stalinistlerin bu adama yaptıkları canavarlığı da görün..
G. Orwell hep yaşayacak; onlar şimdiden ölü… Kinlerinin sebebi de bu…