Yargının Bugün “Altın Devrini Yaşadığını” Söylemeye AKP Bile Cüret Edememişti
Doğu Perinçek, dün gece (20 Haziran 2017) Ulusal Kanal’da Rafet Ballı ile söyleşisinde “bir zirveye (veya rezalete) daha imza atmış” ve “Cumhuriyet yargısının bugün altın devrini” yaşadığını, bugün içeride Fetullahçılarla PKK’lilerden başka kimsenin olmadığını belirttikten sonra CHP’nin başlattığı “Adalet Yürüyüşü”nün, ABD destekli, Fetullahçı ve PKK yanlısı olduğunu ileri sürmüştür. Doğrusu, yargının “altın devrini” yaşadığını söylemeye AKP’liler bile cüret edememişti. Ve DP bunu da söyledi. Şaştık mı? Şaşmadık. Çünkü 2014 yılında başlayan AKP ile ittifak politikasının buraya varacağı o zamandan belliydi. Aslında bu çizginin başlangıç noktası 1975 yılındaki, “Sovyet sosyal emperyalizmi” politikasıdır. İzlenen çizginin bir mantığı vardır ve mantık daima iktidardakilere ya da güçlü iktidar adaylarına yamanmaktır. Durumun daha iyi anlaşılabilmesi için, 2014 Nisan’ında, AKP ile ittifak politikasının yeni başladığı dönemde yazılmış bir yazımı, başlığıyla birlikte güncelliyorum.
G.Z.
***
Yeni kuşak anarşistlerde anarşizmin her türlü ittifaka karşı olduğu gibi yanlış bir algı vardır. Oysa anarşizm, her türlü ittifaka değil, sadece devleti ve halihazır devlet iktidarını güçlendiren ittifaklara karşıdır; devleti ve halihazır devlet iktidarını tecrit eden ittifaklara ise taraftardır.
Genelde bir yanlış algı daha vardır. O da Mao zedung’un “düşmana karşı birleşilebilecek bütün güçlerle birleşmek ve düşmanı azami ölçüde tecrit etmek” stratejisinin yanlış olduğudur. Oysa yanlış olan, bu strateji değil, yanlış düşman ve dolayısıyla yanlış müttefikler tespitidir.
Mao zedung, 1930-1949 yılları arasında bu stratejiyi esasen doğru ve başarılı bir şekilde uygulamış ve sonunda kadim Çin devletiyle birlikte bu devletin aktüel temsilcisi Guomintang partisini yıkmıştır. Bunların yıkılmasında yanlış bir şey yoktu. Yanlış olan, bir devlet ve iktidarı yıkarken yerine bir başka devlet ve iktidar kurmaktı.
Biraz başlara dönüp kısaca bir özetleme yapalım. Çin Komünistleri, 1920’lerde Stalin ve Komintern tarafından Guomintang’la ittifaka zorlandılar ve bizzat bu devlet partisi tarafından ağır bir yenilgiye uğrayıp kırsal alanlara çekilmek zorunda kaldılar. Mao zedung, 1930’dan itibaren doğru bir devrim stratejisi izlemeye başladı. Baş düşman Guomintang’dı ve bu zorba güce karşı birleşilebilecek bütün güçlerle birleşmek gerekliydi. Aynı dönemde, Arif Dirlik’in Çin Devriminde Anarşistler kitabında (Türkçeye çevrilmemiştir, sadece benim bir özetlemem elyapımı broşür olarak Londra’da yayınlanmıştır) çok güzel anlattığı gibi, kendilerine “Paris anarşistleri” adı verilen bir kısım Çinli anarşist, Fransız modernist-anarşisti Elisée Reclus’un etkisiyle, Guomintang’la işbirliği çizgisi izlediler ve hatta anarşist kimliklerini gizleyerek, Çin’i modernleştireceğine ve demokratikleştireceğine inandıkları (bugünkü anarko-liberallerimizi hatırlayalım) Guomintang’a üye oldular, sonunda da bu partinin bir yan koluna dönüştüler. Sınıf mücadelesi yanlısı, anarko-komünist Liu Sifu öleli yıllar olmuştu ve onun takipçileri de Guomintang tarafından ağır baskı altına alınıp yok edilmişti. Bir kısım anarşist ise, 1917 devriminin etkisiyle komünist olmuştu. 1917 yılına kadar Çin’deki ana devrimci akım anarşizmdi.
Mao zedung, II. Dünya Savaşı öncesinde yine Stalin ve Komintern tarafından “baş düşman” tespitini değiştirmeye ve Japon emperyalizmine karşı Guomintang ile ittifaka zorlandı. O dönem Stalin’e açıktan kafa tutmak kolay iş değildi. Mao, “baş düşmanı” değiştirmiş gibi yaptı ama esasında değiştirmedi. Sadece Mançurya’yı işgal etmiş Japonları baş düşman ve Guomintang ve onun lideri Çan kayşek’i müttefik ilan etmiş gibi yaptı ama fiiliyatta yine Guomintang’ı tecrit etmeyi birinci planda tuttu. Çünkü ülke içindeki esas zorba gücün Guomintang olduğunu çok iyi biliyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Stalin, Batılı emperyalistlerle ittifak politikasının gereği olarak, Batılıların müttefiki Guomingtang’la ÇKP’nin ittifak yapmasını istedi. Mao zedung, sanki bunu uyguluyormuş gibi yaparak Guomintang’a “ittifak” çağrılarında bulundu ama aslında onu baş düşman almaya devam etti ve sonunda Stalin’e rağmen Guomintang’ı yenilgiye uğrattı. Böylece “baş düşmanı azami ölçüde tecrit et” politikasını başarıyla uygulamış oldu.
Mao’nun başarısı burada biter, çünkü bundan sonra artık kendisi bir iktidar gücü, üstelik dünya çapında bir iktidar gücüdür. Bundan sonra Mao’nun uyguladığı bütün stratejiler, emperyalist güçler arasında bir denge oyunudur. Bu denge oyunlarından, Mao’nun deyişiyle sadece “olumsuz öğretmen” olarak bir şeyler öğrenebiliriz ama devrimci strateji anlamında öğrenilecek bir şey yoktur. Bu böyle olmakla birlikte, Mao’nun, Çin’in kadim devlet ve iktidar güçlerini devirmek için uyguladığı strateji doğrudur, ondan öğrenecek çok şey vardır, hele Guomindang işbirlikçisi haline gelen bir kısım Çinli anarşistin reaksiyoner çizgileriyle karşılaştırıldığında kesinlikle devrimcidir ve anarşizmin özüne çok daha yakındır.
Buradan, Türkiye’deki Maocu harekete (ve onun baş temsilcisi konumundaki Aydınlık hareketine) geçebiliriz. Doğaldır ki, Maocu hareket Türkiye’de ilk ortaya çıktığı 1970 yılında Mao’nun stratejilerini biraz da dogmatik bir şekilde öğrenmeye ve izlemeye önem verdi. Maoculuğu bir tür köylü devrimciliği olarak algılayan İbrahim Kaypakkaya’nın 1972 yılında ayrılıp bir başka Maocu hareket inşa etmeye girişmesinden sonra da Aydınlıkçı-Maocu hareket, Kaypakkaya’nın birçok haklı eleştirisine rağmen, 1975 yılına kadar esasen devrimci bir hareket olarak değerlendirilebilir. 1975 yılında bu hareketin, iki süper devletin baş düşman olduğu tespitinden sonra (bunun nasıl benimsendiğini Yarılma’da ayrıntısı ile anlattım) hareket kesinlikle sağ bir çizgi izlemeye başladı ve bu sağ çizgi bugünkü ulusalcı-sosyalist çizgisine ulaştı.
Esasen Doğu Perinçek’in şahsında temsil edilen bu sağ çizginin özü neydi ve Mao zedung’un “düşmanı azami ölçüde tecrit et” stratejisi ile bir benzerliği var mıydı? Görünüşte böyle bir benzerlikten söz edilebilir ama esasında Mao’nun 1930-1949 yıllarında doğru bir şekilde uyguladığı bu stratejiyle taban tabana zıttır. Çünkü Mao zedung, bu stratejiyi doğru bir düşmana karşı uygularken, Doğu Perinçek, aynı stratejiyi yanlış düşmanlara karşı uyguladı ve dolayısıyla yanlış güçlerle müttefik oldu. 1975’ten günümüze kadarki bu yanlışlıklar silsilesinin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl bugün gelip AKP ile ittifak noktasına vardığını kısaca açıklamaya çalışacağım.
Doğu Perinçek (ve bir dönem benim de içinde yer aldığım destekleyicileri), 1975 yılından itibaren, her ne kadar baş düşmanın “iki süper devlet” olduğunu söylediyseler de aslında baş düşman olarak Sovyetler Birliği’ni aldılar. Bununla da kalmadılar, Sovyetler Birliği’nin işbirlikçisi olarak gördükleri ve o dönem “sahte sol” adını taktıkları Türkiye solunun aşağı yukarı tamamını da baş düşmanın içine kattılar. Baş düşmanı böyle tanımlayınca kaçınılmaz olarak Türkiye egemen sınıflarıyla ve bu sınıfın esas vurucu gücü olan Türk ordusuyla müttefik oldular. Doğu Perinçek açısından bunda bir yanlışlık yoktu. Çünkü onun esas stratejisi (Mao’nun tersine) iktidarı yıkmak değil, iktidarın yedek gücü rolünü oynayarak iktidara gelmek, en azından ona ortak olmaktı.
12 Eylül darbesi bu hesabı bozguna uğrattı. Çünkü 12 Eylülcüler, sadece kendilerine tehdit olarak gördükleri solu değil, sağı da hedef aldılar ve Aydınlık hareketini de aynı MHP gibi içeri attılar.
Bugünkü kuşaklar pek hatırlamaz, 1980’lerin ikinci yarısında, Aydınlık hareketi içinde, 12 Eylül’ü temsilen iktidara gelen ANAP konusunda bir tartışma oldu. Ben, esas darbenin, o gün iktidarı yürüten ve somutta 12 Eylül’ü temsil eden güç olan ANAP’a indirilmesi gerektiğini savundum. Doğu Perinçek ise, ANAP’ı müttefik olarak gördü (bu tartışmalar, o dönemde Aydınlıkçıların çıkardığı Saçak dergisinde ve 2000’e Doğru dergisinin okuyucu mektuplarına sıkışmış bir halde bulunabilir). Aslında Doğu Perinçek, 1975 yılında benimsediği stratejiyi yeni duruma uygulamaktaydı: İktidardaki güçten yararlanarak iktidara hamle yapmak ya da ortak olmak.
ANAP devri de geçti. Doğu Perinçek ve partisi, 1990’lı yılların ortalarından itibaren dümeni yeniden büyük bir iktidar gücü olan Türk ordusuna kırdı. Eğer ordunun iktidara el koyma ya da darbe planlarına destek olunursa pekâlâ iktidarın ortağı ya da yedek gücü olunabilirdi. Bu stratejiyle 28 Şubat’a kadar gelindi. 28 Şubat AKP iktidarına yol açtı ama ordunun iktidar iddiası sona ermemişti. Doğu Perinçek ve partisi ordunun iktidar iddiasına destek vermeye devam etti. Bundan sonraki gelişmeleri biliyoruz. AKP, orduyu tamamen kendi iktidarının denetimine almaya karar verdi ve ordu destekçilerini “Ergenekon davası” adını verdiği davadan, sahte ve uyduruk suçlamalarla içeri attı. Doğu Perinçek ve arkadaşları da aynı davadan yargılandılar.
Beş yıl süren yargılamanın ardından, AKP’nin tutukluluk süresini 5 yıla indiren bir yasa çıkarmasıyla Doğu Perinçek ve diğer Ergenekon tutuklularının büyük çoğunluğu dışarı çıktılar. Aslında Ergenekon tutuklularının dışarı çıkması, AKP iktidarının Bonapartist bir denge oyununun sonucu olmuştu. 17 Aralık’tan sonra iki cephede birden savaşamayacağını anlayan AKP, TSK ve Ergenekon sanıklarını serbest bırakarak onlara gizli bir ittifak önermişti. Açıkçası şuydu: “Fetullah Gülen ve Cemaati sizin de düşmanınız. Hatta sizi içeri attıran bütün tertiplerin ve sahte delillerin imalatçıları da bunlar (ki bu doğrudur). Şimdi benimle Gülen arasında çok çetin bir savaş var. Ben onların inlerine gireceğim. Bana yardımcı olun.”
Doğu Perinçek, daha dışarı çıkmadan yazdığı yazılarda bu ittifaka olumlu cevap vermiş ve “inlerine girme” girişimini desteklediğini yazmıştı. Dışarı çıkınca yaptığı konuşmalarda da bu tutumunu açıkça ortaya koydu. Recep Tayyip Erdoğan’ı “inlerine girsinler” diye yankıladı ve “hırsızlık propagandasının arkasında ABD var” dedi. Zaten Aydınlık gazetesinin dış politika sayfasında, satır aralarında başbakanın “Avrasya”cı olduğu işlenmekte, birinci sayfada AKP hükümetinin, Doğu Perinçek’in Avrupa’da “Ermeni soykırımı iddialarına” karşı kazandığı “başarı”yla ilgili tebrik mesajları yayınlanmaktaydı. Bugün Yeni Akit gazetesine verdiği röportajda ise gazeteci soruyor:
“O halde Tayyip Erdoğan’la da beraber mi olacaksınız?”
Doğu Perinçek yanıtlıyor:
“Evet, o konuda beraber olacağız. Yani F Örgütünün kökünün kazınmasında kim varsa. Çünkü Türkiye’nin Türkiye’den yönetilmesi için, Türkiye’de bir halk yönetimi, milli yönetim olması için bu şart. Hükümetin F Örgütüne karşı yaptığı her şeyde.”
Bu, hükümete açık bir ittifak çağrısı değil, hükümetin yaptığı üstü kapalı ittifak çağrısına açık bir kabul cevabıdır. Bunun devamı da gelecektir.
Şaşılacak hiçbir şey yok. 1975: Sola karşı Ordu ile ittifak; 1985: Özgürlükçü güçlere karşı ANAP ile ittifak; 1995: Demokratik güçlere karşı Ordu ile ittifak; 2005: Kürtlere ve sola karşı Ordu ile ve aşırı milliyetçi unsurlarla ittifak; 2014-(15): Diktatörlük karşıtlarına karşı AKP diktatörlüğü ile ittifak.
Bu çizgi iyi incelendiği zaman sonuç açıkça ortaya çıkacaktır: İktidarı ele geçirmek ya da en azından ona ortak olmak için iktidardaki güçlere yedeklenmek ve halihazır iktidarla simbiyotik bir ilişki içinde olmak.
Bunun, Mao’nun “düşmanı azami ölçüde tecrit et ve birleşilebilecek bütün güçlerle birleş” stratejisiyle hiçbir ilişkisi yoktur, hatta tam zıddır. Mao, 1930-49 arasında bu stratejiyi iktidarı tecrit etmek için başarılı bir şekilde uygulamıştır. Doğu Perinçek ise daima halk düşmanı devlet güçlerini ya da diktatörlükleri desteklemiş, onlarla birleşerek devlete ve iktidara karşı mücadele eden özgürlükçü güçleri tecrit etmek için çabalamıştır.
AKP diktatörlüğünün hizmetine çoktan girmiş, eski Aydınlıkçılar, Halil Berktay, Ethem Sancak, Kayahan Uygur ile çiçeği burnunda müttefik Doğu Perinçek diktatörün önünde kucaklaşmaktadır.
Gün Zileli
7 Nisan 2014
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/04/07/perincek-mao-ve-ittifaklar-sorunu-uzerine/#ixzz4kcJCv4f6
“Yeni kuşak anarşistlerde anarşizmin her türlü ittifaka karşı olduğu gibi yanlış bir algı vardır. Oysa anarşizm, her türlü ittifaka değil, sadece devleti ve halihazır devlet iktidarını güçlendiren ittifaklara karşıdır; devleti ve halihazır devlet iktidarını tecrit eden ittifaklara ise taraftardır.”
Bence bu tanim o kadar eksik ki, yanlis olmasi degil asil mesele.
‘Kullanisli aptal’ uretmege fazlasiyla musait.
Anariszmi sadece ‘devlet’e “ve halihazır devlet iktidarını güçlendiren ittifaklara karşı” olarak tariflerseniz, geriye ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’ cinsinden cok buyuk bir bosluk kalir.
Yani, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’i dahil etmezseniz, onlari gozardi ederek vaftiz etmis olursunuz.
Halbuki, daha dun buraya eklediginiz (‘Ernesto’nun Dağları’nda da çiçekler açar mı? http://www.gunzileli.com/2017/06/20/ernestonun-daglarinda-da-cicekler-acar-mi/ ] yazida da, acik secik anlatildigi gibi, bircok orgut tam anlamiyla ‘devlet’ gibi –hatta, cogu zaman da ‘devlet’ten de beter– davranir.
Siz, yukaridaki tanimda, sadece ‘devlet’i zikrederseniz, geriye bu yapilari –elestiriden ve karsi olmaktan uzak ve muaf– birakirsiniz.
Birakiyorsunuz.
Bunu bilerek mi, yoksa farkinda olmayarak mi yapiyorsunuz; bilmiyorum.
Ama, surasi cok da tartisma gerektirmiyor: Sizin taniminizi baz alan herhangi birisi, bu tur orgutler icin –otomatik olarak– ‘kullanisli aptal’ oluveriyor.
Bu acidan da bakip, belki tekrar gozden gecirmek isteyebilirsiniz.
“Genelde bir yanlış algı daha vardır. O da Mao Zedung’un ‘düşmana karşı birleşilebilecek bütün güçlerle birleşmek ve düşmanı azami ölçüde tecrit etmek’ stratejisinin yanlış olduğudur. Oysa yanlış olan, bu strateji değil, yanlış düşman ve dolayısıyla yanlış müttefikler tespitidir.”
Ben, sizin (henuz bitmemis oldugunu zannetigim) Aydinlik taifesi ile olan hesabinizi bilemem; ama, Mao’nun sozkonusu stratejisini belirlerken ‘acaba buna Anarsistler ne der?’ diye dusundugunu pek zannetmiyorum.
Yani, sunu demek istiyorum: Amac basarili olmak ise, o hedefe ulasacaginizi dusundugunuz adimlari atarsiniz, o yonde ittifaklar kurarsiniz.
Yani, aklinizi kullanirsiniz.
Ileride birgun, rahat koltugunda oturan birisi, cikip sizi Anarsizmin (ya da baska bir ideolojinin) mihenk tasinda inceleyebilir, elestirebilir.
Fakat, sizin icin, bu onemli degildir.
Cunku, basarinin mazereti yoktur; ve basarisiz olmussaniz, cogu zaman –elestiriye bile deger bulunmayan– bir dipnot olarak kalirsiniz.
Bundan dolayi, dindarlarin ‘azam’lar, ‘hazret’ler filan uzerinden yaptigi seyi (deferring to authority), baskalarinin Marx, Lenin, Stalin veya Mao vb uzerinden yapmalarini gorunce garipsiyorum.
10 yıl sonra yeniden Ergenekon davası
Yargıtay’ın bozduğu karar sonrası yeniden görülmesine başlanacak Ergenekon davasının ilk duruşması bugün yapılıyor.
Dönemin özel yetkili İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan Ergenekon davasında karar 5 Ağustos 2013 tarihine çıkmıştı. Mahkeme bu kararında eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a müebbet, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e ağırlaştırılmış müebbet, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’e 2 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 99 yıl hapis, Tuncay Özkan’a ağırlaştırılmış müebbet ve diğer suçlardan 22 yıl 6 ay hapis emekli Orgeneral Hurşit Tolon’a ise müebbet cezalarına çarptırılmıştı.
Mahkemenin verdiği kararın ardından dosya Yargıtay’a gitti. Ancak Yargıtay Ergenekon terör örgütünün varlığına ilişkin somut delil ortaya koyulamadığı ve yargılamada usullere uyulmadığı gerekçesiyle bozdu.
Yargıtay’ın bozmasının ardından İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşma bugün görülecek. Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı’ndaki duruşmaya aralarında, eski Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin, Prof. Dr. Yalçın Küçük, Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, eski Genelkurmay Adli Müşaviri Tümgeneral Hıfzı Çubuklu, eski Belediye Başkanı Gürbüz Çapan, eski Emniyet Müdürü Adil Serdar Saçan’ın da olduğu çok sayıda sanık katıldı.
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ise duruşmaya katılmadı. Başbuğ’u avukatı İlkay Sezer temsil edecek.
Bugün yapılacak duruşmada Yargıtay kararının okunmasının ardından sanıklara karar uyulup uyulmaması yönünde görüşleri sorulacak.
http://www.hurriyet.com.tr/10-yil-sonra-yeniden-ergenekon-davasi-40496887
‘Bunu bilerek mi, yoksa farkinda olmayarak mi yapiyorsunuz; bilmiyorum. Ama, surasi cok da tartisma gerektirmiyor: Sizin taniminizi baz alan herhangi birisi, bu tur orgutler icin –otomatik olarak– ‘kullanisli aptal’ oluveriyor. Bu acidan da bakip, belki tekrar gozden gecirmek isteyebilirsiniz.’
okuduğunu anlamadığın için, teraneler türetiyorsun.
dediği şu: ilk hedef ‘devlet’tir. geriye kalan bütün her şeyle mücadele etmek, sonradır. ‘devlet’e karşı mücadele etmek için, gerekirse (senin ifadenle) ‘kullanışlı aptallar’la da, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’le de müttefik olunmak zorunda kalınabilinir, tarihin akışı bu müttefikliği (taraflar hiç istemese de) dayatabilir.
sanki, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’den bir senin haberin var, başka kimsenin haberi yok, bu nedenle atlamış.
hadi ordan.
Dpnin bir hic oldugunu goremiyor,anlayamamiyorsunuz..
Daha gecenlerde bahceli ve Erdogan nin onu asagilamasi ittifak,mittifak gibi deveyle pireninin peri masali Politikalari olmadigini bir guzel belirtiler..
Bence bahceli, Erdogan bile ilkeli.
Ittifak oyunlari sicak savasta soz konusu olur.
Yoksa aptallarin Isi..
“dediği şu: ilk hedef ‘devlet’tir. geriye kalan bütün her şeyle mücadele etmek, sonradır. ‘devlet’e karşı mücadele etmek için, gerekirse (senin ifadenle) ‘kullanışlı aptallar’la da, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’le de müttefik olunmak zorunda kalınabilinir, tarihin akışı bu müttefikliği (taraflar hiç istemese de) dayatabilir.”
Detaylarindan emin olmak icin baktim: https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_life_expectancy
Turkiye’de ortalama omur beklentisi, kadinlar icin, 78.9 sene; erkekler icin ise 72.6 sene…
Ilk hedef ‘devlet’ ise, ve geri kalani bekleyebilir ise, ‘devlet’i yikmak icin eger 70+ sene gecmis ve basarili olunMAmissa, ilgili ‘devrimci’ garibim coktan sizlere omur.
Baska bir deyisle, ‘once devlet; digerlerine sonra bakariz’ yaklasimi, esasen, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e hic bakMAmak anlamina geliyor.
Ya da, soyle de soyleyebiliriz: Sizin yaklasiminiz, her defasinda, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e 70+ sene avans veriyor.
Bir de, tabii, su var: Bir devlet yikildiginda onun yerinde vakum olusmuyor; baska bir ‘devlet’ peydahlaniyor. Bu durumda, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e sonsuza dek iltimas gecmis oluyorsunuz.
Kime nasil iltimas gectiginize karisamam; ama, bunu zulme, diktatorluge ve baskiya filan karsi oldugunuzu soyleyerek yaptiginizda, gozardi ettiginiz zulum, diktatorluk ve baski ‘cep’lerinin toplaminin ‘devlet’ten daha buyuk olabilecegini baska hic kimsenin gormeyecegini varsayMAmalisiniz.
4 Ocak 1991
Zonguldak
“Silkele başkan düşüyorlar”
https://www.youtube.com/watch?v=lXwh5mcwc8k
15 Haziran 2017, Büyük Adalet Yürüyüşü’ne selam olsun!
Sayın Zileli’ye bir soru.
Siz AKP/Erdoğan rejimi gibi Kemalist diktatörlük rejimine de elbette karşısınız. Fakat o dönem geride kaldığı için bugün Mustafa Kemal’i putlaştıran, Tek Parti dönemini altın çağ gören Kemalistlerle birlikte AKP/Erdoğan rejimine karşı mücadele etmeyi de tabii ki onaylıyorsunuz birçok kişi gibi.
Peki, farzedelim AKP ve Erdoğan’dan sonra başka bir otoriter rejim ya da diktatörlük geldi. Ve Erdoğan’ı putlaştıran, AKP dönemini altın çağ gören muhalifler de bu diktatörlüğe karşılar. Siz o gün o diktatörlüğe de karşı olacağınıza göre bugünkü muhalif Kemalistler gibi onlarla ittifak kurmayı da onaylar mısınız?
Peki, o zaman sizin ve sizin gibi birçok kişinin AKP/Erdoğan diktatörlüğüne karşı bugünkü sert tavrı hatırlatılsa, o günkü AKP’liler, Erdoğancılar da bu nedenle size cephe alsalar ne olur, ne dersiniz?
Yukarıdaki yorumum geldiyse benzer bir sorum daha olacak.
15 Temmuz girişimi başarılı olsaydı 27 Mayıs -ve belki 9 Mart- gibi otoriter bir iktidara son veren, dolayısıyla özgürlüklerin önünü kısmen de olsa açan bir yönetim gelecekti görüşündesiniz sanırım. Ben de öyle olurdu zannediyorum.
Sorum şu. DİP’in yayın organı Gerçek gazetesi de geçenlerde bir yazısında bu ihtimale değinmişti. G.kurmay ve MİT’in emir-komuta zincirinde bir darbe düşündüğü, buna engel olmak için rakip 15 Temmuz cuntasını tasfiye ettiği güçlü bir ihtimal.
Şimdi bu ihtimal tekrarlanır da AKP/Erdoğan rejimine karşı ABD/NATO destekli 12 Eylül tipi (yapacakları zulüm 12 Eylül’deki kadar olamayacak olsa bile) klasik bir darbeyle askeri-faşist diktatörlük gelse ve AKP/Erdoğan’dan bile daha kötü olsa… Bu ihtimale şimdiden hazırlanmak gerekmez mi?
Belki onlar da buna şimdiden hazırlanıyorlardır. Bugün herkesin dikkatinin AKP/Anti-AKP, Erdoğan/Anti-Erdoğan çatışmalarında olması da onların işine geliyordur. Ne dersiniz?
Devletin şu iki özelliğini herhalde herkes kabul edecektir;
1) Devlet, sosyal hizmetlerin en büyük / ana kaynağıdır.
2) Devlet, zorun, şiddetin, öldürmelerin, katliamların, terörün, linç kültürünün, ideolojik fanatizm ve beyin yıkamanın, psikolojik terör, yalan propaganda ve manipülasyonların en büyük /ana kaynağıdır.
Sorun şu;
İkincisi olmadan birincisi nasıl elde edilebilir?
Elbette onaylarım.
Cephe alırlarsa onlara o zamanki AKP’nin uygulamalarını hatırlatırım. Bugünkü Kemalistlere, gerektiğinde geçmişteki diktatörce uygulamalarını hatırlatmaktan imtina etmediğim gibi.
Faşist darbeler görece demokratik iktidarlara karşı yapılır. Faşist bir iktdara karşı yapılacak her darbe ise görece demokratiktir.
Adalet talebi haklı, Kılıçdaroğlu’nun peşine takılmak yanlış
Gerçek
Haziran 21, 2017
CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından CHP Genel Başkanı tarafından başlatılan Adalet yürüyüşü devam ediyor. Bu yürüyüş Kılıçdaroğlu ve CHP açısından haklı bir yürüyüştür. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının hukuki açıdan iler tutar bir yanı yoktur. Anayasa Mahkemesi’nin, 2013 yılında Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal hakkında verdiği milletvekillerinin tutuksuz yargılanması yönünde içtihat niteliğinde kararı ortadadır. Alt mahkemenin bu durumda tutuklama kararı alması hukuken büyük bir yanlıştır.
Davanın esası da son derecede tartışmalıdır. Enis Berberoğlu’na “siyasi ve askeri casusluk maksadıyla devletin güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken belgeleri açıklama” suçundan müebbet hapis cezası verilmiş, sonra bu ceza 25 yıla indirilmiştir. Bir kere, ortada “gizli” bir şey yoktur. MİT TIR’ları ile Suriye’ye silah taşındığına dair görüntülerin yayınlanması ile ilgili haberin fotoğraf ve videoları 2014 Ocak ayından itibaren medyada ve internette yayınlanmıştır. Cumhuriyet gazetesinin haberi Mayıs 2105’te yayınlanmıştır. Buna benzer bir haber daha önce Aydınlık gazetesince zaten yayınlanmıştı. Ayrıca, Cumhuriyet gazetesinin yayınladığı görüntülerin Berberoğlu tarafından temin edilip açıklandığına dair delillerin de yetersiz olduğu görülmektedir. Kaldı ki “müebbet hapis” cezası ancak söz konusu suçun “siyasi ve askeri casusluk maksadıyla” yapıldığının kanıtlanmasını gerektirir ki bu doğrultuda mahkeme hiçbir delil ortaya koyabilmiş değildir. Yargıtay kararlarında “casusluk” için “yabancı devlet yararı” aramak gerektiği belirtilmiştir. Oysa mahkeme böyle bir bulguyu ortaya koymuş değildir.
Hal böyle iken Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının siyasi bir kararın ürünü olduğu açıktır.
Adalet talebinin arkasındaki gerçek: “Yargının doğrudan iktidarın güdümündeki bir aygıta dönüşmesi”
Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüne karşı çıkarken “Mahkemelerin Bağımsızlığı” başlığı taşıyan Anayasa’nın 138. maddesine referans yapması bu açıdan gülünçtür. Çünkü yürüyüşün kendisinin gerekçesi mahkemelerin bağımsız olmamasıdır. Erdoğan’ın mahkemelerin bağımsız olduğuna dair kendi sözleri dışında hiçbir dayanağı yoktur. Yine Erdoğan ve AKP yöneticileri CHP’nin yargıya baskı yapıp sonucu etkilemeye çalıştığını söylüyor. Halbuki yine MİT TIR’ları ile ilgili Anayasa Mahkemesi Can Dündar ve Erdem Gül hakkında hak ihlali kararı verdiğinde “bu karara uymuyorum da saygı da duymuyorum” diyen ve davanın bir “casusluk” davası olduğu vurgusunu yapan bizzat Erdoğan’ın kendisiydi. Mahkeme, elinde Erdoğan’ın sözleri dışında hiçbir delil olmadan “casusluk” suçundan hüküm veriyorsa bu durumda Anayasa’nın 138. maddesinin yerinde yeller esiyor demektir.
Doğrudur, Kılıçdaroğlu, yargının bağımsız olmadığı, iktidarın güdümünde olduğu ortadayken milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına onay vermişti. Hatta bunu “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz” diyerek ifade etmişti. Dokunulmazlıkların kaldırılmasının ardından eş başkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dâhil 13 HDP’li milletvekili tutuklandı. Bu anlamda HDP milletvekilleri demir parmaklıklar ardına atılarak siyasetten tasfiye edilirken bu operasyonun gardiyanlığı rolünü de Kılıçdaroğlu’nun oynadığı açıktır.Kılıçdaroğlu kendi milletvekilini hapse yollayan sürecin taşlarını partisiyle birlikte döşemiştir.
Ancak CHP ve Kılıçdaroğlu’nun dün işlediği kabahatler bugün istibdadın yargıyı tamamen kendi güdümüne almasına karşı yaptığı eylemi haksız kılmaz. Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun haklı olması da kayıtsız şartsız onun peşine takılmayı gerektirmez. Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğunun “adalet yürüyüşü” vesilesiyle CHP’nin kuyruğuna takılmasının yanlışlığını ortadan kaldırmaz.
Kılıçdaroğlu neden “dünyaya” anlatıyor?
Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü siyasi bir eylemdir. Bu eylemin siyasi çerçevesi CHP tarafından belirlenmiştir. Bu yürüyüşte Kılıçdaroğlu’nun peşine takılmak söz konusu siyasi çerçeveyi de kabul etmek anlamını taşır. Çünkü Kılıçdaroğlu “ben yürüyorum” deyip yola düşmüş, arkasından gelenler olursa buna karşı çıkmayacağını söylemiştir. Kılıçdaroğlu’nun belirlediği siyasi çerçeve Türkiye halkını istibdada karşı seferber etmek değil, Kılıçdaroğlu’nun her demecinde ısrarla vurguladığı gibi “bütün dünyaya haklı olduğunu göstermek”tir. Bir ülkenin ikinci büyük partisinin haklılığını halka değil de dünyaya anlatmak üzere yürüyüş yapmasının manası üzerinde düşünülmelidir. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının Katar krizinin arkasından geldiğini ve Katar krizinin iç politikadaki yansıması olduğunu daha önceki yazılarımızda belirtmiştik (bkz. http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/siyasi-kriz-derinlesiyor-ne-isti…). Kılıçdaroğlu bu krizde son derece ironik bir biçimde Suudi tezlerinin Türkiye’deki savunuculuğuna soyunmuştur. Müslüman Kardeşleri, Suudi tezlerine paralel olarak terörist ilan etmiş, siyasi stratejisini Rabia işareti üzerinden Erdoğan ve AKP’yi terörizme destek vermekle suçlamak üzerine kurmuştur. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından CHP’den gelen tepkilerin de Erdoğan’ın uluslararası mahkemelerde yargılanacağını tekrarlaması bu çizginin açık bir ifadesidir.
Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü için kullanılan fotoğrafa da sosyalistlerin iyi bakması gerekir.
Hem biçimsel hem de siyasi olarak CHP’nin kuyruğuna takılmak
CHP, halkın seferberliğine özellikle de emekçi sınıfların seferberliğine karşıdır. Emekçi halkın gücüne güvenmez, ona yaslanmazsanız başka güçlerle sonuç almanız gerekir. Bu güçler CHP ve Kılıçdaroğlu için içeride TÜSİAD ve TSK içinde kendi çizgisine yakın güçler, dışarıda ise ABD ve AB emperyalizmi ile Katar krizi bağlamında İsrail Siyonizmi ve Suudi gericiliğidir.
Böyle olunca da CHP’nin yürüyüş vesilesiyle Türkiye tarihinin en büyük halk hareketlerinden biri olan Gezi isyanına düşmanlık gütmesinde de şaşılacak bir şey yoktur. CHP Genel Başkan Yardımcısı Engin Altay’ın Birgün’e verdiği röportajda “Adalet yürüyüşü bir tür Gezi’ye dönüşür mü?” sorusuna verdiği yanıt son derece çarpıcı:“Gezi çok iyi niyetle başladı ve sonra devlet, FETÖ ve kimi uç örgütler tarafından amacından çıkarıldı. Bu nedenle Adalet Yürüyüşü’nde buna asla müsaade etmeyeceğiz, bunun altını çizerek söylüyorum. Amaç çok barışçıl ve dengeli bir şekilde sesimizi duyurmak. Kırmak, dökmek, yakmak yok; agresif bir slogan dahil olmayacak.”
Bu demeçte geniş tepki toplayan ifadeler Gezi’nin amacından çıkarıldığı yönündeki sözler oldu. Ancak daha önemli ifade şudur: “Adalet yürüyüşünde buna asla müsaade etmeyeceğiz, bunun altını çizerek söylüyorum.” Engin Altay’ın altını çizerek söylediği şey, Kılıçdaroğlu’nun önde elinde “adalet” yazılı bir pankartla etrafında korumalar olmak üzere yürümesiyle ve arkasında yürüyenlere kendi düşüncelerini ifade edecek pankart, döviz, flama vb. taşımalarına asla müsaade edilmeyerek uygulamaya konuyor. ÖDP, Halkevleri, EMEP, HTKP, en son olarak da HDK yürüyüşe ardı ardına destek açıkladılar. HDK hariç bu kurumların liderleri çeşitli aşamalarda Kılıçdaroğlu ile birlikte yürüdüler de. Ama yürüyüşteki varoluşları siyaseten CHP ile aynılaşan bir biçimde oldu. Kendilerince halkın sokaklara çıkması için bu yürüyüşü bir vesile olarak gördüler, halkın önünü açacağını düşündüler ama tam tersine halkın istibdada karşı seferberliğinin aleyhine biçimde kurgulanmış bir faaliyetin kuyruğuna takılmaktan başka bir şey yapmadılar.
Sosyalistler CHP’yi sola çekeceğim derken yine CHP sosyalistleri sağa çekiyor
CHP’nin toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflarla ilişkisini belirleyen şey kendisinin bir burjuva partisi olmasıdır. Öyle ki CHP örgütleri Kılıçdaroğlu “adalet” talebiyle yürüyorken hiç değilse görüntüyü kurtarmak için bile işçi düşmanlığından vazgeçmemektedir. Kılıçdaroğlu yürürken CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin elinde işçi kıyımı son derece çarpıcı. Zira burada işten atılan işçiler Belediye’ye karşı haklarını arayan taşeron şirketlerde yasadışı çalıştırıldıkları için mahkemeye giden ve kazanan işçilerdir. Şişli Belediyesi’nde Kentyol şirketinin özelleştirilmesi ve taşeronlaştırma ile işçilerin toplu sözleşme kazanımlarının gasp edilmesi de “adalet”, “hak”, “hukuk” hiçbir kavramla örtüşemeyen bir başka icraat. Bu örnekler sadece Kılıçdaroğlu yürümekte iken yaşananlar.
Bu arada kıdem tazminatının gaspedilmesine karşı ve 15-16 Haziran vesilesiyle işçiler yürüyüşler yapıyor, Diam Vitrin, AKG Termoteknik, Chinatool işçileri direniyor, Mutlu Akü greve çıkıyor, İzmir Limanı’nda iş cinayetine karşı binlerce işçi eylem yapıyor, İki bin Petkim işçisi iş bırakıp fabrikasında barikat kuruyor, polis saldırısına uğruyor ama sosyalistlerin burjuva siyasetçisi Kılıçdaroğlu’na gösterdikleri ilginin binde birine dahi mazhar olamıyordu.
Muhalefet için sokakları işaret eden birçok sosyalist hareketin CHP’nin peşine takılmasının maliyetinin gerçek işçi mücadelelerinin yalnız bırakılması olduğu da ortadadır. Sosyalistlerin CHP’yi sola, sokağa çekmek gibi bir görevleri yoktur. CHP’nin ise 60’lı yıllardan beri sosyalistleri sağa çekmek ve işçi sınıfından uzaklaştırmak gibi bir vazifesi vardır ve bugün bunu sosyalist liderleri Kılıçdaroğlu’nun peşinden sürükleyerek bir kez daha gerçekleştirmektedir.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/adalet-talebi-hakli-kilicdaroglunun-pesine-takilmak-yanlis
“…tarihte suiistimalleri önlemek iddiasıyla yola çıkıp toplumun belkemiğini oluşturan kurum ve değerleri tahrip eden ünlü devrimlerin her biri, sonuçta toplumsal özgürlüklere, kişi hukukuna ve insan haysiyetine karşı son derece kanlı ve vahşi birer saldırıya dönüşmüşlerdir.
1789 Fransız ve 1917 Rus devrimlerinin, 1918 Alman devriminin, 1949′da Çin’de ve 1979′da İran’da gerçekleşen devrimlerin ortak (ve hiç şüphesiz kısmen samimi) hedefi, toplumsal özgürlükleri artırmaktır. Yüzyılımızda örnekleri görülen sosyal içerikli milliyetçilik hareketleri (örneğin Cezayir, Küba, Vietnam devrimleri) de görünürde aynı amacı gütmüşlerdir. Dini, mülkiyet hakkını, bilim ve hukuk kurumlarını, köhne gelenekleri, kozmopolit etkileri ve ayrıcalıklı sınıfları yıkmakla ve taşrayı “modernleştirmekle” bu hedefe kısa yoldan ulaşılacağı sanılmıştır.
Sözkonusu denemelerin istisnasız her birinin, üç-beş yıl içinde, tarihte eşi görülmemiş birer terör ve istibdat rejimi ile sonuçlanmaları, herhalde boş bir rastlantı olmasa gerekir.”
“1917 öncesinde Avrupa’da sadece iki cumhuriyet (Fransa ve İsviçre) bulunduğu hatırlanmalıdır. 1917’yi izleyen yıllarda yeryüzünde – resmen veya fiilen – yeni kurulan yirmiye yakın cumhuriyetten ikisi (İrlanda ve Çekoslovakya) hariç tümü diktatörlük rejimleri olmuşlar veya kısa sürede diktatörlüğe dönüşmüşlerdir.”
https://issuu.com/battalberkpinar/docs/sevan_ni__anyan_-_yanl_____cumhuriy
“Yetki sahibi idareciye ayaklanıp da bundan dolayı iyilikten daha büyük bir kötülüğün meydana gelmemesi çok nadirdir. Mesela Medine’de Yezid’e karşı ayaklananlar, Irak’ta Abdulmelik’e karşı ayaklanan İbnu’l-Eş’as, Horasan’da oğluna karşı ayaklanan İbnu’l-Muhelleb, yine Horasan’da ayaklanan davet sahibi Ebu Muslim, Medine ve Basra’da Mansur’a karşı ayaklananlar ve benzerleri böyledir.”
“Bunlar amaçlarına ya ulaşmışlar ya da ulaşamamışlardır. Sonra yönetimleri ellerinden çıkmış, sonuçsuz kalmıştır. Abdullah b. Ali ve Ebu Muslim birçok insan öldürmüşlerdir. Her ikisini de Ebu Cafer el-Mansur öldürmüştür. Harre halkı, İbnu’l-Eş’as, İbnu’l-Muhelleb ve diğerlerine gelince taraftarlarıyla birlikte yenilgiye uğramışlardır.”
http://ebumuaz.blogspot.com/2014/07/fitneler-hakknda-vasiyet.html
“Faşist bir iktdara karşı yapılacak her darbe ise görece demokratiktir.”
Baska bir deyisle, “herhangi bir iktidara karsi herhangi bir darbe de desteklenebilir; yeter ki, o iktidara onceden ‘fasist’ etiketi yapistirilmis olsun”.
Ayni mantikla idami da getirmek mumkun: ‘O insan degil’ dersiniz ve katli vacip olur.
tipik solcu tavrı. benim değilse beğenmem!
“Ayni mantikla idami da getirmek mumkun: ‘O insan degil’ dersiniz ve katli vacip olur.”
Mitinglerde “İdam isteriz!” diyen kalabalıklar ve “İnşallah'” diyen Erdoğan’ın “Onlar insan değil” dedikleri 15 Temmuz’cuların idamlarını isteyerek katli vacip ilan etmeleri gibi değil mi?
“tipik solcu tavrı. benim değilse beğenmem!”
devrimci işçi partisi
bildiri ve yazılarından kibir akmaktadır.
kürt hareketi şunu yapsın.
şu şunu acil açıklasın.
türkiye’de sol marksizm’i anlamadı.
gerçek marksizm’i biz anladık.
yok şu yok bu. küçük sol partilerin bilim üretircesine teori çalışıp sonrasında diğer parti ve kendi fikirlerinde olmayanları aşağılaması hayret verici. örneğin; partinin yayın organlarından biri olan gerçek gazetesinde chp ön seçimi ile ilgili yazılan bir paragraf şöyle;
“işte chp’nin gösteriş için yaptığı önseçim bu. bu ayrıca herkesin kulağına küpe olsun. önseçimi bu ülkenin sorunlarına çözümlerden biri diye gösteren mi istersiniz (“lüks balık restoranları”!), manipülasyona açık parti yapısında içi boş demokrasi fetişizmi yapan mı (“bir günde bir ilçeye 16 bin yeni üye”!), yerel politikanın demokrasi olduğunu sanan mı (“kurtlar vadisi tipleri”!)?”
parantez içinde yer alan popülist söylemleri (kalitesiz, eleştiri kültüründen uzak) daha da bir hayret verici.
not: paragraf sadece örnek amaçlı chp’yi eleştirdi diye değil.
https://eksisozluk.com/entry/51022901
popülist parti.
bedelli askerliğe ve profesyonel orduya karşı çıkarken durdukları öyle sıradan ki, şaşırıp kaldım. vicdani ret ve total ret hakkında zerre bilgileri yok. olayı “haksız yere insanlar ölmesin diye askere gitmek” şeklinde teorize etmeleri de komik. sanki vicdani retçilerin en büyük hayali, profesyonel orduya geçmekmiş gibi lanse etmesi bu konudaki cehaletlerini ortaya seriyor. vicdani retle kitlelerin sokağa inemeyeceğine dair anlamsız bir inanışları var. “bu potansiyel güç yüz binlerle, silah altında, askerde. o halde askerden uzak durmak niye? bizim yerimize başkası tetiğe bastığında haksızlık bitiyor mu?” derken, vicdani retçilerin “ben öldürmeyim de kim öldürürse öldürsün” zihniyetiyle yaşadığını zannediyor. buyursun okusun madem, var mı böyle retçiler… vicdani reddin gündeme gelmesini devletin pr çalışması olarak göstermek de ayıp. sanki vicdani retçiler ayıla bayıla akp’nin her dediğini kabul eden insanlarmış gibi. bol keseden akıl dağıtmanın yan etkileri işte.
vicdani ret hakkının tanınmasını savunan örgütlere de verip veriştirmiş haliyle. e liberaller de vicdani ret hakkı tanınsın istiyor. o zaman yaşasın zorunlu askerlik.
https://eksisozluk.com/entry/27643896
Yargı altın devrini yaşıyor mu bilmem. Ancak Milli İstikrahat Teşkilatı ve Denâet İşleri Başkanlığı’nın – kendileri açısından – altın devir yaşadıkları kesindir.
neymiş neymiş?
‘Detaylarindan emin olmak icin baktim https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_life_expectancy Turkiye’de ortalama omur beklentisi, kadinlar icin, 78.9 sene; erkekler icin ise 72.6 sene. Ilk hedef ‘devlet’ ise, ve geri kalani bekleyebilir ise, ‘devlet’i yikmak icin eger 70+ sene gecmis ve basarili olunMAmissa, ilgili ‘devrimci’ garibim coktan sizlere omur.’
üç-beş tane istatistikçi bir araya gelmiş, ortaya bir kaç tane sayı atmışlar, sen de bu sayıları ‘ortalama omur beklentisi’ olarak yutmuşsun ve bu sitede ‘referans’ niyetine serpiştirmeye uğraşıyorsun.
o istatistikçiler o sayıları değiştirdiğinde sana haber veririm, o zaman ‘yeniden yazarsın’ analizini.
‘‘once devlet; digerlerine sonra bakariz’ yaklasimi, esasen, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e hic bakMAmak anlamina geliyor.’
kendi kendine bazı sonuçlara ulaşıyorsun, sonra bu sonuçların ‘nesnel’, ‘genel’ olduğu savınla, kendi zırvanı ispata uğraşıyorsun. başka kapıya, kış kış.
‘Sizin yaklasiminiz, her defasinda, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e 70+ sene avans veriyor.’
üç-beş tane istatistikçinin ortaya attığı sayılarla ‘beynini’ (ek olarak, belki, mideni) doldurduğun için, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e zaman çizelgesi olasılık hesapları yapmakla hem kendini yoruyorsun, hem bu sitede boşu boşuna yer kaplıyorsun.
‘Bir devlet yikildiginda onun yerinde vakum olusmuyor; baska bir ‘devlet’ peydahlaniyor. Bu durumda, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’e sonsuza dek iltimas gecmis oluyorsunuz.’
dedi birisi, internette.
‘peydahlanan devlet’e karşı mücadele ederken de, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’le (taraflar hiç istemese de) muhalefet beraberliği kurulabilinir. (taraflar hiç istemese de) tarihin dönüm anları, muhalefet beraberliklerini zorunlu kılıyor diye, internette ‘necip’ diye birinin uydurduğu ‘iltimas gecmis oluyorsunuz’ sonucu ispatlanıyor, demek değildir.
‘Kime nasil iltimas gectiginize karisamam; ama, bunu zulme, diktatorluge ve baskiya filan karsi oldugunuzu soyleyerek yaptiginizda, gozardi ettiginiz zulum, diktatorluk ve baski ‘cep’lerinin toplaminin ‘devlet’ten daha buyuk olabilecegini baska hic kimsenin gormeyecegini varsayMAmalisiniz.’
‘diktatorluk ve baski ‘cep’lerinin toplaminin ‘devlet’ten daha buyuk olabilecegini baska hic kimsenin gormeyecegi’
yanlış.
gören var, hem de çok.
‘sırf kendi zırvanı’ ispata uğraştığın için, laf cambazlığını sergiliyorsun.
hitler’in lideri olduğu ‘nazizm’e karşı mücadele edenler, ‘muhalefet beraberliği’ oluşturmaya mecbur kaldı, fakat, bu beraberliğin unsurları herhangi bir ‘ideolojinin çevresinde toplaşmaya mecbur değillerdi, toplaşmadılar da.’ sscb ile abd, bambaşka iki ülke, bambaşka iki harman olmasına rağmen, ‘nazizm’e karşı beraber hareket etmek zorunda kaldı, tarih tam o esnada, o beraberliği zorunlu kıldı. ‘nazizm’ tehlikesinin ortadan kalkacağının emareleri göründüğü an, hiç vakit kaybetmeden, abd ve sscb kendi ‘kutuplarını’ köpürttü ve ‘soğuk savaş’ denen dönem başladı.
necip’lere karşı mücadele etmek için, asıl olan, muhalefet beraberliğidir, ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’le de beraberlik dahil.
‘Baska bir deyisle, ‘herhangi bir iktidara karsi herhangi bir darbe de desteklenebilir; yeter ki, o iktidara onceden ‘fasist’ etiketi yapistirilmis olsun’.
bu, senin zırvan.
etiket yapıştırmak başka şey, hegemonyasını sürekli arttıran ‘apaçık faşist’ rejime karşı mücadele etmek başka şey.
faşist rejim, seni de yemeye başladığında, o vakit seni ben savunacağım, senin yardım, destek isteyip-istememene aldırmadan.
ETÖ yok ama FETÖ var (!)
Ergenekon mağduru (!) Başbuğ’dan açıklamalar:
Başbuğ’dan yeniden başlayan Ergenekon davası açıklaması
GENELKURMAY eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülmeye başlanan Ergenekon davasıyla ilgili tatilini geçirdiği Muğla’nın Bodrum ilçesinde yaptığı açıklamada, “Fethullaçı Terör Örgütü (FETÖ) üyesi savcı ve hakimlerin hazırladığı iddianameler ve kararları, bugün hala ’Var olarak kabul ederseniz’ yasallık kazandırmış oluyorsunuz ki, buna tek bir kişi sevinir O’da FETÖ’nün başındaki kişidir” dedi.
Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, Yargıtay’ın bozma kararının ardından yeniden görülmeye başlanan Ergenekon davasıyla ilgili eşiyle tatilini geçirdiği Muğla’nın Bodrum ilçesinde DHA muhabirine açıklamalarda bulundu. Ergenekon diye bir terör örgütünün olmadığının artık herkes tarafından aşikar olduğunu, bunu herkesin kabul ettiğini belirten Başbuğ, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve aynı zamanda Teftiş Kurulu’nun hazırladığı her iki karpordaki ortak tesbitin, Ergenekon davasında görev yapmış hakimler ve savcılar FETÖ üyesi olduğuna dikkati çekti. Başbuğ, şöyle konuştu:
“Dolayısıyla, sözde Ergenekon davasında, yeniden yargılama hem de 14 ay sonra İstanbul’da yeniden başladı. Dün (Çarşamba) ilgili mahkeme bu konuda bazı kararlar aldı. Bu kararlara biraz sistematik olarak bakalım, bazı tespitler yapalım. Ondan sonra bu tespitlerin ışığında, ’Mahkeme nasıl karar aldı? Nasıl karar alması gerekirdi ?’ bunların, üzerinde biraz biraz duralım. Şimdi birincitespit şu; 15 Temmuz 2016’da Türkiye gerçekten korkunç bir olay yaşadı. Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) planladığı ve icra ettiği bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldık. Tabiki bu olayın neticesinde şunu kabul etmemiz lazım ki, Türkiye’de doğal olarak çok şey değişti. Bunu bir kere ana tespit olarak kabul etmemiz lazım. Yani 15 Temmuz öncesi ile sonrasını farklı değerlendirmemiz lazım. İkinci tespit, 15 Temmuz darbe girişiminin FETÖ tarafından planlandığı ve icra edildiği bugün artık bütün çıplaklığıyla herkes tarafından kabul edilmiş olması. Bunu da ana tespit olarak alalım. Üçüncü ana tespit olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun ve Meclis Darbeler Araştırma Komisyonu’nun raporları var. Bu raporlarda, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yazılan ve ilgili makamlara sunulan raporlar. Önce Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve aynı zamanda Teftiş Kurulu’nun iki raporu var. Birisi Ağustos’ta diğeri de Ekim 2016’da yazılıyor. Ortak tespit ettikleri şu; Ergenekon davasında görev yapmış hakimler ve savcılar FETÖ üyesidir. Bu yargılamaları ki Ergenekon davası da bunun içine dahildir. Örgüt adına yaptılar ve bunun neticesi olarak biz ve bu hakim ve savcıların meslekten ihraç ettik. Bu fevkalede önemli bir tespit . Bunu aynı şekilde, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu da söylüyor. Raporda, sözde Ergenekon davası ile ilgili konu şu cümleyle bitiriyor, ’Ergenekon davasındaki savcı ve hakimler, belirli bir amacı malum şekilde FETÖ kapsamında planlı ve sistematik bir şekilde yürütülen bir organizasyonun parçası olarak hareket etmişlerdir.’ Bu kadar net ve açık durumlar var. Şimdi bu raporlardan hareket ettiğimiz zaman şu ortaya çıkıyor; o halde bu Ergenekon davasındaki iddianamelerihazırlayanlar daha önce soruşturmaları yapanlar ve yargılama sürecini yapan hakimler. O halde FETÖ üyesi olan kimselerdir ki bütün raporlar belgeler bunu teyit ediyor . Şimdi siz bunların yaptıkları soruşturmaları iddianameleri yargı kararlarını nasıl kabul edebilirsiniz ki ?”
“SÖZDE ERGENEKON TERÖR ÖRGÜTÜ DAVASI’NA NORMAL BİR DAVA GİBİ BAKAMAZSINIZ”
Emekli Orgeneral Başbuğ, FETÖ üyesi savcı hakimlerin hazırladığı iddianameler ve kararların bugün hala var olarak kabul edilmesi halinde bu terör örgütünün yaptıkları işlere yasallık kazandırıldığına dikkati çekti. Bağbuğ,”Bu hakim ve savcılar FETÖ üyesidir, bu nedenle bugün baktığımız zaman esas başrolde olanlar yurtdışına kaçmış durumda diğerleri ise tutuklu ve bu suçlamalarla yargılanmaktadırlar. Şimdi bunu anlamakta zorlanıyoruz. FETÖ üyesi savcı hakimlerin hazırladığı iddianameler ve kararları siz bugün hala var olarak kabul ederseniz ki dün verilen ara kararda biraz bu noktayı gösteriyor; o zaman siz diyorsunuz ki ’Bunların hazırladığı iddianamelerealdığı kararlara dadeğer veriyoruz.’ Bir noktada bunların bazı şeylerini doğruluyorsunuz. FETÖ’ye üye oldukları aşikar olan bu savcı ve hakimlerin yaptıkları işlere yasallık kandırıyorsunuz, biraz doğruluk veriyorsunuz, neredeyse onları legalize etmeyeçalışıyorsunuz ki bundan bir kişi sevinir o da FETÖ’nün başındaki kişidir. O’nu sevindirmek midir amacınız? Yani bunu anlamak gerçekten çok zor bir şey. Özetle, sözde Ergenekon Terör Örgütü davasına siz normal bir dava gibi bakamazsınız” diye konuştu. Başbuğ, şöyle devam etti:
“Bu gerçekler ortadayken, görmezlikten geliyorsunuz, kenara bırakıyorsunuz; ’Dosya geldi elimize efendim. Normal hukuk kuralları içinde kalarak efendim’ diyorsunuz. Yine kalacaksınız. Sanki, Türkiye’de 15 Temmuz yaşanmamış sanki Türkiye’de 17/25 Aralık süreci yaşanmamış. Başka bir çok şeyde, 17-25 Aralık, 15 Temmuz 2016 haklı olarak dile getiriliyor ama bu tip davalara gelinince bunlar unutuluyor. Sanki her şey normalmiş, her şey normal hukuk çerçevesi içinde olmuş, biz de bu davaları normal hukuk normları içinde kalarak, bu olayları görmezlikten gelip, yaşanmamış kabul ederek bu süreci götürelim. Bunu kabul edemeyiz. Bu kabul edilebilecek bir olay değil. Bakın Anayasa’nın 138. maddesi çok açık. Anayasa’nın 138. maddesi diyor ki, ’Hakimler anayasa, yasa, hukuk ve vicdani kanaatlerine göre karar alırlar, hüküm verirler.’ Bakınız: size burada, ’Vicdani kanaatinizle karar alın’ diye bir şey söylemek istemiyorum. Tabiki bu doğru değil. Ancak, sizin bu kararı alırken hem vicdanınızı kullanarak hem de size biraz evvel gerekçelerini sıraladığım, nasıl başladığını ve sürdüğünü, kimler tarafından yapıldığını belirtip, birer komplo olduğunu söylediğim bu davaları görerek vicdani kanaatinizi de kullanarak farklı şekilde karar verilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla beklenen karar bence şöyle olmalıydı.”
“HALA, HUKUKİ OLARAK ’SANIK’ ETİKETİYLE İSİMLENDİRİLİYORUM”
FETÖ’cü hakimler tarafından verilen bu kararların Ergenekon davası ile ilgili olarak Danıştay cinayeti gibi davaları ayırınız, dosyadan ayrılsın. Onlar ayrı bir konu ama bu gibi dosyadan davalar ayrıldıktan sonra hala biz sanık olarak görünüyoruz. Şu an ben neyin sanığıyım? Bu insana ağır geliyor. Beni, sanık FETÖ’cü hakimler, savcılar yaptı. Hala, hukuki olarak ’sanık’ etiketiyle isimlendiriliyorum. Şimdi ben ve arkadaşlarım bu duruma nasıl isyan etmeyecek?
Bu gerçekler ortadayken, olması gereken şudur; Danıştay davası gibi dosyalar ayrıldıktan sonra kalan Ergenekon davasındaki bütün arkadaşlarımın hepsinin beraat etmesi gerek. Başka türlü biz buradan çıkamayız. Yargıtay davaya 21 Nisan 2016’da baktı, İlgili, Yargıtay davası ne zaman? 15 Temmuz olayı yaşanmadan önce yani bu darbe girişiminden önce. Şuna inanıyorum, eğer Yargıtay’ın ilgili dairesi bugün bu dosyaya baksaydı inanıyorum ki bu davada bütün sanıklara beraat kararı verirdi. Bu mahkeme için bunu veremiyor? arkasında başka bir bir şeyler mi var? Anlamakta zorlanıyorum. Beklentilerimiz isteklerimiz bu ve bunda da haklıyız. Senelerce neredeyse senelerce süren bir sürecin içinde hala sanık etiketiyle dolaştırıyor bu insanlar. Ama kim dolaştırıyor? FETÖ’cüler. Sadece bizi sanık etiketiyle dolaştırıyor” dedi.
“MİLLETİMİZİN GÖZÜNDE ÇOKTAN AKLANDIK”
Türk milletinin gözünde aklandığını belirten İlker Başbuğ, her kesimden telefonlar aldığını ve sürecin uzamasından dolayı duyduğu tepkiyi ifade edereksözlerini şöyle tamamladı:
“Ama milletimizin Türk milletinin gözünde biz çoktan aklandık. Öyle bir söz, söz konusu değil. Böyle bir şey söz konusu değil ama buna lütfen kimse artık alet olmasın. Yani buna yeter deme zamanı geldi ve geçiyor. Şimdi dediğim gibi dün alınan kararlar gibi kararlar, bana göre toplumun vicdanını yaralar. Bu yüzlerce telefon alıyorum. Her kanattan, her zeminden yani sadece bir gruptan bir görüş sahiplerinden değil. Her görüş sahiplerinden alıyorum. Aynen bana söyledikleri şey şu efendim; ’Nasıl bu yargılama hala devam eder? Bu şartlar altında bu kadar olay yaşandıktan sonra size hala bu haksızlıklar nasıl yapılır? Bu süreç nasıl uzatılır?’ Lütfen bunlara kulaklarınızı biraz açın. Aksi takdirde iki şey yapıyorsunuz. Birincisi toplum vicdanında daha çok mahkum oluyorsunuz, toplumun gözünde adaleti daha çok zedeliyorsunuz. Bir de unutmayın, bugün bu tip aldığınız kararlar kime yarıyor biliyor musunuz? FETÖ davaları çeşitli, bugün çeşitli kapsamda biliyorsunuz. Çeşitli mahkemelerde FETÖ ile bağlantılı davalar devam ediyor. İşte bu tip aldığınız kararlar FETÖ’cü savcı ve hakimlerin kararlarını kısmen de olsa legalize ederek bu adamlara koz veriyorsunuz. Yarın bunlar mahkemelerde bunları kullanacaklar. Bize diyecekler ki ’Bizi suçladınız ama bakın sizin hakim ve savcılarınız da hala bizim hazırladığımız iddianameler üzerinden bizim hazırladığımız kararlar üzerinden sanki hiçbir şey olmamış gibi 15 Temmuz olayı yaşanmamış gibi Türkiye’de normal sanki. Nasıl söyleyeyim? Kelime bulamıyorum, zorlanıyorum bu mahkemeleri, bu yargılama sürecini devam ettirmeye çalışıyorlar. Yeter artık” dedi.
15 Temmuz başarılı olsa ve sonra Başbuğ içeri alınsaydı – veya ileride tekrar içeri alınsa üzülmezdim. Tıpkı Perinçek ve VP tayfasına üzülmediğim gibi. Onları içeri alan iktidarlarla da elbette mücadele edilmelidir. Ama bunları savunmadan.
Bu yazının veciz bir şekilde belirttiği gibi, bu tipler her daim Kral’ın – düzenin, iktidarın – soytarılarıdır. Dahası, iktidarların tetikçileri oldukları için dışarı salınamayacak kadar tehlikelidirler.
‘Zalim devlet’i devirmek icin ondan cok daha zalim davranan ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’i (sirf, insallah, bir gun isbasina gelip cok ama cok daha zalim) bir ‘devlet’ kursunlar diye desteklemek, onlarla isbirligine gitmegi onermek, bence, akli basinda bir insanin yapacagi sey degil.
Meger ki, iyiniyetli olmadigini bu tur lakirdilarla ormege calisiyor olmasin.
“etiket yapıştırmak başka şey, hegemonyasını sürekli arttıran ‘apaçık faşist’ rejime karşı mücadele etmek başka şey.”
Breh breh..
Ne menem ‘maden kanaryasi’ymis bunlar ki, bir omurdur ayni nakarati –usanmadan– tekrar derler de, sagdan say desen yanlarinda bir avuc insan bulunmaz…
Bilmeyen de, “‘apaçık faşist’ rejim” oldugu konusunda yogun bir konsensus varmis, ahali de akin akin vatandasligini reddediyormus da kimse aldirmiyormus filan sanacak.
Yok, tabii ki, oyle bir sey. Vatandasliktan cikarilanlar bile donup “‘apaçık faşist’ rejim” semsiyesinin altinda yasamagi tercih ediyorlar.
“faşist rejim, seni de yemeye başladığında, o vakit seni ben savunacağım, senin yardım, destek isteyip-istememene aldırmadan.”
Yok. Almayayim.
Ben, kendi kararlarimi kendim veririm. Sonumun geldigini bilsem bile, prensipsiz devirmecilerin zerre kadar yardimini istemem.
“Tabiki bu olayın neticesinde şunu kabul etmemiz lazım ki, Türkiye’de doğal olarak çok şey değişti. Bunu bir kere ana tespit olarak kabul etmemiz lazım. Yani 15 Temmuz öncesi ile sonrasını farklı değerlendirmemiz lazım.”
15 Temmuz oncesinden gelen butun vergi borclari ve her turlu suctan dolayi mahkum edilenler –herkes– affedilmeli ve dosyalari da imha edilmeli.
Ilker Basbug’un hatirina bu kadarini yapmaliyiz.
yeniden
kuşatılmış özgürlük kanayan vurulmuşluk çiğnenen onur
yaralı kalp tutuklu akıl aşağılanmış bilinç
hani yalnız değildiniz
hani evren sizindi
nerede şimdi sevdalılarınız kahramanlarınız o umut o düş
tutkularınız coşkularınız o yürüyüş o koşuş
kör inanış vicdansızlık hırsızlık parası kötü siyaset hile
tembellik bencillik tüketim saygısızlık sevgisizlik
ikiyüzlülük utanmazlık hırsızlık cinayet
böyle ne çok şey daha ne çok kötülük delilik ve büyü
gözlerinizin önünde pervasız ve apaçık
en berbat adamların suçlarıyla büyüdü
zehirlenmiş güvercinler gibi ölürken aşk ve özgürlük
düşleriniz umutlarınız azgın zulümlerin içinde yitti
sabahlar beklerken zindan gecelerde
kol saatleri çarparken kanlı kalplerin yanında
kızıl çiçekler solarken sessiz dudaklara yakın
insanlar ışıkları kapatıp kapkaranlığın yurduna gitti
çiğnenen onur aşağılanmış bilinç
yitmeden bitmeden
dirilin yeniden siz de küllerinizden
ihtiyar çoban
Tam tersine iktidarlara teslim olmama gibi bir temel prensibimiz olduğu için, sizin tabirinizle “devirmeci”yiz.
İlker Başbuğ iktidar yanlısı.
Necip iktidar yanlısı.
Necip İlker Başbuğ’a muhalif.
Olmadı!
http://marksist.net/yilmaz-seyhan/totaliter-diktatorlugun-mahalli-ayagi.htm
Son dakika… Enis Berberoğlu’na bir günlük cenaze izni
CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’na kayınpederinin cenazesine katılabilmesi için bir günlük izin verildi.
Tutuklu CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’na kayınpederinin cenazesine katılması için izin verildi. Berberoğlu bu geceyi evinde geçirmesi bekleniyor.
MİT TIR’larına ait görüntüleri Gazeteci Can Dündar’a verdiği iddiasıyla yargılanan CHP Milletvekili Enis Berberoğlu 25 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve tutuklanmıştı. Kayınpederi Murat Aydın hayatını kaybedince Enis Berberoğlu’nun avukatları İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne UYAP üzerinden dilekçe gönderdi. Avukatlar Berberoğlu’nun cenazeye katılabilmesi için mahkemeden izin istedi.
Dilekçeyi inceleyen mahkeme, Enis Berberoğlu’nun cenazeye katılması için 24 Haziran 2017 günü saat 18.00’a kadar izin verdi. Mahkeme gerekçe olarak da, “Cenaze işlemlerinin İstanbul ili Sarıyer ilçesinde yapılacağı gözetilerek” ifadelerini kullandı. Karar Berberoğlu’nun kaldığı Maltepe L Tipi Kapalı Cezaevine gönderildi.
Ergenekoncudan Ergenekoncu Perinçek’e Yumruk
Nasname
http://www.nasname.com/a/ergenekoncudan-ergenekoncu-perinceke-yumruk
PERİNÇEK’E YUMRUĞU OSMAN YILDIRIM DEĞİL, “HAÇLI GERİCİLİK” ATMIŞ Gün Zileli
http://www.gunzileli.com/2010/10/29/perincek’e-yumrugu-osman-yildirim-degil-“hacli-gericilik”-atmis/
AKP-Ergenekon ittifakının FETÖ yalanlarına inanma!
“Tam tersine iktidarlara teslim olmama gibi bir temel prensibimiz olduğu için, sizin tabirinizle ‘devirmeci’yiz.”
‘Iktidarlara karsi olmak’, ‘iktidarlara teslim olmamak’ kulaga hos geliyor da, kullandiginiz kelimenin (‘iktidarlar’) cogul oldugunu iskalaMAmak lazim.
Yani, teoride –zimnen– sadece ‘the Iktidar’ (ya da ‘el Iktidar’) degil sizin karsi oldugunuz; butun iktidar ceplerine karsi oldugunuzu ima ediyorsunuz.
Bu iyi.
Ama, saglamasini yapmaga kalktigimizda bunun boyle olmadigini goruyoruz: Kategorik olarak sadece ‘mesru iktidar’a (‘the Iktidar’a) karsisiniz.
Onu ikame etmegi hedefleyen, yani sadece yeni bir ‘the Iktidar’ olmagi hedefleyen orgutler sozkonusu oldugunda ise, bazilarina goz yumuyor, digerleri ile ittifak yapmagi oneriyor; baskalarina da karsi oldugunuzu soyluyorsunuz.
Tutarsizliktir bu.
‘The Iktidar’i devirip yerine kendinize yakin bulacaginiz baska bir iktidari getirmegi/kurmagi hedeflemek “iktidarlar”a karsi olmak anlamina gelmiyor cunku.
Daha da beteri, ittifak yapilabilir buldugunuz orgutlerin bizzatihi kendilerinin mevcut iktidardan cok daha hukukdisi, zalim, ceberrut vs vb oldugunu bile bile onlarla ittifak onermeniz..
Bu orgutlerin, iktidara geldiklerinde, aniden hidayete ereceklerini mi saniyorsunuz?
Bu bir.
Ikincisi, bu orgutleri –iktidari devirip yerine kendileri gelinceye kadar gececek sure boyunca– hukukdisilik, zalimlik, ceberrutluk vs vb acisindan elestirmeyisiniz onlara iltimas gecmek anlamina gelmez mi?
Sonucta, butun bunlar, benim ‘prensipsiz devirmeci’ dedigim bakisa isaret ediyor.
‘Prensipsiz’ cunku prensip ya hic yok, ya da alabildigince muglak…
‘Devirmeci’ cunku –yerine neyin gelecegini hic dikkate almaksizin– sadece ‘mevcut’u ‘devirmek’e odaklanmis…
Boyle bir akilin pesine takilinir mi?
Ergenekon diye bir örgüt yok, dolayısıyla AKP-Ergenekon ittifakı diye bir şey de yok. AKP, hayali suç örgütleri yaratarak bunlar arasında Bonapaptizm oyunu oynamaktadır. Bugün nasıl Fetö fetö deyip durmak AKP iktidarına yararsa Ergenekon Ergenekon deyip durmak da ona yarar.
necip ilkokul öğrencisine ders verir havalarını bıraksan iyi edersin. senin bildiğin basit gerçekleri ben de biliyorum. “‘The Iktidar’i devirip yerine kendinize yakin bulacaginiz baska bir iktidari getirmegi/kurmagi hedeflemek “iktidarlar”a karsi olmak anlamina gelmiyor cunku.2 Böyle bir şeyi hedeflediğimi nereden çıkarıyorsun ki? Bir iktidarı yıkmayı hedefliyorum evet ama yerine yeni bir iktidarın kurulması gibi bir amacım yok, tersine buna karşıyım. Çünkü yeni iktidarın da eskisi gibi olacağını biliyorum.
Ikisini birlestirerek yazayim:
“İlker Başbuğ iktidar yanlısı.
Necip iktidar yanlısı.
Necip İlker Başbuğ’a muhalif.
Olmadı!”
Benim ‘iktidar yanlisi’ oldugum algisinin temelinde, zannedersem, iktidara karsi daha beter fakat daha ufak yapilari destekleyenlerle rezonansta olmayisim yatiyor.
Yani, ‘karsi degilsen, taraftarisin’ bakisi…
Bu bakis yanlis da, anlatmak kolay degil.
“Ergenekon diye bir örgüt yok”
Isminin gercekten ‘Ergenekon’ olup olmadigini bilmiyorum. Eger oyleyse, cok da akillica secilmis bir isim gibi durmuyor.
Bu teknik detayi gecersek, ismi ne olursa olsun, boyle bir orgutun ‘yok’lugu konusunda bu kadar kesin konusabilecegimizi sanmiyorum.
Bu konuda, mesela, Erol Mutercimler cok aciklayici seyler anlatmisti. Sibel Edmunds da, ‘Gladio A’ diyerek atifta bulunuyordu (‘Gladio B’ de FETO).
Su siralarda ‘Gladio B’ye odanlandik diye, ‘Gladio A’nin hic olmamis oldugunu soylemek, bence, aklimizla alay etmektir.
“necip ilkokul öğrencisine ders verir havalarını bıraksan iyi edersin. senin bildiğin basit gerçekleri ben de biliyorum.”
Bilmediginizi hic dusunmedim. Ama, hayatin boyle bir gercegi oldugunu biliyor olmaniza ragmen, sonucunda baska bir seyin olabilcegini dusunuyor oldugunuz intibaini vermenize sasiriyorum.
“Böyle bir şeyi hedeflediğimi nereden çıkarıyorsun ki? Bir iktidarı yıkmayı hedefliyorum evet ama yerine yeni bir iktidarın kurulması gibi bir amacım yok, tersine buna karşıyım. Çünkü yeni iktidarın da eskisi gibi olacağını biliyorum.”
Insan mahlugu, baska bir cok ozelliginin yanisira, bir ‘suru hayvani’ oldugundan dolayi, zaman zaman sikayet etse bile, basinda bir ‘alpha’nin oldugu hiyerarsik bir yapi olsun istiyor.
Bunu siz de, en az benim kadar, iyi biliyorsunuz: Tarihsel/emprik butun surec buna isaret ediyor.
Bunu verili kabul edersek, ‘iktidar’a karsi olmanin bir anlami olmadigini, onu devirince yerine sadece bir yenisinin (‘more of the same shit’) gelecegini; dolayisi ile, ‘iktidara karsi olmak, onu devirmek’ icin harcayacagimiz her turlu eforun heba olacagini da gorebilmeliyiz.
Gorebildiginiz asikar da, hala daha israr etmeniz garip.
[Simdi ismini tam hatirlamiyorum. Japonya’da bir tapinak var. Tamamen ahsap bir yapi. Arsa iki parselden olusuyor. Her 50 senede bir bir parseldeki binayi yikip, yan parselde, yenisini yapiyorlar.
Onun bir mantigi var. Ahsap bina 50 senede eskiyor. Yenisini yapiyorlar. Bir de, irrasyonel olsa da, ‘inanc’ ayagi var.
Ama; bizdeki ‘devirmeci’ligin mantigini goremiyorum.
]
Diyelim ki Ergenekon diye bir örgüt yok. AKP müttefiki ulusalcı gruplara ve askerlere (örn; VP ve Perinçek, İ. Başbuğ vb,) genel bir ad olarak Ergenekoncu (ulusalcı, ulusolcu, Kemalist gibi) demenin nesi yanlış? Gerekirse yanlış anlaşılmaması için hangi anlamda kullandığımızı da parantez içinde ekleriz.
doğu bey soyadını değiştirecek olursa önerim SAĞAÇEK olacak.
poponla beynin yer mi değiştirdi necip?
‘‘Zalim devlet’i devirmek icin ondan cok daha zalim davranan ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’i (sirf, insallah, bir gun isbasina gelip cok ama cok daha zalim) bir ‘devlet’ kursunlar diye desteklemek, onlarla isbirligine gitmegi onermek, bence, akli basinda bir insanin yapacagi sey degil.’
‘uydurmak’ hususunda, poponla beynin yarışsa, anca, yukarıdaki gibi zırıltılar çıkıyor. yazık.
ortada ‘zalim devlet’ var, adı ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’. bu diktatörlüğü yıkmak için mücadele etmek, zaten, halihazırda, ‘en zalim olan’a (yani ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’ne) karşı mücadele etmek demektir.
‘ondan cok daha zalim davranan ‘merkezi kontrol ile calisan organize orgutler’i bir ‘devlet’ kursunlar diye desteklemek’ diye zırıltıyı senin popon mu çıkarıyor, beynin mi çıkarıyor, henüz belirlenemedi. ‘muhalefet beraberliği’ demek, ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’nü yıktıktan sonra, görece daha az zalim bir başka iktidarı desteklemek, demek değildir.
hiçbir iktidar meşru değildir, bunu unutma necip.
sırf, popondan veya beyninden çıkan zırıltıları dikte etmek için, laf cambazlığını sergileyerek kendini daha fazla yorma necip.
‘Meger ki, iyiniyetli olmadigini bu tur lakirdilarla ormege calisiyor olmasin.’
kendini açıkça tanıttığın için teşekkürler. senin gibi ‘recep tayyip erdoğan destekçisi’, iyi niyetli olmadığını, türlü-çeşitli lakırdılarla örmeye çalışıyor çünkü.
‘Ne menem ‘maden kanaryasi’ymis bunlar ki, bir omurdur ayni nakarati -usanmadan- tekrar derler de, sagdan say desen yanlarinda bir avuc insan bulunmaz…’
öncelikle, diktatör erdoğan’ın emirleriyle ‘hapse atılan insanlar’ı saymakla başlayabilirsin. sana göre, diktatör erdoğan’ın emirleriyle hapse atılan insanlar, ‘bir avuc insan’ kategorisine girmiyor ise, bu, senin gaddarlığın.
‘maden kanaryası’na kadar uzamana gerek yok. diktatör erdoğan’ın emirleriyle hapse atılan insanların, biraz nefes alması için, hapishane yönetimi, bazen, küçücük bir penceresi olan (bu pencere, avluya açılıyor, özgürlüğe değil) hücreleri tahsis ederler ‘bakın ne kadar da toleranslıyız’ imajını yaymak için. işte bu küçük pencereler aracılığı ile, diktatör erdoğan’ın emirleriyle hapse atılan insanların şansları yolunda giderse, bazen birkaç ‘serçe’, bazen de birkaç ‘güvercin’ arkadaşlığı doğabiliyor, hapistekilerin bıraktıkları ekmek kırıntılarını yemeye geldiklerinde.
‘Bilmeyen de, “‘apaçık faşist’ rejim” oldugu konusunda yogun bir konsensus varmis,’
herkes, senin gibi, diktatör erdoğan’ın sadık birer askeri değil necip. kendinle, başkalarını bir tutma. diktatör erdoğan tarafından beslendiğin için, ‘apaçık faşist’ rejim oldugu konusunda yogun bir konsensus olduğunu kasten atlıyorsun. ‘apaçık faşist rejim’i sen de deneyimliyorsun, ama, itiraf etmek işine gelmiyor.
‘ahali de akin akin vatandasligini reddediyormus da kimse aldirmiyormus filan sanacak.’
yine, herkes, senin gibi, diktatör erdoğan’ın sadık birer askeri değil necip. kendinle, başkalarını bir tutma.
‘Yok, tabii ki, oyle bir sey. Vatandasliktan cikarilanlar bile donup “‘apaçık faşist’ rejim” semsiyesinin altinda yasamagi tercih ediyorlar.’
tercih-mercih yok. senin gibi, recep tayyip erdoğan’ın kuyruğuna takılmış necip’lere karşı mücadele etmek var.
‘Yok. Almayayim. Ben, kendi kararlarimi kendim veririm.’
yeniden, ama dikkatle oku: ‘faşist rejim, seni de yemeye başladığında, o vakit seni ben savunacağım, senin yardım, destek isteyip-istememene aldırmadan.’
‘prensipsiz devirmecilerin zerre kadar yardimini istemem.’
bir: sende prensip ne gezer.
iki: bir de gelmiş, benim prensibimi sorgular, utanmaz madrabaz.
üç: sen ilk önce, recep tayyip erdoğan’ın kuyruğunu bırakmayı dene. ondan sonra, prensipler kütüphanesinde taharri yaparsın.
Kim iktidarsa ona vur!
Kim muhalifse onu destekle!
İktidar iktidara ne kadar hakimse o kadar vur, muhalif ne kadar muhalefet ediyorsa o kadar destekle!
Şusu yanlış: Çünkü böyle uydurma bir örgüt adıyla Tayyap-FetuLLAH ittifakı tarafından çok sayıda insanın canı yakılmış, intihar edenler olmuş, insanlar boş yere beş yıl hapis yatırılmış, Türkiye toplumunun bugünkü diktatörlüğe yöneltilmesinde bu ad kötü bir üne sahip olmuştur. Yanlış bir şeyi neden kullanıyorsunuz ki. İktidarın elinize tutuşturduğu her elma şekerini yalamayın lütfen.
yani diyorsun ki, bugünküne razı olup oturalım oturduğumuz yerde.
“yani diyorsun ki, bugünküne razı olup oturalım oturduğumuz yerde.”
Yikarak da bir yere varamayacaginiz belli –bunu siz de biliyor ve soyluyorsunuz.
Cunku; yiktiginiz an, cok kisa zamanda, yerine bir baskasi gececek.
Yerine gelecek olanin daha iyi olmak ihtimali de, iktidar sehveti ile yanip tutusan orgutlere bakarsak, pek de yok.
Daha da beteri, (iktidar sehveti ile yanip tutusan orgutlerin yoneticilerini haric tutarsak) yikmak icin ugras veren onca insanin gayretleri heba ve kendileri de telef olmus olmayacak mi?
Oyleyse, yikmaga bir omur hasretmenin anlami kaliyor mu?
Bence kalmiyor.
Cunku, sizin ‘end game’inizin butun alternatifleri basarisizlikla sonuclanmaga mahkum –bunu siz de biliyor ve soyluyorsunuz.
Bu durumda, ha oturmussunuz oturdugunuz yerde, ha isyan etmis ortaligi ayaga kaldirmissiniz.. bir sey degismeyecek.
“ortada ‘zalim devlet’ var, adı ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’. bu diktatörlüğü yıkmak için mücadele etmek, zaten, halihazırda, ‘en zalim olan’a (yani ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’ne) karşı mücadele etmek demektir.”
Sizin mucadele menziliniz RTE ile bitecek anlasilan.
Bitince mutlu olacaksiniz; ne mutlu…
Peki, ya zalim orgutler?
Bunlara soylecek hic sozunuz olmayacak mi?
“Kim iktidarsa ona vur!
Kim muhalifse onu destekle!
İktidar iktidara ne kadar hakimse o kadar vur, muhalif ne kadar muhalefet ediyorsa o kadar destekle!”
Bunlar kulaga hos gelen sloganlar.
Fakat, “Muhalif ne kadar muhalefet ediyorsa o kadar destekle” dediginiz zaman, yapilmasini uygun gordugunuz seyleri engelleyen muhalefeti de destekleyecek misiniz?
Bir de soyle bir soru var: Eger ‘iktidar’i calisamaz hale getirebiliyorsa, o zaman, asil ‘iktidar’ ‘muhalefet’ degil midir?
Bu durumda, hangisini destekleyeceksiniz?
“Ergenekoncu” diye geçmişte haksız yere hapis yatanlar bugün iktidarın en büyük destekçilerinden olmuşlar ise geçmişte maruz kaldıkları bu durum nedeniyle onları mağdur görüp haklarını savunmak doğru mudur?
Bu şuna benzer. Cinayet işlediği iftirasına maruz kalıp haksız yere hapis yatan biri tahliye edildikten sonra birini öldürüyor. Bizde geçmişteki mağduriyetine karşı çıkıyoruz. Halbuki hapis yatmaya devam etseydi kimseyi öldüremeyecekti.
saçma bir mantık. Bu mantıkla herkesi suçlar ve hapse atarsınız. Suç tamamen olaya bağlıdır. Bu adam zaten cinayet işleyecek, onun için şimdiden içeri atmakta fayda var diye bir mantık olmaz.
eh öyle. Sonunda ölüm var diye kimse çocuk doğurmaktan vazgeçmez.
‘Sizin mucadele menziliniz RTE ile bitecek anlasilan. Bitince mutlu olacaksiniz; ne mutlu… Peki, ya zalim orgutler? Bunlara soylecek hic sozunuz olmayacak mi?’
‘zalim devlet’in mevcut vücut bulmuş hali ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’dür. bu diktatörlüğü yıktığımızda, devlet de, zalimliği de otomatikman bitecek, sonucu çıkmıyor. poponla beynin aynı zırıltıları çıkardığı için, sen, ‘zalim devlet(ler)’e karşı olan mücadelelerin, sadece ama sadece ‘isimlere karşı mücadele etmek ile’ limitli kalacağını söyleyecek kadar, recep tayyip erdoğan’ın kuyrukçuluğunu yapan bir şahıssın.
anlamak işine gelmiyor: ilk hedef, en tehlikeli ‘diktatörlük’, en zalim ‘teşkilat’, en hegemonya heveslisi ‘örgüt’, mevcut durumda ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’dür. ‘geriye kalan zalim orgutlerle’ mücadele etmek için, ilk önce, ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’ne karşı mücadele edilir. bu diktatörlüğü yıktığımız an, hayat, güllük-gülistanlık olacak, ‘daha az zalim örgütlere boyun eğilecek’ diye bir şart yok.
laf cambazlığını sergileyerek, saptırma necip.
bir kez daha hatırlatıyorum: hiçbir iktidar meşru değildir, bunu unutma necip.
‘Eger ‘iktidar’i calisamaz hale getirebiliyorsa, o zaman, asil ‘iktidar’ ‘muhalefet’ degil midir? Bu durumda, hangisini destekleyeceksiniz?’
‘iktidar’ denen olgu nedeniyle, muhalefet var.
muhalefet, ‘iktidarlara karşı mücadele etmek için’ var.
‘iktidar olgusu’nu, muhalefet beraberlikleri kurarak yıktığımızda, yerine, yeniden, ‘bir başka iktidar koymak’ için mücadele edilmez.
‘iktidar olgusu’nu yıktıktan sonra, eğer, muhalefet beraberliği içinde de iktidar olmaya eğilimli akımlar çıkarsa, bu kez, yeni muhalefet beraberlikleri kurulur, ve bu kez, ‘muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’a karşı mücadele edilir.
poponla beynini birbirine karıştırma necip.
“‘geriye kalan zalim orgutlerle’ mücadele etmek için, ilk önce, ‘recep tayyip erdoğan diktatörlüğü’ne karşı mücadele edilir.”
Nasil yani?
Iki isi bir arada yapamiyor musunuz?
Mesela, sakiz cignerken (ya da konusurken) yurumek gibi..
“‘iktidar olgusu’nu yıktıktan sonra,”
Peh.. peh..
‘Iktidar’i yikmak yetmemis; simdi de ‘iktidar olgusu’nu yikmaktan bahsediyorsunuz.
Yani, hamhayalperestligi asmis, somsalakligin feristahina ulasmissiniz. Bravo.
“eğer, muhalefet beraberliği içinde de iktidar olmaya eğilimli akımlar çıkarsa, bu kez, yeni muhalefet beraberlikleri kurulur,”
Yani, bir o muhalefetin kucaginda, bir bu muhalefetin kucaginda, bir omur gecirirsiniz.
Ama, bu da cok suremez; cunku, her an herhangi bir ‘beraberlik’e ihanet edeceginiz artik asikar olacaindan dolayi, sizi kimse iplemez.
Simdi oldugu uzere, bilindik ‘kullanisli aptal’ olarak kalirsiniz.
“ve bu kez, ‘muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’a karşı mücadele edilir.”
Hedefi iktidar olmak olmayan muhalefete bukake canagi diyoruz.
ittifak,strateji,demokrasi falan yok.
global elitlerin kontrolcü sistemini yıkıp dünya çapında komünizm kuracağız.
geri kalan her şey boşuna oyalanmaktır. komünistler 150 yıldır saçma sapan yan işlerle, günü kurtarmak adına, öncelikler adına uğraşıyorlar. bir 150 sene daha kaybedemeyiz.
Necip’in sorunu ikisine birden mücadele etmek istemesi değil. İktidara karşı mücadele etmek istememesi.
24 haziran 2017 bursa asker zehirlenmesi
beyler sakin, hulusi ile konuştum, haberler iyi. bayram namazından sonra ilgilenecekmiş. şu an abdest alıyormuş eli ıslakmış, omzunda tutuyordu telefonu. o yüzden fazla konuşamadık.
geyik bir yana. ne fetösü lan? madem öyle, ilk yaptığında neden önlem alınmadı? polis emrinde, ordu emrinde, iktidar zaten 15 senedir elinde. hala mı fetö?
devlet bahçeli de twitter’da dm göndermiş. youtube’dan dizilerini izliyormuş, bitince tweet atacakmış.
doğu perinçek de, tabldotlara karşı vatan savaşı verdiğini söyledi. kuru fasulyeler emperyalistmiş.
kılıçdaroğlu mu? yaee bırakın o’nu. 15 temmuz’da neredeeeeeymiş?
https://eksisozluk.com/entry/69053159
Yorumlar gene uçtu Gün, gene uçtu!
maalesef. bu sorunu halledemedik.
2011, Libya
Kaddafi zorbası bombalanıyor (Taraf)
Diktatöre bomba yağdı (Milliyet)
Necip onaylar [mı? Karşı olduğunu henüz duymadık. Öyleyse özür dileriz].
2001, Afganistan
Taliban zorbası bombalanıyor
Diktatöre bomba yağdı
Necip onaylar [mı? Karşı olduğunu henüz duymadık. Öyleyse özür dileriz].
2003, Irak
Saddam zorbası bombalanıyor
Diktatöre bomba yağdı
Necip onaylar [mı? Karşı olduğunu henüz duymadık. Öyleyse özür dileriz].
2011-günümüz, Suriye
Esed zorbası bombalanıyor
Diktatöre bomba yağdı
Necip onaylar [mı? Karşı olduğunu henüz duymadık. Öyleyse özür dileriz].
15/16 Temmuz 2016, Türkiye
RTE zorbası bombalanıyor
Diktatöre bomba yağdı
Necip karşı çıkar.
Gün Zileli
Haziran 24th, 2017 at 10:44
saçma bir mantık. Bu mantıkla herkesi suçlar ve hapse atarsınız. Suç tamamen olaya bağlıdır. Bu adam zaten cinayet işleyecek, onun için şimdiden içeri atmakta fayda var diye bir mantık olmaz.
[Mecûsî Ebû Lü’lü, Hz. Ömer (r.a) huzuruna çıkıp, efendisinden şikâyet eder. “Mugîre benden günde iki dirhem haraç istiyor, bunu biraz hafîfletin.” der. Hz. Ömer (r.a.) “Senin sanatın nedir?” diye sorar. Köle “Tüccârım, nakkâş(nakışcıy)ım, demirciyim.” der, Hz. Ömer “Bu sanatlara göre haracını çok görmüyorum. Hem duyduğuma göre, ben yel değirmeni bile yaparım, demişsin.” buyurur. Köle “Evet” deyince. Hz. Ömer “Öyle ise bana bir yel değirmeni yap.” der. Köle “Sana öyle bir değirmen yapacağım ki, şarktan garba kadar bütün dillere destan olacak.” der. Hz. Ömer (r.a), “Bu kâfir beni öldürmek istiyor.” der. Etrafındakiler: “Emir buyurun, hemen onu öldürelim.” deyince de “Öldürmeden evvel kısas yapılmaz.” buyururlar.
Zilhicce ayının 23. günü Hz. Ömer (r.a.), sabah namazını kılmak üzere mescide gider. Cemaat saf olurken, Ebû Lü’lü içeri dalar ve iki taraflı bir hançerle Hz. Ömer’i altı yerinden yaralar ve daha on kişiyi yaralayıp kaçar. Yaralı sahabelerden dokuzu şehîd olurlar. Asıl ismi Firûz olan Ebû Lü’lü yakalanıp öldürülür.]
“Necip’in sorunu ikisine birden mücadele etmek istemesi değil. İktidara karşı mücadele etmek istememesi.”
Neresini Turkce yazmamisim, nereseni anlamadiniz; bilmiyorum.
Bir daha deneyelim:
Siz, ‘iktidar’a (yani, ‘yonetim’e) karsi oldugunuzu soyluyorsunuz. Kim olursa olsun, farketmez, ‘iktidar’a karsisiniz.
Bunu da, anlamli bir seymis gibi, biteviye soyluyorsunuz.
Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken…
O gunler gecti.
Simdi, 3 dairelik apartmanlarda bile birisini yonetici seciyor ya da tayin ediyorlar. Bunu da, kendiliklerinden yapiyorlar.
Cunku, ortak hizmetlerin saglanmasi icin boyle bir sey gerekiyor –oteki turlusunun daginiklik ve karmasa anlamina geldigini (galiba, bir siz haric) herkes idrak ettigi icin.
30 bin sene onceye donusu oneren bir sloganik lakirdiyi kimse ciddiye almiyor yani.
Simdi de, gelelim, sizin ‘zulum’e filan karsi olusunuza.
Evet. Buna ben de, tabii ki, karsiyim.
Ama, ben hem ‘iktidar’in hem de ‘orgut’lerin zulmune karsiyim.
Siz, pek de bir el cabuklugu ile, ‘orgut’lerin zulmune gecistiriveriyorsunuz.
Aramizdaki temel fark bu.
Umarim bu sefer yeterince Turkce yazmisimdir.
Türkçe yazmışsın da bir de Türkçe okumayı bilsen… Bu sitede örgütlerin zulmüne karşı yüzlerce yazı bulunuyor.
“Bu sitede örgütlerin zulmüne karşı yüzlerce yazı bulunuyor.”
Bu ‘örgütlerin zulmüne karşı’ yazilanlardan birkac tanesinin linkini verebilseydiniz cok makbule gecerdi.
Ozellikle de, ‘örgütlerin zulmüne karşı’dan oteye, dogrudan dogruya ‘örgütlere karşı’ yazilmis, onlari da sertce elestiren birkac yazi.
Ben sizin yerinizde olsam, herkese laf yetiştireceğime biraz zaman ayırır ve bulmaya çalışırdım. Gerçekten bulmak istiyorsam tabii. Yine de ilk elde bulduğum iki örneği buraya vereyim:
http://www.gunzileli.com/2014/01/16/vigilante/
http://www.gunzileli.com/2013/12/03/dsipli-arkadastan-derhal-ozur-dilenmelidir/
Bir de şu var:
http://www.gunzileli.com/2014/12/25/orhan-pamuk-olayindan-hareketle-mutlak-ozgurlukten-yana-degilseniz/
http://www.gunzileli.com/2014/02/21/solun-ozgurlukle-imtihani/
http://www.gunzileli.com/2013/08/19/ozgurlukculuk-ozgurluk-dusmanlarinin-soz-ozgurlugunu-de-savunmaktir/
http://www.gunzileli.com/2010/03/03/ilyas-aydina-devrimci-onuru-iade-edilmelidir/
“Ben sizin yerinizde olsam, herkese laf yetiştireceğime biraz zaman ayırır ve bulmaya çalışırdım. Gerçekten bulmak istiyorsam tabii.”
Herkese laf yetistirmek pesinde degilim. Sadece ilginc/onemli gordugum noktalara deginiyorum.
Bu sitedeki butun yazilari tek tek okuyacak kadar vaktim, malesef, yok.
Olsa bile, yapmazdim. Cunku, o, bir tur ‘stalking’ sayilabilir.
Onun yerine, dogrudan dogruya, sizden yardim istemegi tercih ederim.
“Yine de ilk elde bulduğum iki örneği buraya vereyim:”
Tesekkur ederim.
Once, verdiginiz en sonuncu linkten baslayayim.
“İlyas Aydın’a Devrimci Onuru İade Edilmelidir…” basligi altindaki su ifadeniz cok ilginc:
“Örgütlere bir şey demiyorum, onlar konuşmazlar, konuşmak işlerine gelmez, çünkü epeycesinin örgüt içi infaz suçu vardır. Peki ama ya bizim kuşak. Bizler neden susuyoruz?”
Evet. Fakat, orgutlere niye “bir sey demiyor“sunuz?
‘Cevap vermez’ olmalari onlari soru sorulmaktan muaf mi kiliyor?
Dahasi, evet, hala daha neden susuyorsunuz?
[Buradaki ‘siz’ zamiri bizzat size atifta bulunmuyor; ‘sol’un (hatta, ‘sag’in) orgutsel yapisi icinde (daha cok da, yonetiminde) bulunmus olan herkesi kastediyorum.]
Aradan kac yil gecmis?
Yazida ismi gecen:
Adil Ovalıoğlu (infazi 1970): 46 sene.
İlyas Aydın (infazi 1972?): 44 sene.
Ve, hala daha ‘ajan miydi, degil miydi?’ geyikleri uzerinden konusuluyor mevzu.
Neymis? ‘Ajan degilse, itibari iade edilmeli’ymis?
E iyi de, (ajan ya da degil) insanlar oldurulmus..
Oldurenleri, emri verenleri, infazi yapanlari vs konusan yok.
Bunlarin suclu oldugunu soyleyen hic.
Hem, ajan olsa(ydi) ne yazar?
‘Ajan’ olanlarin sizce katli vacip midir?
Sahi, siz idama karsi misiniz?
Yoksa, orgutlere istisna mi taniyorsunuz?
Not: Linkini verdiginiz diger yazilariniza baktim. Hicbirinde acikca ismi zikredilen bir orgut yok.
Uzgunum; ama, onlarin her biri muglak/yuvarlak laflar.
Bu durumda sunu sormaliyim:
[‘Omerta’ya uyulmasini zorunlu kilan sey, kendisinin (ya da sevdiklerinin) oldurulmesi, iskence gormesi veya baska sekillerde ciddi zararlara ugramasi korkusudur.]
Solda, bunca katle ve infaza ragmen, bunlarin hakkinda kimsenin cikip konusamayisini, ben, boyle bir teditten korkunun varligina yormak durumunda kaliyorum.
Baska bir aciklamasi akliniza geliyor mu?
Başka bir açıklaması senin bir demagog olduğun.
Kelimenin anlami sizin sandiginiz gibi her yerde kullanilmaga musait degil.
http://www.dictionary.com/browse/demagogue
demagogue or demagog
noun
1. a person, especially an orator or political leader, who gains power and popularity by arousing the emotions, passions, and prejudices of the people.
2. (in ancient times) a leader of the people.
Ben, halkin duygularini veya onyargilarini sahlandirarak guc veya popularite kazanan birisi degilim.
Burasi da, benim soyledigim turden seyleri soyleyerek popularite kazanilacak bir yer degil zaten.
Simdi gelelim sizin soylediginize:
“Başka bir açıklaması senin bir demagog olduğun.”
Yani, sirf ben (olmadigimi yukarida anlattim, ama yine de diyelim ki) ‘demagog’um diye mi konusamiyorsunuz?
Butun ‘sol’u ben mi engelliyorum?
Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar birbirlerini anlayabilirler.
Hiroşima ve Nagazaki’ye (ve Pearl Harbour’a, Dresden’e, Londra’ya, Dersim’e, Roboski’ye, Gazze’ye, Hama’ya, Halep’e, Halepçe’ye, İHA’larla Yemen’e…) bomba atanların yaptığı zulümler ile örgütlerin yaptığı zulümler bir mi ki onların da aynı derecede eleştirilmesini bekliyorsun Necip? (Onların zaten eleştirilmesini bir yana bırakıyorum.)
Öte yandan, bu örgütlerden IŞİD gibi bazılarına da senin değinmemenin sebebi, onların tasmasını elinde tutan AKP iktidarının onları PYD gibi karşı olduğun örgütlere karşı kullanması değil mi?
‘Nasil yani? Iki isi bir arada yapamiyor musunuz? Mesela, sakiz cignerken (ya da konusurken) yurumek gibi..’
iktidarları yıkmak için, sihirli tek tuşla çalışan, bu sihirli tuşa basıldığında dünyayı güllük-gülistanlık hale çabucak çeviren, bu sihirli tuşa basıldığında hem ‘iktidarları’ hem de ‘muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’ı tek seferde yok eden bir mekanizma yok.
poponla beynini birbirine karıştırma necip.
emperyalist ülkenin emperyalist generali ‘george smith patton, jr.’, 1945’e yaklaşırken, müttefik kuvvetler komuta merkezinde kavga çıkardı. dedi ki: ‘nazileri yedik bitirdik, artık kımıldayacak mecalleri kalmadı. peki niçin duruyoruz?! önümüzde daha cevval bir canavar ‘sovyetler’ dururken, bırakın benim tanklarımı, moskova’ya kadar gideyim! dünyanın üstüne çöken bir başka laneti daha kaldırayım!’ ama, tarihin o anı, o ‘emperyalist general patton’a, o imkanı, yani hem ‘nazizm’e hem de ‘sovyetizm’e karşı ‘aynı anda’ savaşmayı mümkün kılmadı. tarihin cilvesi yine ortaya çıktı, o emperyalist general patton’ın yurttaşı olduğu ülke emperyalist abd, ikinci dünya savaşı’nı kazanmış olmanın verdiği enerjinin de katkı sağlaması ile, dünya genelinde ‘abd diktatörlüğünü arttıra arttıra’ bugünlere kadar gelebildi, ne yazık ki.
anla necip: hem ‘iktidarlar’a hem de‘muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’a karşı ‘aynı anda’ mücadele etmek, daima mümkün olamıyor. hayat, daima senin istediğin, daima senin çabaladığın yönler de, ‘aynı anda’ akamıyor.
‘Peh.. peh.. ‘Iktidar’i yikmak yetmemis; simdi de ‘iktidar olgusu’nu yikmaktan bahsediyorsunuz. Yani, hamhayalperestligi asmis, somsalakligin feristahina ulasmissiniz. Bravo.’
‘iktidarlar’a ve ‘iktidar olgusu’na karşı mücadele aynı anda yapılır.
sen, bu mücadeleyi anlamazdan gelmekte maharetli olduğundan ‘hamhayalperestlik’ ve ‘somsalaklik’ sarmalında bocalayıp duruyorsun, çünkü, recep tayyip erdoğan’ın askeri olman, beynini, rüya aleminde uçuruyor.
‘Yani, bir o muhalefetin kucaginda, bir bu muhalefetin kucaginda, bir omur gecirirsiniz. Ama, bu da cok suremez; cunku, her an herhangi bir ‘beraberlik’e ihanet edeceginiz artik asikar olacaindan dolayi, sizi kimse iplemez. Simdi oldugu uzere, bilindik ‘kullanisli aptal’ olarak kalirsiniz.’
sen, galiba, muhalefetin ‘kucaklasmasi’nı başka türlerde anlayıp, yine, saptırmaya uğraşıyorsun. diktatörlüklere karşı mücadele yürütülürken, muhalefetin unsurlarının beraber hareket etmeye, tarihin akışının mecbur bırakmasını, ya anlamazdan geliyorsun, ya hiç anlamıyorsun.
‘her an herhangi bir ‘beraberlik’e ihanet edeceginiz’
ben, muhalefet beraberliğine ‘ihanet etmek için’ değil, iktidarları yıkmak için, muhalefet unsurları ile beraber hareket etmekten bahsediyorum. laf cambazlığı yaparak, konuyu saptırmaya uğraşma necip.
‘bilindik ‘kullanisli aptal’ olarak’
kendini, yeniden, tanıttığın için teşekkürler. sen, recep tayyip erdoğan’ın kuyrukçuluğunu bu sitede sürekli icra ederek, pek maharetli ‘kullanisli aptal’ olduğunu sürekli kanıtlıyorsun necip.
‘Hedefi iktidar olmak olmayan muhalefete bukake canagi diyoruz.’
bir: ‘bukake canagi’ ne demek?
iki: sen, recep tayyip erdoğan’ın kuyrukçuluğunu yapan bir askersin. iktidardan, doğrudan-dolaylı, nemalanan, ve albaylık rütbesine de özenen, recep tayyip erdoğan’ın askerisin. recep tayyip erdoğan diktatörlüğünü yıktığımızda, kendi iktidarın da sarsılmaya başlayacağı için, ‘muhalefet beraberliklerinin, iktidar tahtini isgal etmeyi hedeflemesi gerektigi’ gibi bir zırva-prensibinle, güya, istikamet verdiğini sanıyorsun. hadi ordan, başka kapıya, kış kış.
üç: hiçbir iktidar meşru değildir (‘muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’ dahil), bunu unutma necip.
http://marksist.net/pinar-safak/spor-kisvesi-altinda-koruklenen-milliyetcilik.htm
necip demagog geğil ki. o bir gevezelog.
Emekçilere milliyetçilik, kapitalistlere kâr
“…geçtiğimiz Mayıs ayında Fenerbahçe basketbol kulübü Euroleague şampiyonu oldu. Takımın sayı getiren bir tek Türkiyeli oyuncusu olmamasına rağmen “tarihi zafer”, “Yunanlıları yenen Fenerbahçe” gibi söylemlerle yıllardır sürdürülen Türk-Yunan düşmanlığı beslendi, milliyetçilik kışkırtıldı. Kendi çıkarları doğrultusunda milliyetçiliği azdıran egemenler, söz konusu olan kârları olunca Türkiyeli olmayan ama daha yetenekli olan oyuncuları oynatmakta bir sakınca görmüyorlar. Böyle düşünmeleri de kendi mantık çerçeveleri içinde son derece normaldir. Bizim açımızdan işin bu kısmı herhangi bir sorun teşkil etmiyor elbet. İşçi sınıfını “yerli-yabancı” temelinde bölen kapitalist egemenlerdir. Burada altı çizilmesi gereken nokta tüm bu yapay ayrımları yaratanların ikiyüzlülükleridir. “Türkler Avrupa’yı fethetti”, “tarihi zafer”, “Türkler ezdi geçti”, “Yunanı bozguna uğrattık” gibi söylemlerle riyakârca milliyetçiliği kışkırtanlar, bu söylemlerin altında milyon dolarlar kazanıyorlar ve bunu yaparken de milli tercih kıstasına hiç mi hiç takılmıyorlar.
Çünkü kapitalistler için önemli olan kârlarıdır ve özellikle siyaset dışı gibi gösterilen böylesi alanlarda kendi ideolojilerini kitlelere benimsetmektir. Irkı, dini, dili fark etmeksizin kendilerine kâr sağlayacak seçimler yapan kapitalistler, sıra işçi sınıfına gelince emekçi halkları bu ayrımlarla bölüp, birbirine düşman etmeye çalışırlar. Milyon dolarlarca kârların sağlandığı spor kulüpleri de kapitalist şirketler gibi düşünüyor ve ona göre kararlar alıyorlar. Borsada işlem gören ve şampiyonluk sayesinde inanılmaz paralar kazanan kulüp yönetimleri “milli olsun bizim olsun” zırvalığına takılmıyorlar. Yabancı sporcularla dolup taşan kulüplerin önemsediği asıl nokta kulübün borsadaki değeri, ticari satışlarının ne olduğudur. Çıkarlarına göre hareket eden kapitalist egemenler, yeri geldiğinde aşağıladıkları uluslara mensup sporcularla muazzam paralar kazanıyorlar. Bu da yetmezmiş gibi bir tek Türkün bile olmadığı takımla “Türkün gücünü” tüm dünyaya ispatlıyorlar! Hatta herhangi bir spor kulübünün ötesinde milli takımlarda dahi bu durumun geçerli olduğu örnekler yaşanıyor. Kâğıt üzerinde birkaç basit işlemle “millileştirilen” ve bir anda ulus değiştiren sporcular, milli takım kadrolarında yer alıyor. Aslında karma uluslardan oluşan takımlarla kitlelerin bilincinde “ulusal üstünlük” pekiştiriliyor.
…Geçtiğimiz haftalarda tam da bu profile uygun bir örnek yaşandı. Herhangi bir “yerli” takımda oynamak yerine kendi kariyeri için dünyanın en büyük futbol kulüplerinden birinde top koşturmayı seçen bir futbolcu, referandum öncesinde “vatan, millet” demagojisi yaparak, “güçlü bir Türkiye için evet diyorum” diye oyunu duyurmuştu. Daha sonraki günlerde epey bir gündem olan birtakım hadiseler yaşandı. Meselenin bizim konumuzla ilgili kısmı, sorunun kaynağının milli takımda ödenecek prim anlaşmazlığı olduğunun ortaya çıkmasıdır. Bu çok sevgili vatansever (!) futbolcumuz “milli takımda oynamanın gururu”nu yaşamak yerine para anlaşmazlığına düşmüş ve sonuç itibariyle milli takımdan ayrılmıştır. “Güçlü bir Türkiye için” her fırsatta işçi haklarını tırpanlayan iktidarı destekleyenler, sıra kendi meselelerine gelince hiç de söyledikleri gibi davranmıyorlar.
…Aslında bütün bu örnekler yükseltilen milliyetçiliğin nasıl yapay bir zehir olduğunu, gerçek bir temelden yoksun olduğunu açıkça ispatlıyor. Fakat işçi sınıfının mevcut örgütsüzlüğü bu gerçekliğin görülmesini engelliyor. Milliyetçiliğin burjuvazinin ideolojik bir zehri olduğu gerçeğinin kitlelerce kavranması, ancak işçi sınıfının devrimci örgütlülüğüyle mümkün olacak.”
(Spor Kisvesi Altında Körüklenen Milliyetçilik, Marksist Tutum)
“Hiroşima ve Nagazaki’ye (ve Pearl Harbour’a, Dresden’e, Londra’ya, Dersim’e, Roboski’ye, Gazze’ye, Hama’ya, Halep’e, Halepçe’ye, İHA’larla Yemen’e…) bomba atanların yaptığı zulümler ile örgütlerin yaptığı zulümler bir mi ki onların da aynı derecede eleştirilmesini bekliyorsun Necip? (Onların zaten eleştirilmesini bir yana bırakıyorum.)”
Buna iki cevap var:
1) Ayni anda, birden fazla seyi elestirmek mumkun degil mi?
2) “Ayni derecede” olmalari sart mi?
“Öte yandan, bu örgütlerden IŞİD gibi bazılarına da senin değinmemenin sebebi, onların tasmasını elinde tutan AKP iktidarının onları PYD gibi karşı olduğun örgütlere karşı kullanması değil mi?”
Ben, ISID’in gercek bir orgut oldugunu hicbir zaman dusunmedim. ABD tarafindan, sentetik usullerle, peydahlanmis bir orguttur, bence. Dolayisi ile, ISID’e takilip kalmak, ABD’nin istedigi sekilde ‘honeypot’a (‘bal tasi’na, ‘bal canagi’na) dusmektir.
Yani, ISID’i elestirmek yerine dogrudan dogruya ABD’yi elestirmegi tercih ederim.
PYD’ye gelince.. ne kadar karsi oldugum su goturur. Ama, cok da akillica siyaset yapmadiklarini soyleyebilirim. Akillica yapilmayan siyaset acemi tarrak gibidir. Herkese zarar verir.
“iktidarları yıkmak için, sihirli tek tuşla çalışan, bu sihirli tuşa basıldığında dünyayı güllük-gülistanlık hale çabucak çeviren, bu sihirli tuşa basıldığında hem ‘iktidarları’ hem de ‘muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’ı tek seferde yok eden bir mekanizma yok.”
Gunaydin.
‘Emansipasyon’unuzun ilk merhalesi basarili sayilir.
Simdi de, bir sonrakine kendinizi hazirlayiniz:
Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.
Biliyorum, bu sizin icin, kabul etmesi zor bir realite; ama, birkac gun tefekkur ederseniz, bunun boyle oldugunu idrak edebilceginize guvenim tamdir –en azindan oyle umit etmek istiyorum.
Bunu anladiginiz zaman, ‘iktidar (yonetim) olgusu’nu ve/ya ‘iktidar (yonetim)’i yikmak gibi lakirdilarinizin ne kadar cocuksu, hamhayalperest ve de somsalakca oldugunu da goreceksiniz.
Ben, sadece, azicik durtme ile, size yardimci olmaga calisiyorum.
“hem ‘iktidarlar’a hem de’muhalefetin içinde filizlenmiş iktidar olmaya eğilimli akımlar’a karşı ‘aynı anda’ mücadele etmek, daima mümkün olamıyor.”
‘Daima’ mumkun degilse, ‘hic’ mi olmak zorunda?
Benim gordugum, orgut sempatizanlarinin hep de ‘hic’i tercih ettigidir.
Yoksa, kimse herkesten ‘muhalefete muhalefet’ gibi ‘recursive’ bir donguye kapilmasini bekliyor degil.
Ama, hep de ‘hic’ olunca, bayagi siritiyor.
“diktatörlüklere karşı mücadele yürütülürken,”
Bana, bu, “diktatörlük” filan gibi laflari duymaktan gina gelmege basladi…
Nereye baksam ‘diktatörlük’…
Evde once ‘koca/baba’, sonra ‘kari/anne’, sonra ebeveyn, sonra (birden cok kardes varsa) ‘abi’ ve/ya ‘abla’.. Disarida da, ‘sef’, ‘amir’, ‘mudur’, ‘patron’..
Herkes kendi capinda birer ‘diktatör’.. ama, herkes de –nasil oluyorsa– ‘diktatörlük’e karsi.
[‘Diktatör’ yerine ‘fasist’ de, ‘yezid’ de, ‘kafir’ de (baska benzer seyler de) denebilir, tabii ki. Ayni derecede yalama olmus lakirdilardandir.]
O yuzden, ben, bu kelimeleri kullarak bana birsey anlatmaga calisanlara sadece tepki koymakla kalmiyor; ayni zamanda, duygularima hitap edip beni kandiracagini dusundugu icin, ‘filter out’ ediyorum –duymazdan geliyorum.
Bu sebeple, ben, yalama olmus bu tur ‘cuval’ kelimeleri kullanmaktan sakinilmasini oneriyorum hep.
Kategorizasyon cambazligiyla beni de ‘defter-i usaka kaydet’mege ugrasmak yerine, spesifik olarak neye nicin karsi oldugunuzu (yani, sebep ve gerekcelerini) anlatirsaniz, size katilabilirim, ya da katilmazsam da neden katilmadigimi anlatabilirim.
Kisacasi, benim ‘ontology’im (‘var olus felsefem’) ‘omur boyu muhaliflik’ de degil; kayitsiz sartsiz (ve sonsuza dek surecek) sadakat de.
Galiba bu kontrast yuzunden sizinle anlasamiyoruz.
C’est la vie..
Şiddet ve sosyalizm
Roni MARGULIES
23.05.2012
Bu yazı kısa olacak, sayfanın dibine ulaşmayacak. Konusu çok basit çünkü: Sosyalizm ile şiddet arasındaki ilişki.
Böyle bir ilişki olmadığına göre, yazı da uzun olamayacak.
Sosyalizm, benim üye olduğum partinin yönettiği toplum değildir.
Sosyalizm, başka herhangi bir partinin sosyalist üyelerinin yönettiği toplum değildir.
Sosyalizm, halkın seçtiği çok iyi, çok vicdanlı bir sosyalistin çok iyi yönettiği toplum değildir.
Sosyalizm, halkın seçtiği çok solcu bir hükümetin yönettiği toplum değildir.
Sosyalizm, ilerici subayların, iyi niyetli aydınların, kahraman gerillaların gerçekleştirebileceği bir toplum düzeni değildir.
Sosyalizm, işçi sınıfının kendi kitlesel eylemiyle toplumu değiştirip kendi iktidar organlarıyoluyla kendi kendini yönettiği toplum demektir.
(“İşçi sınıfı” ifadesine takılanlarınız olacak, biliyorum, ama şu anda o konuya girmeyelim. İsteyen “emekçiler”, “çalışanlar”, “mülksüzler” filan diye düşünsün, farketmez, kimlerden bahsettiğimiz belli.)
Bu söylediklerim benim tercihlerimin ifadesi değil. “Böyle olsa daha iyi olur” demiyorum. “Böyle olmak zorundadır, başka türlü olmaz” diyorum.
Sosyalizm, ancak geniş emekçi kitlelerin kendi eylemi sonucu olur, çünkü kendi kendini yönetecek olan kitleler ancak o eylemin içinde çağların pisliğinden, mevcut düzenin dünya görüşünden, inançlarından, alışkanlıklarından, yamukluğundan kurtulurlar. Düzeni değiştirme eyleminin içinde kendileri değişirler.
Yani sosyalizme geçişte, kitlelerin kendi eylemi “olsa ne güzel olur” değil, “olmazsa olmaz” koşuldur.
Mevcut düzenin yerine başka bir düzen yaratma sürecinde geniş emekçi kitleler kendi yönetim organlarını oluşturur ve ancak bu süreç içinde oluşturur. Bu organlar onlara yukarıdan verilemez, hediye edilemez, onlar adına yönetilemez.
Daha güzel bir toplum için harekete geçen emekçi kitlelerin eylemi, tarih boyunca, iş bırakma, işyerine el koyma, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için tabanda örgütlenme, mevcut iktidarı kabullenmeme, aşağıdan yukarı doğru kendi iktidarını kurma şeklini almıştır.
Kapitalizm çağında hiçbir devrim, geniş kitlelerin silahlanıp mevcut düzenin ordusunu yenilgiye uğratmasıyla olmamıştır. Geniş kitleler silahlı değildir, silah kullanmayı bilmez, düzenli ordu gibi davranamaz, düzenli bir orduyu yenemez. Mevcut düzenin ordusu, yenildiği için değil, sokaktaki milyonlardan etkilendiği için, onların üzerine ateş açmayı reddettiği için dağılır.
Geniş emekçi kitlelerin gücü, silah veya şiddetten değil, kitlesellikten, toplumun çoğunluğu olmaktan ve üretim yapan sınıf olmaktan kaynaklanır.
Şiddet kullanmak, mevcut toplumda şiddet tekelini elinde bulunduran ve bunu profesyonelce kullanan egemenlerin işine gelir, geniş kitlelerin değil.
Sosyalizm hakkında söylediklerimi gerçekçi bulmayabilirsiniz. Gerçekleşme ihtimali olmadığını düşünebilirsiniz.
Gerçekçi olup olmadığı başka mesele. Onu başka zaman tartışırız.
Ama yukarıda anlattığım sosyalizm ile şiddet arasında hiçbir ilişki yoktur, tarihsel olarak olmamıştır, teorik olarak zaten olamaz.
Türkiye solunun sorunu da şiddete düşkün olmak değildir zaten.
Kemalizm’e düşkün olmaktır.
Sayın 19 Anonim 27 Haziran 17
“Şiddet ve sosyalizm”
Sosyalizm coşkunluğunuz gözlerimi yaşa boğdu.
İngiltere tarihinde dahilikte Newton ve Darwin gibi devlerle kıyaslanıp aralarında bir seçim yapmada zorluk çekilen Churchil’den bazı özdeyişler göndermek istedim.
Önce çok sevecekleriniz, sosyalizminize daha da azimli sarılmanıza teşvik edecekler:
Başarı, coşkunluğunu yitirmeden başarısızlıktan başarısızlığa koşmaktır.
Potansiyelimizi, olası cevherimizi gerçekleştirmenin anahtarı dayanma gücü, güç, şiddet, akıl, bilgi veya anlama değil, azimli gayrettir.
Şimdi de sevmeyeceğiniz bir özdeyiş:
Sosyalizm başarısızlığın felsefesi, cahilliğin amentüsü, kıskançlığın din kitabıdır. Sosyalizmin içsel erdemi, sefilliği eşitçe paylaşmadır.
Bir Türk olarak küçüklerimi seven büyüklerime saygı gösteren bir kişi olarak büyüdüm. İngiltere gibi, Türkiye’den çok ilerde ve süper büyük bir ülkeye ve o ülkenin Churchil gibi süper büyük bir dahisine saygım var.
Siz de büyük süper biri gibi konuşuyorsunuz. Aranızda şaşırıp kaldım.
Churchil’in en sevdiğim özdeyişini eklemeden geçemeyeceğim:
Köpekler bizi üstün görürler, kediler bizi küçümserler. Domuzlar bizi eşit görürler.
Herif hiç değilse, en azından tarihi ve domuz olduğumuzu biliyor, tatlı sözlerle kıvırmıyor.
Sayın Anarşizm Uzmanı Gün Zileli,
“Yeni kuşak anarşistlerde anarşizmin her türlü ittifaka karşı olduğu gibi yanlış bir algı vardır. Oysa anarşizm, her türlü ittifaka değil, …”
Ben senden de eski ama her türlü ittifaka karşı olan anarşistler tanıdım.
Tanıdıklardan bazılarının sloganı: “Düşmanımın düşmanı, dostum değildir.”
Sanırım tekrar İngiltere’ye dönüp anarşizm yüksek lisans, doktora falan yapmanız gerekiyor.
Veya daha da iyisi, yüksek anarşistlik öğrenmekten vazgeçip alçak gönüllülük eğitimi yapsanız daha iyi olur gibi.
Sayın Anarşizm Uzmanı Gün Zileli,
“Yeni kuşak anarşistlerde anarşizmin her türlü ittifaka karşı olduğu gibi yanlış bir algı vardır. Oysa anarşizm, her türlü ittifaka değil, …”
Eski düşüncelerden kurtulmak senin için imkansız. Bir kere marksist-leninist-stalinist, daima marksist-leninist-stalinist!
İttifak bir gurup, bir örgüt varsayar. Kişi ancak başka bir kişinin bazı fikirlerine katılır bazılarına katılmaz.
Dolayısıyla sen partiler arası çerçevesi içinde düşünüyorsun.
Örneğin ben anarşist değilim ama anarşistleri çok daha fazla sevdim, fikirlerini beğendim, çok şeyler öğrendim. Kişisel alanda farklar vardı ve hala var. Okuduğum her anarşist yazarla tam bir fikir birliği hiçbir zaman olmadı diyebilirim.
Sanırım tekrar İngiltere’ye dönüp eğitimi ilerletmen gerekiyor.
Daha da iyisi, alçak gönüllü olup anarşistlik kılıfına çok geç girdiğin için eski huylarından vazgeçmenin zorluğunu omuzlaman ve bilmediğin konularda hindi gibi kabarıp alay edeceğine yanlışlık yaptığında özür dilemek. Bilim, teknoloji, ilkellik, medeniyet ve medeniyetin doğuşu, mitler ve dinler, antropolojik çalışmalar hakkında zerre kadar bilgin yok. Saplandığın 19. yüz yıl anarşistliğini daha özenle gözden geçirmekte de fayda olabilir. Çoğu kapitalistlerin getirdiği bolluk peşinde koşmayı amaç edindi ama bolluğa erişme yollarında ayrıldılar.
Sitende bana saldıranlar bile seni bu derin taş uykusundan uyandıramadı.
Papağan güzel bir hayvandır severim. Böyle renkli renkli olurlar hani kımıl kımıl. Bilmem kaç yıl yaşarlar. Sonracıma bir de zekilerse, sahiplerinin söylediklerini tekrar ederler, taklit etmeye çalışırlar. Ama sonuçta bir hayvancıktır.
Fakat, kendilerinin de bir ürünü oldukları -yorumlarını yazdıkları alete, hatta ondan önce “Sümer icadı” “yazı”ya baksınlar- şu “medeniyet”e kafayı takan ibiş troller öyle değil. Hiç teklemeden ota boka “medeniyet”in suçudur yaftasını yapıştırıyorlar. Sahipleri kim bunların bir bilsek… Sahipleri de yok belli ki. Papağandan ziyade yiyecek bulmak için şehre inen aç ayılar, kurtlar veya yabandomuzları gibiler. Şu farkla ki boş olan bunların mideleri değil beyinleri. O yüzden buralara dadanıyorlar. Bir de, onların aksine ekosistemde -ve de toplumda- hiçbir yeri olmayan fuzuliler bunlar.
(Bu arada, o aç hayvanların şehre inmesine de “medeniyet”in suçu diyecekler herhalde. Öyleyse burada boş yere ötmek yerine onların yanına gidip beslesinler biraz, faydalı bir iş yapmış olurlar.)
Necip’in söylemek istediği şey şu mu?
“Devletin/sınıfların kötülükleri yanlış, ama bunların olmadığı bir toplum özlemi de yanlış, daha doğrusu mümkün değil.”
Şöyle bir benzerlik kurulabilir belki. Hayatı sadece yiyip içip tüketmekten, veya kızlar, aşk ve seksten ibaret görmek yanlış, ama hayatın bunlar olmadan olabileceği düşüncesi de yanlış. Tıpkı devlet ve sınıflar olmadan olamayacağı gibi.
Papağanlar yazısını yazan bütün aşağılık duygusu içinde büyümüş Türkler gibi sadece kendi gibilerine artık kemiklerini atan ve Sümer mirasına asıl konan Avrupalılara yaltakçılık etmek için sıradanların tek bildiği taktiği kullanır:ŞANTAJ
Bu salaklar salağı tüm yaşamı sona erdirecek oasılığı taşıyan nükleer enerji santrallarını eleştirene, elektrik kullanma diyecek kadar adileşenlerden biri. Daha da kötüsü o kada şapşal ki söylediğinin farkında bile değil.
Bu herif yukarıda adı geçen solcu örgütlerde şahane bir cellat, bir işkenceci faşit olur. Kafasız bir mükemmel asker.
Sayın 23 Papağanlar 27 Haziran 17
Sayın, ekosistemden sözeden ekosistemin ne olduğunu bilmeyen karalar karası cahil.
Türk solunun şahane bir örneği. Modaya uyan kelimeler kullanmakla geçinen zavallılar.
Kendin papağanlı edeceğine git biraz hayvanların neden şehirlere indiğini öğren, be zavallı tipik Türk cahili. Dünyada hayvan sayısın neden azaldığını bile bilmeyen salak, ekosistemden bahsediyor.
Biraz da insanlar tarihi oku. Hiç değilse kendi tarihini oku. Çok kalın kafalı olduğu için sana işini kolylaştırıcı ipucu vereceğim. Sosyal medyada ucuz bilgi çok. Tarihte “santrifüj ve sentripetal hareketler ne demek?” sorusuyla başla. En azından, Hunların, Mongolların, Türklerin kim tarafından harekete getirilidiğini belki öğrenirsin.
Ama en iyisi cahillik mutluktur özdeyişiyle kendi de dahil G. Zileli sitesini dolduran kara cahiller arasına katıl. Hepsi azılı solcu ve devrimciler. Sana gazete satmak, broşür dağıtmak gibi bir iş verirler. Veya fedailik yaptırırlar, ve zaten şimdi fedailik yapıyorsun. Eğer devrim olursa baş cellat olursun. Çirkin ruhlu olduğun sonsuz belli.
Üniversitede beraberce eğitim yaptığımız bir arkadaş Türkiye’de “sol” eğilimli siteleri sık sık tarar. Çoğu bize bir zamanlar New York NSSR’da ders veren Hannah Arendt’ın ‘Totaliterizmin Kökenleri ‘ ve Frankfurt Ekol’ün kültür endüstriyle ilgili düşüncelerini anımsatır.
“Papağanlar” rumuzuyla yazan Totaliterliği ve kültür endüstrini iyice içselleştirmiş, kendinde toplamış bir model varlık.
Bahçeli bir evde kalan bir tanıdık uzun bir seyahate çıktığında bize, bahçedeki kümeste tavukları koruma karşılığı, evlerinde kalmamızı teklif etti. Tilkiler köye inip tavukları alıp gidiyorlarmış. Aramızdan biri nedenini sordu. Tanıdık yanıtı oturttu:
“Vahşi hayvanların yaşam ortamlarının tümünü yok ettik, başka çareleri kalmadı.”
Of course “papağan” is an honorable leftist. He has such a soft heart for his “hayvancık”, like a man who has a soft heart for a woman in a whore house.
Ekosistemi korumak isteyenler tedavisini yapıp ormanlara saldıkları hayvanlarla ilişki kurmaktan kaçınmada çok özenli davranırlar. Böylece bu hayvanların insanlardan korkmama tehlikesini önlerler.
Kızılderililer kamplarında yaşayan köpeklere “sahte köpek” vahşi ortamda yaşayan köpeklere “asıl köpek” derler.
Paradoks: Kafesteki papağan kaçmak ister. “Papağanlar” rumuzlu hayatından memnun, başkalarına kaçmaları için salık verir.
He really is an honorable leftist!
“18 Necip 27 Haziran 17″e bir soru
Filozofla peygamber veya mistik arasındaki fark, belik, soruma bir temel sağlayıp yanlış anlamayı önler.
Filozof gerçek veya hakikatle ilgili dediklerini, kısaca söylersem, bir akıl yürütme zinciri içinde, “çünkü”, “o halde”, “diğer yandan” ve benzeri sözcüklerle bağlayarak sunar.
Peygamber veya mistik, “bu böyle”, “şu şöyle”, “bu böyle oldu”, “şu şöyle oldu” ve benzeri kelimelerle gerçek veya hakikati dile getirir.
Eğer yanılmıyorsam sizin yazınız daha çok bir peygamber veya bir mistiğin ağzından çıkanlar gibi.
İnsanın ne olduğu sorusuna ve benim bildiğim kadar iki yanıt verildi.
Biri doğaya ve evrime dayanır. Son zamanlarda dikkat genetik miraslar üzerinde yoğunlaştı. Filozofla bilim adamı, aşağı yukarı, bu yolu simgeler diyebiliriz.
İkincisi tanrının böyle yarattığını neden olarak buyurur. Bu da peygamberle mistikte somutlaşır, simgelenir diyebiliriz.
Siz, yukarıdaki başlıklı yazınızda “bu böyle”, “şu şöyle” tezini mi savunuyorsunuz?
Somut örnek: ” Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.”
Söylediklerinizin hepsi bu türden. Nedenlerini açıklar mısınız?
Doğu perinçek,Ergenekon örgütü üyesi olmak suçlamasıyla tutuklanan askerlerle birlikte hareket ederken Atatürkçü ve laikti.Çünkü o askerlerin ezici çoğunluğu avrasyacıydı yani Çin’inde içinde olduğu bloktan yanaydılar.
Ne zaman Erdoğan’ın Amerika’yla arası bozulup şangay beşlisinden bahsetmeye başlayınca perinçek hemen Erdoğanı övmeye başladı.Artık ne lailklikten nede Atatürkçülükten bahseder oldu bu değerler onun için sostu
Perinçek sadece ve sadece Çin’in dikte ettirdiklerini savunur içimizde en çok onun özgürlüğe ihtiyacı var
Kahrolsun Çin’in Perinçeğe vurduğu prangalar:)
Perincek in kisisel tarihinin özetinde Perincek in Öcalan ziyareti eksik kalmis?
Tımarhanelik Küfürbaz Zır Deli’nin kurmaya çalıştığı iktidar
“Somut örnek: ” Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.”
Söylediklerinizin hepsi bu türden. Nedenlerini açıklar mısınız?”
Senin, “tek doğru düşünen benim, benim dışımda herkes yanlıştır” diyerek kurmaya çalıştığın iktidar gibi, “Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.”
Çürüyen Medeniyetlere Barbar Aşıları Yahut Küfür Yoluyla Medeniyeti Ortadan Kaldırmak
Bugün “medeniyet”i ortadan kaldırabileceklerini sananların sonu, geçmişteki barbar aşılarını yapanlardan farklı olamaz. Hatta buralarda küfretmekten başka bir şey yapamadıkları için o kadarı bile olamaz.
“Siz, yukarıdaki başlıklı yazınızda ‘bu böyle’, ‘şu şöyle’ tezini mi savunuyorsunuz?
Somut örnek: ‘Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.’
Söylediklerinizin hepsi bu türden. Nedenlerini açıklar mısınız?”
Soylediklerimin hepsi hep oyle midir; emin degilim.
Ama, sorunuzun baglaminda bakarsak, oyle oldugunu kabul ederim.
Sorunuzun bina edildigi tespite doneyim:
“Filozof gerçek veya hakikatle ilgili dediklerini, kısaca söylersem, bir akıl yürütme zinciri içinde, ‘çünkü’, ‘o halde’, ‘diğer yandan’ ve benzeri sözcüklerle bağlayarak sunar.
Peygamber veya mistik, ‘bu böyle’, ‘şu şöyle’, ‘bu böyle oldu’, ‘şu şöyle oldu’ ve benzeri kelimelerle gerçek veya hakikati dile getirir.
Eğer yanılmıyorsam sizin yazınız daha çok bir peygamber veya bir mistiğin ağzından çıkanlar gibi.”
Bunu yazarken farkettiniz mi, bilmiyorum; ama, sizin ‘filozof’a atfettiginiz yaklasim tarzinin sonunda –yani, “‘çünkü’, ‘o halde’, ‘diğer yandan’ ve benzeri sözcüklerle bağlayarak” verdigi her cevaptan sonra yeni bir ‘nicin/neden’ sorusunu soracak olursaniz– ‘filozof’ da, “‘bu böyle’, ‘şu şöyle’, ‘bu böyle oldu’, ‘şu şöyle oldu’ ve benzeri kelimeler”e siginmak zorunda kalir.
Yani, derine indikce, nihayetinde, ‘filozof’ da bir ‘mistik’ olup cikar.
[Farkindayim, yine ‘bu böyle’, ‘şu şöyle’, ‘bu böyle oldu’, ‘şu şöyle oldu’ turunden bir cevap vermis oluyorum; ama, sebeplerini aciklamaga calisacagim.]
Problem su: Insan cozumleme/analiz yetenegi –dolayisi ile bilgisi, veya uretebilcegi bilgi (sentezlememe ufku)– sinirsiz degil.
Bir noktadan itibaren (ki, o ‘nokta’nin ne oldugu da onceden belirlenmis degil her zaman), artik, kabuller zorunlu oluyor.
Sebebini aciklayamadiginiz ama varligini/etkisini tespit edebildiginiz (gozlemleyebildiginiz) seylerden bahsediyorum.
Mesela, bilimde, buna en iyi ornek ‘yercekimi'(‘gravity’)dir.
Onunuze bir formul konur ve ona iman etmeniz beklenir. Cunku, ‘o oyle’dir.
Benzer seyler ‘atom-alti’ veya ‘astro’ olceklerde cok var.
O kadar ki, mesela, ‘string theory’ taraftarlarini, digerleri, mistisizmle itham ediyor…
Daha uzatabilirim; ama, gerek olmadigini dusunuyorum.
Geriye, basa, sizin degindiginiz noktaya donecek olursam:
‘Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.’ dedigim zaman, bir kanunun vaz etmis olmuyorum.
Ama, ote yandan da, neredeyse bir kanunmus gibi, binlerce yillik gozlemlerimiz sonucunda, bunun boyle olageldigini de(istisnalarinin nerdeyse hic olmadigini da) bilmek ve soylemek gerekir.
“Neden ‘boyle’dir?” sorusunun cevabini ben de cok merak ediyorum; ama, birakin ben gafili, cok daha kalibreli insanlar bile bir cevap verebilmis degil, malesef.
Bu tur seyler [Ahmed Arif’in sesiyle] “Tövbeye getirir insanı”..
Yani, insan olarak haddimizin farkinda olmamiz da onemli. Neye kosuldugumuzun, ne kadarinin basarilabilir oldugunun filan farkinda olmak, yani.
Sykes-Picot’nun nesi kötü?
“Alın size bağımsızlık” deyip Halep’ten Yemen’e kadar bir Arap imparatorluğu kurulmasına izin verseler insanlık için daha mı hayırlı olurdu? Arap halkı/halkları için daha mı hayırlı olurdu?
Tam bir yıl önce, Mayıs 2016’da yazılmış bir yazı.
Sykes-Picot mutabakatını kötülemek bu devirde politikman korekt olmanın şartlarından biri. Beter bir emperyalizm örneği olduğuna dair, solcusu da, İslamcısı da, Türk ulusçusu da, Arap milliyetçisi de hemfikir.
Oysa ne demişti Nietzsche? Herkes öyle diyorsa kesin yanlıştır. (Tam öyle dememiş galiba. “Herkes benim fikrime katılmaya başladıysa fikrimi değiştirmenin zamanı geldi” demiş, aşağı yukarı aynı şey.)
Bir kere emperyalizm ithamı çok su kaldırır. Evet, S-P ile İngiliz ve Fransız himayesi altında bir tür kolonyal yönetim kuruldu; kuranlar kibirden ve zulümden ari değildiler. Ama daha önemlisi, dört yüz senelik berbat bir emperyal tahakküme son verdiler. Arap inteligensiyasının çok büyük bölümü, en azından ilk başlarda, olayı böyle gördü. Modern tarihin en beyinsiz soygun düzenlerinden biri olan Osmanlı emperyalizminden kurtulmayı bir bayram vesilesi saydılar. Bugün de o görüş değişmiş değildir. Okumuş yazmış bir Arap’a “Osmanlı idaresi altında iyiydiniz” de bak bakalım ne tepki veriyor.
Diyebilirler ki 1916’dan 1918’e Arap milleti kahramanca bir mücadele verip Türk boyunduruğundan kurtuldu, ama sonra İngiliz’le Fransız gelip onları aldattılar, kanla kazandıkları zaferi ellerinden aldılar, harita üstünde gelişigüzel çizgiler çizip Arap vatanını dilim dilim dildiler. Arap aydınlarının tahayyül ettiği Arap birliği ve Arap bağımsızlığı masal oldu. Tasfiye edilen emperyalizmin yerine ucu açık ve şartları belirsiz bir başka yabancı egemenliği geldi. Haşimi hırslarına ve Lawrence’ın hayallerine kananlar sukut-ı hayale uğradılar.
Soralım:
· “Alın size bağımsızlık” deyip Halep’ten Yemen’e kadar bir Arap imparatorluğu kurulmasına izin verseler insanlık için daha mı hayırlı olurdu? Arap halkı/halkları için daha mı hayırlı olurdu?
· Dört yüz yıldan beri yabancı hakimiyeti altında yaşamış Arabistan’da, o çapta bir siyasi organizasyonu kaldıracak altyapı ve kadrolar var mıydı?
· Mekke ile Medine’yi bile elde tutmaktan aciz olan Haşimi hanedanının o kadar geniş bir sahada egemenlik iddia etmesi gerçekçi miydi?
· Bırak üniveristeyi, iki veya üç şehir dışında lisesi bile olmayan, bir avuç okur yazar aydını Galatasaray Lisesi veya İstanbul Darülfünunu’ndan çıkmış bir ülkeyi “al sana bağımsızlık” deyip kendi kaderine terk etmek insanlığa, ya da siyasi sorumluluğa sığar mıydı?
Sonuçta Osmanlı’nın terk ettiği Ortadoğu’yu, makul sayılabilecek bir hat üzerinden dörde bölüp, bir ksımını Fransa’nın, öbür kısımlarını İngiltere’nin vesayetine bıraktılar. İngiltere Irak’tan 1936’da, Fransa Suriye’den 1946’da ayrıldı. En son Filistin/İsrail’den 1948’de “ne haliniz varsa görün” deyip çekildiler. Bölmeyip ne yapacaklardı? Tek devletin, mesela İngiltere’nin vesayetine verselerdi daha mı iyiydi? Çizdikleri sınırların detayı elbette tartışılır. Mesela Musul (orijinal mutabakatın aksine) neden Suriye’ye verilmedi, Ürdün şart mıydı, Kuveyt hangi mantıkla yerel derebeyi ailesine bırakıldı, her türlü fikir beyan edilebilir. Sınırlar öyle değil böyle çizilse daha iyi olurdu diye kesin bir şey söyleyebilen var mı? Yok. O halde, olabileceğin makulünü yapmışlar deyip bırakacağız.
İlla bir suçlu aramak gerekirse 1516’ya ve Yavuz Sultan Selim’e bakmaya ne dersiniz?
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/06/sykes-picotnun-nesi-kotu.html
– Devlet terörü karşısında susan, hatta destekleyenler her zamanki gibi devlet karşıtı terörleri kınamışlar. Birileri de çıkıp “Kahrolsun devlet terörü! Devlet teröründen başka terör yoktur!” deseydi bu sorgulama yeteneğinden yoksun çoğunluğa mensup kişilerin buna diyecekleri ne olurdu? –
Arap aşiretlerden teröre ortak tepki
ŞANLIURFA’da Arap kökenli aşiretlerin önde gelenleri, teröre ortak tepki gösterdi.
Kentte yaşayan Arap kökenli aşiretlerin önde gelenleri, Ak Partili milletvekillerine yönelik planlanan suikast ve bölgedeki terör olaylarına tepki göstermek amacıyla Hacı Bekir Sofrası’nda bir araya geldi. Eski milletvekili Mehmet Yalçınkaya’nın organize ettiği yemekte teröre tepki gösterildi. ‘Kahrolsun PKK, PYD’ yazılı pankart asılan salonda konuşan, aynı zamanda Gacar Aşireti mensubu Mehmet Yalçınkaya, “Oluk oluk kan ve gözyaşı karşısında bu aşiretler en son milletvekilimiz İbrahim Halil Yıldız’a yapılan suikast girişiminden sonra bu terör olayı bardağı taşıran damla olmuştur. Milletvekilimize destek olmak üzere bu bölgedeki bütün unsurları teröre karşı, PYD, PKK, YPG, DEAŞ ve FETÖ’ye bütün bu terör unsurlarına karşı birlikte Kürtler, Araplar ve buradaki Türklerle birlikte el ele bu terörü ve anarşiyi inşallah bertaraf edeceklerdir” dedi. Toplantı ilahi dinletisiyle sona erdi.
“Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir dünya düzeni için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar.
Biyolojik olarak elbette herkes insandır. Bu anlamıyla insan küçük yazılır. Ama bir de büyük harfle yazılan İnsan vardır. Bu anlamıyla İnsan, politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesini reddeden; ulusların ve onların devletlerini yıkmak için mücadele eden demektir. Ulusların değil insanların eşit olduğu bir dünya için savaşandır.
İnsanlar (Küçük harfler insanlar) ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı reddetmiş bir dünya cumhuriyetinde İnsan (Büyük harflerle İnsan) olabilirler. Hem büyük harfle İnsan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz. Ama Türk, Alman veya Amerikalılar küçük harfle elbette insandırlar. Yani insan denen canlı türüne dâhildirler. Bu anlamıyla insan biyolojik bir kavramdır, büyük harfle yazılan İnsan ise sosyolojik bir kavramdır.
Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.
Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesidir; diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
Demokratik bir Cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir.
Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün ta kendisidir.
“Proletarya diktatörlüğü” ancak İnsanların uluslar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Ulusal bir devlet formu içinde var olamaz bir “proletarya diktatörlüğü”.
O halde, Sosyalist bir devrim, her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
Dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür.”
(Sosyalistler ve Sol Neden “Ofsayt”ta? – Demir Küçükaydın)
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/06/sosyalistler-ve-sol-neden-ofsaytta.html
“Problem su: Insan cozumleme/analiz yetenegi –dolayisi ile bilgisi, veya uretebilcegi bilgi (sentezlememe ufku)– sinirsiz degil.”
Bu öneri, Ö diyelim, evrensel ve her türlü bilgiyi içerir. Deneylerle kanıtlanabilir bilgiden tutun en akıl almaz inanışlar için bile geçerli. Ben buna karşı değilim. İncelemelerim bana, bunu savunanların katı ve tutarsız olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla soru sınırsızlıkta değil sınırlar içinde gibi.
Daha da güzelini 1996’da İsveçli bir yazar kitabında şöyle dile getirir:
“Sen yeteri kadar biliyorsun, ben de. Sorun bilgi yetersizliğimizden kaynaklanmıyor. Eksik olan, bildiklerimizi anlamak ve sonuçlar çıkarmak cesareti.”
Örneğin iktidarı elinde tutanlar ve gerçek ve hakikatin aslını bilenler, karşı gelenlerin değişik çözümlemelerle vardığı değişik sonuçları (sentezleri) kabullenmiyor. Dolayısıyla sürekli savaşlar, kargaşalık, kırımlar sonsuza dek sürer. Belki bundan ötürü, Shakespeare’e göre dünya tarihi,
“it is a tale; Told by an idiot, full of sound and fury, Signifying nothing.
“bir ahmağın anlattığı, tamamıyla anlamsız, hiddet ve gürültü dolu bir hikaye”
“Bir noktadan itibaren (ki, o ‘nokta’nin ne oldugu da onceden belirlenmis degil her zaman), artik, kabuller zorunlu oluyor.”
Not: Bu noktanın yarattığı sorun felsefede kuşkuculuğun temelini ifade eder. Kuşkuculuğun bilgi ilerlemesindeki katkısı devasadır.
En sağlam temellere dayanan ve belli bir noktayı apaçık belirleyen matematikte bile başladığı noktadan sonra çürüklük çıkıyor. Bu, 1930larda ispatlandı.
“String theory” genel izafiyet teorisiyle kuantum teorisini bir araya getirmek ister. Kuantum teorisinin bir ana ilkesi, matematikte olana benzeyen, belirsizlik. Mistikliğe karışmayacağım, çünkü aile içi kavgası. Ama her “tüm”,”bütünlük ” görüş, mistiklik çağırımı yapar.
Üstelik ve benim için daha da önemli bir husus var. Verdiğiniz örneklere ortak nokta, hepsinde geçicilik olması, mutlak olmaması. Yeni veriler, yeni sentezler yaratır. Ne var ki Ö’ye inananlar aynı zamanda mutlakçılık savunurlar.
“Ama, ote yandan da, neredeyse bir kanunmus gibi, binlerce yillik gozlemlerimiz sonucunda, bunun boyle olageldigini de(istisnalarinin nerdeyse hic olmadigini da) bilmek ve soylemek gerekir.”
Bernard Russell’dan bu konuyla ilgili güldürücü bir espri: Köylü her gün domuzuna besin getirir. Domuz hayatından çok memnun ama köylü bir gün bıçakla gelir. Tabii ben bu espriyle söylediğinize karşı geliyorum demek istemiyorum. Espri bilime temel olan tümevarım (inductin) ilkesiyle ilgili ve siz o mantığı kullanıyorsunuz.
İlk ve en basit bir gözlem: tarihte her türlü değişme uzun süreçler içinde hazırlanır ve nihayet kıvamına varır. Akkatların ve sonra gelen Sami halkların Sümer ve Mezopotamya’yı ele geçirmesi, Avrasya kır göçebe çobanların kurdukları imparatorluklar, Mongolların Çin dahil egemen oldukları sınırsız topraklar, Arapların İslamlıkla egemen oldukları topraklar, Türklerin İran, Hindistan ve nihayet Osmanlı tarihi, Berberlerin İslam İspanya’ya egemenliği, Yunanlıların Hitit’i virane etmesi, Romalıların Kartacayı tuz tarlası etmeleri, Almanları Roma’yı yıkması, Azteklerin Orta Amerika’ya egemenliği altına almasından önce yerleşik ve iktidar kurulmuş toplumlarla uzun ticaret, kültürel, sosyal ilişkiler, karşılıklı etkileşmeler oldu. Diğer bir deyişle, belli bir hazırlık devri yaşandı. İktidarlı toplumlar çoğu zaman daha savaşçı olan halklar arasından paralı asker topladılar veya Memluklar gibi köle askerler daha sonra İslam’ı ele geçirdi. Sınırda yaşayanlar, daha içerilerden gelen saldırılara karşı kullanıldılar. Roma imparatorluğu, yıkılamadan önceki yüz yıllarda, yabancı generaller ve imparatorlarla dolu. Sınırda yaşayanlar çocuklarını eğitim için Roma’ya gönderirlerdi. 19. yüz yılda bile Ruslar istediklerini elde etmede kolaylığı Türkler arasındaki “Beyaz Sakallılar” aracıyla sağladılar.
1871 Paris Komünü’nün kırımdan geçirilmesindeki gaddarlığı aşırı bulan Kropotkin, nedenlerini araştırdığında bulduğu bir olguyu gaddarlığın nedeni olarak ileri sürer: Komüncüler hazineyi elde tutarlar, inançlarında “samimiyet olmaması” saldıranları daha da yıkıcı etmiş.
Tabii bu bir tez. Ama iktidarla ilişkiler içinde olmak, içinde büyümek, iktidarın yarattığı değer sistemini benimsemek ve benzeri uzun karşılıklı etkileşmeler her türlü tuhaf sonuçlar yaratabiliyor.
Benim bildiğim en güzel yaşanmış örnek bir Güney Amerika ülkesinde olur. İktidar avcı-devşirici bir aşireti yerleşik yaşamaları için bir kampa yerleştirir. Gözlemi yapan,
“Zeki olanlar bunun en güzel bir çözüm olduğunu anladılar, aptallar hala ormana gidip avcılıklarına devam ettiler”, der.
Aynı şeyi 3. yüz yılda Hıristiyanlar yaşadılar. Kafası çalışanlar iktidarla evlenme düğününe hazırlandılar, şapşallar yiyecek ve içeceklerini türkülerle paylaştıkları toplantılarına devam ettiler.
Belki bu son üç örnek “Neden ‘boyle’dir?” sorunuza bir ışık tutar.
Ben kendimde, nedenini kendi adımdan sonsuz daha iyi bildiğimden eminim diyecek cesareti buluyorum ama doğrusu savunma cesaretini bulamıyorum.
“Gerçi ben kendim dünyanın tamamıyla yeniden salt sözcüklerle yeniden yapılandırıldığına inanıyorum.”
Tam olarak neyi kasdettiginize emin olaMAmakla beraber, evet, ‘algi aktarimi’ acisindan kelimeler ziyadesiyle tayin edici olabiliyorlar.
Sunu demek istiyorum: Dunyayi ve hayati ne kadar ve nasil algiladigimiz oncelikle kendi melekelerimize dayansa da, bunun (ne kadar ve nasil algiladigimizin) zenginlesmesi icin baskalarinin ‘input’lari cok faydali olur. Bu bakimdan kelimeler –kavram zenginligini temsil eden kelimeler– vazgecilmez derecede gerekli.
“İşte kayıtsız şartsız bir formül: gerçek ve hakikat = herhangi bir alfabe. Bütün gerçekler ve hakikatler 29 Türk harflerinden oluşur.”
Ben, buna cok da kailamiyorum. Alfabe, cogu zaman, hakikatleri temsil etmegi bir yana birakin, kisitlayicidir. En azindan benim gozlemlerim o yonde.
Su acidan: Diyelim ki, eski dillerden birisinin alfabesini bilhakkin ogrendik, kelimeleri de cozumleyebiliyoruz.
Hic olmamasindan cok daha iyi, tabii ki; ama, bu, onumuze gelen herhangi bir metindeki ‘gerçek ve hakikat’leri de cozumleyebilecegimiz anlamina gelmiyor. Cunku, ‘baglam’dan (‘context’ten) cok uzagiz.
Alfabe, ve, dolayisi ile, yazili dil, mekan acisindan uzaktakilere (ve zaman acisindan uzaktakilere, yani gelecek nesillere) meram aktarmak hevesimiz ugruna odedigimiz bir bedel: ucup giden ve unutulabilen soz yerine, yazi ile kalici fakat eksikli ve kisitli aktarim..
“1. ”Daima’ mumkun degilse, ‘hic’ mi olmak zorunda?’
Aynı soru ‘daima’ içeren ‘Hiç mümkün değil’ bir yanılgıysa, aynı şey ‘daima’ gibi bir güvenle söylenen ‘ Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir’ öneriniz için de geçerlidir.”
Evet. Her ikisi de, en azindan benim omrum boyunca, hic istisnai davranis gostermemis ise, yukaridaki onermeyi birbirine yakin kesinlik ve guvenle soyleyebilecegimi dusunuyorum.
“Haremli hayvanlarda harem sahibi kadınlarını paylaşmaz. Nihayet biri yerini alır ve o da paylaşmaz. Yerini alan düzeni değiştirmek için yapmaz. Burada ‘spesifik’ olan bu. Eğer insanlar arasında da bu ‘doğaya içkin’lik genetik yollarla aktarılmışsa bunun ispatı son derece güç ve hatta şu andaki bilgi ve teknolojiyle imkansız görünüyor.”
Doha onceleri baskasiydi galiba, konuyu actiginda, zaman icinde geldigim yerin aslinda ‘relativism’ oldugunu soylemistim.
Kendi sozumu onemsedigim icin degil; ama, geldigim yere hala daha sasirdigim icin tekrar etmek ihtiyaci duyuyorum.
Yukaridaki benzetmenizdeki ‘haremli hayvanlar’ guzel bir ornek. O da, sonucta gozleme dayaniyor –elimizde o hayvanlarin uretim sartnamesi yok cunku.
Ama, ayni ‘haremli hayvanlar’da, haremsiz olanlar da var.
Mesela, aslanlar. Serbest (bekar) dolasanlari coktur. Hedeflerinin nihayet bir harem sahibi olup olmadiklarini da bilmiyoruz.
Bir de, yine aslanlar babinda, belki de ‘haremli’ demek yerine ‘damizli’ demek daha dogru olur, o ayri. Cunku, disiler, gucten dusen erkegi cok cabuk terkediyorlar.
“a) Buna, bilimsel açıdan (yani ‘doğaya içkin’) ‘her zaman böyleydi ve böyle olacak’ dersek, ortaya sayısız sorular çıkar.”
Dogru. Dolayisi ile, kural olmadigini; ama, ‘muzmin’ (‘chronic’; zaman acisindan yerlesik, eski) oldugunu; o yuzden de, kkolay olay degismeyecegini eklemek lazim.
“Örneğin 10 bin yıl önce birinin ‘kimse dünyanın diğer yanında olup biteni göremez’ demesine benzer.”
Ama, bu halen de imkansiz degil mi?
“Dünyanın diğer yanında olup biten” bir seyi gormek ile, herseyi gormek, onlari algilayabilmek arasindaki farktan bahsediyorum. Bu halen mumkun degil. Hic mumkun olur mu? Sanmam.
“b) İktidarı yok etme amacını güdenlerin hepsi iktidarı yıkmayı başaramadılar. Başarılanlar neden iktidarı yok etme yerine, iktidara sarıldılar?”
‘Iktidar’, hin-i hacette –in the final analysis–, ‘bir seyler yapmak istemek’in temsilidir.
Yiktiginiz zaman, (daha iyi ya da daha kotu de olsa) hic bir sey yapmaksizin oylece birakmak, aslinda, biraz da, ‘binge killing’ dedikleri (kafasina oyle estigi icin oldurmek) davranisa benzemiyor mu?
Toplumun bir kismi ‘iktidar’dan fayda goruyordur; siz onu oldurdunuz, o kesimi o faydadan mahrum biraktiniz; size dis bilemege basladilar. Ama, siz kimseye fayda edecek bir sey kurmadiniz. Sizi kim destekleyecek/kurtaracak?
“Sanki onlar başarsaydı, onlar da iktidarı elde tutarlardı der gibi bir ima var.”
Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.
“Eğer ‘doğaüstü’ nedenlerle açıklama, ‘bu böyle’ ile açıklamaysa, ki ben öyle algılıyorum, iş daha da karışıyor.”
‘Doga’mizin henuz anlayamadigimiz (bilmedigimiz) ozelliklerinden birisi olabilecegini soylemek, konuyu ‘doğaüstü’ne havale etmek midir?
“İncelemelerim bana, bunu savunanların katı ve tutarsız olduğunu gösteriyor.”
Ilginc.. Cunku, benim soyledigim sekline bakip, muglak ve muphem de diyebilirdiniz.
“Daha da güzelini 1996’da İsveçli bir yazar kitabında şöyle dile getirir:
‘Sen yeteri kadar biliyorsun, ben de. Sorun bilgi yetersizliğimizden kaynaklanmıyor. Eksik olan, bildiklerimizi anlamak ve sonuçlar çıkarmak cesareti.'”
Ne yalan soyleyeyim; harc-i alem bir ifadeyi bir Batilinin agzindan dinledigim zaman, normalde olacagimdan bic defa fazla irrite oluyorum..
Yukaridaki ifadede, bence, ne bir hikmet var; ne de bir ilave bilgi.
Sunun icin yok: ‘Yeteri kadar’ diyebilen kisi, ‘maksimum’un ne oldugunu da biliyor demektir. Yani, ‘ben, (o konuda) bilginin limitlerinin ne oldugunu, nere(ler)de oldugunu biliyorum’ demis oluyor.
Bu cahillikle kibrin cok sakat bir kombinasyonudur bence. Isvicreli bile olsa (!) ben kaale almam.
“Örneğin iktidarı elinde tutanlar ve gerçek ve hakikatin aslını bilenler, karşı gelenlerin değişik çözümlemelerle vardığı değişik sonuçları (sentezleri) kabullenmiyor.”
Burada ayni frekansta oldugumuza emin degilim.
‘Gerçek ve hakikatin aslı’ diye bir sey var ise bile, ona ancak kendi acimizdan bakabiliriz. Dolayisi ile, ‘gerçek ve hakikatin aslı’ni –en iyi ihtimalle– kendi bakis acimiz ve algi yetenegimiz kadar modelleyebiliriz.
Bu modeli kelimelere dokup baskalarina anlatmak ise apayri bir mesele.
“Dolayısıyla sürekli savaşlar, kargaşalık, kırımlar sonsuza dek sürer.”
Evet.
“Üstelik ve benim için daha da önemli bir husus var. Verdiğiniz örneklere ortak nokta, hepsinde geçicilik olması, mutlak olmaması.”
Tersini yapiyor olsaydim, ya da oyle anladiginizi soyleseydiniz, uzulurdum. Ama, evet, hersey gecici.
“Yeni veriler, yeni sentezler yaratır. Ne var ki Ö’ye inananlar aynı zamanda mutlakçılık savunurlar.”
Ben, dolayisi ile, istisna mi oluyorum?
“Köylü her gün domuzuna besin getirir. Domuz hayatından çok memnun ama köylü bir gün bıçakla gelir. Tabii ben bu espriyle söylediğinize karşı geliyorum demek istemiyorum. Espri bilime temel olan tümevarım (inductin) ilkesiyle ilgili ve siz o mantığı kullanıyorsunuz.”
Mantik kendiliginden mi oraya variyor, yoksa ben mi kullaniyorum; bilemem.
Ama, ayni minvalde bir baska zaman bir ahbabimla konusurken, soyle bir sey yazmistim:
Evet, cok yasayan 100’e kadar yasiyor..
Ve, birgun, hesapladigimiz vadeden de evvel, ‘elinde bicak’, birisinin cikip gelmeyeceginin de garantisi yok.
“Ben kendimde, nedenini kendi adımdan sonsuz daha iyi bildiğimden eminim diyecek cesareti buluyorum ama doğrusu savunma cesaretini bulamıyorum.”
Fakat, bahsetmek cesaretini bulsaniz hic de fena olmazdi.
Cunku, anlatmak icin biraz zaman/efor alsa da, isabetliyse eger, fikir kendisini savunur. Savunamazsa da sorun degil. ‘Degmezmis’ der gecersiniz. Ben oyle yaparim.
39 Necip 30 Haziran
İlk gözlem: söylediklerimizle aktarmak istediklerimiz arasındaki fark bazı gereksiz yorumlara neden oluyor.
1. Günümüzde bilgi dille aktarılır ve (konuşmadaki nüans farklar ve okuma yazma bilmeyenlerin katkısı yokmuş gibi algılansa da) alfabe dille ifade edilenleri belirler. Belki bir espri daha iyi anlatır: Eğer bir maymun (her dil alfabesini içeren) daktilo üzerinde sonsuza dek hoplayıp zıplasa, eninde sonunda, dünyada yazılmış bütün eserleri yazar.
2. Felsefede şeylerle sözcükler arasındaki farklar, görünüşle gerçek arasındaki farklar kadar eski ve hala yürürlükte. Yine bir espri bunu daha güzel anlatır: Şeyler kelime olunca ağırlıklarını kaybederler.
3. Felsefede bilgiyi doğa/doğaüstüne dayatmak, sizin “Bir noktadan itibaren (ki, o ‘nokta’nin ne oldugu da onceden belirlenmis degil her zaman), artik, kabuller zorunlu oluyor.” bir tabirinizdeki “nokta”.
Ümit ederim bu açıklama “alfabe” , “artık dünya sözcükler oluştu” ve “doğaüstü” laflarıma daha kesin bir anlam getirir.
4. ” Evet. Her ikisi de, en azindan benim omrum boyunca …” Ben sonsuz sayıda istisnaları sıralasam ve bu istisnaları içeren kitapların adlarını versem ancak bataklığa daha fazla batacağımdan eminim (relativizm, absolute oldu). Fakat en temkinli hesaplar göre insanlar son iki milyon yıl biyolojik değişimden geçmediler. İndirelim son 100 000 bin “akıllı insanlar” devrine. Sanırım kimse daha henüz son 100 000 yıl insanların her zaman her yerde bir iktidarlı rejim içinde yaşadıklarını ispat etmedi. Tabii günümüz iktidarlı rejimlerde her şeyin cıvığı çıkarılmış. Çocuğuna etrafa bakmadan caddenin öbür tarafına geçmemesini söyleyen bir anne veya babadan tut, gaddarlığı ve dolayısıyla iktidarcılığı avcılıkla et yemede bulanlar, emir alıp vermeyi ve iktidar içinde yaşamayı genlerimizle getirdiğimizi ileri sürenlere kadar iktidarı her yerde görenler sayısız. Bence buna inanmamak için deli olmak lazım. Mutluluğun en gözde olduğu devirde, iktidar altında yaşayanların, başka hiçbir türlü yaşam olmadığını öğrenmesi, iktidar altında yaşamanın tek ve tek yaşam olduğunun kanıtı en yüce bir terapi insanlığa en büyük rahatlık ve huzur sağlar. Bunu eskiden dinler başarmaya çalıştı.
Haremli hayvanlar sadece bir örnekti. Amacım, haremsiz veya tüm hayvanları incelemek değildi. Amacım “iktidarı ele geçirme” kavramını sadece ve sadece bir biçimde anlamanın kısıtlığına işaret etmekti.
En sevdiğim yaklaşım “relativism”. Yalnız bu mutlak oldu. Herkes, her istediğini, aklına her geleni buna dayanarak söylüyor ve herkes uzmanlara tanrılardan fazla tapıyorlar. Herkes markette hangi malın daha kaliteli olduğunu biliyor. Ama lütfen “bazı tapmayanlar ve bilmeyenler var” demeyin, lütfen. Her dediğime binlerce sayfa ekleyip “yanlış” anlamayı engellemek bence gereksiz. Sosyal bilgilerin matematik ve istatistiğe çevrilme bataklığına da girmek istemiyorum.
Burada bir ayırım yapmak istiyorum. Bu, sizin her yerde “diktatörlük” görenlere karşı sabrınız tükenmesine benzeyecek. En azından, eğer iktidar, emrini yerine getirmek için bir, polis, yasa, ordu vs. gibi, bazı araçlara sahip değilse, geleneksel bir otorite olabilir. Bu konu, kendi başına, beni en derin bataklıklara saplatabilir. Yine en azını söyleyeyim, genellikle bir yaşlı veya yaşlılardan oluşan gurup o toplumun örf ve adetlerini aktarmayla sorumlu olanlar, hatta toplumun tümünü kişiliklerinde temsil edenlerdir. Eğer siz de her yerde iktidar görüyorsanız, örneğim boşuna gidecek.
Örnek, Sibirya’da Yakutlar. Orta Asya Türkleri harekete sokulduğunda önüne gelenleri beraberlerinde sürüklerler. Bazı Türkler Sibirya’ya kaçar ve Ruslarla ve Sovyetlere kadar iktidarsız yaşarlar.
Bu geçmişte oldu. “Müzmin” demek için, ne olursa mutlaka olacaktı gibi bir totolojik kehanet oluyor. İktidarsız yaşama arka kapıdan girip iktidarlı yaşama olur çıkar.
5. “Örneğin 10 bin yıl önce birinin ‘kimse dünyanın diğer yanında olup biteni göremez’ demesine benzer.” Bunu seçmeden önce aynı şeyi “kimse uçamaz” olarak yazmıştım, değiştirdim. Ben televizyondan söz ediyordum. Otomobil, buzdolabı ve binlerce diğer şeylerle söyleyebilirdim.
“Problem su: Insan cozumleme/analiz yetenegi –dolayisi ile bilgisi, veya uretebilcegi bilgi (sentezlememe ufku)– sinirsiz degil.”
Şu an diğer gezegenlerde ve okyanus altında gözlemler (göz uzantılarıyla) yapılıyor. Bulgular çözümlenip sentezler yapıldığında daha önce bilinmeyen ve olmayan şeyler ortaya çıkacak. Şimdi bataklığa daha da saplanmak için şöyle şöyleyim. 10 000 yıl önce aya ayak basılır diyene deli diyebilirlerdi.
Aslında ben fikirlerimi, elimden geldiği kadar, iktidarı elinde tutanlar dünyasında yaşayanların düşünce, akıl yürütme ve mantık biçim çerçevesi içinde ifade etmeye çalışıyorum. Söylediklerim asıl fikirlerimin çok az bir kısmı. Ben ilk telvizyonu Sümer’de kendim buldum. Ama bunu söylersem ne olacağını biliyorum. Belki de bazı fizikçi bilim adamı –filozoflar haklı: Gerçek ve Hakikat, Pisagor’un dediği gibi sayılardan (0 ve 1) veya modern versiyon olan sembollerden veya benim dediğim gibi bir çeşit sembol olan sözcüklerden oluşur.
6. “Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.”Ne yazık ki bu dediğiniz de son derece tuhaf bir yanıt ve asıl demek istediğimden çok farklı.
Konu: İktidar / iktidara karşı. Size göre karşı olanlar başardığında daima iktidarı elde tutuyorlar. Mantık kurallarına göre, başaramayanlar için her şey söylenebilir. Bir örnekle açıklayayım. Eğer gelirsen, sinemaya gideriz. Farz edelim gelmedin.
Ben sinemaya gitmek de dahil ne yaparsam yapayım, siz bana ” Eğer gelirsen, sinemaya gideriz.” demiştin, neden a,b,c, … yaptın derseniz çok basit bir mantık hatasına düşersiniz.
Dolayısıyla, ” Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.” yerine, hiçbir çelişkiye düşmeden, “Evet. Elde tutamayanlara ‘ayakaltında tutanlar’; elde tutulmayana da ‘kimse istemiyor’ demiyoruz çünkü” diyebilirdiniz.
Bence mantık açısından sizin dediğiniz daha çok bana büyük mantıkçı Lewis Carroll’un benim burada içine düştüğüm duruma ışık tutucu olan ve belki de teselli edici “Humpty Dumpty” ile “Alice” arasında geçenleri anlatması. İşte sonu: “The question is,” said Humpty Dumpty, “which is to be master—that’s all.”
“Sorun kimin efendi olduğu” veya bu bağlam içinde kimlerin iktidarı elinde tuttuğu.
Daha da basit bir örnek verirsem sizin ” Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.” mantığınız şöyle:
Salt Türkiye’de yaşanlar Türk’tür.
Sen İran’da yaşıyorsun.
O halde, sen Türk değilsin.
Bu doğru ama dünyayla alakasız. Hatta tüm matematik ve mantık da öyle ama girdiğim bataklığa daha fazla batmak istemiyorum.
Yukarıda söylediklerimin hepsi aslında önemsiz ve gereksiz. Özet ve önemli olan:
1. Siyasi iktidarlıklar doğmadan önce iktidarsız toplumlar oldu.
2. İktidara karşı gelenlerden iktidarı yıkmayı başaramayanların hepsi kırımdan geçirilmedi. İktidarlı toplumlar içinde kendi geleneklerine devam ettiler. Bazıları azınlık “dinleri” oldular. Ben daha da ileri gidip neolitik devrimden endüstri devrimine kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcı köylüleri ve her türlü haksızlık ve çirkin muameleye katlanan kadınları da iktidarı zorlandıkları için kabullenenler arasında görüyorum.
Dolayısıyla, iktidarı ele geçirmek için karşı gelenlerle, iktidarı yıktıktan sonra iktidarı eskinin kalıntıları üzerine kuranların tarihte en fazla göz kamaştırıcı olması başka, buna nedenler bulmak başka.
Yazı kullanan toplumların yazısız toplumlara kıyasla daha üstünlük sağladıkları artık biliniyor. Burada hiç değilse “bu böyle” yerine insanı düşündürücü bir bilgi var. Veya tarım yapan toplumların depoladıkları yiyeceklerle sadece dolaşıp yiyecek bulanlara karşı savaşta, eninde sonunda*, kimin başarılı olacağını tahmin etmek için dahi olmak gerekmez.
* Sözcükler alemine gireriz korkusundan “eninde sonunda” ekledim.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/06/cumhuriyet-geldi-yurttas-olduk.html
40 Necip 1 Temmuz
1. Bilgilerden veya verilerden değişik sonuçlar çıkarmak, değişik yorumlara varmak başka (İsviçreli değil) İsveçlinin dediğini sanki yazar hepimizin her şeyi bildiği iddiasında bulunmuş gibi algılamak başka ve tuhaf. Bağlamı unutmuşsunuz. Bağlam bilgileri inceleyip sentezlere varmak. Herkes aynı senteze varmayabilir.
Hatta İsveçlinin “yeteri kadar” sözü dolaylı olarak bilgi kapsamının tümünden söz etmediğini belirler.
Öğretmenin “bu ikinci derecede denklemi çözmen için ‘yeteri kadar’ bilgin var” diyor, siz “öğretmenim ben tüm matematiği bilmiyorum, o halde yeteri kadar bilmiyorum” dememişinizdir. Mantık hatalarınız çok fazla.
Burada ne cahillik ne de kibir var. Hatta kitabın konusu bile tarihte süregelmiş ırkçılık. Bazen kısa kesmek zorunda kaldığımızdan her söylediğimizi etraflı anlatmıyoruz.
Söylediğiniz muğlak değil, mutlak: ” Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.”
İktidarın tarihte nerede ve ne zaman doğduğu soruma cevap vermektense yine sözcükler ve sözcüklerin anlamı dünyasına daldınız.
Roma veya Batı Roma yıkıldıktan sonra yerine geçme yaklaşık 3 yüz yıl aldı ve Almanları Kilise ıslah etti, evcilleştirdi.
Meksika devriminde Zapata, general Madero ve haydut Pancho Villa aşağı yukarı aynı günlerde Meksika şehrine inerler. Her yerde hazır ve nazır dalkavuklar teker teker her üçünü saraya başkan koltuğunu göstermek için refakat ederler.
Şimdi size göre belki bilmez, bilgi sonsuzdur demeyenlere göre bilir tarihçiler, general Madero koltuğun ne olduğunu biliyordu derler. Zapata, kendi köyünde daha iyisini yapanların olduğunu söyler. Generalle kapışan Pancho Villa, “çıkalım birbirimize ateş edelim, kim ölmezse, o haklı” der.
Ben sizden somut yanıtlar bekliyorum. Aksi halde mantık dersleri vermekten başka bir şey kalmıyor.
Sizin dediğinizi başka türlü söylemek ve düşünmek mümkün. “Yahu kardeşim, siz deli misiniz? taçta oturmak varken, çamura oturulur mu?”
Belki yine bir espri daha iyi anlatır. Hıristiyan Allah’ı bir gün aşağı bakar, millet karınca gibi etrafa koşturuyor. Onun da yanı dalkavuklarla dolu. Sorar:
– Neden koşturuyorlar?
– Çalışıyorlar.
– Neden?
-Hani Havva elmayı yiyip Adem’e yedirince, sen onları cennetten kovup “bundan böyle alnınızın teriyle yaşayacaksınız” demişti, ondan,
– Yahu ben şaka ettim!
Allah bir daha bakar ve bolluk içinde yüzen iktidarda olanlarla zenginleri yiyecek, içecek dolu bir masa etrafında görür.
– Peki, bunlar kim?
– Bunlar da, senin şaka ettiğini anlayanlar.
Bazen iktidarı ele geçirmeyenler arasında milyonlarca şahane fıkra, atasözü, türkü, özdeyiş, oyun havaları ve danslar, masallar, efsanelere rastlanıyor.
2. “Burada ayni frekansta oldugumuza emin”
Yine akıl almaz bir mantık sorunu. İktidarı elinde tutanlarla bilginin aslını bilenler haklı olduklarını iddia ederler. Sanırım, şimdi çok moda olan “hoş görü” lafı bunun tersi. İktidarı elde tutanlarla bilginin aslını bilenler “yok canım, biz sadece %63 haklıyız ve %59 biliyoruz ” demezler.
Birkaç örnek:
18. yüz yılda, Mehmet Çelebi’nin Fransa’ya “Kafirlerin Cenneti” der ve beğenir. Ama bir şeyi tuhaf bulur. Yasalar zaman içinde değişebiliyor, sanki Allah hata yapmış ve Fransızlar düzeltiyor.
Cengiz Han kendine İslam dinini anlatan büyük din alimlerine “siz tanrınızı camide hapse koymuşunuz, biz yanımızda açık havada gezdiririz”, der. İslam alimleri iktidar ve tanrının ne olduğu konusunda kendilerine ders veren karşısında seslerini keserler.
Tarih milyonlarca benzeri bildiğini ve iktidarını mutlak sananlarla dolu.
3. Eğer istisnalı olmayla apaçık söyleyenler arasındaki farkları öğrenmek isterseniz, kıtalar keşiflerinden dönenler, ilk ırkçılar, ilk etnograf ve antropologları okumanızı tavsiye ederim. Şu an egemen olan “politically correct” olmak. Kısa bir süre önce iktidarı sizin gibi gören bir Alman sosyolog sıradan çıktı ve “alt sınıftan güzel kızların seks aracılığıyla yükselmesinin” akıllıca olduğunu iddia etti ama hemen üstüne çullandılar. Siz iİstisna değilsiniz, itinalısınız. Benim büyüdüğüm mahallede anneler “bu kız güzel, kafanı yorma, bir subay, doktor, mühendis, avukat vs. gelir alır. Öbürü çirkin ona ev işleri öğret” tavsiye ederlerdi.
4. “Mantik kendiliginden mi oraya variyor, yoksa ben mi kullaniyorum; bilemem” Yine akıl almaz bir mantık yoksunluğu. Mantığı kullanan belli bir amaçla kullanır. Önemli olan kullananın amacı. Tarihten bir örnek.
Şimdiye kadar hangi yönde yürüsek, denize varıyoruz.
O halde dünya etrafı suyla çevrili bir kara parçası.
Bu sonuca varanla, dünyanın yuvarlak olduğu bilgisi ve denizle dünyanın etrafını dönmenin olasılı olması sonucuna varma arasındaki farkı siz çıkarın. Her ikisinde de “mantık kendiliğinden oraya varır”
Söylediğinizde daha da kötü bir yan var: mantığı fetişleştirme ve şeyleştirme; mantığa can vermek. Mahkemede ben öldürmedim, bıçağım öldürdü derseniz sanırım ne olacağını bilirsiniz.
5. Galaksi, Samanyolu vs. “– boyyuk boyyuk laflar ediyoruz…”
Yine iktidarı elinde tutanlardan lağımlarda yaşayanlar kadar geçerli ulu bir buyuru. Bir yandan bilim ve teknolojinin getirdikleri göklere çıkarılır, güneşin daire/elips çizerek ilerlediği, galaktik senelerden ve ‘big bang’ sözleri edilir, diğer yandan “bu yetmez, daha fazla istiyoruz” der gibi bu bilgileri bulup çıkaranlarla “– boyyuk boyyuk laflar ediyoruz…” diyerek alay edilir. Yine bir mantık hatası! Yine bir mantık yoksunluğu!
6. “Fakat, bahsetmek cesaretini bulsaniz hic de fena olmazdi.”
Sizin sevdiğiniz tümevarım mantığı bana “şimdiye kadar her dediğimi yanlış anlamakta ısrar ettiyse; şimdi de öyle olacak!” demekte.
Bu da mantık kullanmada pek beceriniz olmadığını gösterir. Ayrıca, ben size çok ipucu verdim.
Not: Ben, bu site hariç hemen hemen hiç bir siteye yorum yazmadım ve yazmam da. Biligi sayarı en fazla bazı özel, sözcük arama, ansiklopedik bilgiler arama, ve en çok bedavaya kitap indirmek için kullanırım. Bunlar dışında kullanışım sıfır kadar az. Onun için verdiğiniz “youtube” adreslere, ne yazık ki, bakacak zamanım yok.
Adalet Yürüyüşü ve İktidarın Tahammülsüzlüğü
30 Haziran 2017
Marksist Tutum
Türkiye bir yıla yaklaşan OHAL rejimi altında, hukukun tümüyle ayaklar altına alındığı bir süreçten geçiyor. Meclisin içi boşaltılmış bir kabuğa dönüştürüldüğü, yasama, yürütme ve yargının bütün iplerinin fiilen tek adamın elinde toplandığı bu süreçte adaletin, hak ve özgürlüklerin kalan kırıntıları da yok edildi. 100 binden fazla kamu çalışanının KHK’larla sorgusuz sualsiz işten atıldığı, pasaportlarına el koyulduğu, meslekten men edildiği ve kara listeye alınıp işsizliğe mahkûm edildiği bir karabasan yaşanıyor. Düzmece iddialarla suç isnat edilip tutuklanan on binlerce insan, hapishanelerde de en temel haklarından yoksun bırakılıyor. HDP’nin eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da dâhil olmak üzere 13 milletvekili Kasım ayından bu yana tutuklu. Sayıları her gün daha da kabaran 170’den fazla gazeteci içerde ve haklarındaki iddianamelerin pespayeliği hukuk literatürüne geçecek türden. Bunun son örneklerinden biriyse CHP milletvekili Enis Berberoğlu’na MİT tırlarıyla ilgili davada müebbetten indirimle 25 yıl hapis cezası verilmesi oldu. Berberoğlu tutuklanarak İstanbul Maltepe Cezaevine gönderilirken, CHP bu kararı “faşizmin tescili” olarak niteledi ve Kılıçdaroğlu Ankara’dan İstanbul’a “adalet” talebiyle bir yürüyüş başlattı.
15 Haziranda başlatılan yürüyüş, aydınların, sanatçıların, demokratik kitle örgütlerinin, adaletsizliğe uğrayan işçilerin, emekçilerin ve çeşitli sosyalist örgütlerin desteğiyle ilgi odağı haline geldi. Çeşitli kentlerde yapılan “adalet” eylemleriyle de desteklenen bu yürüyüşün gerek içeride gerekse dışarıda gündem haline gelmesinden rahatsız olan Erdoğan ve avanesi ise son derece pasif olmasına rağmen bir hayli ürktükleri bu eylemi karalayarak itibarsızlaştırmaya çalışıyor. 15 Temmuz’un yıldönümü yaklaşırken tüm hazırlıklarını onu yeni rejimin kurtuluş günü olarak tarihe geçirmek doğrultusunda ilerleten iktidar güçleri, gündemin CHP tarafından değiştirilmesini ve sözde demokrasi bayramının fiyakasının adaletsizlik, hukuksuzluk ve kontrollü darbe suçlamalarının gölgesi altında kalmasını da istemiyorlar. Eyleme polis müdahalesinin onu daha da güçlendirmesinden ve dış tepkileri arttırmasından çekinen hükümet, şimdilik bu yoldan uzak duruyor. Bunun yerine, karalama kampanyalarıyla, iftiralarla ve tehditlerle bir gözden düşürme ve kriminalize etme operasyonu yürütülüyor. Hem de çifte standart ve ikiyüzlülük doruğa çıkarılarak.
Son bir yıllık süreçte, binlerce hâkim ve savcıyı görevden alıp yüzlerce davanın şaibeli olduğunu itiraf edenler, MİT tırları davasında tutuklanan Can Dündar ve Erdem Gül için Anayasa Mahkemesinin verdiği hak ihlali kararına yönelik olarak “bu karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” (Erdoğan) diyenler, şimdi mahkeme kararlarını sorgulayanları yargıyı baskı altına almakla, “yargı mensuplarını hedef göstermek, tahkir ve tehdit etmek”le suçluyorlar. Üstelik bu, Kılıçdaroğlu’na ve yürüyüşe katılanlara yönelik suçlamaların en hafifi. Havuz medyası bu operasyona “yürüyüşün arkasında FETÖ var, ikinci Gezi planı!” manşetleriyle eşlik ediyor. Bir bakan, “biz bu yolları teröristler yürüsün diye yapmadık” diyerek yürüyenleri terörist ilan ediyor. Erdoğan’sa daha da ileri gidiyor ve bu yürüyüşü darbe girişimi olarak nitelendirip, buna izin vermeyiz diyerek tehditler savuruyor:
“Bu ülkeyi birlik beraberlik içerisinde muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarmak istiyorsak o zaman ülkeyi karıştırmanın hiçbir anlamı yok. Sizin gibi 15 Temmuz’da da bunu yapanlar oldu. Sizin 15 Temmuz’dakilerden ne farkınız var? Onların elinde F-16’ları vardı. Tanklar, toplar ile saldırıyorlardı. Sizler de yollarda yürüyüşleri yapıyorsunuz akşam da karavanlarda istirahat ediyorsunuz. Sizler kalkıp TEM’i, E-5’i işgal ederiz diyecek olursanız o zaman durum aynen 15 Temmuz’a dönüşür. Ona da tabii ki müsaade etmek gibi bir lüksümüz asla yok.”
Görüldüğü gibi, en ufak muhalefete bile tahammül edemeyenler demokratik hakları “lüks” olarak nitelendiriyorlar. Aslında pasif bir yürüyüş eylemi organize edenlerle ve buna katılanlarla “F-16’larla, tanklarla, toplarla saldıranlar”ın aynı kefeye konması bile Erdoğan rejiminin demokrasi ve adalet anlayışını yeterince açık bir şekilde sergilemektedir. Ne de olsa “ideolojik halay” çekmenin, puşi bağlamanın, bazı renkleri taşımanın “terör”den sayıldığı bir “özgürlükler ülkesi”nde yaşıyoruz.
Erdoğan’a göre “yapılan iş hukuki değil”miş. Yürüyüşe göz yumulması “hükümetimizin bir inceliği, hatta lütfu”ymuş! Pek demokratik olan ülkemizi “özgürlüklerin olmadığı bir ülke havasında yansıtma gayreti içerisine girmek”se kimseye bir şey kazandırmazmış! Dikta rejimleri altında hukuki sayılan şey, malûm olduğu üzere, diktatörün yap dediğini yapmak, yapma dediğini yapmamaktır. Özgürlüğün sınırları da onun iki dudağı arasından çıkanların kâğıda döküldüğü kararnamelerle belirlenir. O “lütfederse” yaparsın, etmezse yapamazsın!
Bu arada çifte standartta da had hudut tanınmamaktadır. Mısır’da Müslüman Kardeşler sokağa döküldüğünde bunu demokratik hak ve adalet arayışı olarak alkışlayan, dahası onların sembolü “Rabia”yı kendi sembolü haline getirenler, şimdi “adalet sokakta değil Mecliste, mahkemede aranır” demektedirler. 15 Temmuz sonrasında kitleleri gece gündüz sokakta tutmak için tüm kamu kaynaklarını seferber edenler, memleketin tüm yasaklı meydanlarını ağzına kadar açıp insanları haftalarca orada yatırıp kaldıranlar, şimdi sokağı tukaka ilan etmektedirler. Çünkü ayyuka çıkan adaletsizliğe, haksızlığa, hukuksuzluğa yönelik toplumsal tepkinin, 16 Nisan referandumunda da açığa çıktığı üzere büyüyüp birikmesinden ve sokağa taşmasından korkuyorlar. Bu yüzden de muhalefetin, içi boşatılmış ve kadük hale getirilmiş bir parlamentoya hapsolmasını istemektedirler.
Bu arada, iktidar temsilcilerinin “Adalet yürüyüşü”ne dair yaptıkları açıklamalar ve yandaş medyanın ipinden boşalmış yalanlar eşliğinde sürdürdüğü karalama kampanyası, yürüyüşü her türlü saldırıya açık hale getirmektedir. İktidar, yürüyüşü kontrol altında tutmaya ve ona karşı söylemlerle kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor. Eğer yürüyüş, iktidarın kendi kafasında çizdiği sınırların ötesine geçer ve sarsıcı bir boyuta ulaşırsa, o zaman gerek elindeki devlet güçleriyle gerekse de paramiliter oluşumları aracılığıyla onu ezmeye çalışacaktır.
İktidarın gayri resmi koalisyon ortakları MHP ve Vatan Partisinin de yürüyüşü karalamakta AKP’den geri kalmadığını belirtmek gerek. Özellikle Perinçek’in açıklamaları tam anlamıyla ibretliktir. Yargının “altın devrini” yaşadığını iddia eden Perinçek, “Cezaevindekilerin tamamı PKK’lı ya da FETÖ’cü. 70 bin kişi içerideyse haksızlığa uğrayan 700 kişi yoktur. Şu an yargı tarafsız ve ‘Ak Parti’nin yargısı’ tartışmaları yersiz. Hâkimler ve savcılar cumhuriyetin hâkimleri ve savcıları” diyor. KHK’larla üniversitelerden atılanların terör örgütü üyesi oldukları ya da yetersiz oldukları için atıldıklarını söylüyor. Ona bunları söyleten kuşkusuz, içerden çıkarken yapılan pazarlıkların yanı sıra azgın Kürt düşmanlığıdır. Sonuçta AKP, Kürt düşmanlığını merkezine oturtan bir siyaset sayesinde MHP ve Vatan Partisiyle yekvücut olmuş durumdadır. Bu durum, aslında söz konusu faşist ittifak karşısında örülecek ortak mücadelenin anti-şovenizmi şart koştuğunu ortaya koymaktadır. AKP’nin bu denli ileri gidebilmesinin en temel belirleyeni, içinden geçilen dönemde sosyalist hareketin ve demokratik bir sol muhalefetin son derece güçsüz durumda olmasıdır. Diğer bir faktörse, CHP’nin Kürt sorununa yaklaşımda AKP’den bir adım ilerde olmaması, hatta yer yer onun bile gerisine düşmesidir.
Bugün Berberoğlu’nun tutuklanmasını “faşizmin tescili” olarak niteleyen CHP’nin, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması sürecinde takındığı tutum tarihe geçecek nitelikte ibretlik bir tutumdur. CHP şu ana dek yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla, soldan gelen tüm eleştirileri fazlasıyla hak eden bir düzen partisidir kuşkusuz. Yenikapı’da ve ardından pek çok kritik noktada Erdoğan rejimine koltuk değnekliği yapan, AKP’nin suçlamalarına konu olmamak için her türlü geri adımı atan, savaş politikalarına açık destek veren, Kürtler katledilirken, barış akademisyenleri işten atılıp tutuklanırken, hukukun ırzına geçilirken susuş kumkuması konumunda olan CHP’nin, bizzat bu tutumlarıyla faşizmin ilerleyişinin önünü açtığı da yadsınamaz bir gerçekliktir.
Nitekim CHP yönetiminin bu ikircikli ve korkak tutumlarının Türkiye siyasetinde nelere yol açtığını aynı parti içinde de görenler var ve bunlar şimdi seslerini yükseltmek zorunda kalıyorlar: “Bu yürüyüş referandum gecesi olsaydı muhtemeldir ki bambaşka bir Türkiye olurdu. O gece insanlar barışçıl taleplerle yani referandum üzerindeki şaibelerin giderilmesi için sokağa çıkmış olsaydı muhtemeldir ki YSK bu kadar pervasız, bu kadar hukuksuz bir karar veremeyecekti. Sonrasındaki karar ne olursa olsun AKP bu kadar pervasız davranamayacaktı. Referandum gecesi silahlı kişiler varsa bile çıkılmalıydı, çünkü eğer siz bundan sonra Türkiye’nin bir diktatörlüğe gittiğini iddia ediyorsanız, bu kadar ağır bir teşhis karşısında geliştireceğiniz eylemlerin de vereceğiniz reaksiyonların da bununla uyumlu ve eş değer ağırlıklı olması lazım. Sokakta silahlı kişiler var deyip, evinizden dışarı çıkmazsanız bu korku sizi esir alır.” (İlhan Cihaner, Birgün, 26/06/2017)
CHP’nin tescil edildiğini söylediği faşizmin önüne set çekmek ancak emek eksenli tüm demokrasi güçlerinin ezilen Kürt halkıyla birlikte ortak bir mücadele yürütmesiyle başarılabilir. Faşizmin en büyük mağduru konumundaki Kürt halkını yalnız bırakarak, faşist tehditlere karşı “aman aman” ihtiyatlılığıyla pasifist tutumlar sergileyerek ya da tescil edildiği söylenen faşist rejimin parlamentosundaki tiyatronun aktörü olunarak değil!
http://marksist.net/marksist-tutum/adalet-yuruyusu-ve-iktidarin-tahammulsuzlugu.htm
CHP’den Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sert yanıt
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, Adalet Yürüyüşü nedeniyle kendilerine yüklenen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yanıt verdi. Tezcan, ‘Biz FETÖ’ye çete derken, onlar övgüler düzüyorlardı. Darbeye karşı direniş babanızın malı değil’ dedi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a, Adalet Yürüyüşü nedeniyle hedef aldığı ve terör örgütlerini desteklemekle suçladığı CHP’den sert yanıt geldi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, “Biz FETÖ’ye çete derken, onlar övgüler düzüyorlardı. Bütün devlet imtiyazlarını kıyak olarak çeteye vermişlerdi. Bu millet kimin FETÖ’nün ayakçısı, kimin çetenin kıyakçısı olduğunu çok iyi biliyor.FETÖ’nün ayakçısı da çetenin kıyakçısı da kendileri idi yıllarca. Bize yapışmaz o sözler ama onların da sırtından bu sözlerin inmesi ve düşmesi mümkün değil. 15 Temmuz darbesine karşı direniş babanızın malı değil.
Tezcan’ın açıklamaları özetle şöyle:
“Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı’nın Adalet Yürüyüşü’nden rahatsız olduğunu biliyoruz. Bugünkü konuşmasında da yürüyüşü germeye dönük adımlar atma niyetinde olduğunu anlıyoruz. Bizi ‘FETÖ’nün ayakçısı’ diye tarif etmiş. Biz FETÖ’ye çete derken, onlar övgüler düzüyorlardı. ‘Muhterem hocaefendi’ diyorlardı. Devlette, siyasette, ticarette yükselmenin ruhsatını o çeteye emanet etmişlerdi. Bu millet kimin FETÖ’nün ayakçısı, kimin çetenin kıyakçısı olduğunu çok iyi biliyor. FETÖ’nün ayakçısı da çetenin kıyakçısı da kendileri idi yıllarca. Bize yapışmaz o sözler ama onların da sırtından bu sözlerin inmesi ve düşmesi mümkün değil.
MHP GİBİ MUHALEFET İSTİYOR
MHP gibi muhalefet istiyor anladığım kadarıyla Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı. Allah muhabbetinizi artırsın. MHP gibi bir majestelerinin muhalefeti yaratma çabasını AK Parti açısından anlarım ama MHP yönetimi açısından anlamak mümkün değil. Millet iktidar olmaya kararlı bir muhalefet hareketi bekliyor onu da bu adalet yürüyüşünde sokaklarda gördü. Günü geldiğinde bu millet o saadet günlerini yaşayan bu ittifakı sandıkta yerle bir etmesini de bilecek. Majestelerinin muhalefeti olmaya soyunmadık biz iktidar olmaya talibiz. Onun için de mazlumların, mağdurların sesi olmaya devam edeceğiz.
YOLLAR MI BOZULDU, GÜLLER Mİ SOLDU?
Bizim şehitlerin adını yürekten ağzımıza almadığımızı ifade etmiş. Şu yürüyüşü gerçekten ciddi takip etse şehit ailelerinin, kumpas davası mağdurlarının burada yürüdüğünü görür. Onları gören birinin bütün bunlara rağmen şehitlerle ilgili bir samimiyetten bahsediyor olması sadece kendi samimiyetsizliğinin ifadesidir. Dün şehide kelle deyip Habur’da teröriste çadır mahkemesi kuranların adaletle yolunun kesişmesi mümkün değildir. Dün FETÖ’ye, terör örgütüne yargıyı teslim edenlerin, ittifak kurarak 2010 anayasa referandumunda FETÖ’ye yargıyı teslim edenlerin adaletle yollarının kesişmesi mümkün değildir. Saadet günlerinde Kandil’e ve Pensilvanya’ya güzelleme düzüp, ‘Gül döktüm yollarına’ şarkısını söylüyorlardı. Şimdi ne oldu; yollar mı bozuldu güller mi soldu? Kimlerin terör örgütlerine yardım ve yaltaklık ettiğini bu millet biliyor.
DAERBEYE DİRENİŞ BABANIZIN MALI DEĞİL
Yine 15 Temmuz’dan bahsetmiş. 15 Temmuz darbesine karşı direniş babanızın malı değildir. O darbeye hep beraber direndik. Parlamentonun çatısı altında tepemize bombalar düşerken biz oradaydık. Siz şimdi kalkacaksınız, devletin üç tane uçağıyla, koruma ordusuyla kendinizi koruyacaksınız, sizi kendinizi korumanız hak ana muhalefet partisi liderinin koruma önlemi alması haram. Böyle bir anlayışı kabul etmek mümkün mü? Hangi tankın üzerine çıktınız, var mı bir tane tankın üzerinde fotoğrafınız? Ankara’ya niye 4 gün sonra geldiniz? Ankara güvenli değil diye İstanbul’da nerelerde saklandınız? Benim genel başkanım ertesi gün Ankara’daydı. Yolar açılır açılmaz, gelme imkanı doğar doğmaz Meclis’e geldi konuşma yaptı. Sen neredeydin AK Parti Genel Başkanı? Yenikapı’da doğru söyleyip Ankara’da şaşarak bu iş olmaz. Ne oldu şimdi; tehlike başladı, 2019 göründü, mazlumların sesi sokaklara döküldü ve adaletin kılıcı Kılıçdaroğlu yola çıktı. Arkasından da önce yüzler, sonra binler, şimdi on binler, yarın milyonlar gelecek bunun telaşı içindeler.”
http://www.hurriyet.com.tr/chpden-cumhurbaskani-erdogana-sert-yanit-40506537
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/yas-toplantisi-ve-komutanlarin-15-temmuz-karnesi
Sayın Necip (39 Necip 30 Haziran)
Bu yazım yayınlanmadığı için tekra gönderiyorum.
Ek olarak da, eğer sizin için bir sakıncası yoksa ve sadece geçici, ilk yaklaşım babında da olsa “iktidar” sözcüğünü tanımlarmısınız.
İlk gözlem: söylediklerimizle aktarmak istediklerimiz arasındaki fark bazı gereksiz yorumlara neden oluyor.
1. Günümüzde bilgi dille aktarılır ve (konuşmadaki nüans farklar ve okuma yazma bilmeyenlerin katkısı yokmuş gibi algılansa da) alfabe dille ifade edilenleri belirler. Belki bir espri daha iyi anlatır: Eğer bir maymun (her dil alfabesini içeren) daktilo üzerinde sonsuza dek hoplayıp zıplasa, eninde sonunda, dünyada yazılmış bütün eserleri yazar.
2. Felsefede, şeylerle sözcükler arasındaki farklar, görünüşle gerçek arasındaki farklar kadar eski ve hala yürürlükte. Yine bir espri bunu daha güzel anlatır: Şeyler kelime olunca ağırlıklarını kaybederler.
3. Felsefede bilgiyi doğa/doğaüstüne dayatmak, sizin, “Bir noktadan itibaren (ki, o ‘nokta’nin ne oldugu da onceden belirlenmis degil her zaman), artik, kabuller zorunlu oluyor.” tabirinizdeki “nokta”. Kısacası, bilgi iki türlü elde edilir.
Ümit ederim bu açıklama “alfabe” , “artık dünya sözcükler oluştu” ve “doğaüstü” laflarıma daha kesin bir anlam getirir.
4. ” Evet. Her ikisi de, en azindan benim omrum boyunca …” Ben sonsuz sayıda istisnaları sıralasam ve bu istisnaları içeren kitapların adlarını versem ancak bataklığa daha fazla batacağımdan eminim (relativizm, absolute oldu). Fakat en temkinli hesaplar göre insanlar son iki milyon yıl biyolojik değişimden geçmediler. İndirelim son 100 000 bin “akıllı insanlar” devrine. Sanırım kimse daha henüz son 100 000 yıl insanların her zaman her yerde bir iktidarlı rejim içinde yaşadıklarını ispat etmedi. Tabii günümüz iktidarlı rejimlerde her şeyin cıvığı çıkarılmış. Çocuğuna etrafa bakmadan caddenin öbür tarafına geçmemesini söyleyen bir anne veya babadan tut, gaddarlığı ve dolayısıyla iktidarcılığı avcılıkla et yemede bulanlar, emir alıp vermeyi ve iktidar içinde yaşamayı genlerimizle getirdiğimizi ileri sürenlere kadar iktidarı her yerde görenler sayısız. Bence buna inanmamak için deli olmak lazım. Ben bu nedenden, size, “iktidar” ne demek sorusunu sormak zorunda kaldım. Mutluluğun en gözde olduğu devirde, iktidar altında yaşayanların, başka hiçbir türlü yaşam olmadığını öğrenmesi, iktidar altında yaşamanın tek ve tek yaşam olduğunun kanıtı en yüce bir terapi olduğu şüphe götürmez. Böyle bir inancın insanlığa en büyük rahatlık ve huzur sağladığı da kuşkusuz. Tıp alanında bile hastalıkların %90 plaseboyla tedavi edilir.
Bunu eskiden dinler başarmaya çalıştı.
Konumuz hangi inanç insanları daha güzel peşine takıyor değil, inancın kendisi.
Haremli hayvanlar sadece bir örnekti. Amacım, haremsiz veya tüm hayvanları incelemek değildi. Amacım “iktidarı ele geçirme” kavramını sadece ve sadece bir biçimde anlamanın kısıtlığına işaret etmekti.
En sevdiğim yaklaşım “relativism”. Yalnız bu mutlak oldu. Herkes, her istediğini, aklına her geleni “relativism”e dayanarak söylüyor ve herkes uzmanlara tanrılardan fazla tapıyorlar. Herkes markette hangi malın daha kaliteli olduğunu biliyor. Ama lütfen “bazı tapmayanlar ve bilmeyenler var” demeyin, lütfen. Her dediğime binlerce sayfa ekleyip “yanlış” anlamayı engellemek bence gereksiz. Sosyal bilgilerin matematik ve istatistiğe çevrilme bataklığına da girmek istemiyorum.
Burada bir ayırım yapmak istiyorum. Bu, sizin her yerde “diktatörlük” görenlere karşı sabrınız tükenmesine benzeyecek. En azından, eğer iktidar, emrini yerine getirmek için bir, polis, yasa, ordu vs. gibi, bazı araçlara sahip değilse, geleneksel bir otorite olabilir. Bu konu, kendi başına, beni en derin bataklıklara saplatabilir. Yine en azını söyleyeyim, genellikle bir yaşlı veya yaşlılardan oluşan gurup o toplumun örf ve adetlerini aktarmayla sorumlu olanlar, hatta toplumun tümünü kişiliklerinde temsil edenlerdir. Eğer siz de her yerde iktidar görüyorsanız, örneğim boşuna gidecek. Diş doktoru “dişlerinizi fırçalayın” dediğinde iktidar mı oluyor?
Örnek, Sibirya’da Yakutlar. Orta Asya Türkleri harekete sokulduğunda önüne gelenleri beraberlerinde sürüklerler. Bazı Türkler Sibirya’ya kaçar ve Ruslarla Sovyetlere kadar iktidarsız yaşarlar. Bu insanlar kendilerini iktidarın henüz yerleştiği, toplu, tüfekli, atom bombalı, yasalı, okullu vs. bir toplumda bulması halinde karşı gelseler iktidarı yıkabilirler mi?
Bu geçmişte oldu. “Müzmin” demek için, ne olursa mutlaka olacaktı gibi bir totolojik kehanet oluyor. İktidarsız yaşama arka kapıdan girip iktidarlı yaşama olur çıkar. Yazılarınız gerçekten mantıksızlık dolu.
5. “Örneğin 10 bin yıl önce birinin ‘kimse dünyanın diğer yanında olup biteni göremez’ demesine benzer.” Bunu seçmeden önce aynı şeyi “kimse uçamaz” olarak yazmıştım, değiştirdim. Ben televizyondan söz ediyordum. Otomobil, buzdolabı ve binlerce diğer şeylerle söyleyebilirdim.
“Problem su: Insan cozumleme/analiz yetenegi –dolayisi ile bilgisi, veya uretebilcegi bilgi (sentezlememe ufku)– sinirsiz degil.”
Şu an diğer gezegenlerde ve okyanus altında gözlemler (göz uzantılarıyla) yapılıyor. Bulgular çözümlenip sentezler yapıldığında daha önce bilinmeyen ve olmayan şeyler ortaya çıkacak. Şimdi bataklığa daha da saplanmak için şöyle şöyleyim. 10 000 yıl önce aya ayak basılır diyene deli diyebilirlerdi.
Aslında ben fikirlerimi, elimden geldiği kadar, iktidarı elinde tutanlar dünyasında yaşayanların düşünce, akıl yürütme ve mantık biçim çerçevesi içinde ifade etmeye çalışıyorum. Söylediklerim, asıl fikirlerimin çok az bir kısmı. İktidar diline ödün veriyorum. Örneğin, ben ilk televizyonu Sümer’de kendim buldum. Ama bunu söylersem ne olacağını biliyorum.
Belki de bazı fizikçi bilim adamı –filozoflar haklı: Gerçek ve Hakikat, Pisagor’un dediği gibi sayılardan (0 ve 1) veya modern versiyon olan sembollerden veya sembol olan sözcüklerden oluşur.
6. “Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.”Ne yazık ki bu dediğiniz de son derece tuhaf bir yanıt ve asıl demek istediğimden çok farklı.
Konu: İktidar / iktidara karşı. Size göre karşı olanlar başardığında daima iktidarı elde tutuyorlar. Mantık kurallarına göre, başaramayanlar için her şey söylenebilir. Bir örnekle açıklayayım. Eğer gelirsen, sinemaya gideriz. Farz edelim gelmedin.
Ben sinemaya gitmek de dahil ne yaparsam yapayım, siz bana ” Eğer gelirsen, sinemaya gideriz.” demiştin, neden a,b,c, … yaptın derseniz çok basit bir mantık hatasına düşersiniz.
Dolayısıyla, ” Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.” yerine, hiçbir çelişkiye düşmeden, “Evet. Elde tutamayanlara ‘ayakaltında tutanlar’; elde tutulmayana da ‘kimse istemiyor’ demiyoruz çünkü” diyebilirdiniz.
Bence mantık açısından sizin dediğiniz daha çok bana büyük mantıkçı Lewis Carroll’un benim burada içine düştüğüm duruma ışık tutucu olan ve belki de teselli edici “Humpty Dumpty” ile “Alice” arasında geçenleri anlatması. İşte sonu: “The question is,” said Humpty Dumpty, “which is to be master—that’s all.”
“Sorun kimin efendi olduğu” veya bu bağlam içinde kimin iktidar dilini konuştuğu, kimin iktidarı elde tuttuğu.
Daha da basit bir örnek verirsem sizin ” Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.” mantığınız şöyle:
Salt Türkiye’de yaşanlar Türk’tür.
Sen İran’da yaşıyorsun.
O halde, sen Türk değilsin.
Bu doğru ama dünyayla alakasız. Hatta tüm matematik ve mantık da öyle ama girdiğim bataklığa daha fazla batmak istemiyorum.
Yukarıda söylediklerimin hepsi aslında önemsiz ve gereksiz. Özet ve önemli olan:
1. Siyasi iktidarlıklar doğmadan önce iktidarsız toplumlar oldu.
2. İktidara karşı gelenlerden iktidarı yıkmayı başaramayanların hepsi kırımdan geçirilmedi. İktidarlı toplumlar içinde kendi geleneklerine devam ettiler. Bazıları azınlık “dinleri” oldular. Ben daha da ileri gidip neolitik devrimden endüstri devrimine kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcı köylüleri ve her türlü haksızlık ve çirkin muameleye katlanan kadınları da iktidarı zorlandıkları için kabullenenler arasında görüyorum.
Dolayısıyla, iktidarı ele geçirmek için karşı gelenlerle, iktidarı yıktıktan sonra iktidarı eskinin kalıntıları üzerine kuranların tarihte en fazla göz kamaştırıcı olması başka, buna nedenler bulmak başka.
Yazı kullanan toplumların yazısız toplumlara kıyasla daha üstünlük sağladıkları artık biliniyor. Burada hiç değilse “bu böyle” yerine insanı düşündürücü bir bilgi var. Veya tarım yapan toplumların depoladıkları yiyeceklerle sadece dolaşıp yiyecek bulanlara karşı savaşta, eninde sonunda*, kimin başarılı olacağını tahmin etmek için dahi olmak gerekmez.
* Sözcükler alemine gireriz korkusundan “eninde sonunda” ekledim.
“İktidarın tarihte nerede ve ne zaman doğduğu soruma cevap vermektense yine sözcükler ve sözcüklerin anlamı dünyasına daldınız.”
Bu sorua numerik bir cevap vermemi beklemediginizi umuyorum.
‘Non-numric’ cevap da, herhalde, soyle olurdu: ‘Iktidar’in ilk ortaya cikis tarihi (artik, her ne ise o), insan mahlugunun (ki, dogduktan sonra, en azindan annesinin bakimina muhtac olageldi hep –bunu farzedebiliriz, zannedersem) once ‘anne’, sonra da –annenin yetersiz kalisindan dolayi– ‘baba’ kollamasinda/korumasinda/gozetiminde/yonlendirmesinde yasamaga baslamasiyladir.
Yani, baslangicta, ebeveyn yani ‘cekirdek aile’dir iktidari temsil eden. Ardindan, halka giderek genisler –genisleyegeldi.
Simdi.. bu ozetleme yeterince isabetli ise, ilk tespitimiz, ‘iktidar’ denen sey, dogrudan dogruya genetic bir dayatma olmamakla beraber, genlerin bir sonraki nesle (ve daha sonraki nesillere) kazasiz belasiz aktarilmasi icin, kendiliginden ortaya cikmis (cikarilmak zorunda kalinmis) bir organizasyonun daha zayif (kollanmak/korunmak/gozetilmek/yonlendirilmek durumunda olan) bireye yansiyan tezahurudur.
Zurna da hemen burada detone oluyor: Ta ‘cekirdek aile’den itibaren, mensuplarinin hicbirisi cok da memnun degil bu isten.
Kollamak/korumak/gozetmek/yonlendirmek gorevi zimnen verilmis olanlar da, kollanmak/korunmak/gozetilmek/yonlendirilmek durumunda olanlar da memnun degil..
Ben, en azindan, kendimden biliyorum: Ebeveyn ve akrabam benim uzerimde ozgurluklerimi kisitlayici oldu hep. Ya da, o yaslarda, ben bunu dusunuyordum. Daha sonra, kader, ben de ayni seyleri yapar oldum. Kendi cikarim icin degil, ilgilisinin cikari icin idi; ama, sitemlerin, sizildanmalarin, sikayetlerin oznesi oldum… Hic sevmedim, hic istemedim; ama, mecbur hissettim.
Bu mecbur hissetmek konusuna cok daha temel bir ornek verebilirim: Yeni dogmus bebegini cami kapisina birakan anneye yonelik toplumun tepkisini bir dusunun..
Bir miktar merhamet/acima da sozkonusu olsa bile, herkes kadini (ve, daha az olmakla beraber, ortadan kaybolmus olan –ya da, haberi bile olmayan– erkegi) itham eder.
Halbuki, baska hicbirsey degilse bile, imkanlarini zorlayacak ve/ya ozgurluklerini kisitlayacak olan bir ogeden kurtulmak istemis de olabilirler. Yani, ‘mahkum’ ve/ya ‘mahpus’ olMAmak istemis olabilirler. Ki, bu, en temel, en dogal durtudur.
Ama, toplum, buna hic de sicak bakmaz. Bakima muhtac bebege, ebeveynini, bakima mecbur/mahkum olmaga zorlar.
Yani, toplum, sizi ‘iktidar’ olmaga zorlar. Siz reddederseniz, sizin yerinize baskalari bu ‘gorev’i ustlenmek durumundadir. Ya da, kurumsal yapilar (Cocuk Esirgeme Kurumu filan) olusturulur.
Tabii ki, bu sadece /bir/ ornek… Kurumsal yapilar, ‘Cocuk Esirgeme Kurumu’ ile kisitli degil.
Baska ‘bakim’a, ‘kollanmak’a, ‘korunmak’a, ‘gozetilmek’e, ‘yonlendirilmek’e muhtac bir suru sey daha var..
Bunlarin saglanmasi icin peydahlanan her yapi, verilen (ve, daha sonra da, cogunlukla genisleyen) ‘gorev’ler karsiliginda birer ‘iktidar’ adacigi olur.
Ve, ‘bas, basa bagli; bas da pasaya bagli’ dusturu geregince, bu ‘iktidar’ adaciklari, yukariya dogru daralan bir pramit olusturup, ‘el/the iktidar’ denen makama baglanirlar.
Simdi.. Bu uzun ‘narrative’de bir ‘hikmet’ varsa, o da, kollanmak/korunmak/gozetilmek/yonlendirilmek durumunda olan birey(ler) varsa/mevcutsa (ki, galiba hep de olacak), onu/onlari kollanmakla/korunmakla/gozetmekle/’yonlendirilmekle gorevli (ya da, mecbur veya mahkum) birileri (ister kurumsal isterse de bireysel) de var/mevcut olmak zorundadir.
Baska bir deyisle, ‘iktidar’in kendisini (ya da, ‘iktidar olgusu’nu) yer ile yeksan etmek icin, yukarida anlatmaga calistigim (basinda da ‘cekirdek aile’ olan) upuzun ve genis zinciri kirmak (o ihtiyac ve zorunluluklari dayatan sebepleri ortadan kaldirmak) gerekiyor.
Mumkun mudur?
Teoride, tabii ki.
Ama, pratikte, gercek hayatta?
Kesin olan su: Ben, gormem. 😉
“Sizin sevdiğiniz tümevarım mantığı bana “şimdiye kadar her dediğimi yanlış anlamakta ısrar ettiyse; şimdi de öyle olacak!” demekte.”
Olsun. ‘Beni bir kisi anladi; o da yanlis anladi’ hanesine yazarsiniz. Dahasi, baska herkesin de yanlis anlayacagini garantisi yok. Dolayisi ile, o cenahta hic umit yok degil.
“Onun için verdiğiniz “youtube” adreslere, ne yazık ki, bakacak zamanım yok.”
Sorun degil. Gunes sistemimizin sabit olmadigini, gezegenlere benzer sekilde (fakat, hep beraber) bir yorungede seyahat ettigini biliyorsaniz; ilgili kirpiklari izlemenize gerek yok zaten. Ustelik, o kirpiklar, merami anlatmak icin karikaturize edilmis gorsellerdi.
Kainatta/Evrende hicbirseyin sabit olmadigindan hareketle, ‘relativism’in hic de tukaka bir yaklasim olmadigina isaret etmek istemistim.
“Yine iktidarı elinde tutanlardan lağımlarda yaşayanlar kadar geçerli ulu bir buyuru.”
Yukarida anlatmaga calistim: ‘Iktidar’ dediginiz sey, cok genis tabanli bir piramidin sivri ucu. O sivri ucta da, kimse, sonsuza kadar kalici degil –‘sivri uc’ kalici, ama.
Dahasi, o tur makamlara da, herkes, esasinda, bir tur tensip/tayin/secim surecinden gecerek gelir –diktatorler de oyledir.
Bir de, su var: O ‘genis tabanli piramit’ dedigimiz sosyal yapi huda-yi nabit degil. Toplum tarafindan olusturulur. Toplum da, bunu, cograyfa ve iklimin etkisiyle sekillendirir –cunku, ihtiyaclarin temel sekillendiricisi bunlardir.
Buradan da, her zamanki aci gercege variriz: Cografya, iklim ve toplumu degistiremeyecekseniz; ‘iktidar’la ilgili cemkirmeler, devirmeci hayaller bostur.
“her türlü haksızlık ve çirkin muameleye katlanan kadınları da iktidarı zorlandıkları için kabullenenler arasında görüyorum.”
Bu ‘kadin’ konusunu apayri bir baslik altinda konusmak isterim. Cunku, kadinlarin “her türlü haksızlık ve çirkin muameleye katlan”ageldikleri kanaatinde degilim. Iktidar cemkiriciligi, devirmeci solculuk.. bir de, kadin konusunda, peydahlanan bu ‘neo-kibelecilik’..
Ayaklari yere basmayan, zemane dinleri/modalari.
Eklemem lazim:
Yazinizin her paragrafina cevap vermek isterdim; ama, zaman acisindan mumkun degil.
Bir de, bu site yine reset ettigi icin, ilk yazinizi ancak RSS uzerinden okuyabildim. Format filan yok; hepsi tek blok. Dolayisi ile, okumak hic de kolay olmadi.
O yuzden, okudukca, onemli buldugum yerleri –tabiri caizse– cimbizlayarak aldim ve onlar uzerinden cevap yazdim.
Umarim mazur gorursunuz.
“Ek olarak da, eğer sizin için bir sakıncası yoksa ve sadece geçici, ilk yaklaşım babında da olsa “iktidar” sözcüğünü tanımlarmısınız.”
Iki onceki yazimda buna girmegi dusundum; sonra, vazgectim.
Cunku, hem ‘tarif etmek, tahrif/tahrip etmektir’; hem de –ne yaparsam yapayim– gunluk siyasetten etkilenip ‘hileli’ (‘loaded’) zar misali, eksik ve malul bir sey olacakti.
Yine de merak edip, tek kelime cinsinden, Ingilizce karsiliginin ne olduguna (‘millet ne diyor?’ anlaminda) baktim.
http://tureng.com/en/turkish-english/iktidar
14 kelime vermisler, ‘iktidar’in karsiligi olarak:
‘ability’, ‘capability’, ‘capacity’, ‘competence’, ‘faculty’, ‘government’, ‘lap’, ‘potency’, ‘potentia’, ‘potential’, ‘power’, ‘puissance’, ‘rulership’, ‘virility’
Hepsi de dogru, ama bir butunun parcalari olarak.
Morfolojisi, zannedersem (sallarsam), ‘kdr’ kokunden geliyor. ‘Kadir’ (ya da ‘kaadir’) de ondan tureyenlerden birisi olsa gerek. ‘Iktidar’ da, ‘kaadir’ (‘able’, ‘capable’, ‘competent’) olan anlaminda..
Buradan, ilginc acilimlar da cikiyor: ‘Kaadir’ olmayan (tanimi geregi) ‘iktidar’ da olamiyor. Ayni sekilde, ‘kaadir’ ise, (tanimi geregi) ‘iktidar’dan ‘dusurul’emez.
Dolayisi ile, yikilabiliyorsa, ‘kaadir’ olmadigi icin, koflastigi icindir. Yikan da, ‘kaadir’ oldugu icin, artik ‘iktidar’dir.
Neyse.
Simdi de gelelim isin ‘hileli’ zar kismina..
Siz dahil, bircok serzenisci (bakiniz, nazik davraniyor ve ‘cemkkirici’ kelimesini burada kullanmaktan kaciniyorum; kiymetimi bilin), hep kotu ve/ya arzu edilmez vechesini one cikarip ‘iktidar’dan sikayet ediyor.
‘Anti-kapitalist’lerin dustugu cukur da budur.
‘Iktidar’lari olusturan toplumsal evrim sureci, bunu, ‘zararli olsun’ diye muhafaza etmis olamaz.
Daha dogrusu, faydasi zararindan cok olmasa, boyle bir olgu sozkonusu bile olamazdi.
Not: ‘Faydasi zararindan cok’ demek, ‘hic zararli tarafi yoktur’ demek degildir; malum.
Dolayisi ile, ‘yikmak’, ‘devirmek’ gibi ‘grand’ hedefler yerine, bence, ‘islah etmek’ cok daha akillica ve anlamli.
Hem, “Geldim, şu alemi, ıslah edeyim” dememis miydi ozan?
Sayın Necip,
“Fakat, bahsetmek cesaretini bulsaniz hic de fena olmazdi.”
Cesaret yok ama “iktidar” tanımıyla ilgili ipucu var: yapmanızı beklediğim “iktidar” tanımında bir incelik gerekebilir. İktidarsız-iktidarlı.
Allah kadirdir, kader, Kadir Gecesi sözcükleri de “iktidar” sözcüğü kökeninden gelir.
İblis Allah’ın iktidarına karşı çıktı. Ama nedense ve dünyevi iktidarların çoğundan farklı olarak, Allah, İblis’i yok etmedi. İblis iktidara karşı geldi ama işi beceremedi, başarılı olamadı – tabii, sizin tümevarım mantığına göre, şimdiye kadar.
“Evet. Elde tutamayanlara ‘basarili’; elde tutulamayana da ‘iktidar’ demiyoruz cunku.” Formülünüz de aynı sonuca vardırır.
Ne var ki, İblis çok GÜÇLÜ. Demek ki, iktidarı ele geçiremeyen devasa bir GÜÇ sahibi olabiliyor.
Doğru ki, genellikle Allah gücünü şiddetle gerçekleştirir, özellikle kıyamet günü. Şeytan bolluk, içki, seks, fuhuş, kumar ve benzeri binlerce tatlı sözlerle ağız sulandırıcı, vaatlerde bulunur. Hatta Şeytan, günümüzdeki dinciler, iktidarlar ve solcu- devrimcileri bile peşine takmış, hepsi bolluk peşinde koşmaktalar.
Eğer iktidar güç demekse, iktidarsız güç olabiliyor. O halde iktidara daha kısıtlı bir tanım getirmek gerekiyor.
Tabii değişik inceleme-sentez yapılıp, değişik sonuçlara varılabilir.
Allah Zerdüştlük etkisi altında kaldığı gibi İsa’nın “düşmanını sev” etkisi altında kalıp, Şeytan’ı lazım olur diye etrafta tutmuş. Belki de, Allah, Batı DEMOKRASİ hoş görüsünün geleceğini görüp Batı’nın kendinden bile kurnaz olduğunu çakarak Şeytan’ı etrafta tutmuş olabilir.
Diğer bir inceleme-sentez sonucu: Belki önce iktidar İblis’in elindeydi ama Allah iktidarı ele geçirip pis işleri İblis’e yaptırttı.
Çok daha inceleme-sentez var ama bu şimdilik yeter.
Sayın Necip,
Kendim “Allah ve İblis” adlı yazımı eklediğimde bana verdiğiniz cevabı gördüm. Daha dikkatli okuyacağım.
Bir konuda hemen ve çok kısa bir yanıt vermek istedim,
1. Kadın hareketi başladığında (1970lerde) arkadaşların çıkardığı aylık gazetede alay olsun diye ilk sayfada evinden atılan bir kadın resmi ve söyleşiyi yayınladık. Kadın, “beni rahatsız etmiyor, çünkü ev sahibi kadın “, dedi. Aynı milliyetçiliğin enayiyle dolandırıcıyı kardeş yaptığı gibi.
2. Ben iktidar dil ve düşüncesi kullanıp alay etmek istedim. Ekonomik ve sosyal yaşamda sonsuz büyük katkıları olduğu halde kadınların tarihte, ekonomide, sosyolojide hesaba alınmadığını ima ettim. Diğer yandan iktidarı ele geçirenlerin dalkavukları gece gündüz iktidarda olanların becerilerini süsleye püslüye yazarlar. Tarımcı köylülerle birlikte söylememin nedeni buydu.
3. Kadınların karşı tutumlar hakkında yaptığım, ama sadece ilkel ve geleneksel veya arkaik toplumlar arasında, uzun çalışmada bulduğum sonucu özetlersem, kötüden çok kötüye, iyiden çok iyiye yarı yarıya.
Ama size tamamıyla katılıyorum. Ayrı bir konu olduğuna da, kadınları göklere çıkarmanın modada olduğuna da. Ama şu doğru: annemi daha çok sevdim ve bu hissin çok yaygın olduğuna da inanıyorum.
Bence bu konu da, “iktidarlık” gibi. Sorun, günümüz kavram ve sorunlarını tüm dünyaya ve tüm geçmişe yansıtmaktan kaynaklanıyor.
Ah yorumlar vah yorumlar, yine gitti yorumlar…
“Ama şu doğru: annemi daha çok sevdim”
Ben de…
“ve bu hissin çok yaygın olduğuna da inanıyorum.”
Evet, istisnalari olmakla beraber, ‘erkekler annelerini, kizlar da babalarini daha cok sever’ diyebiliriz, bence de.
Hatta, bir zamanlar, espri olsun diye, “kiz evlatlar olmasa babalari ‘min serrin nisa’dan (‘kadinlarin serr’inden) kimse kurtaramaz” demisligim de vardir. 😉
Bu iliskiyi bayagilastirmak istersek, erkek evlatlar icin, ‘Oedipus’; kiz evlatlar icin de ‘Electra’ kelimelerini mevzuya dahil edebiliriz.
“Bence bu konu da, ‘iktidarlık’ gibi. Sorun, günümüz kavram ve sorunlarını tüm dünyaya ve tüm geçmişe yansıtmaktan kaynaklanıyor.”
Katiliyorum.
Ve, esasen, budur, benim isin soguk baktigim tarafi.
Abartildi ve sirazesinden de cikti.
‘Kadin siginma evleri’ kurduk.
Iyi.
Peki, ‘erkek siginma evleri’ nerede?
Yok.
‘Kadina siddet’ denen ‘gunah-i kebir’in kefaretini odemek adina, temsilen, erkekler sokaklarda, parklarda surunsun..
Reva midir?
“İblis Allah’ın iktidarına karşı çıktı. Ama nedense ve dünyevi iktidarların çoğundan farklı olarak, Allah, İblis’i yok etmedi. İblis iktidara karşı geldi ama işi beceremedi, başarılı olamadı – tabii, sizin tümevarım mantığına göre, şimdiye kadar.”
Bence, bu da apayri bir basligi hak ediyor.
Kisa birkac paragrafta izah etmek cok zor. Ama, yine de, deneyeyim.
Allah-Iblis dualitesi, yani, cogunlukla ‘iyi’yi temsil eden ‘Allah’a karsilik ‘Iblis’in varligi ve ‘Allah’in ‘Iblis’i yok etmeyisi (edemeyisi), aslinda, ‘Allah’in hic de oyle ‘Kaadir-i Mutlak’ olmadigina isarettir.
Bu, ozellikle tek tanrili dinlerin derununda yatan bir celiskidir.
Ama, konumuz teoloji degil; sosyolojik yonune bakalim:
Her zaman, her ‘iktidar’a yonelik itirazlar olur. Bu, amiyane tabirle, ‘Allahin emri’ 😉
Ornek vermek icin, soyle soyleyeyim: Siz ya da ben, ya da bir baskasi, ‘Cocuk Esirgeme Kurumu’ (CEK) hakkinda olumsuz kanaatler sahibi olabilirsiniz/olabilirim/olabilir.
CEK’in gereksiz oldugunu, dogal olmadigini dusunebiliriz. Ya da, bazi uygulamalarinin yanlis –hatta zararli– oldugunu da dusunebiliriz.
Bu goruslerimizi, ‘gereginin yapilmasi’ icin talep halinde de dillendirebiliriz; hatta, ‘geregini yapmak’ icin bizzat kendimiz de harekete gecebiliriz.
Bu, bizi, CEK baglaminda ‘muhalif’ hanesine yazar.
CEK’i gerekli bulanlara, devamini isteyenlere, ‘Allah’ etiketi yapistiracak olursak; ‘muhalif’lere de ‘Iblis’ diyebiliriz.
Birisinin (‘Allah’in) daha cok pozitif, digerinin (‘Iblis’in) de olumsuz tedailerinin olmasi bir dzavantaj olmakla beraber, bu, toplumun geri kalan kisminda otomatik olarak ‘Iblis’in mahv-u perisan edilmesi icin harekete gecilmesine yol acmaz.
‘Ne diyor bunlar?’ babindan kulak verenler olur; zamanla da sayilari artar/artabilir.
‘Kamusal vicdan’ diye ozetleyebilcegimiz mekanizma, bir tur felsefi degerlendirme mekanizmasi, CEK’in mevcut sekliyle devamina da hukmedebilir; yer ile yeksan olmasina da karar verebilir, CEK’e ceki duzen verilmesine de.
Son iki alternatif, ‘muhalif’lerin (‘Iblis’in) –en azidan, bir kisminin– zaferi anlamina gelir. ‘Iblis’ kazandi diye kimseler de pek yuksunmez.
‘Sosyal evrim’ dedigimiz surec boyle isler.
Ve, hepimiz, ‘sosyal evrim’in isleyebilmesi icin, ‘daha iyi’ye dogru yol alabilmek icin, ‘Iblis’ dedigimiz turden bir oyuncuya ihtiyac oldugunu derunumuzda biliriz.
Acikca itiraf etmek zor olsa da, tek tanrili dinler de bilir 😉
Bu bakimdan, bence aslolan, bunlarin farkinda olmak ve ‘Allah’ligi da ‘Iblis’ligi de militanize etmemek –ya da, luzumundan uzun veya fazla surdurmemek–, ‘daha iyi’ye yonelik taleplerimizi bir ‘din’ haline getirip onun fanatigi olmamak..
“3. Kadınların karşı tutumlar hakkında yaptığım, ama sadece ilkel ve geleneksel veya arkaik toplumlar arasında, uzun çalışmada bulduğum sonucu özetlersem, kötüden çok kötüye, iyiden çok iyiye yarı yarıya.”
Bu paragraf ayrica ilgimi cektigi icin, munhasiran bunun uzerinde durmak istedim:
1) ‘Kadınların karşı tutumlar hakkında’ ne demektir –bir yazim hatasi mi var; yoksa benim bilmedigim bambaska bir kavramdan mi bahsediyorsunuz?
2) ‘sadece ilkel ve geleneksel veya arkaik toplumlar arasında’ derken, halen mevcut (var olan) bir toplumu mu kastediyorsunuz? Cok mahrem degilse hangisi oldugunu da yazabilir misiniz?
3) ‘kötüden çok kötüye, iyiden çok iyiye yarı yarıya’ deyisinizi cozemedim. Azicik daha acar misiniz lutfen.
yorumlara, bilgilenirim, aydınlanırım düşüncesiyle okumak isteğiyle biraz baktım. bu mümkün değil. çünkü ciddi, sorumlu, dürüst bir yönelim, burada sıfır. özellikle necip ve kim olduğu belli olmayan anonim (belki o da kendisidir) etiketli kişilerin vırt zırtları dolu. genel kanı şu olur: gereksizlik.
Sayın Necip,
İlk önce sonsuz ciddi bir itiraf: Türkçede sonsuz sevdiğim bir özdeyiş: Allah köylüyü, eşeğini kaybettirip buldurarak mutlu edermiş. Benim bilgi edinmemin nedeni iktidarın bilgiyi çalıp (ölü kurum olan) okula ve koca kitaplara koymasından, yani kaybettiğimizi tekrar bulmakta.
Çağımızın veya modern çağın en önde gelen saplantılarından biri “zaman”. Bu bağlam içinde, bir Eskimo aralarına çalışma yapmaya gelenleri şöyle anlatır: “sorularıyla bize işkence ediyorlar.”
Ben, iktidarın, her insana özgü olanların tümünü çalıp ölüme (ölü kuruma) çevirdiğine inanıyorum: Tanrıları tapınağa, doğayı hayvanat bahçelerine, dans ve müziği saraya soktular; beyni taş üzerinde çiziklere, seksi fuhşa, örf ve adetleri bürokrasi ve yasalara, kısıtlı zaman içinde çatışmaları yıllar süren savaşa, ekip biçmeyi ilk makineye, yani dışarıdan bir komutla harekete geçen, insan yığınlarına çevirdi. Daha sonra buna cici bici Tarım Devrimi adı takıldı. Bulduğunu yiyenleri yerine mecazi kabızlık olan biriktirme başladı. Ekip biçtiğinin bir kısmını ileride kullanmak için saklamalar yerine, iktidarın elinde, yine mecazi anlamda kabızlık olan, güç birikimi başladı.
Ne yazık ki, sizin “normal”, doğal”, “kaçınılmaz” olduğuna inandığınız, iktidarı nedenlerini bulup ispat etmeye çalışmanız ve bunu hiç bir verilere bile dayanmadan yapmanız, bana göre, Batı saplantısı, Batı ideolojik öğretiler.
Frans de Waal yıllarca şempanzelerin gözlemini yaptıktan sonra aralarında “politika” varlığını tespit eder. Dikkat edin, bulanık “iktidar” kavramı değil, güç kapsayan politika.
“Chimpanzee Politics: Power and Sex among Apes”
” Şempanzeler arasında politika: seks ve güç”
Politik Hayvanlar hakkında araştırmalara dayanan hayli yazı var.
Bu yazıların önemli özellikleri,
1. araştırmalara dayanmaları
2. dolaylı da olsa, iktidar tanımının çok daha özel olduğuna işaret etmeleri.
Benim araştırma yaptığımda amacım bu yalanların nerelerde ve nasıl saklandıklarını bulmak. Önceleri cahillikten kurtulma gibi geldi. Şimdi genellikle bu yalanlarla dalga geçiyor ve gülüyorum. Sevdiklerim, katıldıklarım, okuduklarım benim gibi, çoğu zaman benden çok iyi, yalanları bulanlar, eleştirenler, “hayır” diyenler. Tabii aralarından seçerim. Örneğin ben bu sitede benim anladığım anlamda “hayır” diyene rastlamadım. Aynı şeyi isteyip, “değişik yapacağız” havasına bürüyenler. Yine ne yazık ki, çoğu zaman benim dalga geçmelerimi siz ciddiye alıyorsunuz. Şaşırttığım için özür dilerim ama alaylarım son derece ciddi.
Bir itiraf daha: Beni çok şaşırtan iki durum
1. Doğa bilimler olsun, sosyal bilimler olsun araştırmalar ve yayınlanan eserlerin %99’u Batı’da çıkar. Osmanlılarla başlayan Atatürk ile kıvamına varan Batı’yı model almak, Batı fikirsel gıdalarla beslenmek Türkler arasında tamamıyla yayıldı. Daha sonra devreye Marks ve diğer benzerleri de girdi. Daha kısaca ifade edersem, Türkler, bilgi bilenlerin, uzmanların tekeline tamamıyla girdi.
2. Ama ne zaman artık en dandik ansiklopedi Wikipedia’da bile bulunacak bilgilerden söz etsem sanki kişisel bir fikir ileri sürüyormuşum gibi algılanıp hemen saçma sapan yanıtlar veriliyor.
En az 15. yüz yıldan bu yana milyarlarca Batı eserlerinde “çıplak vahşiler” adı altında gönderme yapılan toplumları duymamışlar var.
Bedeviler, Devlet kurmayan Orta Asya göçebe toplumları, Cengiz birleştirmeden önceki Moğollar, şimdi Zomia’da yaşayanlar, Berberler, Türkiye’de son zamanlara kadar hala var olan göçebeler …; Eskimolar, Laplar, Hopiler, Cherokeeler, Senecalar, Iroquoislar …; Kunglar, bushmenler … ve binlerce diğerleri hiç duyulmamış, ne de onlara verilen adlar biliniyor. Bu sitedeki Türkler hep bir ağızdan, “Erdoğan kötü, bolluk iyi ama …” marşını söylüyor.
Batlılar ve yamakları olan tüm dünya milletlerindekiler gibi çalışıcı/alıcılar gibi rahatlık içinde olmayan devşirici/avcı toplumların (yani ilkellerin) sayfalar alacak listesini dandik wikipedia da bulabilirsiniz.
Bu beyin yıkama sitesi de “politically correct” salakları çoğaltmakta:İlkellere “dokunmamışlar” adını takmış.
https://en.wikipedia.org/wiki/Uncontacted_peoples
Bu ve buna benzer sitelerde gördüklerim bana bu siteye katılanların kim olduklarını çok iyi anlattılar. IŞİD ile ilgili gördüğüm bir filimde 14 yaşında bir çocuk bana bu siteyi hatırlattı. Çocuk aynı bu sitedekiler gibi sosyal medya, internet, medya, televizyonla büyümüş veya yaşlıysa yudumlamış. “Gerçekten ben Laden diye biri var mıydı? Kime inanacağımı bilmiyorum”, dedi.
Araştırmaların gittikçe anlamda keskinlik, ayrıntı, eleştiri, yeni yorumlar getiren eserler de aynı ilkel, geleneksel, arkaik, modern, medeniyet gibi anlamları artık sabit sözcükler de hiç duyulmamış.
Hatta sizinle tartıştığımız “iktidar” konusunda bile ileri sürülen, antropolojik, sosyolojik ve nihayet doğa-biyolojik teoriler hiç duyulmamış gibi.
Wikipedia dahil en dandik siteler bile “politik antropoloji”, “sosyal antropoloji”, “politik gücün doğuşu” , “devletin başlangıcı” ve yüzlerce başlıklarla aransa bu konularda ileri sürülen teoriler bulunur.
Son zamanlarda feminizm akımı dolayısıyla araştırmaların kadının ilkel, geleneksel, arkaik, modern toplumlardaki yerini ele alan eserler de hiç yokmuş gibi, sanki hiç duyulmamış.
İlkellerle ilgili Güney Amerika araştırıcıların yazıları hiç duyulmamış.
Sanki 60larla 70ler arası daha sonraki eleştirilere yön ve temel olan eleştiriler, eleştirileri eleştirerek daha da zenginleştiren yazılar hiç duyulmamış.
Bu yazımda sadece sürekli doğan yanlış anlamaları ele alacağım.
1. Düzeltme: “Kadınlara karşı tutumlar” demek istedim, yazım hatası.
Çok kötü. Kadınlara karşı fiziksel şiddet kullanma. Aşağı görme. Seks ilişkilerde konusunda ikiyüzlülük, iki ölçü kullanma. İlkel toplumların çoğunda “babanı biliyorsan, şanslısın”dan tut İbn Batuta’nın bir Anadolu Türk sultanıyla söyleşi yaptığında, sultanın sorulara cevap vermeden hatununa danışmasından rahatsız olmasına kadar. Burjuva türemesiyle “ev hanımı” olan kadınlara canlarının sıkıldığında surat asma odalarına (boudoir) kadar. Ticaret dini olan Müslümanlığın şehirde yaşayan kadınları model alıp takvimi ayla ayarlamasıyla tarlalarda çalışan kadınlara da alakasız yüz örtme veya ekim ve hasat zamanı oruç tutma zorunluluğuna kadar.
Kötü: Tarımın kadınlar tarafından başlatıldığı bilindiği halde okullarda öğretilmemesi. İlk medeniyetlerde devlet başkanlardan bazılarının kadın oldukları bilindiği halde, inkar edilmesi. Bazı erkeklerin egemen olduğu toplumlarda Avrupa mavi gözlü sarışınların gazabına uğradıktan sonra kadınları çalıştırmayla egemenliğin kadınlara geçtiğinin bilinmemesi. Gıda ve çocukları sosyalleştiren ve dolayısıyla aşiretin varlığında erkeklerden çok yararı olan kadınların egemen olmadıklarına şaşıran ama daha sonra işin sırrına varan antropolog, bence bu konunun ne kadar öyle Türk dahilikleriyle ve uydurmalarla anlaşılmayacağına örnekler.
“Yarı yarıya” %50 kötü ve çok kötü, %50 iyi ve çok iyi, demek.
İlkel, geleneksel ve arkaik toplumlarda iyiden çok iyiye ve arasında olanları da sıralasam yine biri saldırır diye korkuyorum.
Dünyaya Neden Batı Hükmediyor (Şimdilik)
Why the West Rules – for Now: The Patterns of History and What They Reveal about the Future
(Ian Morris)
http://www.kitapyurdu.com/kitap/dunyaya-neden-bati-hukmediyor-simdilik/284011.html
https://www.amazon.co.uk/Why-West-Rules-Patterns-History/dp/1846682088/
Düşüncenin Coğrafyası: Doğulular ile Batılılar Nasıl ve Neden Birbirinden Farklı Düşünürler?
The Geography of Thought: How Asians and Westerners Think Differently – And Why
(Richard E. Nisbett)
http://www.kitapyurdu.com/kitap/dusuncenin-cografyasi/67341.html
https://www.amazon.co.uk/Geography-Thought-Asians-Westerners-Differently/dp/1857883535/
Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması
The Western Illusion of Human Nature: With Reflections on the Long History of Hierarchy, Equality and the Sublimation of Anarchy in the West, and Conceptions of the Human Condition
(Marshall Sahlins)
http://www.kitapyurdu.com/kitap/batinin-insan-dogasi-yanilsamasi/275622.html
https://www.amazon.co.uk/d/Books/Western-Illusion-Human-Nature-Reflections/0979405726/
Taş Devri Ekonomisi
Stone Age Economics
(Marshall Sahlins)
http://www.kitapyurdu.com/kitap/tas-devri-ekonomisi/244301.html
https://www.amazon.co.uk/Stone-Age-Economics-Routledge-Classics/dp/1138702617/
Milletlerin Zenginliği ve Yoksulluğu: Neden Bazıları Çok Zengin, Bazıları Çok Yoksuldur?
Wealth And Poverty Of Nations
(David S. Landes)
http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ve-yoksullugu-amp-neden-bazilari-cok-zengin-bazilari-cok-yoksuldur-/420477.html
https://www.amazon.co.uk/Wealth-Poverty-Nations-David-Landes/dp/0349111669/
Sayın Necip (7 Necip 2 Temmuz)
Bu yanıtımı yazmam için tanımınızı inceledim. Dediğinizi tekrarlamadan doğudan doğruya ne anladığıma geçeceğim.
Tanımınız antropoloji, sosyoloji, tarih ve hatta belki en önemlisi olan kültürün toplumlardaki yerini göz önüne almamış. Saf doğa- biyolojik bir tanım. Benim bildiğim kadar ileri sürülen teoriler önce antropolojiye dayandı, o çürürlünce sosyolojiye geçildi, o da çürütülünce, hatta hayvanlar arasında da aranıp hayvanlar da dahil edilerek, biyolojide ve doğada arandı.
Bütün bu teorilere ortak olan anlamda “iktidar” hayvanlar arasında bulunamayınca vazgeçildi. Sizin tanımınıza göre hayvanlar da dahil ama nedense hayvanlar arasında devlet, ordu, asker, bürokrasi, yasa yok.
Siz Batı seyrinin en son vardığı durağı benimsemişsiniz. Eğer değilse ve kendiniz hiç bir araştırma yapmadan bu sonuca vardıysanız kanıtlaması imkansız oluyor. Salt mantıkla varılan bir tanım. Ve yine mantık yoksunluğu var.
1. İktidar her yerde var = hiç bir yerde yok
Mantık: varlık farklara dayanır aksi halde ya mitlerdeki yaratılış öncesi kaos veya bilimdeki ısı homojenliğine varmayla kaosa erişecek evren düzeni. Düşünce yasalarını birincisi a=a.
2. Her insan, her an, hem iktidarlı hem iktidarsız. Çocuk babasına karşı iktidarsız, küçük kardeşine göre iktidarlı. Anne çalışmıyorsa ve salt korunmak için evlenmişse çocuğuna karşı iktidarlı, kocasına karşı iktidarsız. Çalışan işverene karşı iktidarsız, eve yemek alıp götürdüğünde iktidarlı. Örnekler sonsuz. O halde,
İktidar herkeste var = kimsede yok
3. İktidarı ele geçirmek isteyenler etraflarını saran sonsuz sayıda iktidarlardan sadece birine gözlerini dikmişler. Siz iktidar her zaman var oldu ve olacak dediğinizde, ben, belirli uzun zamandır birçok araştırmalara yol açan bir nesneden söz ediyorsunuz sandım. Böyle var/yok olan bir nesne gibi algılamadım.
Benim bildiğim iktidar tanımını inceleyen yazılarda yer alan kavramların kısa bir listesi: şiddet, güç, politik, politik güç, devlet, asgari geçim, okuma yazma, kurumlaşmış emir veren-emir alan düzenin varlığı, verilen emrin yerine getirilmesi için kurulmuş ara güçler.
Sizi tanımınız bir çeşit ilk anneyle ilk çocuk arasındaki ilişki ve bu ilişkinin yozlaşması. Bazı sapıkların bu iyi kalpliği idrak etmemesi.
Sizi destekleyici bir espri:
Ben küçükken annem ve babam çok aptaldı, ben büyüdükçe zekaları artıyor.
Hatta tanıma ahlak (sosyal baskı) veya iyi kalpli anne iktidarını kabul edenler yoldan çıkanları yola getirirler. Cami önüne bırakılan bebek misali. Sanırım, yazdıkça, mantıkla vardığınız iktidar tanımındaki eksiklikleri kendiniz de görüp delikleri tıkamaya çalışmışsınız gibi.
Batı dünyası benim bildiğim anlamdaki “iktidar” tanımı anlamında iktidarsız toplumlara rastladığında “iktidar” kavramını anlamaya çalıştılar. İktidarsız toplumlarda bu kavram yok bile. Ne de bu kavramı bilimsel temellere oturtma çabasına rastlanır. Her toplum kendini en üstün görür ama hiçbiri bunun Batı’da olduğu gibi bilimsel ispatı çılgınlığını yapmaz.
Önemli olan, en azından, bu “iktidar” tanım ve arama çılgınlıklarının nedenlerini tespit etmek, eksikliklerini bulmak, bilimsellik kılıfını yırtıp altında yatan ön yargıları bulmak.
İlk iktidarsız toplumların özelliğinin çok ünlü bir raporu: Kafiyesi çok güzel olduğundan önce Fransızca yazacağım.
sans foi, sans loi, sans roi
Türkçe okursanız: san fua, san lua, san rua
İmansız (inançsız), yasasız, kralsız
Ve işte bir antropologun şahane eşsiz esprisi:
Bu özelliğin asıl nedeni bu toplum insanlarının dillerinde F(foi), L(loi), R(roi) harflerinin telaffuzu olmayışı.
Sizin tanımınıza göre hayvanlıktan insanlığa geçişte eğer uyanık biri güneşin ne kadar önemli olduğunu görseydi iktidar güneşin eline geçerdi. Nitekim modern ve uyanık dincilerin ve uyanık bilimci-laik dincilerin “putperest” dedikleri güneşe tapan toplumlar oldu. Kısa bir süre önce, Kurosawa, Dersu Uzala aracılığıyla ve güneşe baktırarak Rus yüzbaşısına, ” Yüzbaşı, bu adam en önemli. O ölürse hepimiz ölürüz “dedirtir. Tabi dünyaca tanınan bir Japon’un batıl inanışlarına bizim sağcı ve solcu dahi Türkler güler geçer.
Diğer yandan Atatürk ve dalkavukları dilde Güneş Teorisini savundular. Bütün dillerin annesi Türk diliymiş.
Ama yine bazı sapıklar çıktı ve “hayat veren güneş aynı zamanda öldürüyor” dediler: Temmuz gibi ölüp dirilen tanrıların kaynağı bu. Nedense iyilik etmeye çalışanlar hep daha kötü ediyorlar. “Allah’ım neden hayat kısa, ölüm sonsuz uzun” dert yanışı gibi.
Güneş ötesine de gidilebilir.
Başlangıçta etrafta başıboş zerrecikler vardı. Birleşip atom oldular, atomlar birleşip molekül oldular, moleküller de bütün varlıkların yapısını sağladılar.
Bildiğim kadar bu sizin anne/baba teorisine benzeyen ilk iktidara tek karşı gelen Tanrı-Din oldu ve hala kavga edip duruyorlar.
Bu teorinin kaçınılmaz sonucu: Tanrı-Din = Devrimci-Solcu.
Hatta eğer size karşı gelen Zileli’nin 19. yüz yılda başlayan ve 1930larda İspanya’da zirvesine varan ve artık kokusu çıkmış anarşistliğe bir yakından baksanız, aranızdaki anlaşmazlığın bir aile içi kavgası olduğunu görürsünüz.
Hıristiyanların inandığı “İlk Günah” gibi pislikleri doğuştan getirdiğimiz inanan ünlü anarşist Chomsky için Sahlins “But, Chomsky is a honorable man!”, der. Ben de 19. yüz yıl bolluk anarşistliğini savunan Zileli için “But, Zileli sis an honorable man!”,derim.
Belki de ilk anneler değil, bu iktidar hastalığı bize bazı Darwinsel-genetiksel değişmelerle şempanzelerden geçti.
Eğer izin verirseniz sizin tanımınıza bazı espriler uydurmak istiyorum. İnşallah gücenmezsiniz.
İktidarın yayılmasının nedeni ilk anne doğurduğunda camiler olmaması.
Anneler sevilir ama iktidar sevilmez. Bunu Freud açıkladı. Erkek çocuktaki annesiyle yatma isteği sapıklığı. Haklısınız solcu-devrimciler biraz sapık.
Babalar da sevilir ama iktidar sevilmez. Bu da kız çocuğun babasıyla yatma isteği sapıklığı. Haklısınız solcu-devrimciler biraz sapık.
Haklısınız bu iktidarı sevip nefret eden solcu-devrimciler sapık.
Beni üzen sevgiyi sembolleştiren annenin iktidarlığı doğurma teorisi.
“Whatever else is unsure in this stinking dunghill of a world a mother’s love is not.”
“Emin olmadığımız sayısız şeylerle dolu bu pis kokan b*k dünyada, anne sevgisine emin olabiliriz.”
James Joyce
Tabii, bu, demokratik Türkiye ve Batı’yı dolduran yalnızlar yığınları için James Joyce’ın kişisel fikri.
Birleşmiş Milletlerde çok yüksek bir makamı olan A. Cohen’ın tamamıyla sıradan annesi ziyarete gider. Oğlunun çok büyük bir koca kelle olduğunu bildiğinden gelmeden önce İstanbul Mahmutpaşa Çarşısı’na benzeyen Tati’den aldığı elbiselerle süslenir. A. Cohen annesini kendi gibi makamlarda ki koca kelle arkadaşlarına tanıştırmaya utanır. Annesinden utandığından değil, bu sitedeki gibi meslek sahibi ilerici, laik bolluk hayranı dili çözük beyinleri çürük arkadaşlarından utandığından.
“Geldim, şu alemi, ıslah edeyim”
Asıl ıslah etmek isteyenler dünyayı b*k kokuya sardılar.
“Anasız olur mu, körpe kuzular?”
Aynı şekilde, ileriye bakan at gözlüklü sağcı-devrimci ve solcu-devrimciler anasız kuzu günlerine doğru korkmadan yürümekteler. Kuzuları internetten indirme günlerini bekliyorlar.
Benim için “iktidar” aynı daha önce saplandığım “medeniyet” çamuru gibi. Belli bir yerde, belli bir tarihte doğdu. Gücü şiddetle dayatan, canlıların yaşattığı bir ölü.
CANLI VARLIKLAR evrenin en temel yasası olan ENTROPİYE (dağılmaya yol almaya) HAYIR diyebildiler, iktidara HAYIR diyemiyorlar. La Boétie haklı. İnsanlar köleliği severek kabul ediyorlar.
Sayın Çok Bilen az Konuşan 16 Anonim 3 Dalkavuk
Çık karşıma boş beynini göreyim.
Sen zaten bir b*k bilsen, bilgiyi beyin yıkama hamamı medyada aramazdın. Senden önce senin gibi öten çok horozlar oldu. Karşıma çıkamadılar. Cahiller aynı bu siteyi yöneten kitap esnafı gibi cahilliğini olgunlukla kapatırlar.
Varsa sende bir cevher “Hic Rhodus!”, pala bıyıklı, ilerici, devrimci, laik, solcu , sert Türk erkeği.
Git bu erkekliği seni köle gibi çalıştıran patronuna yap, bak nasıl k*çına tekme atarlar.
Sayın 18 Anonim
Verin bu kitapları bilgilenmek, aydınlanmak (aradan 3 yüz yıl geçmiş herif şimdi aydınlık arıyor, geri kalmış ülkenin ileri zekalısı) isteyen ve bilgiyi sizler gibi kitap isimleri bilmek sanan “16 Anonim 3 Temmuz” zavalıya. Herif emzik arıyor zaten. Üstelik kitap satış yerinde kiap reklamcılığı yasak.
Başlangıçta patlama vardı
İlker Başbuğ’dan ‘adalet yürüyüşü’ yorumu
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, CHP’nin başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’nün demokratik bir hak olduğunu söyledi. Başbuğ, “Ümit ediyoruz ki yargı bağımsızlığının sağlanmasında ve toplumun adalete olan duyarlılığının artmasında önemli bir rolü olur” ifadelerini kullandı.
http://www.hurriyet.com.tr/ilker-basbugdan-adalet-yuruyusu-yorumu-40508482
…15 Temmuz’da çok ciddi bir olay yaşadık. Yargı elinden geleni yapıyor. (Doğu Perinçek’in ‘Yargı altın çağını yaşıyor’ sözlerinin hatırlatılması üzerine) Ben öyle bir tabir kullanmak istemem. Ama yargı elinden geleni yapıyor. Hatalar elbette vardır, yoktur diyemeyiz…
ADALET YÜRÜYÜŞÜ İÇİN NE DİYOR?
Yürüyüş ile ilgili bir iki şeyi ifade etmek isterim. Bir kere olaya şöyle bakmamız lazım. Ben çok kimsenin gördüğü gibi bu yürüyüş demokratik ve anayasal bir hakkın kullanılmasıdır. Ben de elbette saygı duyuyorum. Bazı hususların bazıları tarafından eleştiri konusu yapılması da doğal. Belki şunu söylememiz lazım en azından eleştiri yaptığınız kadar bu yürüyüşün hangi amaçla yapıldığını da anlamaya çalışın. Bu yürüyüş, yargı bağımsızlığının tarafsızlığının sağlanmasına en önemlisi de toplumun adalete ve yargıya olan duyarlılığının artmasında önemli rolü olur diye düşünüyorum. Şunu da söylemek gerekir. Katılanları yargılamak, onları sorgulamak ne kadar yanlış ise katılmayanları da yargılamak o derece yanlış. Kişisel bir tercih olarak bunu değerlendirmek lazım.
Yürüyüşe neden katılmadı diye eleştiri oldu üzüldüm. Daha yürüyüş devam ediyor. Ne biliyorsunuz? Belki o ismi geçen kişilerden bu yürüyüşe katılma niyeti olanlar belki de bu çıkan haber nedeniyle bu katılma niyetlerini değiştirdiler.
Devrimci vicdan sizlayabilir, Devrimci Adalet asla unutmamali ve acimamalidir.
Aydinlik ideolojik bir örgütlenme degildir, Aydinlik bir karakter örgütlenmesidir, ilk okuldan baslar muzevircilikle, Dogu perincek gayet rahat isgal gunlerinde Istanbulda varolan iktidara karsi orgutlere dusman olup Vhdettinin bokunda boncuk bulabilirdi, Aydinlikcilik böyle birseydir varolan iktidara karsi olan orgutlere karsi olmak, ha anarsistce ha milliyetci ulusalci ha maoistce. aydinlikcilik böyle degerlendirilmelidir.
Sinifin yaramaz cocuklarina karsi Temiz yuzlu Uslu iyi cocuklar:)
Aydinlikcilik, örgüt dümasnligi yapmanin örgütüdür. Birey yada örgütlu olanlar ayni isi yaparlar. Gün Zileli hala Aydinlikcidir
21.Yuzyilin en buyuk yalan ve basariya ulasmis manipulasyonu 11 eylul degildir. Laiklere son laik temmuz darbe girisiminin Fetö diye yutturulmasidir, ve aslinda sosyal psikoljik tahlillere ihtiyac Duyar, pek cok laik elit bu gercegi bilmekte ve söylememktedir hatta cadi avina katilmistiTemuz darbe girisimi son laik direnistir. nokta
DEVRİM: Nerede? Ne Zaman? Kim?
Sayın devrimci arkadaşlar. Acaba bu sorulara bazı cevaplar verilebilir mi?
Sizlerin katkılarıyla zenginleşeceği ümidiyle, fikirlerim:
Nerede?
New York-Kaliforniya, Paris, Londra, Barselona, Moskova-Petersburg, , Beijing, Berlin, Hong Kong, Singapore, New Delhi ve diğer dünyanın ekonomide en gelişmiş saflarındaki ülkelerin en dinamik kentlerinde olacak. İstanbul-Ankara ardından takip edecek.
Bu devrim dünyanın her yerinde geçmişte kalmış tutucu, gerici, geleneksel, hala taş devrinde yaşayan engelleri silip süpürecek.
Ne zaman?
Sadece devrimin değil insanlığın öncüleri olan bu mega kentlerde yaşayan mega devrimciler devrimi yaptığı zaman! Devrim bilinçli mega devrimcilerin, bilinçlerinin bilincine vardıklar zaman!
Kim?
Mega kentlerde yaşayan öncü, bilinçli mega devrimciler yapacak. Ayak uydurmayanlar dökülecek. Nasıl, daha henüz Darwin doğmadan, kapitalist-burjuvalar kendi ülkelerinde ve dünyada ayak uyduramayanları cehenneme yolladıysa, Darwin’den, bu işin aslında doğa da olduğu anlaşıldı. Hatta ünlü Burjuva teorisyen Karl Marks Kapital kitabını Darwin’e adamak istedi, tabii insanların maymundan türediğini bilen Darwin, bu heyecandan hoplayıp zıplayanı maymun sanıp, reddeti. Aile içi kavgalar bir yana, aynı heyecana kapılan ünlü ilerici anarşistler de etrafı temizleme fikrine katıldılar. Çünkü asıl neden ekonomiydi, bolluktu, kolayca yapıp kolayca tüketmekti.
Endüstriyel yiyecekler yiyenler için bir espri: rahat giren, zor çıkar! Şu an bütün dünya rahatlıkla tüketmek safhasını yaşıyor. Örneğin medyada, televizyonda, sosyal medyada bilgi arayan rahat hayata alışmış orta sınıf çocukları gibi.
Yazıma son vermeden önce, Türkiye eski solcu devrimci-marksist-leninist-stalinist- troçkist-maoist-vs, “AH, O ESKİ GÜZEL GÜN-LER!” sitesi olan bu nostaljilerle yaşayanlar ve aynı yolu tutmuş yeni solcu ve sağcı devrimci-marksist-leninist-stalinist- troçkist-maoist- anarşist-gezi parkist- kahramanlar putperestistler geriye değil ileriye, dünyayı, ayak uyduramayanları temizlemeye azimli genç ve dinamik orta sınıf çocukların sitesine katkı beni sevindiriyor.
Sayın devrimci arkadaşlar: Sorun ne çevre, ne hava, ne su, ne toprak kirliliği. Ne de denizler ve okyanuslar altında 2. Dünya Savaşında batan gemilerden sızan petrolün ve nükleer kalıntıların saatli bomba olmaları. Elimize geçireceğimiz teknoloji ve iyi kalpli ve bilinçli teknisyenlerle bu pislikler hemen temizlenecek. Asıl sorun, aynı çember üzerindeki bir noktaya en yakınla en uzağın aynı olması gibi, en ilerdeki kapitalistlerle en geride hala taş devrinde yaşayan, hala din gibi safsatalara inana ve geleneklerine sarılanları (riff raffs’leri) temizlemek. Burada, Avustralya’da, yaşayan aborijenler gibi. Biz devrimciler aşırıcı değiliz, orta sınıf çocukları olduğumuz için ORTACIYIZ!
Kahrolsun kapitalizm ve geri kalmışlık! Yaşasın ilerici devrimcilik!
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/05/din-nedir.html
“Ve DP bunu da söyledi. Şaştık mı? Şaşmadık”
Şaştık kaldık afalladık! Vay canına şimdi yandık! Akıllara zarar vallah! Ruhsar gitti ruhla kaldık!
“İt ürür, kervan yürür”
İnsan bağırır, sivrisinek ısırır
Yeni partileri ile ilgili açıklama yapan Ü.Özdağ gibileri sırf AKP diktatörlüğüne muhalifler diye bu iktidara karşı desteklenmeli midirler? Yoksa bunların kavgası sistem-içi kavga mı? Mesela konu ulus-devletlerinin bekası olunca nasıl da birleşiyorlar;
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani’nin bağımsızlık referandumu açıklamasını, AKP’li iki milletvekilinin desteklediğini hatırlatan Özdağ, şunları söyledi:
“Acaba bu konuda Binali Yıldırım ne düşünüyor? Bu iki AKP milletvekilini disipline sevk edecek mi? Bu konuda saray ne düşüyor. Bu iki milletvekili Erdoğan’dan izin alarak mı bu açıklamayı yaptılar yoksa izinsiz mi yaptılar. Dışişleri Bakanlığının bu açıklamaya yapmış olduğu tepkinin Uganda Dışişleri Bakanlığının açıklamasından çok farkı olmadığını düşünüyorum. Erdoğan’ın ciddi bir şekilde Barzani’nin bağımsızlık açıklamasına karşı olduğunu düşünmüyorum. Eğer karşı olsaydı Türkiye bu bağımsızlık açıklamasını derhal çıktığı anda sona erdirecek bir güce Kuzey Irak üzerinde sahiptir. Bakın İran ağzını bile açmadı ama etkili adımlar attı ve kenara çekildi bekliyor. Oysa Erdoğan’dan çıt yok, ‘Ey Hollanda, Ey Almanya’ diye bağırmayı sever, Hadi bir de bakalım ‘Hey Barzani’ diye bağırsın. Üstelik propaganda broşüründe Türkiye’nin Sivas’a kadar olan bölgelerini gösterdiği halde Erdoğan’dan bu konuda ses yok”
(“İstiklal” ikiyüzlülüğü! Türk milleti için “Ya İstiklal Ya Ölüm”, Kürt milletinin istiklali ise “bölücülük”!)
“KKTC TÜRKİYE’NİN NAMUSUDUR”
İsviçre’deki Kıbrıs müzakerelerinin, Türkiye’nin aleyhine geliştiğini savunan Özdağ, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun taviz verilmediği izlenimi yarattığını, bu şekilde Türk kamuoyunun yanıltıldığını ileri sürdü. Ümit Özdağ, şöyle konuştu:
“Türkiye’nin Güvenlik ve Garanti konularını görüşmek amacıyla İsviçre’ye gitmiş olması dahi kabul edilebilir adım değildir daha başından beri bir tavizdir. Erdoğan’ın olmazsa olmaz dediği hususların oraya Mevlüt Çavuşoğlu giderek kendisi çiğnedi. Çünkü Rum tarafı bunları tartışmayı dahi açık bir şekilde reddetti. Kısa bir zaman içinde bir çerçeve anlaşmalı çıkarılması hedefleniyormuş. Ortadaki tablo Anastasiadis-Akıncı Müzakerelerinin Kıbrıs Türkünün adadaki varlığını tehlikeye atan, adayı hızlıca Rum hatta AB üyesi olması nedeniyle Yunan yerleşimine açan bir yapılanma. Böyle bir plan adayı hızla Rumlaştıracak, Türkleri yönetim bazında azınlık sınıfına sokacak ve sadece kuzeyde küçük kanton ve gettolarda yaşamaya mahkum edecektir. Türklerin masaya oturmasının yegane nedeni Kıbrıs’taki gasp edilen haklarını geri almaktı. Ancak Akıncı’nın yönetimindeki etkin katılım hakkından vazgeçtiği görüldü. Bu müzakereler sürerken hem AKP hem Akıncı’yı uyardık ancak dinlemediler ve ortaya şimdi Türklüğün Kıbrıs’tan tasfiye edilmesinin önünü açan bir yapı çıkmış durumda. Rumlar bununla yetinmeyip güvenlik ve garanti haklarını da tasfiye etmek için çalışıyorlar. Biz önümüzdeki süreçte kararlı ve sert adımlarla Kıbrıs’ta bir Türk devletinin tasfiye edilmesine karşı muhalefetimizi ortaya koyacağız. Kıbrıs’ta garantörlük haklarından vazgeçilir adil olmayan anlaşma kabul edilirse bir Türk devleti AKP ve Erdoğan eliyle yıkılacak demektir. Bir Türk bayrağı indirilecek demektir. Yapmayın, bir Türk devletini yıkmayın yapmayın indirmeyin. Artık B planının devreye sokmanın zamanı geldi. KKTC Türkiye’nin namusudur, namusa sahip çıkmazsanız biz sahip çıkacağız”
(Başka bir ikiyüzlülük daha! “KKTC Türkiye’nin namusu” ise Kırım da Rusya’nın “namus”u. Kendilerinin namusu olan KKTC’nin tanınmaması kötü, Rusya’nın Kırım’ı ilhakının tanınmaması iyi!)
http://www.hurriyet.com.tr/umit-ozdagdan-yeni-parti-aciklamasi-40509216
“Benim bilgi edinmemin nedeni iktidarın bilgiyi çalıp (ölü kurum olan) okula ve koca kitaplara koymasından, yani kaybettiğimizi tekrar bulmakta.”
Burada iki sorun var:
1) ‘Iktidar’ dediginiz seyi ‘musahhas’lastiriyorsunuz (‘somut’, concrete’). Bu (ve boyle yapmak) dogru (‘akillica’, ‘rationa’) degil, bence.
2) ‘Bilgi edinmek’ (Fuzuli’nin deyisi ile, ‘kesb-i ilm’) takdir edilecek bir gayrettir; ama, bunu birilerine ya da birseylere ‘nispet’ olsun diye yapmak hem o gayreti bayagilastirir hem de icerdigi militanlik yuzunden kapsami topal kalir.
“Ben, iktidarın, her insana özgü olanların tümünü çalıp ölüme (ölü kuruma) çevirdiğine inanıyorum: Tanrıları tapınağa, doğayı hayvanat bahçelerine, dans ve müziği saraya soktular; beyni taş üzerinde çiziklere, seksi fuhşa, örf ve adetleri bürokrasi ve yasalara, kısıtlı zaman içinde çatışmaları yıllar süren savaşa, ekip biçmeyi ilk makineye, yani dışarıdan bir komutla harekete geçen, insan yığınlarına çevirdi.”
Gucenmeyin; ama, ben bu dediklerinizde, ‘anti-kapitalislerin’ totemine (‘kapitalizm’) benzer cok sey goruyorum.
Onlar ‘kapitalizm’i her kotulugun sorumlusu tutarken, siz de ‘iktidar’i benzer bir yerde tutuyorsunuz… Iki yanlis iki yanlis olarak siritiyor.
“Ne yazık ki, sizin ‘normal’, doğal’, ‘kaçınılmaz’ olduğuna inandığınız, iktidarı nedenlerini bulup ispat etmeye çalışmanız ve bunu hiç bir verilere bile dayanmadan yapmanız, bana göre, Batı saplantısı, Batı ideolojik öğretiler.”
Neden ve nasil bir ‘Bati saplantisi’ olabilir ki?
Ben, tersine, nacizane, Bati’dan gelen ve surekli analizler (parcaciklarina, bilsenlerine indirgemek) sonucunda asil hedefi kaybeden bakisa itiraz ederek, ‘butun’un kalici oldugunu ve bilesenlerine mudahale yoluyla cok da degistirelemeyecegini soyluyorum.
Bunu da, bu olgunun ortaya cikisina yol acan temel sebeplerin/muteharriklerin (cografyanin, iklimin, fitratin, ve maddi imkanlara erisimin) kolay kolay (aksamdan sabaha) degistirilemez olusundan dolayi soyluyorum.
Bu dediklerimin aynisini/benzerini ‘Bati’da da birileri soyluyor/soylemis diye, bunu benim kabahatim (!) saymaniz dogru/adil olmaz.
“Politik Hayvanlar hakkında araştırmalara dayanan hayli yazı var.
Bu yazıların önemli özellikleri,
1. araştırmalara dayanmaları
2. dolaylı da olsa, iktidar tanımının çok daha özel olduğuna işaret etmeleri.”
Bir. Arastirmalara dayanmalari neden cok onemlidir. Yani, her sahada cok detayli arastirmalar mi yapilmis? Hayir.
Ornekleme bile sayilmaacak kadar az arastirmadan genellemelere gidilmis.
Iki. Iktidar taniminin cok daha ozel oldugunu soylemek ne demektir?
Bu, ‘genel’ yok mu ediyor; yoksa cesitlendirmekten/zenginlestirmekten oteye gecemiyor mu?
Uc. Ben, hicbir tekil arastirmaya cok da fazla itibar etmem. Cunku, hepsi, bir ‘yol haritasi’ ile yola cikar.
Yani, neyi ispatlamak istedigini basindan belirtir –zimnen ya da acikca. Yani, hepsinin bir ‘gundem’i, bir ‘amac’i vardir.
“Daha kısaca ifade edersem, Türkler, bilgi bilenlerin, uzmanların tekeline tamamıyla girdi.”
Evet. Bu ciddi bir talihsizlik. Ama, sebepleri de var: Neredeyse butun (mevcut ve potansiyel) entellektuellerini turlu cesitli savunma savaslarinda kaybetti bu ulke.
Geri kalanlar da, hala daha, el yordamiyla bir seyleri anlamaga calisiyor. Zaman aliyor, haliyle.
Takdir edilecek pek bir sey olmasa da, mazur gormek lazim.
“Çok kötü. Kadınlara karşı fiziksel şiddet kullanma.”
Yanlis.. daha dogrusu, eksik.
Siddet kullanimi sadece erkeklerden kadinlara yonelik degil. Bunun tersi de var. Ama, evet, yine de, erkeklerin erkeklere uyguladiklari siddet daha yaygin.
Bir de, tabii ki, kadinlarin kadinlara (cogu zaman erkekler uzerinden) uygladiklari/uygulattiklari siddet de sozkonusu.
BU, ilkel ya da degil, her toplumda gorulen bir durum.
Bunlarin icinden sadece kadinlarin tarafini tutmak, bence, konuyu anlayamamak ya da anlamamak konusunda israrci olmak anlamina geliyor.
“Kötü: Tarımın kadınlar tarafından başlatıldığı bilindiği halde okullarda öğretilmemesi.”
Nereden biliyoruz bunu?
Tarimin ilk baslatildigi yeri bulduk da, onun cevresinde sadece kadin cesetlerinin kalintilarini mi gorduk?
Yok boyle bir sey. Dolayisi ile, bu tur uydurma efsanelere itibar edemeyiz.
Sunu demek istiyorum: Kadinlara yonelik yeni imtiyazlari savunmak adina, boyle, ‘Gunes Dil teorisi’ misali sacmaliklar peydahlamak gerekli degil. Dogru da degil.
“İlkel, geleneksel ve arkaik toplumlarda iyiden çok iyiye ve arasında olanları da sıralasam yine biri saldırır diye korkuyorum.”
Saldirmak degil; ama, ciddiye almayacagimi simdiden soyleyebilecegimi dusunuyorm.
Sundan dolayi: Bu tur argumanlarla ortaya cikanlar, kadinlarin tarihin bir noktasindan itibaren (bir evrim gecirmis gibi) aniden aciz hale dustugunu varsayiyorlar.
Bu isabetli bir onerme degil bence. Yani, iki cinsiyetten birisi –bir digerine kiyasla– cok daha guclu/baskin olacak sekilde evrim gecirmis olamaz. Oyle olsaydi, kadinlarin nesli yok olurdu.
Oyle olmamis.
Bu durumda, (eger gercekten fark oldugu iddiasinda israr edeceksek) aradaki bu farkin –sartlarin da zorlamasiyla– bir tercih oldugunu kabul etmek zorundayiz.
Yani, kadinlar –gordukleri luzum uzerine– siddet kullanimi konusunda geri durmus, siddeti erkeklere birakmislar. Savaslar ve diger (daha kucuk olcekli) savunmalar icin.
Simdi, ‘zaman’ degisti: Artik oldurmek (ya da ekarte etmek) icin dogrudan fiziksel siddet cok da gerekmiyor.
Iowa’nin bir ciftligindeki bir tesiste, kadinlar da –pekala– ‘gorev’ yapip, dunyanin oteki tarafindaki birilerini IHH’larla oldurebiliyorlar.
Yani, artik, kadinlar da oldurmek oyununda yerlerini rahatca alabilir duruma geldi.
Esitlik, kendiliginden, saglaniyor. Gerisi surec.
—-
“Tanımınız antropoloji, sosyoloji, tarih ve hatta belki en önemlisi olan kültürün toplumlardaki yerini göz önüne almamış. Saf doğa-biyolojik bir tanım.”
Once sunu soyleyeyim: Benimki bir ‘tanim’ degil, bir ‘tasvir’ (‘narrative’) idi.
Tipki, ‘evrim teorisi’ denen tesvir gibi.
Benim farkim, ‘evrim teorisi’ dayatmacilarindan farkli olarak, kimseye ‘illa buna inanacaksin’ demeyisimdir 😉
Sakasi bir yana, boyle buyuk konularda ‘tanim’ yapmaga kalkmak bence tehlikelidir. Kibir ile cehalet arasinda bir yerde bulur insan kendini.
“Benim bildiğim kadar ileri sürülen teoriler önce antropolojiye dayandı, o çürürlünce sosyolojiye geçildi, o da çürütülünce, hatta hayvanlar arasında da aranıp hayvanlar da dahil edilerek, biyolojide ve doğada arandı.”
Eh.. yanlis yerden baslanmis ise ben ne yapayim?
Her ne kadar ‘doga’nin ve ‘biyoloji’nin tayin edici oldugunu dusunsem de, bu ikisini yeterince anlamadigimiz/bilmedigimiz gercegini de goz onunde tutmaliyiz.
Yani, ‘doga boyle emrediyor’ veya ‘biyoloji boyle buyuruyor’ demek icin de yetkin degiliz. O yuzden, dediklerimiz hep kanaat, tahmin veya uydurma olmak zorunda.
“Bütün bu teorilere ortak olan anlamda ‘iktidar’ hayvanlar arasında bulunamayınca vazgeçildi.”
Nasil ‘bulunamayınca’?
‘Territorial animal’ terimini benden baska duyan olmamis mi?
Kartalindan kurtuna, sansarindan sincabina, karincasindan maymununa kadar sayisiz hayvan turu var boyle.
Ve, bunlarin bir kismi tek basina, cogu da suruler halinde kendilerine ait gordukleri kara parcalarini istimal ederler.
Ve, bunlarin her biri de, bu baglamda, birer ‘iktidar’ ornegidir. Ister kendi iclerinde, isterse de disariya karsi.
Yoksa, siz de mi, Mahzuni’nin “Parsel parsel eylemişler dünyayı” deyisini sadece insanlara mahsus saniyorsunuz?
“Sizin tanımınıza göre hayvanlar da dahil ama nedense hayvanlar arasında devlet, ordu, asker, bürokrasi, yasa yok.”
Bunlarin hepsi, her toplulukta aynen sizin beklediginiz sekilde olmak zorunda midir?
“Siz Batı seyrinin en son vardığı durağı benimsemişsiniz.”
Katilmiyorum.
Daha dogrusu, katilmam icin, bunu neden soylediginizi daha detayli aciklamaniz lazim.
“Eğer değilse ve kendiniz hiç bir araştırma yapmadan bu sonuca vardıysanız kanıtlaması imkansız oluyor. Salt mantıkla varılan bir tanım. Ve yine mantık yoksunluğu var.”
Buna da katilmiyorum.
“1. İktidar her yerde var = hiç bir yerde yok”
Yanlis. Sizin hem yaklasiminiz hem de cikariminiz yanlis.
Cunku, ‘iktidar her yerde var’ demek, ‘her yerde hep ayni sekil ve yogunlukla var’ anlamina gelmez. Aralarinda, yer yer ve zaman zaman farklar olabilir ve vardir da. Bu bir.
Ikincisi, sizin temel onermeniz zaten basindan sakat: ‘Atmosfer her yerde var’ demek ne zamandan beri ‘atmosfer hicbir yerde yok’ anlamina gelir oldu?
“İktidar herkeste var = kimsede yok”
Bu da, ayni sekilde, sakat bir cikarim.
Bu tur ‘binary’ (‘diodic’, yani sadece ‘var’ veya ‘yok’ uzerinden giden) mantikla bir yere varamazsiniz.
‘Iktidar’in herkeste hep ayni yogunlukta ve ayni tur ve sekillerde olup olmadigina bakmaniz lazim.
“Benim bildiğim iktidar tanımını inceleyen yazılarda yer alan kavramların kısa bir listesi: şiddet, güç, politik, politik güç, devlet, asgari geçim, okuma yazma, kurumlaşmış emir veren-emir alan düzenin varlığı, verilen emrin yerine getirilmesi için kurulmuş ara güçler.”
Bu yaklasimlar, belli bir amac icin secilmis ve daraltilmis acilarla (of acuted angles) peydahlanmis, belli bir gundeme hizmet eden yaklasimlardir bence.
O dar acilardan bakarsaniz, insanligin butun tarihinin kotuculluk uzerine kuruldugunu varsaymis olursunuz.
“Sizi tanımınız bir çeşit ilk anneyle ilk çocuk arasındaki ilişki ve bu ilişkinin yozlaşması. Bazı sapıkların bu iyi kalpliği idrak etmemesi.”
Iki seyi duzelteyim:
‘Iyi kalplilik’ dediginiz sey fazlasiyla romantik. Oyle degil. Ortada bir zorunluluk var. Koruma kollama filan zorunlulugu.
Ikincisi, idrak etmeyenler de ‘sapik’ degil. Onlara yanisyan kismindan hosnut olmayanlar. Bu da normal. Bunun orneklerini kendimden de verdim, bir onceki yazimda.
Son olarak da, su siddet kullanimi konusunda size de ters gelecek bir-iki sey soyleyeyim:
‘Siddet’ dedigimiz sey bedava degil. Bedeli var. En azindan, enerji harcamak cinsinden bir bedeli var.
Simdi de, buna abes bir ornek:
Daha once bahsetmistim. Bizim evde bir duzineye yakin kedi var. Bunlar da, aradabir, hem kendilerine ya da birbirlerine yonelik, hem de bize yonelik tehlikleli seyler yapabiliyorlar.
Bunlarin tekrarini onlemek icin de, her zaman, onlara hirlamak yeterli olmuyor.
Bu durumda, ben, yerimden kalkip, ilgili yaramazi yakalamak ve poposuna bir-iki saplak atmak zorunda kaliyorum.
Yani, evet, siddet uyguluyorum.
Iyi de, ben bunu yapmak istiyor muyum? Zevk mi aliyorum?
Tabii ki, hayir.
Ustelik, hicbiri benim kisisel cikarim icin olmadigi halde, yerimden kalkip, ilgili yaramazi yakalamak ve poposuna iki saplak atmak icin enerji de harciyorum.
Simdi.. sizden ricam, benim bu (alenen siddet kullanimi da iceren) ‘iktidar’imi, “şiddet, güç, politik, politik güç, devlet, asgari geçim, okuma yazma, kurumlaşmış emir veren-emir alan düzenin varlığı, verilen emrin yerine getirilmesi için kurulmuş ara güçler” cercevesinde analiz etmenizdir.
Bakalim nereye varacagiz?
“Benim için ‘iktidar’ aynı daha önce saplandığım ‘medeniyet’ çamuru gibi. Belli bir yerde, belli bir tarihte doğdu. Gücü şiddetle dayatan, canlıların yaşattığı bir ölü.”
Hem kendinize hem ‘medeniyet’e hem de ‘iktidar’a haksizlik ediyorsunuz bence.
“CANLI VARLIKLAR evrenin en temel yasası olan ENTROPİYE (dağılmaya yol almaya) HAYIR diyebildiler, iktidara HAYIR diyemiyorlar.”
Yok, bu cikarim yanlis. ‘Iktidar’ dediginiz sey, dikkatle bakarsaniz, ‘entropy’ye ‘hayir’ demenin de bir turudur.
“La Boétie haklı. İnsanlar köleliği severek kabul ediyorlar.”
Tabii ki oyledir. Karsiliginda ne oldiginiza beglidir hersey. Ozgur olup ac kalmak, kisa zamanda yok olup gitmekse alternatif, kolelik cok ziyadesiyle ‘rational’ bir secimdir.
Çok fazla yorum var, ama. DP gereğinden ve hak ettiğinden çok daha fazla ilgi buluyor.
Neticede 0,25 oy almış bir particik. 70 yaşın üstünde bunamaya başlamış biri ve onun etrafında birkaç nostaljik, şaşkın, gürültücü, hiçbir yere ve örgüte bağlanamamış, itilmiş- katılmış insanlar topluluğu.
DP reklamın iyisi-kötüsü yoktur misali konuşuyor.
Birkaç not:
1. Gün Bey, Aydınlık hareketinin destekleyici değil, baş aktörlerindendiniz.
2. DP daima yenilen beygire yatırmıştır. Gücünü demiyorum, çünkü güç yok. Marjinal 0,25lik, kitlesiz gürültücü. Elinde sadece iyi kullandığı basın-medya imkanları var.
70lerde Çin modeli sosyalizm, 80lerde Ordu-ANAP, 90larda Ordu-MİT, şimdi AKP. Sonu diğerleri gibi olur. Hep kayınpederler klübünde.
3. Ordu veya AKP veya bir diğerleri DP ile hareket etmiyor. Niçin bir marjinal grupla çalışsın ki. AKP taşra il başkanı hapşırsa 0,25 oy alır. DP sadece gönüllü yandaş. Bu resmin ne kadar acı olduğunu gösteriyor.
4. Acaba DP solun Adnan Hocası desek çok abdest olur ? Bu benzetmeden kendimi alamıyorum bir türlü. Ama yukarıdaki Vahdettin benzetmesi çok hoşuma gitti.
Selamlar
Necip, meşrebini titizlikle ayarlamakta usta bir ‘pozitivist’.
Necip’le, eccentric başlıklar atarak yazışan ise, ‘Asian-quietism’i de yer yer eleştirerek, zaman konseptini ‘teknikerler’in dayattığı şekillerde kabul etMEmekte ısrarcı, geçmişte çok olduğu varsayılan ‘kadim kültürlerin mirası’nın günümüzde neden sadece müzelik muamele gördüğü konusuna kafayı takmış, ‘mistifikasyon’ ile ‘primitif anarşistlik’ arasında gidip-gelen bir kişi.
Daha öz ifadeyle:
Hinduların kutsal metinleri olarak bilinegelen ‘Upanishad’ları;
Necip, bir tür edebiyat anlatısı olarak kabul eder, ne kadar önem atfetmek isterse o kadarını atfeder, ne eksik / ne fazla,
Eccentric başlıklar atan kişi ise, bu ‘Upanishad’larda mutlaka hikmetler aranması gerektiği konusunda ısrarcıdır.
Sayın 31 Kervanlar ve sivrisinekler
Bağrı yananlar bağırır, senin gibi beyin boşluğunu internetle doldurmak isteyen karnı çok dolmuşlar kusar.
Sayın 35 Anonim 4 Temmuz
Pozitivist, ‘Asian-quietism’, zaman konsepti, ‘mistifikasyon’, ‘primitif anarşistlik’, Hindular, ‘Upanishad’ Siz nereden öğrendiniz bu mubarek kelimeleri? Maşallah! maşallah!
İnternet, medya, televizyon, sosya-medya, kültür tüketiciliği, gazeteler sizin beyninizi ne kadar geliştirmiş! Maşallah, maşallah. Aynı mükemmel bir tüccar gibi ucuza aldığınızı pahalıya satıyorsunuz.
Evcilleşmiş Türklerin, yani uygarlaşmış Türklerin, başkalarının bilgileriyle geçindikleri kadim kayıtları tarihte. Müzelerde değil. Aşağılık duygusu olanların büyük konuşması da sizin gibiler arasında.
Ama sizin gibi üretip tüketenlere indirgenmiş ücret köleleri arasında iş yeri dışında bilginin daha da kısaltılmış olduğundan habersizsiniz. Ah! şu geri kalmışlık! Bilgiye inek trene bakar gibi bakan size benzerler artık salt kısaltmalarla iletişiyorlar, tekniker zamanla yarıştalar, televizyonu taklit ediyorlar. Sizin gibi orta sınıf ların uluslar arası marşı: bilgi ucuz ve önemsiz, maaş önemli. Ama dünya durup sizi beklemez! Eski burjuva (=yeni orta sınıflar) fırlayalı sizlerin k*çına nışadır sürdüler, ileriye koşup duruyorsunuz. Daha da kısa ve öz anlatma modasını kaçırmışsınız. Salt size benzeyen 0’lar ve size yutturulan en büyük hapa benzeyen 1’lerle yazabilirsiniz.
Yunan eserlerini çeviren Müslümanlar “soyut” sözcüğüne “çekirge” (tecrit) dediler. Zamanımız orta sınıf mahlukları gibi tükete tükete geriye bir şey bırakmazlar.
Rational köken “ratio”, orantı kurma, kıyaslamadır. Fark olmazsa akıl yürütmek imkansız olur. Soyut ne zaman ne de mekanda var, sadece insanın hasta beyninde var.
Size göre 1 tas zehirle 1 tas çay aynı, çünkü ikisi de 1. Yine büyük bir fetişleştirme, şeyleştirme.
Hatta eğer büyük bir yanılgıya düşmüyorsam özünüz öznellik. Aslında, tarihte çeşitli biçimlerde ifade edilen bu kavramı somut ve belirli anlamda ciddiye almakta zarar görmem. Ama kavrama keyfi bir anlam verilince çok yaygın bir hastalık olan öznellik savunduğunuzu görüyorum. Bu öznellik özel ve somut bir öznellik ve her dediğinizde Batı taklitçiliği var. Batı’da başladı ve siz bu modası henüz geçmiş modayı benimsemişsiniz. Adı : “It is, what it is”. İktidar mutlak (veya dediğiniz gibi her yerde hazır ve nazır soyut bir nesne). Salt kendi kendiyle konuşun oldu. Herkesin aynı şeyin peşinde koştuğu, muhaliflerin bile dediğiniz gibi aynı şeyi istedikleri, herkesin sizin ve bu sitedekiler gibi bilgi dolu olduğu bir devirde eskisi gibi olanı saklayan ideolojilere gerek kalmadı.
Siz okullar bitirmişsiniz ve diğerleriyle rekabetle seçim yapan kurumun varlığını bile Fuzuli’nin her zaman, her yerde söylenmiş olan bir lafıyla soyutlaştırıp salt benimle rekabet için kullanıyorsunuz. En basit örnek olan modern bilimin bir tanımı, sonsuza dek bilgi edinme yöntemi veya gittikçe yaklaşılan ama varılmayan olabilir. Günlük hayatta seve seve, coşku içinde kullandığınız bilim sonuçlarını bile inkar etme öznellik militanlığınız ve “nisbet’ alışkanlığınız. İş yerinde işinizle ilgili bilgi topladığınızı düşünün yeter. Eğer Batı’nın Türkiye ve benzeri yerlere attığı ve sattığı teknolojik bilgi kırıntılarına karşı aynı kıstası kullansanız partonunuz işinize son verir. Laf ucuz.
Eğer anti-kapitalistlerin totemi kapitalizmse, sizin toteminiz Hıristiyanlığın ilk günahı: hepimiz pisliği doğuştan getirdik! Batı’nın en temel propagandasını benimsemişsiniz! Şimdi sizin gibi kendi pislikleri her yerde ve her zaman genetik alın yazısında buluyorlar ve siz tamamıyla katılmışsınız. Her dediğinize cevap vermeye kalksam yeteneğim olmadığı halde kitap yazmayı tercih ederim.
İnsan, etrafını çeviren çeşitlerin bir bütün olduğunu en azından taş devrinden bu yana bildi ve mitlerle dile getirdi. Tabii “nasıl biliniyor” gibi ucuz kanıt beklemek marifeti hariç. O bir tarafa, Yunan felsefesinde ve dinlerde apaçık. Daha önce binlerce defa tekrarlanmış Fuzuli alıntınızla aslında sadece nisbet ettiğiniz belli: “hiçbir şey tamamıyla bilinemez, o halde senin dediklerin boş laf “. Burada acı olan sizin her değiştiğinde hala “bütün” denilebilir gibi son derece ucuz bir felsefeyle bu insanı yüz binlerce (yine, “nasıl biliniyor” nakaratı hariç) meşgul eden bir çeşitlilik/birlik konusunu nisbet etmede kullanmanız. “String” girişimi, modern fizikde bilgiyi bütünleştirme çabası, BİR’e indirgeme gayretinden doğmadı mı?
Goethe’nin özendiği, 14. yüz yıl İranlı şair,
Müzik, şarap varken kainatın sırlarına ermeye çalışma,
Kimse bu sırrı felsefeyle çözemedi ve çözemeyecek.
16-17 yüz yıl İngiliz şair,
Yer ve gökyüzünde lafını etiğin felsefenin rüyalarına bile sığmayacak kadar şeyler var.
Daha da ileri giden bir 13. yüz yıl Türk şair,
Allah’ı aradım, buldum. Peki sonra?
Şairlerle sizler arasındaki fark kendinizi çok ciddiye almanız. Şair ve iktidarı ayakların altında veya ellerinde tutanlarla ve zorbalıkla dayatıldığı için katlananlar gibi ertesi gün tersini söyleyebilirler.
Siz yüz binlerce bütün dillerde dolaşanları daha dün bulmuş gibi heyecanlısınız. Günaydın Necip Bey!
İşte tek bir defa olduğu için olmamışlar torbasına atılacak bir olmuş olay.
Jesuitlerin yayınlamak istemedikleri ve sakladıkları bir kitap bulundu. Binlerce kitapta adı geçen ama sizin hiç duymadığınız çıplak vahşilerle ilgili. Çıplak vahşiler arasında bir mite göre çıplak vahşiler tanrı olmak isterler ama başaramazlar. Dolayısıyla bilginin sonlu, yaşamın mükemmel olmadığı bir dünyada yaşamayı kabullenmek zorunda kalırlar. Hiç değilse Jesuitler Türkler gibi aşağılık duygularının acılarıyla kıvranmazlar ve kıvırmazlar. Vahşi çıplakların mitinde dinin özünü, vahşi çıplakların kendi dinleri kadar gelişmiş dine sahip olduğunu görür kamudan saklarlar. Sizler bilmediklerinizin varlığını inkar ettiğiniz gibi bildiklerinizin beyinlerinize Batı ithali medya ve okullar tarafından işlendiğini bile inkar ediyorsunuz.
Görece çok kısa bir süre önce, Tsunami felaketi esnasında, Hindistan yakınlarında, bir ada üzerinde felakete uğrayanlara yardım için dolaşan helikoptere ok atan vahşi çıplaklar görüldü. BBC, haberlerde bunları “saldırgan” insanlar diye tanımladı. Bakın size ne kadar benziyor. Yardım sever anne-baba reddedilir mi? Ben o vahşilerin “yardım”ın pahasını bildiklerini adım kadar iyi biliyorum. Üstelik “beware of Greeks bearing gifts” İngilizce çok yaygın bir özdeyiş. Bir Çinli hadım Orta Asya Türklerine hediye getiren Çinlilere karşı aynı şekilde uyardı.
İki eşsiz alıntı:
“when I see multitudes of ENTIRELY NAKED savages scorn European voluptuousness and endure hunger, fire, the sword, and death to preserve only their independence, I feel that it does not behoove slaves to reason about freedom.”
J. J. Rousseau
Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization.
Ibn Khaldun on nomads
George Sand 19. yüz yılda Fransızlara ” iyi yaşamak için yaşamaktan vaz geçtiniz”, der.
Aynı George Sand gammazlık eden Karl Marks’a yalanını geri aldırttı ve özür dilettirdi.
Siz sadece laf diziyorsunuz. Laf çok, bilgi yok gibi.
Tabii bu üç salak, Necip bey ve bu sitedeki dahi Türklerle kıyaslanabilir mi? Olmaz efendim, olur mu?
Batı’yı bilinçaltı tamamıyla benimsemişsiniz. Tek tek saysam kendi başına bir kitap olur. Batı’da sizin gibi konuşanlar için “Karanlıkta bütün inekler gridir.” lafını duymamış olabilirsiniz. Sizin gibi her şeyi her yerde aynı görenler için söylendi.
Sokrat’a “Biri okumuş ama okuduklarında salt kendi totemi aynılığı görmüş”, demişler. Sokrat da “kendi kendiyle konuşmuş, kendini yanında tutmuş olmalı”, cevabını vermiş.
Batı saplantınız neden/nasıl soyutlamada değil, sizin tanımınıza uyan iktidarın olmadığı yerlerde iktidarın nasıl/neden gibi bilimsel araştırmalara yol açmamasına işaret etmemi unutup hala iktidarı her yerde her zaman olduğunda ısrar etmenizde. Tekrar ediyorum: İktidar olmayan yerde, kimse bizler gibi çenesini olmayan bir şeyle yormaz. Henüz bilineni mitlerle anlatır. Bilimsel “nasıl/neden” aramaz. Ne de bitkinliğini “zaten kimse bilemez” gibi ucuz formüllerle ifade eder. Bu, çoktan bilinen bir gerçek! Günaydın!
Ben psikolojiden nefret ederim ama sizin dediklerinizi zamanımıza egemen olan psikolojik saplantılar olarak görmekten kendimi alamıyorum. Batı’dan gelen doğa bilimleri ve teknolojileri seve seve kabul edip önünde vecde gelenler sizlerin aşağılık duygusundan kaytarmanın iki yolu var. Sizin gibi “ama hedef eksikliği” bulmak, diğeri sevmediğiniz anti-kapitalistlerin bu bilgileri “İNSANLIK” malı etmeleri. “Akşamdan sabaha” değiştirilmeyeceği tamamıyla banal bir gözlem. Değişenlerin önünde gece gündüz vecde gelmeniz çok vahim. Ama sanırım sizin söyledikleriniz yine Batı’nın son “evet eme başa çıkabiliriz” propagandasının “evet” kısmı. İklim değişmeleri, “doğal” kaynakların tükenmesi, nüfus üssel artışı ve benzeri olası felaketler kısmı. Bilinçaltı mesajları çok fazla benimsemişsiniz.
Sorun aynısını söylemiş olmanızda değil.
Avrupalılar da dahil binlerce milyonlarca insan Amerikalara gittiler, bazıları kaldı bazıları gidip gidip geldiler. Ama enayiler için Amerika’yı Kristof Kolomb “keşfetti”. Dünyanın yuvarlak olduğu, döndüğü, insanın hayvanlardan türediği çoktan ileri sürüldü. Önemli olan fikirlerin daha önce daha sonra gelmesi değil, şimdi neden beyin yıkamada kullanılması ve beyni yıkananların “neden bu, yeniden devreye girdi?” sorusunu soracağına, “ben bunu biliyorum, öğretmenim” çocukluğu yapmasında.
Tekrar ediyorum modern bilim ve teknolojiyi tamamıyla benimsemişsiniz (burada kullanımı değil, varsayımlarını, felsefesini, gerçek ve hakikate vardırmada eşsiz bir metot olduğunu onaylamadan söz ediyorum ve dorusu laf oyunlarına karşı tedbir almam bana gına getirdi), sosyal konularda okullarınız Batı kitaplarıyla dolu, bu konularda araştırma yapanınız yok, ancak aşağılık duygusunun verdiği bir kendini büyük görme var.
Tekerleği yeniden icat etmeniz bana tuhaf geldi. Dünyaya egemen ve özellikle başkaldıran yığınlar arasında yaygın fikirleri tekrar ediyorsunuz.
Modern bilim ve teknoloji araştırmalara dayandığı gibi boş konuşmaktan kaçınan sosyal bilimciler de araştırma yaparlar.
Bu konuya daha önce değindik. Allah’tan vahiyle indirilenlerle her şeyi bildiğiniz için araştırmalara önem vermemeniz doğal. Ne kadar araştırma yapılsa da sizin gibi Allah’ın ağzından inenleri bilenler için yeterli olmaz. Siz bazen gerçekten rekabet için saçmalıyorsunuz. Dediğiniz, yeteri kadar tekrarlanmamış deneyler yapılmamış, suyun 100 derecede kaynamasından yerçekimine kadar geçerli. Ama bunlar ticarette yararlı o halde doğrudur. Hatta her yere bastığımızda yerin su olup bizi boğmayacağını nasıl biliyoruz? . Batı ithali tümevarım mantığını birden unuttunuz.
Yazdıklarınızı birine okuttuktan sonra yayınlasanız fena olmaz.
Bir fikir ileri sürüldüğünde verilen örneğin tatmin etmemesi başka, sizin gibi örnekle ileri sürüleni karıştırmak başka. “Tekil araştırma” ünlü olanlar arasından seçtiğim biriydi. Amacım eğer okursanız size Allah’tan inen ve Allah’a benzeyen iktidar tanımınızın sonsuz geniş ve dolayısıyla anlamsız olduğunu gösterir sandım. Ama yine laf oyununa döndü.
“Yol haritası” lafınızı da mı siz daha önce bulmuştunuz?
Kim ne derse desin bir amaç, bir gündem bulmak için dahi olmak gerekmez. Tabii bütün bilimsel buluşlar hariç. Ticaret ticarettir. Atatürk ve Erdoğan Türkleri bu kadar mı şaşkına çevirdi?
Lütfen biraz insaflı olun, bazen çocuk gibi konuşuyorsunuz. Zaten benim bu siteye dadanmamın tek nedeni böyle boş konuşmalar bolluğu.
Evet, son derece detaylı araştırmalar yapılmış ama siz bilmiyorsunuz, hepsi o kadar. Bilgisini sizin gibi Allah’tan alanlar, “Allah bana söylemeyi unutmuş” deseler hiç değilse gülerdik. Ama siz çok ciddisiniz. Ben böyle bilgisizlik içinde laf sıralama oyunlarıyla kişisel terapi bulan sayısız modern ezilmiş insanlara çok rastladım. Sizin son 50-60 yıl içinde çıkan antropoloji kitaplarının milyonda birini okumadığınız sonsuz belli. Diğer alanların hiç birinde eleştirici yazı okumamışsınız. Bana geliyor ki bilginiz internetten toplamalar veya aşağılık hissinin büyüklüğe çevirisi.
İktidar tanımınız size rahatlık ve huzur veriyorsa, bu, bilgi değil; bu, terapi.
Batı’da dolaşan yaygın bir ideolojinin mahsulü olan bir tanım verdiniz. İdeolojinin tanımını bilseydiniz biraz daha dikkatli konuşurdunuz. İdeoloji, ideolojiyi benimseyenlere, sosyal ilişkileri normal, doğal, her yerde her zaman var olan bir nesne olduğuna inandırır.
Tanımınızdaki iktidar her zaman her yerde olan bir nesne, o halde her hangi bir nesneden, sizin örneğiniz atmosferden, ayırt edemeyiz. Sizin mantık hatanız bu. Ve bu, çok meşhur bir mantık kuralı. Galiba beni sizin gibi laf sıralayan biri sandınız, anlamadınız, laflarla oyalanmışsınız.
Milyarlarca arttırabilir örneklere bir model:
– Yağmur neden yağar?
– Allah öyle buyurmuş.
Her şeyi izah eden hiçbir şeyi izah etmez. İşte mantık kuralı bu. Siz bunu bilmediğiniz için laf oyunuyla dahilik yapayım derken, ki bunu defalarca yaptınız, bu bilgiden yoksun olduğunuzu açığa vurdunuz.
Geri kalanları hor görmeniz bile sizin beni anlamanızın imkansızlığını gösteriyor. Bir Eskimo’nun dediğinden ve başaramayanların şahane ve eşsiz yaratılışlarından söz etmiştim.
Avcı/devşirici toplumlarda kadınlar devşirici olduklarından tarımı başlattılar. Daha sonra avcılık ettiklerinden hayvanları daha iyi tanıyan erkeklerin tarla sürmesini hayvanlara yaptırarak siyasal güç kazandıklarını okusanız fena olmaz. Lütfen biraz öğrenin! Bunları size Allah kolay kolay açıklamaz. Biraz arkeoloji, paleontoloji, antropoloji öğrenin! Zavallı Türkler! Bu site insan harabeleriyle dolu. Bilgi yoksunluklarını alay etme ve laf sıralamalarla kapatıyor, huzura erişiyorlar. Terapi, terapi, terapi.
Güneş ve zerreciklerin ne kadar yararlı ve iyi kalpli ama aynı zamanda ne kadar zalim ve saymakla bitmez zararlara neden olduğunu, sizin tanımınıza benzedikleri için espri olsun diye söylemiştim. Onu bile anlamamışsınız.
Siz o kadar hem Allahçı hem de Batılısınız ki, bunu görmeniz imkansız.
Ben örnekler verdiğimde veya eleştirdiğimde sadece siz ve Batılılar gibi konuşanlarla alay ediyorum. Hiçbir şeyi ispat etmeye gitmedim, gitmem de.
Kadınlar hakkında söyledikleriniz de bu konuda son derece bilgisiz, Batı düşüncelerini tekrarlama, veya her zaman imdadınız yetişen hızır (deus ex machina = kim biliyor, ispatı var mı, vs) veya Allah’ın size gönderdikleri arasında bulamıyorsunuz. Hz Ömer hikayesi: Kitap’ta yoksa yakın, Kitap’ta varsa yakın.
“Eşitlik sağlandıktan” sonra “eşitlik kendiliğinden sağlanıyor” sizin bilginizin en derin özeti, en büyük temel taşı.
Siz tanımla tasviri karıştırdığınız gibi teoriyle tasviri de karıştırıyorsunuz. Aşağılık duygusu çok derinlere inmiş. Yazık. İktidarlı düzenlerde yaşamanın döküntüleri olmak zor galiba. Bu da çok iyi bilinir ama siz hiç duymamışsınız. Kalabalıkların yalnızlığı, Kalabalıkların isyanı ve diğerleri.
Dönüp dolaşıp Allah’ın işine takılıyorsunuz. Mitler ve dinler siz doğmadan yüz binlerce önce bilginin sınırlı olması üzerine oturdular. Ben sizin iktidarınız olmayan toplumlar oldu ve siz bilmiyorsunuz diyorum, siz tanımlardan bahsediyorsunuz.
Özgür olup aç kalmayı köleliğe tercih eden çok oldu. Bilgisizliğin mazeret olmadığını öve öve bitiremediğiniz, her nazır ve hazır Allah’tan faksız iktidarın çimentosu yasalar bile kabul etmez. Yine tarih bilgisizliği. Okuma öğrenme bu yüzden dayatıldı.
Siz ve sizin anladığınız anlamdaki karşı gelinmesi imkansız iktidara karşı gelenler arasında ki farkı anlamıyorum.
Siz ve onların temeli üç direk üzerine kurulu.
1. Ezilenler dini ve kurtuluş vaat eden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta dinleri. Bu ahlak dinleri haksızlığa karşılığı içerirler.
2. Modern bilimin gelişmesiyle bu haksızlıkları bilimsel yollarla açıklaması ve katılmanız. Hatta Marks sizin gibi “haksızlık kendiliğinden ortadan” kalkacak vaazında bulundu.
3. Hem siz hem onlar tek boyutlu ve bollukla sona erecek bir insan tarihine inanıyorsunuz.
Bana göre şefkatli bir anne veya babanız sizi bir gün gelir barıştırabilir.
Ben bunu idama mahkumluktan kaçan bir Türk solcusundan öğrendim. Teasdüfen tanıştığım Müslümanları solcu-devrimci ve aşağılık duygusu içinde kıvranan bu sitedekilerle kıyasladığımda Müslümanların bilgi konusunda ukalalık etmediklerine işaret ettim. Arkadaş “aman dikkatli ol, bizi bir saniyede affederler ama seni asla” dedi.
Benim iktidar tanımım: emir verme-emir alma gücünü şiddetle dayatan.
Bunun olmadığı toplumlar çok. Bilmiyorsanız araştırın. Ölmeyi köleliğe tercih eden çok sayıda toplumla da oldu. Bilmiyorsanız araştırın. Allah’tan beklemeyin. Eğer siz ısıramadığı eli öpmeyi bir fazilet yapmışsanız, bu bir çaresizlik olarak da görülebilir.
Eğer çoban koyunlarını, “kendi yararları için” beslediğine inandırsa ne güzel olur, değil mi? Bu, iktidarların çok eski bir varoluş masalı. Sosyal kontrat bile aynı düşünce üzerine oturur. Benzerini, şimdi artık moda olmayan, “winning their hearts and minds” ABD sloganı kısa bir süre önce uluslar arası devreye soktu, olmadı. Siz bu ideolojik çarpıtmada “iktidar da entopiye ‘hayır’ demektir” görüyorsunuz.
La Boétie’yi okursanız fena olmaz. Siz konuyu bilmediğiniz için tamamıyla yanlış anladınız. Yüz binlerce kişinin okuyup hayran olduğu sorusu şu: Neden insanlar isyan edip kendilerini zincire vurmuş sıfıra yakın sayıda bir azınlığı yok etmiyor? Vardığı “seve seve…” sonucu sizi köleliği doğal bulduğunuzdan, tekrar ve tekrar bilmediğinizden yanlış anladınız. Ben yine sizin bilgi noksanlığınızı gördüm.
Ama tabii ve yine, La Boétie gibi bir salakla Necip bey gibi bir dahi kıyas edilir mi?
Öteki Sesler: Alevilikte Kadın
Konuk: Gülfer Akkaya
https://www.youtube.com/watch?v=IRAOXjNNl8E
http://marksist.net/oktay-baran/kapitalizm-hayati-cehenneme-ceviriyor.htm
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/washington-uzerinde-capraz-ruzgarlar
“Liberallere göre kendi haline bırakılsa, piyasalar her sorunu çözer; müdahaleler ortaya çıkan krizlerin ana sebebidir; bu müdahaleleri yapanlar da işçi sendikalarıdır, devlettir. O halde sendikaların müdahale gücü ortadan kaldırılmalı, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaştırılmalı, devlet işletmeleri özelleştirilmelidir. Onlara göre, acı reçeteler ve şok tedaviler uygulanmaksızın “vaat edilen refaha” ulaşılamaz. Zaten ekonomi sosyal bir mesele değil, teknik bir meseledir, işin erbabına bırakılmalıdır, devlet ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmemeli ve küçültülmelidir!
Liberaller devletin küçültülmesi gerektiğini söyleyip dururlar da, yaşanan nedir? Otuz yıldır kapitalist devlet küçülüyor mu, yoksa baskı aygıtları tahkim edilip militarizm mi körükleniyor? Onların devletin küçültülmesi sloganı altında topluma yutturmaya çalıştıkları şey kârlı alanlardaki devlet yatırımlarının özel sektöre devridir. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi devletin ekonomiye müdahalesinin yok olduğu anlamına da gelmiyor, bir alandaki yatırımlar sona erdirilip özel sermayeye aktarılırken, kapitalist devlet, gerek altyapı yatırımlarına gerek silah sanayiine gerekse de burjuvazinin ihtiyaç duyduğu diğer alanlara yatırım yapmaya devam ediyor. Batan bankalar kurtarılıyor. Ama gerçekten de devlet bütçesinde küçülen bir şeyler var! Çok net olarak söylemek gerekir ki, küçülen devlet değil, kapitalist devletin emekçilere birer taviz olarak verdiği sosyal hizmetler ve sosyal fonlardır.
Oysa devlet denildiğinde akla ilk gelmesi gereken, bürokrasi, ordu, polis, mahkemeler, cezaevleri ve istihbarat kurumlarıdır. Kapitalist toplumda tüm bu kurumlar, sömürücü sınıfın emekçiler üzerindeki iktisadi egemenliğini güvence altına alan, fiziksel baskı aygıtlarıdırlar, devletin özüdürler. 20. yüzyılda ileri kapitalist ülkelerde yaşanan sert sınıf mücadelesi ve Ekim Devriminin etkilerini zayıflatmak için burjuvazinin verdiği tavizler, modern burjuva devletin kimi ek kurumlarla donatılmasını beraberinde getirmişti. Halka şu ya da bu düzeyde parasız sağlık ve eğitim hizmeti sunan kurumların doğup gelişmesi; toplu konut projeleri ve toplu taşımanın örgütlenmesi; emeklilik ve sigorta sisteminin geliştirilmesi gibi adımlarla devlet kurumları çeşitlenmişti.
Bu tip devlet kurumlarının ve hizmetlerin varlığı, devletin tüm toplumun ortak çıkarlarını temsil edip koruyan tarafsız bir aygıt olduğu iddiasını doğrulamak için tüm burjuva ideolojileri tarafından tepe tepe kullanılır. Oysa bunların devletin asli kurumları değil, 19. ve 20. yüzyılın sınıf mücadelelerinin eseri olduğu gerçeği hem tarihsel olarak ortadadır hem de günümüzdeki gelişmeler tarafından tersinden kanıtlanmaktadır. Ciddi krizlerle karşı karşıya kaldığında burjuvazinin ilk gözünü diktiği alanın parasız kamu hizmetleri olması boşuna değildir. Onlar devletin küçültülmesinden bahsettiklerinde kastettikleri, devletin baskı aygıtlarından veya ideolojik aygıtlarından değil, tam da sosyal hizmet kurumlarının oluşturduğu “yük”ten kurtulmaktır.”
(Kapitalizm Hayatı Cehenneme Çeviriyor – Oktay Baran – 1 Temmuz 2017 – Marksist Tutum)
The man who doesn’t beat his daughter beats his knee. (The daughter represents DP here.)
The voters of AKP votes, the caravan walks.
DP (ve ağababası) ürür, Adalet Yürüyüşü yürür
İktidar ve onun neden olduğu zorun, şiddetin, acıların nihai kaynağı sosyo-ekonomik yapılardan da önce doğal yapılar ve canlıların doğal ihtiyaçlarıdır. Neticede sosyo-ekonomik yapılar da bu doğal yapılarla uyum içinde olmak ve onların üzerine kurulmak zorundadır. Örneğin, tarihte Arap (İslam), Türk, Moğol istilalarında görüldüğü gibi, bozkırlar ya da çöllerde, yani kalkınmaya elverişsiz iklimlerde yaşamak gibi doğal nedenler yayılmacılıkta en büyük belirleyici olabilir. Aynı şekilde, körfez ülkelerinin doğal enerji kaynakları da bu coğrafyanın bugünkü kalkınmasında en önemli etkendir. Anadolu’nun en geri kalmış bölgesi olan güneydoğunun kalkınmasında önemli bir payı olan Batman ilinin gelişmesi de aynı nedenin ürünüdür.
(Bu arada, bu enerji kaynaklarının işletilebilmesinin sanayi devrimi gibi sosyo-ekonomik bir devrimin sonucunda mümkün olduğu ileri sürülerek bu örneklere itiraz edilebilir. Ancak yine de doğal kaynaklar en büyük belirleyicidir. Bu kaynaklar olmadan sanayileşme de mümkün olmazdı. Dikkat edilirse, günümüzde fosil yakıtlara alternatif olarak önerilen enerji kaynakları da aynı şeyi gösteriyor.)
Öte yandan, açlık, susuzluk, doğal afetler, iklim koşulları kaynaklı ölümler (buna aşırı sıcaklarda serinlemek için girilen doğal ya da yapay sularda boğulmalar gibi dolaylı olanları da dahildir), ya da kadınların yaşadığı cinsel şiddet ve acılar, erkeklerin karşı cinse ihtiyaçlarının karşılanmadığı durumlarda çektikleri ve başkalarına çektirdikleri acılar gibi birçok şeyin doğal yapıyla ilişkisi daha dolaysızdır. Ve sosyo-ekonomik yapının bunlara etkisi daha azdır.
Sayın Necip ve sitedekilere yanıt veren arkadaş.
Türklere haksızlık ediyorsunuz. Türkler hakkında yaptığınız genelleştirme bu siteye yazanlar ve günlük medya bombardımanlarıyla şaşkına dönmüş yığınlar için fazlasıyla geçerliyse de bildiğiniz gibi Türkiye’de olduğu gibi dünyada da insanlığın içine girdiği çıkmaz gibi görünen yolu ve nedenlerini açıklamaya çalışan çok sayıda yazılar var. Bu site, Zileli de dahil, politikada yer almayı yurttaşlık bilgisi derslerinden öğrenmiş, politika hayatında yer almakla yaşamlarına renk katan, canı sıkkın eğlence arayanlarla dolu: Gazete veya internetten aktarma yapan işgüzarlar, yüzlerce kitap isimleri veren ve büyük bir ihtimalle kitapçılar için çalışanlar, az öz laflarla hayatları Debord anlamında seyircilikle geçmiş olduğunu ifşa edenler. Necip bunlardan biri. İşletmecilik dışında bilgisi internette topladığı kırıntılar ve dediğiniz gibi laf zincirlemeleri.
Önümde okuduğum iki kitap var. Birinde kitap,dergi, gazetelerden alıntı sayısı 149, diğerinde 264.
Eğer Necip zahmet edip G. Zileliye bir makale bile yazmak için yaptığı araştırmada başvurduğu belgeler sayısını sorsaydı size araştırma hakkında yazdıklarından utanırdı.
Diğer yendan yerleşmiş bir teori veya bilgiyi çürütmek için bir örneğin bile yeter olduğunu bile bilmeyen biri. “Ad hoc” eklemelerle işi geçici idare etmeler hariç.
Sosyal bilimler alanında, diğer bilimlerde olduğu gibi, bazen evrensel geçerliği yerleşmiş inançların yanlış olduğu bir tek çalışmayla kanıtlanabilir veya en azından evrenselliği inancına daha özenle bakılmaya sürükler.
Bu siteye yazanlardan ve Necip’den bunu beklemeniz çılgınlık.
Demokrasi adı altında bilgisiz sürüleri peşlerine takan kurnaz politikacılar ve sürüdeki utanmadan konuşanlar sadece Türkiye’de değil her yerde. Yaşadığımız Almanya’nın Türkiye’den farkı sürüyü beslemedeki ot miktarı. Necip gibi utanmadan konuşanlar burada çok. Kendilerine güveni yedikleri ot miktarıyla doğru orantılı.
Adalet Yürüyüşü istemiyorsan sana Statüko Yürüyüşü verelim o zaman Sayın Ümit Kocakemalist
–
Adalet Yürüyüşü için sert sözler: ‘Atatürk düşmanlarıyla yürümem’
Eski İstanbul Barosu Başkanı ve akademisyen Ümit Kocasakal Adalet Yürüyüşü’ne dair eleştirilerde bulundu. ‘Ben bu ülkenin bölünmez bütünlüğüyle sorunu olanlarla, Cumhuriyetle ve Atatürk’le sorunu olanlarla, emperyalizmin işbirlikçiliğini yapanlarla yürümem’ dedi.
Konuşmasına katılanların geçmişteki pek çok kumpas ve tertibe destek olmuş olabileceğini söyleyerek devam eden Kocasakal, CHP’nin, partinin kurucusuna düşman kişilerle yürümeyeceğini söyledi.
Kocasakal şu ifadeleri kullandı: Ben bu ülkenin bölünmez bütünlüğüyle sorunu olanlarla, Cumhuriyetle ve Atatürk’le sorunu olanlarla, emperyalizmin işbirlikçiliğini yapanlarla yürümem. Atatürk düşmanları ile de yürümem. Şöyledir benim kafamdaki şey; Atatürk düşmanı için onun da hakkı, adaleti elde etmesi için yürürüm ama Atatürk düşmanı ile yürümem hele ki yürüyüşü yapan CHP ise.
Oraya gelen bir takım insanların kim olduğu, ne olduğu daha önceden Atatürk ile ilgili neler söylediğini bilmiyor muyuz? Aptal mı herkes? Bir de sen CHP isen, hem ülkenin hem partisinin kurucusunun düşmanı ile yürüyemez.
Sayın Solcu-sağcı-Devrimci-İLERİCİ Yoldaşlar,
Türkiye’de bitip tükenmez yeni bir yenilenebilir enerji bulundu. Diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından farkı, bir açıdan bakıldığından modern zamanlara çok daha uygun olan bu enerji, ruhsal bir enerjidir.
Şu an dünyaya en egemen olan RUHSAL sosyal ilişkiler olduğundan bir Türk olarak gururum sonsuz.
Aynı gururu ama bu defa gözyaşları içinde, sizler gibi ulusunu seven birinin Avrupa gazetesinde çıkan beyanını okuduğumda yaşadım.
“Throughout my whole life I have served my country, my flag, and now I have to hide my identity
Abdullah, Former Turkish officer”
Vatanı için canını vermeye hazır birinin politikaya kurban gitmesi çok üzücü.
Her neyse, asıl konuya döneyim.
Oturup bir çayla konuşma yerini RUHSAL telefon, RUHSAL kitap, RUHSAL sosyal medya aldı.
Ziyaret edip arkadaşları görme yerini ekranlardaki RUHSAL görüntüleri aldı.
Aynı şekilde canlı müzik yerini RUHSAL CD’lerden ve youtube’dan çıkan dalgalar aldı.
Komşular arsında fıkra, kahve falı, espri dolu dedikodu yerine kağıtlar veya ekranlardaki RUHSAL dedikodu-haberler aldı.
Önce ruhanilikten maddeciliğe dönüldü. Şimdi de başta Google, Amazon, Silicon Valley, Facebook, Microsoft, Apple, Yapay Zeka insanlığın tuttukları yanlış yoldan çıkaracak RUHANİLİĞİ savunmaktalar. Her zaman bütün yenilikleri cesaretle göğüsleyen siz İLERİCİ arkadaşlara ilk müjdeyi ben vermek istedim.
Türkiye’de bulunan yeni enerji kaynağı fırıl fırıl dönen dervişlerden elde edilecek elektrik enerjisi. Erdoğan’ın emriyle Milli Eğitim Bakanlığı bu dönmelerin okulda ders olarak verilmesi kararını aldı.
Hatta her yıl Konya’ya RUHANİLİKLERİNİ YENİLEMEK için dönmeye gelen binlerce yabancılara Türk vatandaşlığı verilecek. Bu ruhanilik avcı/devşiricileri de dönerek dervişleri takviye edecekler.
Üzerinde ciddilikle durulan diğer bir sonsuz enerji kaynağı, özellikle bu site ve Türkiye’de çok yapılan, ve dünyanın her yerinde çok yaygın olan kıvırmalar. Bilim adamaları-kadınları, teknoloji adamları-kadınları kıvırmayı dönmeye çevirme üzerinde (İNŞALLAH!) kafa patlatmaktalar.
ABD, AB, Japonya, Komünist Çin, Eski Komünist Rusya, Hala Komünist Kuzey Kore, Hindistan, İsrail, Singapur, Brezilya gibi başı elde tutanlar bu yenilebilir enerji kaynakları üzerinde ciddi araştırmalara başladı.
Ne Mutlu Devrimci-Sağcı-Solcu-Marksist-Kemalist-Erdoğancı-Anarşist Türküm diyene.
Sayın Sağcı-Solcu-İlerici Arkadaşlar
Bu sitede başkalarını hatalarını bulmak, gazete ve internet kaynakları yazılarıyla hataları ifşa etmek fena değil ama çok şüphe uyandırıcı.
Bu site, kendi inançlarındaki devasa hataları görmemekten gelenler, son yüz yılda yaşanan felaketleri hiç duymamış gibi tavır takınanlar, kendilerini ve adına konuştuklarını mutluluğa, bolluğa, sağlığa kavuşturucu yalan ve sahte propagandalara körü körüne inananlarla dolu. Biri çıkıp bu sahtekarlık, yalancılık, cahilliğe işaret ettiğinde hemen sağcı-solcu Stalin-Napolyon köpekleri saldırıya geçiyorlar.
Okuduğumuz salt tıp- sağlık sahtekarlığı üzerine yazılmış bir kitaptan bazı parçalarla sizleri kendinize daha yakından bakmaya davet ediyoruz.
“Historically, humans have been at greatest risk while being improved in the best image of their possibilities, as seen by someone else.”
Tarihin gösterdiği: insan, kişisel gelişme imkanlarını, kişinin kendisi değil, başkalarının hayallerine uyduğunda en büyük bir tehlike içine girer.
“The scale of suffering brought upon the masses by Marxists is equalled only by the achievements of that other mass movement for the betterment of the nation’s economy and health, led by the National Socialist German Workers’ Party of the Third Reich. In both systems, ‘health’ was high on the agenda.”
Marksistlerin insanlara çektirdikleri devasa ızdırap, ekonomik verimi yükseltme gibi benzeri ümitlerle yığınları harekete getiren NAZİ’ler tarafından gerçekleştirildi. Her ikisinde de başta gelen gündem ‘sağlık’tı.
Bu sitede olumlu gözle bakılan “sağlık” pezevenklerinin bu felaketlerdeki rollerini bilen aşağıdakini söyler.
” The physician is not the servant of science, or of his race, or even of life. He is the individual servant of his individual patient, basing his decisions always on their individual interest.”
Doktor ne bilime, ne ırka, ne de yaşama hizmet eden biridir. Kararını birey hastasının yararına uygun alan, birey hastasına hizmet eden, bir bireydir.
“The record of the co-operation of the medical profession with the most brutal regimes throughout recent history is appalling The power vested in doctors is enormous: they make decisions about employ ability, fitness to marry and to have children, the right to have an abortion, the time a person is allowed to die, competence to enter into contracts, adopt children or rear one’s own children, or about incarceration in mental asylums. Their authoritarian judgement is sought on correct eating, sexual behaviour and the use of leisure time.”
Doktorların yakın tarihte en gaddar rejimlerle işbirliklerinin kayda geçenler tiksindirici nicelikte. Doktorlara tanınan yetki sonsuz: iş bulma, evlenme ve çocuk yapma, çocuk düşürme, insanın ölüm zamanını seçmesi, diğer insanlarla temaslar, evlat edinme ve kendi çocuğunu yetiştirme, akıl hastanelerine mahkûm etmek. Nasıl doğru yemek yenilir, seks ve sevişme nasıl olmalı, eğlence zamanı nasıl geçirilmeli gibi konularda doktorların otoritesine, uzmanlığına başvurulur.
Her neyse kitap bu tip kitapları okumayan, Nuh zamanından kalmış basmakalıp eleştirilerle kendini avutan, kendi hatalarını görmekten aciz Türk orta sınıflarından maaşı dolgunların huzurunu kaçırıcı bilgi ve istatistiklerle dolu.
Başka dala atlarsak, bir bilim filozofundan alıntı.
Fairytales
Science, surely, was always in the forefront of the fight against authoritarianism and superstition. It is to science that we owe our increased intellectual freedom vis-a-vis religious beliefs; it is to science that we owe the liberation of mankind from ancient and rigid forms of thought. Today these forms of thought are nothing but bad dreams-and this we learned from science. Science and enlightenment are one and the same thing-even the most radical critics of society believe this. Kropotkin wants to overthrow all traditional institutions and forms of belief, with the exception of science. Ibsen criticises the most intimate ramifications of nineteenth-century bourgeois ideology, but he leaves science untouched. Levi- Strauss has made us realise that Western Thought is not the lonely peak of human achievement it was once believed to be, but he excludes science from his relativization of ideologies. Marx and Engels were convinced that science would aid the workers in their quest for mental and social liberation. Are all these people deceived? Are they all mistaken about the role of science? Are they all the victims of a chimaera?
Bu uzun alıntının özeti: insanı özgürlüğe kavuşturacağı sanılan bilim günümüzde kendinin ne olduğunu da açıkladı: bir karabasan ve bilimle aydınlık aynı şey.
Kropotkin, Ibsen, Levi-Strauss, Marx-Engels. Hepsi bilime gelince eleştirileri sona erenler.
Hepsi aldanmış mı?
Cevabımız, “EVET!” Bu site güzel bir örnek.
Bu site, anarşistlik hoş görü kisvesi altında eski Stalinci yatırımlarının semeresini toplayan Zileli başta, faşistlik ve ırkçılık ruhlarını düşmanlarına yansıtan, kendi en derin varsayımlarını gözden geçirmekten korkan pısırıklarla dolu. Kendilerinin yaşadıkları bolluğu başkalarının isteği ederek bir çeşit şantajla geçinirler. Kim sefillik ve lağımlar içinde yaşamak ister? Kendi yaşadıkları lağımları görmeyen şantaj uzmanları, bu orta sınıflılar. Bu amaca varmak için bilim-kapitalizm vaaz vermeleri iğrendirici. Ama kapitalistler giderse kim bize eşyalar yaratıp dağıtacak? Bilim. İşte bu da bilimi bilmeden konuşan, yetiş ya hızırcı orta sınıf fırlamaların ikinci şantajı. Bu inançları yüzlerine vurulduğunda hemen saldırıya geçer bu son 30-40 yıl mantar gibi türeyen hayatından memnun, başkalarının hayatlarını kendilerine psikolojik terapiye çeviren orta sınıf çocukları.
Sayın İlericilikte Birleşen Yöntemde Ayrılan Sağcı-Solcu Arkadaşlar.
İspanya’da uzun bir süre yaşadığım için İspanya-Türkiye arasındaki ilişkilerin bu sitede reklamı yapılan ilişkilerden çok daha derinlere indiğini her praksis hayranı solcu gibi “yaşayarak “öğrendim. Hatta bu sitede reklamları yapılan olaylarda yer alan hayli arkadaşlarım oldu. Çoğunun çocukları uluslar arası pazarlama, işletme, iletişim gibi dallarda uzman olup anne babalarının izlerinden ileriye doğru yol aldılar.
Ben size bu reklamları yapılanların büyük büyük dedelerinin sizlere ne kadar benzediklerini açıklayacak ve olmuş bir olaydan söz edeceğim.
Olay, Türk dahilere göre hiç var olmamış, milyonlarca kitapta var olan vahşi çıplaklarla bu büyük büyük dedeler arasında geçer.
Olay, zamanımızda artık herkesin içinde yaşadığı veya yaşayacağı vaat edilen yeryüzü cennetin gökyüzünden yere inmesinden, elmanın sarışın mavi gözlü Newton’un kafasına düşmesinden, biraz önce olur. Newton kadar dünyayı etkileyen büyük denizci, amiral Kristof Kolomb, İspanya Çok Katolik pez*venk kralı ve İspanya Çok Katolik or*spu kraliçesi adına Hindistan’a ve hala yürürlükte olan gökyüzü cennetine varmak için yola çıkar.
Kolomb zamanında yer ve gök coğrafyacılarının hesaplarına göre Allah cenneti günümüz Arap Emirlikleri yakınında bir yerde yaratmış. Biliyorum, okullarda, sizin gibi laik ve safsatalara inanmayacak kadar cin olan Türklere bu öğretilmemiştir. Olsun.
Tahmin edeceğiniz gibi, Kolomb bir süre sonra yeni bir kıtaya eriştiğini anlar ve ardından zamanımızdaki gibi açlık, sefalet ve baskı altında yaşamış olanlar, yeni kıtaya giderek yaşadıkları hayatı gittikleri yerlerde buldukları insanlara uygularlar. Gaddarlık, kırım, kıyım sonsuz artar. Sizin durmaksızın istediğiniz bolluktan yararlananlar arasında, Las Casas hariç, hiç kimsenin sesi yükselmez.
Tabii sizlere benzerler de var. Bunlar aydınlığa kavuşmamış çıplak vahşilere ahlak, din, okuma yazma ve benzeri çok yararlı şeyler öğretip ıslah etmeye çalışan iyi kalpli işgüzarlar. Çıplak vahşilerin gözlerini açmak, bilinçlendirmek isteyenler. Aralarında dahi Necip’e benzeyenler, bunun kendilerine iyilik etmek, düzensiz hayatlarını düzen getirmek için yapıldığını anlatanlar da çıkar. (Bakınız, The Good Shepherd Francisco Davila’s Sermon To the Indians of Peru (1646) ) Unutmayın arkadaşlar, bunlar, “Akıl Devri”nin, her türlü alçaklığı bilim ve akılla anlatmayı becerenlerin ön akıncıları. Size çok benzerler, hiç biri “bunlar şimdiye kadar bizsiz işi idare etmişler, belki biz çözüm değil, sorunuz” diye düşünmez.
Gaddarlık haberleri or*spuyla pez*vengin kulağına varır. İşte burada daha derinler varan İslam-Türkiye-İspanya bağı satha çıkar.
Or*spuyla pez*venk daha yeni k*çlarına tekme attıkları Müslümanlardan sizin ustalığınız temelini teşkil eden “kıvırma” taktiğini öğrenmişlerdi: Allah Rahim.
Bazı uyarılar ve yan bilgiler.
Lütfen bunu Arapça okuyun, aksi halde Erdoğan kulaklarınızı çeker.
Ortada daha henüz iktidarı anne rahmine bağlayan Necip de yok.
Dahiler ve bilgi küpleriyle dolup taşan bu sitedekiler aynı zamanda medya ve sosyal medya ve televizon iletişime gibi dobra dobra açıklamalara alışkın olduklarını, incelikleri sevmez ve anlamazlar korkusuyla konuyu bir fıkrayla açıklamak istedim.
Her yaz “tatile” giden milyarlarca üretici-tüketici koyunlara Allah da katılır. Tavsiye için bir seyahat acentesine gider. Kendine ineklerin en çok dünyaya gittikleri, çok popüler olduğunu söylerler. Allah,”Yok, ben oraya 2 bin yıl önce gittim, bir Yahudi kızla bir numaram oldu, hala dedikodusunu yapıyorlar” der.
Her neyse. Rahimden çıkıp asıl konuya dönelim.
Or*spuyla pez*venk üstün beyaz ırktan olanları, yani siz Türkler gibi ama tam değillerin, vahşi çıplakların topraklarını gasp etmeden önce nedenlerini açıklamaların buyururlar. Or*spuyla pez*venk, bu davranışlarıyla diğer sıradan kalabalık yaratan İspanyollar’dan çok daha yüksek zekalı, çok daha ilerde henüz “Akıl Devri”nde olduklarını sergilerler.
İşte okunacak metin:
Allah dünyayı oğlu İsa’ya, İsa (TZM Peter’e benzeyen) Peter’e, Peter Kilise’ye, Kilise de or*spuyla pez*venge bırakmış. Bunu duyan daha sizler gibi aydınlanmamış, akıl ve rasyonel devrini yaşamamış, hatta okuma yazma biile bilmeyen çıplak bir vahşi, “Allah’ınız bize danışmadan toprağımızı size verdiğinde galibasarhoşmuş”
Bakın şu Marks’ı, Bakunin’i, İspanyol Anarşistleri, Gün Zileli’yi, Necip’i, Hobbes’ı duymadan konuşan çıplak vahşinin ettiği halta.
Akılcılıktan önce de sonra da bunu söyleyene ne yapıldığını bilmek için sizler gibi dahi olmak gerekmez. Ne de akılcılıktan önce ve sonra bolluk ve zenginlik peşinde koşanların birbirlerini boğazladığı değişti, ama olsun, sizler gibi dahilere, çıplak vahşilerin yerini alan okuma yazma bilmeyenlere yazılı akıl verme işi çoğaldı.
Düzeni elinde tutanların en derin sırrı: keep them busy!
‘Sizin son 50-60 yıl içinde çıkan antropoloji kitaplarının milyonda birini okumadığınız sonsuz belli.’
LİSTE:
Jacques Ellul – ‘Sözün Düşüşü’ & ‘Technological Society’
Alain Testart – ‘Le Communisme Primitif’
Johan Huizinga – ‘Homo Ludens’
Günther Anders – ‘The Obsolescence of Man – On the Destruction of Life in the Epoch of the Third Industrial Revolution’
Fredy Perlman – ‘Against His-Story, Against Leviathan’
Samuel Noah Kramer – ‘History Begins at Sumer’
Marshall Sahlins – ‘Stone Age Economics, Age of Abundance’
Marshall Sahlins – ‘The Western Illusion of Human Nature’
Jacques Cauvin – ‘The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture’
Stanley Diamond – ‘Searching for the Primitive’
Chuang Tzu – ‘The Complete Works’
Pierre Clastres – ‘Society Against State’
Pierre Clastres – ‘Archeology of the Violence’
Tim Ingold – ‘Hunters, Pastoralists and Ranchers’
Eduardo Viveiros de Castro – ‘Images of Nature and Society in Amazonian Ethnology’
Michael Taussig – ‘The Devil and Commodity Fetishism in South America’
Richard Borshay Lee & Irven DeVore – ‘Man the Hunter’
Philippe Descola – ‘The Ecology of the Others’
Hans Peter Duerr – ‘Dreamtime, Concerning the Boundary between Wilderness and Civilization’
Henri Frankfort – ‘The Birth of Civilization in the Near East’
Jean Bottero & Clarisse Herrenschmidt & Jean Pierre Vernant – ‘Ancestor of the West, Writing, Reasoning, and Religion in Mesopotamia, Elam, and Greece’
Christopher Hill – ‘The World Turned Upside Down’
Ernst Bloch – ‘La Philosophy de la Renaissance’
Max Horkheimer – ‘Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire’
Crawford Brough Macpherson – ‘The Political Theory of Possessive Individualism: From Hobbes to Locke’
Richard Henry Tawney – ‘Religion and the Rise of Capitalism’
Karl Paul Polanyi – ‘The Great Transformation’
Fernand Braudel – ‘Civilization and Capitalism’ & ‘La Dynamique du Capitaisme’
Deirdre N. McCloskey – ‘The Secret Sins of Economics’
Immanuel Wallerstein – ‘Utopistic’
Christopher Lasch – ‘The Culture of Narcissism – American Life in an Age of Diminishing Expectations’
Jacques Camatte – ‘The Wandering Humanity’
Guy Louis Debord – ‘Society of the Spectacle’
Richard T. Drinnon – ‘Metaphysics Indian Hating & Empire Building’
Lewis Mumford – bütün kitapları
Mircea Eliade – bütün kitapları
Sven Lindqvist – ‘Exterminate All the Brutes’
Norman Rufus Colin Cohn’un eski kitabı ‘The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages’ ve daha yeni kitabı, ‘Cosmos, Chaos and the World to Come – The Ancient Roots of Apocalyptic Faith’
Ivan Illich – ‘Rivers North of the Future’
José Ortega Y Gasset – ‘The Revolt of the Masses’
Elias Canetti – ‘Crowds and Power’
Samuel Butler – ‘Erewhon or, Over the Range’ & ‘Erewhon Revisited Twenty Years Later, Both by the Original Discoverer of the Country and by His Son’
John Zerzan – ‘Future Primitive and Other Essays’ & ‘Against Civilization – Readings and Reflections’
Étienne de La Boétie – ‘The Discourse on Voluntary Servitude, or the Against-One’
James C. Scott – ‘The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia’
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/suriyede-savas-buyuyor-sark-kurnazligi-degil-anti-emperyalist-sark-politikasi
“Çelişkilerle dolu Ortadoğu içinde AKP’nin izlediği “derin strateji” her geçen gün başka bir duvara tosluyor. 2011’de Arap devrimi patlak verince bir Müslüman Kardeşler (İhvan) koalisyonunun başında Sünni dünyanın önderi olma hayaline kapılan Tayyip Erdoğan’ın, 2013’te Mısır’da İhvan’ın bir darbe ile devrilmesi sonrasında Rabiacılık hattında bu yüzden ısrar ettiği biliniyor. Ama Erdoğan ve AKP 2015 başından, yani Kral Salman’ın başa geçmesinden beri, aynı zamanda Vahhabi’lerle sıkı bir ilişki kurdu. Oysa Vahhabi Suud, Erdoğan’ın Rabiacılığının çimentosunu oluşturan İhvan’a düşmandı, Mısır operasyonunda ana rol onundu. İki Sünni güç Şii İran’a karşı birlikte konumlandı. Ama gel gör ki, Sünni kampın içinde derin bir çatlak Suud ile İhvan taraftarı Katar’ı boğaz boğaza getirmiş bulunuyor. Erdoğan ve AKP stratejik olarak İhvan’a bağlandığı için seçimini Katar’dan yana yaptı. Bu ne demek? Katar krizi tatlıya bağlanmazsa, Suud ile yeniden barışmak çok güç demek. O zaman şu sonuç doğuyor: AKP, nasıl ABD-AB ikilisiyle gerilimler yaşadığı için bir ara iyice Rusya’ya sığındı, şimdi de Suud ve Mısır’a karşı muhtemelen İran’a yanaşacak. Kendi içinde bir sorun yok bunda. Yalnız insan Rabiacılığı, yani Sünni dünyanın lideri olma amacını Şii İran’da ararsa, buna nasıl bir strateji denir bilinmez!”
Gün Bey
Niçin gitti yorumlar?
işte onu bir bilebilsem!
Sunu anliyorum: Siz cok –ama, ziyadesiyle, cok– okumussunuz.
Bunu bir tur iltifat seklinde soylemis olmagi gercekten isterdim; ama, diyemiyorum.
Cunku, bunca okuma sonucunda, dimag berrakligi (clarity of mind) zedelenmesi ile malul olmussunuz, bence.
Bunu gercekten, samimi olarak, uzucu buluyorum.
Mesela, kadin-tarim iliskisi konusunda, o ‘uzman’ demis bu ‘hazret’ buyurmus diyerek, ‘itiraz edilemez dogrular/tespitler’ oldugunu ima ediyorsunuz.
Halbuki, butun o ‘uzman’/’hazret’ filan –her kimse onlar–, her birinin yaptigi seyin aslinda ‘gecmise yonelik kehanet’lerde bulunmak oldugunu iskaliyorsunuz.
Bir de, arkeoloji, paleontoloji, antropoloji filan gibi calisma alanlarini (fields of study) cok fazla onemsiyorsunuz.
Bunlar, in the final analysis, katiplik isi gorurler: Suradan buradan elde edilen birkac ‘buluntu’nun, birkac ‘numune’nin (‘data point’in) kayitlara gecirilmesi isi..
Yani, evet, katiplik –a glorified record keeping.
Bu ‘buluntu’ ve ‘numune’ler birer aksiyom ya da postulat degil; uzerinde konusmak icin, ilgilisi veya meraklisi icin birer ilham kaynagidir sadece.
Ve, evet, bu ilhamlarla, ‘uzman’lar/’hazret’ler, ‘gecmise yonelik kehanet’lerde bulunurlar.
Bu ‘uzman’lara/’hazret’lere biat etmisseniz, dediklerini itiraz edilemez dogrular/tespitler olarak kabul edebilirsiniz.
Bu sizin ozgurlugunuzdur; ama, benim boyle imani^ takintilarim yok malesef.
Sozkonusu ilhamlardan ve onlarin turevlerinden faydalanabiliyorsam, amennna; ama, sadece o kadar.
Kadin-tarim filan gibi konularda, mesela, sayisi kac olursa olsun, ‘uzman’lar/’hazret’ler ne demislerse desinler, altinda yatan (underlying) bilginin yetersizligini dikkate alir, bunlarin hepsine kisisel kanaat olarak bakarim.
Simdi gelelim sizin su garip mantiginiza..
Galiba sizi ve benim ‘mutlak’tan anladigimiz sey cok farkli.
Ben, ‘iktidar her yerde vardir’ dedigim zaman, ‘iktidar’in mutlak oldugunu soylemiyorum.
Mutlak olmasi icin, her yerde hep ayni –degismez– olmasi gerekir.
Halbuki, bir benzetme yapacak olursam, ‘iktidar’in ‘atmosfer’ gibi oldugunu soyleyebilirim.
Yani, dunya uzerinde, her yerde var; ama, deniz kenarinda daha kesif ve nemli, dag basinda ise daha seyreltik ve kuru. Dahasi, bu, yani, ‘atmosfer’, degisik cografyalarda da farklilik gosterir.
Kisasi, her yerde vardir; ama, ‘mutlak’ filan degildir.
‘Iktidar’ kavrami da oyledir.
“Necip bunlara ne der?”
🙂
Ne diyecek: ‘La havle’ tabii ki.
Birincisi, ben ‘liberal’ degilim.
‘Devlet kuculsun de yerine ozel mulkiyet tekelleri gecsin’ diyenlerden degilim.
Ote yandan, ‘bedava hizmet’ konusunda da dikkatli olmak gerektigini dusunuyorum.
Cunku, topragi bol ola, Antoine Lavoisier emmi, ‘kapali bir sistemde ne yaparsaniz yapin, kutle sabit kalir’ der. Yani, ‘hicbir sey yoktan var edilemez, varken de yok edilemez; cok olsa, baska bir forma ya da enerjiye donusur’.
‘Bedava hizmet’ konusuna bu acidan bakarim: Yani, ‘bedava hizmet”in bedeli baska bir yerden karsilnmak zorundadir.
Bu zorunlulugun bir kismina itiraz etmem. Mesela, herkesin kullandigi suyun saglikli olmasi icin yapilan masraflar. Hava kirliligini gidermek icin yapilan yatirimlar vb vs.
Ama, abartmamak lazim.
Mesela, bayramlarda filan, toplu tasimanin bedava olmasina karsiyim. Cok cuzi bedelli ya da bedelsiz saglik (ya da egitim –temel egitim haric) hizmetine de karsiyim.
Cunku, bunlar –bu tur seyler–, kendi taleplerini uretiyorlar ve suistimale cok acik.
“Ne zaman anne-babama bir arkdasimdan bahsetsem, bana arkadasim hakkinda soru sormak yerine, onun anne-babasinin ne is yaptigini soruyorlar“..
Buradaki bazi arkadaslarimizin, benim dediklerim yerine, beni tahlil etmekteki israrlarina baktigimda, hep bu anekdot aklima geliyor.
“Eğer Necip zahmet edip G. Zileliye bir makale bile yazmak için yaptığı araştırmada başvurduğu belgeler sayısını sorsaydı size araştırma hakkında yazdıklarından utanırdı.”
Ben, ogrencisine odev verip, cikan sonucu –numerik sayilacak bir sekilde– bir not ile takdir eden bir ogretmen degilim.
Emek baglaminda ‘fetisim’lerim de yok benim.
Ortaya cikan ‘eser’i (ya da daha iyisini), ben ya da bir baskasi, daha az emekle gerceklestirebiliyorsa, sirf ‘cok emek harcanmis’ diye, kutsayanlardan degilim.
Son olarak, ortaya cikan ‘eser’in ne ise (ve ne kadar) yaradigi sorusu var.
Benim asil degerlendirme kriterim budur.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/07/post-helenosantrizm-iyi-bisey-mi.html
“5 Necip, 6 Necip, 7 Necip” Blues
“7 Necip” ne der?
“ben buyum”, “ben şuyum “.
Diğer yazıları “ben buna inanıyorum”, “ben şuna inanıyorum” laflarıyla dolu. Hafızladığı dandik binlerce yıl tekrarlanmış basmakalıp fikirleri tekrar eder, fikirlerini verdiği örneklerle ispat eder. Kendine benzeyen bir sofu bana “eşcinsellik sadece domuzlarda var, o halde doğal değil”, dedi. Bu da, Müslüman “ispat”ı. İspat alanı içinde, örnekler, sadece ve sadece varlığı doğru kabul edeni çürütmede kullanılır. Aksi halde sadece anlamaya yardım eder, açıklık getirir. Örnek mi? Lavoisier amcası. Necip, lafı edilen sistemin, kapalı sistem olduğu hapını yutmuş, sadece bunu açıklar! En büyük şaşkınlığı verdiği örneğin ispat etmek istediğini varsaydığını açıklamakta. Kendisi bunu göremez. Kapanmış kalmış.
Ama bankasındaki parayı nasıl olsa sadece el değiştiriyor, yok olmuyor diye etrafta dağıtmaz!
Necip, tüm şaşkınlığına rağmen istkrarlı: Kapalı beynindeki aynı şey değişik laflarla dışarı çıkar, ama aslı, özü hep aynıdır. O halde, dünya düzeni de kendi beyni gibi kapalı. Q.E.D.
Modern bilim bilgisi hakkında bilgisi sıfır. Ya yarın kapalı sistemde kütle sabit kalmazsa ne olacak? Necip, Lavoisier amcasını, kendini doğru yoldan saptırdığı için mahkemeye verecek! Fransa’dan tazminat almak için kovboy Erdoğan amcasını devreye sokacak. Erdoğan amcası daha zeki olduğundan, dünyanın kapalı sistem olduğunu, bir b*k yiyemeyeceğini bildiğinden işi, iş uzatma uzmanları bürokratlara tahvil edecek. Mavi Marmara olayında İsrail’e karşı “Bir Türk bin b*ka bedeldir” ispatını hatırlayan bürokratlar, Necip’i meşgul edip ağzına emzik koyarlar.
Daha da kötüsü, fizikteki gelişmelerden habersiz. Kuantum fiziğinde vardan yok olma, yoktan var olmanın mümkün olduğunu bilmeyen Necip, “cahillik mutluluktur” ilahileriyle, kendini avutur, iş başı eder. Necip, Noether teoreminin korunma ilkelerinin sınırlarda geçerli olmadığından da habersiz. Ne de mutlak sandığı “korunma kanununun”, ” En Az Eylem İlkesiyle” de, yani sevdiğim ve defalarca savunulan tembellikle açıklanabileceğini duymuş. Kısacası teorilerin değişik yorumları olabileceğini bilmiyor. Necip temelde Allahçı ve mutlakçı.Kendisi nasıl fikirleriyle aynıysa, teorilerden anladıklarının mutlak olduğunu sanıyor.
Necip her şeyi mutlaklaştırıp fetiş eder ama “emek”i solcu-devrimci-anarşist-marksist-leninist enayiler fetiş ettikleri için, o fetişi reddeder.
“6 Necip” de isikrarlı:” Ne yersen, o olursun” atasözünü düşünün. Kendiyle fikirleri arasında fark kalmamış. Gülmeyi sevdiğim için saçmalıkları taklit etmekten kendimi alamam. Amcası ne demiş? Necip+ fikirleri kapalı bir sistem! Necip, fikirleri olur; fikirleri, Necip olur, ama bu seyri seyreden hep aynı şeyi görür.
“7 Necip” Ben, ben, ben, ben der ama dediklerinin benlerden oluşuğunu görenlere itiraz eder. Necip “dünya böyle gelmiş böyle gidecek” der ama “dünya böyle gelmemiş olabilir, böyle gitmeyebilir” diyenlere “siz BENden sonsuz daha çok bilimsel konuşuyorsunuz” diyeceğine, işi sidik yarışması BENlik spor sahasına sokar, aynı ilahileri değişik laflarla şakırdatır.
Gün Zileli de bir türlü bazı konularda cahillik ettiğini bir türlü kabul etmez. Zaten bu site cahil, hiçliklerini haklı olarak bir türlü (Sayın yazarçizer dilbilgisi uzmanı Zileli, “hazm edemeyen” değil!) hazmedemeyen, İSPANYOL ama anarşist olmayan Ortega y Gasset’in asi yığınları, TZM PETER müminlerin sevgilisi, Canetti’nin “Crowds and Power” kitabında tasvir ettiği sefil “BEN”lerin en mükemmel örneği bir site.
Necip, eserlerin hangi sorulara yol açtığını bilmez, “yol açtığını” bilir. Lafla peynir gemisini yürütür. Necip bir evliya ama kapalı sisteme kapanmış, ancak dışarıdan bakan görür.
Sayın Sağcı-Solcu-İlerici Arkadaşlar
Bu sitede başkalarını hatalarını bulmak, gazete ve internet kaynakları yazılarıyla hataları ifşa etmek fena değil ama çok şüphe uyandırıcı.
Bu site, kendi inançlarındaki devasa hataları görmemekten gelenler, son yüz yılda yaşanan felaketleri hiç duymamış gibi tavır takınanlar, kendilerini ve adına konuştuklarını mutluluğa, bolluğa, sağlığa kavuşturucu yalan ve sahte propagandalara körü körüne inananlarla dolu. Biri çıkıp bu sahtekarlık, yalancılık, cahilliğe işaret ettiğinde hemen sağcı-solcu Stalin-Napolyon köpekleri saldırıya geçiyorlar.
Okuduğumuz salt tıp-sağlık sahtekarlığı üzerine yazılmış bir kitaptan bazı parçalarla sizleri kendinize daha yakından bakmanız için aktarıyorum.
“Historically, humans have been at greatest risk while being improved in the best image of their possibilities, as seen by someone else.”
Tarihin gösterdiği: insan, kişisel gelişme imkanlarını, kişinin kendi kendisine değil, başkalarının hayallerine uyduğunda en büyük bir tehlike içine girer.
“The scale of suffering brought upon the masses by Marxists is equalled only by the achievements of that other mass movement for the betterment of the nation’s economy and health, led by the National Socialist German Workers’ Party of the Third Reich. In both systems, ‘health’ was high on the agenda.”
Marksistlerin insanlara çektirdikleri devasa ızdırap, ekonomik verimi yükseltme gibi benzeri ümitlerle yığınları harekete getiren NAZİ’ler tarafından gerçekleştirildi. Her ikisinde de başta gelen gündem ‘sağlık’tı.
Bu sitede olumlu gözle bakılan “sağlık” pez*venklerinin bu felaketlerdeki rollerini bilen aşağıdakini söyler.
” The physician is not the servant of science, or of his race, or even of life. He is the individual servant of his individual patient, basing his decisions always on their individual interest.”
Doktor ne bilime, ne ırka, ne de yaşama hizmet eden biridir. Kararını birey hastasının yararına uygun alan, birey hastasına hizmet eden, bir bireydir.
“The record of the co-operation of the medical profession with the most brutal regimes throughout recent history is appalling The power vested in doctors is enormous: they make decisions about employ ability, fitness to marry and to have children, the right to have an abortion, the time a person is allowed to die, competence to enter into contracts, adopt children or rear one’s own children, or about incarceration in mental asylums. Their authoritarian judgement is sought on correct eating, sexual behaviour and the use of leisure time.”
Doktorların yakın tarihte en gaddar rejimlerle işbirliklerinin kayda geçenler tiksindirici nicelikte. Doktorlara tanınan yetki sonsuz: iş bulma, evlenme ve çocuk yapma, çocuk düşürme, insanın ölüm zamanını seçmesi, diğer insanlarla temaslar, evlat edinme ve kendi çocuğunu yetiştirme, akıl hastanelerine mahkûm etmek. Nasıl doğru yemek yenilir, seks ve sevişme nasıl olmalı, eğlence zamanı nasıl geçirilmeli gibi konularda doktorların otoritesine, uzmanlığına başvurulur.
Her neyse kitap bu tip kitapları okumayan, Nuh zamanından kalmış basmakalıp eleştirilerle kendini avutan, kendi hatalarını görmekten aciz Türk orta sınıflarından maaşı dolgunların huzurunu kaçırıcı bilgi ve istatistiklerle dolu.
Not: Yazan doktor.
Başka dala atlarsak, bir bilim filozofundan alıntı.
“Fairytales
Science, surely, was always in the forefront of the fight against authoritarianism and superstition. It is to science that we owe our increased intellectual freedom vis-a-vis religious beliefs; it is to science that we owe the liberation of mankind from ancient and rigid forms of thought. Today these forms of thought are nothing but bad dreams-and this we learned from science. Science and enlightenment are one and the same thing-even the most radical critics of society believe this. Kropotkin wants to overthrow all traditional institutions and forms of belief, with the exception of science. Ibsen criticises the most intimate ramifications of nineteenth-century bourgeois ideology, but he leaves science untouched. Levi- Strauss has made us realise that Western Thought is not the lonely peak of human achievement it was once believed to be, but he excludes science from his relativization of ideologies. Marx and Engels were convinced that science would aid the workers in their quest for mental and social liberation. Are all these people deceived? Are they all mistaken about the role of science? Are they all the victims of a chimaera?”
Bu uzun alıntının özeti: insanı özgürlüğe kavuşturacağı sanılan bilimin ne olduğu günümüzde açığa çıktı: karabasan ve bilimle aydınlık aynı şey.
Kropotkin, Ibsen, Levi-Strauss, Marx-Engels. Hepsi bilime gelince eleştirileri sona erenler. Allah’a karşı çıkılmaz.
Hepsi aldanmış mı?
Cevabımız, “EVET!” Bu site güzel bir örnek.
Bu site, anarşistlik hoş görü kisvesi altında eski Stalinci yatırımlarının semeresini toplayan Zileli başta, faşistlik ve ırkçılık ruhlarını düşmanlarına yansıtan, kendi en derin varsayımlarını gözden geçirmekten korkan pısırıklarla dolu. Kendilerinin yaşadıkları bolluğu başkalarının istediği yarsayarlar. Ama neden istemek zorunda kaldıklarına değnmezler. Saldırana şantaj yaparak huzura varırlar. Kim sefillik ve lağımlar içinde yaşamak ister? Bunlar, kendi yaşadıkları lağımları görmeyen şantaj uzmanı orta sınıflılar. Bu amaca varmak için bilim eksi kapitalizm vaazleri iğrendirici. Ama kapitalistler giderse kim bize b*k üretip yaratıp dağıtacak? Bilim. İşte bu da bilimi bilmeden konuşan, yetiş ya hızırcı orta sınıf fırlamaların ikinci şantajı. Bu inançları yüzlerine vurulduğunda hemen saldırıya geçer bu son 30-40 yıl mantar gibi türeyen hayatından memnun, başkalarının hayatlarını kendilerine psikolojik terapiye çeviren orta sınıf çocukları.
Sözcükler, Tanımlar, İspatlar Saplantısı
Vereceğim örneğin en güzeline Afrika’da rastladım. Bir benzin istasyonundaki levhada “kapalı olduğumuz için, kapalıyız”, yazılıydı.
Bunu, bu sitedeki Batı’lı olmak için k*çlarını yırtan G. Zileli, Necip, TZM müminleri ve diğer ırkçılar görse ne derler?
“Afrikalı, efendim, ilkel çıplak vahşilikten daha dün çıkmışlardan başka ne beklenir ki!”
Yok, ama ‘ The Principia Mathematica’ eserini yazan Alfred North Whitehead ve Bertrand Russell görse ne derler?
“bunu yazan matematik ve mantığın özünü anlamış” derler.
Örneğim:
1. Evren nokta ve doğrulardan oluşmuştur.
2. Sadece ve sadece 3 kırmızı ve 3 beyaz noktalar vardır.
3. Doğrular sadece ve sadece aynı renkten olan noktaların birleşmesiyle olur (büyük dahi Necip’in büyük lafı “yerçekimi” gibi bir kuvvetten dolayı).
4. Kırmızı noktaları birleştiren doğrulara “kırmızı doğru”, beyaz noktaları birleştiren doğrulara “beyaz doğru” denilir.
Be evrendeki her kırmızı doğru, bütün beyaz doğrulara paraleldir.
Böyle buyurdu Necip.
Sanırım Necip’te bunu anlayacak zeka yok ama, olsun.
Necip, iktidarı anne rahmi ve doğuş, yetmeyince de, daha henüz insanların çocuk doğmasında erkeklerin rolünü bilmedikleri zamanlardaki, babayı katar.
Günter Grass bir romanında bu devirde erkeklerin kafaları G. Zileli ve Necip gibi şişmesin diye kadınların bu gerçeği erkeklerden sakladıklarını ileri sürer.
İnşallah Necip Grass’ın esprisini anlar.
İktidar’ın bu tanımından yola çıkan Necip, doğal olarak, çocuk doğmayan toplum olmadığından, iktidarını her zaman, her yerde görür. Biraz sonra, bu ilk çocuk bakımı iyiliğini eline geçiren her canlı varlık iktidar olur. Kendine gülmek için uydurduğum her doğuma neden olan güneş ve her varlığa neden olan “big bang”le evlenen zerrelerin iktidarının kendine daha yaralı olacağına işaret ettiğimde esprimi anlamaz. Ne de dar ve kısıtlı görüşünü genişlettiğim için teşekkür eder.
Necip en azından Kuhn’u okumuş olsaydı, doğal bilimlerle sosyal bilimler arasındaki farkı bilirdi. Necip, “a priori” bilgilerle “a posteriori” bilgiler arasındaki farkı bilmeyen bir dahi. Necip, “Analytic–synthetic” öneriler arasındaki farklı bilmeyen bir dahi. Necip, “Rationalism vs. Empiricism” kafa şişirmeleri bile bilmeyen bir dahi. Necip doğa bilimleriye mantık ve matematik bilgiler arasındaki farkı bilmeyen bir dahi. Dahilik kolay olmamalı.
Ticarette kazanan, sosyal bilgiler tartışmasını kaybedermiş.
“Ticarette kazanan, sosyal bilgiler tartışmasını kaybedermiş.”
Bunun sonuclarinin ne kadar korkunc oldugunu gormek icin, ‘ticarette kazan’digi halde, ‘sosyal bilgiler tartışmasını kaybe’ttiginden dolayi, omur boyu sefalete mahkum olmus milyonlarca insana bakmak yeterlidir.
Gökten indirildigi söylenen kitaplara göre dunyayi duzenlemeye Fundemantalizm yada dincilik deniyorsa, gökten indirildigi söylenen bir kitabta yazan mirasa dayanarak baskalarinin ulkesi uzerinde Devlet kuran israil i , yikmak her sekuler laik in ilk gorevi olmalidir.Dunyanin en kapsamli laiklik sekulerlik mucadelesi bu olmalidir.
Fikirlerle (ve fikirlerin de gerisinde o fikirleri ortaya çıkaran koşullarla) değil kişilerle uğraşan ruh hastası (/hastaları) nın fikirleri yanlış. (Buna da neden olan koşullar düşünüldüğünde bu da son derece doğal. Ruh hastalığı yerine koşulların neden olduğu bir hastalık demek daha doğru olur.)
Şimdi buna da “Sen şöylesin, Necip böyle, falan öyle, bu sitedekilerin %99’u, dünyadakilerin yüzde bilmem kaçı böyle…” diye cevap verecek(ler) kesin.
İkinci Dünya Savaşının sonunda Nazileri yenip Almanya’ya giren ABD’liler “Yahudileri öldürdünüz” deyince onlar da “Siz de Kızılderilileri öldürdünüz” demiş.
necip, görüntü olarak nasıldır?
bir kere şişmandır. kısa boylu, kel kafalı, gözlüklü, küçücük elleri ve ayakları olan biridir.
kışın, boz takım elbiseler giyer, yaz gelince kot pantolonunu, penye tişörtünü tercih eder. sevdiği renkler, sarı, mavi ve gridir.
böyle birini görürseniz bana haber verin.
“Necip en azından Kuhn’u okumuş olsaydı,”
Yahu, o muydu?
Gecen gun kapiya birisi geldi: ‘Abi, senin nefesin kuvvetliymis; beni bi okur musun’ dediydi..
Ben de, meczubun birisi diyerek; gonderdim..
Ayip olmus.
Okusa miydim; ne? 😉
“doğal bilimlerle sosyal bilimler arasındaki farkı bilirdi. Necip, “a priori” bilgilerle “a posteriori” bilgiler arasındaki farkı bilmeyen bir dahi. Necip, “Analytic–synthetic” öneriler arasındaki farklı bilmeyen bir dahi. Necip, “Rationalism vs. Empiricism” kafa şişirmeleri bile bilmeyen bir dahi. Necip doğa bilimleriye mantık ve matematik bilgiler arasındaki farkı bilmeyen bir dahi. Dahilik kolay olmamalı.”
Once su temel tespitleri yapmak lazim: Ziraatte ve sanayide, isler mekan kadar genisler. Burokraside ve akademiyada ise, zaman kadar genisler.
‘Bos eller seytana calisir’ derler ya: Sosyal bilimcilerde bu, yeni kategoriler bulmak, alt kategoriler peydahlamak seklinde tezahur eder.
Bu bihude faaliyetleri ciddiye almanin en buyuk tehlikesi kafayi siyirmaktir.
Budur, ‘her kim ki olur bu sirra mazhar’ dedikleri:
Emr-i bil akil; nehy-i anil sosyal/doga bilimler.
15 Anonim 8 Temmuz’un Arkasındayız!
Biz Türkler sadece “Sen şöylesin, Necip böyle, falan öyle, bu sitedekilerin %99’u, dünyadakilerin yüzde bilmem kaçı böyle…” demekle kalmayız.
Derinler iner koşulları buluruz. Dünyadaki derinlere inen, derin koşulları bulan Türk sayısını bilmeyenler seslerini kesse fena olmaz.
Gün ağabey, sen sık sık derinlere inen biri olarak bu ukalaya bir derinlik dersi versen hiç fena olmaz. Marks’dan bu yana biz bütün Türkler koşulların ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Marks çok derinlere indi, koşulları buldu ve bu sayede Bolşevikler Dünyanın En Büyük Devrimin’i yaptılar. Gerçi b*ku çıktı ama olsun. Biz, orta sınıf genç dinamik askerleriz. Hak yolundan şaşmayız. Hak yolu dincileri gibi en derin yerlerde (siz benden iyi bilirsiniz, Murky’nin hocası Hergele’ye göre en derin yer = en yüksek yer = gökyüzü) boğulmadan yüzeceğiz.
Bakın, “15 Anonim 8 Temmuz” derin düşünür arkadaş derinlere inmiş ve derin buluşlar yapmış:
En azından, ABD’liler “Yahudileri öldürdünüz; Almanlar “Siz de Kızılderilileri öldürdünüz” satıhsal kalan laflarla yetinmemiş. Derinler inmiş bu köpek havlamalarının köpeklerin doğal öz varlığından geldiğini; doğal, materyal, biyolojik, genetik, sosyolojik, tarihsel, ekonomik, arkeolojik, ırkçılık, türklerdeki aşağılık, avrupa-amerikalılarda yükseklik neden-koşul derin kuyulara inmiş. Bu sivri kelle indiği derinlikten çıkamazsa, Türkiye ve Türkler için araştırma alanında büyük bir kayıp olacak. Zaten 0’a yakın sayı eksi olmaya başlayacak. Fakat gazete, televizyon, medya derin araştırmaları yüzde yüzü geçecek.
Keep busy boys!
Her şey bir nedeni olmadan, durduk yere ortaya çıkabilir. Bilim denilen şey palavradır. Her şey mümkündür. Örneğin, Necip’in “Modern bilim bilgisi hakkında bilgisi sıfır. Ya yarın kapalı sistemde kütle sabit kalmazsa ne olacak?”
Ya yarın su 100 derecede kaynamazsa? Ya yarın yerçekimi denilen şey yalan çıksa ve atılan bir taş yere düşmeden havada kalsa? Ya yarın uzay boşluğunda nefes almak, hatta hiç nefes almadan yaşamak mümkün olsa?
Mümkün olmadığını kim söylüyor? Bilim mi? Bilim dediğiniz şey bu sitedekilerin %99’unu oluşturan medeniyet yalakalarının inandığı bir hurafedir canım.
Necip sıkışmış, (Necip bey, şanslısınız bunu sizin klavyeyle yazmadık)
Erdoğan’la Kuran’a sığınmış,
Eski klişelerini eski dillerle tekrarlamış.
DÂNÂ-İ BÎ-MÜDANÎ NECEB
BÎ-ΗΟD NECEB HÂB-I CÂVİD
BÎ-HUDE ERDOĞAN’DAN, KURAN’DAN MEDED
NECEB’E EMR-İ Bİ’L, DESATİR-İ ÂLİYENİ
İDAHA, İNKIYAD, İNTIYA’, VAHİYÂT, VAHL,
VÂKIF-I ESRAR, VAHİY
NECEB’E NEHY-İ ANİL VAZ’-I HAML, VÂKIFANE
YAZIN AVRATLARA, KIŞIN OĞLANLARA
SABAH AKŞAM TAZARRUN
EBBED-ALLAH, EBBED- CAHİL-İ ANÛD, EBBED- NÂDANLAR, EBBED-ESRAR
Sayın Dahiler Dahisi 46 doğal nedenler 6 Temmuz 17
Sayın Zileli,
Sitenize bir dahi (46 doğal nedenler 6 Temmuz 17) daha çıktı veya katıldı. Maşallah, siz ve sitenize katılanların birleştiği yargıya göre ben hariç, her katılan bir dahi.
Yargınız çok yerinde ve ben sonsuz memnunum.
Groucho Marx’ın dediği gibi, benim gibi birini aralarına kabul edenlere tabii katılmam!
İktidar düşüncelerde zıtlar birbirlerini çekerler. Galiba siz sessiz bir anarşist devrimle iktidarı baş aşağı etmişsiniz ve sizinle aynı olanları, dahileri cezp ediyorsunuz.
TARİHTE, iktidar / doğal ihtiyaçlar 4 biçimde bir araya gelebilir.
1. İktidar yok / doğal ihtiyaç yok.
2. İktidar yok / doğal ihtiyaç var.
3. İktidar var / doğal ihtiyaç yok.
4. İktidar var / doğal ihtiyaç var.
Bu dahinin sivri kellesindeki doğal beyni ışık hızıyla çalıştığından, her şey tarih dışı veya zaman dışı olmuş. Doğal ihtiyaçsız bir varlık olmadığından, sivri kelle hakikati ışık hızıyla görmüş ve 4 kombinasyondan dördüncüyü, İKTİDAR VAR / DOĞAL İHTİYAÇ VAR, seçmiş ve Arşimet gibi soluğu sizin sitede almış. Yani, bir yerinde bulduğu boncuğu kralına sunmak istemiş.
Bu sivri kelle bitkiler arasında, hayvanlar arasında bulduğu iktidarı bizden saklıyor, sayın Zileli. Sivri kelle gözünü Nobel ödülüne dikmiş. Bitkiler ve hayvanlar arasında bulduğu iktidarları sizin diplomanızı aldığınız İngiltere’nin “Nature” dergisinde yayınlayacak.
Eski bir Marksist-Engelist müminliği günlerinizi düşünün. Zavallı materyalist felsefe yandaşı Engels, Devlet’in kökeni yerine beynini iktidarda odaklasaydı, eminim bu sivri kelle dahi ve diğer sivri kelle dahi Necip gibi doğada bulurdu. Böylece Engels mevlasını bulur ve sizler de belanızı bulmaktan kurtulurdunuz. Engel’sin ne kadar salak olduğunu hemen görürdünüz. BELKİ, BELKİ, BELKİ.
İşte size bir espri: bu iki sivri kelleden sonsuz daha ince düşünebilen Marks sık sık “en son tahlilde” lafıyla temel olan materyal koşulları hatırlatırdı. Benim gibi enayilere gülmekten başka bir çare bulamayan bir arkadaşım, “yahu, Marks’ın dediği en son tahlil değil, en başta gelen tahlil” dedi.
Bu sivri kellenin (46 doğal nedenler 6 Temmuz 17) yazısı incelense bir mizah kitabı yazmak çocuk oyuncağı olur. Sivri kelle, kullandığı kavramların kendilerinin sosyal-ekonomik kavramlar, sosyal-ekonomik kavramın bir ideoloji mahsulü, tarihte doğmuş ve tarihte sonu gelebilecek bir düşünce biçimi olduğundan bihaber. Aynı siz, Sayın Yazarçizer Zileli, ve diğer site dahileri gibi taş rahat uykusunda.
Sitede yorum yapanların %99’una benzeyen bu sivri kelle dahi, bir zamanlar yeniçerilik, ahilik, hadımlık gibi kurumlardan doğal, ebedi, her yerde hazır ve nazır kavram veya kurumlar gibi söz eden bir dahiye benziyor.
Bazı çok derin düşünürler, bu sivri kelle dahi ve sitenizdeki diğer insan harabelerini görüp, nedenini yığınları hoplatıp zıplatan sözüm ona boşuna demokraside bulmadılar. Ve faşistliği, totaliterliği, diktatörlüğü seçip bu sivri kelleden daha da alçaklara düştüler!
Sayın Dahiler Dahisi 46 doğal nedenler 6 Temmuz 17
Sayın Zileli,
Sitenize bir dahi (46 doğal nedenler 6 Temmuz 17) daha çıktı veya katıldı. Maşallah, siz ve sitenize katılanların birleştiği yargıya göre ben hariç, her katılan bir dahi.
Yargınız çok yerinde ve ben sonsuz memnunum.
Groucho Marx’ın dediği gibi, benim gibi birini aralarına kabul edenlere tabii katılmam!
İktidar düşüncelerde zıtlar birbirlerini çekerler. Galiba siz sessiz bir anarşist devrimle iktidarı baş aşağı etmişsiniz ve sizinle aynı olanları, dahileri cezp ediyorsunuz.
TARİHTE, iktidar / doğal ihtiyaçlar 4 biçimde bir araya gelebilir.
1. İktidar yok / doğal ihtiyaç yok.
2. İktidar yok / doğal ihtiyaç var.
3. İktidar var / doğal ihtiyaç yok.
4. İktidar var / doğal ihtiyaç var.
Bu dahinin sivri kellesindeki doğal beyni ışık hızıyla çalıştığından, her şey tarih dışı veya zaman dışı olmuş. Doğal ihtiyaçsız bir varlık olmadığından, sivri kelle hakikati ışık hızıyla görmüş ve 4 kombinasyondan dördüncüyü, İKTİDAR VAR / DOĞAL İHTİYAÇ VAR, seçmiş ve Arşimet gibi soluğu sizin sitede almış. Yani, bir yerinde bulduğu boncuğu kralına sunmak istemiş.
Bu sivri kelle bitkiler ve hayvanlar arasında bulduğu iktidarı bizden saklıyor, sayın Zileli. Sivri kelle gözünü Nobel ödülüne dikmiş. Bitkiler ve hayvanlar arasında bulduğu iktidarları sizin diplomanızı aldığınız İngiltere’nin “Nature” dergisinde yayınlayacak.
Eski bir Marksist-Engelist müminliği günlerinizi düşünün. Zavallı materyalist felsefe yandaşı Engels, Devlet’in kökeni yerine, beynini iktidarda odaklasaydı, eminim bu sivri kelle dahi ve diğer sivri kelle dahi Necip gibi doğada bulurdu. Böylece Engels mevlasını bulur ve sizler de belanızı bulmaktan kurtulurdunuz. Engel’sin ne kadar salak olduğunu hemen görürdünüz. BELKİ, BELKİ, BELKİ.
İşte size bir espri: bu iki sivri kelleden sonsuz daha ince düşünebilen Marks sık sık “en son tahlilde” lafıyla temel olan materyal koşulları hatırlatırdı. Benim gibi enayilere gülmekten başka bir çare bulamayan bir arkadaşım, “yahu, Marks’ın dediği en son tahlil değil, en başta gelen tahlil” dedi.
Bu sivri kellenin (46 doğal nedenler 6 Temmuz 17) yazısı incelense bir mizah kitabı yazmak çocuk oyuncağı olur. Sivri kelle, kullandığı kavramların kendilerinin sosyal-ekonomik kavramlar, sosyal-ekonomik kavramın bir ideoloji mahsulü, tarihte doğmuş ve tarihte sonu gelebilecek bir düşünce biçimi olduğundan bihaber. Aynı siz, Sayın Yazarçizer Zileli, ve diğer site dahileri gibi taş rahat uykusunda.
Sitede yorum yapanların %99’una benzeyen bu sivri kelle dahi, bir zamanlar yeniçerilik, ahilik, hadımlık gibi kurumlardan doğal, ebedi, her yerde hazır ve nazır kavram veya kurumlar gibi söz eden bir dahiye benziyor.
Bazı çok derin düşünürler, bu sivri kelle dahi ve sitenizdeki diğer insan harabelerini gördüler. Nedenini yığınları hoplatıp zıplatan, sözüm ona demokraside bulmaları boşuna değildi. Ne yazık ki, etraı temizlemek için asıl kaynağın yarattığı faşistliği, totaliterliği, diktatörlüğü seçip bu sivri kelleden daha da alçaldılar!
‘Ben ticarette kazandım ama milyonlarca sefillerden biri değilim, çünkü bilgiliyim.”
Yok. Ikisi de dogru degil.
Daha once yazmistim: Ben, baska pek kimsenin talip olmayacagi isleri ustlendim hep. Oyle olunca da, bildigimiz anlamda ne ticaret ne de pazarlama yapmak zorunda kaldim.
Kimine gore sans, kimine gore de degil. Ben, pek de sikayetci degilim. Bir hayatti; yasandi. Saglamasi yok ki.
Bilgili olmak konusuna gelince. O da yanlis.
Ben bilgili oldugumu hic dusunmedim, hic de iddia etmedim. Sadece, gerekli olan, ya da ilginc buldugum seyleri ogrenmek icin efor sarfettim.
Yeterli mi?
Degil tabii ki.
Fakat, herkes kabi kadar doldurmaz mi zaten?
“Karşısındaki bilgiyi nasıl değerledirdiğini defalarca söyledi, bilgisinin dünyadaki sefillerin için yapılan beyin yıkamaları olduğunu defalarca yüzüne vurdu ama Necip çekmecesindeki diplomasına bakıp yuttuğu uyku haplarını bilgi sanmakla af diliyor.”
Sahi, diploma filan da vardi, degil mi?
Garip gelebilir. Ben, en sonUNCU diplomami, askerlik icin, denklik belgesi almak amaciyla Ankara’ya YOK’e gittigimde gordum.
[Bu noktada, TSK’nin hakkini da vermem lazim:
Diplomalarimi gorur gormez benin Genel Kurmay Baskani olarak atadilar.
Da.. ben, ‘ayip olur, bunca yillik gelenegi benim icin bozmayin simdi; astegmenlik de serefli bir rutbedir’ diye diretince vazgectiler. 😉 ]
O gun bugundur –birakin cekmeceyi acip bakmagi– nerede olduklarini dahi bilmiyorum. Ne kimse sordu, ne de ben merak ettim.
Baska sektorlerden biraz farklidir sanayi. Sanayide diploma, cok olsa, ilk defa ise girerken gerekli olur.
Ondan sonra.. eger cozmenin gereken bir problemi cozemiyorsaniz, diplomaniz olmus ne olmamis ne. Ayinesi istir kisinin.
Sizin, mesela, ikide bir bir keferenin ismini zikredip onun bir lafini filan vecz (‘quote’) etmenizi yadirgiyorum. Bu, bana, konustugunuz konunun hala daha hakimi olamadiginizi, dublaj (‘elin cukuyle gerdege girmek’ de diyebiliriz) ihtiyaci duydugunuzu dusundurtuyor.
Konusuna hakim olan dipnotlara gerek duymaz. Ona, baskalari, dipnotlar filanla atifta bulunur; onu referans gosterirler.
“böyle birini görürseniz bana haber verin.”
Bana da.. 😉
Almanya’da G20 zirvesi ve protestocularla ilgili olayların Türk basınında ve politikada aktif tutum takınan sitelerdeki tepki ve yansıları merak ettim.
Üniversitede bilim tarih ve felsefesi dersleri verdiğim için bir politika sitesinde, “Necip en azından Kuhn’u okumuş olsaydı,” cümlesi görmek “tuhafıma” gitti.
Kuhn, bir sosyal bilimciler konferansında, katılanlar arasında temel varsayım ve yorumlar konusunda sayısız farkları görüp “şaşırır.”
Fizik ve genel olarak doğa bilimlerinde metafizik, teori, metotlar gibi temel varsayımlarda herkesin anlaştığını bilen fizikçi Kuhn, farkı anlamak için bilim tarihini inceler. Gerisi biraz akademik.
Karşılık veren Necip, konuyu akıl almaz boyutlara taşımış, insanlık kadar eskiden bilinen, bilginin sınırsızlığı bağlamına kaydırarak son derece belirli bir konu muğlaklaşmış.
İstemeyerek, “en azından Grek Pyrrhon’u tanısaydı, şüpheciliğin bilim ve bilgide belirli yerini bilirdi.” demek içimden geçti. Ama biraz daha okuyunca Kuhn’dan bahseden arkadaşın benzeri şeyleri söylediğini gördüm. Aklıma, G20 ve protestocular; zengin uşakları ve ezilenlerin sesi; yobazlar ve yüzlerce çeşitli belirli felaketlere işaret edenler; anlamak istemeyenler ve bunu bildikleri halde özgürlük alevinin sönmesini istemeyenler, geldi.
“Karşılık veren Necip, konuyu akıl almaz boyutlara taşımış, insanlık kadar eskiden bilinen, bilginin sınırsızlığı bağlamına kaydırarak son derece belirli bir konu muğlaklaşmış.”
Bilinen bir darb-i meseldir; her kulturde de bir versiyonu vardir; ben kisaca ozetleyip ne demek istedigime gececegim:
Alimler, ayaktakiminin pek de anlayamayacagi –anlasa da tepki koyabilcegi– derin mevzulari tartismak icin, herkesten uzak bir yerde, bir magarada toplanmislar. Tartisa tartisa konu, bir atin agzindaki dislerin sayisina gelmis. Saatlerce tartismislar ve bir yere varacagi da yok. Iclerinden gencce olan bir comez, ‘yahu, bunu niye tartisiyoruz; disarida atlar bekliyor zaten; cikip bir saysak ya’ demis. Demez olaymis. Cunku, aksakallilar tarafindan meclisten kovulmus…
Hikayenin beni ilgilendiren anafikri/temasi surasi:
Bir konuyu konusurken, tamam, onun icigini cicigini desmek, konusmak gerekir; ama, tartismanin ‘euphoria’sina (orgazmik/vecdi^ hazzina) kapilmamak lazim.
Cunku, bunu yaparsak, konuyu degil de, ‘o /azam/ bunu demis, bu /hazret/ bunu buyurmus’larla bezeli, ‘benim babam senin babani dover’leri ihsas eden, malumatfurus lafazanliklardan oteye gecemeyiz.
‘Iktidar’ ne menem bir seydir; heryerde hep ayni ve mutlak midir gibi son derece yalin bir soruya cevap vermek icin dunya felsefe tarihinde ‘comprehensive literature survey’ (‘kapsamli kaynak taramasi’) yapmak ve butun dipnotlariyla hepsini hatim etmek gerekmiyor herhalde.
Gerekiyorsa, isimiz kotu: Yukaridaki anekdotta bahsi gecen sentetik allameden birisi olmus cikmisiz demektir…
Magaranin girisini birisi duvar orse, insanlik hicbirsey kaybetmis olmaz.
‘Gecen gun kapiya birisi geldi ‘Abi, senin nefesin kuvvetliymis; beni bi okur musun’ dediydi..
Ben de, meczubun birisi diyerek; gonderdim..
Ayip olmus.
Okusa miydim; ne?’
‘Sizin, mesela, ikide bir bir keferenin ismini zikredip onun bir lafini filan vecz (‘quote’) etmenizi yadirgiyorum. Bu, bana, konustugunuz konunun hala daha hakimi olamadiginizi, dublaj (‘elin cukuyle gerdege girmek’ de diyebiliriz) ihtiyaci duydugunuzu dusundurtuyor.
Konusuna hakim olan dipnotlara gerek duymaz. Ona, baskalari, dipnotlar filanla atifta bulunur; onu referans gosterirler.’
‘Magaranin girisini birisi duvar orse, insanlik hicbirsey kaybetmis olmaz.’
Alev Alatlı’nın, Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinden ayrılmayan bir ‘aydın-ımsı’ olduğu ortada.
Alatlı, bir kitabında şöyle yazmış:
Şu ‘Necip’ takma adı ile yazan, Alev Alatlı’nın çırağı. Ve Necip’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinden ayrılmayan bir kişi olduğu ortada.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/07/stalin-zeki-velidi-togan.html
‘orgazmik/vecdi^ hazzina’ , yanlış; ‘orgazmik/vecdî hazzına’, doğru.
En güzel seksin bedava, karşılıklı rızayla olduğu söylenir.
Necip mağaradaki alimler gibi beyninden fışkıran bir iktidar tanımını yapar. Dışarıdaki dünyada araştırmalar yapanların tamamıyla farklı ve çeşitli sonuçlara vardıklarına işaret edilir. Dahiler dahisi Necip, bu sitede tekrar ve tekrar ağzına aldığını tekrar ağzına alır ve bir türlü varamadığı orgazmik/vecdî hazzına sanal, ruhsal erişir.
Dahi Necip’in ruhani orgazmik/vecdî hazzı ne?
“Bilgi sonsuz, ne mağaradakiler ne de dışarıdakiler TAM bilebilir!” O halde benim kara cahilliğim normal!
Peki, bu dibi olmayan kuyuya nasıl düşer?
Necip, sanayi ve ticaretle, yani parayla, orgazmik/vecdî hazzına varmak ister, çuvallayınca hazzını (= kendi kendini kandırmayı) başka yerlerde arar. Boyunu aşan emprisizmde bulduğunu sanar. Boyundan büyük konuşan Necip, tekrar çuvallar! Bu defa arkasına Erdoğan’ı almaz. Eleştirdiği devrimcilerin bastıkları faka basar. Sanayi ve ticaret başlayalı her iktidarın pompaladığı GENÇLİK.
Her neyse genellikle düşmüşler kaldırılır ve defalarca denedim ama bu kara cahilin düştüğü kuyu çok derin.
Necip, empirisimzle eskiden sömürülen Allah’tan daha da güçlü yeni bir Allah bulunduğunu bilmez. Son 4-5 yüz yıldır yeni Allah olan doğanın ırzına geçtikleri halde hala orgazmik/vecdî hazzına varmayan pez*venklerle or*spulardan oluşan G20 müjdelerini verenleri taklit etmek ister. Eğer tümevarım mantığını kullanırsak, Necip ilk taklit edenlerin aynısı. G20 gibi işi becerenlerin dikizciliğiyle orgazmik/vecdî hazzına varamayan varanlar. Bunlar ampirik dünyamızdaki beyin yıkama makineleri okullar sayesinde mikroplar gibi üssel arttılar.
Her neyse. Bakalım Necip’in ağzına almakla orgazmik/vecdî hazzına varacağını sandığı gencin becerisine ve bir türlü orgazmik/vecdî hazzına varamayan Necip’e.
EĞER ATLARIN DİŞLERİ SAYILSAYDI OLSA OLSA BİR ORTALAMA ÖLÇÜ BULUNACAKTI.
Yine ağzına almakla “ampirik” gerçekten orgazmik/vecdî hazzına varacağını sanan mağaradaki Necip “bilgi sonsuzdur” nakaratına başlayacak:
“Şimdiye kadar ölmüş atların dişlerini saymadınız,
Bundan sonra doğacak atların dişlerini saymadınız,
Dünyanın daha henüz bulunmayan kıtalardaki atların dişlerini saymadınız,
Diğer gezegenlerdeki atların dişlerini saymadınız”
Şakırdatarak, sanayi/ticaret parasından kazandığı ampirik parayla varamadığı orgazmik/vecdî hazzına, sesi çıkmayan, uslu, pısırık, enayi okumuş kara cahil Türkler dolu bu sitede sanal hazza (kendi kendini kandırmaya) varacaktı.
Aslında Necip aşağılık duygusu içinde kıvranan cahil Türklerin ve özellikle bu sitedekilerin çoğunun mükemmel bir örneği. Bilmediği konularda fikir yürütüp, mağara masalı gibi, aslını bilmedikleri kavramları süpermarketlerde harcadıkları para kolaylığıyla kullanan, kendi kendilerine terapi yapan, bilgi-kültür endüstrisinin tüketicileri, mağdurları orta sınıf okuryazar, yazarçizer kara cahiller.
Sanki modern çağlarda her iktidarın güç kaynağı olan okumuş kara cahiller yığını bu sitede mücessem olmuş.
İktidara karşı enayilerin milli marşı:
“iktidar kötü, bilim-teknik çok iyi.”
İktidarı ağzına alıp orgazmik/vecdî hazzına varmayı ümit eden Necip ve birkaç benzerinin milli marşı:
“iktidar çok iyi, bilim-teknik çok iyi”
Bu herif Avrupa, Amerika ve diğer zengin ülkelerin orta sınıflarında devasa yaygın bir hastalık olan “gibi görünmek”le geçiniyor.
Zaten boşluğunu, bilginin ve gücün tekele alındığını, bunun kişilerde açtığı derin yaraları kabul edip nedenlerini aramaktansa, artık kokmuş basmakalıp laflarla enayilere leblebi dağıtma şarlatanlığı bu sitenin en temel özelliği.
Bu orta sınıfların diğer bir özelliği de, yüzüne tükürsen yağmur yağıyor diye serinlemeleri. Çoğu işi antidepresanlarla, meditasyonla, jimnastik salonlarıyla, her yaz tatil yerlerini gezmekle (life is always elsewhere) idare ediyorlar.
Sanırım, bu sitede, başta serinissimo Zileli, çoğunun beni terbiyesiz, ağzı bozuk bulmasının asıl nedeni orta sınıf süt çocukları olduğundan. Bastırılmış cinsel dürtüler ve diğer hüsranlarını şiddetle dışa vurmak için yeni bir Hitler bekleyen, orta sınıflar.
Biri “bu sitedekilerin hepsi yalaka” dedi. Eğer yanılmıyorsam “yalaka” yalayan demek. Ne kadar doğru!
Mağarada Emprisizm
Sizin hayatınız yurt dışında geçtiğinden dışarıda bol sayıda sıradan, karaktersiz mideleri dolu beyinleri boş orta sınıfları iyi tanıdığınız belli.
Necip’i paçavraya çevirdiniz halde hala hiç utanmadan devam etmesinin bir nedeni var. Necip, hayatı yaltakçılıkla geçmiş, vardığı makama k*ç yalamayla varmış bir kişi. Sık sık Arapça, Farsça, Osmanlıca kelimeler kullandığına dikkat etmiştiniz ama ardında yatan amacı düşündünüz mü?
Bizim tezimiz şu:
Necip, bu sitenin politik bir site olduğunu biliyor. Erdoğan’ın adamlarının böyle siteleri taradığını da biliyor. Dediğiniz gibi ampirik yaşamında bir türlü hazzını almadığı orgazmik/vecdî hazzına, bu sitede keşfedilmekle varmak ümidiyle dadanmış. Her şakşakçı gibi gözü yukarılarda. Hazzına Erdoğan’ıyla varacak. Erdoğan’ının önünde diz çökmekle varacak. Necip’in kovaladığınız Marxist Argümandan farkı politika yatırımlarını değişik ülkelerde, Türkiye ve Almanya’da, yapmaları.
Hadi, beni tartisalim.
Belli ki, baska konu kalmadi.
“Şu ‘Necip’ takma adı ile yazan, Alev Alatlı’nın çırağı.”
Alev hanim takdir ettigim bir entellektueldir (ya da, munevverdir).
Hem yaslandigi icin, hem de Nevsehir’deki o okul vaktinin cogunu aldigi icin (oyle saniyorum), malesef, dusunce hayatimiza katkilari giderek azaldi. Belki de bikti; bilemem.
Ciragi miyim?
Pek de degilim; ama, oyle algilaniyorsam da gucenmem.
“Ve Necip’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinden ayrılmayan bir kişi olduğu ortada.”
RTE konusunda sunu soylemem lazim:
Daha once de, baska baglamda, yazmistim. Ben elitistim.
Ister mafya mensubu olsun, ister din adami, isterse de fikir/sanat insani; ben, iclerinde en iyi olani hep takdir ederim.
Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir. Yuksunmem.
RTE, bu baglamda, uzun zamandir, siyaset sahnesindeki esitler arasinda (acik farkla) birinci olabilmek becerisini sergileyen birisi.
Bu bakimdan, evet, takdir ederim.
Destekler miyim?
Evet, dogru/faydali buldugum, isime gelen siyasetlerini desteklerim.
Hadi, beni tartisalim.
Belli ki, baska konu kalmadi.
“‘orgazmik/vecdi^ hazzina’ , yanlış; ‘orgazmik/vecdî hazzına’, doğru.”
Ben oyle yazmamis olsam, baska nasil size duzeltecek bir sey cikacakti?
“En güzel seksin bedava, karşılıklı rızayla olduğu söylenir.”
Yine mi ‘ikinci el’ bilgi? 😉
“‘Bilgi sonsuz, ne mağaradakiler ne de dışarıdakiler TAM bilebilir!’ O halde benim kara cahilliğim normal!”
Itiraziniz neyedir?
Ikisi de ‘dogru/isabetli’ degil mi?
“Peki, bu dibi olmayan kuyuya nasıl düşer?”
Tersine, ‘dibi olmayan kuyu’ya dusen ben degilim.
Bilgiyi sonlu, ve –ustelik– o sonlu bilginin tamamini da kendileri (ya da, atadiklari bir kisi/grup) sananlar/sayanlar bence ‘dibi olmayan kuyu’ya dusmus fakat farkinda bile olmayanlardir.
“EĞER ATLARIN DİŞLERİ SAYILSAYDI OLSA OLSA BİR ORTALAMA ÖLÇÜ BULUNACAKTI.”
Hic bir sey bulmamak icin bitmez tukenmez tartismalardan daha anlamli degil midir bu?
Illa mutlak bir sayi bulmak ve bunun icin de sonsuz zaman harcamak yerine, tespitinizin altina, “eldeki ‘sample’dan hareketle bulunan sayi budur; degismez oldugu iddiasi yoktur” yazar yola devam edersiniz.
Boylece, ileride, birisi baska bir rakam bulursa, bir tabu ile cebellesmek zorunda kalmak yerine, buldugu rakami oraciga ekler.
“Aslında Necip aşağılık duygusu içinde kıvranan cahil Türklerin ve özellikle bu sitedekilerin çoğunun mükemmel bir örneği.”
Bunu nasil belirlediniz?
Benim ‘aşağılık duygu’larimin sizinkilerden daha ‘aşağı’ oldugunu mu dusunuyorsunuz?
“Zaten boşluğunu, bilginin ve gücün tekele alındığını, bunun kişilerde açtığı derin yaraları kabul edip nedenlerini aramaktansa, artık kokmuş basmakalıp laflarla enayilere leblebi dağıtma şarlatanlığı bu sitenin en temel özelliği.”
Sizi de aramizda gormek ne mutluluk 😉
“Biri ‘bu sitedekilerin hepsi yalaka’ dedi. Eğer yanılmıyorsam ‘yalaka’ yalayan demek. Ne kadar doğru!”
Turkcede fiil kokune ‘ka’ takisi ekleyerek bir isim/sifat uretmenin benim bildigim baska bir ornegi yok. Dolayisi ile, bu kelime, dilin turetme mekanigine ait degil bence.
Onun yerine, bence, Rumca ‘malaka’ kelimesinin zaman icinde degismesi oldugunu dusunuyorum. [‘Malaka’nin Turkcedeki en isabetli karsiliginin ‘enayi’ ya da ‘andaval’ oldugunu dusunuyorum.]
Benzer ornegi, hepimiz biliriz, ‘seve seve ya da siyga siyga’ deyisinde de gorulebilir. Ikinci yarisindaki ‘siyga’ kelimesi Rumcadir; ‘siyga siyga’ demek ‘usul usul’ ya da ‘rahat rahat’ anlamina gelir. Asker ocaginda, bu, olmasi gerektigi sekle burundurulmustur 😉
Bilgi ve Hırs Sonsuzluğu Üzerine,
Çok evvel zaman içinde,Turco-American Necip ve alış veriş arkadaşlarını görenler olmuş. Hem de görenler, benim tanıdıklarıma benziyorlarsa, en az 8-10 diplomalı Indo-Americanlar’ın bittikleri topraklarda.
Önce iktidara dualar:
The Chandogya describes a procession of dogs chanting “Om! Let us eat. Om! Let us drink . . .”
Erdoğan, Modi ve köpeklerinin dini töreni esnasında yolun kenarında bana benzer bazıları Turco-Americanla Indo-Americanların dualarını işitirler. “Ekmek ver, su ver …”
Şimdi de bilgi sonluğu/sonsuzluğu:
X. approaches his father V. with the request for instruction about the nature of B. V. gives his son a formula which is indicative of the general nature of reality, and asks him to discover for himself the truth through austere enquiry …” X. enters upon the quest after the real. The first discovery that he makes is that food ( matter) is essential for existence. But soon he realizes that food is only the outer shell of what animates it, viz. life. Even this knowledge does not satisfy him; for upon further enquiry he finds that mind is the substratum of life. Subsequent analysis reveals to X. that mind too is a product and cannot answer to the definition of B. He now thinks that intellectual awareness is the final reality. Just as materialism, vitalism and mentalism were found wanting on closer scrutiny, intellectualism too is seen to be inadequate. etc., etc., etc.”
Çeviri:
Hakikati arayan sırayla maddede, canda, akılda, fark-ında olmada bulur. Ama hiç biri tam değil.
Kapı komşu İran’da bir şair
“ma zı aghaz o zı anjam- ı-jahan bı-khabar-ım
awwal-o-akhır-ı-ın kuhna kıtab uftad ast.”
der.
Çeviri:
Evren ilk ve son sayfası kayıp bir kitap.
Diğer bir İranlı şair,
rahrawan ra khastagı- ye-rah nıst
ıshq ham rah ast-u-ham khud-manzıl ast
Çeviri:
Bu yolunu tutanlar yorulmazlar:
Çünkü yol ve amaç aynı.
Not: Bak Necip ben de senin gibi Er-Doğan’a yaltakçı oldum!
Siz ve Indo-American arkadaşlarınız boşuna asıl isteğinizi, mal mülk toplamayı, ampirizm, bilgi sonsuzluğu, iktidarın doğuşu, kanser gibi hepimize bulaşması, genler, doğa falan filan ve benzeri,cilalı cici bici maskeler, giyerek saklıyorsunuz.
Artık bunlar, en azından, Batı’da gizlenmiyor. Daha doğrusu, herkes biliyor ama bilmez kisvesine bürünmüş. Sanırım sizin utangaçlığınız Hz Eyüp gibi mal mülke daha yeni erişmenizden kaynaklanıyor.
Ben elektriksiz susuz evde büyüdüm, Amerika’ya gittim ve öğrenciliğimde bile en az 3-4 odalı, mutfaklı, banyolu ve hatta bahçeli evlerde yaşadım. Sizi anlıyorum. Görmemişin oğlu olmuş çeke çeke çük*nü koparmış.
1920lerde Moskova’da bir duvar yazısı:
“İktidarda olanlar, ‘komünistmişiz’ gibi davranıyorlar; biz de inanıyormuş gibi davranıyoruz!”
Türk kahraman solcuları 1920lerde bilinene 70-80 yıl sonra uyandı.
Boynuzlu gibi, gerçeği, en son Türk solcuları, Sovyetler yıkılıp para akması durunca, öğrendiler. Ama olsun. Yine de ölen ve kalan kahramanların satışı randımanlı.
http://marksist.net/utku-kizilok/islamofobi-ya-da-milliyetcilik-marksizm-ne-diyor.htm
“Batı’da İslamofobinin 1990’dan başlayarak yükselişe geçmesi bir tesadüf değil. Zira 1990’da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte, dünya, yeni ve şiddetli bir kaos ve altüst oluş dönemine girdi. Sovyetler’in tarih sahnesinden ayrılması yalnızca o güne kadar var olan siyasal dengeleri ve ittifakları ortadan kaldırmadı, aynı zamanda, bu dönemdeki ideolojik söylemleri de geçersizleştirdi. Bir tarafta kapitalist, öte tarafta ise güya sosyalist kampın olduğu konjonktürde, Batılı emperyalist güçler emekçi kitlelerin bilincini yıkıma uğratmak amacıyla SSCB’yi ve onun varlığında komünizmi şeytanlaştırmış, onu bir korku ve emekçileri düzen politikalarına razı etmenin aracına dönüştürmüşlerdi. Sovyetler’in yıkılmasıyla, yaratılan algının temeli de ortadan kalktı ve bir boşluk oluştu. Oysa egemen sınıf için kitlelerin zihnini teslim alacak yeni bir sahte bilince ihtiyaç vardı. Zira dünya fırtınalı bir emperyalist paylaşım sürecine giriyordu ve toplumu sahte algılarla oyalamak düzenin selameti açısından kaçınılmazdı. İşte bu süreçte medeniyetler çatışması safsatası sahneye sürüldü.
Bu safsatanın, Sovyetler’in yıkılmasıyla kapitalizmin mutlak zafer kazandığı, tarihin sonunun geldiği ve sınıf savaşının bittiği uydurmasıyla aynı anda dile getirilmesi dikkat çekicidir. Aslında burjuva ideologlar, yeni dönemde, kapitalizm altında gerçek çelişkilerin ve çatışmaların toplumun farklı sınıflara bölünmüş olmasından değil, farklı dinlere ve medeniyetlere bölünmüş olmasından kaynaklandığını ileri sürüyorlardı. Dinsel ve kültürel çatışmanın kaçınılmaz olduğu propaganda edilerek Batılı işçi-emekçi kitleler, sorunların asıl kaynağından uzak tutulmak isteniyordu. Buna göre, diğer dinler ve medeniyetler ileri medeniyeti temsil eden Batı değerlerine saldıracak, onunla çatışma halinde olacak veya yok etmek isteyeceklerdi. Burjuva ideologların Batı değerleri dedikleri ise şunlardı: Piyasa ekonomisi, burjuva demokrasisi ve kapitalist üretim tarzı temelinde örgütlenmiş toplumsal ilişki ve yaşam biçimleri. Yani bir taraftan din ve medeniyetler çatışması safsatasıyla emperyalist savaş meşrulaştırılırken, öte taraftan emekçi kitleler “Batı değerleri” adı altında kapitalist sistemi savunmaya çağrılıyorlardı.
Bu dinler ya da medeniyetler savaşı safsatasının pratikte nasıl bir görünüm alacağı 11 Eylül saldırıları sonrasında netleştirildi: Terörizm ya da uluslararası terörizm! Emperyalist savaş Müslüman coğrafyasında yoğunlaştığından dolayı, bu savaşın bir aracı olarak kullanılan “terörizm”, doğal olarak İslami kılıklara bürünüyor. Lakin Batı’da gerçekleşen saldırılar, emperyalist savaşın bir görünümü olarak değil, medeniyetler ya da kültürler savaşının bir sonucu olarak sunuluyor. Emperyalist mahfillerde üretilen bu sahte bilinç, bir manipülasyon aracı olarak, Batılı egemen sınıfın tüm kesimleri tarafından etkin bir biçimde kullanılıyor. Günlük toplumsal hayatta ve medyada bu tema şu ya da bu biçimde işleniyor ve kitlelerin bilinci derinden derine oluşturuluyor. Örneğin, geçtiğimiz haftalarda Manchester’daki saldırının ardından bir açıklama yapan İngiltere Başbakanı May’in “teröristler, aşırıcılar değerlerimize saldırıyorlar, buna asla izin vermeyeceğiz” biçiminde konuşması, söz konusu ideolojik manipülasyonun bir devamıdır. Çünkü May, kitlelerin, İngiltere’nin Ortadoğu’yu ve Libya’yı yakıp yıkan emperyalist savaşta başı çeken güçlerden biri olduğunu ve terörizm denen şeyin de bu savaşın bir parçası olarak içeriye yansıdığı gerçeğini düşünmesini değil de, Batı’nın değerlerine düşman birtakım şeytanlar veya karanlık güçler olduğunu düşünmesini istiyor.”
Koşullar da Neymiş,
Bir zır deli modern bilimi ve medeniyeti saçma ve gülünç laflarla alaya almış diye sitedekiler adına ona katılmanızı doğru bulmuyoruz.
Türkiye din hurafelerine inananlarla dolu diye dine hurafe demek doğru değil.
Hitler Almanya’sı ırkçılık hurafesine inananlarla doluydu diye ırkçılığa hurafe demek doğru değil.
192lerden 1990lara kadar Türk solcuları ve hatta dünya solcuları Rusya’da Marksist bir komünizm yaşandığına inandığı için “Marksist komünizmine hurafelik, anarşistlik hurafelik değil” demek doğru değil.
MS 3. yüz yıldan 16. yüz yıla Avrupa halkının %100’ü Hıristiyanlığa inandığı için Hıristiyanlığa hurafelik demek doğru değil.
MS 7. yüz yıldan 20. yüz yıla kadar Müslüman ülkelerdeki halkın %100’ü İslam’a inandığı için İslam’a hurafelik demek doğru değil.
İtalya halkının %90’u faşistliğe inandığı için faşistliğe hurafelik demek doğru değil.
Canlı ve cansız bütün varlıkların medeni olduğuna inananlar olduğu için medeniliğe hurafelik demek doğru değil.
Şimdi dünya nüfusunun %32 Hıristiyan, %23 Müslüman, %15 Hindu, %7 Budist diye, bu dinlere hurafelik demek doğru değil.
17. yüz yıla kadar Avrupalılar taş yere Mecnun Leyla’sına döndüğü için düştüğüne inandıkları için sekse hurafelik demek doğru değil.
Örnekler sonsuza dek arttırılabilir.
Fakat devrimcilik, sosyal medya, televizyon, para, üretim-tüketim, anarşistlik gibi hakiki ve gerçek inançlara inanmak dururken,
” Ya yarın su 100 derecede kaynamazsa? Ya yarın yerçekimi denilen şey yalan çıksa ve atılan bir taş yere düşmeden havada kalsa? Ya yarın uzay boşluğunda nefes almak, hatta hiç nefes almadan yaşamak mümkün olsa?”
gibi saçmalıkları düşünmek bile hurafelik.
Zeitgeist videosuyla peşine milyonları takan medya artisti TZM “chairman”ı, İsa’nın babası Yusuf ne demiş:
Sizi hurafelere inanmayla kandırıyorlar!
Ardına milyonlarca kerizi takmış!
Zamanından önce medya artisti Marks ne demiş:
Din insanların afyonudur!
Ardına milyonlarca kerizi takmış!
Zileli abiniz ve bakirelik saplantısı içinde bunalmışlar ne demiş:
Maymunlukta en önde gelen Türk vatandaşlarımıza iyi bir haberimiz var: “Türk vatandaşları istediğiniz şey olun, hoşt görün, Gün-ünüzü Gün edin, ANARŞİST olun!
Artlarına siz ve size benzer bolluktan bunamış orta sınıf kerizlerin kerizleri bir azınlığı takmış! Geri kalanların hepsi hurafelik olmayan Erdoğan ve diğer hurafelere inanırlar.
Bunlar bir bakıma sizin klonlarınız, ayakları yerde gerçekçiler. Okumadığınız Canetti’nin ‘Crowds and Power’ kitabındaki sizler!
Siz ne diyorsunuz:
Maddecilik, medenicilik, bilimcilik bizim afyonumuzdur!
Arkanızdaki çaresiz kalmış bütün dünya sizleri alkışlamış!
Hitler ne demiş:
Dünyanın en üstün ırkı Avrupalı Almanlar!
Ardına sadece Almanya değil dünyanın en ünlü filozof, yazar, düşünür, şair, sanatçıları bile takmış!
Okuyup yazanların zift kara cahilliği mi? Bu benim inandığım bir hurafedir canım!
Hepinize ortak ne?
İnancınızın hurafelik olmadığı!
Hurafeliğe asla inanmayanlar hurafeliğe inanır mı, canım?
Bu site birbirini yiyen, lafla gemi yütüten Neciplerle dolu gibi.
32, 33 Necip Blues
Nihayet tamamıyla çaresiz kalan Necip işi itirafla halletmiş.
Evet, ben, merdivenin üst basamağında olanların k*çlarından ağzıma akıttıklarını çok seviyorum!
Evet, ben, orgazmik/vecdî hazzına sadece ve sadece merdivenin üst basamağında olanların ağzıma koyduklarıyla varıyorum!
Evet, ben, yüzüme tükürülünce hemen basamakları nasıl atladığımı hatırlayıp, dalkavukluğumu bilimselleştirip ‘survival of the fittest’ olarak görmekle rahatlıyorum.
Evet, ben, her iş adamı gibi ha çocukları fahişeliğe satmışım, ha gıda satmışım, fark olmadığına inanıyorum.
Evet, ben, ticaretin matematik olduğuna inanıyorum. Ekonomiye ahlak unsurunu sokanlar, ekonomi tanımının iktiadar tanımı gibi ben dersem odur olduğuna inanmayanlar. Eğer biri çıkar da yalanımı yüzüme vurursa, “bilgi sonsuzdur” ilahileriyle Erdoğan’ı arkama alır, varacağım orgazmik/vecdî hazzını hayal ederim!
Evet, ben “istatistiklerle nasıl yalan söylendiğini” hiç duymadım. Duymadığım şey de “vahşi çıplaklar” gibi yoktur.
Evet, ben, istatistikte “eldeki ‘sample’dan sadece ve sadece benim gibi k*ç yalayanların çıkardıkları TEK bir sonuca inanıyorum. (Ulan, insan bu kadar odun olur, be!)
Evet, ben, yüzüme tükürenlerin tükürükleriyle beslendiğim için, tükürenleri aramızda görmem beni sevindiriyor. Erdoğan, eninde sonunda, benim kendine benzediğimi görecek! İnanıyorum!
Evet, ben, ” Turkcede fiil kokune ‘ka’ takisi ekleyerek bir isim/sifat uretmenin benim bildigim baska bir ornegi yok.” gibi mutlak bir sayı vermektense, “eldeki ‘sample’dan Türkçe’de BİR YALAKA kelimesi var demeyi daha uygun buluyorum. Aynı zamanda yüzüme tükürene karşı cephe almakla Erdoğan’a yalancılıkta ne kadar usta olduğumu göstermek istiyorum.
Evet, ben, “‘Malaka’nin Turkcedeki en isabetli karsiliginin ‘enayi’ ya da ‘andaval’ oldugunu dusunuyorum. O halde enayiyim, andavalım!
Evet, ben, Erdoğan polislerinin bu sitede benim Erdoğan yalakacılığını (siyga siyga değil siga-siga be odun!) seve seve ve siga-siga tadını getirerek yapacağımı önder şefimiz O’na bildireceğine inanıyorum.
“Evet, ben, her iş adamı gibi ha çocukları fahişeliğe satmışım, ha gıda satmışım, fark olmadığına inanıyorum.
Evet, ben, ticaretin matematik olduğuna inanıyorum. Ekonomiye ahlak unsurunu sokanlar, ekonomi tanımının iktiadar tanımı gibi ben dersem odur olduğuna inanmayanlar. Eğer biri çıkar da yalanımı yüzüme vurursa, ‘bilgi sonsuzdur’ ilahileriyle Erdoğan’ı arkama alır, varacağım orgazmik/vecdî hazzını hayal ederim!”
Kuzum siz saka misiniz?
Essek sakasi, yani?
Baskalarini boyle iblislestirerek, kotulukluklerin timsali portresi cizerek, karikaturlestirerek, kendi hayatinizi kendinize temize mi cikarmaga calisiyorsunuz?
Bu kadar mi berbattir hayatiniz?
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/07/adalet-yuruyusu-ve-mitinginin-ardndan.html
1) Biz Türkiye’de temel sorunun, kapitalizm değil, tabiri caiz ise, Türkiye’nin kapitalizme uygun bir devlet yapısı olmadığını, tabiri caiz ise yeterince kapitalist olamamak olduğunu söylemişizdir. Yani 60’ların teorik plandaki strateji tartışmalarının kavram sistemiyle ifade edersek, Türkiye’de “feodalizm” veya “geçmişin kamburu” merkezi bürokratik devlet yapısı ve varlığı bu yapıya ve onun modernleşmesine bağlı olan modernist Askeri Bürokratik Oligarşi; Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Sünuf-u Devlet” veya “Devlet Sınıfları”dır. Yani paradoks odur ki, modern ve modernist devlet ve devlet sınıfları aslında Türkiye’nin “feodalizmi”dir. Öz görünür, genellikle, kendi zıttı biçiminde. Öz, yani geçmişin yadigârı üstyapı ve devlet, kendi zıddı biçiminde, yani modern ve modernist bir biçimde görünmektedir. Bu paradoksu anlayacak Marksist metodolojik temeli bulunmayanların, modernleşmeyi demokrasi ve ilerleme diye niteleyerek, bu devletin ve devlet sınıflarının yedeği olması kaçınılmazdır.
2) Bu merkezi ve bürokratik devletin ve devlet sınıflarının esnekliği ve kendini yenileme kabiliyeti hiçbir şekilde küçümsenmemelidir. Bu yapı ta Sümerlerden beri gelmektedir. Bizans iken, Osmanlı olmayı; Osmanlı iken Üçüncü Selimler, İkinci Mahmutlar, Abdülhamitler, İttihat Terakkiler, Mustafa Kemaller, İsmet İnönüler, Ecevitler ve Erdal İnönü’ler ve belki de şimdi Kılıçdaroğulları çıkararak bir şekilde kendini yenileyerek var olmayı; aynı kalabilmek için değişmeyi başarmıştır.
3) Bu merkezi bürokratik devlet yapısını parçalamayı hedeflemeyen hiçbir program, strateji ve hareket herhangi bir şekilde demokrasiye ulaşamaz.
4) Bu merkezi bürokratik devlet ve askeri bürokratik oligarşi ise ancak en geniş kitlelerin, milyonlarca insanın aktif eylemi ve katılımıyla parçalanabilir ve onun yerine halkın üzerinde yükselmeyen ve ona hizmet edecek, onun iradesinin bir aracı olacak bir devlet kurulabilir.
5) Bu merkezi bürokratik cihaz ile onun biyolojik ırkçı bir Türklükle tanımlanması ayrılmaz bir bütündür. Ulusun ya da politik olanın herhangi bir dille, dinle, etniyle, kültürle vs. tanımlanmasına son verilmeden; ulus böyle tanımlanmalara karşı tanımlanmadan bu merkezi bürokratik yapı hem parçalanamaz, yani onu parçalayabilecek bir güç birleşimi sağlanamaz; hem de parçalandığında, parçalanma her bir aşiretin, dilin, dinin, kültürün politik bir birim olduğu bir Lübnanlaşmayla son bulur. Kürt hareketinin programı olan bu Lübnanlaşma açmazı, bu merkezi ve bürokratik cihazın varlığını sürdürmesinin ve muhtemelen kendini tekrar yenileyebilecek olmasının en esaslı nedenlerindin biridir.
6) Kürt Ulusal Hareketi, Kürtlüğün “tanınması” ve “statü”sü hedefinden, yani dile, dine göre tanımlanmış bir ulusal hareket olmaktan; Türklüğün de tanınmaması hedefine yönelmedikçe; yani bir demokratik ulus hareketine; demokratik bir sosyal harekete dönüşmedikçe; Türkiye’nin diğer demokratik özlemli kesimleriyle bir ittifak kuramaz. Kürt hareketinin sorunu, program sorunudur. “Kürt Meselesi”ni değil, Türk Meselesi’ni çözecek bir program olmadan Kürtlerin üzerindeki ulusal baskı son bulamaz.
7) Türkiye’de demokratik bir hareket olmamasının ve var olanın da cılızlığının nedeni böyle bir programı olan bir hareket olmamasından kaynaklanmaktadır. Devlet sınıfları ve liberaller, var olan merkezi bürokratik ve Türklükle tanımlanmış devleti parçalamak değil; reforme etmek; yani Türklükle tanımlanmış olmasını korumak ama bugünkü inkârcılığın yerine, Avrupa’daki gibi, Kürtlüğün birey hukuku çerçevesinde tanınmasını savunmakta; buna karşılık Kürt Hareketi de yapının merkezi ve bürokratik karakterini hiçbir şekilde sorgulamadan (çünkü kendisi de benzer bir yapının tohumudur aynı zamanda) Kürtlüğün politik olarak tanınmasını talep etmektedir. Bu iki yol da çıkmazdır ve her biri varlığını diğerinin varlığına borçludur. Bu açmazdan kurtulamadığı takdirde bir iç savaş ve parçalanma kaçınılmazdır.
8) Buradan tek çıkış, devletin veya ulusun Türklükle veya Kürtlükle (yani bir dille, dinle, soyla, tarihle, ırkla, kültürle) tanımlanmasına son vermektir.
9) Politik olanı, yani ulusu bunların biriyle tanımlamak, demokratik bir ulus ve devlet ile bir arada bulunamaz. Türklüğün ve Kürtlüğün Demokrasi ile; Türklük veya Kürtlükle tanımlanmış politik birimler veya uluslarla, Demokratik bir Ulus veya Cumhuriyet ile bir arada bulunamaz.
Bunlar yıllardır tekrarlaya tekrarlaya dilimizde tüy bitmiş, bütün yazılarımıza dağılmış, her birinde çeşitli yönlerden ele alınmış önermelerdir.
Bu önermelerle hesaplaşmadan, bunlarla yüzleşmeden bir demokratik muhalefet oluşamaz ve bir adım bile ileri gidilemez.
‘Ben elitistim. Ister mafya mensubu olsun, ister din adami, isterse de fikir-sanat insani; ben, iclerinde en iyi olani hep takdir ederim. Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir. Yuksunmem. RTE, bu baglamda, uzun zamandir, siyaset sahnesindeki esitler arasinda (acik farkla) birinci olabilmek becerisini sergileyen birisi. Bu bakimdan, evet, takdir ederim. Destekler miyim? Evet, dogru-faydali buldugum, isime gelen siyasetlerini desteklerim.’
‘Elitist’mişsin. Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ı hep takdir edermişsin, desteklermişsin, senin işine gelen siyasetlerini desteklermişsin.
‘Elitist’mişsin. Diktatör Stalin’i de hep takdir ediyor musun? Destekliyor musun? Senin işine gelen siyasetlerini destekliyor musun Necip?
‘Elitist’mişsin. Diktatör Hitler’i de hep takdir ediyor musun? Destekliyor musun? Senin işine gelen siyasetlerini destekliyor musun Necip?
Faşist anarşizm (!)
“AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Mahir Ünal, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘Adalet Mitingi’ne ilişkin “Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, sokağı ve isyanı teşvik etmektedir. Siz demokrasiyi, parlamentoyu, seçilmiş hükümeti yok sayıyorsanız ve sokağı adres gösteriyorsanız bunun adı faşizmdir. Sandığı ve seçimi yok sayan, isyan çağrısı yapan Kılıçdaroğlu, maalesef topluma anarşizm sunmaktadır. Bundan vazgeçmesini tavsiye ediyoruz” dedi.”
“‘Elitist’mişsin. Diktatör Stalin’i de hep takdir ediyor musun? Destekliyor musun? Senin işine gelen siyasetlerini destekliyor musun Necip?”
Sizi sasirtacak bir sey –bir kucuk nuans– var: Stalin sag degil. Oleli cok oldu.
Birakin benim isime gelecek olani, herhangi bir sekilde siyaset yapmasi sozkonusu degil.
Dolayisi ile, destekleyecek bir sey yok.
“‘Elitist’mişsin. Diktatör Hitler’i de hep takdir ediyor musun? Destekliyor musun? Senin işine gelen siyasetlerini destekliyor musun Necip?”
Sizi sasirtacak bir sey –bir kucuk nuans– var: Hitler sag degil. Oleli cok oldu.
Birakin benim isime gelecek olani, herhangi bir sekilde siyaset yapmasi sozkonusu degil.
Dolayisi ile, destekleyecek bir sey yok.
“Siz demokrasiyi, parlamentoyu, seçilmiş hükümeti yok sayıyorsanız ve sokağı adres gösteriyorsanız bunun adı faşizmdir.”
(AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Mahir Ünal)
“Siz” İç Anadolu seçmeninin çoğunluğu tarafından “seçilmiş hükümeti”n büyükşehirler, sahil bölgeleri ve Güneydoğu Anadolu’da kendisini istemeyen çoğunluğu yönetme hakkını “yok sayıyorsanız ve sokağı adres gösteriyorsanız bunun adı” gerçek demokrasidir.
I’m A Slave 4 RTE
This song is dedicated to you, RTE
https://www.youtube.com/watch?v=Mzybwwf2HoQ
Ergenekon davalarının hakim ve savcılarına 600 yıl hapis istenmiş.
Ergenekon davalarında uydurma suçlamalarla mağdur edilenlerin haklarını savunan sn. Zileli onları mağdur eden ama şimdi mağdur edilen hakim ve savcıların haklarını da savunur mu?
“Ergenekon” diye hayali bir örgüt uydurulması hukuk dışıdır da Ergenekon davalarının hakim ve savcılarının yargılanması hukuki midir?
değildir. Onları da savunurum. Benim işim bu.
http://gercekgazetesi.net/perspektif/yuruyus-bitti-miting-dagildi-simdi-ya-chp-tusiad-ve-emperyalizmin-arkasindan-2019a-ya
Yıllar önce, Alev Alatlı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden Beştepe’deki merasimde ödül aldığında, Alatlı hakkındaki görüşlerini öğrenmek için Zileli’ye soru sormuştum.
Önce yazılarını önerdi:
http://www.gunzileli.com/1993/12/12/orda-neler-var-neler-1/
http://www.gunzileli.com/1994/02/01/orada-neler-var-neler-2/
http://www.gunzileli.com/2011/11/02/muhafazakar-modernist-proje%E2%80%A6/
http://www.gunzileli.com/2012/02/07/milliyetci-muhafazakar-alev-alatli%E2%80%99ya-bir-tablet-kitap/
Sonra kısaca (kelimesi kelimesine hatırlamadığım) şuna benzer bir şeyi ifade etmişti Zileli:
Eğer Zileli, ne yazdığını net hatırlıyorsa, daha açık aktarabilir. Yukarıda hatam varsa, düzeltebilir.
Şimdi:
‘Sizi sasirtacak bir sey (bir kucuk nuans) var. Stalin (ve Hitler) sag degil. Oleli cok oldu. Birakin benim isime gelecek olani, herhangi bir sekilde siyaset yapmasi sozkonusu degil. Dolayisi ile, destekleyecek bir sey yok.’
Ortada şaşırılacak bir vaziyet yok. ‘Küçük-Orta-Büyük’ nüans da yok.
Necip, sen; Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ı, Diktatör Stalin’i, Diktatör Hitler’i hep takdir edersin, desteklersin, senin işine gelen siyasetlerini desteklersin.
Gerçek bu.
Necip, Alev Alatlı’nın çırağıdır. Necip, diktatörlerin yanındadır.
http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/07/demokratik-secim-sistemi-islama-aykrdr.html
“Ister mafya mensubu olsun, ister din adami, isterse de fikir/sanat insani; ben, iclerinde en iyi olani hep takdir ederim.”
Çeviri:
Benden üstün olanları yalaya yalaya, alkışlaya alkışlaya makamımı elde ettim.
Nasıl biliyoruz?
“… benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir. “, der.
Bu elit değil, el-öp Necip, sözlüklere bakmak hariç her konuda olduğu gibi, evrim teorisinde de ne kadar bilgisiz olduğunu apaçık gösterir. Paçavraya döndürüldüğünden ihtiyat maskesini takmayı unutur ve bilimde bir ortaokul öğrencisinin yapmayacağı hatayı yapar: “fittest” sözcüğüyle “en iyi” anladığını alık salık açığa vurur. Zavallı kara cahil. Elit olmak kolay değil. Normal insanların zevk vereni çarşafa dolaşır, bu yüksekten atma meraklısı el-itin beyni çarşafa dolaşır.
Neyse ben onu bağışlarım ama daha büyük bir hata yaptı. Yasaklanan evrim teorisinin temelinde yatan bir kavramı ağzına aldı. Er-doğan duyarsa sadece kulaklarını çekmekle kalmaz. Necip’in patronuna bir telefon yeter. “fittist” Necip patronundan “stiffest”, “biggest” tekme yer ve bu orgazmik/vecdî hazzına ağzıyla varan elit “gleet” olur.
“Eğer Zileli, ne yazdığını net hatırlıyorsa, daha açık aktarabilir. Yukarıda hatam varsa, düzeltebilir.”
Sizin, kolay kolay duzeltemeyecegimiz, hataniz su:
Siz, Zileli’ye ‘azam’/’hazret’ muamelesi cekiyorsunuz. Sanki, Zileli, bir kutb-ul kanaatmis gibi, onun ne demis oldugunu/olabilcegini yaziyorsunuz.
Zileli’nin ya da sizin –veya bir baskasinin– kanaatini(zi), merak saikiyle, ogrenmek isteyebilirim; ama, o kadar. Benim kanaatlerimi belirlemek icin yatin edici degildir(ler).
“Necip, sen; Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ı, Diktatör Stalin’i, Diktatör Hitler’i hep takdir edersin, desteklersin, senin işine gelen siyasetlerini desteklersin.”
Bu kucucuk, cocuksu, kelime oyunlarina bayilirim.
Bayilirim da, bu tufa fazlasiyla cocuksu.
Daha once tartismistik:
Hitler ve Stalin, isbasina geldikten sonra hic secime gitmedi. Dolayisi ile, bu ikisi icin, ‘diktator’ sifati yanlis degil.
Peki, RTE kac defa secime/referanduma gitti?
8? 10?
Sonuc: Siz, ne dediginizi bilmiyorsunuz.
Yine de, cocuksu/basit/ucuz kelime oyunlari yapmaga yeltenmekten geri durmuyorsunuz.
Yiyen vardir muhakkak.
Ben onlardan birisi degilim.
Uzgunum.
“Yasaklanan evrim teorisinin temelinde yatan bir kavramı ağzına aldı.”
Gercekten?
Bulup bulabildiginiz arguman bu mudur?
Kim yasaklamis, ne zaman yasaklamis?
Nerede olmus bu?
Yok boyle bir sey.. bir peri suret gorunmus; bir hayal olmus zat-i alinize..
Sizin atifta bulundugunuz ‘Evrim Teorisi’ (TM), teori filan degil, upuzun bir hikayedir. Gecmise yonelik kehanetlerden ibaret bir ‘narrative’dir. Bilimsel filan da degildir.
Ben o dinden degilim.
http://odatv.com/harita-muhendisleri-odasi-bilimsel-hesabi-yapti-1007171200.html
Bakalim, ne kadar ‘bilimsel’mis..
‘En az’ ne demektir?
‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’ oturdugu yerden boyle sallayacaksa, lafin arasina ‘bilimsel’ sokusturmanin ne anlami var?
Tepemizde bir suru uydu var –Turkiye’nin de var.
Bunlardan birisinden, parasini verip, meydanin en kalabalik halinin goruntusunu alabilir ve oradan kelle sayisini cikarabilirlerdi.
Ama, yok. ‘Bilimsel’ sallama kolay oluyor. Hele de, arkasina, anli sanli bir de ‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’ titrini takarsaniz.
Taabi, tabi.. ‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’ bu tur ‘teknik’ isler icin kurulmus kutsal bir locadir. Onlarin gorev sahasina girer, son sozu de onlar buyurur.
Fakat, galiba bu kelli felli hanimlar beyler ‘Google Earth Pro’ diye birseyden pek de haberdar degil. Google bunu bedava dagitiyor. [ https://www.google.com/earth/desktop/ ]
Onu indiriyor ve kuruyorsunuz. Ondan sonra, ilgili meydani bulup, etrafina bir poligon cizdiriyorsunuz ve sakkadanak size oranin alanini filan veriyor. Hayli de hassas.
Bu basit islemi yaparsaniz, Maltepe Meydaninin alaninin 265,000 m2 oldugunu bulursunuz.
https://www.google.com/maps/@40.9979104,28.9455656,16.33z
Uydu resmi olmadigi icin, alanin hangi yogunlukta doldugunu bilmiyoruz. Yine, uydu resmi olmadigi icin, hangi sokak ve caddelerin ne kadar dolu oldugunu da bilmiyoruz.
Ama, ‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’, kafadan 100,000 m2 bagislamis. Toplami da, 375,000 m2 yapmis.
Eh, ‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’ni kiracagim?
Diyelim ki dogru.
Dogru da, “m2’ye 3 ile 6 arasında insanın yer aldığı kabul edilmektedir” diyor.. Yani, ortalama 4.5 kisi/m2.
Ya da, daha bir rakamsal bakacaksak: kisi basina 47cm x 47cm. Hadi, yuvarlak hesap, 50cm x 50cm.
Iste, bu noktada zurna detone oluyor.
Oluyor, cunku, tavuk kumeslerinde bile m2’ye 4 tavuk hesaplanir; daha fazlasi insani bulunmaz.
Bu kadarcik kusuru da yadirgamamak lazim.
‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’nin tavukculuk/kumes tasarimi filandan anlamasini bekleyemeyiz.
Hesap yapmak yerine, sallamalarini da, ‘canim, o kadarcik kusur kadi kizinda bile olur’ der geceriz.
Sonucta, universitelerin en dusuk puanlarla girilen bir muhendislik dalindan mezun olmuslar.
Saygi duymak gerekir.
Taabi tabi.
Uydu goruntusu filandan bahsettim; ama, aslinda, ona bile gerek yok.
Meydanin, miting sirasinda cekilmis, resmi asagidaki linkte var:
https://img-s1.onedio.com/id-596351d46b4a4ac41311361a/rev-0/w-500/s-cbbdf1552843719b1f182da7fc313b77d87aa842.jpg
[Podyumun uzerindeki brandadaki ‘adalet’ yazisi baska bir zaman veya meydanla karistirilmasini da engelliyor.]
Buradan da gorebildigimiz uzere, hic de oyle dag-tas insan kayniyor degil.
Oradaki dikdortgen alanin icinde toplanmislar. Dikdortgenin disina tasma olmadigi gibi, arkalarda da bos yer bile var.
O dikdortgen alani tarayicinizda gormek isterseniz, su linki tiklayabilirsiniz.
https://www.google.com/maps/@40.920446,29.124147,2533m/data=!3m1!1e3
‘Google Earth Pro’ ile alanini hesaplarsaniz, 30,000 m2 oldugunu bulursunuz.
‘Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası’nin (kumeslere bile reva gorulmeyen) 4.5 kisi/m2 rakamini kullanacak olursaniz, 135,000 kisi cikar.
[Arkalardaki bos yerleri de dolu saydik, bu arada.]
30 donumluk bir alani bile tam dolduramamisken, insanlarin sokak ve caddelere tastigini iddia etmek ne kadar anlamlidir; bilemem.
Benim icin onemli olan o degil.
Alenen yalan soylenmesi.
Bunu kimin yaptigi onemli degil.
Ister AKP yapsin, isterse de CHP. Farketmez.
Yalan yalandir.
CHP acisindan, bence, bir baska mahsuru daha var.
CHP’ye gonul vermis insanlari bu abartilmis yalanlara inandirip, rehavete kapilmalarina yol aciyorlar; ardindan da, cok ciddi hayal kirikliklari, husranlar yasatiyorlar.
Belki de AKP’in istedigi tam da budur (cunku, bu sekilde kendi secmenini konsolide edebiliyor); ama, bizzat CHP’nin CHP’ye gonul vermis insanlari bu sekilde kandirmasi, bence, reva degil.
ben oradaydım ve bu yazdıklarınız külliyen yalan. insanlar maltepe mnibüs yolundan aşağı inemediler kalabalıktan. insan bir şeyi nasıl görmek isterse öyle görür.
Bilgiç Necip Soytarılığına Devam Ediyor
1. Asıl konu senin “fittist” sözcüğünü anlamamış dolayısıyla evrim teorisi cahilliğindi.
2. Türkiye’de evrim teorisin okullarda yasaklandığını duymamışsın galiba. Her neyse, şimdi ileri sürülen yasaklama nedenlerini anlıyorum: Senin gibi anlamadan konuşan şapşallar üretiyor.
3. Her salak her teoriye hikaye diyebilir. Seni paçavraya çevirdim, ne dediğini bilmez oldun. Her teori, her hikaye, her okkalı sözcüğün “narrative” geçmişe yöneliktir. Bu, matematik ve mantık gibi bilgiler dışında bütün bilgilere ortaktır. Hatta dinlerde bile tehlike dolu dünyada başına geleceklerden korkmama aşılanmaya çalışılır. Hepsinde ileriyi etkilemek amacı bulunur veya bulunabilir. Sen sonsuz sayıda k*ç yalamışsın, ne zaman ağzını açsan b*k çıkıyor, bilgiçliğini teşhir ediyorsun. Senin maşukun tümevarımı da, evrim teorisini anlamadığın gibi, anamamışısın. Tümevarımda geleceğin geçmişteki gibi “uniform” olacağı varsayılır, be hödük!
4. İş hayatındaki lağım fareleri yarışmasında öğrendiğin sidik yarışması bana karşı sökmüyor. Kabul et ve doğduğundan beri alıştığın gibi benim de k*çımı yala! Bilmediğin konularda ezan okuma! Ticaretten başka bir b*k bilmediğini kabul et!
Sende zerre kadar onur olsa “fittist” kelimesini yanlış bildiğini kabul eder, her zaman yaptığın gibi, konuyu değişirmezdin. Üstelik, çırpındıkça b*k içine daha çok batıyorsun: yasaklığı duymadığn gibi. Aynı şeyi burnunu ağzından çıkan b*klara her sürttüğümde yaptın.
“ben oradaydım ve bu yazdıklarınız külliyen yalan.”
Resime bakin.
https://img-s1.onedio.com/id-596351d46b4a4ac41311361a/rev-0/w-500/s-cbbdf1552843719b1f182da7fc313b77d87aa842.jpg
Bu resmi ben cekmedim.
Daha kalabalik halini gosteren bir resim bulursaniz, paylasin lutfen.
“insanlar maltepe mnibüs yolundan aşağı inemediler kalabalıktan.”
Insanlar..
Kac kisi?
Siz, yol seviyesinden baktiginiz zaman kac kisiyi gorebilirsiniz?
“insan bir şeyi nasıl görmek isterse öyle görür.”
Dogru.
Bu da, CHP TV’nin ‘Büyük Maltepe Adalet Mitingi / 09 Temmuz 2017’ basligiyla yayinladigi video.
Videonun tanitim resminde ‘3 milyona yaklasti’ diyor.
Bakalim dogru muymus?
https://www.youtube.com/watch?v=5duq-saHs8A
Simdi.. Buyrun size zaman koordinatlari:
02:37 – Meydan bos sayilir. Insanlar yeni yeni geliyor.
06:02 – Kilicdaroglu sahneye cikiyor. Arkalar bos
20:14 – Kilicdaroglu konusuyor. Arkalar bos.
28:44 – Kilicdaroglu konusuyor. Yandaki agaclarin arkasinda tek tuk birkac kisi var. Geriye kalani dikdortgenin icinde.
36:32 – Kilicdaroglu konusuyor. Yandaki agaclarin arkasinda tek tuk birkac kisi var. Geriye kalani dikdortgenin icinde.
36:32 – Kilicdaroglu konusuyor. Metrekarede 4-5 kisi filan yok.
42:38 – Kilicdaroglu konusuyor. Yandaki agaclarin arkasinda pek kimse yok. Herkes kalani dikdortgenin icinde.
46:37 – Kilicdaroglu konusuyor. Arkalar ne kadar dolu cok iyi secilmiyor ama herkes dikdortgenin icinde.
56:17 – Kilicdaroglu konusuyor. Sahneden uzaklasildikca, ozellikle de sag taraf, hayli seyrek.
58:52 – Kilicdaroglu konusuyor. Arkalar ne kadar dolu cok iyi secilmiyor ama herkes dikdortgenin icinde.
58:55 – Kilicdaroglu konusuyor. Meydanin ne denli hinca hinc (!) doldugu gorulebiliyor.
01:01:25 – Kilicdaroglu konusuyor. Dikdortgenin disinda kimsenin olmadigini gosteren uzunca bir cekim.
01:02:59 – Kilicdaroglu konusuyor. Dikdortgenin arkalarinin bos oldugu iyice secilebiliyor.
01:03:48 – Kilicdaroglu konusuyor. Dikdortgenin arkalarinin bos oldugu iyice secilebiliyor.
01:04:44 – Kilicdaroglu konusmayi bitirdi. Dikdortgenin arkalarinin bos oldugu goruluyor.
Bu arada, CHP TV’nin CHP liderinin en onemli mitinginde yaptigi cekimde ses koymamasi –bu kadarcik bir seyi dahi becerememesi– uzucu.
Yukaridaki cekimde, arka taraflarin dolu olduguna, dikdortgen alanin disinda birilerinin daha olduguna dair bir sey goremedim.
Siz, gorebiliyorsaniz, zaman koordinatlarini verin beraber bakalim. [ Pardon, tabii ki, siz odev yapmazsiniz. Fetva ve ferman buyururusunuz. Biz de alir bastaci yapariz. Taabi tabi. ]
Emekçiler adalet istiyor, CHP patronlara mektup yazıyor!
Gerçek
Temmuz 6, 2017
CHP Genel Başkan Yardımcısı Çetin Osman Budak, partisi adına bir mektup yazarak patron örgütleri TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği) ve MÜSİAD’ı (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) adalet yürüyüşüne davet etti. Mektupta büyük patronlar şu ifadelerle yürüyüşe çağrıldı: “Bugün keyfi uygulamalar ve hukuksuz yargılamalar nedeniyle mülkün temeli çökmüş durumdadır. Ülkemizin bu tablo ile geleceğe yürümesi mümkün değildir. Adaletin olmadığı yerde can ve mal güvenliği, yatırım, üretim, iş, aş ve huzur olmaz. Bunu en yakından bilenler sizlersiniz. Adalet ve demokrasi mücadelesine verilen her türlü destek, çok değerli ve iyi bir gelecek için çok önemlidir. İş dünyamızın, ülkemizin can alıcı sorunlarına kayıtsız kalamayacağına inanıyorum. Bu çerçevede, 9 Temmuz 2017 saat 18.00’de İstanbul Maltepe’de düzenlenecek miting ile sona erecek olan Adalet Yürüyüşü’nün, herhangi bir aşamasında parçası olmanız, daha özgür, daha güvenli bir Türkiye için önemli bir katkı olacaktır.”
2017’nin ilk çeyreğinde Koç Holding, 22,3 milyar lira gelir ve yüzde 118 kâr artışı açıklarken, Türkiye’nin en büyük 500 şirketi ortalama yüzde 25 büyümüşken, net kârları yüzde 48,5 artarak 42,5 milyar liraya ulaşmışken, Türkiye’de 10 milyar liranın üzerinde satış geliri olan şirket sayısı 17’den 20’ye çıkmışken, CHP’nin mektubu sayesinde “mülkün temeli”nin çökmüş olduğunu ve bunu en iyi bilenin de patronlar olduğunu öğreniyoruz.
Halbuki gerçeğe baktığımızda mülkün temeli çökmek bir yana patronların, Erdoğan’ın deyimiyle “önlerini açan” OHAL sayesinde mülklerine kat üstüne kat çıktığını görüyoruz. Bunu da en iyi bilenler Türkiye’nin büyük patronları.
Patronlar OHAL’de kârlarına kâr katarken, asgari ücret ise hala açlık sınırının altında. İşten çıkarmalar tam hızla devam ediyor. Taşeron işçileri OHAL’den önce de OHAL sırasında da kendi lehlerine olan mahkeme kararlarının uygulanmasını istiyor. Tabii belediyelerinde örgütlenmek isteyen taşeron işçilerini işten atan, belediye şirketlerini özelleştirerek işçilerin toplu sözleşme haklarını baltalamaya çalışan, üstelik bu işçi düşmanı uygulamalara “adalet yürüyüşü” sırasında bile devam etmekten imtina etmeyin CHP’nin işçilerle değil de patronlarla gönül birliği yapmasında, patronlarla kol kola yürümek istemesinde şaşılacak bir şey yok.
Sınıf bilincini tümden yitirimiş solcularımız adalet yürüyüşünü bir halk yürüyüşüne çevirmeyi hayal ederken, CHP halkın haklı taleplerle katıldığı yürüyüşü emperyalizmin ve patronların peşine takıyor. CHP liderliğinin bu çabaları halkın haklı adalet talebine gölge düşürmez. Ancak yaşananlar bu talebin emperyalizmin ve patronların peşinden giderek değil emperyalizme ve patronlara karşı yükseltilmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü adaletsizliği en iyi Koç’lar değil Koç’ların işten attığı, OHAL’in grevlerini yasakladığı binlerce işçi biliyor. Emekçi milyonlar emperyalizme bir kurtarıcı olarak değil düşmanca ve öfkeyle bakıyor. Adalet için patronlara mektup yazanlarla değil patronlara karşı fabrikalarda işyerlerinde direnen işçilerle birlikte yürümek gerekiyor. Bir kez daha görüyoruz ki bu ikisi birlikte olmuyor.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/emekciler-adalet-istiyor-chp-patronlara-mektup-yaziyor
Altan Tan’dan AK Partili vekilli savunma
HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, ‘Terör örgütü propagandası yapmak’ suçundan 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılandığı davada savunma yaptı. İddianamede, öldürülen bir PKK’lı teröristin cenazesine katılmakla suçlanan Altan Tan, “Cenazeye binlerce insan katıldı. Hatta AKP milletvekilleri de katılmıştır” dedi.
HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın, 2011 yılında öldürülen PKK’lı teröristin cenazesine katıldığı ve yaptığı bir konuşma nedeniyle ‘Terör örgütü propagandası yaptığı’ iddiasıyla yargılanmasına devam edildi. Diyarbakır 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada tutuksuz sanık Altan Tan ve avukatı hazır bulundu. Duruşmada savunması alınan Altan Tan, katıldığı cenaze törenlerinde ve taziyelerde toplumu sakinleştirdiğini belirterek şöyle dedi:
“Tutanaklarda taziye duası okuduğum ve eylemleri durdurarak kitleyi dağıttığım yazılıdır. Cenazeye tarih itibariyle binlerce insan katılmıştır. Hatta AKP milletvekilleri de katılmıştır. Bunun örgüt propagandası ile bir alakası yoktur. Hayatım boyunca örgüt propagandası yapmadım. Ben toplumu sakinleştirdim ve taziye olduğundan dolayı herkesi sükunete davet ettim.”
‘KÜRT SİYASETİNDE DE ŞİDDETE KARŞI OLDUM’
Siyasetçi olarak Kürt meselesini savunduğunu belirten Altan Tan sözlerini şöyle sürdürdü:
“Kürt siyaseti ile ilgili devletin ve hükümetin politikasını yanlış buluyorum. Düşüncelerimi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Abdullah Gül’e açıkladım. Uygulanan politikaların yanlış olduğunu, bu işin ancak demokrasi ile çözülebileceğini yüzlerine söyledim. Benim hiçbir dönem hiçbir örgüt ile bağlantım olmadı. Hiçbir zaman silahlı örgütleri savunmadım. Devletin de dönem dönem uyguladığı yasadışı çetelerin uygulamalarına karşı çıktığım gibi, Kürt siyasetinde de şiddete karşı oldum.”
Mahkeme eksiklerin tamamlanması için duruşmayı erteledi.
“Survival of the fittest” mı, doğal seleksiyon mu? İkincisi bunu daha iyi ifade ediyor sanki.
‘Sizin, kolay kolay duzeltemeyecegimiz, hataniz su. Siz, Zileli’ye ‘azam’ – ‘hazret’ muamelesi cekiyorsunuz. Sanki, Zileli, bir kutb-ul kanaatmis gibi, onun ne demis oldugunu-olabilcegini yaziyorsunuz. Zileli’nin ya da sizin [veya bir baskasinin] kanaatini(zi), merak saikiyle, ogrenmek isteyebilirim; ama, o kadar. Benim kanaatlerimi belirlemek icin yatin edici degildir(ler).’
Ortada, hata-mata yok. Hata olmadığı için, düzeltilmesi gereken herhangi bir vaziyet de yok.
Zileli’ye kimse (en azından, bu sayfada ben) ‘azam’ ve-ya ‘hazret’ muamelesi çekmiyor(um). Bu, senin uydurman.
Zileli’nin yaptığı tespitin de (yani, Alev Alatlı’nın, diktatörlerin yanında pozisyonlanması gibi; senin de, diktatörlerin yanında pozisyonlanman) gerçekliğini ve doğruluğunu senin suratına çarpmak için hatırlattım. Bu gerçekliği hatırlatan, bu doğru tespitleri yapan kişiler; otomatikman, ‘azam’ ve-ya ‘hazret’ kategorisinde olmak zorunda değil. Necip kendi beyninde biriktirdiğin diktatörlük yanlısı görüşlerini yaymak için laf çarpıtma.
‘Bu kucucuk, cocuksu, kelime oyunlarina bayilirim. Bayilirim da, bu tufa fazlasiyla cocuksu. Daha once tartismistik. Hitler ve Stalin, isbasina geldikten sonra hic secime gitmedi. Dolayisi ile, bu ikisi icin, ‘diktator’ sifati yanlis degil. Peki, RTE kac defa secime-referanduma gitti? 8? 10? Sonuc; siz, ne dediginizi bilmiyorsunuz. Yine de, cocuksu-basit-ucuz kelime oyunlari yapmaga yeltenmekten geri durmuyorsunuz. Yiyen vardir muhakkak. Ben onlardan birisi degilim. Uzgunum.’
Ortada; ‘küçük-orta-büyük’, ‘bebeksi-çocuksu-ergen-yetişkin-ihtiyar’ kelime oyunları yok. Tamamen, senin laf çarpıtmaların var Necip.
İster ye, ister yeme; ister üzül, ister sevin, ister nötr kal; umrumda değil.
Hitler de, ‘sandık’la, ‘seçim’le iktidara gelmiş idi; sonrasında neler olduğunu acıyla tecrübe ettik!
İster 1 seçim-referandum olsun, ister 1111 seçim-referandum olsun; Stalin’in hegemonyasında, Hitler’in hegemonyasında, Recep Tayyip Erdoğan’ın hegemonyasında, kısacası ‘diktatörlerin hegemonyası’nda yaşanan hiçbir seçim-referandum meşru değildir!
Necip, sen; Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ı, Diktatör Stalin’i, Diktatör Hitler’i hep takdir edersin, desteklersin, senin işine gelen siyasetlerini desteklersin.
Gerçek bu.
Necip, Alev Alatlı’nın çırağıdır. Necip, diktatörlerin yanındadır.
Ben ahmet Tan’ın buraya alınan sözlerinde AKP vekiline ilişkin bir övgü görmedim.
Ben, patronlara katılma çağrısı yapılmasında bir yanlışlık görmüyorum.
niye bu kadar gayretkeşlik anlayamıyorum. Ben oradaydım ve alanı bırakın minibüs yoluna kadar her taraf insan kaynıyordu.
daha kalabalık çekilemez, çünkü kadraj almaz.
ayrıca seni neden bu kadar rahatsız etti bu kalabalık?
Sayın Gün Zileli’ye bir not: Sizlerin dine karşı olduğunuzu biliyoruz ve saygımız var. Ama lütfen Necip hocamızın okumasını istediğimiz bu yazıyı silmeyin.
=====================================
Sayın Necip Hocamız,
Haklısınız, evrim teorisi bir hikayeden ibarettir.
Kuran farklı bir hakikat ihtiva eder. Sizin gibi çok daha derinlere inerek evrimi, inorganik maddeden organik maddeye geçişiyle anlatır.
“Âdem çamurdan yaratılmıştır.” (İsra, 17/61; A’raf, 7/12; Sad, 38/76; Secde, 32/7),
“Âdem cıvık çamurdan yaratılmıştır.” (Saffat, 37/11)
“Âdem çamurdan süzülmüş bir hulâsadan yaratılmıştır.” (Mü’minun, 23/12)
“Âdem kuru çamurdan suretlenmiş balçıktan yaratılmıştır.” (Hicr, 15/27; Rahman, 55/4). (3).
Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. (Nur, 24/45 )
Fakat bununla da kalmaz.
Yerçekimi ve yörünge hareketi:
“Gezegenler ortadan kaybolur, saklanarak yörüngelerini takip ederler” (81:15-16)
Yörüngeler ve döner evren:
“Gökyüzü ve döngüsel sistemleri” (86:11), ve
“Evrenin salınması, titremesi.” (51:7)
Güneş merkezli (heliosentrik) astronomi:
“gece gündüz, gündüz gece etrafını sarar, güneş ve ay kendilerine öz yolda hareket eder” (Surat az-Zumar, 5)
“Güneş ayı, ay güneşi yakalayp geçemez. Her ikisi evrende yüzerler.” (Surah Ya Sin, 38-40)
Atomaltı parçacıklar:
“Atom kadar küçük bir parçacık bile Allah’ın gözünden kaçmaz. O görülmeyen atomaltı parçacıkları görür.” (34:3 ve 10:61)
Genlerimizdeki program:
“İnsanı, erkek spermi damlasıyla ölçüden yarattı.” (80:18-20)
Benim oyum Tayyip’e
Çakma muhalefet partisinin lideri İstanbul’da on maddelik seçim bildirgesi yayınlamış.
Okuyoruz:
1- 15 Temmuz darbe girişimini lanetliyoruz. 245 şehidimizin aziz hatırası, gaziler vb.
Tercümesi: Cumhurbaşkanımızın meşruiyetine inancımız tamdır. İndirmeye kalkanları kınıyoruz. İstibdadını meşrulaştırmak ve pekiştirmek için kullandığı absürt söylemi aynen benimsiyoruz.
2- 20 Temmuz’da getirilen OHAL ile yasama yürütme ve yargı tek elde toplanmıştır; bir an önce kaldırılmalıdır.
Tercümesi: 20 Temmuzdan önce fena değildi, bari ona dönelim, şekil düzelsin.
3- Kolektif suç gibi insan haklarına aykırı uygulamalardan vazgeçilmelidir.
Tercümesi: Tamam bildiğin gibi yönet, ama o kadar ileri gitmesen? Sivrilikleri düzelt yeter.
4- OHAL mağdurlarının yargıya ulaşım ve sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan uygulamalara son verilmelidir.
Tercümesi: İşten çıkar peki, ama bari adamcağızın emekli maaşını, primini vb. elleme; bırak mahkemeye başvursun, oyalansın.
5- FETÖ ile hiçbir ilişkisi ile bulunmayan ama sırf hükümete muhalif olduğu için görevlerinden alınan akademisyenler görevlerine dönmeli ve tutuklu milletvekilleri serbest bırakılmalıdır.
Tercümesi: FETÖ ile az ilişkisi bulunan ve çok belirgin bir şey yapmamış birkaç kişiyi görevine iade et, biz de bir işe yaramış görünelim. Figen Yüksekdağ’ı filan tutabilirsin ama birkaç vekil sal da bari benim suç ortaklığım çok belli olmasın.
6- Mesleklerini yaptıkları için tutuklu bulunan gazeteciler serbest bırakılmalıdır.
Tercümesi: Öbürleri tutuklu kalabilir.
7- OHAL ortamında ve yapılan anayasa değişikliği gayrimeşrudur. Türkiye bu anayasa ile yönetilemez, yönetilmemelidir.
Tercümesi: Daha birkaç madde değiştirmek lazım. Gel onu beraber yapalım, büsbütün aciz görünmeyelim.
Gerisi klasik seçim bildirgesi tıraşları: parlamenter sistem üzerindeki her türlü vesayet, eğitimde laiklik ilkesi, yoksulluk, terör, kadın hakları vs. Yıllardır tekrarlana tekrarlana tiridi çıkmış bir sürü boş laf.
Ben itiraf ediyorum. Eğer seçenek buysa ben oyumu Tayyip’e veririm. Adam müstebit, yasa tanımaz falan filan, peki, ama hiç olmazsa düz ve dobra. Yaya Kemal Bey gibi kaypak ve aciz değil.
Sevan Nişanyan
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/07/benim-oyum-tayyipe.html
Sayın Gün Zileli Şunu Yazmış,
“Gün Zileli
Temmuz 11th, 2017 at 17:21
niye bu kadar gayretkeşlik anlayamıyorum. Ben oradaydım ve alanı bırakın minibüs yoluna kadar her taraf insan kaynıyordu.”
Necip, çok iyi tanıdığımız, adı yasak biri tarafından darmadağın edildi, tutulacak tarafı kalmadı ve bunu çok iyi biliyor.
Necip, saymanlık, ölçme biçme, google map, önünde kök almış bilgisayar, internet, parti adları, youtube, koordinatlar gibi tek bildiği banal konularda gayretkeşliğini göstererek yüzüne çok fena vurulan cahilliğinden çocukça hilelerle kurtulmak istiyor. Zavallının yarası çok derin. Sizi meşgul etmekle içine düştüğü rezilliği unutmaya çalışıyor.
gangnam style’ın allah’tan daha popüler olması
https://eksisozluk.com/gangnam-stylein-allahtan-daha-populer-olmasi–3604382
Topluluklarin hareketi sozkonusu oldugunda, icinde yer alan bireylerin gozlemlerine itibar etmiyorum. Asiri derecede subjektif olabiliyor.
Insan, kalbaligin icindeyken, en cok etrafindaki 10-20 kisiyi gorebilir. Ondan otesi de ‘umman’ olur.
Bosuna midir, tarihteki butun meydan savaslarinda, komutanlarin yakindaki bir tepeden savasi gozlemlemesi? Veya, komuta-kontrol merkezlerinin cephenin gerisinde olmasi?
Kalabaligin ve hengamenin icinde degil, uzaktan ve objektif bir gozlem gerekiyor cunku.
Bugun, en objektif gozlemlerden birini de ‘objective’ verebiliyor. Yani, kamera.
Kamerayi kontrol eden kisi, tabii ki, subjektif davranip, bazi yerleri hic gostermeyebilir; ama, konumuzla ilgili bakarsak:
Ben, CHP tarafindan cekilen bir filmin, CHP’nin isine yarayacak bir seyi gosterMEyecegini pek dusunemiyorum.
“niye bu kadar gayretkeşlik anlayamıyorum.”
‘Gayretkeşlik’ kelimesini ikimiz farkli yorumluyoruz.
Ben, eldeki objektif/kamera kayitlarina bakip, cikarsadiklarimi yaziyorum.
Bunu yapmak icin de, en cok, 10 dakikami ayirdim. Oraya gitmek icin gunumu veya saatlerimi harcamis degilim.
Yani, ‘gayretkeşlik’ sergileyen ben degilim.
[Ustelik, neyi ne ile ve nasil yaptigimi da acik acik yaziyorum ki, beni yanlislamak isteyen herhangi birisi de, bunu, kolayca yapabilsin. ]
Siz, ya da baskalari ise, kalabalik icinde ne hissettiginizi veya neler gozlemlediginizi yaziyorsunuz.
Anekdotal ve subjektif.
“Ben oradaydım ve alanı bırakın minibüs yoluna kadar her taraf insan kaynıyordu.”
Bir. Meydani yok sayamayiz. Asil onemli olan Meydandir. Orada kac kisi oldugudur. Otekiler detaydir.
Elimizde, sizin subjektif gozlemlerinizden oteye, Meydana ait kamera kayitlari var.
Ikincisi, “her taraf insan kaynıyordu” demenin, CHP acisindan, bir propoganda degeri oldugunu unutmamak gerekir.
Eger gercekten “her taraf insan kaynıyordu” ise, bunu tartisilmaz kilmak icin, CHP’nin insan kaynayan ‘her taraf’in da kamera kayitlarini gostermesi beklenir.
Ustelik, bunu yapmak, bugun, hic de zor degil.
Havadan cekim yapmak icin bir det ‘drone’ yeter de artar bile.
Fakat, nedense (!), boyle bir kayit mevcut degil.
Var olan (yayinlanan) kayit, dikdortgen meydanin bos olan kisimlarini gostermemek icin gayret sarfediyor.
[Normaldir. O kayidin amaci bosluklari sergilemek degil, kalabaligi buyuk gostermektir cunku.]
Simdi… “minibüs yoluna kadar her taraf insan kaynıyor” idiyse, bu insanlarin –Kilicdaroglu’nun konusmasi bitinceye kadar– akin akin (dalga dalga) meydana gelmeleri gerekmiyor muydu?
Ama, kayitta boyle bir sey yok. Meydana ulasan yollarda kimse gorunmuyor.
Ne oldu bu insanlara?
Polis mi engelledi?
Yoksa yollarini mi kaybettiler?
“İster 1 seçim-referandum olsun, ister 1111 seçim-referandum olsun; Stalin’in hegemonyasında, Hitler’in hegemonyasında, Recep Tayyip Erdoğan’ın hegemonyasında, kısacası ‘diktatörlerin hegemonyası’nda yaşanan hiçbir seçim-referandum meşru değildir!”
Bos konusuyorsunuz, bos.
Dunya tarihinde, secimle TEKRAR isbasina gelmis bir diktator yoktur.
Dikatorlerin ilk yaptigi is, secimleri kaldirmaktir.
Turkiye’de boyle bir sey olmamistir.
Mesru olup olmadigina da siz karar vermiyorsunuz.
Her secimde yuzde 80’lerin uzerinde katilim oluyorsa, ki oluyor, sizin kisisel kanaatinizin kimse tarafindan umursanmadigini gorebilmeniz lazim.
Ama, goremiyorsunuz. Gormek de istemiyorsunuz.
Budur, sizin, diktatorluk ozlemleri ile yanip tutustugunuza isaret eden.
Gerisi laf u guzaf.
Yani, bos konusuyorsunuz.
“Haklısınız, evrim teorisi bir hikayeden ibarettir.”
Evet.
Tipki, ‘Gilgamis Destani’, ‘Mem u Zin’, ‘Egenekon Destani’, ‘Nuh Tufani’, ‘Tanrilarin Arabalari’ vb gibi..
Yuzeyi 510 milyon km2 olan ve 4.5 milyar yasindaki dunyamizin hikayesini, sagda solda bulunmus birkac fosil ile anlatmaga calismak, evet, tam olarak odur: Hikaye.
Ama, benim ‘Evrim Teorisi’ (TM) ile olan sorunum onun ‘hikaye’ olmasi degil..
Sorun su: Bu ‘hikaye’nin butun gercegi temsil ettigini iddia etmeleri.
Bu mumkun degil.
Ikincisi de, bu ‘hikaye’nin adina ‘teori’ kelimesini eklemeleri.
Bu, ona, ‘bilimsel’ bir hava vermek icin kullaniliyor.
Halbuki, hepimiz –ya da bilenlerimiz–, ‘teori’nin ne oldugunu biliriz:
Wikipedia’da alinti yapiyorum:
Buradan da gorebilcegimiz uzere, ‘icinde ‘bilimsel’lik havasi olan ‘Evrim Teorisi’ denen hikayenin kendisi, cok olsa, bir ‘hipotez’ olabilir.
Aslinda, o bile degil, cunku ‘hipotez’in dahi ciddiye alinmak icin tasimasi gereken ozellikler/sartlar var.
‘Evrim Teorisi’nde bunlar yok. Dayatma var. ‘Dogrudur; ve bunu sen de kabul edeceksin’ turunden bir dayatma.
Ben bu dayatmayi kabul etmiyorum.
O yuzden, ‘Evrim Teorisi’ yazdiktan sonra –genellikle– yanina bir de ‘(TM)’ eklerim. Yani ‘Trade Mark’ (‘Ticari Marka’).
Bu dediklerime itiraziniz varsa, onlari konusalim.
Kuran’dan ya da baska dinlerden/efsanelerden kaynakli aktardigini teferruatlarla ilgilenmiyorum.
çağımızın yeni tür diktatörleri seçimlere dayanıyor. Örnekleri çok. En barizi Yeltsin.
“çağımızın yeni tür diktatörleri seçimlere dayanıyor.”
Bu dediginizi de, eminim, sirf siz boyle buyurdunuz diye kabul etmek zorundayiz.
O bir yana, eger insanlar baslarina gecsin diye bir diktator seciyorlar ise, siz kimi kime sikayet ediyorsunuz?
“Örnekleri çok. En barizi Yeltsin.”
6 Kasim 1991 ila 15 Haziran 1992 arasinda (6 ay filan) iktidar yuzu gormus bir sarhosu ‘en bariz’ ornek sayacaginiz aklimin ucundan bile gecmezdi..
Pardon yanlış yazmışım. Yeltsin değil PuTİN OLACAKTI.
Necip;
O gün meydanda olan biri olarak söyleyebilirim ki kurgulamaya çalıştığın matematikle orada bulunmuş insanları kandırma şansın yok. Orada çok büyük, kalabalık bir kitle vardı ve sende keşke orada olabilecek kadar gayret gösterebilseydin. Gerçekleri bilgisayar ekranından değil çıplak gözlerinle görebilirdin.
En azından adalet gibi herkesin sahiplenebileceği bir kavram temelinde düzenlenmiş böyle bir mitingi, senin gibi sosyal ağmaların dahi tespit edebileceği bu kadar ağır-sarih hukuk ihlallerinin olduğu böyle bir dönemde küçük göstermeye çalışmanın kimseye, sana bile faydası yok inan.
Sen google üzerinden yaptığın sanal mitinglerinle mutlu olmaya devam et o gün alanda ve o bölgede olan her insan kendi tespitini, gözlemini yaptı zaten. Kaldı ki halihazırda tutuklamaların asıl olmasından başlayarak en temel hukuk kavramlarının yok edildiği böyle bir ortamda sen bile “yaşasın ne kadar az insan adalet için sokağa çıktı” diyecek kadar küçülmemelisin bence.
Orada olan insanlardan ve kalabalık olmalarından mutlu ol necip. Adalet bireysel veya herhangi bir zümreye ait bir kavram değildir.Ama çok mutlu olacaksan Kılıçdaroğlu dragostan maltepeye bir kişi yürüdü. Bilgisayar programından onunda resmini tespit et ve ülkede adalet konulu bir miting için sadece bir kişi yürüdü diye kahkahalara gark ol.
Senin gibi çok bilimsel datalarla, milli gelir ve enflasyon tespitleri yapan arkadaşların, ultra bilimsel tespitleri nasıl çarşı-pazara gidildiğinde veya maaşı bankamatikten çekerken yerle bir oluyorsa o gün orada bulunanlar içinde senin saçmalıklarının somut bir karşılığı yok.
Sen adalet temalı mitinglerin insan sayısına takılma necip, biat temalı mitinglerin taşınma kalabalıklarının sayılarını çok göster orada sana daha çok ekmek ve rant var.
Engizisyon devrinde cin çıkaran rahipler çıkardıkları cinleri tespit etmek için yanlarında resimli, tasvirli el kitapları bulundururlardı. Kitapta 3 bini aşan çeşitli cinler tanımlanmıştı. Necip gibi el-it rahipler zavallılardan çıkan cinleri sayar ve kitaba bakarak tespit ederlerdi.
Zamanınız uyanık laik bilimsel, solcu, sağcı, devrimci, marksçı, anarşistçi, atatürkçü, erdoğancı elitler bu saçmalığı görüp aydınlık devrinde yaşadıklarına şükür ederler.
Aynı devlet- medeniyet- kapitalizm gibi üçte bir -birde üç salt inançlarla var olan cinler, maddi olmadıklarından, ölmezler.
Nasıl eski allah yerine yeni allah doğa-güç-para geçtiyse, cinler tebdili kıyafet yapıp aydınlığa kavuşanların beyinlerine medya-okul-televizyon-google-uydu-gördüğüne inanma gibi 3 bini bile aşan cinler girer.
Gelelim Çok Bilgiç El-it Temeshurât Dolup Taşan Engizisyon Rahiplerin Tenasühü Necip’e:
“Sizi sasirtacak bir sey –bir kucuk nuans– var: Stalin sag degil.”
Necip terakusa geçer. (Aman Erdoğan & Co. duymasın.)
1. “Sizi sasirtacak bir sey –bir kucuk nuans– var: Muhammet sag degil.”
Temeshurât devam eder.
“Sizi sasirtacak bir sey –bir kucuk nuans– var: Atatürk sag degil.”
“Sizi sasirtacak bir sey –bir kucuk nuans– var: X,Y,Z … sag degil.”
2. “Bakalim dogru muymus?
https://www.youtube.com/watch?v=5duq-saHs8A
Simdi.. Buyrun size zaman koordinatlari:”
Tehafut sözcüğünü unutan Necip, inandığı GEÇMİŞTE OLMUŞ ŞİMDİ OLMAYAN olayları alık salık sıralar.
Salt gördüklerine, önünde diz çöktüğü alış-verişe, paraya, daha el-it el-itlere inanan bu kukla,
“Uydu resmi olmadigi icin, alanin hangi yogunlukta doldugunu bilmiyoruz. Yine, uydu resmi olmadigi icin, hangi sokak ve caddelerin ne kadar dolu oldugunu da bilmiyoruz.”
VEYA, yine inşallah kendinden daha el-it olan EL-İT ERDOĞAN duymasın,
“Uydu resmi olmadigi icin, Muhammet’in var olmuş olduğunu bilmiyoruz. Yine, uydu resmi olmadigi icin, Muhammet’in ilk karısının Hatice oldugunu da bilmiyoruz.”
TEK BİLDİĞİMİZ: UYDU VARSA VAR, YOKSA YOK!
Fakat el-it MUBAREK BİGİÇ NECİP BEY , bak Arapça-Farsça-Osmanlıca lügat ne demiş:
Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler, hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.
Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor. Fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin her birinde, Güneş’in hassaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, Güneş zişuur olsa idi, (harareti, ayn-ı kudreti; ziyası, ayn-ı ilmi; elvan-ı seb’ası, sıfat-ı seb’ası olsa idi) o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasiyle görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsül-emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde Huzur-u Nebevide bulunduğu bir anda Huzur-u İlâhide haşmetli kanatlariyle Arş-ı A’zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesapsız yerlerde bulunur. Evamir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş, bir işe mâni olmazdı. İşte şu sırdandır ki mahiyeti nur ve hüviyeti nurâniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ evliyâdan, ziyade nuraniyet kesbeden ve abdâl denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misâlin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ve seyahat suretine geçerler ve o ruhaniler, hayal sür’atiyle o merâya-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Güneş gibi âciz ve musahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu’lar, nuraniyet sırriyle bir yerde iken, pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz’î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.Acaba, maddeden mücerred ve muallâ; ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat, O’nun envar-ı kudsiye-i esmasının bir keşif zılâli; ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misâl, nim-şeffaf bir âyine-i cemâli; ve sıfâtı muhita; ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki Teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahsiyet, külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?
Bak ben senden çok şey öğrendim ama sen öğrenmiyorsun. Erdoğan ne demiş:
‘İLİM VE FÜZE Çin’de de olsa gidip alınız’
‘Bos konusuyorsunuz, bos.’
Boş konuşmuyorum; gerçekleri suratına çarpıyorum.
Necip, sen; dolu konuştuğunu zannediyorsun.
‘Dunya tarihinde, secimle TEKRAR isbasina gelmis bir diktator yoktur. Dikatorlerin ilk yaptigi is, secimleri kaldirmaktir. Turkiye’de boyle bir sey olmamistir.’
Diktatörlerin, seçim(ler)i dizayn ettiğini, sen de gayet net bildiğin hâlde; bilmezliğe, anlamazlığa vuruyorsun, laf çarpıtmaya uğraşıyorsun.
Diktatörler, hegemonya kurdukları coğrafyalarda, ‘Ne kadar da demokratik! Ne kadar da özgürlükçü!’ bir ‘yönetim iklimi yalanı’ tesis ettiklerini dünyaya göstermek için, 1111 tane ‘seçim-referandum’ da yapsa; anlamı yok. Diktatörlerin hegemonyasındaki hiçbir seçim meşru değildir; sen, anlamazlığa vursan da!
‘Mesru olup olmadigina da siz karar vermiyorsunuz.’
Necip, sen de karar vermiyorsun; diktatörler karar veriyor!
Diktatörler, eğer, seçimlerin meşru olmadığına inanırlarsa, senin gibi ‘AKP-TROLL’leri internete salıp, propaganda yaptırıyorlar.
‘7 Haziran 2015’ten memnun olmayıp; ‘1 Kasım 2015’ten memnun olan, senin komutanın; Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’dır Necip.
‘Her secimde yuzde 80’lerin uzerinde katilim oluyorsa, ki oluyor, sizin kisisel kanaatinizin kimse tarafindan umursanmadigini gorebilmeniz lazim.’
İsterse, %100 katılım oranı olsun. Diktatörlerin hegemonyasındaki hiçbir seçim meşru değildir! ‘Diktatörlerin hegemonyalarına ve onların seçim kumpaslarına karşı mücadele etmek’ sadece benim kanaatim değil.
‘Ama, goremiyorsunuz. Gormek de istemiyorsunuz.’
Görüyorum Necip, görüyorum. Diktatörlerin hegemonyasını ve ‘seçim’leri nasıl dizayn ettiklerini görüyorum, gayet net.
Necip, sen ise; görmezden geliyorsun. Çünkü sen; Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ı, Diktatör Stalin’i, Diktatör Hitler’i hep takdir edersin, desteklersin, senin işine gelen siyasetlerini desteklersin.
‘Budur, sizin, diktatorluk ozlemleri ile yanip tutustugunuza isaret eden.’
Yine, laf çarpıtıyorsun.
Ben; diktatörlere ve diktatörlüklere karşı mücadele ediyorum.
Necip, sen; Alev Alatlı’nın çırağısın.
Necip, sen; diktatörlerin yanındasın.
‘Gerisi laf u guzaf. Yani, bos konusuyorsunuz.’
Necip, sen; kendi yazdıklarının dolu olduğunu zannediyorsun.
“Engizisyon devrinde cin çıkaran rahipler çıkardıkları cinleri tespit etmek için yanlarında resimli, tasvirli el kitapları bulundururlardı.”
Bu cumleyi de okumadim ama onu buraya buradan sonrasini okumadim demek icin alintiladim.
“Diktatörlerin, seçim(ler)i dizayn ettiğini, sen de gayet net bildiğin hâlde; bilmezliğe, anlamazlığa vuruyorsun, laf çarpıtmaya uğraşıyorsun.”
Bakiniz benim masum Anadolu’mun mahur safaginin mahmur atarli ergen cocugu muhatabim:
Amerikancada soyle bir deyis vardir:
If you’ve been in a poker game for more than 15 minutes and you haven’t still figured out who the putsy is; it is you.
Meal veriyorum; estaguzibillah:
Eger 15 dakikadir poker oynuyor ve hala daha yolunan kazin kim oldugunu cikaramadiysaniz, o sizsiniz..
Simdi buradan suraya gelecegim:
Hangi ulkede yasiyor olursaniz olun, belli bir yasa gelmis ve hala daha secimlerin manipule edildigini anlayamamissaniz, sizde kimsenin avret yerine surulecek kadar bile akil olmadigini kabul etmek zorundasiniz.
Manipulasyon her yerde olur. Hep de olur.
Bazan basin yayin uzerinden, bazan ‘sivil toplum orgut’leri uzerinden, bazan hukuk sistemi uzerinden olur. Cogu zaman da hepsi kullanilir.
[En son ornegini, cok demokratik (!) Fransa’da Macron’un secilisi surecine bakarak gorebilirsiniz. Tam bir derin devlet operasyonudur.]
Dolayisi ile, secim sisteminin manipulasyonu gibi yaveleri –eger atarli bir ergen degilseniz– konusmak, evet, bos konusmaktir.
Siz, marifetin manipulasyon yapMAmak degil de, karsi tarafin manipulasyonlarini etkisiz cikaracak manipulasyonlar yapabilmek oldugunu ogrendiginizde tekrar konusalim –o zaman olgunlasmaga yaklastiginiza hukmedip, konusmaga deger bulabilirim; ama, simdi degil.
Dikatorler, bu pahali ve ugrastirici dolayli yollari bypass eder ve ‘secim-mecim yok, kardesim’ derler.
Bu bakimdan, hem daha durust hem de daha verimli olduklarini soyleyebiliriz.
“Diktatörlerin hegemonyasındaki hiçbir seçim meşru değildir; sen, anlamazlığa vursan da!”
Sizin bu yavelerinizin de hic hukmu yok.
Siyaset bir sahnedir ve oradaki oyuncularin belli roleri ustlenmesi beklenir.
Bu roller, onlara, onceden verilir ve halkin onune –onceden ve kimin hazirladigini pek de bilmedigi– bir menu konulur.
Halk da, o menuden –o kisitli listeden– birilerini secer –sectigini zanneder.
Boylece, bir ise yaramis oldugu hissiyle, mesut/mutlu/bahtiyar olur
Aslolan ahalinin kendini daha mesut/mutlu/bahtiyar hissettigidir.
Bu oyunu mesru kilan budur.
Kisisel olarak sizin ne dusundugunuz kimsenin umurunda degildir.
Bunlar aci relitedir; bunlari ogrenin artik.
“sen de karar vermiyorsun; diktatörler karar veriyor!”
Hayir. Diktatorler degil; muesses nizam verir o karari. Kimin diktator olacagina da; kimin ta adaylik surecinin baslarinda ekarte olacagina da; kimin adaymis gibi gorunup baska birisine basrolu hediye edecegine de..
“İsterse, %100 katılım oranı olsun. Diktatörlerin hegemonyasındaki hiçbir seçim meşru değildir! ‘Diktatörlerin hegemonyalarına ve onların seçim kumpaslarına karşı mücadele etmek’ sadece benim kanaatim değil.”
Bir omur boyu havanda su dover, bir yere varamazsiniz.
Sizin kisisel kanaatiniz de, mucadele edip etmediginiz de kimsenin umurunda degil. Hic olmadi, hic de olmayacak.
Yazdiklarinizin gerisi laf u guzaf.
Abdullah Gül’den Gülen açıklaması
Eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül, terör örgütü FETÖ’nün lideri Fetullah Gülen’le hiçbir zaman görüşmediğini açıkladı.
FETÖ lideri Gülen, Reuters ve bir Alman radyosuna verdiği demeçte Abdullah Gül’ün kendisini ziyaret ettiğini söylemişti. Gülen’in açıklamalarına 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den yanıt geldi.
11. Cumhurbaşkanlığı Ofisi Twitter hesabından yapılan açıklama şöyle:
“11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün bugün bir medya organında hakkında çıkan asılsız haberler ile ilgili açıklamalarıdır:
Düşünce, din ve siyaset anlayışım açısından hayatımın hiçbir döneminde yakınlık duymadığım bu örgüt lideri ile; Başbakanlığım, Dışişleri Bakanlığım ve Cumhurbaşkanlığı görevlerim süresinde kesinlikle bir görüşmem olmamıştır. Kamuoyunun bilgisine.”
http://www.hurriyet.com.tr/abdullah-gul-guleni-yalanladi-40517868
Necip, diktatörlüğü-miktatörlüğü bırakalım da (çünkü bu tartışma bir yere varamayacak anlaşılan) yalan-dolan, alavere-dalavere, ikiyüzlülük, sahtekarlık, hile, düzenbazlık, utanmazlık, yüzsüzlük, inkarcılık, dün yaptığını bugün inkar etme (siyaset bunlardan ibaret gördüğümüz üzere) gibi şeylere gelelim.
Diğer örnekler bir yana, sadece FETÖ ve Ergenekon konusundaki mide bulandırıcı olmaktan öte kusturucu yalanlara, inkarcılığa ve ikiyüzlülüğe gelelim mesela.
Diktatörlük-miktatörlük, seçimler-meçimler derken bu iğrençliklere sıra gelmiyor, bunları kanıksıyoruz neredeyse.
Memleketin dahilinde sermayeye ve devlete sahip olanlar diktatörlük içerisinde bulunabilirler.
Ey devrimci işçi sınıfının evladı! Bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, diktatörlük rejimini yıkmaktır. Muhtaç olduğun kudret, sınıf bilincinde mevcuttur.
“Diğer örnekler bir yana, sadece FETÖ ve Ergenekon konusundaki mide bulandırıcı olmaktan öte kusturucu yalanlara, inkarcılığa ve ikiyüzlülüğe gelelim mesela.”
Kimdi, simdi hatirlayamadim, {mealen} ‘1 kisiyi oldurmek cinayet, 1,000 kisiyi oldurmek katliam, 10,000 kisiyi oldurmek istatistiktir’ turunden bir laf etmisti..
Simdi.. sizin uzerinde konusmak istediginiz konular da, bence, tam olarak boyle.. ve, olcek itibariyle, ‘suc’tan maada ‘istatistik’ mertebesine erismis seyler.
Taraftar ve karsit sayisi cok fazla oldugu icin, ne elle tutulabilir, ne de rakamsal bir yargiya varmanin mumkun olabildigi konularda konusmak, bence, zaman ve enerji israfindan oteye gecmez.
Dolayisi ile, gel olursa, gelmeyelim.
“Diktatörlük-miktatörlük, seçimler-meçimler derken bu iğrençliklere sıra gelmiyor, bunları kanıksıyoruz neredeyse.”
Uzerinde konusmak da pek bir seyi kokunden cozmuyor; sadece, konusa konusa kaniksiyoruz.
Galiba, aslolan –mukadder olan–, kaniksamak..
Wacky-pedia Bilgiçliği Üzerine
Bilmediğin bilimin etrafı dikendir hardır, bu da gelir bu da geçer ağlama.
“22 Necip 12 Temmuz
“Haklısınız, evrim teorisi bir hikayeden ibarettir.”
Evet.” ile başlar ve ” Bu dediklerime itiraziniz varsa, onlari konusalim.”, bitirir.
Her gün banyosunu yapan uslu, temiz orta sınıf sonradan görmüşü tıfıl, sıfır eleştiriyle kendine yakışır uslu, temiz ve bilgiden çok beyin yıkama ansiklopedisi “wikipedia”dan aldığı, bilgiden çok sorunlarla dolu, tanımla yetinir. Bizi yağlı güreşe davet eder.
Ne var ki güreşe kendinden başka kim hakemlik yapacak?
20. yüz yıl bilim filozofları Popper, Lakotas, Feyerabend, Kuhn okumamış; kısa bir süre önce “fittist” kelimesini yanlış anladığı yüzüne vuruldu, cevabını veremedi. 5 yüz yıldır “vahşi çıplak”lardan söz edildi, duymamış. İktidarı çocukça tanımladı, mağara dışına çıkıp araştırma yapanların konunun çok daha karmaşık olduğuna dikkat çektiklerini yazdık,”bilgi sonsuzdur” ilahiler devam etti. Yıllarca ve üç nesil ailece Afrika’da araştırma yapan paleontologlardan biri Leakey’den bir alıntı yazdık, işte bu aşağılık duygusu içinde kıvranan kara cahilin yanıtı:
“Verdiginiz metinde de ilginc bir sey yok zaten. Adamin biri, ya da ikisi, kendi gozlemlerini yazmislar. O kadar”
Kuhn’u okusa “doğa bilimleri” ile sosyal bilimler arasındaki farkı, hatta doğa bilimlerinin bile modaya uyduğunu öğrenir çenesini kapatır zannettik, ucube:
“Necip en azından Kuhn’u okumuş olsaydı,
Yahu, o muydu?Gecen gun kapiya birisi geldi” diyerek aşağılık duygusunu sergileme zirvesine vardı.
Çok daha örnek var ama sıkıcı bir uzatma olacak.
Aynı dalkavuk,
“Bugun, en objektif gozlemlerden birini de ‘objective’ verebiliyor. Yani, kamera.”
Bu dalkavuğun hayatı ısıramadığı elleri öpmekle geçtiğinden, ısırmayanlar görünce, yani G. Zileli, hemen sidik yarışına geçer. Hayatında hiçbir zaman yapamadığını bu sanal, kıçına tekme atmayanlardan oluşan sitede yapar. Herif terapi peşinde, zavallı sıradan insan harabesi!
Bu şapşal modern bilimin çıkışı hakkında sıfır bilgili. Benim de “wikipedia” kadar alçalmaya hiç niyetim yok. Yazdıkları tanım, eksiklik ve sorunlarla dolu.
Kavramın temizlenmiş, arınmış, güzel ambalajlara sarılmış, orta sınıf uslu, terbiyeli anasının sütüyle büyümüşlere uygun, cici bici edilmiş tanımıyla başlamış. Tartışma tanımla başlamaz. Tartışmayla geçici bir tanıma varılır.
Eleştirici, ön yargılar, farkında olmadan kabul edilen felsefi varsayımlar, toplumdaki son modalar, sosyal ortam, ekonomik ve politika etkileri ve diğer gizli saklı varsayımları arar, çıkarır.
Bu herif “what you see is, what you göt”lerden. Sadece alay edilecek bir ucube.
Modern bilim çıkışındaki iki filozof: Aristoteles ve Plato. Kabaca Aristoteles için bilim Necip’in ‘objective’ dünyasından yola çıkıp genelleşmelerle olur. Plato ‘objective’dünyanın gerçek olmadığını, ardında yatan ideal bir dünyanın gerçek olduğunu savunur.
Bakalım ilk modern bilimciler kimi seçtiler: cahil Necip’in‘objective’ kamerası değil, Plato’nun hurafeler dünyası!
İşte sana kara cahil bilgiç Necip!
Seeing is believing = Yobaz Necip’in bağıl itikadı
“Empiricism and positivism share the common view that scientific knowledge should in some way be derived from the facts arrived at by observation.”
Modern bilimin batıl itikadı olan empirisizmin babası Berkeley ne demiş?
“Duyularla algıladıklarımız şekil, ses, dokunma, koku, tat. Madde nereden çıktı? Eğer Necip gibi tüccarlıkla göz boyamak, her şeyi alış-verişe indirgemek istediğiniz için var diyorsanız aslında ben de Necip gibi bir kapıkuluyum, boyun eğer eyvallah” derim.
Bu beş duygunun nasıl birleştirildiği bile henüz bilinmez ama bizim tüccar bilir.
Modern bilim filozofu N. R. Hanson: ‘there is more to seeing than meets the eyeball’
Parçacık detektörü bulut odasında yıllarca gördüklerini görmeyen bilim adamlar, (ruhsal bilim) teorik matematiksel buluşla bir parçacığın varlığı ileri sürüler ve bilim adamları körlükten kurtulup hem eski hem de yeni “fotoğraflarda” zerreciği görmeye başlarlar.
Daha geçenlerde çok yoğun bir ormanda yaşayan “çıplak vahşi” bir dağ başından aşağıdaki insanlara baktığında sorar: bu karıncalar ne yapıyor?
Tıp öğrencisi bir röntgene baktığında ıvır zıvır görür. Ama ancak teoriyi öğrendikten sonra cahillerin savunduğu “objective” görüntüleri görür. (Michael Polanyi)
Çok moda olan kafa yemişliğin hastalıklara neden olması benim başıma bela oldu. Testler mide ağrıma klasik nedenleri bulamayınca, Necip gibi tüccar-doktorlar nedeni kafamda buldular. Hatta bilim bilmediklerini suratlarına tükürdüğümde aynı Necip gibi uslu, süt çocuğu orta sınıf pezevenkler bana “bak, sen çok sinirlisin”, dediler. Daha sonra helikobakter tespit edildi ve testler “gösterdi”. Ama bu ara tam 18 yıl Necip gibi hava (s)atan tüccarlar, Necip gibi, ilahiler okudular.
Necip gibi hödükler “ayda dağ ve oyuk” gördüklerinden mi “objective” olguya inanırlar, yoksa “ayda dağ ve oyuk var” önerisinin “olgulara” dayanmasından mı?
Bakalım tüccar Necip ve bu siteyi dolduran, önündekini değil, görmesi gerektiğini görmeye alışmış kölelerin daha az olduğu bir zamana. O zaman etkilenmenin ancak temasla olduğuna inanılırdı. Aydınlığa Yunan meşalesiyle daha henüz yeni varan, Türklerin Efendileri, Avrupalı dedeleri, Newton “Güneş dünyayı çektiği için, dünya dönüyor” dediğinde, ne demişler?
“Ulan daha dün Allah, şeytan, melek, cin gibi varlıklardan kurtulduk. Doğayı olduğu gibi görmeye başladık. Şimdi Newton güneş üstüne oturmuş görünmeyen cinler görünmeyen bir iple dünyayı çekiyor diyerek ön kapıdan kovduklarımız arka kapıdan geri içeri soktu!” Bu Necip o kadar cahil ki, eklemek zorunda kaldım: Newton bunu biliyordu ama çaresizdi.
Daha da ileri gidenler oldu:
Zamanımızda dünyanın en salak ve çok olan tüccar bilim adamları yetiştiren okullar daha henüz mantar gibi bitmemişti. Hala düşünebilirler vardı. Üstelik kapitalizm tam hızını almış olmadığından, etraf alış-verişten, atıp-tutmaktan başka bir b*k bilmeyenlerle dolmamıştı.
Ünlü formülde (G*m1*m2/mesafe karesi) zaman yok!
Bunu görenler ne dediler:
“İlk defa zaman dışı bir olay olmakta. Yine zamanelik (seküler, laik) aydınlıktan çıkıp hurafe ruhani ebedilik allah-şeytan-melek-cin –necip-ontolojisine döndük!”
Ben böyle kara cahiller karşısında sonsuz üzülüyor, sonsuz nefret tiksiniyor, insanın düştüğü alçaklığı tekrar görüp halimize acıyorum.
150-200 yıldır çok daha katı bir uzmanlık devrine girdik ve hala yaşıyoruz. Bu Necip o kadar silik ki kendini elit sanmadan utanacağına gurur duyuyor. Ticaret ve dalkavukluk uzmanlığı, alış-veriş, atıp-tutma ve (medya) dedi-kodusunu üstün olmayla karıştırıyor.
Kendinden sonsuz daha ileride olan bilim adamları ve eleştirici yazılardan çok az alıntılar.
“A high regard for science is seen as a modern religion, playing a similar role to that played by Christianity in Europe in earlier eras.”
“Modern dünyanın en sıradan adamı bilim adamıdır. Cahilliğiyle iftihar eder.”
“Ben belirsizlik ilkesini tartışan bilim adamlarının toplantısında ağzımı açmaktan utanırdım. Ama onların felsefe konuşmalarını dinleyeli hiç utancım kalmadı.”
Pozitivistlerin coşku içinde davet ettiklerinde onlara sırtını dönüp Tagore şiirlerini okuyan filozof, 20. yüz yılda kitabıyla bilimin sınırları tespit eder. Kitabını, bu sınırlar dışına çıkıldığında susulması gerektiği uyarısıyla bitirir. Kitabını okuyanlara da, “bitirdiğinizde içine tükürün, çünkü asıl önemli sorular, sınır dışındaki sorular” der.
Pozitivistler aynı coşkunlukla kuantum fizik babası Niels Bohr’u da davet ederler. Kapıdan çıkarken “iyi ki bazıları anlıyor, çünkü ben kuantum fizikden hiçbir şey anlamadım” der.
Pour un observateur superficiel, la vérité scientifique est hors des atteintes du doute ; la logique de la science est infaillible et si les savants se trompent quelquefois, c’est pour en avoir méconnu les règles.
Au premier abord il nous semble que les théories ne durent qu’un jour et que les ruines s’accumulent sur les ruines. Un jour elles naissent, le lendemain elles sont à la mode, le surlendemain elles sont classiques, le troisième jour elles sont surannées et le quatrième elles sont oubliées.
Kafamda ve önümde modern bilim hakkında okuduğum sayısız kitaptan sıfır kadar az eleştiriler seçtim. Modern bilimin kökeninin aslında kapitalizme dayandığını çok iyi biliyorum ama Necip gibi cahillerin beyinlerine yaptığı hasarları, Devlet-Kapital-Endüstri kutsal üçte bir Allah’ın köpekleri bilim adamları, modern bilim süt ineklerini ve modern bilimi yakından inceledim. Asla beğendiğimden değil.
Genelde, Necip gibi bilim, felsefe, insan, iktidar, politik-ekonomi bilmeyen bir tüccarın bilmediği konulara burnunu sokması bir bakıma hoşuma gidiyor. Aşağılığını kabul etmemesi, her eli öpen birinin bile içinde, derinlerde yatan bir isyancılık olması bana ümit veriyor.
‘Bakiniz benim masum Anadolu’mun mahur safaginin mahmur atarli ergen cocugu muhatabim’
Herhangi ‘atarlı bebek – atarlı çocuk – atarlı ergen – atarlı yetişkin – atarlı ihtiyar’ kategorisinde değilim. Diktatör Recep Tayyip Erdoğan destekçiliğini meşru göstermek için; yine, laf çarpıtmaktaki ustalığını sergilemekten vazgeç, sünepelik müsabakalarında zirveye oynamanı sürekli sergilemekten vazgeç Necip.
‘Amerikancada soyle bir deyis vardir. If you’ve been in a poker game for more than 15 minutes and you haven’t still figured out who the putsy is; it is you. Meal veriyorum; estaguzibillah. Eger 15 dakikadir poker oynuyor ve hala daha yolunan kazin kim oldugunu cikaramadiysaniz, o sizsiniz..’
Anlamazlığa vurduğun husus şu; Necip, sen, poker masasının, sandalyelerin, masaya ışığı çarpan AKP ampulunun, senin de eline tutuşturulan poker kartlarının; bizzat Diktatör Recep Tayyip Erdoğan tarafından hazırlandığını; AKP-TROLL olman sebebiyle anlamazlığa vuruyorsun. Halkı, ‘yolunacak kaz’ olarak gören, bunun için kumpaslar tezgâhlayan kişi Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’dır. Sen, Erdoğan’ın yanındasın. ‘Yolunacak kaz’ olarak gördüğünüz ‘halk’ı yolan kişilerden biri de; sensin Necip.
‘Hangi ulkede yasiyor olursaniz olun, belli bir yasa gelmis ve hala daha secimlerin manipule edildigini anlayamamissaniz, sizde kimsenin avret yerine surulecek kadar bile akil olmadigini kabul etmek zorundasiniz.’
Anlamazlığa vurduğun husus şu; Necip, diktatörlerin hegemonyasında yapılan hiçbir seçim meşru değildir. Bu tespiti yapmak için; ‘hazret’ ve-ya ‘ulu’ olmak şartı olmadığı gibi, ‘M.E.N.S.A.’ üyesi olmak şartı da yoktur. Diktatörler, ‘avret yerlerinin keyfine göre’ hareket ederken, ve sen de, bu diktatörlerin (Stalin, Hitler, Erdoğan…) yanında yer alıyorken, aklın nerelerde kullanılıp nerelerde kullanılmayacağı hususunda ahkâm kesemezsin; çünkü, sen, zaten, aklını, Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın amaçları yolunda kiraya vermişsin Necip; sana para ödeyip ödemedikleri mühim değil.
‘Manipulasyon her yerde olur. Hep de olur.’
Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın manipülasyonlarını meşru göstermek, ve hâttâ masum göstermek amacınla; genelleştirme yoluna gitmen, AKP-TROLL olduğunun kanıtlarından biri Necip.
‘Bazan basin yayin uzerinden, bazan ‘sivil toplum orgut’leri uzerinden, bazan hukuk sistemi uzerinden olur. Cogu zaman da hepsi kullanilir.’
Diktatör Recep Tayyip Erdoğan, özgürlükçü gazetecilerin çoğunu hapse attırarak, ortalıkta, ‘medya & basın’ mecrasında koşuşturması için; Erdoğan & AKP yandaşlarının sürekli ötmesini sağlıyor.
Necip;
Erdoğan, ‘sivil toplum orgut’leri üzerinde hegemonya kurdu.
Erdoğan, ‘hukuk sistemi’ üzerinde hegemonya kurdu.
Erdoğan, ‘hepsi’ üzerinde hegemonya kurdu.
Sen de; ‘Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın hegemonyasının meşruluğu iddianı’ ispat uğruna, burada, AKP-TROLL’lük yapıyorsun Necip.
‘[En son ornegini, cok demokratik (!) Fransa’da Macron’un secilisi surecine bakarak gorebilirsiniz. Tam bir derin devlet operasyonudur.]’
Şu ‘derin devlet’ dediğin şey, Diktatör Recep Tayyip Erdoğan ve onun gibilerin hegemonyasına karşı mücadele etMEmek için bir gerekçe değil.
Şu ‘derin devlet’ dediğin şeyi, ne kadar kullanışlı bir hamur ki; ‘her sıkışan iktidar destekçisi’, yeri gelir Kemalistler, yeri gelir Necip gibi AKP-TROLL’ler, pişirip pişirip korku yayar. Sırf, senin Erdoğan’a verdiğin desteği meşru göstermek amacınla; ‘derin devlet’ dediğin şeyin arkasına, sütre niyetine, saklanma Necip.
Fransa’da, ‘Le Pen’in propagandalarında birleşmiş ‘diktatörlük hevesi’ne karşı mücadele etmek için; Le Pen’in önüne geçecek, Le Pen’in hızını azaltacak siyasi oluşumlara destek verilir. Bu mücadelenin isimleşmiş hâli ‘Macron’ diye birisi olsa bile, ve senin iddia ettiğin üzre ‘derin devlet’ dediğin şeyin Macron’a destek vermiş olması ihtimali var olsa bile; ‘Le Pen’ gibi diktatörlere karşı mücadele etmek için, ‘Macron’ gibi kişilere destek verilir. Diktatörlük heveslisi siyasi figürlere karşı mücadele etmek; önceliktir. Eğer, ‘Macron’ isimli şahıs da diktatörleşme emareleri gösterirse; ‘Macron’ isimli şahısa ve onun yandaşlarına karşı da mücadele edilir. ‘Hiçbir iktidar meşru olmadığına göre’, ‘Macron’ isimli şahıs diktatörlük emareleri gösterse de göstermese de, onun politikalarına karşı da mücadele edilir; ama hemen değil, sonra, Le Pen ve benzeri ‘diktatörlük kurma heveslileri’ne karşı mücadeleden sonra. Senin, bütün bu mücadeleleri kabul etmeni ummuyorum; çünkü, sen, Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın yanındasın. Fransa’da ise, ‘Le Pen’in yanındasın Necip; tıpkı, Stalin ve Hitler’in yanında olduğun gibi. ‘Bütün dünya, bize karşı! Her yerde düşman görüyorum! Bizi, bütün düşmanlarımızdan kurtaracak tek kişi Recep Tayyip Erdoğan’dır, bu nedenle, Erdoğan’ın yanındayım! Bu nedenle, 7 gün 24 saat nöbetteyim!’ paranoyasının bu sitedeki temsilcisi sensin Necip.
‘secim sisteminin manipulasyonu gibi yaveleri (eger atarli bir ergen degilseniz) konusmak, evet, bos konusmaktir.’
Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında olan Necip gibi AKP-TROLL’lerin konuşması; evet, boş konuşmaktır.
‘Siz, marifetin manipulasyon yapMAmak degil de, karsi tarafin manipulasyonlarini etkisiz cikaracak manipulasyonlar yapabilmek oldugunu ogrendiginizde tekrar konusalim –o zaman olgunlasmaga yaklastiginiza hukmedip, konusmaga deger bulabilirim; ama, simdi degil.’
Bu yazımın başında; senin ‘poker’ örneğin ile ilgili yazdıklarımı tekrar oku. Senin gibi diktatörlük yanlısı AKP-TROLL’ler, ‘konuşma özgürlüğü’nü yasaklamaya bile hevesli Necip. Bir de, utanmadan, ‘özgürlük dağıtan’ olduğunu sanıyorsun. Pardon, sen, zaten ‘utanmazsın’; çünkü, aklını, Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın amaçları yolunda kiraya vermişsin Necip; sana para ödeyip ödemedikleri mühim değil.
‘Dikatorler, bu pahali ve ugrastirici dolayli yollari bypass eder ve ‘secim-mecim yok, kardesim’ derler.’
Sen de, ‘güncel diktatörler’in ve ‘güncel diktatörlük uygulamaları’nın neler olduğunu gayet net gözlemlediğin hâlde; sırf, mevcut diktatörlük uygulamalarını meşru ve masum göstermek için çırpınıp duruyorsun Necip. Unuttuysan, hatırlatayım; diktatörler, hegemonya kurdukları coğrafyalarda, ‘Ne kadar da demokratik! Ne kadar da özgürlükçü!’ bir ‘yönetim iklimi yalanı’ tesis ettiklerini dünyaya göstermek için, 1111 tane ‘seçim-referandum’ da yapsa; anlamı yok. Diktatörlerin hegemonyasındaki hiçbir seçim meşru değildir; sen, anlamazlığa vursan da Necip.
‘hem daha durust hem de daha verimli olduklarini soyleyebiliriz.’
Diktatör Recep Tayyip Erdoğan, ‘durust’ değildir; fakat, ‘diktatörlük uygulamaları’ yönünden epey verimlidir Necip.
‘Sizin bu yavelerinizin de hic hukmu yok. Siyaset bir sahnedir ve oradaki oyuncularin belli roleri ustlenmesi beklenir. Bu roller, onlara, onceden verilir ve halkin onune (onceden ve kimin hazirladigini pek de bilmedigi) bir menu konulur. Halk da, o menuden (o kisitli listeden) birilerini secer –sectigini zanneder. Boylece, bir ise yaramis oldugu hissiyle, mesut-mutlu-bahtiyar olur. Aslolan ahalinin kendini daha mesut-mutlu-bahtiyar hissettigidir. Bu oyunu mesru kilan budur. Kisisel olarak sizin ne dusundugunuz kimsenin umurunda degildir. Bunlar aci relitedir; bunlari ogrenin artik.’
Diktatörlerin hegemonyasındaki hiçbir seçim meşru olMAdığı için; bu yazdıklarının hiçbiri doğru değil Necip.
Bu yazımın başında, senin ‘poker’ örneğin ile ilgili yazdıklarımı, ve, ‘Le Pen’ ile ilgili yazdıklarımı tekrar oku Necip.
‘Hayir. Diktatorler degil; muesses nizam verir o karari. Kimin diktator olacagina da; kimin ta adaylik surecinin baslarinda ekarte olacagina da; kimin adaymis gibi gorunup baska birisine basrolu hediye edecegine de..’
‘Muesses nizam’, bak bak bak, ne kadar da tumturaklı kelimeler topluluğu; fakat Necip’in Erdoğan takipçiliğini meşru ve masum göstermek çabasına hiçbir tesiri yok. Sırf, Alev Alatlı’nın çırağı olmaklığını ve Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın destekçisi olmaklığını meşru ve masum göstermek için; ‘muesses nizam’ dediğin şeyi de kendi propagandana mühimmat niyetine kullanıyorsun Necip. Senin gibi, diktatörlerin peşinden ayrılmayan ‘troll’lerin ‘sinsi’ taktiklerini net bilirim, en ‘güncel’ örnekler; Alatlı bir, sen iki.
‘Bir omur boyu havanda su dover, bir yere varamazsiniz. Sizin kisisel kanaatiniz de, mucadele edip etmediginiz de kimsenin umurunda degil. Hic olmadi, hic de olmayacak. Yazdiklarinizin gerisi laf u guzaf.’
Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın destekçisi Necip; kendi yazdıklarının ‘laf u guzaf olMAdigi’nı zannediyor.
Bu yazımın başında, senin ‘poker’ örneğin ile ilgili yazdıklarımı, ‘Le Pen’ ile ilgili yazdıklarımı, ve, ‘muesses nizam’ dediğin şey ile ilgili yazdıklarımı tekrar oku Necip.
‘7 Haziran 2015 seçim sonuçları’ndan memnun kalmayan Diktatör Recep Tayyip Erdoğan, ‘sandık’ı & ‘seçim’i yeniden dizayn ederek, ülkeyi, bir kez daha seçim yapmaya mahkûm etti. 7 Haziran 2015’den 1 Kasım 2015’e giden yol; bizzat Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın emrinin neticesidir; ‘halkın tercihi’ neticesi değil. Diktatör Recep Tayyip Erdoğan; korku tohumları yayarak, şantajlarla, tehditlerle, 1 Kasım 2015’de diktatörlüğünü perçinledi. Nedense, bu konuda gıkın çıkmıyor Necip. Sizler, yani ‘AKP-TROLL’ler, kendi aranızda, bu konuda gıkınızı çıkarMAmak için, o meşhur yemin ‘omerta’yı mı uyguluyorsunuz..
Necip, senin gıkının çıkMAmasının sebepleri şunlar:
Necip, sen; Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ı, Diktatör Stalin’i, Diktatör Hitler’i hep takdir edersin, desteklersin, senin işine gelen siyasetlerini desteklersin.
Gerçek bu.
Necip, Alev Alatlı’nın çırağıdır. Necip, diktatörlerin yanındadır.
Rize, Osmaniye ve Dersimli üç şahıs ile Selanikli bir şahıs Ankara’ya, Söğüt ve Domaniç ile Romalı bazı şahıslar İstanbul’a, Mekkeli bazı şahıslar Şam’a ve Bağdat’a, Makedonyalı bir şahıs İskenderiye’ye, Tikritli ve Kavalalı iki şahıs Kahire’ye, Hollandalı ve Britanyalı bazı şahıslar da New Amsterdam / New York’a gelmeselermiş – hatta bunlardan bazıları bu şehirleri kurmasalarmış – bugün dünya daha iyi bir yer mi olurmuş acaba?
Eğer öyle değilse boşuna üzülmeyelim. Ama öyleyse yandık! Ne kadar ağıt yaksak az!
“Çok daha örnek var ama sıkıcı bir uzatma olacak.”
Yazinizin yarilarinda farkettiginizde zaten cok gec kalmistiniz…
Yine de, aliskanliginiz baskin cikmis ve ‘more of the same shit’ ile devam etmissiniz.
Size, tekrar bir helikobakter testi yaptirmanizi oneriyorum. Nuksetmis olmali.
Yazdiklarinizdaki anlamsizligi ve darmadaginikligi baska sebeplere dayandirarak da aciklayabiliriz, tabii ki; ama duygularinizi incitecek seyler soylemenin bir faydasi olacagini dusunmuyorum.
“Necip, Alev Alatlı’nın çırağıdır. Necip, diktatörlerin yanındadır.”
Eksik yazmissiniz.
Necip, ayni zamanda,
— Chuck Norris’in gercek dunyada cisim bulmus halidir.
— Global isinmaya yol acan ve durduracak iktidari olan tek kisidir.
— Ortadoguda barisi saglamayisinin sebebi, insanlarin aci ve zulum cekmesini gormekten hoslanmasidir.
— Onceki hayatlarindan birisinde, Arsduk Franz Ferdinand’a suikast emrini veren heyetin basiydi. Lenin’i de Rusya’ya gonderen Necip’ti.
— Hic aciklanmamis olsa da, Ay’a giden ilk ekibin de basindaydi.
Daha cok var; ama, bu kadari simdilik yeter.
‘Eksik yazmissiniz. Necip, ayni zamanda, Chuck Norris’in gercek dunyada cisim bulmus halidir. Global isinmaya yol acan ve durduracak iktidari olan tek kisidir. Ortadoguda barisi saglamayisinin sebebi, insanlarin aci ve zulum cekmesini gormekten hoslanmasidir. Onceki hayatlarindan birisinde, Arsduk Franz Ferdinand’a suikast emrini veren heyetin basiydi. Lenin’i de Rusya’ya gonderen Necip’ti. Hic aciklanmamis olsa da, Ay’a giden ilk ekibin de basindaydi. Daha cok var; ama, bu kadari simdilik yeter.’
Ortada apaçık bir soru var. Bu soruya cevap yazmayı deneyeceğine; yine, kof nüktedanlık yaparak geçiştirmeye çırpınıyorsun, yine, laf çarpıtmaya uğraşıyorsun.
‘7 Haziran 2015 seçim sonuçları’ndan memnun kalmayan Diktatör Recep Tayyip Erdoğan, ‘sandık’ı & ‘seçim’i yeniden dizayn ederek, ülkeyi, bir kez daha seçim yapmaya mahkûm etti. 7 Haziran 2015’den 1 Kasım 2015’e giden yol; bizzat Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın emrinin neticesidir; ‘halkın tercihi’ neticesi değil. Diktatör Recep Tayyip Erdoğan; korku tohumları yayarak, şantajlarla, tehditlerle, 1 Kasım 2015’de diktatörlüğünü perçinledi. Nedense, bu konuda gıkın çıkmıyor Necip. Sizler, yani ‘AKP-TROLL’ler, kendi aranızda, bu konuda gıkınızı çıkarMAmak için, o meşhur yemin ‘omerta’yı mı uyguluyorsunuz..
28 Necip 12 Temmuz
Wikipedia alıntılarınızda aydınlatıcı bilimsel teori, hipotez, bilimsel yasa ve zan = hipotez (=conjecture) farkları göz önüne alındığında aşağıdaki öneriniz:
“Manipulasyon her yerde olur. Hep de olur.”
Bilimsel teori mi? Hipotez mi? Bilimsel yasa mı? Zan = Hipotez mi?
Eğer bu öneri kişisel kanaatinizse, bu defada ikinci öneriniz,
“Sizin kisisel kanaatiniz de, mucadele edip etmediginiz de kimsenin umurunda degil. Hic olmadi, hic de olmayacak.”
Hipotez mi? Bilimsel yasa mı? Zan = Hipotez mi?
Bu ikinci öneriniz doğruysa, kişisel kanaatlerle kanaatler olmayanları nasıl ayırt edebiliriz?
Onca laf salatasini sirf su soruyu sormak icin mi yazip byte ziyanina yol actiniz?
“o meşhur yemin ‘omerta’yı mı uyguluyorsunuz..”
El cevap: Hayir.
Su yaziyi da okumak isteyebilirsiniz.
https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/riza-zelyut/2017-temmuz/kilicdaroglu-kime-adalet-ariyor
Sayın Necip Hoca,
“33 Uzun ve Skıcı bir Yazı” arkadaşı iyi tanıyor, adı yasaklandığı için ağzımıza almıyoruz. Siz de bir zaaf bulmuş sizinle dalga geçiyor, oyun oynuyor. Huizinga’nın “Homo Luden” ustası.
Daha önce bizimle de hayli oynadı ve nihayet bize Einstein’den bir alıntı gönderince dalga geçtiğini anladık. Sizi Wikipedia’ya o yönlendirdi ve ardından sizinle alay etti. Sizi zivaneden çıkarabilir. Ciddiye almayın.
Einstein alıntısı:
” If you wish to learn from the theoretical physicist anything about the methods which he uses, I would give you the following piece of advice: Don’t listen to his words, examine his achievements.”
Wikipedia’yı dinlemekle onun tuzağına düştünüz.
Einstein devam eder:
” For to the discoverer in that field, the constructions of his imagination appear so necessary and so natural that he is apt to treat them not as the creations of his thoughts but as given realities.”
Bilimsel konular açısından bakıldığında, kişisel kanaatler üzerindeki yorumunuzla çok acele edip zaafınıza zaaf katmışınız. Sizinle tekrar alay edecek, bilesiniz.
“Hero” yazılı tişörtle mahkemeye gelen kahraman askeri tebrik ederim.
Başarısız olmuş olsalar da onlar kahramandırlar.
‘Su yaziyi da okumak isteyebilirsiniz.
(https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/riza-zelyut/2017-temmuz/kilicdaroglu-kime-adalet-ariyor)’
‘Rıza Zelyut’ isimli kişi; ‘adalet’ ismini vererek Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Recep Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük uygulamalarına karşı protesto yürüyüşünü kadük göstermek için, yakın tarihe kısa bir yolculuk yaparak kendi meşrebince birkaç paragraf yazmış, bu kadar. ‘Rıza Zelyut’un yorumları gibi onlarca yazıyı da okumak istersen; linklerini gönderirim.
‘Onca laf salatasini sirf su soruyu sormak icin mi yazip byte ziyanina yol actiniz?’
Ortada salata-malata yok. Yine, laf çarpıtma Necip.
Sorduğum soruya soruya cevap yazmayı deneyeceğine, 1000 dereden su getiriyorsun, türlü-çeşitli bahaneler üretiyorsun.
‘7 Haziran 2015 seçim sonuçları’ndan memnun kalmayan Diktatör Recep Tayyip Erdoğan, ‘sandık’ı & ‘seçim’i yeniden dizayn ederek, ülkeyi, bir kez daha seçim yapmaya mahkûm etti. 7 Haziran 2015’den 1 Kasım 2015’e giden yol; bizzat Diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın emrinin neticesidir; ‘halkın tercihi’ neticesi değil. Diktatör Recep Tayyip Erdoğan; korku tohumları yayarak, şantajlarla, tehditlerle, 1 Kasım 2015’de diktatörlüğünü perçinledi. Nedense, bu konuda gıkın çıkmıyor Necip. Sizler, yani ‘AKP-TROLL’ler, kendi aranızda, bu konuda gıkınızı çıkarMAmak için, o meşhur yemin ‘omerta’yı mı uyguluyorsunuz..
demek Necip, Rıza Zelyut adlı faşistin yazısını okumamızı önermiş. İyice gözümden düştü.
büyük bir özveri gösterip Zelyut’un yazısını okudum. Faşist olduğunu biliyordum ama böylesi komplo teorileri ileri sürecek kadar geri zekâlı olduğunu bilmiyordum doğrusu.
Yapma bunu Abdullah Gül yapma
Ahmet Hakan
ESKİ bir video…
Epey eski bir video…
Konuşan Abdullah Gül.
*
Şöyle diyor Abdullah Gül:
“Fetullah Gülen hepimizin hocasıdır.”
*
Ayrıca şöyle de diyor Abdullah Gül:
“Fetullah Gülen çok değerli bir ilim adamıdır.”
*
Aynı Abdullah Gül, dün yaptığı yazılı açıklamada ise…
Şöyle demiş:
“Düşünce, din ve siyaset anlayışım açısından hayatımın hiçbir döneminde yakınlık duymadığım örgüt lideri Fetullah Gülen…”
*
Size bir şey söyleyeyim mi?
– “Kandırıldım” demek..
– “Aldatıldım” demek…
– “Eskiden ben bu adamı değerli bir ilim adamı sanırdım” demek…
– “Hayatımın bir döneminde buna hocam derdim” demek…
– “Yahu amma da safmışız” demek…
Bana çok daha delikanlıca bir tutum gibi geliyor.
Zelyut’un yazısında
39 Soru’nun Yanılgıları,
Necip hocamız şimdiye kadar bu sitede hiç bir bilimsel öneri ileri sürmedi. O halde,
“Necip hoca bilimsel öneride bulunmaz.”
Siz inançlarla bilimsel önerileri karıştıryorsunuz. Bilimsel öneriler kendi başlarına doğru ve yanlış olamazlar. Hocamızın dedikleri, hocamızın Wiki-Wacky’de buldukları doğayı izah eden bilimsel teori, hipotez, doğa yasası, zan gibi doğal gerçekler ve hakikatler değil. Necip hocamızın bu sitede ileri sürdükleri, kişisellik kanaatler önerisi de dahil, kendi kişisel inançları. Bu inançlar ebedi gerçek ve hakiketlerdir.
Eğer Amerika’da “think tank” varsa, bizim Türkiyemiz’de de Arapça, Farsça, Osmanlıca, İngilizce, Fransızca bilen “tiki- taki” Necip hocamız var ve gurur duyarız. Türkiye Küçük Amerika oldu artık ve tiki-taki Necip hocamız bunun kanıtı.
– “AKP + TSK yönetimi + Burjuvazi + Cemaat” iktidarı Ergenekon operasyonları ile “TSK’nın bir hizbi + Ulusalcıların bir hizbi” (kısaca “Ergenekon”) muhalefetini tasfiye etti.
– “AKP + TSK yönetimi + Burjuvazi + Ergenekon” iktidarı FETÖ operasyonları ile “TSK ve Emniyet’in bir hizbi + Cemaat” (kısaca “FETÖ”) muhalefetini tasfiye etti.
Bundan sonra olabilecekler:
– “AKP + TSK yönetimi + Burjuvazi” iktidarı Ergenekon’a ihtiyaç duymayarak tasfiye eder.
– “CHP / MHP / yeni merkez parti + TSK yönetimi + Burjuvazi (/ + Ergenekon)” iktidarı AKP’yi tasfiye eder.
– “CHP / MHP / yeni merkez parti + TSK yönetimi + Burjuvazi” iktidarı “AKP + Ergenekon” muhalefetini tasfiye eder.
– AKP kapatılır, kadrolarının ve seçmen tabanının çoğunluğu MHP’ye ve eski MHP’li muhaliflerin başını çektiği yeni merkez partiye, bir bölümü SP ve BBP’ye, küçük bir bölümü de HDP ve CHP’ye dağılır.
” demek Necip, Rıza Zelyut adlı faşistin yazısını okumamızı önermiş. İyice gözümden düştü.”
” … Faşist olduğunu biliyordum ama böylesi komplo teorileri ileri sürecek kadar geri zekâlı olduğunu bilmiyordum doğrusu.”
Zileli böyle buyurmuş diye pek yapmadığım bir şeyi yaptım. Yazıyı sonuna okudum. Bir sürü yerel medya vızıltısı kelimelerin ve kısaltmaların anlamlarını arayıp bulmam hayli zamanımı aldı. Ne yazık ki Zileli ve bu sitede yorum yazanlarla Rıza Zelyut arasındaki farkı pek kapamadım. Çok benziyorlar.
Medyada çıkan yazılar aktarılır ve yazıların “altında” yatan gerçekler satha çıkarılıp ifşa edilir.
Diğer bir benzerlik daha da vahim.
“Komplo” kelimesinin etimolojisi bilinmez ama eşanlamda olan ” conspire ” = “con” + “inspire” = aynı havayı beraber teneffüs etmek anlamına gelir.
Uzun yıllardır eleştiriciler Zileli, Necip benzerlerinin aslında aynı medya havalarıyla beslendiklerinden, aynı şeyleri farklı ambalajlarla söylediklerini gördüler.
Örneğin Japonya’da dünya ülkelerinin çoğunun katıldığı sanat eserleri sergisini izleyen Le Monde gazetesi farkında olmadan bütün eserlerin birbirlerine benzediğini ağzından kaçırdı.
Kapitalist-burjuva muhabbet tellalları aydın aydıncılar evrensellik vaat ettiler, tellallığını ettikleri kapitalist-burjuvalar eşbiçimlilik yarattılar. Bu site buna eşsiz bir örnek.
Sayın Arkadaşlar,
Bu sitedeki yorumlarda en fazla kullanılan kelimelerden yola çıkarak yorum yapan bütün arkadaşlara bir soru yöneltmek istedim.
Fransız devrimi, tarihte başlayan bir sürecin kıvamına, zirvesine ulaşmasının semboli ve simgesi sayılır. Bu devrimle kapitalist-burjuva sosyal sınıfı, bazı zikzaklar olsa da, nihayet düzeni tamamıyla ele geçirip dünyayı kendilerinin kopyasına çevirirler ve bu anlam bağlamında, yani dünya insanlarını kendilerine benzetmeleri anlamında, tarihi kendileri yazarlar.
Sorum şu:
Tarihte, dünyanın başka bir yerinde, bir sosyal sınıf düzeni diğer bir sosyal sınıfın elinden aldı mı? Nerede? Ne zaman?
“Zileli böyle buyurmuş diye pek yapmadığım bir şeyi yaptım.”
Galiba, Zileli de, pek yapmadigi bir seyi yapti: Benim cevabim begenilmemis olsa gerek.
“Bilimsel teori mi? Hipotez mi? Bilimsel yasa mı? Zan = Hipotez mi?”
O kadar dallandirip budaklandirmadan once, yazdiklarimin icinde ‘bilimsel’ olduguna dair bir beyanimim, bir iddiamin, olup olmadigina baksaydiniz keske.
“Bu ikinci öneriniz doğruysa, kişisel kanaatlerle kanaatler olmayanları nasıl ayırt edebiliriz?”
Dedim ya, soylediklerimin icinde ‘bu bilimsel bir teoridir ya da hipotezdir’ gecmiyorsa, kisisel fikrimdir/kanaatimdir.
Umarim muskulunuzu giderebilmisimdir. If not, please do not hesitate to write back with even more trivia.
“Siz de bir zaaf bulmuş sizinle dalga geçiyor, oyun oynuyor.”
Huyum kurusun, hep duserim bu tur tufalara.
Uyardiginiz icin, tabii ki, mutesekkirim.
Yine de, tedbir olarak, kendimi cezalandirmaga karar verdim:
Yok, yok, harakiri yapmayacagim bu sefer –kuru temizleme masraflari cok tutuyor.
Bir defaligina bir ay boyunca sabahtan aksama kadar (bol bol vitamin ve sivi takviyeli) bir aclik grevine gidecegim.
Ha bu baga ders olsun.
“Tarihte, dünyanın başka bir yerinde, bir sosyal sınıf düzeni diğer bir sosyal sınıfın elinden aldı mı?”
Tanimi geregi (by definition) bu mumkun degil.
Değişimin önünde engel olanlar ortadan kaldırılmalıdır. Ve tarih tarafından da ortadan kaldırılmışlardır.
630’da Mekke oligarşisi, 1453’te Bizans imparatoru, 1789’da Fransa kralı, 1917’de Rus çarı, 1922’de Osmanlı padişahı, 1924’te Osmanlı halifesi, 1958’de Irak kralı, 1960’ta Türkiye başbakanı, 2003’te Irak, 2011’de Tunus, Libya ve Yemen, 2011 ve 2013’te Mısır cumhurbaşkanları değişimin önünde engeldiler.
Bugünün Türkiye’sinde de değişimin önüne engel dikilenler gitmelidir ve de gideceklerdir.
2011’de istifa eden Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları gibi, gönüllü bir şekilde olursa, onlar açısından da hayırlı olur. Aksi takdirde, geçen yıl olanlara benzer olaylar olur ve bu kez kurtulamazlar ise, kendi taraftarları kadar kalabalık bir kitlenin bunu sevinçle karşılayacağını unutmamalıdırlar.
H. Berktay’dan;
“İlkel komünal toplumun yaslandığı üretici güçler düzeyi, doğaya fazla yakın, adeta göbek kordonuyla bağlı kıldığı insanın düşüncesini kısıtlar, onu ağır koşullar altında ezer ve eblehleştirir aynı zamanda. Kaba kuvvet, çapul hırsı, çakal kurnazlığı, at hırsızlığı, korsanlık, yol kesicilik, kervan vurmak, oba basıp adam kesmek, kadınlara savaş meydanında tecavüz etmek, çocukları köleleştirmek çağdaş Türkiye’ye nasıl ışık tutabilir? Unutmayalım ki, Odysseus’un da sık geçen bazı sıfat ve ünvanları, «sığır hırsızı», «kentler kundakçısı», «Knossos’u basan», «Truva yağmacısı»dır alt tarafı. «Kahramanlık yaldızlarını çekip aldığımızda, sonsuz enerjileri dışında, pek bir şey yoktur bu kişilerde hayran olacağımız» diyor Aka’lar için George Thomson. «Altın çağ» tanımayan tarih nehrinin durmak bilmez akışı, bütün halkların askeri demokrasisinin böyle özelliklerinden geriye, «titreyip dönülecek» bir şey bırakmıyor.”
Komplo/Gayri komplo Blues
Sözüm ona bilinçaltı akışlarını dile getiren roman yazarların en ünlülerinden biri olan James Joyce’a sorulur:
– Bilinçaltı sırları hakkında ne düşünüyorsunuz?
– Ya bilincin sırları?
Ben Freud’la Necip hazretlerinin çok bildiği teori (here is that word again) olan ve Türkiye’de politika dilinin tekeli altına giren “bilinç” yerine “farkında olma” deyimini tercih ederim ama artık geç.
Bir yanda komplo, görünen dünyayı kontrol eden gizli devasa güçler; diğer yanda devlet, kapital-banka-para-mülkiyet-özel mülkiyet, okul, medya, reklamlar, ideolojiler, dinler gibi apaçık devasa güçler.
Edebiyat, sanat, resim, sinema, politik ideolojilerde sonsuz faaliyetler yaratan bilinç/bilinçaltı ikiliğe güldürücü bir ek: vücudumuzda veya iç organlarımızda, çekinmeden sonsuz sıfatı eklenecek, bilincinde olmadığımız olup bitenler belki de bilinçaltında olanlara kıyasla sonsuz daha önemli, ama olsun. İşgüzarlık yararlıdır. İşleyen demir pas tutmaz.
Bir ara Viet Nam savaşı esnasında BBC için röportaj yapan biri dünyayı gezdiğinden savaşı medyada izleyenlerin, Viet Nam’ın nerede olduğunu bile bilmeyenlerden daha cahilce konuştuğunu tespit ettiğini yazdım.
Hemen burjuva propagandası bilgi anlamını bilinçaltına yerleştirmiş olan Zileli hazretleri haşmetli ağzından bir dil sürçmesiyle “ne demek istiyorsunuz? Cahillik daha mı iyi?” dedi.
Aynı şekilde fikirlerine katılmadıklarım kişilere cevaplarımı politik ideologların bilinçaltına yapışmış çıkmayan “bilinçlendirme” adını koyarak aklı sıra alay etti.
Bu sitede yazı ekleyenlerin hepsinde gördüğüm bilinçaltı kapitalist-burjuva değerleri, bunun asıl ve ilk kaynağı Avrupa’ya karşı eziklik. En güzel örnek hazreti Necip. Salt ABD-AVRUPA fikirleri dile getirir ama bilinçaltına, kaynaklarını teşkil eden ABD-AVRUPA araştırmalardan ve ileri sürülen fikirlerden seçtiklerini, çiviyle yazmış. Aynı Freud’un dediği gibi “bilinç üstünde”, bilinçaltını veren anneyi iğfal etme peşinde koşan, aşk/nefret içinde bocalayan, terapi arayan, kendini elit aynasında gören bir zavallı olmuş.
Bir süre ince bu bilinçaltı eziklerden biri AMER-İKA’DA PROFESÖRSE doğrudur zekasıyla herifin komplo hakkında yazdığı bir yazıyı kesip bu siteye yapıştırmıştı.
Ben hemen “bilinçlendirmeye” geçtim. Herifin kendisinin gözle görülen, yıllarca en keskin eleştirilerle yerle bir edilen, insan adiliğini açık açık kabul edip insanı “mükafat ver/cezalandır tekniklerle şekillendirme” teorisi (here is that word again) içinde büyümüş ve kabullenmiş bir adi davranış psikolojisi profesörü olduğunu yazdım. Üstelik bu psikoloji hapishane, kışla, okul, hastane, fabrika gibi kurumları yönetenlerin elinde bir araç olduğunu da ekledim. Cahillerle dolu, medya dedikodusunun altında yatan gizemleri politik-ideolojik kalburdan geçiren alimlerden bir gık bile çıkmadı.
Vance Packard bu davranış psikolojisi müritlerinin becerilerini ve becermek istediklerini çok güzel anlatanlardan, pardon narrativini edenlerden, biri.
1990lara kadar ve hala peşinde koşulan totaliter düşünüş komünistliğe inanlar nedense bunu görenlerin yazılarını hiç okumadılar. Hepsi dağlara çıkıp pala bıyıklı ve sakallı kahraman Guevara olmak peşinde koştu.
1960larda bu yıllarca komünist göz boyaması kazazedeleri “bilinçlendirmek” isteyen tarihçilere her zaman hazır ve nazır banalleştirme veya komplo-gayri komployla “revisionist” yaftası takıldı. Bu tarihçiler Hazreti Necip’in post modern tabiriyle salt “narrative” yapanlar oldular. Her neyse. Ben ne Zileli ne de Necip gibi elitim, devam edeyim. Bu tarihçiler ABD ve USSR’ın, kendi halklarını ve dünyayı hizada tutmak için, birbirlerini kullandıklarını gösterdiler.
Kusura bakmayın ama aşağıdaki aktaracağım çoktan beri yaygın bilinen alıntıları çevirmeyeceğim. Bilinçlenmek istemeyenin bilinçlendirilmeyeceğini kendi kendinden saklayan politikologlar, çevirinin bir işe yaramayacağını “bilinçaltında” benden iyi bilirler. Bu site bu bilgileri çoktan aşmış, meta-bilgiler içinde yüzenlerle dolu.
Bertrand Russell, in a prescient essay, Scylla and Charybdis, written in the 1930s, warned against the ‘manipulator’s fallacy’, based on the belief that societies are inanimate machines which can be manipulated towards preconceived uses and functions.
Bilgiç Aziz Hazreti Necip kutsal ağzından ne çıkarmış:
“Manipulasyon her yerde olur. Hep de olur.”
Acaba bir komplo kurbanı mı?
Not: amer-ikano turco profesör de insanı makine görenlerin hapını yutan alçaklardan biri.
Eski ve yeni komünistler için:
Communist medicine was first outlined in Voyage en Icarie by Etienne Cabet (1788-1856), a French revolutionary and a follower of Babeuf. Hausheer has provided an excellent and exhaustive analysis of Cabet’s thoughts on medicine in communism. In Icaria, the ideal communist state, the doctor did not have to depend on private practice as he was a salaried member of the community and medical service was free for all. The title of ‘doctor’ was abolished as a remnant of the artificial hierarchy of the past, and new medical graduates were called ‘national physicians’ or ‘national surgeons’. All dead bodies had to be dissected for the advancement of science. A healthy lifestyle was the key to the health of the nation. Intemperate drinking and eating, lack of exercise, sexual overindulgence or tobacco smoking (about which Cabet had particularly strong feelings) were not tolerated. The goal of medical science was to prevent diseases from occurring. Only those individuals who had desirable mental and physical qualities were allowed to have children. None of this required imposition from above, as it was supported by a national democratic consensus.
Komünist ülkelerde yaşamış olan arkadaşlarım bu önseziyi olağanüstü buldular.
1960’da Rusya’yı ziyaret eden İngiliz doktorlar Sovyetleri sağlık teşvikine hayran olurlar.
1970lerde başı-kan Nixon’a katılan Amerikan doktorlar Maoist Çin’de akupunkturla anestezisiz ameliyatı olağanüstü bulurlar.
Bu doktorlar bu sitedeki meta-bilgi alimlarine benzerler. Dünyanın dürt bucağında ve özellikle, şimdi Avrupa içinde sulh / dışında silah sat kasap Necip gibilerle dolu Avrupa’da, binlerce ameliyatın anestezisiz yapıldığı ve ameliyat edilenlerin acı çekmedikleri belgelerinin “bilincine” varmayanlar.
“Bir defaligina bir ay boyunca sabahtan aksama kadar (bol bol vitamin ve sivi takviyeli) bir aclik grevine gidecegim.”
Dikkat et bilim dolu Necip, bu diyet kabızlık yapar. Hepsini ağzından çıkarırsın.
“Tanimi geregi (by definition) bu mumkun degil.”
Bu ağızdan ishallik fırsatını kaçırma. Yalaya yalaya alıştığın için tat seni rahatsız etmez. Alıştığın gibi bir tanım uydur gitsin. İnternette ara. Sana bir ipucu vereyim: “tripartite Dumézil” ara, sosyal sınıftan daha geniş bir kavramla işe başlarsın.
Bilmemek ayıp değil, bir TÜRK tiki-takinin cahilliğini itiraf etmesi çok ayıp. Erdoğan duymasın!
=================================
” O kadar dallandirip budaklandirmadan once, yazdiklarimin icinde ‘bilimsel’ olduguna dair bir beyanimim, bir iddiamin, olup olmadigina baksaydiniz keske.”
Doğru. Beynin çok yıkanmış, tertemiz ve bomboş. Ama yine de sana uzaktan telepatiyle iletilenleri, seni korkudan altına ettirenlerin, yaladıklarının kulaklarına fısıldadıklarını çok az bir listesini yapayım:
İktidar tanımı ve ebediliği,
Ama, ote yandan da, neredeyse bir kanunmus gibi, binlerce yillik gozlemlerimiz sonucunda, bunun boyle olageldigini de(istisnalarinin nerdeyse hic olmadigini da) bilmek ve soylemek gerekir,
‘iktidar’ denen sey, dogrudan dogruya genetic bir dayatma olmamakla beraber,
Manipulasyon ebediliği,
Kamera nesnelliği ve görülene inanma şapşallığın,
‘evrim teorisi’ denen tasvir,
‘Evrim Teorisi’ denen hikayenin kendisi, cok olsa, bir ‘hipotez’ olabilir,
‘hipotez’in dahi ciddiye alinmak icin tasimasi gereken ozellikler/sartlar var,
‘Evrim Teorisi’nde bunlar yok. Dayatma var.
Onunuze bir formul konur ve ona iman etmeniz beklenir,
Ben elitistim,
Yukarıdaki bildirme kipiyle yazılanlar,
“Bilimsel teori mi? Hipotez mi? Bilimsel yasa mı? Zan = Hipotez mi?”
Bu muallakta sallanan öneriler dayatma mı? Sana dayatılanlar mı? Yaladıklarını kusman mı?
========================
Gelelim salakça sergilediğin cahilliklere:
“Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken”
Ulan ibiş, “homo sapienler ” bile Afrika’dan en az 100 000 yıl önce çıktılar. Yine ağzından ishallik akmış. İşte sen bu işte el-itsin, yalamaya alışmamış biri bu ağzından çıkarmalara dayanamaz.
“Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir. ”
İbiş evrim teorisini bilmez ama o teorinin bir hikaye olduğunu bilir. MUCİZE!
“Yasaklanan evrim teorisinin temelinde yatan bir kavramı ağzına aldı. Kim yasaklamis, ne zaman yasaklamis?”
Ulan insan bu kadar alçalır. Bütün dünya duymuş bu zamanını bilgisayar önünde emir beklemeyle geçiren hödük duymamış.
“Sunun icin yok: ‘Yeteri kadar’ diyebilen kisi, ‘maksimum’un ne oldugunu da biliyor demektir”
Sana bu söylediğinin ne kadar aptalca olduğunu yazdım. Bir daha yazayım.
Matematik hocası daha henüz yalamakla çok diplomalı olmayan Necip’e,
– Ulan oğlum, bu ikinci derece denklemi çözmeye YETER bilgin var. Ne bekliyorsun?
Necip cevap verir,
– Evet yeter bilgim var ama cebirin ‘maksimum’unu bilmiyorum, dön yalayayım hocam.
” ‘kapali bir sistemde ne yaparsaniz yapin, kutle sabit kalir’”
Buna da cevap verdim. Ara ineternette “vardan yok olan”, “yoktan var olan” parçacıkları. İhsali durdu yalayanın. Bak Necip, senin derdine çare bende. Ben gerçekten çok fakirim. Gel sana ağzından akan ishalini durdurucu devayı sık sık satayım, hem sen hem de ben mesut oluruz.
“Son olarak, ortaya cikan ‘eser’in ne ise (ve ne kadar) yaradigi sorusu var. Benim asil degerlendirme kriterim budur.”
Bu sadece yalamasına yararlı olanları yutan bir adi tüccarın lafı.
Müslüman-Türk- Tiki-Taki Necip’in Dayanılmaz Hafif Meşrepliği
“Kisacasi, benim ‘ontology’im (‘var olus felsefem’) ‘omur boyu muhaliflik’ de degil; kayitsiz sartsiz (ve sonsuza dek surecek) sadakat de. Galiba bu kontrast yuzunden sizinle anlasamiyoruz.”
1. Bu ibişe göre Eleştirici= Muhalif.
Haydi olsun. Var mı tarihte ömür boyu muhalefet olan bir kişi?
Eleştiricilerin hepsi belli bir fikre sadakatlerinden yola çıkarlar. Müslüman-Türk düzenin süt ineği Necip, muhalifliği dininde ve her dinde olduğu gibi zaman dışına çıkarır, varoluşsal öz olur:
Dörtkenarlı üçgen = omur boyu muhalif
Benim saçmalıklarımı yutmayanlar, iktidarın zaman dışı değil, tarihte bir varlık olduğuna inananlar = omur boyu muhalif
O halde, olmaz olur, Necip de marifetinin horozluğuyla aynaya bakar, pis pis sırıtır, hayatı boyu tek isteği huzura kavuşur. Modern insanlarda bu huzur sapıklığını tespit eden Freud, bu gözlemini teorisine (here is that word again) “ölüm içgüdüsü” olarak tam Necip ve benzerlerine münasip ifade eder ve hatta inandırır.
Bakalım bu Erdoğan cambazı daha hangi yalamalar peşinde.
2. kayitsiz sartsiz (ve sonsuza dek surecek) sadakat
Eğer, her üstününün dalkavukluğunu yapan, her zaman değişebilen Necip,
“Kisacasi, benim ‘ontology’im (‘var olus felsefem’) ‘omur boyu muhaliflik’ de degil; kayitsiz sartsiz (ve sonsuza dek surecek) sadakat de.”
dediğinde, bu evren kadar büyük lafla, kayitsiz sartsiz (ve sonsuza dek surecek) sadakatini dile getiriyor. Yani, kendi b*kunu kendi yiyor!
Karşımıza yine dalkavuklukla mantığı karıştıran zavallı Necip çıktı! Her k*çı değişik dille yalayan dalkavuk bilgiç, mantıkta çoktan bilinen en ilk öğrenilen bir kuralı bilmiyor. Buna defalarca değindim, her defasında ishal akan ağzı kapandı! Tabii kuralın ne olduğunu bulmayı medya hastası Necip’e bırakıyorum.
Ama diğer bir şapşallığı daha var: ” zaman icinde geldigim yerin aslinda ‘relativism’ oldugunu soylemistim.”. Bu kaz, her an relativist olup elden uçabilir.
Her mübarek ağzını açtığında tekrarladığı “X …dir/dır.” peygamber vari maniler yumurtlar ama sıkışınca sakladığı jokeri her an çıkarabilir: relativizm.
Bu dalkavuk, relativizmin absolutizm, her kendine benzeyen cahilin can kurtarma simidi olduğunu bilmemezlikten gelir. Aksi halde “C’est la vie..” lafının anlamı ne?
Bu kara cahil relativizmin felsefe tarihinde, doğuda ve batıda, son iki – iki bin beş yüz yıl, defalarca çürütüldüğünü bile bilmediği için, dalkavukluğuyla karıştırıp faziletmiş gibi kullanır. Dalkavuk, relativizmi, eleştiricilere (=muhaliflere), kendinin inandığı mutlaklığı reddedenlere karşı kullanır. Relativizmi, düzene itaat eden Necip’in tam tersi biçimde kullanan ünlü örneklerden biri Montaigne. Montaigne ile bu dalkavuk arasındaki mesafe ışık yıllarıyla bile ölçülmeyecek kadar büyük!
Çok kuru ve sivri kellelerin sevdiği çürütme şöyle:
Eğer her kendisi gibi mübarek ağzını açan relative haklıysa, relativizme inanmayan da haklı.
Orwell ne der:
Bu bilgiç el-it olduğunu itiraf ettiğinde, “herkes haklı ama ben daha haklıyım” demiş!
Analaşamadığım ama dalkavuk olmayanlardan özür diliyorum:
Ben mantığa önem verdiğimden değil, bu adamı çekilmez cambazlıklarının tamamıyla dalkavukluğundan geldiğine inandığım için bu sıkıcı eleştiriyi yaptım.
Sözlerin anlamı bu dalkavuk gibi her an keyfi değişirse zaten mantık ortadan kalkar.
Benim inandığım mantık bu adamın dalkavukluk mantığı:
“Önemli olan, kim emir veriyor”
Şimdi de bir benzetmeyle bilgiç Necip’in bir dediğini alıntılayacağım:
“Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken…”
Sadece Neandertal ve Homo sapien konusunu çok, çok az kurcalasaydı bu kadar cahilce bir laf etmezdi. En son bilinenlere göre Homo sapienler Afrika’dan 60-100 bin yıl önce çıktılar. Ve hala “avcı-devşiriciler “var!
İnsan bu cahilin ‘savannah”sında yaklaşık 2 milyon yıl önce yaşadı. Herif sanki Erdoğan ile konuşuyor. Asıl önemli olan emir almayı bekliyor. Bu sitedekiler da dolaylı hakaret ediyor:
Bu sitedekilerin “homo sapienler” , akıllı insan, değil “homo necipus”, yani “homo ignarus” yani cahil insan olduklarını sanıyor.
Ama gerçekten haksız mı?
Bu siteye yazanların büyük bir çoğunluğu dünyaya egemen olan gaddar güçlere karşı olanlar.
Aynı hisle yazılan ve düzene karşı gelenlere can ve ateş kaynağı olan ütopya edebiyatına bakalım. Ütopya hiç bir yerde olmayan demektir.
Bu sitedekilerin hepsinin medeniyet eleştirime yanıtları aynı bu dalkavuk Necip ve diğer düzeni savunanlarınkine, yani ütopya sözlük anlamına benzer: “eğer ütopya hiçbir yerde yoksa buna varmaya çalışmaya ancak cahiller inanır! Biz ve Necip gibi akıllılar, asla inanmayız!”
İşte size gün gibi ortada bir mantıksızlık! İşte size Necip gibi düzen savunması! İşte size eleştiriyi aynı Necip gibi laf cambazlığıyla etkisizleştirme!
Bana “git o zaman ilkeller arsında yaşa” diyen sizlerle, “iktidarsız toplumlar belki bundan 30 bin sene, yani 2 milyon sene, önce vardı” diyen dalkavuk arasındaki farkı bulmayı size bırakıyorum.
Kelimeler cangılından hemen çık Necip Efendi, cangılda yaşayan çıplak vahşi avcı/devşiriciler aynı zamanda yamyam. Hala hayvanlar gibi yaşıyorlar, senin alıştığın yalamayla paçanı kurtaramazsın. Bunlar gece gündüz gıda ararlar. Senin gibi yağlı birini 5 dakikada yerler.
Tahmin ederim hazım güç olur. Bu çıplak vahşiler daha henüz sizin gibi süpermarket dolaşıcı/alıcılık yapanları yememişler. Hayatınız boyunca yediğiniz kimyasal maddelerle pis etiniz zavallıların midelerini bozar.
Atalarınız ne demiş? Sinek bir şey değil ama mide bozar.
Siz ne demişsiniz?
“Kelimenin anlami sizin sandiginiz gibi her yerde kullanilmaga musait degil.
demagogue or demagog
Kişisel seçilen bir sözlüğün kişisel tanımlar1 & 2.
Ben, halkin duygularini veya onyargilarini sahlandirarak guc veya popularite kazanan birisi degilim.
Burasi da, benim soyledigim turden seyleri soyleyerek popularite kazanilacak bir yer degil zaten.”
Diğer bir sözlüğe baksaydınız hem Zileli’nin tam demek istediğine hem de size çok uygun ve müsait anlamı bulurdunuz, sayın relativist Necip Bey.
Biraz yardımcı olayım.
1. (pejorative) A political orator or leader who gains favor by PANDERING to or exciting the passions and prejudices of the audience rather than by using rational argument.
2. (historical) A leader of the people.
panderer
1. a person who furnishes clients for a prostitute or supplies persons for illicit sexual intercourse; procurer; PIMP.
2. a go-between in amorous intrigues
Zileli’nin sözcüğü “pejorative ” kullandığını inkar edecek değilsiniz. O halde siz büyük harflerle tasvir edilen, pardon narrativi yapılansınız!
Eğer eşanlamlar sözlüğüne baksaydınız farkında olmadan karşı çıktıklarınızla aynı olduğunuzu da görüp, Erdoğan duyar diye altınıza ederdiniz.
Burada da yardımcı olayım.
Synonyms of Demagogue:
rabble-rouser, political agitator, agitator, FIREBRAND
Belki büyük harfle yazdığım bilmeyebilirsiniz diye ve sizi korkutmak için tanımını vereceğim.
Synonyms of (political) FIREBRAND:
radical, revolutionary, troublemaker, agitator, rabble-rouser, demagogue, subversive.
Vallahi Erdoğan bunu duyarsa onun neyini yalarsan yala seni affetmez.
Siz sözcükler arasında kaybolmuşsunuz. Bence bunun sadece ve sadece bir yorumu var: hayatınız uygun sözcükleri bulmayla geçmiş, yani dalkavukla.
But, Always Look on the Bright Side of Life.
Necip düzeni savunmakta haksız mı?
Veya
Necip bu sitede durmadan vızıldayan muhaliflerden farklı mı?
Veya
Necip’in en derinde yatan varsayımları ve önyargıları bu sitedeki gördüğüm (doğru ki hepsini okudum diyemem) yazılar ve satılık kitapları yazanlardan gerçekten farklı mı?
Bu soruları akademik anlamda veya “benim fikrim”, “senin fikrim” sıradan yığınlar demokrasisi küresel ortamda tartışmak bile çılgınlık.
Doğa bilimlerinde ve hatta aynı kısıtlı dalda çalışan iki bilim adamı-kadını bile birbirini anlamıyor.
Tarihte olmuş bir olayın yüz binlerce değişik yorumları var.
Marksizm, liberalizm, sosyalizm, hristiyanlık, islam gibi kokmuş, çürümüş, tarihleri yalanlar, kırımlar, şiddet ve kanla yazılmış deli gömleklerinin yeni köpekleri “ama X,Y,Z doğrusu olan değildi” gibi akıl almaz bir adilikle hala piyasaya sürenler var. Aynı adilik kapitalist-burjuva devrimin en temel varsayımını “insan, üretme-tüketme makinesidir” yutan ve aynı yukarıdaki ideolojilerde olduğu gibi makyajlarla cici bici satan anarşistlerde de görülür.
Tek fark, anarşizmin hala bakire olması. Daha henüz Necip’in “ebedi varlık”, Max Weber’in “şiddet tekeli”, Nietzsche’nin “soğuk kanlı canavarların en soğuk kanlısı” dedikleri iktidarı ele geçirmemiş olması.
Tabii bunlar arasında ve yine tek ibiş, Necip. Kendinden 40-50 yıl önce, kendinden ışık yılları ilerde, 20. yüz yılın en büyük tarihçilerinden biri,
“Son 5 bin yıl insanlar Allah sanıp İktidara taptılar”
Bu site dedi kodu uzmanlarıyla dolu olduğu için eklemek gereğini hissettim: genelde salt Allah, tanımıyla, ebedidir.
Her neyse. Karınca kaderince. 15 Temmuz şenlikleri bana hem Nazi Almanya’yı hem de bu siteyi hatırlattı.
Şenliklerde zevkten mest olanları anlamak mümkün mü? Bazı ülkelerin üstünlüğünü kabul etmelerinin kaçınılmaz sonucu olan derinlerinde yatan aşağılıklarının duygusal boşaltması, katarsizi olabilir mi? Bu bakımdan IŞİD’den farklı mı? Bu insanları “biz de onlar gibi olacağız” ümidiyle galeyana getiren demagog sanal bir gelecek mi vaat ediyor yoksa ve komünist Mao Çini’nin gerçek şimdisini mi? Lenin’in mirası günümüz Rusya’sını mı?
Gelelim bu sitedeki devrimci solcu falan filanlara. Bu falan filanlar, nicelik farkı hariç aynı vaatlerin demagogluğunu, muhabbet tellallığını yaparlar. Cici bicilik makyajlarında ta başlangıçta kapitalist-burjuva vaatlerini en güzel dile getiren ünlü tam burjuva Marks sabah balık yakalar, öğleden sonra şiir yazar, akşam felsefe kitabı yazar.
Sayın devrimci solcu yoldaşlar, kapitalist-burjuva düzeni, nicelik farkı hariç, bu cici biciliğin binlerce mislini başarmakla kalmadı, şimdi bu cici biciliğin allahını sizlere genetik manipülasyonlarla, for a little fee, doğuştan verecek. Hepiniz sarışın mavi gözlü, dahi, güzel veya yakışıklı, yazar, ressam, filozof, yapay zekacı, müzisyen, dansöz, futbolcu, gezegenler arası turist süper erkek-kadın olacaksınız.
Etrafınıza bakın. Rusya, Çin, Doğu Avrupa ülkeleri.
1990larda Avrupa’yı dolaştığımda bazı yüksek makam tutanlar, çok daha iyi bir eğitimden geçtikleri için eski komünist ülkelerden iş bulmaya gelenleri Afrika ve Orta Doğu gibi bölgelerden gelenlere tercih ettiklerini açık açık söylediler.
Belki Marksizm’le psikanalizi birleştirenlerin sezgileri doğru.
Bastırılan istekler şiddetle dışa vurulur ki tarihte binlerce örnekler var ve benim en çok sevdiğim kızılderilileri kırımdan geçiren beyazların akıncı püritenlerinin tasviri:
“Jollity and gloom were contending for an empire.”
Kazananlar sağ ve solun (little fee hariç) idolü oldu.
Kırımdan geçirenler aynı zamanda solcu devrimciler gibi cici bici bir gelecek vaat ettiler.
William of Ockham kimdi?
‘Occam’ın usturası’ neydi?
Thomas Aquinas kimdi?
‘Lex Parsimoniae’ ne demekti?
‘Entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem.’ ne demekti?
“Berk-Toy”ların bilgisini kıskanan toy cahiller kıskançlıktan çatlasın.
“Berk-Toy”larla uğraşacaklarına “Berk-Yaruk”ların (Büyük Selçuklu hükümdarı, 1092-1104) zamanına dönüp ilkel komünal yaşamı savunan göçebe Oğuz t(b)oylarının ayaklanmalarına katılsınlar.
Hatta Gök-Türk veya Moğol kağanlarının “toy”larına (kurultay) katılıp yeni kağan seçilsinler. Mete Han’ların, Cengiz Han’ların yerine onlar geçsin.
FETÖ karşıtlığı temelinde, açıkça ya da utangaçça AKP iktidarının yandaşlığını yapan, ve çeşitli yönlere mensup (örneğin, “sol”dan Perinçekgiller, “sağ”dan Bahçeligiller, “orta”dan Necipgiller) kişilerin okuması gereken bir yazı:
–
FETÖ ne zaman kuruldu?
Gerçek
Ekim 27, 2016
Cumhurbaşkanı, hükümet ve yargının sözcüleri, Fethullah Gülen cemaatinin bir terör örgütü olduğunu ısrarla ifade ediyorlar. “FETÖ” kısaltması tam da bunu ifade ediyor. Madem bu böyle o zaman biz de soruyoruz: FETÖ ne zaman kuruldu?
Örgüt, tanım gereği, bir ortak amaç uğruna birlikte çalışan insanların bilinçli olarak kurdukları bir yapıdır. Kendiliğinden, mantar gibi çıkmaz ortaya. Terör örgütü, hem yasadışı olduğu, hem de silah, istihbarat, kadro, büyük para vb. gerektirdiği için bilinçli karara ve planlamaya daha da çok ihtiyaç duyar. Öyleyse soruyoruz: FETÖ’yü kuran bilinçli karar ne zaman verilmiştir?
Bu konuda AKP hükümeti şaşkın ve çelişik açıklamalar yapıp duruyor. En son AKP’nin Afyonkarahisar’da topladığı kampta yaptığı konuşmada Başbakan Binali Yıldırım bu çelişkilerin en ileri biçimini ortaya koydu.
Yıldırım önce kesin bir dille şöyle diyor: “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ), AK Parti döneminde doğmamıştır…” Tam da bizim sorduğumuz soruya cevap vermiş Yıldırım. O zaman soralım: Ne zaman doğmuştur?
Yıldırım bu cümlenin devamında FETÖ’nün AKP döneminden çok önce kurulduğunu iddia ediyor: “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ), AK Parti döneminde doğmamıştır, FETÖ, AK Parti döneminde palazlanmamıştır. Bu terör örgütünün sanki AK Parti döneminde kurulmuş, güçlenmiş gibi gösterme gayreti içinde olanlar var. Bunlar kendi kusurlarını, yanlışlarını örtmenin telaşı içindeler. Bu kanlı örgütün geçmişi ta 1960 yılların sonlarına kadar gider.”
Buradan bir tek şey anlaşılabilir. FETÖ 1960’lı yılların sonunda kurulmuştur. O zaman cumhurbaşkanının da ifade ettiği gibi AKP cemaate destek olmakla, “Ne istediniz de vermedik?” diye sorulacak bir ilişki içinde olmakla, bilerek ya da bilmeyerek bir terör örgütüne destek olmuş olmaktadır!
Ama aynı konuşmada Yıldırım FETÖ’nün kuruluşu için bir de bambaşka bir tarih daha veriyor: 17-25 Aralık. Bakın ne diyor: “Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, o da 17 Aralıktır.”
“Siz” kimsiniz? Yargı adına mı konuşuyorsunuz? Yoksa yargının sizin talimatlarınızla çalışmakta olduğunu itiraf ediyor olabilir misiniz?
Ama bundan daha da önemlisi şu: 17 Aralık 2013 “AKP dönemi” değil midir? Demek ki FETÖ aslında AKP döneminde kurulmuş!
Yıldırım diyecektir ki, “biz o aşamadan itibaren işbirliği yapmadık”. O zaman soralım: Neden 17-25 Aralık kuruluş tarihi? Elcevap: “Bu örgüt ilk defa devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır.”
Şimdi çoluk çocuk bile bilir ki, bir terör örgütü ilk eylemine girdiği gün kurulmaz. O eylemi yapmak için daha önce teşkilat, gizlilik, kadrolar, sızma, istihbarat, gibi hazırlıkları yapması gerekir. FETÖ dört bakanın ve oğullarının yolsuzluk dosyalarını istihareye yatarak mı elde etti? Öyleyse binlerce yargıç, savcı ve polis şefini neden hemen bu olayların ardından görevlerinden aldınız? Demek ki örgütlenme daha önce başlamış! Yani kaçış yok: FETÖ AKP döneminin en azından bir bölümünde, AKP onunla işbirliği yaparken terör örgütü imiş.
Bir örgütün kuruluş tarihini hem 1960’lı yılların sonu, hem de 2013 diye vermek epey marifet. Ama bu AKP’yi kurtarmıyor.
Yıldırım “AKP döneminde kurulmadı tezini neye dayandırıyordu? Yukarıdaki alıntıdan okuyalım: Bu terör örgütünün sanki AK Parti döneminde kurulmuş, güçlenmiş gibi gösterme gayreti içinde olanlar var. Bunlar kendi kusurlarını, yanlışlarını örtmenin telaşı içindeler. Bu kanlı örgütün geçmişi ta 1960 yılların sonlarına kadar gider.”
Ama aynı konuşmada Yıldırım Meclis’te Darbeleri Araştırma Komisyonu’na verdiği ifadede AKP’yi suçlayan eski Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök’e de verip veriştiriyor:
“Eski bir Genelkurmay başkanı çıkıp diyor ki ‘Biz 2004’te uyardık.’ Ne uyardınız kardeşim, karara bakıyoruz, ‘Nur cemaati ve hizmet hareketi izlenmelidir.’ Ne zamandan beri cemaatler terör örgütü oldu? Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, o da 17 Aralıktır.”
Ee, madem 17 Aralık 2013 tarihinden önce FETÖ sadece bir cemaatti, daha önceki iktidarların sözcüleri neden “kendi kusurlarını, yanlışlarını örtmenin telaşı içindeler”? Cemaat suç değilse, 17 Aralık’tan önce terör örgütü yoksa onların da “kusuru, yanlışı” olmaz ki telaşlansınlar!
Cümle sayısından daha çok çelişki! Tesadüf mü dersiniz?
Biz sormaya devam edeceğiz: FETÖ tam olarak ne zaman kuruldu?
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/feto-ne-zaman-kuruldu
http://gercekgazetesi.net/sites/default/files/main/articles/0841302031320.jpg
“Biz sormaya devam edeceğiz: FETÖ tam olarak ne zaman kuruldu?”
Bu soru, akademik masturbasyondan da beter; abes bir sorudur.
‘Kotuluk’un tarihcesini aramak, ilk ne zaman ortaya ciktigini tespit etmege ugrasmak kadar abestir.
Cok mu onemli, kimin iktidarinda ilk belirtilerinin gorulmus olmasi; ya da kimin iktidari sirasinda ilk suphelerin olusmaga baslamis olmasi?
Boyle bir sorunun herkesce kabul edilebilir bir cevabini bulsak bile –ki, pek mumkun degil–, bugunun problemini cozmege bir katkisi yoktur.
Cocuk cani ruhlu ve katil cikti diye, ailesini, yetistigi mahallenin insanlarini, gittigi okullardaki ogretmenlerini, sira arkadasini mi sucluyoruz?
Hayir. Cunku, bu akilci degl.
Cani ruhlularin cikmasini onleyemeyiz. Yok boyle bir imkanimiz.
Tek yapabilecegimiz, bunlarin verebilecegi zararlari olabildigince aza indirgemek, bu konuda tedbirli/caydirici olmaga calismaktir.
‘Cemaat’ diye yola cikan yapinin bugun ‘FETO’ya donusecegini cikip birisi soyleseydi bile (ki, eminim soyleyenler olmustur), bunun hicbir kiyemt-i harbiyesi yoktur. Olamazdi da.
Cunku, suc islenmeden ceza veremiyoruz.
Simdi, bugun, bence, sorulmasi gereken sorular sunlardir:
— Suc islenmis midir?
— Suc islenmis ise, cezasi ne olmalidir?
— Suc islenmis ise, bu sucu isleyenleri –hala daha– (aktif ya da pasif) destekleyenler varsa, bunlarin cezasi ne olmalidir?
Bu sorularin cevaplarini verdikten sonra, daha sonra, bu tur bir sucu islemege egilimli olmak ihtimali olan/olabilecek yapilar hakkinda ne gibi tedbirlerin alinacagina sira gelebilir; ama, simdi degil. Sonra.
Prens kitap okur, marangoz prensin Occam’ın usturasının küçültemediği devasa evinde çalışır.
Marangoz sorar,
– Ne okuyorsun?
– Çok büyük bir alimin, örneğin bu sitede satılan, kitabını okuyorum.
– Alim yaşıyor mu?
– Hayır,
– O zaman at gitsin, bir şeye yaramaz.
– Eğer sen hayatta kalmak istiyorsan, anlat bu ne demek.
– Çekici çiviye çok şiddetle vurursam çok derine girer, çok hafif vurursam tam girmez. Tam vurmayı ustandan öğreneceksin.
Tabii bu altın çağ safsatası. Asıl altın çağın bolluk olduğuna inananlar böyle bir dalavereyi yutar mı? Okul var efendim, kitap var efendim, hatta sarışın mavi gözlüler robotla yapıyorlar efendim, biz altın çağın içindeyiz efendim ilahilerine başlarlar.
Not: Kıskanılan altın inek H. Berktay, Hesiod ve daha öncelere bile metasız yaşama çağına Altın Çağ diyenlerin halihazırda altının güzellikten çıkıp alış veriç metası olduğuna bile dikkat etmez. İşte sana bu sitedikilere bila istisna örnek hindi gibi kabaran Türk dahisi!
Bak Arap Emirlikleri ‘ne. Her yerde kullanılan “kölenin karnını doyur ve eğlendir geri kalan boş laf” felsefesi ustaları. Dünya tarihinde salt bir defa olan bir olayı evrene yansıtan kölelerin işi ele geçireceği felsefesini yumurtlayan gavur Hegel’i okuyup çok farklı ama çok daha doğru bir sonuca varmışlar. Bu site yeteneklerini ve diplomalarıyla köleliği seve seve üstlenenlerin acı içinde kıvrandıkları bir terapi salonu.
Occam’ın usturasını (daha önce değinenler oldu ama Altın Çağlarda olduğu için es geçeceğim) ilk defa 1138–1204 arasında yaşayan bir maymunun oğlu kullanır. Aynı maymun oğlu kütüphane dolduracak kadar kitaplar yazar.
Zavallı nereden bilecek bir Türk dahisin yıllar sonra Occam’ın usturasını “sadede gelelim” e çevirip dalalata düşeceğini, hatta bilgisizliğini büyük lafklarla kapatacağını.
Aynı maymun oğlu,
“Marangoz üç saat (altın çağ mı, ne?) marangozluk yapar, dokuz saat kendini geliştirir.” demiş.
Bak şu “Occam’ın usturası” ve “Altın Çağ’da yaşayan” iki Türk dahileri ve dünyayı üretim fabrikasına çevirecek Avrupalı dahi Marks’ı kahve falında görmeyen maymun oğluna!
Bak şu daha henüz ilkellerin günde en fazla 3-4 saat çalıştığını duymamış iki Türk oğlu/kızı, sert Türk erkek/ hassas Türk kadını dahilere!
Bu yazıyı daha önce yazmıştım ama yayınlanmadı.
=====================================
Sayın Hatırlayalım (20 Hatırlayalım mı?)
Hatırlarsınız belki, Occam zamanında ticaret ve ticaretten servet çoktan büyük artışlar yapmıştı. Hatta tüccarlar çocukları için dünyevi bilimler öğreten okullar açmaya başlamışlardı. Kilise çoktan tefecilikle para biriktirmiş, mal mülk sahibi olmuştu.
William of Ockham usturasını Thomas Aquinas’dan aldı ve gereksiz fazlalıkları kesip atmada yarar var dedi.
Tüccarlar, Kilise, hatta daha sonra kendi ülkesi İngiltere kolonilerini arttırdıkça arttırdı. Zamanımızda insanlar yedikçe daha fazla istiyorlar, şişmanladıkça daha çok yemek istiyorlar. Occam’ın usturasındaki bu mesajı sevmeyenler işi modern bilim felsefesine uydurdular. Ama bunda da okullar ve bilgi dalları tavşanlar gibi üssel arttılar. En basit bir baş ağrısının bile yüzlerce çeşidi var. Bazı çok çok büyük bilim adamları tek sanılan evren sayısını bile arttırdılar. 8 kişi dünya insanlarının yarısı kadar para toplamış.
Çok daha önce İsa’da bu yer yer doymaz tefecileri tapınaktan kovalamıştı. Aynı dinden rahipler William of Ockham ve Thomas Aquinas daha akıllı davrandılar ve zamane cennetle ebedi cenneti uzlaştırmak istediler. Türkiye’ye son geldiğimde çok duyduğum bir deyiş: “… ama Allah bize akıl da vermiş!” afı az çok aynı. Aslında ibn Rüşd aynı şeyi İspanya’da daha önce yapmak istedi ve hatta kitapları yasaklandığı için Avrupa diğer ülkelere gizli sokulurdu.
Aquinas ile ilgili bir fıkra:
Manastırda pencereden dışarı bakan bir rahip şaka olsun diye, “Bak bahçedeki eşek Latince konuşuyor, aynı siz hatırlatan gibi, az ama öz konuşuyor” der.
Aquinas yemek masasından zıplar pencereye koşar. Rahip ve diğer rahipler kahkahalara boğulurlar.
Aquinas “eşeğin Latince konuştuğuna inanmak bir rahibin yalan söyleyeceğine inanmaktan daha kolay” der.
Neyse kısa keseyim. Atalarınız ne demiş:
Konuşmak altın, az ve öz konuşmak bilgiçliktir.
Alim, bilgiç, çenesi düşük, dalkavuk askerden bilimsel hipotezler:
1.‘Kotuluk’un tarihcesini aramak, ilk ne zaman ortaya ciktigini tespit etmege ugrasmak kadar abestir.
2. Cok mu onemli, kimin iktidarinda ilk belirtilerinin gorulmus olmasi; ya da kimin iktidari sirasinda ilk suphelerin olusmaga baslamis olmasi?
3. Boyle bir sorunun herkesce kabul edilebilir bir cevabini bulsak bile –ki, pek mumkun degil–, bugunun problemini cozmege bir katkisi yoktur.
Kanıtlar:
1
Kötülük iktidar gibi her zaman vardı, var olacaktır. O halde, başlangıcı olamaz. Aramak nafile.
Dalkavukluk her zaman vardı ve var olacaktır. O halde benim ne zaman dalkavuk olduğumu aramak abestir.
İktidar her zaman vardı, var olacaktır. O halde iktidarda olanları yalamamın başlangıcını aramak abestir.
Bu bilimsel mi, tümdengelim mi, peygamber ağzından çıkan aziz laf mı? Siz karar verin okuyucular.
2
İktidar her zaman vardı, var olacaktır. O halde, başlangıç belirtisi anlamsız. O halde, şüphe etmek yok olabilir demektir ve anlamsızdır.
Bu bilimsel mi, tümdengelim mi, peygamber ağzından çıkan aziz laf mı? Siz karar verin okuyucular.
Not : Where the idea comes from that men hold despotism in detestation, I do not know. My view is that they delight in it.
(Bertrand de Jouvenel)
Despotluktan nefret etmenin ne zaman başladığını bilmiyorum ama insanlar bundan zevk alıyorlar.
Zavallı Necip aynı zevki laf masturbasyonundan, despotları yalamadan alıyor.
Daha önce bu dalkavuğa yazmıştım.
“Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization.
Ibn Khaldun on nomads”
Yanıt vermedi. Ama hiç değilse iktidara karşı olan adi alçaklar gibi bana “git onların arasında yaşa”, daha henüz, demedi.
3.
“ki mümkün değil”
O halde mümkün olmayanın bize ne yararı olacak.
Benim varlığım bunun kanıtı. Bulsak da bulmasak da ben dalkavukluk ve yalama nesnesinin ebediliğini yukarıda söylemiştim. Hayatta tek zevkimin de dalkavuk ve yalama olduğunu yine yukarıda belirledim. O halde, bana bir yararı olmaz ve dolayısıyla kimseye bir yararı olmaz.
Bu bilimsel mi, tümdengelim mi, peygamber ağzından çıkan aziz laf mı? Siz karar verin okuyucular.
Bu kadar saçmalayan, bu kadar mantıksız, bu kadar ispata varsaydığıyla varan, tek bildiği aylık maaşı olan birinin ciddiye alınması çok tuhaf. Olsa olsa Necip gibi bol maaşlı orta sınıf klonları arası terapi seansları!
İnsanlığın tarih boyunca inandığı tanrıların çoğu, bugün düşünüldüğü gibi, elle tutulup gözle görülemeyen cinsten değil, doğada gördüğümüz varlıklardan oluşmaktaydı. Birer doğa varlığı olan tanrıların sırlarının çözülmesi, hiç şüphesiz, bu tanrılara dayanarak hükmünü yürüten egemenlerin aleyhine bir gelişmeydi.
Buna karşı hakim sınıf boş durmadı. Toplumun uyanışını durdurmak için, sırrı çözülemeyecek bir totem-tanrı yaratma arayışı içine girdi. Öyle bir tanrı yaratılmalıydı ki, elle tutulup gözle görülememeliydi. Yani insanoğlu ona hiçbir zaman ulaşamamalıydı. Bu senaryo çok ustaca yazıldı. Bu senaryoya göre istenilen bir tanrı bulundu. Öyle bir tanrı yaratıldı ki, hem kullarına şahdamarından daha yakın, hem de kulları istedikleri zaman onu arayıp bulamayacakları kadar uzaktı. Egemenler, yarattıkları tanrıyı kuş misali uçurup yedi kat gökyüzüne gönderdiler.
Niçin yapıldı bunlar?
Yedi kat yukarıdaki göklere çıkıp, oralarda tanrıyı arayıp bulmanın olanağı yoktur. Ancak ulaşılamayan tanrıdan, kendini oraya gönderenlere vahiyler gelecekti. Kime gelecekti bu vahiyler? Tabii ki herkese değil! Hakim sınıfın istemi doğrultusunda çalışıp, halkı veresiye cennet vaadiyle kandırarak, susturup, hakim sınıfın kurduğu yönetim şekline boyun eğdirecek, mevcut düzenin yaşanmasını sağlayacak, uzman kişiye, yani bu vasıflara uyan peygamberlere gelecekti. Onun için koca Roma imparatorluğu Hıristiyanlığı keyif için devlet dini olarak seçmedi. Koskoca Osmanlı imparatorluğu Müslümanlığı keyif olsun diye devlet dini yapmadı. Hıristiyanlık ve İslam işte bu nedenle birer imparatorluk dini olup kılıç zoruyla yayılmıştır.
– FETÖ bir terör örgütüdür.
– AKP rejimi iktidarının büyük bölümünde FETÖ teröristlerini desteklemiş ve onları ortak muhaliflerine karşı kullanarak bizzat devlet kadrolarına yerleştirmiştir.
– Dolayısıyla AKP rejimi terör örgütlerini kullanan, teröristleri devlet kadrolarına yerleştiren bir terör rejimi olup meşru değildir ve devrilmelidir.
egemenlerin söylemlerini benimseyerek (örneğin “terör örgütü” gibi) egemenlere karşı mücadele edilemez.
Sayın site müdavimleri, çözülmesini beklediğim şifre nihayet çözüldü!
Başkanınızın boks maçı yaptığı bir ülkede yaşıyorum. Başkan ve başkanın etrafındaki bütün yüksek seviyedeki şifreli telefon konuşmaları, sms’ler ve emailler burada çözülmekte. Aralarına nasıl kaydıysa, aralarında benim gibi her iktidardan nefret eden bir arkadaşım var.
Ona, yüksek dalkavuklarla etrafa yaydıkları alçak dalkavuklar arasında Müslümanlıkla ilgili bir yazıya rastlarsa, bana haber vermesini rica etmiştim. Allem etmiş kullem etmiş Müslüman bilginlerle ilgili verilen emirleri önceliğe koymuş ve nihayet Necip ve benzerleri alt seviyede olanlara verilen yönergeyi bulmuş.
Verilen emir koşulsuz. Böyle konularda, hangi yazıya ne yanıt vereceklerini yüksek makamlara arz etmeden ağızlarını açmamaları, duyamazlıktan, görmemezlikten gelmeleri emri verilmiş.
İşte Necip, bu nedenden, ibn Khaldun’dan alıntıya her zaman açtığı mübarek ağzını açmamış.
Ben elimden geldiği kadar binleri rahat aşacak sayıda, tarihte ve hatta şimdi iktidarsız yaşayan toplumlar olduğunu ibn Khaldun kadar etkileyici ve şiddetli dille ifade eden gavur bilginlerden alıntıları yazmadım.
Hemen “onlar nasıl biliyormuş?” enayi dümbeleği çalmaya başlar diye sayılarını az tuttum.
Üstelik çoğu için iktidarla medeniyet arasındaki fark enayileri uyutmak için ninni. Böyle bir şeyi duyan site müdavimlerin hepsi başıma çullanırdı.
İşte, Necip’in duymakla bile eteklerini tutuşturacak bir gerçek.
Muhammet etrafındakiler “bedevilere dikkat edin, inanır gibi görünürler ama inanmazlar” dedi
7 yüz yıl sonra ibn Khaldun bedevileri de içeren tüm bedavaya turistlik edenlerin iktidardan nefret ettiklerin yazar.
Emevi ve Abbasi saray şairleri her özgürlükten söz ettiklerinde bedevi imgesi kullandılar.
Bak şu eski dalkavukların dürüstlüğüne, bak şu yeni dalkavukların adiliğine. Karar sizin sayın seyirciler.
Yaşasın klonlar arasındaki demokrasi!
Yaşasın güzel sanat eserlerini müzeden başka yerde görünce şapşal şapşal bakan solcu devrimciler.
Koca kellelerden kesin yapıştırın veya dalkavukluk yapın.
“egemenlerin söylemlerini benimseyerek (örneğin “terör örgütü” gibi) egemenlere karşı mücadele edilemez.”
Egemenlerin “terör örgütü” gibi söylemlerini benimsemeden mücadele ettiğimizde bir şey değişiyor mu peki?
Çıkarları için kullandıkları “terör” demagojisini onların suratına çarparsak başarısız oluruz, bunu yapmadan mücadele edersek de başarırız mı demek istiyorsunuz mesela?
Ayrıca bu egemenler ve onların uşakları terörist değil midirler yani? Örneğin ülkü ocakları faşist bir terör örgütü değil midir?
“terör” sözcüğünü her zaman ve kökten sorunlu bulurum ve hiç kullanmam, mecburen kullandığımda da tırnak içinde bulurum. Egemenlerin ürettiği bir kelimidir, kendilerini kamufle etmek için.
“Yanıt vermedi. Ama hiç değilse iktidara karşı olan adi alçaklar gibi bana ‘git onların arasında yaşa’, daha henüz, demedi.”
Simdi biraz fazla ‘caustic’ takiliyorsunuz. Biraz durulmanizi bekliyorum. O dem geldiginde, cok daha lezzetli sohbetler edebilecegimizi umut ediyorum.
Gün Zileli = Necip
Laf, laf, laf, ucuz laf!
En bariz örnek:
“egemenlerin söylemlerini benimseyerek (örneğin “terör örgütü” gibi) egemenlere karşı mücadele edilemez.”
Egemenlerin sadece söylemlerini değil özünü benimsemeyen egemenlere karşı mücadele edemez.
Avrupa’nın kırımda geçirdikleri toplumlar hakkında zerre kadar bilgisi olan, ok yayla ateşli silahlara kaşı savaş edildiğinde daha başlangıçtan oy yaydan çıkmışa uğrayanları bilmeyenler aslında egemenlerin dilini, safsata dolu solcu, devrimci, ilerici, endüstrici, teknolojikçi, bilimci dillerini konuşmaz mı Sayın Gün Zileli?
Ezici, işgalci, kolonistlere karşı birleşmek isteyenlerin hiç bilmedikleri zengin/fakir, emir veren/emir alan, eşitlik/eşitsizlik gibi kavramlardan yoksun insanların birleşmesinde ne kadar zorluk çektiklerini anlatan sayısız kitaplar var. Oku ve aynı dinci yobazlar gibi dinselleştirdiğin solcu-devrimci hurafeden kurtul.
Avrupa kıskacından, gaddarlığından, mengenesinden, pençesinden, sizin gibi Avrupa dili konuşan komünist rejimlerden kurtulmak isteyenlerin en büyük sorunlarından biri sizin gibi egemenlerin dilini bülbül gibi ötenlerin dillerini bilmediklerinden halklarını bir türlü birleştiremediler. Şu an aynı durumu yaşayan toplumlar için tek bir yol var: ezenlere katılmak. Sen bunu Mao için söyleyip aslında başka bir yol olmadığını işine gelmediği için saklıyorsun. Aksi halde anarşistliğin de senin gözlerini açmadığını kabul etmek zorunda kalacaksın. Bu bağlamda sana acıyorum ama aynı zamanda çok dürüst, döneklik yapmayan cesur bir kişi olduğunu da biliyor ve saygı duyuyorum. Bir Cizvit rahip “bana bir çocuğu 5 – 7 yaşına kadar bırak, o benimdir” demiş ve birçok antropologlarla kültür araştırıcılar aynı fikirdeler. Sen 50-60 yaşına kadar Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi yapmak, ilerlemek, Marksistlik düşünceleri içinde beslendin. Bunlardan kurtulman o kadar kolay değil.
Bu ve benzeri düşünmeden veya düşünerek ettiğin laflarda, birçok konularda son derece cahil olduğunu defalarca sergiledin. Ama egemenlerin dilini çok iyi bildiğin ve sattığın için sana benzeyen enayiler sadece yutmakla kalmamışlar seni pompalayarak ne dediğini bilmeyen bir megaloman yapmışlar. İstiyorsan sana kaybolduğun küflü konulardan dışarı çıkıp temiz bir hava alman için çok sayıda kitaplar ismi verebilirim.
Daha az bariz bir örnek:
Sen Lenin ve Stalin gibi kasap cambazların peşinde koşarken ben eğer Rusya Bolşevik darbesine uğramasaydı, ekonomide çok daha güçlü olacaktı tezini savunan son derece ciddi düşünürleri okuyordum. Eğer bu tezlere Necip gibi gavur işi desen bile günümüzdeki Rusya’nın darbede önceki Rusya’ya dönüşü yeter. İNŞALLAH!!!
“Mao zedung, 1930-1949 yılları arasında bu stratejiyi esasen doğru ve başarılı bir şekilde uygulamış ve sonunda kadim Çin devletiyle birlikte bu devletin aktüel temsilcisi Guomintang partisini yıkmıştır. BUNLARIN YIKILMASINDA YANLIŞ BİR ŞEY YOKTU. Yanlış olan, bir devlet ve iktidarı yıkarken yerine bir başka devlet ve iktidar kurmaktı.”
Aynı şey Çin için fazlasıyla geçerli. Günümüz Çin’i, Singapur, Tayvan, Hong Kong, Güney Kore hala seni bu egemene karşı egemen dilinin derin taş uykusundan uyandıramıyor.
Hatta aynı şeyi fetiş ettiğin İspanya için bile söylerim.
Kör köre yol gösteriyor. Kafan tamamıyla sıradan, basmakalıp solcu devrimci safsatalarıyla dolmuş, belki uyanman artık çok geç.
CHP “anayasaya aykırı ama” demişti şimdi de “temel hak ve özgürlüklere aykırı ama” demeye hazırlanıyor
Gerçek
Temmuz 18, 2017
“Türkiye büyük bir devlettir, güçlü bir devlettir. Konumu, durumu, pozisyonu ne olursa olsun kimsenin devlete meydan okumaya hakkı ve haddi yoktur. ” Bu ifadeler Erdoğan’a, yerli yersiz “mehter veren” bir zurnacıya ya da CNN Türk’ün iktidar yandaşı kadrolu yorumcularından birine ait değil. Bu sözleri söyleyen, henüz “adalet yürüyüşü” yapmış ve her gün diktatörlükten, otoriterlikten, faşizmden yakınan CHP’nin, Genel Başkan Yardımcısı Engin Altay. Söyleme gerekçesi ise bugünlerde Erdoğan’ın bir darbe sanığının giydiği tişörtte İngilizce “kahraman” anlamına gelen “hero” sözcüğünün yer almasını gerekçe göstererek tek tip elbise giyilmesini istemesi.
Erdoğan’ın açıklamasının ardından ilk harekete geçenler ihale avcısı yandaş tekstilciler olmuş, tasarımlarını kamuoyu ile paylaşmışlardı. Hemen ardından ses veren ise CHP oldu. Engin Altay “Teklif geldiğinde bakarız, şu anda neyi getireceklerini bilmediğimiz için bir şey söyleyemem. İnsan hakları, temel hak özgürlükler önemli ve önceliklidir. Ama devletin bekası büyük devlet olmanın özelliğini de dikkate alarak yapılacak uygulamalar önümüze geldiğinde değerlendiririz” diyerek tek tip elbiseye yeşil ışık yaktı.
Daha önce de Gezi ile başlayan halk isyanına hakaretler eden Engin Altay daha sonra kıvırmıştı. Tepki gelirse bu tavrında da belirli bir kıvırma payı bıraktığı anlaşılıyor. “Bakarız” diyor. Temel hak ve özgürlükler önemli diyor. Ama değerlendirme kriterleri perşembenin gelişini çarşambadan belli eden cinsten. “Devletin bekası ve büyük devlet olmanın özelliği!”
Mahpusların tek tip elbise giymesi bir 12 Eylül uygulamasıdır ve işkence amacıyla kullanılmıştır. ABD’de uygulanıyor olması CHP için anlamlı bir referans olabilir ama bizim referansımız, ABD’nin iyi çocuklarının darbesinde bu uygulamaya karşı direnen yeri geldiğinde iç çamaşırlarıyla mahkemelere çıkan devrimci anti-emperyalistlerin mücadelesidir. İşkence ve kötü muameleye tavır kime yapıldığına bakarak alınmaz. CHP, kendisine yapılan “FETÖ”cü suçlamalarının ağırlığı ile bu tavırlara girmektedir ki bu da bizi hiç ama hiç bağlamaz.
Daha önce HDP’li vekilleri hedef alan dokunulmazlıkların kaldırılması teklifine “anayasaya aykırı” olduğunu bilerek “evet” diyen CHP, kendi milletvekilleri Enis Berberoğlu’nun da casusluk suçlamasıyla tutuklanmasının yolunu açmıştı. Bunun için CHP’yi HDP’nin yanında gösterecek bir kaç açıklama, televizyon programlarında bir kaç defa bu konunun işlenmesi ve CHP tabanına Sözcü ve Aydınlık gazeteleriyle yapılan bir kaç sondaj yetmişti.
Temel hak ve özgürlükler ya önemli ve önceliklidir ya da değildir. Aynı Anayasa gibi… Dolayısıyla CHP saflarından gelen temel hak ve özgürlüklere dair ifadelerin de zerre kadar inandırıcılığı yok. Tek tip elbisenin sadece cemaatçiler için getirilmesinin hukuken mümkün olmadığı en yüksek ihtimalle terör, darbe ve “casusluk” gibi suçlar için öngörüleceği düşünülürse CHP’liler ve onun arkasına dizilenler Enis Berberoğlu’nu da ilk mahkemede turuncu elbiseyle görmeye hazırlansınlar.
İşkenceye ve kötü muameleye hayır diyenler, temel hak ve özgürlükleri savunanlar ise CHP’yi bırakıp, bu toprakların devrimci, sosyalist ve anti-emperyalist siyaset ve mücadele geleneğine dönüş yapmalılar.
Hayır biz böyle bir tasarıya oy vermeyiz diyecek CHP’liler. İstediğiniz kadar vermeyin. Erdoğan’a bir işkence uygulamasını yasalaştırmak için kendisini meşrulaştıracak araçları ona çoktan verdiniz bile: Devletin bekası ve büyük devlet olma!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/chp-anayasaya-aykiri-ama-demisti-simdi-de-temel-hak-ve-ozgurluklere-aykiri-ama-demeye
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler müritler memleketi olamazMIŞ gibi çek panpa
https://pbs.twimg.com/media/CgPEbQcUYAAhqUx.jpg
Hiç Bekleme Sayın Necip Bey,
Gönül isterdi ki sizin, benim beraber büyüdüğüm kimselerle temas kurmanızı ve sormanızı sağlayabilseydim.
Ben iktidardan ve emir verenlerden çocukluğumdan beri evrenin bile bir damla olacağı okyanus kadar nefret ettim.
Şimdiye kadar okuduklarım hislerimi sadece pekiştirdi.
İktidara saldırmayanlardan iktidardan daha çok nefret ederim.
Laf kıvırmasına başlamayın. Beraber yaşamak için boyun eğilmesi gereken kurallar şart. Bilenin bilmeyene yardımcı olmasında ben iktidar değil sevgi görüyorum. Aksi, yani sizin gibilerin beynini yıkama propagandası, beni tiksindiriyor. Eğer toplum, kuralları zaman içinde kendi geliştirmişse dışarıdan bakıp YARGI yapan kendi toplumunun ideolojisi köküne kadar yutmuş adi bir varlıktır.
Ne var ki eğer Allah yere inse ve senin beni anlayabileceğini söylese, “ulan, sende mi pezevenkliğe başladın?”, derim.
Şu an bilginin en ucuz bir meta olduğu bir devirde yaşıyoruz.
Diğer yandan, sizi çok, ama çok iyi anlıyorum, insan medeniyeti kadar uuzun zamandır, 5-7 bin yıldır tekrarlanan basmakalıp ilahiler. Bazı özel konularda sonsuz bilgisiz olduğunuzu defalarca gördüm.
Üstelik sizde zerre kadar satır arası okuma, eleştirici ruhu yok. Son zamanlarda sizin savunduğunuz insanların neden merdiven basamaklarında olduğunu biyolojide aramaya başladılar. Tabi bu da doğal olarak genetiğe yol açtı, aynı davranış veya evrimsel psikolojileri gibi, genetik zorbalığına dönüştü. Siz bu ayvayı yemişsiniz. Eğer doğruysa, üstelik son 5-7 bin yıl bu merdiven gittikçe daha sağlam olduğu da apaçık, neden acaba şimdi merdivenin oturduğu temeller biyolojide aranıyor sorusunu bile sormayacak kadar satıhsalsınız. Sadece bu bahaneyle neden olunan çok sayıda insana işkence, haksızlık ve zalimlik saymakla bitmez. Sizin çok kibar olduğunuzu bildiğim için kan dondurucu ayrıntıları geçeceğim. Size bu işkencecilerin bol maaşlı alçak akıl babalarının dedikleri ve onlardan nefret edenlerden alıntılar aktaracağım.
1. The new neuro-Calvinists maintain that ‘free will is merely a rationalisation, artifact or epiphenomenon of biochemical and genetic predestination …
2. What the Nazis enforced through a plan from above could become true through a truly selective process from below, driven by the forces of the market.
3. In 1992, the Director of the National Institute of Mental Health, compared inner-city blacks to hyperaggressive, hypersexual monkeys and proposed launching a nationwide campaign to screen children for biochemical and genetic ‘predisposition’ to crime and violence.
4. The head of cell biology at Manchester University has predicted that within 20-50 years, genetic ‘passports’ will be as familiar as driving licences.
Daha eskiye dönersek, sizin karşı çıktıklarınızla farkınız olmadığını gösteren bir örnek vereyim:
“… phrenology was accepted as a science by such eminent minds as Augustine Comte, Karl Marx, Goethe.”
Bence aranızdaki en büyük benzerlik başkalarının işine burnunuzu sokmanız.
Siz bazı muhafazakar düşünürler gibi “aman dokunma daha da bok edersin” der gibi bir sinema yapıyorsunuz. Bu benim, eğer hala “ben” demekten utanmayanlar kalmışsa, inandığım en yüce ilke. Ne var ki içinde bulunduğumuz düzen Allah’tan zembille inmedi: BAŞKALARININ İŞİNE BURNUNU SOKANLARIN ESERİ. İşte siz bunu saklamaya çalışıyorsunuz.
Sözüm ona devrimciler de, eve Allah’ı şaşmış dönüp televizyon önünde geviş getirenleri, okuma yazma bilmeyenleri veya okusa da anlamayanları, uyandırmak, bilinçlendirmek masallarıyla diğerlerini işlerine burunlarını sokanlar. Franco öldükten sonra İspanya’ya dönen anarşist sendikacılar bana “eskisi gitmiş, şimdi işçiler araba, sahilde tatil evi, daha büyük televizyon istiyorlar” dediler. Ben “iki mavi gözlü sarışın çocukları olsun istediklerini unuttunuz” ekleyince, hiç değilse güldüler. Bu sitedeki devrimciler istediklerinin kapitalistler tarafından çok daha etkili üretildiğini ve kapitalistlerin dünya cennetini ta başlangıçtan kendileri gibi vaat ettiklerini bir türlü görmek istemiyorlar.
Türkiye dışı medyada bunu güzel gösteriyor. Salt kurulu partiler muhalefet olarak ciddiye alınıyor.
Artık solcuların “bekle eşeğim yaz gelsin” ninnisine kendilerinden başka kimse inanmıyor.
Hepiniz bana ilkellerin inanışlarını ve bu inanışlar üzerine kurulan teoriler inceleyen bir antropologu hatırlatıyorsunuz.
Kısacası ilkellerin bilimsel, mantıksal, ampirik gözlem yeteneklerinden yoksun büyü, hurafe, batıl inançlar içinde yaşadıklarına inançlarına inanan sizler gibi beyni yıkanmışlar hakkında bir deyişi.
Antropolog “New York, Londra – ben ekleyim İstanbul ve bu sitede – akıl almaz şeylere inanmak sadece mümkün değil çok yaygın ama Amazon cangılında böyle saçmalıklara inanan bir gün bile hayatta kalamaz!” der.
Ve işte relativist değil kuşkucudan bir alıntı:
As with all half-truths, neither genetic nor environmental explanations are wholly wrong, yet, even when combined in various proportions, they still fail to ‘explain’ the human predicament, our fears and desires, loves and hates, egoism and self-sacrifice.
Tabii bu, sizin kırıntılarıyla yaşadığınız gavurlardan birinden bir alıntı, mutlaka yanlıştır.
Müslüman-Türklerin araştırmalarını beklemek, devrimcilerin kendilerinden uyanık halkın uyanmasını beklemek kadar uzun sürebilir. O zamana kadar salt ticarette dediklerine inanmak kâfi.
“Bilenin bilmeyene yardımcı olmasında ben iktidar değil sevgi görüyorum.
Aksi, yani sizin gibilerin beynini yıkama propagandası, beni tiksindiriyor.”
Nefret ve tiksintileriniz kabul de, bunlar her zaman –muhataplarinca– sizin goruldugunuz sekilde gorulmek zorunda degil. Bunu da biliyorsunuzdur, eminim.
Bir baska nokta da, siz, ’emir’, ‘iktidar’ gibi seylerin bazi kimselere ilahi bir kudretle bahşedildigini dusunuyor gibisiniz.
Benim itirazim buna: ‘Iktidar’ dediginiz sey, birilerinin sorumluluk ustlenmesidir.
Ayni sekilde, ’emir’ de, yapilacak is –her ne ise– onun sorumlulugunu ustlenmektir.
“Şu an bilginin en ucuz bir meta olduğu bir devirde yaşıyoruz.”
Kismen yaniliyorsunuz. Galiba, bunun sebebi de, Turkcede bazi kelimelerin eksik olmasi.
Sizin ‘ucuz meta’ haline geldigini soylediginiz sey (‘knowledge’ anlaminda) ‘bilgi’ degil, ‘data’ ya da ‘information’ anlamindaki ‘bilgi’dir.
Son ikisi, evet, muthis ucuzladi –erisim kolaylasti, maliyeti azaldi vs.
Fakat, ‘knowledge’ anlamindaki ‘bilgi’ hala daha hic de ucuz degil –belki de hicbir zaman olmayacak.
Cunku, o, bircok onsart tasiyor: Kisinin belli bir kapasitesi olacak (‘faculty’); belli bir ufku olacak (‘persective’); tecrubesi olacak.. vs.
Bunlar hala daha herkesin herhangi bir anda kolayca erisecegi (‘to attain’ anlaminda soyluyorum) melekeler degil.
“Bazı özel konularda sonsuz bilgisiz olduğunuzu defalarca gördüm.”
Baskalarini bilemem; ama, bu benim icin bir sir degil. Yani, bir sirrimi ifsa etmis degilsiniz.
Herseyi bildigim iddiasini aklimdan bile gecirmedim; ‘omniscient’ olmak iddiasinin ne kadar ahmakca oldugunu bilecek kadar aklim kesiyor oldugunu dusunuyorum cunku.
Belki sunu ilginc bulacaksiniz: Benim burada yazmaga baslayisimin sebebi de, esasen, buydu: Bilmedigim, anlamadigim konularla muhatap olmak ve onlari anlamaga calismak. Yani, ogrenmek.
Garip olan su: Ben bunu soyledigim zaman, benim ‘ajan’ olabilcegimi sandi hazirundan birkac kisi..
Kimisi ‘polis’, kimisi de ‘teskilat’ mensubu olabilcegimi ima etti –ya da acikca yazdi.
Siz de, aslinda, bunlarin arasinda sayilabilirsiniz: Beni, hayatimda herhangi bir partiye oy vermedigim halde, AKP taraftari/yalakasi filan sayiyorsunuz aradabir.
“Üstelik sizde zerre kadar satır arası okuma, eleştirici ruhu yok.”
Bunu soylemenize gerekce olan seyin ne oldugunu merak ettim simdi.
“Son zamanlarda sizin savunduğunuz insanların neden merdiven basamaklarında olduğunu biyolojide aramaya başladılar.”
Bu yeni bir sey degil. Her devirde, piramidin tepesinde olanlar, orada olus sebeplerini, orada kalici olmalarini saglayacak ‘hikmet’lerle aciklamak istemis; bu argumanlarin kabul edilmesini saglamak icin de turlu cesitli cambazliklar yapmislardir.
‘Tanri-Kral’dan tutun, ‘Allahin yeryuzundeki golgesi’ olmak, ‘genetic supremacy’ (see ‘eugenics’, ‘scientific racism’ vs) mensubu olmak, statik katmancilik (bkz. Paretocu Elitism) filan gibi turlu cesitli tezgahlar denenmistir –denenmektedir ve, eminim, daha da denenecek.
“Siz bu ayvayı yemişsiniz.”
Hayir. Bu, sizin onyargilarinizin, dusman yaratmak gayretinizin bir urunu. Benim sorunum degil.
“Bence aranızdaki en büyük benzerlik başkalarının işine burnunuzu sokmanız.”
Farkimiz, galiba, benzerliklerimizden fazla: Ben, sizin gibi, birilerini (hayal alemimde) dusman bellemiyorum.
“Ve işte relativist değil kuşkucudan bir alıntı:
As with all half-truths, neither genetic nor environmental explanations are wholly wrong, yet, even when combined in various proportions, they still fail to ‘explain’ the human predicament, our fears and desires, loves and hates, egoism and self-sacrifice.
Tabii bu, sizin kırıntılarıyla yaşadığınız gavurlardan birinden bir alıntı, mutlaka yanlıştır.”
Guzel bir ornek. Aslinda, benim bunca zamandir yazdiklarimi –bir bakima– ozetliyor.
Buradaki ‘irony’ su: Siz, benim yazdiklarim icinden (ya da disindan) bir seyleri kapip kendi hinclariniza yakit yapiyorsunuz.
Anormal ya da gorulmedik bir sey degil; ama, bunu *hep* yapinca –ki, yapiyorsunuz– biktirici oluyor.
“27 Anonim 18 Temmuz 17” Arkadaş,
Yazınız benim bu siteye saldırdığımda kullandığım “tümü”,”bütünü”, “hepsi” ve benzeri nicelik sözcükleri kullandığıma pişman ettirdi.
Zamanımızda özgür düşünme ne kadar azsa; bilgiçlerin esiri olma, dünyanın en salak insanları olan uzmanlara inanma, “politically correct” olma, devrimci-solcu basmakalıp sözcükler kullanma o kadar çok.
Bu sitede yazılanların hepsini okudum, elekten geçirdim diyememem ama sizin kadar hayran olunacak bir bağımsız sentez yapana rastlamadım.
Hemen hemen “hepsi” başkan ne zaman tıraş olmuş; lenin sabahları ne yermiş; marks ingiltere’de mi yoksa fransa’da mı evrenin AVRUPA etrafında döndüğünü görmüş; Bakunin günde kaç defa kahvaltı yaparmış, kapitalist X, Y, Z nerede ne yapmış; FTU, KTR, TRZ, BMV arasında gizli toplantılar ne zaman nerede olmuş ve halkımız için ne anlama gelir; 2. enternasyonal mı önce yoksa 3. enternasyonal mı önce oldu ve binlerce benzeri saçmalıkları, medya dedikodularını aktarma, anal-izini yapmalarla çevre gürültü kirliliğine elektronik gürültü katkısında bulunuyorlar. Bunlar medyayı aktaracaklarına, kendileri de dahil, tüm dünyanın A’dan Z’ye kadar Amerikalı olmak için kıçlarını yırttıklarını görmemezlikten gelmeyle bürokratlar gibi kendilerine iş yaratan işgüzarlar.
Ben 1970lerde daha hala Mao’nun hortlağı etrafta gezerken, Çin’in parlak zekalıları Amerika’ya gönderdiği Çinli öğrencilerle tanışmıştım. Bu ibişler Türkleri duymuşlar ne Türklerin bir ara kapı komşu olduklarını. Türk solcuları gibi merdivenin üstünden kendilerine dışkılarını akıtanlara karşı aşk/nefret hastaları. Şu an hepsi, özellikle gençler, genetik mühendisliği sayesinde sarışın mavi gözlü amer-ikan olmuşlar.
Yazınıza döneyim ve bin yılcılardan bir örnek vereyim.
Kilise bazı insanların şeytanlarla ilişki içinde olduğunu, köklerini kazılmasının gerektiğini ilan eder.
Bir binyılcı cevap verir.
Evet, doğru,”Şeytan Kilise’yi eline geçirmiş biz de Şeytan’ı esir almak istiyoruz”, der. Bazı baston yutmuş zamanımız bilgin bilgiçleri 17. – 19. yüz yıllar arası kargaşalık edenlerin, iktidardan nefret edenlerin fikirlerini araştırmasız, kaynaksız, disiplinsiz uslu ve terbiyeli bir biçimde ifade etmediklerini, her şeyi birbirine karıştırdıklarını ileri sürerler. Büyük, hatta marksist, bir tarihçi “onlar bizim gibi akademik safsataların esiri değillerdi, etrafta yaygın fikirleri istedikleri gibi bir araya getirip, istedikleri gibi bir sentez yaparlardı” dedi.
Not: bir arkadaşımın dediği gibi marksistlerle anarşistler arasındaki tek fark anarşistlerin çok daha cahil olmaları.
Hatta tarihte ilk defa dipnotlarla yazan bir tarihçi, kitabını değerlendirmeleri için diğer tarihçilere verir. Diğer tarihçiler,
“Güzel ama neden okul çocuğu gibi kaynaklarını eklemişsin?” derler.
Bir örnek daha: Bir ara gerilla savaşı yaygındı. Sanırım uslu, terbiyeli devlet koruyucu köpeklere karşı kargaşalığın sağlıklı cevabıydı.
Uslu terbiyeli Roma ordusu bir ara ticaret yolunu ele geçirme çılgınlığıyla Arabistan yarım adasına 100 binleri aşan bir orduyla girerler. Roma ordusu, daha henüz Muhammet’in uslu terbiyeli katiller etmediği vahşi, “cahiliyya” devrinde yaşayan Arapların yarım adasının öbür ucuna vardıklarında sayıları iki elle sayılacak kadar az.
Ben kendimi kargaşalık yapan biri olarak gördüğümden sadece bir eleştiri yapacağım.
Allah ve Din çok ama çok kaypak bir şey. Adı ve vasıfları değişir ama kendi değişmez.
Zamanımızda üçte bir, birde üç Allah-Din-Rahip gizeminin yerini, birde bin, binde bir Kapital-Bilim ve teknoloji-Endüstri-Laiklik-Para-Banka-Okul-Mavi güzlü sarışın olma-Amerikalılara benzeme- bine kadar uzayıp gider. Vahiy inenler deler kıç yalayan bilim-teknik adam-kadınları. Hatta hepsinden daha yüce ve aynı sizin dediğiniz gibi ” Öyle bir tanrı yaratıldı ki, hem kullarına şahdamarından daha yakın, hem de kulları istedikleri zaman onu arayıp bulamayacakları kadar uzaktı” tek ve tek bir TANRI yaratıldı: MUTLULUK!
Bu şahane bir buluştu. Her şahane yalan gibi buna ulaşmak insan hakkı oldu ve ABD anayasana yazıldı. Aynı ilk günah gibi etrafa bakmayla doğru olduğunu görmek yeterdi: herkes birbirinin boğazlıyor! Şimdi aynısı, bak ama ne güzel: otobüs, uçak, bilgisayar, atom bombası, elektrik, smart telefon-zombi kullanan, tatil köyleri, sahtekar hastane ve doktorlar, her gün çıkan yenisi vs. vs. vs
Düşünüyorum, öyleyse vurun!
Buyurun, diktatörlüğe karşı desteklediğiniz adamlar:
(Bir soru: AKP diktatörlüğü mü, 90 senedir aralıksız süren üniter, tekçi TC diktatörlüğü mü?)
Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP’li vekili arayıp teşekkür etti
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, dün TBMM’de Tunceli’de PKK’lı teröristler tarafından kaçırılıp şehit edilen öğretmen Necmettin Yılmaz ile ilgili konuşma yapan CHP Tunceli Milletvekili Gürsel Erol’u telefonla arayarak konuşmasından dolayı teşekkür ettiği belirtildi.
CHP Tunceli Milletvekili Gürsel Erol, DHA muhabirine yaptığı açıklamada, dün TBMM’de, Tunceli’de PKK’lı teröristler tarafından katledilen öğretmen Necmettin Yılmaz ile ilgili bir konuşma yaptığını, konuşmasında Türkiye’nin terörden çektiği sıkıntıları ve güvenlik güçlerinin içinde bulunduğu sıkıntıları anlattığını belirtti. Erol, bu konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini telefonla arayıp teşekkür ettiğini söyledi.
Erol, “Konuşmamdan sonra Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan beni cep telefonumdan arayarak teşekkür etti . Sayın Cumhurbaşkanımız bana, ’Ülkemizin birlik ve beraberliği için önemli bir konuşmaydı, devletimiz ve milletimiz adına sana teşekkür ediyorum. Ülkemizin birlik ve beraberliği için çok önemli bir konuşmaydı, önemli ve yerinde bir konuşmaydı’ dedi.
Cumhurbaşkanı ile görüştükten sonra Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nu telefon ile arayarak bilgi verdim. Sayın Genel Başkanımız da konuşmanın çok yerinde ve doğru bir konuşma olduğunu belirterek beni kutladı.
CHP’li Erol, konuşmasında polislerin özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda da var olan sıkıntıları anlattığını hatırlattı.
Bu arada, CHP kaynaklarından edinilen bilgilere göre bugün yapılan CHP MYK toplantısında da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Tunceli Milletvekili Gürsel Erol’u aramasının da gündeme geldiği, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun MYK üyelerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tunceli Milletvekili Gürsel Erol’u arayarak konuşmasından dolayı teşekkür ettiğini aktardığı öğrenildi.
CHP CUMA GÜNÜ YÜRÜYÜŞ DÜZENLEYECEK
CHP, Tunceli’de, öğretmen Necmettin Yılmaz’ın PKK’lı teröristler tarafından kaçırılıp şehit edilmesi anısına terörü protosto yürüyüşü düzenleyecek. CHP Tunceli İl Başkanlığı 21 Temmuz Cuma günü yapılacak yürüyüş için hazırlıklara başladı.
CHP Tunceli il Başkanlığı, öğretmen Necmettin Yılmaz’ın PKK tarafından katledilmesini protesto etmek ve ’Teröre Hayır’ demek için büyük bir yürüyüşün hazırlığına başladı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun memleketindeki yürüyüşe Grup Başkanvekili Levent Gök, Yalova Milletvekili Muharrem İnce, İzmir Milletvekili Tuncay Özkan, Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen’in de aralarında bulunduğu çok sayıda milletvekili ve parti yöneticisinin de katılması bekleniyor. 21 Temmuz Cuma günü yapılacak yürüyüş, Tunceli Milletvekili Gürsel Erol tarafından organize edilecek. Gürsel Erol dün yaptığı açıklamada şu bilgileri vermişti:
“’Teröre hayır’ yürüyüşünü, Necmettin Yılmaz öğretmenimizin katledilmeden önce kullandığı Tunceli-Elazığ karayolundaki Atatürk Mahallesi girişinde, 15 Temmuz Şehitler Caddesi’nde başlatacağız. Yaklaşık 5 kilometre yürüdükten sonra yine Necmettin Yılmaz Öğretmenimiz’in kaçırılarak katledildikten sonra cansız bedeninin bulunduğu Tunceli-Erzincan karayoluna giderek, burada Pülümür Çayı’na karanfil bıraktıktan sonra il merkezine dönüp, Cumhuriyet Meydanı’nda düzenlenecek mitingde konuşmalar yapılacak. Tunceli’deki ’Teröre hayır mitinginde’, CHP bayrak ve flamaları olmayacak.Sadece PKK tarafından katledilen öğretmen Necmettin Yılmaz’ın resimlerinin yeraldığı dövizler ve her katılımcının elinde barış, dostluk, sevginin sembolü olan karanfiller olacak. ’Teröre hayır’ mitinginde hiçbir parti ayrımı yapmayacağız. Meclis’te temsil edilen bütün siyasi parti milletvekillerini yürüyüşümüze davet ettik. Zaman kısa olduğu için milletvekillerimize mesaj çekerek, teröre hayır yürüyüşüne hepsini davet ettik.”
öğretmen katletmek faşistçe bir eylemdir.
“öğretmen katletmek faşistçe bir eylemdir.”
Evet öyledir. Bu tür eylemlerin ve onları yapan örgütlerin ortadan kalkması için de mücadele edilmelidir. Tıpkı devlet terörünün ortadan kalkması için devletin ortadan kaldırılması gerektiği gibi.
Sayın Gün Zileli, çok uzun oldu, özür dilerim
==================================
Sayın Necip Bey Türkçe hata çok olabilir, affedin.
=====================================
“Bilenin bilmeyene”; “Nefret ve tiksintileriniz kabul de,” …”
Kıvırmaktan bir türlü vazgeçmiyorsunuz. Çok ayıp ve gına getirici.
Gönderme yaptığınız alıntıda “Aksi, yani sizin gibilerin beynini yıkama propagandası” kişisel bir fikir değil, uzun zamandır enayilere yutturulmaya çalışılan, her türlü ilişkide üst-alt, emir-veren-emir, hayvanlar arasında da dahil, bulan sizin efendileri çok iyi tanıyorum. Kişisel fikir gibi algılamanız ya cahilliğiniz ya da kıvırmak. Bu propagandanın asıl sırrı başka: Neden herkesin bildiği, herkesin birbirlerine köpek muamelesi yaptığı bir dünya da bu propagandaya gerek duyuluyor? Belki de hala insanın insana sevgisi tam silinmemiş, hala insanların tümü sizler gibi emir al-emir ver köleleri olmamış. Ama sona ermesi çok yakın gibi, onun için siz rahatsınız. Yukarıdan aşağıya arınarak süzülüp sızılan versiyonunu kişisel fikriniz ve tiksintimi de kişisel tiksintim algılamanızın nedeni bu. Siz de varsayımlarınızı incelememe iyice gelişmiş.
Biyoloji ve genetiklerle açıklanan ideolojik temel doktrinler sıradanlar arasında “ilham”, “sağduyu”,( herkesin eşit bazılarının daha eşit olduğu) yalnızlar kalabalığında daha eşitlere “vahiy” olur. Hayatta en zor şey kendi kendini aldatmamak.
Necip: “yetiş ya Hızır = relativizm/sözlük”
Koro: Necip yine sıkışmış.
“Bir baska nokta da…”
“18 Necip 27 Haziran 17 / 12am:
Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.”
Bu mu ilahi kudretle bahşedifiğini savunan yoksa, iktidar tarihte doğmuş, dünyanın dört bucağında araştırmaların yapıldığı, her yerde olmayan, tanımı çok daha karmaşık olduğunu ileri süren ben mi? Sizler gibi bilmeden konuşanlara daha henüz 19. yüz yılda “koltuk filozofları” adı takıldı.
Necip: “yetiş ya Hızır = relativizm/sözlük”
Koro: Necip yine sıkışmış.
İktidar ebedidir, evrim teorisi, vahşi çıplaklar ve benzeri sayısız kesin konularda cahil olduğunuzu söyledim. Cevap vereceğinize hep laf oyunlarıyla siz ebedileştirerek ve soyutlaştırarak kıvırdınız. Kesin ve belirli konu yerine kelimelerle oyuna sokmakla sadece soyutlama değil, kaçamaklık ettiniz.
Şimdi de ebedi iktidara sorumluluk eklenmiş. Yine dikkati başka yere toplama peşine takılmışsınız.
İyi, haydi, ilkokul yurttaşlık bilgisi oynayalım.
Peki, en azından klasik iktidarlarda, sorumluk, anayasayla kısıtlanıp belirlenmiyor mu?
İktidar denetlenmesi iktidarı tanımına ve varlığına eklendi. Oyuna devam edelim.
Peki, anayasa sorumluluğunu veya anayasaya itaat etmeyi kim üstlendi?
Çoğunluk, değil mi, Necip bey?
Sizin kendi zeka dolu kişisel beyninizden fışkırdığını sandığınız ” İktidarlar (yonetimler) yikilmaz.” anayasalarda yazılı değil mi, sayın Necip bey?
Azınlıkları kırımdan geçirmekle ve iktidar istemeyenleri hapislere atma ve idam etmeyle iktidar sizler gibi çoğunluğun iradesi icra etmiyor mu, Necip bey? Bak ne güzel, efendilerimiz sorumluluk omuzlamışlar.
Yemin ederim, yeteneğim olsa sizin fasa fisolarınızı didik didik edip 5-6 yüz sayfalı bir kitap yazabilirim. Ama çabama değmez.
Daha başlangıçta liberal iktidarların azınlıklar ve uyumsuz kişiler karşı çaresizliği, tutarsızlığı, hatta gaddarlığına işaret edildi. Günaydın, sayın Necip Bey!
Siz kişisel değil artık ilkokul çocuklarının beynine sokulan kaşarlanmış derviş huları çekiyorsunuz, farkında olmadan evliya olmuşsunuz, gaipten sesler işitiyorsunuz.
Necip: “yetiş ya Hızır = relativizm/sözlük”
Koro: Necip yine sıkışmış.
” Sizin ‘ucuz meta’ haline geldigini …”
Bilgi tekele alındığından beri değerini kaybetti. Sizin lafını ettiğiniz bilgi para getiren bilgi. Sağcı ve solcuların taptığı Bacon tarafından söylenen ve büyük kütüphaneler girişinde yazılı “bilgi güçtür” ile ilan edilen bilgi. Köpeklere kemik arttırma bilgisi.
Bilginin veriler ve enformasyona indirgenmesi ve bunun hoplayıp zıplayıp tartışmasını yapanlar sizler gibi medya uyku hapları yutanlar. Son 40-50 yıldır bu çevik maymunlar ha coşkunlukla ha hüzünle tartışıp dururlar. Hatta it ürür, kervan yürür, buna çok uygun. Aynı çılgınlığa “robot insanın yerini alamaz” savunan dünyanın en salakları arasında görürüz. Bunların tek faydası iş ve işçi bulma kurumlarındaki okullarda genç ve dinamiklere emzik dağıtmak.
Hatta bilginin yazılarla kitaplara çevrilmesi, bilgiye boşalma pezevenkliği, ağız sulandırma pornografiği çekiciliği kazandırdı.
Bilgi artıyor diyenleri dinle. Bankada para sayan gişeciler de zengin diyorlar ama ot yiyen inekler duymuyor bile.
Unutmayın Necip Bey, kuran ıq’ra, oku, kelimesinden türer. Müslümanlar okumayı fetişleştirerek farkında olmadan tam sizler gibilerin anladığı şekle cuk diye oturttular. Tabii, kitapsızları kırımdan geçirmeleri de, bu sizin bilgi dediğinizin aslında ne anlama geldiğini çok güzel sergiler.
Benim için bilgi nesilden nesle olduğu aktarılan bilgidir.
Not: Laf oyununa başlarsınız diye değişmelerle birlikte demek istedim, aslında siz insanı bu kadar bıktırıyorsunuz!
Aksi halde ve yine, banka gişesinde para sayan zengin sayılır.
Aramızdaki uçurum çok derin. Bu bilgi safsatası bağlamında olmuş bir olayı anlatayım.
Amerikalılar ilk defa aya ayak bastığında sizin hayalleriyle büyüdüğünüz bilgisi göklere varan ülkenin bir mavi gözlü sarışı çocuk coşkunluk içinde bir Eskimo çocuğa bu dünyayı sarsan haberi verir. Eskimo çocuk pek aldırmaz. Sizler gibi asıl bilgiye sahip çocuk tekrarlar, tekrarlar ve nihayet kızar,
– Anlamıyor musun Ay’a gerçekten gittiler?
Eskimo çocuk cevap verir.
– Anladım, anladım, dedem oraya sık sık gidip gelir.
Dedesi şaman, gezegenler arası bedava seyahat eden kozmik turist. Tabii sizin gibi salt gördüğüne, örneğin atomlar, inanan cin Türkler böyle bir saçmalığa inanır mı? Bana gelince, benim için en önemlisi anlamak. İkincisi dedenin bana ve insanlara bir zararı yok, hatta güzel hikayeler anlatıp sosyal bağları sağlamlaştırır. Bu GERÇEKTEN aya gitmenin bedeli milyonlarca çocuğun kafalarını matematik, fizik, vs. vs ile doldurmak. Bir de bu aya gerçekten gitmeye inanan salaklar salağı utanmadan dünyanın istenildiği gibi olması için çıplak vahşilerin, ki zaten bu “half-truth”, insanları kurban ettiklerini birbirlerine anlatıp birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar.
Necip: “yetiş ya Hızır = relativizm/sözlük”
Koro: Necip yine sıkıştı.
“benim icin bir sir degil”
Sizin çok kesin ve özel konularda atıp tutmalarınızı alaylarla, espri vari mantık yoksunurluğuyla, düzeltmelerle, size hatırlattım. Neden o zaman bu kesin kes, mantık, fizik, modern bilim, paleontoloji, hatta şempanzeler üzerinde iktidar konusunu yazan ve bu alanda yıllarını vermiş bir insanı küstahlık ve ukalalık ederek hiçe saydınız. İlgilinizi çeken bir konuda bile bilmeden konuşmanız bana sadece sık sık rastladığım yobaz kara cahilleri hatırlattı. İşi hemen sidik yarışmasına döktünüz. Şimdi de ” Benim burada yazmaga baslayisimin sebebi de”diyorsunuz. Sizin gerçekten öğrenmek istediğinize inansam, en azından son 40-50 yıldır araştırıcı antropologların yazdıkları kitapları sıralardım. Ama adım gibi biliyorum siz de medya kazazedesi olmuşunuz ve “you can’ teach new tricks to an old dog” duvarına kafamı vurmuş olacağım.
Siz anlamak istediğinizi söylüyorsunuz. İşte bir antropologun bu konuda söylediği çok güzel bir fark:
Fizikçi bildiği bir olaydan başlar, araştırmayla anlar.
(Laf oyunu yapmamanız için sevdiğiniz “yer çekimi” güzel bir örnek. Fizikçi herkesin bildiği, bırakılan nesne düşüyordan başlar)
Antropolog görüp anlamadığı bir olgudan yola çıkar.
Necip: “yetiş ya Hızır = relativizm/sözlük”
Koro: Necip yine sıkıştı.
4
Bir ara not:
” Kimisi ‘polis’, kimisi de … Siz de, aslinda, bunlarin arasinda sayilabilirsiniz”
Gerçekten ve içten gelerek özür dilerim. Belki mazaretim suçumdan büyük olacak ama suçumun asıl nedeni yaşadığımız 1984’ü bile saf bulacak kadar yalanlar dünyasını taklit etmemde. Bu sitede komployla gayri komployu ayırt etme cakasıyla da benzeri alay etmiştim. Kitabının çıkışından 40-50 yıl sonra Huxley’e ne düşündüğünü sordular:
-Beni gelecekten söz ettiğimi sanmıştım, meğersem içindeymişiz!
Her halükarda, çok özür dilerim
Ben hatta daha ileri giderek 16-17. yüz yıldan beri insanlığın bir avuç azınlığın rüyasında yaşadığına bütün varlığımla inanıyorum.
Hayatta kalmak için hayattan vazgeçenlersiniz.
Bence siz boyun eğme mecburiyetini, verdiğiniz ödünü fazilet etmişsiniz. “Dışardan bakma”, “olanları olduğu gibi, nesnel görme” gibi bilim çıkalı başımıza bela olan hakikatle gerçek dünyayı karıştırıyorsunuz.
Benim büyüdüğüm mahallede oğlan çocukları ölenlerin yaptığıyla gerçekçi yobazların bunu nasıl yorumladıklarını anlatayım.
Not: ne yazık ki reality/truth ayırım nüansını, her ikisine aynı anlam veren Türkçede aktarmak imkansız.
Anne-babalar 6-7 yaşına kadar erkek çocuklarına entari giydirir, saçlarını kesmezlerdi. 6-7 yaşında kurban kesilir şenlik yapılırdı. Gerçek Müslüman yobazlara göre bunlar Allah’ı kandırmaya çalışıyorlardı. Bu zavallılarsa Allah’a “ulan hıyarlık etme, ne istediğimizi biliyorsun, yap şu işi, biz de sana kurban keseriz!” diyorlardı.
Babil astrolojisinde gök yüzü olacakların haberini verirdi ama her zaman bir pazarlık payı vardı. Yunanlılara geçince sizin “ontology” oldu. Yani b*ku yedin, alnına yazılmış, olacak, olacak “bilimsel” şarlatanlığı olur.
Yine kıvırma ben doğru/yanlış hastası değilim ben iktidar oyunlarını iyi bilen biriyim. Bilim, en otoriter, en büyük diktatör ve üstelik ezenlerin en büyük balyozu!
“Bu yeni bir sey degil” konu bunun yeniliği eskiliği değildi. Konuyu yine kelime oyununa çevirdiniz.
Bir daha bakın veya ya beyninizi ya da gözlerinize bir şarlatan şirket pez*vengi doktora baktırın.
“üstelik son 5-7 bin yıl bu merdiven gittikçe daha sağlam olduğu da apaçık”
Yukarıdakini ben ekledim, Necip bey.
Bakın bilgi zamanımızda son derece ucuz. Sizin gibi biri hala anlamadığı konularda çene düşüklüğü yapabiliyor.
Necip: “yetiş ya Hızır = relativizm/sözlük”
Koro: Necip yine sıkıştı.
5
“Bu yeni bir sey degil. Her devirde … Tanri-Kral”
Ama burada da konuyu pek bilmediğiniz, çok önemli farkları görmemeniz sizde çok yükseklerden atma alışkanlığı yaratmış. Genelleştirme zorundayız, kaçınılmaz. Dilin kendisi genelleştirmeden imkansızlaşır. Bütün ağaçlar ağaç demek gibi. Ama ayrıntılar da çok önemli olabilir. Tabii modern bilimle bunun da cıvığı çıktı: nominalizm veya salt özeller vardır masalı.
En başta, zamanımızı evrenselleştirme ve içinde yaşadığımız rezilliği her yerde ve her zaman görme tehlikeli ve hafife alınmamalı. Bu çok karmaşık bir konu, sayfalar tutabilir.
Geleyim bir önemli ayrıntıya:
İmparatorun Papa tarafından Allah’ın hüsnüyle imparator olması, bu işin içinde bir pislik olduğunun gizli saklı kabulü. Bu herifte olağanüstü bir özellik var! İsa, Musa, Cyrus, Buda vs. gibi. Gizli saklı eşitlik olduğu kabul ediliyor. Ne var ki (hakikat değil) gerçek bu deniliyor.
Bu tip ayırt etme toplumun değer yargılarıyla bazı kişilerin ayrıcalığı görmek başka, onların kıçlarını yalamak başka. Onlara emir verme imtiyazı vermek başka. Orta Çağ’da bile “bir bülbül bir lağım faresinden iyidir ama bir bülbülle bir lağım faresi iki bülbülden iyidir” denirdi. Kaos ve entropiden söz etmiştik, konuyu dağıtmak istemiyorum.
Zamanımızda, laikliğe şükür, her pezevengin başkan olabileceği kabul edilir. Sinema yıldızı, şarkıcı, parası bol veya başkanınız gibi arkasını zengin iş adamlarına ve Müslümanlar dayamış, g*t yalayan, yalan söyleme ustası, arkadaşlarını arkadan bıçaklayan, büyük şehirde ve daha önceki başı-kanlara yakın doğanvs. vs. vs. Bu sapıklığı açıklamak için ne Allah gerekir, ne de sır. Herif koca maslahatı elinde “var mı lan aranızda benimki kadar büyük olan, varsa çıksın karşıma” der. Tabii son zamanlarda kadınlar da katıldı ve aslında aynı jestle aynı şeyi söylerler. Ama unutmayalım eğer iktidar ve başı-kanlılar sınırları şiddet ve silahlarla korumasa, 1-2 günde Avrupa bankalarında para kalmaz. Herifin maslahatı boşlukta kalır.
Yine “para” lafıyla oyuna girişme. Ben paranın tanımının “elektronik gürültü” olduğunu çoktan biliyorum.
Görüyorsunuz, asıl sizin bu çocukça laf oyunlarınız bıktırıcı.
” hinclariniza yakit”
Bu sitede defalarca yapıldı. Yaşadığım bütün ülkelerde sonsuz yaygın, cahilliğin ve televizyonun yarattığı, sürekli stresten söz eden mutlu ve serin olma hastalarının milli marşını siz de okuyorsunuz: “kişisel görüşler”, “kişisel hisler”, “kişisel hınçlar”, “kişisel saldırganlıklar”, “kötümserlik”. İnsanlar her şeyi psikolojiyle anlama hastası olmuşlar ve sizde bile bunun nedenini anlayacak kapasite yok. Sayısız defa denedim ve sizin meşhur tümevarım safsatasıyla kanıtladım.
Ne zaman sizin gibi ilahilerle yaftalar takılsa, konuyu değiştirip aradan bir zaman geçtikten sonra, bütün varlığımla inandığım “hayat eşsiz güzel” desem, bu ikiyüzlüler hemen bana, aynı sizin gibi, hayatın boktan olduğunu söyleyip benim ne kadar cahil ve saf olduğumu “gördüler”.
İşte en büyük örnek:
“18 Necip 27 Haziran 17 / 12am:
Iktidarlar (yonetimler) yikilmaz. Iktidardakiler (yonetimdekiler) degisir. Yerine baskalari gelir.”
Bunu anacak ve ancak içindeki boktan hayatı kişisel çarelerle yaşanır kılmak için konuyu psikolojik algılayan ve psikolojiye indirgeyen ikiyüzlüler söylerler.
Bu tutum zamanımızın en başta gelen SİMGESİDİR: MUTLULUK.
Bir Hindistanlı filozof Batı’da (ve şimdi belli ki Türkiye’de de) çok yaygın Budizm’le benim gibi alay etmek için,
Hinduizm Batı düşüncesine daha uygun, neden acaba Budizm çılgınlığı içindeler. Çünkü Budizm,
“La cause fondamentale de la souffrance est l’ignorance, der.
Ve filozof ekler:
L’Occident est l’ignorance par excellence”
Alaydaki asıl nüans: Hinduizm’de ayinlere katılmak var. Batılılar tüketim peşinde koştukları, “Europe est un grand bazar de bien-être” olduğundan, “fast food”ı tercih ederler.
Aynı filozof,
L’Orient s’est incliné devant l’Occident
Avec un patient et profond dédain.
alıntısın aktarır.
“Guzel bir ornek. Aslinda, benim bunca zamandir yazdiklarimi –bir bakima– ozetliyor.”
Size tamamıyla inanıyorum. Ve çok daha önce gördüm. Farkımız çok daha başka bir yerde.
Benim için dünyayla veya yaşamla aramıza sayısız pezevenkler girmiş. Siz pezevenkleri incelemeler peşindesiniz. İnsan yaşamının, eğer sizin gibi zekilerin insan olduğunu sayarsam yüzde 90’ı pezavenksiz geçmiş. Eğer zeka fışkıran mavi gözlü sarışın olma havası leş kokan Türklerin arasından çıkıp bu konuda araştırma yapanların hesaplarına bakarsam insan hayatının yüzde 99,95’i pezevenksiz geçmiş. Eski insanların belleklerinin biz kitaplarla büyüyenlere kıyasla akıl almaz daha güçlü olduğu düşünülürse, Allah’ın insanı cennette yarattığı pek öyle sıradan ve önemsiz bir ayrıntı olmayabilir.
http://marksist.net/ilkay-meric/sermaye-yesili-sadece-dolarda-sever.htm
Niçin İslamcı “cihadçı”lar – hatta İslamofobik Batılı çevrelerde neredeyse bütün müslümanlar – günümüzde “terörist” olarak görülüyor da geçmişte böyle görülmüyordu?
Çünkü o cihadçı fatihlerin fetih çağı kapandı. Artık güçleri bu kadar büyük çaplı eylemlere yetmediğinden yaptıkları “cihad”a “fetih” değil “terör” deniyor.
Zaten başlarındaki egemenler de petrol gelirleri sayesinde fetihe ihtiyaç duymuyor. Gerçi duysalardı da bir şey değişmezdi. Çünkü çağ ile birlikte çağın efendileri de değişti.
Sayın Necip Bey (36 Necip 19 Temmuz 17)
Öğrenmek istediğinize inanmak imkansız değilse bile sonsuz güç. Bu bilimsel sonuca, allahın özenle yarattığı “ne mutlu cahilim ve cahil kalacağım” sarışın mavi gözlü Türkler sitesinde tümevarımla çoktan vardım. Kendini anarşist diye tanıtan Gün Zileli bile bir defa olsun bu sitedeki yobaz, bağnaz şantajcı neo-faşistlere sadede gelmelerini söyleyememesin asıl nedeni aynı hissi ve fikri paylaşması olabilir: diğerleri gibi sarışın mavi gözlülük hastalığından, yani faşist ırkçı merdiven teorisinin kazazedesi olmaktan bir türlü kurtulamadığını sergileyebilir. Siz de insan tarihini son 4-5 yüz yıla indirgeyen ırkçı tarihinden başka bir şey bilmiyorsunuz ve öğrenmeniz için çok geç. Size bugün yazılan bir haberin başlığını gönderiyorum.
Gerçi kişisel gavurları, kişisel araştırmalarının, kişisel gözlemleri, ama olsun.
Siz “savanalarda 30 bin yıl önce” dediniz ve ben sizin zifiri karanlıkta yaşayan, Avrupa ırkçılığının kurduğu merdiveni alt sıradanlar yığınına yutturdukları ayvayı yutmuş birini gördüm. Komplocular buna “white noise” derler. Ben insanın düştüğü alçaklığın, salt seyirciliğe indirgendiğinin doğal bir sonucunun apaçık bir örneği derim. Bu sitenin güzel bir özeti derim.
Yazılarınız benzeri çılgınlıklarla dolu ve eğer gerçekten öğrenmek istiyorsanız Hindistanlı Amerikan arkadaşlarınıza sorun “yoga” ne demek.
Bendeki “hınç” psikolojik değil. Toplumlar tarihinde çeşitli adları var: “enragés”, “ranters”, “yellow turbans”, “mazdak” “şeyh bedrettin”, “qarmats”, “zenci isyanı”,”millenerians” ilk hirıstiyanlar, “taosists” , bütün Güney ve Kuzey Amer-ika vahşi çıplak veya ayıbını örtenler, Avustralya, Afrika ve yüzlerce adını saymakla bitmez yerlerde siz ve bu sitedekilerin taptığı süper ırkların gazabına uğrayanlar ve karşı gelenler.
Her neyse haber kısa, kişisel, “personalized”, özel mülkiyetim, beni ben eden, beni bu sitedeki koyunlardan ayırt eden, hatta bütün varlıklardan ayırt eden (never mind that the first law of reason is a=a) medya ayvaları yemediğim için bir türlü serin olma terapi tekniğiğyle saklayamadığım girişteki hıncım çok uzun oldu.
“ARCHAEOLOGISTS HAVE FOUND THE FIRST EVİDENCE TO SUGGEST THAT ABORIGINAL PEOPLE HAVE BEEN IN AUSTRALIA FOR AT LEAST 65,000 YEARS.”
“Here is that ‘gavurun kişisel’ fikri again!”
Diğer bir gavur ve dolayısıyla inanılmaz bir kaynağa göre, aborijenler “bulunduklarında” vahşi çıplak kıta turistliği yaparlardı, çok affedersiniz bilgiç Türkler, avcı/devşirici hayatı yaşarlardı – bak, böyle tanımlayınca ne kadar güzel oldu, aynı bizim süpermarkette dolaşıcı/alıcı olmamız gibi- ve hala öyle yaşayanlar var.
Bakın “Walk About” filmine ve farkında olmadan hepinizin yediği ırkçılık ayvasını görün.
Bu aborijenler o kadar geri kalmış ki mavi gözlü sarışınların en mavi gözlü sarışını, dahi ırkların en dahisi, endüstride süperliğiyle dahi Marks ve yamakları anarşistlere evrenin Avrupa etrafında döndüğüne uyandıran İngitere’nin İngilizlerini bile şaşırtan salaklıklara inanırlar. Örneğin sınırlar medenilerin fetişi gözle görülen parayla alınan, okullarda cici bici “coğrafya” yani sizin iktidar-ananın deseni adıyla kafalara tıka basa sokulan, Blake’in dediği gibi “sizin mantıksal” biçimde değil, türkülerle, yani lagalugalarla belirlenir.
Çocuğun “nasıl” doğduğunu çocuklar bilir ama yetişkinler bilmezler. Yetişkinler “neden” doğduğunu “bilirler”.
Zavallılar daha henüz yüksek ırklar ıvır zıvır üretimi enstrümantalist düşünce merdiveninde en aşağıdalar.
Ok ve yay, etlerini dumanlama veya tuzlamayı bile reddeti bu vahşi çıplaklar.
Allah Müslüman-Türklerimizi böyle bir gaflete düşmeden korusun!
Allah Solcu-Devrimci-Sağcı-Aydınlıkçı-İlerici-Bilim ve Teknolojici-Akılcı- falan filancıları, Kemalist-Marksist-Leninist-Anarşist-Bakunist falan filancıları böyle bir gaflete düşmeden korusun!
AMİN!!!
Sayın Gün Zileli,
Uzun ve sıkıcı yazımı yayınladığınız için teşekkür ederim.
Sayın Necip bey,
Öğrenmek istemiştiniz. İlk ders.
Haber:
“L’Allemagne à bout de patience avec la Turquie”
Benim gördüğüm:
“L’Allemagne à bout de patience avec la Turquie” =
“La Turquie à bout de patience avec L’Allemagne”
Aklıma gelen:
Yiyin birbirinizi köpekler! İt ürür, kervan yürür! İneklere televizyon görüntü ve haberler türer!
Not: Sayın Zileli, emin olun ben sizin kadar köpekleri severim. Varsa başka bir türlü söylemesi, değiştirmeye hazırım.
Bu sitede aynı haber nasıl görülür ve incelenir;
Erdoğan KPZ beyanından sonra HRT’de bir açıklama yaptı. Merkel Fransa başkanı Maquereau ile birlikte GBTR televizyon kanalında … (ad infinitum) nihayetsiz kısaltmalar, gazete isimleri, internet adresleri, kapitalizm, emparyalizm ilahileri sonsuza dek devam eder.
İşte benim sevdiğim haber:
Aslında haber değil, Amer-ikanın her 1-2 yılda Afganistan’da başarıslığa uğrayan generalleri değiştirmesiyle ilgili filimde bir sahne. Bu filimdeki general bana Türk devrimci-solcularını hatırlattı. İyi kalpli, iyi disiplinli, cehennem yolunu iyi niyetlerle döşeyen bir salak ama elindeki güçten dolayı korkulacak bir salak.
“Halkla” tanışıp dertlerini dinlemek ister. Halktan biri,
– Sizin askerler bize hep mother f*cker diyorlar, sir. Bizim kültürde biz annelerimizi s*kmeyiz.
İşte, Necip Bey, bu, ilk dersiniz.
Amerikalılar iktidara, annelerine, karşı olanlar. Sizin karşı çıktığınız iktidara karşı çıkanlara benziyorlar.
Afganistanlılar size benziyorlar. Aman yapmayın, diyenler.
Aslında bu durmadan takla atanların diyalektik mantığının ilk dersi: a = ~a (not a)
Bunu size iltifat olsun diye yazdım.
“Öğrenmek istemiştiniz. İlk ders.”
‘Incoherency’nin basa cikilmasi zor bir illet oldugunu biliyordum; ama, orneklerle sergilemis olmaniz faydali oldu, tabii ki.
“Bunu size iltifat olsun diye yazdım.”
Ben de.
“İslamofobik Batılı çevrelerde neredeyse bütün müslümanlar – günümüzde “terörist” olarak görülüyor da geçmişte böyle görülmüyordu?”
Garibin karnina yumruk atmislar.. garip, ‘ah arkam!’ diye bagirmis.
Sayın Öğrenci Necip Bey,
Ben bilgin, yazar, düşünür, marksist, anarşist, diplomalı akademik profesör, her ağzını açtığında ağzından “professorial” ilan-ı ilim fışkıran “ne mutlu Türk” değilim.
Her kelimenizle benim kafam karman çorman oluyor, binlerce tilki cirit atmaya başlıyor.
Sizin yüz binleri aşan alim hikmetleri Grek tüccarlar, pardon Grek atomlar, gibi vızıldayan beynimde halihazırda olan sonsuz kargaşalığı daha da büyük sonsuzluğa sürüklüyor. Sizler gibi işletmeciler arasında modada yaratıcılığa yol açan BEYİN FIRTINASI bende beyin bulaması yapıyor. Burjuvaların modern insanların kıçlarına sürdükleri nışadırın koşturması, bu sürekli arama, bu sürekli yeni ve daha iyisini bulma, yaratıcılık, mutlu olmak için mutsuz olma, ilericilik, vs. vs. vs., kısacası hasta = sağlıklı diyalektiği, bende çok STRES yaratıyor. Ben aşırı tutucu (reactionary ) olduğumdan en yakın geçmişten medetime yetişen kahve ve sigarayla bu “brave new world”den kurtulup kafamı buluyorum. Yaşımdan dolayı eskiden kullandığım söylemesi ayıpları ağzıma almayacağımdan almıyorum
Asıl söylemek istediğim şu: Amerika’da gece gündüz kazık yiyen “riffraff”ler (ayak takımı) arasında başta Avrupa ve tüm diğer Amerika maymunlarının nedense aha henüz ve hemen kopyasını yapmadıkları şahaneler şahanesi iki söz var:
“This is a learning planet!” =”Bu, öğrenim gezegeni”
“Haven’t you read the small print?” =”Küçük yazıları okumadın mı?”
Tabii bu laflar cin gibi Avrupalılar, cin gibi Türkler, cin gibi Çinliler için geçerli değil. Siz ve bu sitedekiler bu hikmetin kusursuzluk örneklerisiniz. Bilmediğini hiçbir şey yok, MAŞALLAH! ve İNŞALLAH!
Örneğin ben sizden paha biçilmez bir şey öğrendim:
İktidar = Anne = Big Bang
Big Bang evreni doğurur. “Yaramazlık etme!” emrini verir. Böylece evren hiyerarşik bir düzene kavuşur: galaksiler, kümeler, süper kümeler, 4 temel kuvvetler.
Ne var ki ufacık bir yerde, sarışın mavi gözlü Kopernik’in hiçbir zaman merkez olmayan merkezi bilimsel marjinalleştirir. Bundan habersiz insanların yaşadığı bu gezegende, burjuva yaratıkları dünya insanlarının %99,999’u market merkezinde yaşamaya, psikolojik beyinleri b*kunda boncuk bulanlar evrenin merkezi olmaya devam ederler.
Tabii ilk (geography, geo/gea) annenin doğurmasından sonra doğurma işini ahlaksızlığa döken ve doğurmaya devam eden sürekli seks manyaklığına nasıl son verildiğini anlatan Grek mitine benzer ama olsun. Biri mit, yani uydurma, diğeri mavi gözlü sarışın bilimsel.
Zeus sonunda ahlaksız babasının maslahatını keser ve ondan beri maslahat hakkı hep bir TEK’de mücessem olur. Lugaller, sargonlar, cyruslar, vs. vs. vs, İskenderler, sultanlar, şahlar, vs.vs.vs., Napolyonlar, Leninler, Hitlerler, Stalinler, Maolar, Atatürkler, Reaganla, Erdoğanlar, Merkeller, Mayler, Putinler, Xi Jinpingler, kısacası milyonda biri birde milyon klonlar maslahatlı olma telif hakkına sahip olurlar. Medenilerin en temel ilkesi: TEK. Klonluk hindi gibi kabaranların dedikleri kadar yeni bir şey değil.
Not: Zeus’un sürekli ırzına geçtiği kadınlar aslında Greklerin kırımdan geçirdikleri toplumlardaki tanrıçalar. Nasıl mavi gözlü sarışınların sizleri yiyip kusması çok eski. Bakın H. Berktay ibişin yazısını iftiharla kopya/yapıştıran sizlere çok benzeyen tipik Türk andavala.
Necip Bey, bakın sizin alık alık ebedi rahatlık içinde yapmacık gülümsemeyle ileri sürdüğünü hipotez/teori/ inanç/kişisel özel saf size mahsus fikir/ zan/ orijinal fikriniz kaç tilkini cirit atmasına neden oldu.
Görüyorsunuz ben boş konuşmayı severim. Ama “boş”a boş deyip geçmeyin. Boş olmasa siz Türklerin taptığı doğa bilim-teknoloji dininin rahipleri Galileo, Newton, Descartes, vs.vs. vs. Einstein olmazdı. Allahınız madde sıkışıp kalırdı. Ne pazarda, ne evrende bulunurdu.
Görüyorsunuz ben sizin gibi bilgi aşığı değilim. Tek bilgim bilgiçlerle dalga geçmek.
Bu olmuş olayı bu sitede daha önce anlattım.
Fransız arkadaşlar yaptıkları elinde Rus bayrağı sallayan Yeltsin, altında “Dünya Bankacıları Birleşin!” yazılı afişi bize gönderdiler. Biz de kapımızın iç tarafına astık.
Birleşmiş Milletlerde çalışan, sürekli dünyayı gezen, başkanlarla el sıkışan ve ayda benimle karımın 3-4 yılda kazandığımızı kazanan bu zeki, bilgili, siz ve Hindistanlı Amerikalılar gibi yüzlerce diplomalı kadın afişi gördü, bize döndü,” Ha, siz de Yeltsin’i seviyorsunuz!” dedi. Karım sordu:”aşağıdaki yazıyı gördünüz mü?” Karı inek trene bakar gibi baktı.
Solcu-devrimciler bunu görmek istemeyenler. Daha doğrusu kendilerini aynada görmek istemeyenler.
Kızma Necip Bey, Gülmek Sağlığa iyi gelir.
Daha önce cahilliğinizi laf kalabalığı yapma ve sözlükte Arapça, Osmanlıca, Farsça kelimer bulmakla, lügat tanımları arasında kaybolmakla hallederdiniz. Mantıksızlığınızı yüzünüze defalarca vurdum, cevap veremediniz. Bilgiziliğinizi yüzünüze defalarca vurdum cevap veremediniz. Avustralya’da bulunanı yüzünüze tükürdüm cevap veremediniz.
Ama kısa kaseyim.
Bu site size çok güzel bir kaytırma taktiği öğretmiş! İbişliğini diğerleri gib az ve öz konuşmayla kapatmayı öğrenmişsin. Sanırım yavaş yavaş “olgunluk” dersini de öğrenip sesini keseceksin. İNŞALLAH!
Nereye gitti?
Necip’i daha önce uyardık ama bizi ciddiye almıyor.
Adı yasak olan sizinle kedi fareyle oynar gibi oynuyor. Bu adamadan tek kurtulma çaresi Türkiye’de olup bitenler üzerinde fikir yürütmekle yetinmeniz. Aksi halde sizi maskaraya çevirip duracak.
Teorik konularda sizden çok daha bilgili ve tecrübeli olduğunu görmemeniz akıl alacak bir şey değil. Teorik konularda bilgi noksanlığınızla alay edip duruyor.
“Teorik konularda sizden çok daha bilgili”
Iktisatcilar icin soylenir: ‘Herseyin fiyatini bilir; hicbirseyin kiymetini bilmez’..
Sizin isaret ettiginiz ‘bilgi’ –benim baktigim yerden– bu tur bir sey… rastgele (random), daginik (dispersed), tutarsiz (incoherent) ve guya muhalif.
Okudukca uzuluyorum.
“Öğrenmek istediğinize inanmak imkansız değilse bile sonsuz güç.”
Size neresinin ‘guc’ geldigini tahmin edebiliyorum galiba.
Yok, yok, benim ‘ogrenmek’ten kasdim, bir kutuphaneye gidip oradaki memura ‘su konularda hangi kitaplar var?’ sorusunun cevabini ‘ogrenmek’ degil.
Onun, eskiden, bir kiyemti vardi tabii ki. Ama, simdi –daha once yazdigim gibi– bu tur ‘data’ ve ‘information’a erismek ‘bedava’ mertebesinde ucuzladi.
Benim ‘ogrenmek’ten kasdim, ‘knowledge’ (‘hikmet’?) edinmek; yani, ‘data’yi ve/ya ‘information’u ozumseyip islemis ve sonuclarini daha yukaridaki bir platformda degerlendirmis olandan istifade etmek..
Amac bu olunca da, malesef, sizden pek de istifade edemiyorum.
Internet-oncesi bir donemde, halbuki, paha bicilmez bir kiymetiniz olurdu.
Aşağıdakileri yazan Uğur Mumcu da Necip gibi bir düzen savunucusu ve “yalakası” mıydı? Necip de bir yorumunda aynı şeyleri söylemişti de. Üstelik daha detaylı ve açıklayıcı bir şekilde. (Yanlış hatırlamıyorsam, hem “egemen”, hem de “ezilen” sınıfların katmanlara ayrıldığını, onların kendi içlerinde de “pecking order” olduğunu söylemişti.)
“Kaldı ki, bugünün Batı dünyasında insanları, ‘burjuva’ ve ‘proleter’ diye iki kalın çerçeve içine oturtmaya olanak yoktur. Bu iki ‘ana sınıf’ dışında, ‘ara tabakalar’ oluşmuş; farklı sosyal eğilimler, yaşam biçimleri belirmiştir.”
[Ulus-devlet yarattığı ideoloji aracılığıyla insanları işte böyle kandırarak beyinlerini yıkıyor. Orduya, hükümete, devlet egemenlerine gönüllü olarak boyun eğen “vatandaş”lar yetiştirmek istiyor ve bunda da büyük ölçüde başarılı oluyor ne yazık ki. “Vatanseverlik” insanın doğup büyüdüğü yere duyduğu sevgiyi devlete aktarma cambazlığından başka nedir ki? Doğup büyüdüğü yeri (“vatan”, “memleket”) sevmek neden askerliği, devleti, hükümeti sevmeyi gerektirsin?]
Tek hayali askere gidebilmekti… Yürek burkan hikaye
İZMİR’de kullandığı motosikletten düşünce arkadan gelen kamyonetin altında kalıp yaşamını yitiren 26 yaşındaki Arda İnellioğlu’ndan geriye yürek burkan hikayesi kaldı. Aşırı kilolu olan İnellioğlu’nun, askere gidebilmek için mide küçültme ameliyatı olup zayıfladığı, önümüzdeki celp döneminde de silah altına alınacağı belirtildi.
İzmir- Çeşme karayolunun Barbaros Mahallesi, Tepe Kahve mevkisinde meydana gelen kazada, Arda İnellioğlu, kullandığı plakasız motosikletten düştü. Yolda sürüklenen İnellioğlu’na arkasından gelen kamyonet çarptı. Ağır yaralanan İnellioğlu, ambulansla kaldırıldığı Urla Devlet Hastanesi’nde müdahalelere rağmen yaşamını yitirdi.
KONTROL ŞARTIYLA SERBEST
Uzunkuyu Jandarma Komutanlığı ekipleri, olay yeri ve yakınlarındaki kamera kayıtlarının incelenmesi sonucu motosikletliye çarpan kamyoneti Çeşme’de buldu. Kamyonet sürücüsü 61 yaşındaki R.K. ile yanındaki 50 yaşındaki Ş.D. gözaltına alındı. İşlemlerin tamamlanmasından sonra adliyeye sevk edilen şüpheliler, tutuksuz yargılanmak üzere adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı.
ASKERE GİDEBİLMEK İÇİN MİDESİNİ KÜÇÜLTTÜRMÜŞ
Arda İnellioğlu’ndan geriye yürek burkan hikayesi kaldı. Talihsiz gencin askere gitmek için midesini küçültme ameliyatıyla kilo verdiği, bu celp döneminde silah altına alınacağı, önümüzdeki günlerde Narlıdere’deki birliğine teslim olmayı beklediği belirtildi.
“Ulus-devlet yarattığı ideoloji aracılığıyla insanları işte böyle kandırarak beyinlerini yıkıyor.”
‘Anthromorphism’in de yeri var; ama, abartmamak lazim…
Sizin bahsettiginiz ve ‘ulus-devlet’ dediginiz sey yepisyeni bir icattir. Daha dunku cocuk sayilir.
Halkin/ahalinin/insanlarin zihinlerini sizin ima ettiginiz sekilde yogurmak/formatlamak icin ‘ulus-devlet’in o kadar zamani olmadi demek istiyorum.
Daha eskilere, daha derinlere bakmak lazim; bence.
Simdi size bir iki anekdot aktaracagim. Anekdot olduklarini pesinen soyluyorum; herhangi bir teorinin ispati olduklari sanilmasin diye.
Anekdot 1:
Diyar-i kuffarda bir zat-i muhterem tanimistim. Hos sohbet birisi idi. Bizim kultur dairemizden.
Laf lafi acti. Meger, bu zat-i muhterem, Albay Kaddafi’nin koruma ekibindeymis, vakt-i zamaninda –emekli olmadan once.
Bir gun, Kaddafi, Devrim’in 10nc yilinda, daha torenler henuz baslamadan once, ulkenin cesitli yerlerini ziyaret etmege karar vermis. Bunlardan birisi de, Libya’nin Guneyinde, en Guneyinde, Cad (Chad) sinirindaki onemli bir kabile imis. Bolgenin hakimi sayilan, onemli bir siyasi grup.
Bu zat-i muhterem de, Kaddafi ile giden ekipte. Gitmisler, kabilenin reisi ile gorusmusler. Hayli iyi de agirlanmislar.
Ziyaret bitip de ayrilmak vakti geldiginde, Kaddafi, Reis’e, bir isteklerinin olup olmadigini sormus.
Aldigi cevap: “Allah, Devlet-i Al-i Osman’a zeval vermesin” olmus…
Bunu duydugumda, ben kahkahayi patlatmistim.. Adama, ‘yahu Reis bunak filan miydi?’ diye ozellikle sorduydum. Cevap, ‘hayir, hem bunak degildi, hem de bunayacak kadar yasli degildi; Kaddafi’den cok olsa birkac sene daha yasliydi; ne dedigini biliyordu’ demisti..
Anekdot 2:
Simdi de kisa bir askerlik hatirasi.
Ben Astegmen ogrenciligimi Tuzla Piyade okulunda yaptim. ‘Bitli Piyade’yim yani.
Not: ‘Ben askere gitmeden once askerlik kalkar’ diye cok umitlenmistim; ama, olmadi. Daha sonra da, yaklasik 70 dikis atilmis, ciddi bir ameliyatim oldugu icin, beni ‘sakat’a ayirirlar muhakkak diye dusunuyordum. Ama, o da sokmedi. Askere aldiklari yetmezmis gibi, ustelik de Piyade oldum.
Neyse.
Askeriz; koguslarda yatiyoruz. Her kogusta 40 kisi. Iki katli ranzalarda.
Daha bir hafta olmus olmamis, gece saat 02’lerde bir ses duyduk. Kut diye. Milletin cogu uyuyor. Herhalde birisi ust ranzalardan dustu diye kalktik bakindik. Evet, oyle olmustu; birisi ust ranzalardan birinden dusmustu.
Dusmustu; ama, dusunce uyanir kalkar diye beklerken, tersine, uyanmadigi bir yana, agzinda kopuk de cikiyordu.
Ben o gune kadar oyle bir sey gormus degilim; diger cocuklardan birisi ‘sara’ (‘epilepsy’) oldugunu soyledi. Nasil uyandirilmasi gerektigini de biliyordu. Nitekim, biz de onun talimatlari cercevesinde yardim ettik, ve ayildi.
Onu yatagina yatirdik, biz de gittik uyuduk.
Ertesi gun, bu cocuk bizi buldu ve hepimize en nazik en samimi dille yalvardi –‘komutana soylemeyin’ diye–, sebeplerini de anlatti fakat onlari simdi degil de yazinin devaminda soyleyecegim.
Isin dogrusu, oyle bir niyetimiz de yoktu zaten. Dahasi, neden soyleyecektik ki. Sonucta, birisi ranzadan dusmus, sonra da yerine donmustu.
Soz verdik.
O gittikten sonra, sara/epilepsi konusunda bilgisi olan o arkadasimiz, ordunun (butun odularin) sara konusunda cok titiz oldugunu; bu illete ducar olan birisinin askerligini derhal sonlandirdiklarini anlatmisti.
Ben de, ‘vay be, adamin askerlikten yurtmak icin ‘altin bilet’i var ve bunu kullanmak bir yana, bize yalvariyor soylemeyin diye’ dusunmustum..
[Cunku, ben, ameliyet meselesinin yanisira, bir de ‘duztaban’ oldugumu ispatlamaga calismistim. Adamlar dinlememisti bile. O cok eskidendi; simdi artik onemsemiyoruz diyerek.]
Neyse, cok daha uzatmayayim..
Bu arkadasimiz, birer hafta arayla ayni sekilde ranzadan dusunce, artik sozumuzde duramayacagimiza karar verdik ve komutana soyledik. Cocugu da alip gittiler. Askerligi bitmisti.
Simdi.. neden bize yalvarmisti, biliyor musunuz?
Onun dogdugu bolgede (Guney Dogu), askerligini yap(a)mamis insanlara muteber gozle bakilmazmis. Adamdan sayilmak icin, hangi rutbe ile oldugu onemli degil, ama askerligini yapmasi sartmis. Yapmayanlara kiz bile verilmiyormus.
O zamanlar bile inanilir gibi gelmemisti bana, ama yalvarirken bize anlattiklari bunlardi.. her halinden, tavrindan da samimi oldugu belliydi. Benim yirtmak icin yirtindigim askerligi yapmagi, baska birisi neden bu kadar istesindi ki zaten.
Simdi..
Yaukarida aktardigim anekdotlarin birbirinden kopuk ve bagimsiz iki ornek oldugunun farkindayim.
Asagida sordugunuz soruya cevap vermek icin uzun uzadiya bir seyler yazmanin cok da anlamli olmayacagini dusunuyorum. Sadece kisa birkac paragrafla yetinecegim.
“Orduya, hükümete, devlet egemenlerine gönüllü olarak boyun eğen ‘vatandaş’lar yetiştirmek istiyor ve bunda da büyük ölçüde başarılı oluyor ne yazık ki. ‘Vatanseverlik’ insanın doğup büyüdüğü yere duyduğu sevgiyi devlete aktarma cambazlığından başka nedir ki? Doğup büyüdüğü yeri (‘vatan’, ‘memleket’) sevmek neden askerliği, devleti, hükümeti sevmeyi gerektirsin?”
Cevabini bilmiyorum. Ama, baska bir zaman, baska bir yerde de yazdigim uzere:
Benim temas ettigim kulturler icinde, bu ‘topraklar’ haric, hicbir yerde ‘Allah, devlete millete zeval vermesin’ cinsinden bir lafla karsilasmadim.
Bu lafi ‘ulus-devlet’in yerlestimedigini bilecek kadar eski nesillerle hasir nesir olmus birisiyim. Hic de yeni bir laf degil.
Lafin bizzatihi kendisinin bir ‘anomali’ olup olmadigi, bence, uzerinde dusunulecek bir seydir.
Degilse, gerekceleri ne olabilir?
“Benim temas ettigim kulturler icinde, bu ‘topraklar’ haric, hicbir yerde ‘Allah, devlete millete zeval vermesin’ cinsinden bir lafla karsilasmadim.
Bu lafi ‘ulus-devlet’in yerlestimedigini bilecek kadar eski nesillerle hasir nesir olmus birisiyim. Hic de yeni bir laf degil.
Lafin bizzatihi kendisinin bir ‘anomali’ olup olmadigi, bence, uzerinde dusunulecek bir seydir.
Degilse, gerekceleri ne olabilir?”
Bunun nedeni Asya üretim tarzı, ya da doğu despotizmi, veya adına ne dersek diyelim (önemli olan bunun kendisi, adı değil) olabilir mi?
Öte yandan bu despotizmin “Doğu”ya özgü olmadığı da eklenmeli. Mesela Roma da böyle değil miydi? (“Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.”) Üstelik bazı kadim doğu medeniyetleri, örneğin Çin, Hindistan, İran, bugün de büyük güçlerdendir. Bunlar günümüze – üstelik güçlerinden kaybetmeden – gelebildiği halde “Batılı” sayılabilecek Roma çökmüştür mesela.
Bunun nedeni de Roma’nın sadece fetihlere – yani fethedilen yerlerin vergilendirilmesine, ganimetçiliğe, köleciliğe vb – dayanması, yani kendini yeniden üretecek bir yapıdan yoksun olması değil mi?
(Benzer bir örnek Afganistan’dan verilebilir. Bugün ne hale geldiğini görüyoruz. Bu ülkede hüküm sürmüş Gazneliler, Timur gibileri de bu açıdan Roma’ya benzemiyor mu?)
Bu arada, yine bu doğu medeniyetleri kadar eski olan ama “Batılı” sayılabilecek bir diğeri, yani eski Yunan da, Çin, Hindistan, İran gibi günümüze gelebilmiştir.
Demek oluyor ki, Yunan medeniyeti Roma gibilerinde eksik olan bazı şeylere sahip.
Avrupa veya modern batının (ve o dönemde de Roma’nın) Yunan medeniyetinden aldığı şeyler gibi mesela.
“Demokrasi”, şehir devletlerinin adem-i merkeziyetçi yapısı (“federalizm”), antik Yunan’da gelişen felsefe, bilim, sanat, eğitim (örn; Akademia > Akademi, Lykeion > Lycée > Lise vb), yani kısaca “sivil toplum”.
“Bunun nedeni Asya üretim tarzı, ya da doğu despotizmi, veya adına ne dersek diyelim (önemli olan bunun kendisi, adı değil) olabilir mi?”
ATUT’un ne oldugunu tam olarak bilmiyorum. Bilen var mi, emin degilim.
Marx’in ‘cok da iyi bildigim bir konu degil; galiba birseyler bizdekinden farkli, o zaman, adini birsey koyalim ve gecelim’ mealindeki tasnifinin bir sonucu olmasi, onun anlamli oldugu anlamina gelmiyor.
Tersine, durduk yerde, adamin cehaletine bunca itibar etmekle, bir anomali olusturmus oluyoruz.
‘Despotizm’ de biraz oyle. Ne demektir ‘despotizm’ ve neden hep Dogu icin kullanildiginda anlamli oldugunu dusunmek icin sartlanmisiz?
“Öte yandan bu despotizmin ‘Doğu’ya özgü olmadığı da eklenmeli.”
Ditto.
“Mesela Roma da böyle değil miydi? (‘Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.’)”
Simdi.. benim Roma’ya bakisim biraz farkli sanki. Benzer bir baglama Cengiz Imparatorlugunu da oturtabilecegimi dusunuyorum.
Yani, en kucuk, en cekirdek halinde, kollektif/katilimci bir hareket/olusumdan bahsediyoruz.
Katilimcilarinin, hem bireysel hem de hep beraber, cikarlarini gozeten bir olusum (basarili olmak icin zaten oyle olmak zorunda degil midir).
Cok kati ve keskin kriterleri var. Cok.
Insan oldurmek, eger faydasiz bulunuyorsa, hasim sayiliyorsa, hicbir sekilde bir sorun degil.
Hem Roma’nin hem de Cengiz Imparatorlugunun –benim baktigim yerden– sosyolojik yapisal anlamda en buyuk ortak noktasi, kural koyan bir dinlerinin olmayisi –putperestlik cinsi muglak bir inanc modeli ‘kural koyan bir din’ sayilmiyor cunku.
Cengiz Imparatorlugunun sonunu getiren seyin tam olarak bu oldugunu soyleyemem (o aniden asiri buyudu, kendi agirligi altinda coktu gibi gorunuyor); ama, Roma’nin sonunu Hiristiyanlik getirmistir bence.
‘Denklem’in icine ‘merhamet’ girdigi anda paradigma degisir ve eski yapi devam edemez hale gelir.
[Not: Oyle anlasilabilcegini bildigim icin, hemen ekleyeyim. Bu bir ‘din’ reklami degildir; ama, olabildigince objektif bakip hakkini vermek gayretidir.]
Simdi.. gelelim ‘despotizm’ kelimesine..
Ben, sanildiginin aksine, fetihlerle genislemis/peydahlanmis devletlerin ‘despotist’ (boyle bir kelime var mi?) olabilecegini kanaatinde degilim.
Sebebi de cok basit: Ister ganimet pesinde olunsun, isterse de bir felaketten kacarken siginmak amaciyla olsun, ‘yurt’ edinilen yerlerde, ‘futuhat’ icin herkesin cok temel katkilari vardir.
Herkes, neredeyse, bunun gerceklesmesi yolunda can verenlerin birinci derece kan baglisidir –varisleridir.
Yani, herkes, elde edilenin hic de oyle tek basina kiralin/sultanin (ya da, kurumlasmis profosyonel bir ordunun) marifeti olmadigini bilir.
Bunu, kiral da, sultan da pekala bilir.
[Osmanli’da, Sultan’in kendisine ‘Magrurlanma Padisahim; senden buyuk Allah var’ dedirtmesi, bu gelenegi devam ettirmek zorunda kalmasi, bence, buna bir isarettir.]
Nitekim, Osman Bey’in bir sarayinin olmayisi; dahasi, her sene ‘ev’ini halka acip isteyenin itedigi seyi almasina imkan tanimasi da, sembolik de olsa, ‘ben de sizden biriyim’ anlamina gelir.
Uzattim. Farkindayim.
Sunu soylemek istiyorum: Tamam, hersey zamanla tavsar, gevser ve/ya bozunuma ugrar. Bu, entropidir. Yapacak cok sey de yoktur.
Ama, her yapinin ortaya cikisindaki ‘initial conditions’ (baslangic sartlari) sonraki serencaminda ziyadesiyle etkilidir, tayin edicidir –her ne kadar bozunuma ugramasi mukadder ise de.
Ve, bu ‘initial conditions’in (cok onemli) bir bileseni de, kurulustaki katilimciliktir.
Bunu gozardi edip, Dogu’yu ‘despotizm’ etiketiyle tukaka etmek, aynen odur: Tukaka etmek.
Bati, kendi asagilik duygularini bastirmak icin buna ihtiyac duyuyor olabilirdi –nitekim, bence oyledir–; ama, bizim o sablonu aynen almak gibi bir mecburiyetimiz yoktur.
-Tektanrılı (monoteist) dinler ömrünü tamamlamıştır. Bunu söylemeye cesaret etmeliyiz. Örneğin tektanrılı dinler ile tektanrılı dinler öncesi (premonotheisme) dinleri ele alacak olursak… Dikkat ederseniz ‘‘paganizm’’ demiyorum, ‘‘tektanrılı dinler öncesi (premonotheisme)’’ diyorum. Premonoteist toplumun uygarlık, kültür, şiir, felsefe ve mimarisi monoteist toplumun uygarlık, kültür, şiir, felsefe ve mimarisini fersah fersah aşar. Monoteist uygarlık sadece savaş, milliyetçilik, ırkçılık ve diktatörlükler yarattı. Evet monoteizm bilimi ve tekniği yarattı. Ama kültür adına ne varsa premonoteizm yarattı. Firavunlar Mısır’ının sanatını, Sümerleri, Grekleri hangi moneteist uygarlık aşabildi? Platon, Aristoteles ve Herakleitos’u geçemedik. Hiçbir şiir Gılgamış’ı, Homeros’u geçemedi. Monoteistler bunu düşünmeye cesaret etmeli, söyleyebilmeli. Hatta monoteizmin insanlığın göçüşünün başlangıcı olduğunu da söyleyebiliriz.
http://www.hurriyet.com.tr/burada-soylediklerimi-bir-arap-gazetesinde-soyleyemem-178091
“There are heroes on both sides. Evil is everywhere.”
https://www.youtube.com/watch?v=I32I9u1dxSI
İsrail’de askerliğini yapmayan kadına kadın olarak bakmıyorlarmış. Hatta erkek bile vermiyorlarmış.
Kemalist Antropomorfizm
“Antropomorfizm” demişken.
Tarihçi Ahmet Yaşar Ocak şöyle diyor;
“Atatürk’ün tarihi şahsiyeti, özellikle tek parti döneminde dayatmacı bir zihniyetle topluma yeni din olarak sunulan Kemalizmden ayrılmalı, Atatürk antropomorfizm konusu olmaktan çıkartılmalıdır.”
Klon orduları ile droid ordularının savaştığı Star Wars galaksisinde zorunlu askerlik yok. Eğer klonlama ve robot teknolojileri geliştirilip dünyada da yaygınlaşırsa zorunlu askerlik her yerde kalkabilir.
Orada kapitalizm olsa bile sınıf savaşları da yok anlaşılan. Örneğin Klon Savaşları sınıf mücadelelerinin ürünü değildi. İki tarafı da kontrol eden şansölyenin imparatorluğunu ilan etmek için kullandığı bir komploydu.
Ahmet Yaşar Ocak’ın yukarıdaki cümleleri önemlidir çünkü sadece Atatürk ve Kemalizm hakkında değil benzer tarihi kişilik ve olaylar için de söylenebilir. Örneğin;
“Marx’ın tarihi şahsiyeti yeni din olarak sunulan Marksizmden ayrılmalı / Lenin ve Troçki’nin tarihi şahsiyetleri yeni din olarak sunulan Bolşevizmden ayrılmalı / Muhammed’in tarihi şahsiyeti yeni din olarak sunulan İslamiyetten ayrılmalı / Ali’nin tarihi şahsiyeti yeni din olarak sunulan Şiilikten ayrılmalı ve bu kişiler antropomorfizm konusu olmaktan çıkartılmalıdır.”
Paha biçilmez “8 Necip 21 Temmuz”:
“7 Anonim 21 Temmuz “: Çok ayıp etmişsiniz! Iktisatcilar bile bu dalkavuğa paha biçemez!
Örnek mi? 9 Necip 21 Temmuz
Atıp tutmalarını yakalayana verdiği cevap: Necip bilgi aramıyor, hikmet arıyormuş! Herif, daha yukarılara çıkmak daha derinlere inmek peşinde.
Örnek mi? 12 Necip 25 Temmuz
Ulus-devlet dünkü çocuk. Necip gibi çok derinlere, çok eskilere gitmek gerekir. “Anne=İktidar” teorisi gibi. Herif kendini doğurana kadar geri gitmiş, maşallah!
Bak bu dalkavuk, “Anekdot 1″i, beyninde iktidarlık kuran iktidar saplantısıyla nasıl yorumlamış.
Flaubert, benzeri bir ‘anekdot’ı şöyle yorumlar:
“Keşke ben de hangi pezevengin iktidarda olduğunu bileceğime, ‘fark etmez, b*k aynı b*k, sinek değişmiş’ diyebilseydim”
Hele “Anekdot 2”:
Herif iki telde bir cambaz ama yine de saplandığı cahilliği ifşa ettiğinin farkında değil.
Dünyanın her yerinde rastlanan yaşam safhalarını geçişini simgeleyen bir inanışın özel anlamını kendi gibi okumuş yazmış ama hala cahil kalmışların aldıkları diplomaya benzediğinden bile habersiz bir ibiş-el-it!
Bu da yetmez gibi her konuda olduğu gibi çok derine inmiş, boğulmuş,
Benim çocukken bildiğim, etrafta bilinen ve içinde yaşadığım bir iktidar köpeklerinin yaptıkları:
Güney Doğu’da alçak askeri şube başkanları, her genç çocuğu, askerlik zamanı gelmiş iddiasıyla askere almak için jandarma gönderirdi. Çocuklarına ihtiyacı olanlar rüşvet verip işi geçici hallederlerdi. Ama dürüst başkan tam zamanı gelince “hayır artık olmaz” vatanseverliğiyle gençleri askere alırdı. Bu çok, çok okumuş ama bir şey anlamamış Necip, hiç değilse Güney Doğulu bir arkadaşa kulak verseydi böyle ırkçılı da kokan ağzını açmazdı.
Cahilliğini örtmek için yine kafasını Arapça, Osmanlıca, Farsça lügat-ı kebirinin içine sokmuş ama k*çı açıkta.
Örnek mi? 14 Necip 25 Temmuz
Araştırıcılar, “Asya üretim tarzı, ya da doğu despotizmi” düşüncesini iktidar nasıl doğdu sorusuna cevap için ileri sürdüler. Necip’in hikmeti uzun ama belleği kısa: Necip dünyayı sarsan ama daha henüz hissedilmeyen “iktidar her zaman vardı” mutfak felsefesini unutmuş.
“Asya üretim tarzı, ya da doğu despotizmi”ne inek trene bakar gibi bakmış, lügat-kebirini açmış kelimeler arasında kaybolmuş.
Bu herifi iyi dinleyin arkadaşlar. Dünya gittikçe totaliter iktidarlarla doluyor. Bu herif yalama ustası. “İKTİDAR = ANNE” teorisi yalama tecrübelerinin büyük mahsulü, edindiği HİKMET’İN asıl kaynağı. İktidar, yalarsan anne gibi sever, yalamaz da itaatsizlik ederse, cezalandırır. Bunda büyük bir dalkavukluk hikmeti var. Herif iktidarı her yerde, her zaman bulması boş konuşma değil, dalkavuğun hayat tecrübeleri özeti.
Bak hikmet fışkıran beyninden yeni bir teori daha fırlamış: ‘Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.’
Bu soru üzerine eğilen zavallı bilim filozofları yıllarca bu hikmetin sırrına varamadılar. İnsan insan olalı bu ibişin bildiğini bilirdi. Her yayını çektiğinde okunun yaydan çıkacağını bildiği gibi. Bizim alim kafasını lügat-ı kebirine sokmuş, kelimeler arasında kaybolmuş, k*çı açıkta ama dünyayı sarsan bir buluşa varmış: ‘Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.’ HER ZAMAN VARDI VE VAR OLACAK!
Bu herif ne zaman mubarek ağzını açsa, daha yeni, daha yüce teoriler fışkırıyor.
Hıristiyanlık Roma imparatorluğunu sona erdirir, Hıristiyanlık Roma imparatorluğunu doğuda 1453’e kadar ayakta tutar, Batı’da ancak asıl yıkanları Necip gibi evcilleştirdikten sonra aşağı yukarı MS 800 yıllarında yeniden diriltir.
‘Holy Roman Empire’i de mi hiç duymadın, be hödük?
Böyle zaman içinde olmuş olayları konuşup kendini rezil edeceğine, zaman dışı ilahier okumak sana daha çok yakışıyor.
Hikmetiyle ünlü bir filozof “kendini tanı” demiş. Öğrencisi “devleti tanımıyorsan, kendini tanıyamazsın” demiş.
Hikmet dolu Necip ne demiş?
1. Devlet her zaman vardı ve var olacak.
2. Ben devlete her zaman dalkavuluk yapacağım.
3. O halde, ben de her zaman var olacağım.
İNŞALLAH!
‘Holy Roman Empire’i de mi hiç duymadın, be hödük?
Tabii ki, duydum.
Fakat, ‘hoduk’ oldugumdan mi, ne; ben oyle kulaktan dolam seylere pek itibar etmiyorum.
‘Roman Empire’in ‘Holy Roman Empire’ ile karisitirirlmamasini –baksaydiniz– surada ilk satirda gorebilirdiniz.
https://en.wikipedia.org/wiki/Holy_Roman_Empire
“Holy Roman Empire
Not to be confused with Roman Empire.”
Fakat, alakasiz seylerle sallamaksa maksat, bilmege ne gerek var ki –di mi?
Sahi, sizce, Romanya, roman yazmak en uygun ulke midir?
Roma’nin sonunu Hiristiyanlik getirmistir bence. Unuttun mu yoksa?
“Holy” “Hiristiyanlik”a gönderme yapar! Yine cahilliğin ortaya çıktı. Ama yalaya yalaya kulağına dolanları değil ağzına dolanları seviyorsun. Ama bunu çoktan biliyorduk.
800 yıla ne oldu ,hödük? Cevap yok.
“Asya üretim tarzı, ya da doğu despotizmi” de mi kulağına dolma? Cevap yok.
Ağzından kaçırdığın Güney Doğu pis ırkçılığın, küçük görmen el-itliğine ne oldu? Cevap yok.
Güney Doğu’da rüşvet verme işine cevabın yok.
Anlattığın Kaddafi masalının senin özünü ifşa eder. Flaubert alçak gönüllülğüyle sonradan görme kara cahil bir Türk ibişi Necip’in yorumunun kıyasına ne oldu? Cevap yok.
1453’e ne oldu? Cevap yok.
Bazı kaynaklara göre Rönesans’ yol açan 1453 senin kulak dolgunluğu mu? Kara cahilliğin mi?
Sen sadece k*ç yalaya değil, yüzüne tükürmelere de alışmışsın.
“‘Holy’ ‘Hiristiyanlik’a gönderme yapar!”
Gonderme yapsa ne, yapmasa ne?
Siz haric, baska herkes, ‘Roma Imparatorlugu’ ile ‘Kutsal Roma Imparatorlugu’ arasinda isim benzerliginden baska bir iliski olmadigini bilir.
Boyle basit seyleri bilmemegi ben cahillik saymiyorum, bilirmis gibi yapip alakasiz yerlerde ornekler vermek ise, evet, andavalliliktir.
“[…] Cevap yok.”
“[…] Cevap yok.”
“[…] Cevap yok.”
“[…] Cevap yok.”
Cevap vermege degmez buldugumu hala da daha anlamayisinizi da cahilliginize vermiyorum; andavalliliginizdan kaynaklaniyor cunku.
‘Uzaylılar mesaj gönderirse cevap vermeyin’
“Stephen Hawking’in Favori Yerleri” (Stephen Hawking’s Favorite Places) isimli yeni bir belgeselden alınan açıklamalarında dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking, uzaydaki Dünya dışı yaşamla ilgili korkutan ifadeler kullandı. Hawking, uzaylıların dünyaya mesaj göndermesi durumunda buna cevap verilmemesi gerektiğini söyledi.
Gliese 832c isimli gezegendeki yaşam ihtimalinden bahseden Hawking, ‘Bir gün böyle bir yerden sinyaller almaya başlayabiliriz’ şeklinde konuştu.
Ünlü astrofizikçi, böyle bir durumda Dünya’nın cevap vermesinin ‘çok akıllıca olmayacağı’ görüşünde.
Hawking, daha gelişmiş bir uygarlıkla tanışmayı Amerikan yerlilerinin Batı medeniyetiyle karşılaşması ile kıyasladı ve ‘sonucun iyi olmayacağı’ yorumunda bulundu.
Hawking, uzayda seyahat edecek kadar gelişmiş bir uygarlığın Dünya’ya geliş amacının ‘barışçıl’ olmayacağının da altını çiziyor.
Hawking, geçtiğimiz aylarda katıldığı bir konferansta, önümüzdeki 10 yıl içinde Mars’a gidilmesinin, 30 yıl içinde de Ay’a bir uzay üssü kurulmasının hedeflenmesi çağrısını da yaptı.
http://www.hurriyet.com.tr/uzaylilar-mesaj-gonderirse-cevap-vermeyin-40531586
Haberin altındaki bir yorum:
uzaylılar bitmiş bir gezegeni ne yapsın kardeşim
Yukarıdaki habere bir de şöyle bir yorum yapılmış:
Uzaylıların zahmet etmesine bile gerek yok ki. 100 veya 150 yıla kalmaz insanlık kendi kendini yok eder zaten. İnsandan kurtulduktan sonrada Doğa Ana 100 senede gezegeni onarır.
“Uzaylılar mesaj gönderirse cevap vermeyin”
Ben, daha da iyisini yaptim: Blokladim keratalari; dogrudan siliniyorlar.
Uzaylı bir medeniyet başka yıldız sistemlerine seyahat edebilecek kadar gelişmiş ise mesajlarına cevap vermemek ne işe yarar? Bu durumda onlar da neden mesaj göndermekle yetinsinler ki?
Yok eğer teknolojileri bizimki kadar gelişmiş ise, yani sadece radyoteleskop mesajları ve insansız araçlar göndermeye yetiyorsa mesaj göndermekte bir tehlike olmaz.
Bundan söz etmişken, NASA’nın yıldızlararası uzaya gönderdiği araçlara (Voyager 1, Voyager 2, Pioneer 10, Pioneer 11) gelecekte ne olacak, uzaylı bir medeniyetle karşılaşmasalar bile ne mesafelere varacaklar, düşününce ilginç değil mi?
“13 Anonim 25 Temmuz” Necip Ne Buyurmuş?
‘Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.'”
Hemen yukaridaki bir yorumu bile dogru durust okumadan, yazmis da yazmissiniz.
‘Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.’ ifadesi bana ait degil; yani ben ‘buyur’madim.
O, o yorumu yazan arkadasimizin, konu daha iyi anlasilsin diye, parantez icine ekledigi bir ozetleme idi.
Bu kadarcik yalin fakat onemli detaylari bile ayirdedemiyor, karistiriyorsunuz.
Bu bir.
“Ama hepimiz Necip gibi elit değiliz.”
Ben, hicbir zaman ‘elit’ oldugumu soylemedim.
‘Elitist’ olmakla ‘elit olmak’ ayni seyler degildir.
Bu kadarcik yalin fakat onemli detaylari bile ayirdedemiyor, karistiriyorsunuz.
Bu iki.
Konuyla alakasi olmadigi halde, bilmemkimden bir pasaj aktarip, bir de bunu tercume etmenizden benim anladigim, siz, tercumanlik konusundaki yeteneklerinizi sergilemek, ve bir ‘job’ teklifi almak istiyorsunuz.
Olabilir. Normaldir; hatta daha da ileri gidip, ‘commendable’ bir gayret oldugunu dahi soyleyebilirim.
Fakat, benim bir mutercim ihtiyacim yok; baska birisinin olur umarim. Boylece, faydali bir is yapmak firsati ele gecirirsiniz.
Hepimiz uzaylıyız. Ya da hiçbirimiz uzaylı değiliz çünkü “uzay”lı diye bir şey yok; “Dünya”lı, “X”li, “Y”li, “Z”liler var. Fakat hepimiz “evren”liyiz.
Ne mutlu mutlu cahiller arasında cahilim diyene
Siz haric, baska herkes, ‘Roma Imparatorlugu’ ile ‘Kutsal Roma Imparatorlugu’ arasinda isim benzerliginden baska bir iliski olmadigini bilir.
Düzeltme:
Aşağılık duyguları içinde doğmuş büyümüş, Batı bilgileriyle beslenmiş, Batı yasalarıyla yaşayan, Batı devlet sistemini benimsemiş, Batı teknolojisini ve bilimini havada kapmış ve köküne kadar yutmuş, bilgileri Batı araştırma sonuçlarının kırıntılarıyla geçinmiş, her şeyde Batı takilitçiliği yapmış, alçaklığı ancak kendimizi yüksekte görme aynasına bakarak avunmuş biz cahil Türkler haric, baska herkes, ‘Roma Imparatorlugu’ ile ‘Kutsal Roma Imparatorlugu’ arasinda isim benzerliginden baska bir iliski olmadigini bilir.
Örneğin Necip ne demiş?
Dünyanın en zengin ülke üniversitelerinde büyük para yardımlarıyla Konfüçyüs öğretisi aşılamak isteyen günümüz komünist Çin Halk Cuhuriyeti ile 1948 öncesi Çin arasındaki tek benzerlik “Çin” kelimesi.
Necip yine kelimeler içinde kayboldu.
Necip ve kelimeler Ormanı
Fiyatın aylık maaşın, değerini kaybetmişsin, arıyorsun.
“Daha once de, baska baglamda, yazmistim. Ben elitistim.
Ister mafya mensubu olsun, ister din adami, isterse de fikir/sanat insani; ben, iclerinde en iyi olani hep takdir ederim.”
Bu defa kelime farkı kendini çamurdan sıyıracağına daha derine soktu: Doğru, Necip elit değil, elitlerin dalkavuğu. Ama sanırım aralarına girmek hevesi de inkar edilemez. “Gibi görünmek” devrinde yaşıyorsak da, Allah Necip’e elitleri ayırt edebilecek gücü vermiş. Sapıtsa da hemen “relativist” olduğunu hatırlar, hatırlatır, yan çizer.
“Onun dogdugu bolgede (Guney Dogu), askerligini yap(a)mamis insanlara muteber gozle bakilmazmis. Adamdan sayilmak icin, hangi rutbe ile oldugu onemli degil, ama askerligini yapmasi sartmis. Yapmayanlara kiz bile verilmiyormus.
O zamanlar bile inanilir gibi gelmemisti bana, …”
Necip diplomasızların adam sayılmadığı Kuzey Batı ile askere gitmeyenlerin adam sayılmadığı Güney Doğu konusunda “relativist” şapkasını çıkarır, “elitist” şapkasını takar. Öğrenmekten vaz geçer, hikmetini sergiler. Hatta farkında olmadan ağzından Türkiye’de yaygın “Doğu” ırkçılığını kaçırır. Bununla da kalmaz, saçmaladığı hatırlatılırsa hemen taklidini güç bela edebildiği post modernciler “gibi görünür” ve tekrar “relativist” olur. Hatta “önemli olan kelimeler değil, ne oldukları şarlatanlık külahını takıverir.
” Bunun nedeni Asya üretim tarzı, ya da doğu despotizmi veya adına ne dersek diyelim (önemli olan bunun kendisi, adı değil)”
Konusunda cahilliğini yine külah değiştirmeyle başarır.
“Bunu gozardi edip, Dogu’yu ‘despotizm’ etiketiyle tukaka etmek, aynen odur: Tukaka etmek.”
İsimlerden meta-isimlere geçer. Sanki herkes kendisi gibi kavramları sözlüklere bakarak anlıyor!
Elitist olduğundan kendi dil çabukluğuna hayran olur. Narkissos aynaya bakar, Necip lügata. Bu sapık elitist, Hiroşima’ya atılan atom bombada katliamın “en iyisini” görür. İktidarlara da hayranlığı, iktidarların tanrılar gibi ölümsüz – hikmet dolu Necip’in “iktidar her zaman var, var olacak” ilahisi – olmaya başarmaları bu sapığın ağzını sulandırır.
İşte bu külah değiştirme elit olma heveslisinin diğer bir külahı:
Önce yazılandan bir alıntı aktarır:
[ “Öte yandan bu despotizmin ‘Doğu’ya özgü olmadığı da eklenmeli.”
Ditto.
“Mesela Roma da böyle değil miydi? (‘Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır.’)”]
Benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır. Kendi gibi bir salağın saçmalığını kabul eder.
Örneğin dünyanın her yerinde:
Dünyanın her yerinde, çölde yaşayanlar, aynı kültürü geliştirirler.
İşte sana iki Türk dahi!
Ama Necip sadece dahi değil hikmet dolu. Varılan “sonuçta” horozluk eder, sidik yarışına girer: “ama, Roma’nin sonunu Hiristiyanlik getirmistir bence.”
Bu defa da büyük daha derin bir çamura saplanır. Bu ibiş tarihte “barbarlar” diye adlandırılan Gothlar (Germanlar), Hunlar’ı bile duymamış. Ne de Batı Roma / Doğu Roma ayırımı yapacak kadar kulak dolgunluğu bile var. Batı Roma son yıllarındaki imparatorlar ve generallere bir göz atsaydı cahillik/hikmet uykusundan belki uyanırdı. Necip, Ayasofya’ya inek trene bakar gibi bakmış, Arşimet olmuş, ” Roma’nin sonunu Hiristiyanlik getirmistir!” diye bağırmış.
Zavallı salt alış veriş bildiğinden, tefeciye bankacı, gammazlayana gazeteci, şişkolara kral adı takıldığı gibi kendisi gibi fiyatlardan başka bir şey bilmeyen adi bir tezgahçıya verilen işletmeci veya tecnician veya alış veriş şirketinde memur adlarını ciddiye alır, aynaya bakar ‘Herseyin fiyatini bilir; hicbirseyin kiymetini bilmez’ kendini görür.
““Devlet dini” acele bir deyim olmuş, düzeltmem gerek.
Evrensellik iddiasına yaklaşan ilk din, belki Ahemenişler zamanından beri İrandaydı. (Mısır’da Akhenaton istisna olabilir, ama etkisi ve süresi kısıtlı.) Devlet gücüyle din yayma adeti, ilk Sasanilerde çıkmış görünüyor.
Daha önceki dinler Devletin tanrılarına saygı talep etmişler, ama hükmettikleri halkların ilahlarını da kolayca pantheon’a dahil etmişler. Sasaniler ilk kez gelişmiş bir teolojisi, tek veya sınırlı sayıda ilahı ve bağımsız ruhban sınıfı olan bir dini tüm uyruklarına kabul ettirmeye çalışmışlar. Romalıların imparator kültüne saygı göstermeyeni yakması ile İranlıların ahaliyi cebren din değiştirmeye zorlaması arasında cins farkı var sanıyorum.
Mezopotamya ve Ermeniye’de 250 yıllarını izleyen kargaşalık bunun eseridir. Roma İmparatorluğu’nun da 285’ten itibaren zorla dini birlik sağlamaya çalışması ve bu tutmayınca 320’lerden itibaren yeni bir devlet dini (Hıristiyanlık) benimsemesi Sasani modeli üzerinedir derler.
Arapların politeizmden monoteizme meyletmesinde hep Hıristiyan/Yahudi geleneğinin etkisi üzerinde durulur. Oysa devlet dini ve cihad kavramlarında belki İran etkisi de aranmalıdır.”
(Kelimebaz – Sevan Nişanyan)
“Haçlı savaşlarının nedenlerini Hıristiyanlığın yayılmasında, Kudüs’ün kurtarılmasında aramak yüzeysel bir düşüncedir. Bu savaşların başlıca nedeni o çağın Avrupa’sında geçim sıkıntılarının çoğalması, büyük açlar sürüsünün dört yana saldırması gibi üretim-tüketim dengesizliğinden gelen bunalımdır. Nitekim din adına savaşanlara katıldıkları söylenenlerin, başta İstanbul olmak üzere, gittikleri bütün illeri soyup soğana çevirdikleri, kadın-kız ne olursa saldırdıkları bilinen bir olaydır. Bu olayın ayrıntılarını da yine Avrupa tarihçilerinin yapıtlarından öğreniyoruz. İslam ordularının İran’a, Hindistan’a, Asya içlerine değin saldırmalarında dini yaymak düşüncesinin ne denli boşlukta kaldığı, tanrı adına savaşanların bu ülkeleri soymalarından anlaşılmıştır. Çöllerde aç dolaşan Arap sürüleri, ulaşım-iletişim olanaklarının gelişmesiyle yeni bilgiler edinmişler, hangi ülke bolluk içindeyse oraya saldırmada gecikmemişlerdir. Bu tür olayları yaratan nedenleri görebilmek için yüzeye vurana değil, tabanda yatana bakmayı becermek gerekir, bu da bilimsel bir yöntemle, sağlıklı bir bakış açısı edinmekle olabilir.”
(İsmet Zeki Eyüboğlu – Sömürülen Alevilik s. 118)
“Cumhuriyet ideolojisi, Türk ulusuna yeni bir kimlik ve uygarlık modeli keşfetmek için tarihe baktığında, Timur ve Cengiz’den, Attila ve Oğuz’dan başkasını görebilecek bir ufka sahip olmamıştır. İstila ve yağma dışında bir etkinlikleri ciddi tarihçilerin dikkatini çekmemiş olan bu zatların yanında, Yunus Emre, Hacı Bektaş gibi bir-iki minör edip ve filozofun keşfi ulusal gururun taşkın tezahürlerine konu olmuş; bu da yetmeyince tarihi olgular zorlanarak Celaleddin Rumi’ler, İbni Sina’lar Orta Asya Türklüğüne maledilmeye çalışılmıştır.
Oysa Türkiye tarihi, bu tür zorlamalara gerek duymayacak kadar zengindir. Tarihin ilk filozofu Thales, coğrafya ilminin kurucusu Miletli Hekataios, Hıristiyan dininin asıl kurucusu olan Tarsuslu Paul Anadolu’ludur. Bergama kralları antik çağın ikinci büyük kütüphanesini burada kurmuşlardır. Binbeşyüz yıl boyunca Doğu ve Batı tıbbının dayanak noktası olan Galenus, insanlık tarihinin en önemli kentlerinden birini kuran Konstantin, Batı hukukunun temel metinlerini derleyen İstanbullu Tribonianus, mimarlık tarihinin en cüretkâr kubbesini tasarlayan Aydınlı Anthemios Türkiyelidir. Şavşat’ta yetişen destan şairi Rustaveli, antik Yunan felsefesini Rönesans İtalyasına aktaran Trabzonlu Bessarion, Musevi dininin en büyük reformcularından biriyken İslamiyeti kabul eden İzmirli Sabetay Zvi, orkestra zilini icat eden Zilciyan, ilk Türkçe matbaayı kuran Macar Müteferrika, Türkçe ilk romanı yazan Vartanyan Paşa bu toprakların evladıdır, ve bugünkü Türk halkıyla kan ve soy bağları herhalde Cengiz ile Attila’nınkinden bir hayli daha yakın olsa gerekir. Buna rağmen Cumhuriyet devrinde, görünürde İslamiyet engeli de aşılmış olduğu halde, bu kişilerin torunları olmakla “övünen” Türklere pek rastlanmaz.
Eğer Türkiye uygar ve Batılı bir ulus olma iddiasında ise, bu iddianın tarihi dayanaklarını, çarpıtmalara başvurmadan, Hunlara ve Hurrilere hayali uygarlıklar atfetmeden, bu ülkenin topraklarında ve bu halkın ataları arasında keşfetmek zor değildir.
Bu keşfe engel olan şey, olgular değildir; çünkü olgular, Türk ulusunun Orta Asya’dan çok Anadolu ve Rumeli kökenli olduğunu gösterir.
Bu keşfe engel olan şey İslamiyet de değildir: çünkü İslamiyetin, Türklerin kavimsel kökeni hakkında bir iddiası yoktur. Tıpkı Hıristiyan Avrupa’nın Rönesans’tan sonra kendi pagan geçmişiyle barışması gibi, İslamiyetin de, hidayetten önceki Anadolulu atalarının olumlu yönlerini keşfetmesi teorik olarak pekala mümkündür.
Bu keşfin önündeki esas engel, sanırız Türk siyasi elitinin 1910 ve 1930’lardan itibaren saplandığı ilkel ve dayanaksız Orta Asya ırkçılığında aranmalıdır.”
(Yanlış Cumhuriyet – Sevan Nişanyan)
“AKP diktatörlüğü”nün tek nedeni AKP oyları, onun da tek nedeni ANAP, DYP, hatta Genç Parti, DSP gibi partilerin ortadan kalkması ve buradan gelen oyların AKP’ye gitmesi değil mi?
evet, merkez sağ oy deposudur bu. Fakat artık bugün faşizmin oy deposu oldu.
Asya üretim tarzı / Doğu despotizmi ve hatta günümüz Doğu kapitalizmi ile Batı kapitalizmi ve öncülü Batı feodalizmi arasındaki temel farklar aşağıdaki şekillerde açıklanamaz mı?
– Doğu despotlukları ve bugünkü Doğu devletlerinin çoğunda, Batı’daki benzerlerinden farklı olarak, egemenliklerini başka soylularla, burjuvaziyle ve yerel egemenlerle paylaşmayan (bugünkü biçimi: federalizm ve otonomi/özerklik kabul etmeyen üniter yapı) katı merkeziyetçi sultanlık, krallık, emirlik ve hatta başkanlık hanedanları (Osmanlı, Suudi, Körfez emirlikleri, Esad’lar vb)
– Batı’nın köklü, yerleşmiş parlamenter sistemlerinden farklı olarak:
Parlamenter rejimin ya hiç kurulamadığı (Suudi vb),
Ya da İran’daki gibi molla oligarşisi veya darbeler, askeri vesayet, otoriter tek parti iktidarları (CHP, DP, AKP, Esad, Mübarek, Sisi vb) gibi güçlerin müdahale, baskı ve vesayetleri sonucu sık sık kesintiye uğraması ve zayıflaması
– Yine Batı’nın aksine laik ya da seküler bir rejim ve kültürün kökleşmemesi:
Bazılarında, İran’da görüldüğü gibi teokratik (ruhban sınıfının idaresinde) denebilecek bir rejim,
[İran’da Sasani döneminin Mecusi/Zerdüşt ruhban sınıfı ile İslami dönemin Şii ruhban sınıfı aynı koşulların bir sonucu değil midir?]
Bazılarında teokrasi olmasa da dini bir resmi ideoloji olması (Suudi vb),
Türkiye gibi Batılılaşma ve modernizmin en güçlü olduğu bir diğerinde bile: 1) Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun gücü, 2) Alevi, Yezidi, Bahai gibi inançların hukuken tanınmaması, 3) Zorunlu din dersleri ile bir din ve mezhebin başka inanç mensuplarına ve inançsızlara dayatılması, 4) İktidarın lider ve sözcülerinin Ateizm, Alevilik ve Zerdüştlük gibi inanç mensuplarını açıkça hedef alan beyanları gibi Batı ülkelerinin çoğunda görülmeyen veya istisnai olan durumlar
Necip’in Erdoğan ve AKP hakkında genel bağlamdaki (yani ülke geneli ve siyaseti açısından) görüşleri biliniyor.
Belki bunlarla ilgisiz ve kişisel / siyaset dışı diyebileceği, fakat Erdoğan ile yakın ilgisi nedeniyle böyle sayılamayacak (ve ülkedeki çoğu kişinin ne yazık ki unutmak bir yana hiç duymadığı) bir olay ile ilgili düşüncesini sormak isterim. Bu tür olaylar normalde istifa nedeni olması gerekirken ancak otoriter rejimlerde örtbas edilebiliyor.
http://serbestsiyasa.com/?p=1014
1 Mayıs 1998’de İstanbul’da (Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’nde) saat 11:45 sularında ölümlü bir trafik kazası meydana geldi. 34 ABR 93 plakalı Opel marka aracın çarptığı yaya, Türk Sanat Müziği sanatçısı Sevim Tanürek (d. 1934) ağır yaralanarak hastaneye kaldırıldı, altı gün sonra Alman Hastanesi’nde vefat etti. Tanürek’e çarpan aracın sürücüsü Ahmet Burak Erdoğan, o zaman İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğluydu. Sürücünün14 Kasım 1997’de 42485 sicil numarasıyla Kağıthane İlçe Emniyet Müdürlüğü’nden B sınıfı ehliyet aldığı bildirilse de, bunun geçmişe dönük ve sahte olarak düzenlendiği savlandı. Sevim Tanürek’in eşi, Ahmet Burak Erdoğan’ın sürücü belgesi olmadığının kendisine kazanın ardından gittiği karakolda söylendiğini belirtti. Kazanın ardından Erdoğan hakkında “Dikkatsizlik ve Tedbirsizlik ile Hayati Tehlike Teşkil Edecek Derecede Yaralamaya Sebebiyet Vermek” suçundan Asliye Ceza Mahkemesi’nde TCK 459/2 maddesi uyarınca 3 aydan 20 aya kadar hapis istemiyle dava açıldı. Erdoğan’ın, trafik raporunda “dalgın olarak araç kullandığı için tali kusurlu” olduğu, Tanürek’in, duran taşıtların önünden yola çıktığı için hatalı olduğu ifade edildi. Erdoğan’ın kusur oranı, 3/8 olarak belirlendi. Tanürek’in hastanede vefatı üzerine oğul Erdoğan hakkında ek iddianame düzenlendi ve istenen ceza 2 yıldan 5 yıla kadar hapis olarak yükseltildi.
Kazaya ilişkin yargılama süreci 16 Ekim 1998’de, yani kazadan tam beş ay sonra Şişli 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başladı. Daha sonra Kemal Kerinçsiz’in de avukatlığını yapacak olan Avukat Kadir Kartal, müvekkili (olay tarihinde savcı Süha Babacan tarafından tutuksuz yargılanması istenen) Ahmet Burak Erdoğan’ın ¨İngiltere’de dil eğitimi¨ gördüğü için mahkemeye katılmadığını belirtti. 20 Eylül 1999’da görülen, Erdoğan’ın yine katılmadığı duruşmada Adli Tıp İhtisas Dairesi’nin kazayla ilgili raporu açıklandı. Buna göre Ahmet Burak Erdoğan tamamen suçsuz bulunurken, kazanın kusuru bütünüyle (8/8) Sevim Tanürek’e yüklendi. Bu rapor aynı daire tarafından 20 Ocak 2000’de teyit edildi. Bu rapor hazırlanırken Eyüp Çakmak ilgili ihtisas dairesinin başındaki kişiydi. Mahkemenin 2 Haziran 2000 tarihli duruşmasında, Ahmet Burak Erdoğan’ın beraatine karar verildi.
Kaza olduğunda ehliyetini aldığı belirtilen tarihin üzerinden henüz altı ay bile geçmemiş olan Ahmet Burak Erdoğan’ın suçsuz bulunması Türkiye’deki trafik istatistiklerine biraz aykırı bir durumdu. 2005 yılında Ankara odaklı bir istatistiğe göre şehir içi trafik kazalarının %44’ü yayaya çarpma şeklinde gerçekleşmektedir 1. 1998 yılında Türkiye’de toplam 551,211 trafik kazası meydana gelmiş, bu kazaların yalnızca %2.72’sinde yayalar kusurlu bulunmuştur, sürücü kusur oranı ise %95.96’dır.
17 Haziran 2001’de Hürriyet’te çıkan bir köşeyazısında Tanürek’in eşi Ahmet Tanürek’in şu sözleri yer aldı:
“Tayyip’in oğlu kırmızı ışıkta hızla geçiyor. Peşine siren çalarak ekip takılıyor. Kaçarken, yaya geçidine 5 metre kala eşime çarpıyor. 30 metre sürüklüyor. Eşim 6 gün sonra vefat etti. Yakalandığında polislere Tayyip’in oğlu olduğunu söylüyor. Zaten o andan itibaren her şey değişti. Karakola gittik, çocuğun ehliyetini sormuyorlar. Polislere bunu hatırlattığımızda ‘Siz ukalalık etmeyin, biz ne yapacağımızı biliriz’ dediler. Kazadan hemen sonra caddemize belediye arazözleri geldi. Tarihte ilk kez, caddemiz baştan aşağı yıkandı. 35 metre fren izi vardı ve her şeyi bir anda yok ettiler. Çocuğun ehliyeti yoktu. Kazadan sonra, üç ay önce verilmiş gibi ehliyet düzenlediler. Mahkeme başladı, çocuk bir kez olsun gelmedi. Babası tarafından yurtdışına gönderilmişti! Ama Tayyip’in adamları hep oradaydı. Karımın hakkını ararken bir şey söylediğimizde dirsek yedik, tehdit edildik, tacize uğradık. Hákime çocuğun ehliyeti olmadığını, kazadan sonra babasının forsuyla düzmece ehliyet verildiğini söylediğimizde ‘Ne demek yani, siz koskoca belediye başkanını sahtecilikle mi suçluyorsunuz’ diye azar işittik. Sakin bir insanımdır ama o anda elimde bir şey olsaydı, kafasına fırlatırdım. Olayın oluşunu gören tanıkların hepsi tehdit edildi ve korkutuldu. Buna bir yakınımız dahildir. Sadece bir tek genç kız tanıklık yapmakta direndi. Fakat işin rengi değişmişti. Başına iş gelmemesi için ona da tanıklık yaptırmadık. Şişli karakolunda çocuğun ehliyetini sormayan polislerin ve sahte ehliyet veren trafikçilerin aileleri dava görülürken defalarca gelip yalvardılar, işin üzerine gidersek kocalarının görevine son verileceğini, aç kalacaklarını söylediler. Onlardan da şikáyetçi olmadık! Kapımızda her gün belediye araçları durur, Tayyip’in adamları önümüze çıkardı. Tanıklara olduğu gibi, bize de, uğraşmayalım diye en az 20 ‘ricacı’ geldi. Tayyip belediye başkanıydı. O zaman anladık ki, karşımızda bir ‘dev’ vardır ve onunla baş etmek mümkün olmayacaktır. Biz bu durumda aile meclisi olarak toplandık ve işin ucunu bırakmaya karar verdik… Çünkü bir sonuç çıkmayacaktı. Onlar çok güçlüydü. Sonuçta efendim, mahkeme kararını verdi! 8’de 4 kusurlu olan çocuk 3 ay hapis cezası aldı. Bu da paraya çevrildi. 1998 yılının parasıyla toplam 540 bin lira ceza ödediler. Bugünün parasıyla yaklaşık 2 milyon eder.” 2
son cümledeki rakamlarda sanırım bir yanlışlık var. tersi olmalı.
35 Anonim 28 veya “Sömürülen Alevilik” kısmı
“Kes, yapıştır” ne kadar tuhafsa cevap vermek o kadar delilik, ama olsun, her şeyde bir HAYIR vardır.
1. “Sömürülen Alevilik” yazısına “tabanda yatana bakma” ve “bilimsel bir yöntemle, sağlıklı bir bakış açısı edinmekle” bakarsak, bir yandan, bu bakışların tamamıyla sosyal – veya daha aydınlar diliyle ekonomi-politik – kökenlere hatta modalara dayandığı defalarca kanıtlandığı halde hala saf, tarafsız, bakire, kız oğlan kız “taban” ve “bilimsel yöntem” peşinde koşanların olduğunu görüyoruz.
En basit birkaç örnek: Taban coğrafyayla coğrafi bölgelerde yaşayan insanları ayrı alan eski görüş açısı çoktan çürütüldü. Çevre kirliğinden her şeyin nedenini anlatan son moda iklim değişikliğine; bütün hayvan ve bitkileri günde akıl almayacak kadar sayıda yok eden şehirleşme ve endüstriyel-teknolojik cambazlıklara kadar. En bakire sanılan fizikte bile gözlemciyle gözlenen ayırt edilemiyor. Hastalıkların %90’ını hala tam anlaşılmayan “placebo” tedavi ediyor.
Meğer bu sitede rastladığım Türk cahilliği ile geç taklitçilik çok daha yaygınmış. Daha önce, kendi içinde bulunduğu komployu görmeyen bir bilgiç şişe şişe komployu ayırt edebilme hakkında imam vaazı vermişti. Hatta site bilgiç dolu.
Diğer yandan aynı yazı “materyalist” – veya bilgiçlerin dilinde “diyalektik materyalizm” – kokuyor. Bu görüşün en coşkun savunucusu bile “devrin egemen düşünceleri, egemen güçlerin düşünceleridir” diyerek kendi düşüncelerine karşı kuşkusunu belirledi.
Bu yazıda kullanılan son derece çirkin sıfatlarla, farkında olmadan zamanımıza egemen güçlerin egemen ideolojilerinin papağanlığını incelemek daha da uzun bir konu. Ama böyle tatsız yazılar çok üzüyor!
Hareketin sırrına varmak isteyen ilk filozoflardan biri hareketin neden başladığını anladığını ama başladıktan sonra hala neden devam ettiğini anlamadığını söyler. Bütün bilimsel cambazlıklara rağmen, hareket incelendiğinde, hareketin duranlardan oluştuğu çelişkisi hala tatmin edici bir şekilde sona ermedi. Sinemada gördükleriniz fotoğraflar dizisi.
Daha somut olarak, neden tiksindirici zenginliğe kavuşmuş bireyler ve ülkeler hala daha da zengin olmak istiyorlar? Bu zavallılar altlarındaki tabana bakmıyorlar. Bunu eleştirerek inceleyen binlerce yazı ve ileri sürülen fikirler var. Burada tam tersi düşünceler arasından bir tane aktaracağım: Einstein’in “çok hızlı gitme, yok olursun” uyarsına bile uyanmayan bu ucubeler, egemen güçlerin altlarına sürdükleri nışadırın acısıyla tek bildikleri ve tek gösterilen yolda gittikçe daha hızlı koşmaktalar. Modadaki adı tüketicilik. 19. yüz yılda “News from Nowhere” (Hiçbiryerden Haberler) ülkesinde yaşayan ve hallerinden memnun olanları tembel ve disiplinsiz bulan egemen güçler bilerek o mahallelerdeki yaşam maliyetini üssel artırıp k*çlarına nışadır sürdüler.
Bu yazıyı yazan bilgiç hiç değilse sadece Muhammet öldükten sonra Mekkelilerin cambazlıklarına “bilimsel bir yöntemle, sağlıklı bir bakış” açılarından birkaçına baksaydı; egemen tarih yerine “alttan tarih” kitapları okusaydı veya tarihi kazananlar tarafından yazıldığını bilseydi belki, belki, belki bilgiçlilik taş uykusundan uyanırdı. Mekkeliler Muhammet doğmadan 100 yıl önce Bizans’ın peyki olmak istemişlerdi. Yani bu bilgiçin diliyle sürü olmaktan çıkıp günümüz Türkler ve Alavileri gibi “sürü ama sürü değil” veya çobanlı sürü olmak istemişlerdi.
Not: Diğer kısımlara vaktim olursa değineceğim, şimdilik basit uyarılar.
1
“34 Anonim 28” İran Zerdüştlük dininin Yahudilik ve Hıristyanlık dinlerine etkisi çoktan biliniyor. Hatta 19. yüz yılda kök alan ve 20. yüz yılda tamamıyla meyve veren ve hatta şimdi yeni bir kıyafetle yayılan totaliter rejimlerin İran dininden Yahudiliğe ve sonra Hırıstiyanlığa geçerek her ikisini de etkileyerek, yani dünyanın “temizlenmesinin” mümkün olduğu düşüncesini içerdiklerini ileri sürenler var. Bence bu iddialarda eksiklik “umut umutsuzlar içindir” deyişini bilmemeleri.
Üstelik “kesip-yapıştıran” iki yazı arasındaki hemen göze çarpan çelişkiyi bile görmemiş.
2
“35 Anonim 28” süpermarket alıcı/yiyici bir bilgiç. Batılı ve zengin olmayı, bilim-teknikte, felsefede, ekonomi biliminde, sosyolojide, vs. vs. vs. katkıda bulunmayı Orta Asya’da bulamadıysak, Anadolu’da arayalım. Aşağılık duygusunun, hep taklitçi maymunlar olmanın yarattığı pek de “tabanda” aramaya benzemeyen bir bilgiç itirafı.
“Necip’in Erdoğan ve AKP hakkında genel bağlamdaki (yani ülke geneli ve siyaseti açısından) görüşleri biliniyor.”
Yok. ‘Biliniyor’ degil, ‘tahmin ediliyor’ demek daha dogru olur.
“Belki bunlarla ilgisiz ve kişisel / siyaset dışı diyebileceği,”
Evet. Tam olarak oyledir. Siyaset ile alakasi, konuya bir siyasetcinin dahil olmasindan ibarettir.
“fakat Erdoğan ile yakın ilgisi nedeniyle böyle sayılamayacak (ve ülkedeki çoğu kişinin ne yazık ki unutmak bir yana hiç duymadığı) bir olay ile ilgili düşüncesini sormak isterim.”
OK.
“Bu tür olaylar normalde istifa nedeni olması gerekirken ancak otoriter rejimlerde örtbas edilebiliyor.”
Burada ‘otoriter rejim’ derken tam olarak ne demek istediginiz, hangilerini dahil ettiginiz, hangilerini de kapsam disi biraktiginiz acik degil.
Zannedersem, bu tur seylerin olmadigini dusundugunuz rejimler ‘otoriter rejim’ sayilmiyor.
Bu acindan bakinca, acaba ABD bir ‘otoriter rejim’ midir diye sorasim geliyor.
Oyle ya, ulkede, turlu cesitli secim surecleri sonrasinda, isbasina gelmis 500 binden fazla insan var. [ https://en.wikipedia.org/wiki/Elections_in_the_United_States ]
Peki, de, mesela, Kennedy ailesi, Bush ailesi, hatta –daha yeni olmakla birlikte– Clinton ailesi ile ilgili turlu cesitli iddiaya ne diyecegiz?
Bunlar arasinda, cok daha az bilineni, bir siyasetci aile degil de, ABD’nin ‘kurucu zengin’ ailelerinden birisi olan Vanderbilt’ler [ https://en.wikipedia.org/wiki/Vanderbilt_family ] ile ilgili anlatilan bir hikayedir.
Bu aileden birisi, birisini oldurur. Alenen, herkesin gozunun onunde. Mahkemeler, ellerinden eleni yaparlar ama cok da kiviracak imkan yoktur. Ugrasa didine indirirler; ama, 20 sene filan gibi bir mahkumiyet cezasi verirler. [Bu hikayeyi oldukca uzun bir zaman once dinledim; rakamlarda yanilabilirim.]
Bunun uzerine ne yapilir; biliyor musunuz?
Malum, ABD’de cezaevi isletmeciligi ozel sektorce de yapilabiliyor. Onlar da, Vanderbilt ailesine ait, devasa bir arazide kurulu bir malikaneyi cezaevine donusturuyolar [the mansion and the ranch gets designated as a prison]. Gardiyanlari da, daha once orada calisan personel; usaklar filan.
Adam, cezasini orada ‘cekiyor’; istedigini orada agirliyor, partiler resepsiyonlar girla..
Bu hikaye, tabii ki, medayada hicbir sekilde yer almaz.
Ve, ‘medayada hicbir sekilde yer almaz’ ise, olmamistir.
Benzer sekilde, ‘otoriter rejim’ saymadigimiz Birlesik Krallik’la ilgili anlatilanlar vardir.
Mesela, Margaret Thatcher’in oglu Mark Thatcher hakkinda (bilhassa Guney Afrika’da yapip ettikleri baglaminda) anlatilanlar.
Ya da, hepimizin bildigi, Prenses Diana (‘Lady Di’ ya da, daha uygun olarak ‘Lady Die’)..
Almanya’da, Thyssen ailesinden birisini oldurerek sonun baslangicini yasayan Kizil Ordu Faksiyonunun liderlerinin hapishanede (ayri ayri hucrelerde) aniden ‘toplu intihar’lari..
Bati’da, ABD ve Avrupa’da, ‘otoriter rejim’ olmayan bir cok ulkeden –eminim– meraklisi hayli genis bir ontoloji cikarabilir.
Cikarabilir ve boylece konunun ‘otoriter rejim’ olmadigini goruruz.
Mesele, ‘kudretli insanlar’ meselesidir.
Bunlarin siyasi olmasi, ya da Karun kadar zengin olmalari da gerekmiyor.
Bkz. Urfa Kapalicarsisinda, adamin birini bir ‘bitirin’ lafiyla katlettirip, sonra da uc kurus ‘kan parasi’ vererek siyiran Ibrahim Tatlises.
Ya da, Hurriyet gazetesi ve Ayse Arman’in da katilimiyla perdelenen Asli Bas cinayeti..
[Daha, Simavi’lerin ne haltlar yedigini okuyup ogrenmek firsatimiz olmadi; cunku ‘suc ortaklari’ cok genis bir cevre olusturuyor.]
Butun bunlari RTE savunmasi olsun diye yazmadim. O konu da, yukaridakilerden birisidir.
Benim ilgimi ceken kismi, sizin ‘otoriter rejim’ nitelemeniz idi.
Ben, bu tur davranis bicimlerinin ‘otoriter rejim’ ile alakali olmadigini dusunuyorum.
Gerci, ‘otoriter rejim’ oldugunda (bazilari icin) daha kolay olabiliyordur belki; ama, baska rejimlerde de baska ‘bazilari’ icin yeterince kolay oluyor.
Metindeki ‘bugünün parasıyla’ ifadesinin dipnotunda ‘Söz konusu tutarlar paradan altı sıfır atılmasından öncesine aittir’ yaziyor.
“Asya üretim tarzı / Doğu despotizmi ve hatta günümüz Doğu kapitalizmi ile Batı kapitalizmi ve öncülü Batı feodalizmi arasındaki temel farklar aşağıdaki şekillerde açıklanamaz mı?”
Hem aciklanabilir, hem de itiraz edilebilir.
Benim asil merak ettigim sey su: Madem cok da hos/matah bir sey degil, o ‘rejim’lerde yasayan insanlar neden buna razi oluyorlar?
Bunu, cok dar bir kesitten bakarak, ‘kultur’ filan gibi daha da muglak kavrmalara aciklamak sozkonusu olabilir, tabii ki.
Fakat, ‘kultur’ filan da fanusta (‘in vacuum’) olusmuyor ki. Onu da olusturan sebepler, sartlar ve/ya muharrikler var.
O yuzden, etiket basip gecmek yerine, olusturan sartlara bakmagi ben daha dogru bulurum.
Sayın “37 Anonim 28 Temmuz 17” veya Asya üretim tarzı / Doğu despotizmi
Batı’da devletle kapitalizmi birbirinden ayırt etmek imkansız, tamamıyla iç içeler.
Bir telif hakkından tut, savaşla kapitalist yatırım veya sömürülerini korumasına kadar. Binlerce daha örnek vermeye gerek yok, son olaylardan dolayı Suriye’den kaçanları devlet sınırları engelledi. Benzeri çok. Devlet sınırları korunmasa dünya fakirlerinin, zenginlik içinde boğulmuş ve şimdi bataklıklarından turistlikten tut binlerce şarlatanlık terapilerle ruhi zenginlikle kurtulmak isteyenlerin ülkelerini istilası yanında, çekirge istilası çocuk oyuncağı olur. Tarihte de örnekler çok. Eve yakınlardan birkaç tane: Türk ve diğer halklardan oluşan köleler Memluk Devlet’ini kurdular. Türkler Abbasilerin kiralık askerleriydi. Cengiz Han diğer bir kaba örnek. “Sea People”, Antik Yunan ve Hititler, Akkadlar vs.
Eğer merakınızı tatmin etmese de devlet-tüccar aşksız evliliğe benzer.
Batı tüccarları (burjuva diyebilirsiniz) her alanda (sosyal, eğitim, sınıflar, devlet, yasalar, ekonomi, bilim-teknik, enerji, üretim, ekonomi, politika, kültür, ahlak, felsefe, teoloji ve hatta Allah’ın ölüşü, evlilik, …) kökten değişmeler yaptı ve evvelden beri rakibi sevgilisi devletle aşksız bir evliliğe mecbur oldu.
Dünyanın her yerinde dizgini elinde tutanlar veya Batı kolonilerde dizgini Batı biçimi elde tutmayı öğrenenler, “ya Batı gibi ol, ya da geber!” mesajını kapıp ülkelerinde uyguladılar. Tabii bir sürü pürüzler çıktı. Yaşlı bir Cezayirli kadın “Fransızları atmak için bir sürü kan akıttık ama şimdi bütün Cezayirliler Fransa’ya gitmek istiyorlar, bu tuhaf değil mi?” sorar.
Daha güzel ve göz kamaştırıcı örnekler burjuva yenilikleri uygulamadan başka bir şey olmayan sözüm ona Rusya ve Çin ve diğer komünist devrimleri.
Batı’da akıl almaz gaddarlıklar, despotluklar, her alanda engelleri temizlemeler çok uzun yıllara içine yayılmış olduğundan yoğunluğu görülmüyor ve günümüzde köpeklerine attığı kemik bolluğundan Batı tarihi imrenenler arasında çok prizmalardan geçiyor. İngiltere’de fakirler sefalete sürükleyen Thatcher’in lakabı “Demir Karı””. Son 20-30 yıl içinde dünyanın üçte ikisi kadar insanın gelirini ellerinde tutanların sayısı onlarla sayılacak kadar azaldı.
Diğer bir sorun da devletin kökeni, örneğin nehir/sulama işinin ilk makineler olan insan yığınlarını harekete getirecek bir komut gereği ortaya çıkışını araştırmalarda ileri sürülen Asya üretim tarzı / Doğu despotizmi tezi, yukarıda adını ettiğim burjuva kökten değişmeler gözlüğünü takanlar tarafından çarpıtılarak alakasız bir konu olmuş. Kısacası akıl almaz “ya/ya da” mantığıyla bakanlar Dünya tarihini “ya Batı/ya da Batı değil” tiksindirici basitlikle tiksindirici insan harabelerine sunarlar.
Batı sadece ve sadece Mezopotamya’nın bir mirası. Geri kalan ilkokul tarihi, beyin yıkaması. Aynı ilk seleflerden olan Mısır, Hindistan ve Çin gibi.
Anlaşılmayacağı veya yanlış anlaşılacağı pahasına da olsa. Eğer bu çirkin görüşü özetlersem: Tarihe ulusal-devlet gözlüğüyle bakma.
İnsanlar Dünyanın dört köşesinde değişik güdü, yarar, cinsiyet, dil ve benzeri nedenlerle toplum yaşamayı becerdiler. Eşitlik, haklar, kurallar veya modern dilde yaslar uyma, demokrasi, özgürlük salt Batı ve yamaklarının tekeli değil.
Kazananlar tarihiyle gözleri kamaşmışları çok basit ruhlu insanlar olarak görüyorum.
Kendinden başkasını beğenmeyen alimimizi kendisiyle başbaşa bırakabiliriz. Çalıp oynaması için.
Ama o zaman da canı çok sıkılabilir, sinirleri alt üst olup her yere küfürler yağdırabilir. Uzun süre kendi çalıp oynamaktan bu hale gelmiş belli ki.
Süper-bilgiç ve küfürbaz malum kişi de Doğu despotluğunun bir ürünü değil mi?
Bizde tartışma kültürünün Batı’ya kıyasla ne kadar geliştiği (veya “gelişmediği”) ortada değil mi?
42 Necip 29 Temmuz
“Benim asil merak ettigim sey su: Madem cok da hos/matah bir sey degil, o ‘rejim’lerde yasayan insanlar neden buna razi oluyorlar?”
Neden sen b*k içinde yaşıyorsun ve seviyorsun? Belki onlar da senin gibi b*k içinde yaşmayı, senin gibi köle olmayı severlerdi.
Bunu inceleyen binlerce kitaplar var ama senin gibi ırkçı bir pez*venk relativist olur, maaşını kazanmak için aldığı diplomasını, öğrendiği ve severek yediği Batı b*kunu unutur, köleliğini ve dalkavukluğunu yüzüne vuran Batılıları beğenmez. Ulan sen münafıklığın zirvesine ulaşmış bir şarlatan olmuşsun. Hala seni keşfedip Erdoğan rejiminde daha yüksekte bir çamurdaki makama oturtacaklarını ümit ediyorsun. Hasretini bu sitede ağlayıp göğsüne vurarak teşhir ediyorsun, bir çeşit son zamanlarda çok yaygın olan medya pornografisi olmuşsun.
44 ve 45
Kibar efendilerin Batı safsatalarıyla Batı’da çok yaygın üstü kapalı hakaretler. Ulan bunda bile taklitçi maymun olmaktan kurtulamamışsınız. Batı’nın tarihte görülmemiş totaliterliğine işaret eden Marcuse bunu yutanları çoktan uyardı.
Gocunduğunu ne kadar belli. Kara cahilliğinizi köpeklere atılan Batı demokrasisiyle örtmek istiyorsunuz.
Benim sonsuz beğendiğim yüzlerce düşünür var ve eminim birini bile duymamışsınız. Tek amacınız sarışın zengin olmak. Özünüz, özetiniz bu.
Batı’nın bütününü taklit eden Çin bile sizi uyandırmıyor.
Tartışman için bilgili olman lazım. Konuyu bile anlamaşsın. Kara cahil yobaz yeni din müminleriyle tartışmakla eski din cahil yobaz müminleriyle tarışmaktan farklı olamaz.
Okul+Televizyon+Medya sizi iyice bellemiş.
Öte-Nazi yapalım da öte-leyelim şu Nazi’yi.
“Hala seni keşfedip Erdoğan rejiminde daha yüksekte bir çamurdaki makama oturtacaklarını ümit ediyorsun.”
‘Kul, kulu kendi gibi bilir’ derler.. cogu zaman isabetlidir bu.
Benim oyle ozlemlerim yok. Siz, kendi ozlemlerinizi yansitiyorsunuz.
Sizin gibi surekli cemkirmekten baska bir sey bilmeyen zibidilerin siyasi muhatabi olmanin benim acimdan cazibesi sifir. Maasi, ozluk haklari filan ne olursa olsun.
Projem olsa, onu gerceklestirmek icin yanip tutusuyor olsam bile; bir seyler yapmak isteyeni pacalarindan kemirmek, asagi cekmekten baska bir sey bilmeyen sizin gibiler buna degmezsiniz.
Cok yasayan 100’e kadar yasiyor; ve, o omru, sizin gibiler icin ziyan etmek anlamsiz.
O yuzden, hicbir zaman siyaset –hatta, kamu hizmeti– benim icin bir anlam ifade etmedi. Etmeyecek de.
“Bunu inceleyen binlerce kitaplar var”
Vardir muhakkak.
Bir meslekdasi okusun, ve o da bir serh yazsin diye yazilmis kitaplar…
Hicbir faydasi olmadigi asikar olan, yazilmis olmak icin yazilmis kitaplar.
Gecin onlari.
Kutuphane memuru lazim degil –biteviye kitap isimleri, referanslari veren.
Okumus iseniz, anlamli bir seylere ozumsemisseniz onlari, yazin da bakalim bir ise yaramak ihtimaliniz var mi?
Yoksa, boyle, kitap isimleri arasinda debelenir, baskalarinin cahil oldugunu tekrarlayarak tuketirsiniz omrunuzu.
Kafayı “Asya üretim tarzı / Doğu despotizmi” safsatasıyla yemiş geri kalmış ülke orta sınıf harebeleri dolu bu sitedekiler insanı sonsuz tiksinidiyor.
Gazetecilik yapmakla ve Erdoğanın ve benzerlerin becerilerini seyirle boşalan zavallılar.
Şu kitabı okuyun ve pis ağzınızı kapatmayı öğrenin. Özellikle şu sizin gibi orta sınıf andavallara ders verecek bir tarihçi, bakın, ne demiş.
“… the sixteenth and seventeenth centuries, European travelers found much to admire in the societies, economies, and cultural traditions of China, India, and other lands. By the eighteenth and nineteenth centuries, however, after the Enlightenment and the development of modern science, followed by the tapping of new energy sources that fueled a massive technological transformation, Europeans increasingly viewed other peoples as intellectually and morally inferior while dismissing their societies as sinks of stagnation.”
Michael Adas, Machines as the Measure of Men: Science, Technology, and Ideologies of Western Dominance (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1989).
Yüzlerce daha var ama sizler gibi para dininin yobaz sofularına bu yüze tükürme fazlasıyla yeter. Aranızda Atatürk’den bu yana bir adım atmış kişi yok.
Turistler “Türkiye’de kaybolmak imkansız, Atatürk heykeli hep Batı’ya dönük” derler.
Eğer yeni bir darbe ve ardından gelecek olan hükümetler başarılı olursa çok kötü olabilir. Çünkü diktatörlüğün yerine gelecek olan burjuva demokrasisi düzeni çökme tehlikesinden belki ilelebet kurtarabilir. Oysa eğer ikinci bir başarısız darbe girişimi olursa yeni bir iç çatışmayı kaldıramayabilecek olan devlet imamesiz kalmış bir tesbih gibi dağılabilir.
Bu adam hepimizle kafa bulup alay ediyor
Ahmet Hakan – Hürriyet – 30 Temmuz 2017
HÜSEYİN Gülerce dün sosyal medyada şu cümleyi yazmış:
“48 yıldır millet düşmanlarıyla mücadele ediyorum”.
*
Bu adam hayatının tam 33 yılını…
FETÖ sözcüsü, FETÖ yalaması, FETÖ şakirdi, FETÖ uşağı, FETÖ adamı olarak geçirdi.
*
Ve şimdi kalkmış…
FETÖ’nün saflarında yalın kılıç savaştığı 33 yılı da hepimize “Millet düşmanlarıyla mücadele yılları” olarak yutturmaya çalışıyor.
*
Size bir şey söyleyeyim mi?
Bu Hüseyin Gülerce’yi FETÖ’den falan değil, asıl “bu milletin aklıyla, zekâsıyla alay etmekten ve bu milleti aşağılamaktan” yargılamak şart.
Ama tutuksuz olarak!
– – – –
Ahmet Hakan sağ gösterip sol vurarak “bu milletin aklıyla, zekâsıyla alay etmekten ve bu milleti aşağılamaktan” yargılanması gereken kişilerin en başında kimin geldiğini gizlemek istiyor. Hüseyin Gülerce’ye kadar gitmeye ne hacet?
Ben Atatürk ilkelerine bağlı laik bir şeriatçıyım
2 Necip 29
Gazete -Televizyon – Medya Ucubesi Necip
“Okumus iseniz, anlamli bir seylere ozumsemisseniz onlari, yazin da bakalim bir ise yaramak ihtimaliniz var mi?”
Şimdiye kadar anladıkların seni rahatsız etti, hemen unuttun. Anlamadıklarını, okumadıklarını, bilmediğin konuları modern çağların yetiştirdiği hayatı ücret köleliğiyle geçen, bütün bildiklerini kitaplardan öğrendiği halde bunu bile inkar edecek kadar alçalan, dünyada sayıları en yoğun orta sınıf insan harebelerinin tipik tepkisinde bulundun: “o, onun fikri; bu, senin fikrin, yaşasın demokrasi, yaşasın relativizm, yaşasın ibişlik, yaşasın köleliğini sevmek!”
Okulda alış-veriş, robotların çok daha iyi yapabilecekleri Batı kırıntı bilgileriyle “technician” olmuşsun. Çaylak olduğun konularda bilgiçlik özentisi içinde kıvranıp duruyorsun. Okuduklarımın bir sentezini yapsam hiçbir şey anlamaz, lügatlarda kaybolursun. Daha önce yaptım, yalan bile söylecek kadar alçalıyorsun.
Sen kara cahil modern yobazsın, hepsi o kadar.
En aşağı 10-15 konuda kara cahiilliğini yüzüne vurdum, hemen konuyu unutuverdin. Şimdi de sana kitap falan filan yazmamı istyorsun.
Ama ön kararını vermişsin.
” Bir meslekdasi okusun, ve o da bir serh yazsin diye yazilmis kitaplar…”
Senin istediğin bu sitede sana benzer salakların gazete ve televizyon, medya safsatalarını aktarıp sorumlu inek vatandaş gibi “seyirci toplumu” adı verilen zavallılarla başkalarının asıl becerilerini tartışıp sanal cinsel boşalmalar.
Hepiniz Atatürk’ün ithal ettiği kapitalist-burjuva düzeninin kurbanları orta sınıf, maaşı iyi, gününün en büyük bir kısmını ücret köleliğiyle geçirip geri kalanını seyircilikle geçiren bilgi-kültür tüketicilerisiniz.
“48 Siteden Öte-lenmesi Gereken Nazi’ler 29 Temmuz 17 / 6pm
Öte-Nazi yapalım da öte-leyelim şu Nazi’yi.”
Nazi kim?
Bizce “öte-leyelim şu Nazi’yi” diyen.
Hem de farkında olmadan kendini ele veren bir Nazi.
1. Bütün site adına konuşuyor. Çoğunluğa sığınmak isteyen korkak bir silik.Wilhelm Reich’in ” Listen, Little Man!” kitabını hatırlatıyor.
2. (aslında, 1. maddeyi pekiştirir.) Uzun bir süredir, özellikle medyadan nedenleşen, okuma bilen ama anlamayanlara yeni bir ad bile verildi: “functionally illiterate”. Bu site böyleleriyle dolu. Herif bu biyolojik-kültürel mutasyonla hastaned fırlayan bu site orta sınıf hilkat garibelerinden biri. “öte-leyelim”in çevirisi “BİZ öteliyelim”. İnsan ancak bu kadar faşist ruhlu olur. Bu site en fazla çiğnenen sakızın Erdoğan oluşu da aynı nedene dayanır: Buna, psikolojide aşk-nefret ruh hastalığı denir.
Bu sitenin öz ruhunu, uzun zamandır bin bir şekilde açık açık söylediğimi, ima ettiğimi bu herif eşsiz dile getirmiş. Bütün site adına totaliterliğin, faşistliğin en temel ruhunu ifşa etmiş: “B*ku temizleyelim!
Zavallı iki şey bilmiyor:
1. “Shit happens” = “B*k çıkacak”
2. B*k temizleme vaatleri peşinde koşanların, örneğin devlet ve kapitalist-burjuvalar, yüzünden b*k içinde yüzüyoruz.
NE MUTLU YOBAZ NEO-NAZİ TÜRKÜM DİYENE!
Bu sitenin talihsizliği bu tiplerden kurtulamaması. AKP/polis masası gitti bu adam geldi.
‘Part Time Hero’ tişörtüne gözaltı iddiası…
İHA’nın haberine göre Çanakkale’nin Lapseki ilçesinde, üzerinde ‘Part time hero’ yazılı tişört olan kişi gözaltına alındı.
Lapseki ilçesine bağlı Şevketiye köyünde bir kişinin ‘Hero’ yazılı tişörtle dolaştığı ihbarını alan jandarma ekipleri, tahkikat başlattı.
Üniversite öğrencisi olan ve çalışmak için Şevketiye köyüne geldiği öğrenilen U.A., üzerinde ‘Part time hero’ yazılı tişörtle görüldü.
U.A., Lapseki Cumhuriyet Savcılığının talimatı ile tahkikat için gözaltına alındı.
http://www.hurriyet.com.tr/part-time-hero-tisortune-gozalti-iddiasi-40535322
Hero tişörtleri de yargının altın devrini yaşadığının kanıtlarından mıdır? Perinçek’e sormak lazım.
Bazı insanlar Asya despotluklarına takmışlarsa bunlardan illallah dedikleri içindir.
CHP tabanı AKP despotluğundan, AKP tabanı CHP despotluğundan, Kürt halkı TC-Suriye-Irak-İran despotluklarından, İran halkı Molla ve Şah despotluklarından, Aleviler Osmanlı despotluğundan, Şiiler Emevi-Abbasi-Vehhabi-Suudi despotluklarından, Maniheist ve Mazdekistler Sasani despotluğundan…
Bunların zulümlerini yaşayanlar için “kapitalist burjuva demokrasisi” bu despotluklara kıyasla “komünist/anarşist/medeniyetsiz cennet” (var mı öyle bir cennet?) gibi sayılır.
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=020110&idno2=c020104#2
AHMED b. NASR el-HUZÂÎ
Ebû Abdillâh Ahmed b. Nasr b. Mâlik el-Huzâî (ö. 231/846)
Mihne* olayında Halife Vâsik tarafından öldürülen muhaddis.
…Dedesi Mâlik, Abbâsîler’in kuruluş yıllarında devletin yönetim kadrosunda önemli görevler almıştır. Daha sonra da babası Nasr’ın benzeri görevleri üstlendiği ve hatta Bağdat’taki bir çarşının (Süveykatünnasr) onun adıyla anıldığı dikkate alınacak olursa Ahmed b. Nasr’ın tanınmış bir aileye mensup olduğu anlaşılır…
Halife Me’mûn ve Mu‘tasım devirlerinde şiddetini biraz kaybederek devam eden mihne olayı, Vâsik devrinde (842-847) yeniden alevlenince, Bağdat halkı tekrar Ahmed b. Nasr’ın etrafında toplandı. İhtilâl hazırlıkları kısa zamanda tamamlanıp isyan günü kararlaştırıldı. Durumu haber alan Bağdat Valisi İshak b. İbrâhim, başta Ahmed b. Nasr olmak üzere bu hareketin öncülerini yakalayarak Sâmerrâ’da bulunan halifeye gönderdi. Vâsik, Ahmed b. Nasr’dan, önce Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki kanaatini söylemesini istedi. Onun Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu belirtmesi üzerine âhirette Allah’ın görülüp görülmeyeceğini sordu. Ahmed b. Nasr bu konudaki hadislerin onun görüleceği doğrultusunda olduğunu misaller vererek açıkladı. Halife ise gözle görülebilen ve mekânda yer tutan mücessem bir varlığı ilâh olarak kabul edemeyeceğini belirtti. Sonra da huzurunda bulunan fakihlerin görüşüne uyarak onu ölüme mahkûm etti. Vâsik, Ahmed b. Nasr’ın bunamış bir ihtiyar olduğunu ileri sürerek ölümünün geciktirilmesini arzu eder görünen Ahmed b. Ebû Duâd’ın isteğini kabul etmedi; böyle bir kâfirin vücudunu ortadan kaldırmak suretiyle ilâhî mükâfata nâil olmayı umduğunu söyledi ve cellâdın yardımıyla onu öldürdü (Şâban 231/Nisan 846). Halife, Ahmed b. Nasr’ın naaşını Sâmerrâ’da, başını da Bağdat’ın doğu ve batı kesimlerinde teşhir ettirdi. Kulağına taktığı idam fermanında, Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul etmediği, Allah’ı mahlûkata benzettiği, üstelik bu günahlarından tövbe etmeye yanaşmadığı için onun kanını heder ettiğini ilân ediyordu.
Düzen savunuculuğuna tam gaz devam:
—-
Bu adam ya idraksiz ya ahlaksız ya da kuduruk
Ahmet Hakan – Hürriyet – 31 Temmuz 2017
ŞANLIURFA Siverek’te sarıklı şalvarlı adamın teki, eline almış tuhaf kesici bir alet ve Atatürk büstüne saldırmaya başlamış.
Saldırırken de…
“Dinimizde putperestlik yoktur” falan diye bağırmış.
İddia ediyorum:
Bu adam…
Ya idraksizdir ya ahlaksızdır ya da kuduruktur.
Başka seçenek yok.
İmkânı yok.
*
İDRAKSİZDİR…
Çünkü…
Atatürk heykeli ile putperestlik arasında herhangi bir bağlantı, iltisak, bir örüntü kurulamayacağını idrakten yoksundur.
*
AHLAKSIZDIR…
Çünkü…
Bu tür adamlar, mesela çocuklara tecavüz gibi ürkünç bir olay karşısında kıllarını kıpırdatmazlar ama Atatürk heykeline işte böyle saldırırlar.
*
KUDURUKTUR…
Çünkü…
Biraz galeyan, hezeyan, biraz sıcak geçmesi, titreme gelmesi, biraz da motoru kaynatması nedeniyle kuduruk olmuştur.
—-
İDRAKSİZLİK
Atatürk heykeli ile putperestlik arasında herhangi bir bağlantı, iltisak, bir örüntü kurulamayacağını zannedecek kadar idrakten yoksunluk.
*
AHLAKSIZLIK
Çocuklara tecavüz gibi ürkünç olaylar çok da umurlarında olmayan sermaye medyası patronları bu olayları Atatürk heykellerini dayatan düzeni savunmak için işte böyle kullanırlar.
*
KUDURUKLUK
Efendilerinin düzenini sorgulatan her olay karşısında kuduran sermaye medyasının kudurukluğu.
“CHP tabanı AKP despotluğundan, AKP tabanı CHP despotluğundan, Kürt halkı TC-Suriye-Irak-İran despotluklarından, İran halkı Molla ve Şah despotluklarından, Aleviler Osmanlı despotluğundan, Şiiler Emevi-Abbasi-Vehhabi-Suudi despotluklarından, Maniheist ve Mazdekistler Sasani despotluğundan…”
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’olmasa
Aşık Veysel Şatıroğlu
“Neden sen b*k içinde yaşıyorsun ve seviyorsun? Belki onlar da senin gibi b*k içinde yaşmayı, senin gibi köle olmayı severlerdi.”
‘Sevmek’ de nereden cikti.
Ben ‘riza’dan bahsediyorum; ya da ‘razi olmak’tan..
‘Razi olmak’ eldeki alternatiflerin icinden, elde edilebilir olani tercih etmek (zorunda kalmak) anlamina gelir.
Utopyaci idealist hayalperestler bunu anlamakta zorlanabilirler, tabii ki; derdi sartlari anlamak olmayan, kendi kafasina gore elaleme kader bicenlerden bahsediyorum.
Hani, su, Nazim Hikmet’in “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar” dedigi.. ki, onlari, Nazim Hikmet’in dahi anladigi kanaatinde degilim –romantizmi haric.
The meek shall inherit the earth. Not you. Nor your imaginary minions.
Günde beş kere megafonla aşağıdaki cümleleri bağırma fikrine ne dersiniz? (Tabii eğer bunlara inanmayanların inançlarına saygısızlık olarak kabul etmezseniz)
AKP rejimi diktatörlüktür
RTE diktatördür
Haydin diktatörlükle mücadeleye
Haydin kurtuluşa
Diktatörlükle mücadele uykudan hayırlıdır (Bu cümle sabah vakitlerinde söylenecek)
Aşağıdakiler “benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır”a örnek verilebilir mi?
– Gezi direnişinde, 60-80 arası solda (hatta bundan biraz önce DP’ye muhalefette) ve Abdülhamit rejimine karşı Jön Türk / İttihat-Terakki muhalefetinde başı çekenlerden olan öğrenci gençlik ile Osmanlı’nın duraklamaya başladığı dönemde, Celali isyanlarıyla yaklaşık aynı yıllardaki suhte (softa / medrese öğrencileri) isyanları
– Her iki dönemdeki (Celali ve suhte isyanları ile günümüz) aşırı nüfus artışının da bir sonucu olarak, köylerden kentlere, özellikle İstanbul’a büyük göçlerin yaşanması, medreseler ile bugünkü okullar ve üniversitelerdeki aşırı yığılmalar ve buralardan mezun olanların önemli bir bölümünün iş bulamamaları
Kisisel kanaatlerim:..
“Aşağıdakiler ‘benzer şartlar benzer sonuçlar yaratır’a örnek verilebilir mi?”
Sartlarin yeterince ‘benzer’ olduguna emin degilim.
“– Gezi direnişinde, 60-80 arası solda (hatta bundan biraz önce DP’ye muhalefette) ve Abdülhamit rejimine karşı Jön Türk / İttihat-Terakki muhalefetinde başı çekenlerden olan öğrenci gençlik ile Osmanlı’nın duraklamaya başladığı dönemde, Celali isyanlarıyla yaklaşık aynı yıllardaki suhte (softa / medrese öğrencileri) isyanları”
Dogrusu, Celali/Suhte isyanlari ile, diger saydiklariniz arasinda –temel dinamikler acisindan– pek bir benzerlik goremiyorum.
Cunku, malum, Celali isyanlari –kuraklik yuzunden– ac kalan baldiriciplaklara, daha sonra –devlet kapisinda is bulamayan– mekteplilerin (‘Suhte’nin) katilmasi idi.
Ne Gezi, ne 660-80 ogrenci olaylari, ne de JonTurk taifesi icin benzer bir temel dinamikten bahsedemiyoruz. Bunlar, Celali/Suhte isyanlarindan farkli olarak, (neredeyse sadece) ideolojik saiklerle sokaga dokulmelerdir.
Bu bakimdan, (neredeyse sadece) ideolojik saiklerle sokaga dokulmeler olduklarindan; yani, arkasindaki temel dinamiklerin kuraklik kaynakli acliktan neset etmeyisinden dolayi, kisa omurlu olmuslardir.
“– Her iki dönemdeki (Celali ve suhte isyanları ile günümüz) aşırı nüfus artışının da bir sonucu olarak, köylerden kentlere, özellikle İstanbul’a büyük göçlerin yaşanması, medreseler ile bugünkü okullar ve üniversitelerdeki aşırı yığılmalar ve buralardan mezun olanların önemli bir bölümünün iş bulamamaları”
Bugunku nufusumuzun o gunlere kiyasla cok daha yuksek oldugu bir gercektir; ama, bugunku imkanlarla bu nufusumuzu besleyeMEyecegimizi soylemek cok da isabetli olmaz bence.
Devlet aygiti gecmisten cok ciddi dersler almis gibi gorunuyor. Kuraklik ihtimaline karsi, uzun yillardir devam eden hummali bir barajlar yapmak sureci yasadik. Henuz tamamlanmis olmasa da, gidecek yol olsa da, hem kontrollu sulama, hem de enerji elde etmek acisindan, oldukca basarili olunmus gibi gorunuyor. [Bu, herhangi bir munferit ‘Hukumet’in marifeti degil; hukumetler-ustu bir faaliyet olageldi.]
Benzer sekilde, orman koylusune karsi bazan acimasiz da olsa, ‘Orman Kanunu’ var. Ormanlik alanlarin korunmasi kadar, yeni agaclandirma faaliyeti de durmaksizin/artarak devam ediyor. Sessiz sedasiz yapildigi icin, cogumuz farkinda bile degiliz.
[Sehirli yavrucaklar da bunun farkinda olmadiklari icin, 2-3 agacin kesilmesini cok onemsiyor olabililir; ama, Turkiye genelinde, belki bin senelik tarihte hic olmadigi kadar ormanlastirma sozkonusu.]
Butun bu altyapi calisalarina, bir de, gerek ulasim imkanlarini, gerekse de zirai uretim imkanlarindaki teknolojik gelismeleri (ve gunes enerjisinden elektrik elde etmegi) eklersek, ulke capinda bir kuraklik/kitlik/aclik ihtimalini ben pek de ihtimal dairesinde gormuyorum.
Kisacasi, ‘benzer sartlar’ pek de sozkonusu degil.
Nerede?
“19 Necip 1 Ağustos”
Aferin Necip, bak öğrenmeye başlamışsın. Diğer kabak gibi laboratuar deneylerinde kılavuz olan ve ancak istatistiksel neden ve istatistiksel bir sonuca varmada kullanılan ilkeyi gerçekten varmış gibi, kavramları şeyleştirme hatasına düşmemeyi öğrendin.
Necip için önemli bir adım. Himalaya zirvesine erişmek ilk adımla başlar.
“16 Necip 31 Temmuz”
Yine medeti lügatte aramışsın. Eski alışkanlıklardan kurtulmak zor. Razı olmak sevmek değil. Belki beğenmek.
Necip “iktidar her zaman vardı, var olacak” buyurmadı mı?
Ebedi bir varlık olmayı becermiş bir nesneyi elitist Necip Bey beğenmezse, başka bir kelime ararız.
Bu konu senin kuluçkandaki son ve en taze yumurta değil. Çoktan beri senin gibi ama çok daha bilgili kimselerin kafasını kurcaladı.
Hepinize ortak aynaya kendinize bakmak. Atatürk aynayı ithal etti, ardından gelenler okul-televizyon endüstrisiyle solcu ve sağcıların ÜRETİM TANRISI ile ucuza etrafa dağıtıldı.
Ünlü örnekler:
Gottfried Leibniz’i tanımaman; “The Great Chain of Being” kavramını duymamış olman; “Arthur O. Lovejoy: The Great Chain of Being: A Study of the History of an Idea”dan habersiz olman beni şaşırtmadı.
TEMA:Varsa, varolan “EN İYİSİ” olmalı.
Aydınlar aydını kendisi karanlıkta Voltaire’in ‘Candide’ kitabıyla Leibniz ile alayını da mı okumadın?
Voltaire, “EN İYİSİ” olamaz, çünkü elitist Necip’in beğendikleri ve kendine meslek edindiği ticaretçilik “DAHA DA İYİSİ VAR ümidi veriyor” dedi.
Aldous Huxley’in ‘Brave New World” de bu en iyi, yani sizin beğendiğiniz, “EN İYİ DÜNYA” ile ilgili.
Hepsine ortak tema düzenin “en iyi” olup olmaması.
Eğer insan var olana razı olsaydı doğayı ve çevresini değiştirmezdi. Değiştirmesi akıldışı içtepi. Günlük hayatımızın hemen hemen tümü bu akıldışı içtepinin yarattığı nesneler arasında geçer. Özetlersem, insanı insan eden: HAYIR diyebilmek.
İktidarı sevmeyenlere kaşı geliyorsunuz ve tek nedeniniz insan yaşamının sadece (sonsuz cahilliğinizden dolayı bilmediğiniz) son %0,05’inin “her zaman vardı, var olacak” mantıksal şapşallığınız.
Bir elitist olduğunuzdan iki seçeneğimiz kalıyor.
1. Siz var olanın köleliğini beğeniyorsunuz.
2. Siz insan değil, evcilleşmiş ev hayvanısınz. Size kemik atanlara HAYIR diyemiyorsunuz. Bunu bin dereden su getirerek ve akıl almaz bir cahillikle savunarak kendinizi maskara ediyorsunuz.
Daha önce sizin gibi cahiller, kafamı sizin gibi saçmalıklarla, her yerde her zaman “MEDENİYET” görerek şişirdiler. Nihayet hiç sevmediğim bir şey yaptım ve İnternet’te wiki wacky, youpoop gibi evrenin en dandik yerlerine baktım. Bu dandik siteler bile tek medeniyetin hangisi olduğunu açık açık söylerler. Pis ağızlarını kapattılar, belki. Bir şey değişeceğini sanmıyorum ama isterseniz ÇIPLAK VAHŞİLERDEN TUT İKTİDARSIZ SAYISIZ TOPLUMLARIN GÜNÜMÜZDE bile sizler gibi faşist kıyımcıların daha henüz gazabına uğramadıklarını bulup çıkarır suratınıza vururum. Ama sizlerde utanma kalmamış. Hala Batı kırıntılarıyla hayatta kaldığınızı, hayatınıza verdiğini anlamın Batı da yeşerip biçimlendiğini, Batı bilgileriyle boş beyinlerinizi doldurduğunuzu, başka da bir seçenek olmadığını kabul edip bu 7 -10 bin yıllık kâbustan kurtulmak istemiyorsunuz. Tek nedeni bu b*ku beğenmeniz, sevmeniz, razı olmanız falan filan. Bu razı olma salt sizler özgü değil, dünyanın her yerinde evcilleşmiş orta sınıflarda rastlanan bir özellik. Gelenek gitmiş yerine çıplak, market ve tüekim dışında hiç bir yerde birey olmayan, maske üstüne maske takmış, korku içinde titreyen, zavallı insan harabeleri kalmış. Bu zavallı orta sınıfların en büyük özelliği kafayı kelimelerle bozmaları, hemen sidik yarışına girip herkesin bildiğini tekrarlamaları: “B*k içinde doğduk, b*k içinde büyüdük, o halde b*ktan başka hiçbir şey olamaz” Sen bunları tekrarlamalarla ne kadar sıradan, bıkkın bir orta sınıf mahluku olduğunu çoktan sergiledin.
Lügat-ı Kebire: beğenmek ≠ sevmek.
RTE is using you for your power. When he gets what he wants, he’ll crush you. You know it’s true.
http://marksist.net/demet-yalcin/filistin-davasi-ve-riyakarlik.htm
“En az dört bin yıldan beri medeniyet bu topraklara hep dışarıdan gelmiş. Hititler medeniyet hakkında ne biliyorlarsa Mezopotamya’dan ithal etmişler. Sonra İskender’le beraber batıdan Greko-Romen uygarlığı gelmiş. Peşinden Hıristiyanlık gelmiş. Peşinden İslam gelmiş. Peşinden iki yüz yıllık Batılılaşma-Avrupalılaşma macerası yaşanmış. Her seferinde memleket biraz canlanır gibi olmuş, sonra kadim bataklığına geri dönmüş. Aldıklarını çürütmüş ve tüketmiş.
“Uygarlıkların beşiği Anadolu” derler ya, inanmayın. Uygarlıkların mezarlığı Anadolu, daha doğru bir tanım.”
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/07/koku-dsarda-aydn-muhabbeti.html
Sayın Gün Zileli,
“9 Anonim 30 Temmuz 17 / 3pm”e bir türlü yayınlamadığınız yanıtımı sizlerin oluşturduğu orta sınıf çoğunluğun adabı muaşeretine uygun yeniledim. Ümit ederim yayınlarsınız. Dünyanın durumuna ağlamak, gülmek veya sizler gibi işgüzar olmak kalıyor. Ben gülücülüğü seviyorum.
==============================================
“9 Anonim 30 Temmuz 17 / 3pm
Bu sitenin talihsizliği bu tiplerden kurtulamaması. AKP/polis masası gitti bu adam geldi.”
Bunu yazan politika piyasasında “yeni ve daha iyi” yeniliğinde anarşistleri bile aşmış. Biyolojik mutasyonla türemiş yeni bir devrimci-solcu. Zaten her şey alnımıza, pardon genlerimize yazılı!
Eskiler, polisin peşlerinde olmasından gurur duyardı. Çoğu, polis sayesinde kendilerini süt ve bal diyarı Avrupa’ya attılar. Erdoğan ekonomide büyük bir gelişme sağlamış. Bu sitenin hemen hemen tümünü teşkil eden iyi meslekli, iyi maaşlı, iyi diplomalı, sanal salon devrimci solcuların rahatını artık polis bile bozmak istemiyor. Atatürk ile başlayan işi Erdoğan iyice kıvamına getirmiş: devasa bir orta sınıf oluşmuş. Kissinger devrim tehlikesine karşı en iyi panzehirin, iyi meslekli, iyi maaşlı, diplomalı, sağlık sigortalı, kaza sigortalı, seyahat sigortalı, sizler gibi günde 8-12 saat çalıştıktan sonra medya politikasında seyirci olan orta sınıf yaratma olduğu tezini savunmuştu. Sanki bu tez Türkiye’de tecessüm etmiş.
Bir örnekle somutlaştırıyım: sizlere çok benzeyen birini radyoda işitmiştim.
Özür dilerim, ben eski kafalıyım, gericiyim, tutucuyum, hepinizin her dediğinde tam tersinin doğru olduğuna inandığımı söylesem tefrit etmiş olurum. Hala kitap okurum ve genellikle arada sırada büyük bir olay olunca radyo dinlerim.
Sizler gibi orta sınıflı her türlü gelenekten kopmuş, sizlere benzerlerin mantar gibi çoğaldığı bir ülkede, sizler gibi genç, ilerici, demokrasi hayranı, bolluğa tapan, mavi gözlü sarışın olmak için devrime hazır biri radyoda, “bankadan paramızı çekmek için bile rüşvet vermemiz gerekiyor” dedi.
Diğer bir somut örnek.
Sizlere benzer turist Türklere ıvır zıvır alma için tercümanlık yaptım. Onlar da nereye baksalar “bak ne güzel, bak ne temiz” diyerek sürekli kafamı ütülediler.
Her iki örnek sizlerin özünüzü özetler: “paramız var ama alt ve üst yapı tam değil”
Dostlar ve klonlar arası sanal salon devrimci-ilerici-solcu-bollukçu- falan filancıların tatlı sohbetlerinize devam ettikçe, yaralarınıza tuz, arkanıza nışadır sürüp size canlılık kazandırmak, derin taş uykusndan uyandırmaya çalışmak hoşuma gidiyor.
Dünyada tek bir devrim oldu. Kapitalist-burjuvalar tıpkı Robin Hood gibi zengin doğadan alıp sizin gibilere dağıttılar. Ama hep daha fazla istiyorsunuz. Politikacı, medya artisti, yazar, bilim adamı, technician, nobel kazanan, icatçı, yaratıcı, futbolcu, şarkıcı, jurnalcı falan filanlardan biri olup yalnızlar kalabalığında “ben de buradayım” diye bağırıyorsunuz. İsetemezsen, eksik değildir. Ama sizin tüketim isteğiniz yanında okyanuslar bir damla. Zavallı Erdoğan, sizi nasıl tatmin edebilir? Hatta siz özgürlük ve demokrasi bile istiyorsunuz! Say what?
Artık devrim yok. Kendinizi kandırmaktan vazgeçin. Sizin için tek seçenek “Sivil Toplum Kuruluşu” falan filan.
İşte sizin ruhunuz:
Pompaladığınız Aleviler derneğinde para içinde yüzenler bana birkaç kuruş karşılığı bilgisayar ağı kurdurdular. Sonra da yemeğe davet ettiler. Duvarlarda sizin dediklerinize benzer yazılar arasında en göze çarpıcı “Benim Kabem İnsandır” afişiydi. Daha sonra aynı sizin gibi kendilerine ele verdiler. Meclisteki bütün hoş görücü Aleviler biri “Canım, Afrikalılar da çocuk yapabilir ama çocuk yetiştirmek çok daha başka bir şey” dediğinde hep birlikte katıldılar.
Irkçılı ve faşistlik Hitler ile sona ermedi. Bu site tıpkı Alavi derneği.
Yapmanız gereken şey o kadar basit ki hala tartışmanız gereksiz.
Önce süper zekanızı kullanarak aptal çoğunluğu doğal hayata ikna edeceksiniz (süper zekalılar için çocuk oyuncağı olsa gerek), ardından bütün dünya nüfusunu uçaklara ve gemilere doldurup dünyanın en doğal ortamlarına bırakacaksınız, sonra da o uçakları, gemileri, dünyadaki bütün teknolojiyi ve şehirleri ortadan kaldıracaksınız. Böylece insanlık dönüşü olmayan bir şekilde ilelebet doğal hayata mahkum olacak. Bu kadar basit.
“Şimşek tanrısı kızdı!”
“Roma’nı yıkılmasının nedeninin Hrıstiyanlık olduğu fikrinizi son derece ilginç bulduk. Daha genişletir misiniz?”
Bana ait, orjinal ya da telif hakki bende olan, bir fikir degil. Simdi hatirlamadigim birkac kaynaktan okumustum.
“Hrıstiyanlıkla rekabet içinde olan son derece yaygın Mithraism, Gnosticism ve hatta daha sonra Maniheizm Roma’nın yıkılmasında neden Hrıstiyanlık kadar etkili olamadı?”
Mithraism, Gnosticism, Maniheizm vd.nin ‘susu eksikti, busu fazlaydi’ turunden uzun uzun bir seyler yazilabilir; eminim de yazilmistir. Ardindan da, bu teorilerin ‘susu eksik, busu fazla’ cinsinden, yine uzun, tartismalar yapilabilir.
Yapilabilir de, gunun sosyolojisini yeterince detayli bilemedigimiz icin, soylenenlerin isabetliligini degerlendirmek imkanindan mahrumuz.
O yuzden, ben, ‘Hatice’ye degil de, neticeye bakmak’ tercihinde bulunup, durumu ‘inanc modelleri arasindaki rekabetin yol actigi evrim’ seklinde degerlendirmek taraftariyim.
Yani, birkac ‘inanc modeli’ mucadele etmis, iclerinden birisi –tarismasiz olarak– galip cikmistir.
Galip cikmak surecinde digerlerinden bir seyler almis, ithal etmis, etkilenmis olsa da, bu, ne sonucu ne de hukmu degistiriyor.
Ilginc olan bir baska sey de, Roma’da ‘Hiristiyanlik’in yol actigi degisikligin bir benzerinin de, Maniheizm’i benimsemek sonrasi, Uygurlarda gorulmesidir: Savasci ozelliklerinin torpulenmesi ve kaybedilmesi..
Sanki –hem Doguda hem de Batida–, genis insan topluluklari, ‘savas savas da nereye kadar; bu hal izmihlal, eski din muhal’ demis ve cok daha pasifist birer inanc modelini benimsemis gibi gorunuyorlar.
Bu degisiklik talebinin derunundaki sosyolojik sebeleri ben de cok merak ediyorum.
Bunun etraflica (comprehensive) cevabini bilsem, (yani, ‘how to write a best-seller’ cinsinden metodize edebilsem) emin olun, oturur –pazarin hazir oldugu ve kabul edecegi– bir ‘inanc modelini’ de ben peydahlardim.
Tarihe, peygamber/resul/haberci vs cinsinden gecmenin en kestirme ve en zahmetsiz yoludur bu. 🙂
“Üstelik bazı Gothlar Hrıstiyanlık’ın dalaleti (sapkın) inançları benimsemişlerdi.”
Burayi anlamadim.
“Bu büyük bir karışıklık içinde sadece Hrıstiyanlık’ı neden seçtiğinizi etraflı yazar mısınız?”
Ben secmedim. Roma Imparatorlugunun ahalisi secti. 😉
“Bu enterasan tezinizin ayrıntılarını merakla bekliyoruz.”
Ustamin adi Hidir; elimden gelen budur 😉
Necip ve Demir Küçükaydın belki de dünyadaki en büyük düşünürlerdendir. Çünkü çok az kişinin farkında olduğu bazı gerçeklere dikkat çekmekteler.
Biri (Necip), bir yanlışı (kapitalizm/antikapitalizm, sınıflı/sınıfsız veya iktidarlı/iktidarsız toplum tartışmalarını) gösterirken, diğeri (Küçükaydın) ise doğrusunu (sorunun uluslar ve ulus-devletler olduğunu, bunların ortadan kaldırılması gerektiğini) gösteriyor.
[Bir yerlede kaybolmus gorunuyor. Yeniden deniyorum.]
Bir ismi var mi, bilmiyorum; ama, bir dinin havarisi havalarinda yazadurdugunuz vaazlarinizin ozunde hep ayni mugalata ve laf salatasi oldugundan, onlari geciyorum.
“Eğer insan var olana razı olsaydı doğayı ve çevresini değiştirmezdi.”
Haybeye ufuruyorsunuz.
Tarihte, ‘var olana razi olmayan’ insan mi hic olmadi; yoksa, onlar razi olmadiklari an intihar mi ettiler?
Var mi, boyle, toplu intihar vakalari?
Sallamayin.
Bugun, en basit ornek, trafik tikanikligini dusunun… kimse memnun degil; herkes sikayetci.
Hadi, ‘var olana razı ol’mayan ‘insan’lik adina, degistirin bunu.
Hemen simdi.
Yok, yapamiyorsaniz, SS kurali geregi, ‘razi olacaksiniz’; ‘elle gelen dugun bayram’ diyerek, yasamaga gayret edeceksiniz.
O filozof ne demis, bu ‘azam’, su ‘hazret’ ne buyurmus.. butun o lagalugalar kimsenin umurunda degil.
‘Insan’in dogayi ve cevreyi degistirmek sonucunda ortaya cikmis olan ‘trafik problemi’ni dahi cozemiyorsaniz, orada biter sizin kibriniz ve ukalaliginizin menzili.
“Razı olmak sevmek değil. Belki beğenmek.”
‘Begenmek’ de degil.
Kelime ve kavramlar/terimler onemlidir; kiymetlerini bilmek, onlari kolayca harcamamak gerekir.
Hep soyledigim uzere, hayatin neredeyse tamami bir pazarliklar zinciridir; ve butun pazarliklarda –her iki taraf da alinan/satilan seyin kiymetini yeterince biliyorsa– varilan anlasma sonucunda uzerinde mutabik kalinan fiyat ‘riza’yi yansitir.
Sunu demek istiyorum: Ne satan ne de alan bu alisveristen tam anlamiyla memnundur.
Satanin satmak, alanin da almak gibi bir ihtiyaci oldugu icin, bir yerde bulusurlar; fakat, masadan kalkildiginda, satan ucuza sattigini, alan da pahaliya aldigini dusunur.
Kimse begenmemistir.
‘Razi olmak’ yani, ‘riza’ budur.
Yani: Ideali yakalayacagim diye hic bir sey yapMAmak yerine, ‘oldugu kadar’la (simdilik) yetinip, baska problemlere zaman/imkan ayirabilmegi akil etmek..
Simdi…
Bu tur metinleri keferece ‘soundbyte’larla bitirmenin apayri bir vurucu etkisi oldugundan hareketle:
{Estaguzubillah}
‘Riza’ means you live to fight another day.
Sorunun uluslar ve ulus-devlet olduğunu insanları bıktırana kadar anlatmalı ki anlasınlar. Özellikle de “enternasyonalist”lere. Çünkü enternasyonalizm de bir ulusçuluktur ve üstelik ulusçuluk karşıtı olduğu görünümünü veren en tehlikeli ulusçuluktur. Klasik ulusçulukların ne oldukları zaten açıkça ortadadır.
Sabıkalı oyunda ikinci ölüm İstanbul’da! Boğazında sargı bezi ile bulundu
İstanbul’da 13 yaşındaki Hakan, bilgisayarın başında ölü bulundu. Ekranda şiddet içerikli Metin2 oyunu açıktı ve Hakan’ın boğazında 2 kez dolanmış bir sargı bezi vardı. Savcı ölümü şüpheli buldu. Hakan, intihar mı etti yoksa cinayete mi kurban gitti? Bu soruların yanıtı, otopsi raporundan sonra belli olacak
İstanbul Esenyurt’ta fırınları bulunan Ekinci Ailesi’nin 4 çocuğundan 3’üncüsü olan Hakan, 7’nci sınıf öğrencisiydi. En büyük hayali ise doktor olmaktı. Bilinen herhangi bir rahatsızlığı olmayan Hakan, anne ve babasına sinirlendiğinde ise “Doktor olunca en büyük iğneyi size vuracağım” diyordu. Gazete Habertürk’ten Müslim Sarıyar’ın haberine göre 25 Temmuz günü aile sabah erkenden kalkıp fırına gitti. Evde kalan Hakan, saat 15.00 sıralarında üst katta oturan amcasının evinde yemek yedi. Yine yengesinin iddiasına göre Hakan 17.00 sıralarında eve gitti. İddiaya göre ağabeyi Ersin, 19.00 sıralarında babaannesiyle birlikte eve girdiğinde kardeşini bilgisayarın yanında yerde yatar buldu. Boğazında ise sargı bezi 2 kez dolanmış, 2 de düğüm bulunuyordu. Ersin, kardeşini kucaklayıp en yakın hastaneye götürdü. Doktorlar, Hakan’ın olay günü saat 17.30 sıralarında ölmüş olduğunu, hastaneye getirildiğinde hayatta olmadığını söyledi.
Ailesine göre Hakan evden dışarı fazla çıkmayan, arkadaşlarıyla bilgisayar üzerinden yazışan, diziler izleyen, şiddet içerdiği bilinen Metin2 adlı bilgisayar oyununu sıkça oynayan bir çocuktu. Çocuklarının öldürüldüğünü iddia eden baba Mehmet Ekinci, “Kardeşimin söylemesine göre bilgisayarı da temizlenmiş. Hastanede boynunda tırnak izi olduğunu gördük. Kafamızı karıştıran konu ise sargı bezinin 2 kez ayrı ayrı düğümlenmesi” diye konuştu. Anne Gülizar Ekinci ise “Olay günü amcasında yemek yemiş. 17.00 sıralarında da yengesi evimize girdiği görmüş. 2 saat evde yalnız olduğunu biliyoruz. O gün arkadaşlarıyla yazışmış. Söylediklerine göre aniden de yazışmadan kopmuş” dedi. Hakan’ın bilgisayarına el konulurken, cenaze otopsi için Adli Tıp’a gönderildi.
Esenyurt İlçe Emniyet Müdürlüğü ve Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği ekipleri, Hakan’ın interaktif oyun sırasında bir kişiden komut alıp mı kendini öldürdüğü yoksa cinayete mi kurban gittiğini araştırıyor.
BİR CAN ALMIŞTI
2005’te Kore’den dünyaya yayılan Metin2 oyununun 15 yaşından küçüklere oynatılması, Antalya Valiliği’nce yasaklanmıştı. 2009’da Erzurum’da Musa Kang’ın (13) öldürülmesinde de Metin2 oyunu gündeme gelmişti. Musa’nın oyun karakterlerini satmadığı için zanlılarca öldürüldüğü öne sürülmüştü.
‘İNTİHARI TETİKLER’
Psikiyatr Yrd. Doç. Dr. Mine Elagöz Yüksel, “Bu oyunlar, çocuklarda epilepsiyi tetikleyebiliyor. Ölüm sebebi bu olabilir. Dikkatsizliği, hiperaktiviteyi ve uykusuzluğu da artırabiliyor. İntiharı da tetikleyebilir. 13 yaşındaki çocukların tanımadığı kişilerle iletişime geçmesi söz konusu olabiliyor. O tarz birinden direktif de gelmiş olabilir” dedi. Ülkede 1 milyon çocuk bilgisayar oyunu bağımlısı. Hakan da onlardan biriydi.
“27 Süper zekalı doğalcılara”
Neden biz Türklerin geri kalmışlığını bütün dünyaya yayınlıyorsunuz? Tarih boyunca geriden takip ettik. Taklit ettiklerimizin horozluğunu yapacağımıza sussak daha iyi olmaz mı?
Ekoloji akımı doğanın kalmadığından doğdu.
1. Doğa paraya çevrildi ve bankalarda bir çeşit elektronik gürültü oldu.
2. Doğa turizm endüstrisi reklamları oldu.
3. Doğa tatil köyleri, hayvanat ve botanik bahçeleri oldu.
4. Dünya nüfusunun %70 – %80’i şehirlerde yaşar.
5. Doğa, bazı diğer kelimeler gibi, anlamsız ama konuşmada boşluk dolduran, alışkanlıklardan dolayı kullanılan bir kelime oldu. Diğer örnekler: Allah, kültür, ulus, aile, komşuluk, mahalle, cemaat, anne, baba, evlat, yiyecek, içecek, vs. 1970lerde bunu ve komünizm masalını artık kimsenin ciddiye almadığını gören dünya yöneticileri dış ülkelerde “doğa” emziği dağıttılar. Feminizm (kadıncılık), çok kültürlülük (multi-culturalism) sizin gibi gelenekten kopmuş muallakta asılı orta sınıf parlak zekalılarının ağzına koyulan diğer iki emzik.
Evcilleşmiş hayvanlar bile korunan ” doğa parkları”, daha doğrusu “doğa müzelerine” bırakıldığında yaşayamıyorlar. Enayi dümbelekçisi edeceiğne düşün ya mubarek: televizyonsuz, süpermerketsiz, medyasız, gazsız, elektriksiz ve hepsinden en önemlisi eğlencesiz nasıl yaşayabilirsin? Ağzındaki emzikler miktarı beyninin boşluğuyla ters orantılı.
Uzatmaya gerek yok. Yine Türklerin kara cahilliğini ifşa etmişsiniz.
Dış ülkelerde doğacılık en az 10 – 15 meslek oldu. Yüzlerce doğasız yaşama araştırmalrına neden oldu, siz Türkler hala televizyon önünde geviş getiriyorsunuz.
Şapşal şapşal konuşacağına süper- hiper zekanı bu emzik-mesleklerden birini, her zaman olduğu gibi, Anavatan’ına sokmakta öncü ol.
Kapı komşun nisanyan senden daha zeki, hiç değilse bitpazarında elden düşmeler satıyor. Hele Zileli, hiç sorma! Bu antenleri güçlü her şeyde öncü. Anarşistliği ithal etmekle kalmadı, bayiciliğini ve kitap satıcılığını yapıyor. Medyadaki haberlere trene bakar gibi ineklere haberlerin altında yatan “asıl”, “gerçek”, “saklı”, “temel”, “öz” mesajları inceliyor.
Ama iki çaparız var:
Avangartlar hiç değişmezler;
Haberleri inceleyenler boynuzlulara benzerler, gerçeği en son onlar öğrenir.
31, 32 Necip Çok Şanslı
Bu site kendisi gibi cahil dolu.
Sen bu konularda sonsuz çaylaksın: insanın çevresinde tekerlek yoktu, bunu bile anlamayacak kadar kafanı lügatların arasında bırakıp unutmuşsun. Yüksek memur-teknisyen makamı sana babandan kalmış olmalı.
Verdiğin trafik örneği bile senin hayatının boş laflarlarla sidik yarışı içinde geçtiğini ifşa eder.
“razi olmamak”, “herkes sikayetci”, …
Kelimeler, kelimeleri ciddiye alanın zinciri olacağına uyarı en az iki bin altı yüz yıllık.
Eğer istiyorsan sana trafik sorununa çözüm aramada araştırmaların bir listesini gönderirim. Bunu yapanlar aynı senin gibi beyni kalitesiz teknisyenler. Belki daha yüksekte bir makama erişsin.
Hiç değilse son 7 – 10 bin yıllık resmi tarihte kıyımdan geçirilenlere sen eğer “intihar edenler” diyorsan sen dünyanın en alçak gaddar cellatların kırımdan geçirmesini isim değiştirerek gurur duyan bir dalkavuksun! Üstlerine yaltakçılığın genlerine işlemiş, her dediğinde ağzından doğal akıyor. Sen demokrasinin mantar gibi ürettiği teknisyen-technician denilen bir hilkat garibesisin. Sizin gibiler yanında SS çocuk oyuncağı.
Kelimelerin anlamını ele alan bir mantıkçı ne demiş: önemli olan kim emir veriyor. Sen elitistsin ve yalatkçılık yapa yapa elitlerin emirlerini özümlemişsin.
Senin hasıraltı ettiğin yüzüne tükürmelerim seni rahatsız ediyor. Bak bu siteye sana karşı olanlar bile senin gibi ishali ağızlarından akanlar. Site senin gibi ırkçı, faşist köpeklerle dolup taşıyor. Arkanıza nışadır sürmek çok hoşuma gidiyor.
Bir yazar, “hiç değilse, yazdığım kitap, birbirini boğazlayanları birleştirdi” dedi.
Necip Ağabeyimiz,
Hazırladığımız teze yararlı oldunuz ve teşekkür ederiz. Birkaç daha pürüzler var.
“Yapilabilir de, gunun sosyolojisini yeterince detayli bilemedigimiz icin, soylenenlerin isabetliligini degerlendirmek imkanindan mahrumuz.”
Bu yargınızın yorumunu yapmada zorluk çektik.
Sorunumuzu az sözcüklerle ifade edersek, doğa ve sosyal bilimler, sanat, edebiyat, müzik gibi insanın çevresi veya dünyasıyla girişmiş olduğu ilişki sürecinin daha henüz bir sonuca varmadığını mı demek istediniz?
“O yuzden, ben, ‘Hatice’ye degil de, neticeye bakmak’ tercihinde bulunup, durumu ‘inanc modelleri arasindaki rekabetin yol actigi evrim’ seklinde degerlendirmek taraftariyim.”
Bu da bazı sorunlar yarattı.
Zamanında rekabet içinde olanlardan çıkan neticelerin daha sonra yetersizliği, yanlışlığı, tatmin edici olmayışı, yeni buluşlarla eksik olduğu bilinciyle geriye dönerek neticeye varmayanlardan biri seçilebiliyor. Yani ilk alıntıda olduğu gibi her zaman beklemek mi gerekiyor?
“Manihaizm’i benimsemek sonrasi, Uygurlarda gorulmesidir”
Bu da biraz sorun veya daha derin düşünmemiz gerektirdi.
Size göre Manihaizm Uygurların ” Savasci ozelliklerinin torpulenmesi ve kaybedilmesi..” sonucu yaratmış gibi. Manihaizm inancının sulhsever olduğunu ilk defa sizden öğrendik. Biraz açıklar mısınız, lütfen?
Manihaizm’in son savaşa asker toplama dini olduğu bile ileri sürülür.
Eğer yanılmıyorsak, Vandallar (Endülüs, Andalus kelimelerinin kökeni) Arianism sapkınları (heretics).
“Ben secmedim. Roma Imparatorlugunun ahalisi secti”
Hrıstiyanlığın Roma dini oluşunda iki imparator adı geçer: Theodosius I ve ünlü Constantine the Great.
“ahali secti” demekle bunu mu kast ediyorsunuz?
Necip Amerikalı Pragmatist Olmuş
Relativist, elitist, pragmatist, iktidarist, teknisyen, technician, memur, bilgiç, vs. vs. vs. Necip bukelemun gibi maşallah!
Ama bir şeyi yine unutmuş. Bu herif her nabza göre şerbet dağıtacağına beynine bir baktırsa fena olmaz.
Aç ve susuz Necip’i bir yanda bir kova su, diğer yanda bir saman yığınının tam ortasına koymuşlar. Pragmatist, relativist ve elitist olan zavallı Necip her ikisine aynı uzaklıkta olduğundan bir türlü birini seçememiş, açlıktan ahreti boylamış.
Yan yarar: Artık Allah’tan vahiy beklemesine gerek yok. Elitlerin en elitine kavuşmuş, Allah’ın ağzından çıkanı havada kapan sahi bir bilgiç olmuş.
Darısı hep en iyisini seçen diğer bütün orta sınıf Türklere.
“[..] insanın çevresi veya dünyasıyla girişmiş olduğu ilişki sürecinin daha henüz bir sonuca varmadığını mı demek istediniz?”
Hayir, ‘gunun sosyolojisi’ diyerek benim kasdettigim, o gunun (yani, yeni bir inanc modelinin tercihinin yapildigi gunun/donemin) sosyolojisi idi.
“Zamanında rekabet içinde olanlardan çıkan neticelerin daha sonra yetersizliği, yanlışlığı, tatmin edici olmayışı, yeni buluşlarla eksik olduğu bilinciyle geriye dönerek neticeye varmayanlardan biri seçilebiliyor.”
Sozyolojide ‘geriye donmek’ bence mumkun/sozkonusu degil. Cok olsa, (yeni) bir deneyden memnun olunmadiginda, alinan dersler uzerinden eskisini modifiye ederek benimsemek sozkonusudur.
Bunu da, sunu esas alarak soyluyorum: Eskisi cok da matah olsaydi, yeni bir seye yonelmek sozkonusu olmazdi. Yeniden de yeterince memnun olmayanlarin, eskisine/oncekine donmeleri, eskisinin/oncekinin ‘matah olmayan’ bazi taraflarinin (en azindan) duzeltilmesine gayret etmelerine yol acar.
“Manihaizm inancının sulhsever olduğunu ilk defa sizden öğrendik. Biraz açıklar mısınız, lütfen?”
Ayni ‘Manihaizm’den mi bahsediyoruz; bilmiyorum.
Ama, Adem, Zerdust, Buda ve Isa’dan etkilenmis bir inanc modelinin –ki, tanrisi ‘iyilik/isik’, seytani da ‘kotuluk/karanlik’ ile temsil edilir– kurgusunun neresinin temelinde ‘son savaşa asker toplama dini’ oldugunu dusunuyorsunuz?
Uygur Kralligi, Manihaizm’i benimsedikten sonra, yaklasik yuzyil sonra, sizlere omur oldu. Bunun sebebinin, tipki Roma’nin basina gelen sekilde, yeni inanc modeli oldugu hayli yaygin bir kabuldur.
“Eğer yanılmıyorsak, Vandallar (Endülüs, Andalus kelimelerinin kökeni) Arianism sapkınları (heretics).”
Bunu, ‘sapkın/heretic’ sifatlarini, kurumlasmis ve kendi basina otorite haline gelmis Hiristiyanligin gozlugunden bakarak soyluyorsunuz, degil mi? Yani, galiplerin nitelemeleri.
Iyi de, bu bambaska bir sey. Ben, Roma’da ve Bizans’ta (devlet dinine) evrildigi halinden degil, kurulus/serpilme surecinden bahsediyorum.
“Hrıstiyanlığın Roma dini oluşunda iki imparator adı geçer: Theodosius I ve ünlü Constantine the Great.
‘ahali secti’ demekle bunu mu kast ediyorsunuz?”
Hayir. Tarihlere bakmaniz lazim. Birinci Konstantin’in hukum surdugu yillar 306 ila 337 arasindadir. Birinci Teodosyus’un ise 347 ila 395.
Yukairdaki tarihleri, havariligi kendinden menkul Tarsuslu Pavlos’un (Aziz Paul’un), bir Musevi kesis olan Hz Isa’nin ogretilerini yeniden ambalajlayarak Hiristiyanlik markasiyla pazara surdugu tarih ile kiyaslarsaniz (olumu MS 67), aradan –nereden baksaniz– 250 sene kadar bir zamanin gectigini gorursunuz.
Bu zaman zarfinda, Hiristiyanlik, baldiri ciplaklar (culsuzlar/mustazaflar/ezilenler) arasinda orman yangini gibi yayilmis ve nihayet imparatorlugun her iki yakasini bu yeni dini benimsemege mecbur kilmistir.
Yani, yeni inanc modelini ‘ahali’ secmistir –sozkonusu her iki imparator da, bu ornekte, erkeklige sey surmemek adina da diyebiliriz, ahalinin baskisina boyun egmistir.
Ondan sonrasi ise, downhill for the empire(s), and uphill for Christianity.. they all morphed beyond recognition, to their respective detriment.
“Eğer istiyorsan sana trafik sorununa çözüm aramada araştırmaların bir listesini gönderirim.”
Kuzum, siz, matbuat sicil katibi misiniz?
Isiniz gucunuz boyle fuzuli listeler yapmak midir?
Bana ne kimlerin sizin ‘trafik sorununa çözüm aramada araştırmaların bir liste’nize dahil oldugundan..
Her trafige yakalanan cozum ariyor. Sayilari da milyonlari, milyarlari buluyor.
Cozumu bulup uygulayip problemi hallettiginizde haber verin, belki o zaman ilgilenirim.
“Hiç değilse son 7 – 10 bin yıllık resmi tarihte kıyımdan geçirilenlere sen eğer ‘intihar edenler’ diyorsan sen dünyanın en alçak gaddar cellatların kırımdan geçirmesini isim değiştirerek gurur duyan bir dalkavuksun!”
Olmadi. Begenmedim.
Alakasiz bir konuda alakasiz seyler soyluyorsunuz, tamam; da, daha edebi ve daha keskin koseli seyler yazabilmelisiniz. Belki o zaman etkili olur.
Bu haliyle, atarli bir ergenin hezeyanlari olcusunu bile asamamis.
Bu arada, biliyor musunuz: Dunyada olumlerin en yaygin sebebi ‘ecel’dir.
“Senin hasıraltı ettiğin yüzüne tükürmelerim seni rahatsız ediyor.”
Halusinasyonlarinizin dozu ve siddeti artmis anlasilan. Kimi ya da neyi hayal ederek yuzune tukuruyorsunuz, bilemem; ama, bana zerresinin gelmedigini soylemek isterim.
“Bu herif her nabza göre şerbet dağıtacağına beynine bir baktırsa fena olmaz.”
Hangi ‘nabz’a?
Sizinkine bakarsam, tansiyon ‘off-the-chart’ olmus. Mazallah, azicik daha yazacak olsam, hiddet kaynakli beyin kanamasindan gideceksiniz.
Relax.
Anti-kapitalist ideolojiyi ütopik bulan Necip hangi çözüm önerilerini uygulanabilir bulmaktadır? Veya böyle bulduğu var mıdır?
“Bay”lar ve “çıgay”lar arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması olabilir mi örneğin?
Sayın Necip Hocamız,
“Hayir. Tarihlere bakmaniz lazim. Birinci Konstantin’in hukum surdugu yillar 306 ila 337 arasindadir. Birinci Teodosyus’un ise 347 ila 395.”
Cevabınız bizi şaşırttı.
“I. Theodosius
Flavius Theodosius (11 Ocak 347 – 17 Ocak 395) I. Theodosius ve Büyük Theodosius olarak da bilinir. MS 379’dan 395’e kadar Roma İmparatorluğu yapmıştır. İmparatorluğun doğu ve batı kısımlarını birleştiren Theodosius, Doğu ve Batı Roma’nın ikisini birden yönetmiş son imparatordur. Ölümünden sonra imparatorluk ebediyen ikiye ayrılmıştır. Aynı zamanda Hıristiyanlık’ı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini yapmış olmasıyla da bilinir.”
“Bunu, ‘sapkın/heretic’ sifatlarini, kurumlasmis ve kendi basina otorite haline gelmis Hiristiyanligin gozlugunden bakarak soyluyorsunuz, degil mi? Yani, galiplerin nitelemeleri.”
Siz daha önce neticeye önem verdiğinizi yazmıştınız. Yanlış mı anladık?
“Sozyolojide ‘geriye donmek’ bence mumkun/sozkonusu degil. Cok olsa, (yeni) bir deneyden memnun olunmadiginda, alinan dersler uzerinden eskisini modifiye ederek benimsemek sozkonusudur.”
Rönesans yeniden doğuş demektir. Daha önceki bir sosyal yaşamı yeniden yaşamak değil mi? Avrupa’nın Antik Yunan’a dönüşünün son derece önemli bir tarih süreci olduğu fikrimiz hatalı mı, sayın hocamız? Günün şartlarına uygun ifade ve değişmeler kaçınılmaz. Aksi halde doğa yasalarını kanıtlamak için yapılan bir deneyi yapan aynı kişi değildi, aynı saatte yapılmadı gibi itirazlar da ortaya çıkabilir. Farkı açıklar mısınız?
Osmanlı hanedanlığının sonu İslamlıkla Türklük arasında çabaladıktan sonra Türklüğe dönüşle sona erdi. Çimdi de tekrar İslamlığa dönüş var. Bunlar da örnek olabilir.
Hatta tek tanrılı dinlerin bir zamanlar yaşadığı sosyal yaşamı sürekli yenileme, bu amaçla yapılan ayinler, günümüz sosyal yaşamı milli bayramlarla (19 Mayıs, 29 Ekim, 23 Nisan, 30 Ağustos gibi) yeniden canlandırmaların hepsinin sosyoloji alanında sosyal olaylar ve hatta hayli etkili sosyal olaylar olduğunu düşünüyoruz. Bir hata mı yapıyoruz?
“Anti-kapitalist ideolojiyi ütopik bulan Necip hangi çözüm önerilerini uygulanabilir bulmaktadır? Veya böyle bulduğu var mıdır?”
Cok genis bir soru. Mufassal bir cevap vermek icin cok zaman ayirmak lazim –yine de yeterince kapsayici olabilecegime emin degilim. Bunu serh dustukten sonra:
Ben, onerilerin ne oldugundan cok, bunlarin nasil –hangi enstrumanlar ile– uygulanacagi konusunu onemsiyorum. Cunku, sirf bir ‘talepler/oneriler listesi’ ile ortaya cikmak marifet degil.
‘Kapitalizm’ ile ‘mucadele’ edilecekse, onun zararlari minimize edilecekse (hepten ortadan kaldirilamayacagini dusundugumu daha once soylemistim), bunlari yapmak icin bir enstruman gerekiyor.
Ben, bu amacla var olan (ya da kullanilabilecek olan) en elverisli enstrumanin ‘devlet’ oldugu kanaatindeyim.
‘Anti-kapitalist ideoloji’ muhipleri ise, herhalde ‘aman, safligimiza (‘pureness’imize) halel gelmesin’ saikiyle olsa gerek, ‘devlet’ aygitini da ya reddediyorlar ya da ondan uzak durmagi tercih ediyorlar.
Bu, benim baktigim yerden, kendini utopyaya hapsetmek; eksik/fazla, az/cok.. bir seyler yapmak yerine, omurlerini konusmakla gecirmek anlamina geliyor.
O yuzden de, samimi soylemek gerekirse, ciddiye alamiyorum.
“‘Bay’lar ve ‘çıgay’lar arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması olabilir mi örneğin?”
Boyle seyleri soylemek, bayrak edinmek hic de zor degil ki…
Marifet, bunu gerceklestirmek icin, sabirla, sebatla, gayretle ve aktif olarak gercek hayatta bir seyler yapmak; ama, bu, fildisi kulelerden inmek anlamina geldiginden, konfor kaybi olacagindan dolayi, zor geliyor.
Onun yerine, tembelligi, yani, ortamin gercekten tahammul edilemez hale gelmesini beklemegi; ya da ‘Tanriyi kiyamete zorlamak’ da diyebiliriz, ortamin gercekten tahammul edilemez hale gelmesini tesvik etmek gibi bir kolayciligi seciyorlar.
Yani, ‘uçurumun ortadan kaldırılması’ icin, isyanlarin cikmasina, ‘çıgay’larin ‘bay’lari yagmalamasina vs. vb.’ye butun umit bagliyorlar.
Halbuki, tarihteki tecrubelerimiz bize isyanlarin dogasinin ‘self defating’ oldugunu; yani, kurtaracagini umit ettigimiz ‘çıgay’larin acilar cekmesine ve olmesine yol actigini, isyan bittikten sonra da pek bir seyin degismedigini gosterir.
Bu bakimdan, hem ‘Anti-kapitalist ideoloji’ muhiplerini, hem ‘ozgurlukcu sol’u (ya da ‘devrimci sol’u) ben ne akilli ne akilci ne de insancil sayabiliyorum –‘maceraperest’ demek cok daha isabetli olur bence.
Nasil ki, cocuklarimiza, ‘sana bir yabanci seker/cikolota filan verirse, sakin alma; yabancilarin arabasina filan binme, onlarin pesinden sakin gitme’ cinsinden tembihlerde bulunursak, ben de kendime, ‘kulaga hos gelen seyler soyleyenleri ciddiye alma, onlarin pesinden sakin gitme’ derim.
“Sayın Necip Hocamız,”
Hoca kim, ben kim.
Istihza da olsa, lutfen abartmayiniz.
“Aynı zamanda Hıristiyanlık’ı Roma İmparatorluğu’nun resmi dini yapmış olmasıyla da bilinir.”
Iyi de, bu neyi degistiriyor?
Hristiyanligin bir devlet dini olarak dogmadigini mi?
Hayir, tabii ki.
Daha sonra, dipten gelen dalgaya (deneyen, fakat) karsi koyamayan, Roma Imparatorlugunun benimsemis oldugunu mu?
Hayir, tabii ki.
Benimsedikten sonra, hem Imparatorluk ciddi degisimlere ugradi, hem de Hristiyanlik.
Imparatorluk, ikiye ayrildi; ve, acimasiz fetihci karakteristigini terketti; bu da gerilemenin hizlanmasina yardimci oldu.
Hiristiyanlik da, devlet dini olduktan sonra, kurulus felsefesini bir kenara itip, hukumranliga ve (kurulus safhalarinda uzerinde yukseldigi) mustazaflari soymaga yoneldi.
“Siz daha önce neticeye önem verdiğinizi yazmıştınız. Yanlış mı anladık?”
Ben, neyn nasil oldugu hakkindaki tahminlere, galiplerin yorumlarina, ‘Hatice’ diyorum; hakikatleri ayni baglamda gormek dogru degil.
“Rönesans yeniden doğuş demektir. Daha önceki bir sosyal yaşamı yeniden yaşamak değil mi?”
Kelimenin anlami o olsa da, realitedeki karsiligi ‘yeniden dogus ozlemi’ demek degil midir?
“Avrupa’nın Antik Yunan’a dönüşünün son derece önemli bir tarih süreci olduğu fikrimiz hatalı mı, sayın hocamız?”
Yine kelimelere odaklanip ‘donus’ ile ‘donusum’ arasindaki farka dikkat cekmek isterim.
Yani, ‘Antik Yunan’a dönüş’u, ‘Antik Yunan’a ‘yuzunu donmek’ anlaminda goruyorum. Yani, ondan ciddi derecede ilham almak, esinlenmek.
Zaten, ‘Antik Yunan’ ne birebir biliyorlardi, ne de (bilseler bile) onu yeniden diriltmek mumkundu cunku cok sey degismisti.
“Osmanlı hanedanlığının sonu İslamlıkla Türklük arasında çabaladıktan sonra Türklüğe dönüşle sona erdi. Çimdi de tekrar İslamlığa dönüş var. Bunlar da örnek olabilir.”
Iyi de, yine o ‘dönüş’ kelimesi.. Malesef, pek de ‘precise’ bir kelime degil.
Ne Osmanli da, ne de bugun, sizin kullandiginiz ‘dönüş’ kelimesini ‘transform into’ anlaminda degerlendirmek dogru/isabetli olur. Cok olsa, ‘o zamanlar bir seyler dogruymus ki’ diyerek ‘acaba neydi?’ sorulari ile bakip ilham almak gayretlerinden bahsedebiliriz.
Birakin bugune getirmeyi, eger zaman makinasi olsaydi bile, bence, kimse –mesela ‘Asr-i Saadet’e gidip orada yasamak istemezdi.
Takilde kalkisanlar hep olacaktir; ama, dogal seyrinde birakinca, kisa zamanda ayaklari yere basacak ve bugune doneceklerdir.
“Hatta tek tanrılı dinlerin bir zamanlar yaşadığı sosyal yaşamı sürekli yenileme, bu amaçla yapılan ayinler, günümüz sosyal yaşamı milli bayramlarla (19 Mayıs, 29 Ekim, 23 Nisan, 30 Ağustos gibi) yeniden canlandırmaların hepsinin sosyoloji alanında sosyal olaylar ve hatta hayli etkili sosyal olaylar olduğunu düşünüyoruz. Bir hata mı yapıyoruz?”
Genellediginiz icin hata yapmis olmuyorsunuz.
Sunu demek istiyorum: Evet, insanlar, kutlamalar ya da matemler cinsinden toplu merasimler yapageldiler hep. Bunun devam edecegini varsaymak mumkundur.
Ama, bu ‘kutlamalar ya da matemler cinsinden toplu merasimler’ de kendi iclerinde evrim geciriyorlar.
Mesela, uzun zamandir artik ‘bakire kurban’ etmiyoruz. Arenalarda insanlari birbirleriyle ya da vahsi hayvanlarla olumune kapistirmiyoruz. Olenin arkasindan onun maiyetini ve varidatini beraberinde gommuyoruz.
Heck, uzun zamandir, rap rap yuruyen askerler, tanklar filan da gormedim ben ‘resmi bayram’larimizda. Dini bayramlar da, agirlikli olarak, tatil anlamina geliyor. Kurban kesmek filan dahi, bedeli kredi karti ile odenen, kimbilir hangi memlekette vekaleten halledilen angaryalar haline donustu.
Yani, seremoniler devam ediyor/edecek ama dozlari da icerikleri de evrim gecirdi –geciriyor ve, suphesiz, daha da gecirecek.
Sembolizma anlamida devamlilik olsa bile, icerik ve doz cinsinden ciddi kopuslar anlamina geliyor bu.
Şerif Mardin’den
“Türkiye’de 1940’lı yıllardan itibaren Atatürk devri laikliğini “yumuşatma”ya çalışan eğilimlere “İslâmcılık” demek mümkün değildir. Gene çok partili hayatımızda böyle bir yumuşamayı destekleyen Millet Partisi için “İslamcı” denemez. Hatta 1970’den itibaren daha açıkça İslâmcı bir mahiyet taşıyan MSP gibi partileri İslâmcılık akımının bir parçası olarak görmek kolay değildir…
…Böyle bir kuruluşun ve düşünce kaynaklarının karşısına MSP’yi koyduğumuz zaman “İslâm felsefesi” yerine Kadı Birgivî’ye kadar giden taşra mahsulü bir tür “püritanizm” buluruz. Bu da içki yasağı, büyüğe hürmet, tesettür ve vatandaşların cinsel hayatı üzerinde kontrolün konması gibi dar, popülist ve felsefi içeriği olmayan, “püritanist” bir değerler kümesinden oluşur.”
Öğrenciler,
Sayın Necip Hoca’yı saat yayı gibi kurmuşsunuz, herif fırıl fırıl dönüp duruyor.
“Iyi de, bu neyi degistiriyor?”
Öğencilerin hatası buldum diye horozluk yapacağına biraz wiki-wacky’ye baksaydın be hokkabaz! Bak onlar senin boş konuştuğunu, salladığını belgeyle kanıtlamışlar. Senin gibi atıp tutmuyorlar.
Senin bu dönüş/dönüşme benzeri can kurtarma soytarılığını, cahilliğini öngörüp dönüş/dönüşme enayi dümbelekliğini önlemek için doğa bilimi fizikte bile bir deneyin kanıtlanamayacağını sana hatırlattılar. Bu asıl noktayı es geçip derinlerden gelen sesler işitmeye başlamışsın.
Duyduğun seslerin hakiki olduğundan emin misin? Kaynakları senin gibi Türk araştırmacıları mı? Bu Türk koca kellelerinin hepsi dışarıdan, yani Batı’dan, gelen kaynaklarla beslenirler. Bu yapmacık cici bici devrimci-solcular arasındaki geyik muhabbeti içinde Atatürk’ü unutup duruyosunuz.
Üstelik sen nasıl galip Batı kaynaklarına güvenmişsin? Ayıp, ayıp! Bu wiki-wacky seni fena uyutuyor.
“Kelimenin anlami o olsa da, realitedeki karsiligi ‘yeniden dogus ozlemi’ demek degil midir?”
Aynı “yetiş ya Hızır!” , aynı “yetiş ya lügat!”. Öğrenciler senin salaklığını bilerek seni uyardılar ama hala kelime farklarıyla cahilliğini örtme peşinde koşuyorsun.
Doğa bilimlerinde bile tekrarlanan deneylerde istatistiksel hata payı tanınır. Sosyal bilimlerde ancak senin gibi yobazlar salt sidik yarışı kazanmak için bu kadar aptalca konuşurlar.
Zerre kadar onurun, gururun varsa kıvırmadan şu tek soruya cevap ver yeter:
Tarihte hiç geriye dönüş olmuş mu, sayın Necip Hacı Hoca?
http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/312-islami-marksistlerce-tartismak
“Yaklaşım disiplini gereği, elbette Kuran’ı salt soyut bir sözler bütünü olarak değerlendirebiliriz. Ama bu sözler bütününün “sözler olarak” uygulandığı hiçbir ama hiçbir tarihsel dönem olamayacağını bilmeliyiz.”
“Kitabın uygulandığı ve kitaba göre yargılama yapıldığı bir tarihsel dönem arayışı bu bakımdan tamamen ters kurulmuş bir ilişkidir. Çünkü, kitabın kendisi, Kuran, bizatihi, somut konjonktürün içinde ve onun gereklerine göre belirmiştir.”
“Dinler çağında, “gönderilen kitaba göre, o hukuktan mı yargılama yapılıyordu” hakikaten? Yoksa, kitap, Kuran, kendi çağının olanakları üzerinden bir hukuk mu oluşturmuştur?… Ayetlerin gelişi dolaysızca tam da olayların içindeyken, Kuran ve onunla uyumlu bir pratikten söz etmek anlamsız oluyor. Kuran olaylarla uyum içinde, olaylar Kuran’la değil… Olaylar sırasında, anlayışlardan, pratik seçeneklerden ya da tutumlardan biri ayet olarak vazediliyor… O halde, Allah adına vergi, askerlik, yargı gibi hususların kendi başına gerçekler olarak alınması idealist önermeler oluyor.”
Bu site, başta site sahibi, katılan ücret köleleri, alış-veriş müdürü Necip Bey bana sürekli Luis Buñuel’in “Uslu, Terbiyeli Orta Sınıf Silikleri” filmini hatırlatıyor.
Medeniyet, 7 – 10 bin yıldır ya önüne geleni kırımdan geçirmiş ya da bu sitedekiler gibi iyi yaşamak için yaşamaktan vazgeçen uslu, terbiyeli, akıllı, zeki çocukları kara delik gibi yutmuş. Kara delik sakinleri hep birlikte seviyoruz/sevmiyoruz, beğeniyoruz/beğenmiyoruz, razıyız /razı değiliz özgürlük türküleriyle kölelik milli marşlarını değişik medyalara kusup dururlar.
Kelimesi kelimesine “sakinleri” diyebilirim çünkü başta site sahibi, dalkavuk memur Necip, evcilleşmiş meslek ve diploma sahipleri katkıcılar bir rahatlık içinde sanki bu rahatlığın vicdan azabını çekmekteler. Kafayı sefillere acımakla veya sefillerin neden sefil oldukları üzerinde 2+2’nin 4 etmesi gibi akıl falan filan yürütmekle boşalmaktalar.
Türkiye’ye son geldiğimde antidepresan alanlar sayısının yüksekliği beni şaşırtmıştı. Bu siteye dadandığımdan beri aynı şeyi görüyorum. Herifler sonsuz gaddar dünyayı kişiliklerinde hissetmiyorlar, dışarıda buluyorlar. Eski imam-papaz yeni psikiyatrist çok hap yutmuş Necip memur bey bana “relax” der. Şaşırmamın asıl nedeni 4 psiokoloji okullarını kıyaslayan bir bilim adamı beşinci olarak komşuluğu katmış. Kazanan komşu! Ben Türkiye’de hala komşuluk var diye kafayı yiyenlerin az olduğunu sanmıştım. Ama Türkiye’de insanların bütün dünya enayileri ve bu sitedekiler gibi ya televizyon ya da televizyon-internetle kafayı yediklerini gördüm.
“Uslu, Terbiyeli Orta Sınıf Silikleri” konusuna “dönüş/dönüşme” :
Bu Medeniyet kara deliğindeki orta sınıf siliklerin hiç birinde dışarıya bakma cesareti bile yok. Hatta biri çıkar da “dışarı var” derse hemen kuduruyorlar. Bu cesur fedakâr askerler hep beraber saldırıya geçip “daha çok, daha iyisini istiyoruz” ulumalarına başlıyorlar.
Bu sakinler, tarihte görülmemiş bir inanç ve yobazlıkla bolluk, zenginlik, güzellik, yüksek zekalılık, yaratıcılık, artistlik, yazarlık, icatçılık, bilim adam-karılık, teknisyen-technicianlık, bankacılık, mühendislik, avukatlık, doktorluk vaat eden son moda dinin müminleri.
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=200371
Resûl-i Ekrem’in ihtilâfı teşvik ettiğini ileri sürmek ona ve getirdiği dine yapılabilecek en büyük kötülüktür, zira ihtilâf insanları savaşa ve mahvolmaya götürür (a.g.e., s. 124-125). Ehl-i sünnet’in müslümanların çoğunluğunu oluşturması onların hak yolda bulunduğuna delil teşkil etmez, çünkü kâfirler de yeryüzünde en büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Ehl-i sünnet bir taraftan zina eden, adam öldüren ve büyük günah işleyen, dolayısıyla Allah’a ve Resulü’ne isyan eden kimsenin tekfir edilemeyeceğini iddia etmiş, diğer taraftan halifeye başkaldıranın kâfir olacağına hükmederek açık bir çelişkiye düşmüştür. Ehl-i sünnet’in hilâfete ilişkin iddiaları da Hz. Peygamber’in bu konuda hiçbir tâlimat vermediği, dolayısıyla Kur’an’da yer alan ilâhî buyruğa muhalif davrandığı anlamı taşır. Allah’tan en çok sakınan biri olarak Resûl-i Ekrem’in İslâm için hayırların en büyüğü olan hilâfet gibi önemli bir konuda herhangi bir vasiyette bulunmadığını ileri sürmek onu ilâhî buyruğa uymamakla itham etmektir
İmam nasla belirlenir. Bu konudaki naslar, ilk imamın Hz. Ali olduğunu ve onun soyundan gelen on bir kişi ile devam edeceğini gösterir. İmamların kesintisiz bir şekilde ilâhî bilgilere mazhar olmaları söz konusu değildir. Esasen dinî hususlarda insanların muhtaç oldukları bilgiler Kur’an’da ve Sünnet’te mevcuttur. Bununla birlikte imamlar da ilâhî ilham alarak bilgilerini Hz. Peygamber’in kaynağına dayandırırlar.
Nasçı bir yöntem benimsediği anlaşılan (bk. AHBÂRİYYE) İbn Şâzân’ın Ehl-i sünnet’e yönelttiği eleştirilerde bu muhafazakâr tutumunun büyük etkisi vardır. Ayrıca onun mezhep taassubuna kapılarak objektif davranmadığı da dikkat çekmektedir. Devlet başkanlığı gibi sosyolojik değişimlere ve müslüman toplumların tercihlerine bağlı bir hususun belli bir ailenin on iki ferdine tahsis edilip sınırlandırılması, İslâm’ın evrenselliğiyle bağdaşmadığı gibi on dört asırlık İslâm tarihinin gerçeklerine de uymamaktadır.
“kurana göre içki ve kumar şeytan işi bir pisliktir peki ya kölelik nedir? içki ve kumarı şeytan işi bir pislik olarak tanımlayan kuran köleliği nasıl tanımlamıştır? burada sorulması gereken asıl soru budur.”
https://eksisozluk.com/entry/69954502
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/08/tomurcuk-gibi-memeler.html
Silinenler Nerede?
soruna çözüm bulmaya çalışıyoruz, yakında hallolacak diye umuyorum.
http://www.hurriyet.com.tr/buyukelcinin-sizan-mailinde-turkiyeye-cirkin-sozler-40541023
Medeniyet şeytan işi bir pislik, medeniyetin kuruluşu “İlk Günah”, medeniyete geçiş de “Cennet”ten yeryüzüne kovuluş mudur?
https://eksisozluk.com/entry/69984248
Sayın G. Zileli,
Neden güncelleştirdiğim Bunuel orta sınıf filmini ve hikmet dolu Ş. Mardin’in ne kadar saçmaladığını kısaca belirlediğim yazımı yayınlamıyorsunuz?
Bunu tekrar ve tekrar ve tekrar yapmanız çok ayıp! Biraz polis taktiğine benziyor.
Necip Dalkavukluk Baklasını Ağzından Çıkarmış
Öğrencilere verdiği falan filan cevapla Necip nihayet hayatı boyu her nabza göre şerbet vermiş olduğunu gizleyemiyor.
“Her zaman iktidar vardı, var olacak” öten Necip, iktidarın sadece ve sadece insan tarihinin %0,05’inde varlığını ve hala iktidarsız vahşi çıplaklar olduğunu kendi gibi dandik wiki-wacky’den öğrenmiş olmalı. “Hatice- netice” dil çabukluğuyla son %0,05 %100 olmuş, ırkçılığıyla da çıplak vahşileri insan saymadığından işi elitlerinin emrine uygun biçime sokmuş.
Bu herifin fırıldak gibi ya dönüyor veya durup elitlerden haber bekliyor.
Kendi gibi zekiler Afrika’dan 100 bin yıl önce çıkmış. Sonra Allah etrafına bakmış, yalayıcı Neciplerle dolu. “Burada düzen var, aşağıda neden yok?” diye kükremiş. Birden bire sarışın mavi gözlü elitlerin sosyal ve genetik evrimlerle oluşacağı “Neolitik Devrim” ve iktidar oluvermiş. 90 bin yıl iktidarsız, başıbozuk ayak takımı çıplak veya yarı çıplak vahşiler turistlik yapmışlar. Hatta dünyayı 3 misli büyüten elit sarışın mavi gözlüler bile çok az yer hariç iktidarsız yaşayan vahşi çıplaklar bulmuş ve ilk defa İktidar’ın, yani köleliklerinin kökeni ve gelişimi üzerinde teoriler geliştirmeye başlamışlar.
Peki, nasıl oluyor da bir enayiler enayisi her türlü dandik bilgilerinin kaynağı dandikler dandiği wiki-wacky’de bile yazılanları görmemiş. Enayi dümbeleği hiç utanmadan “sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken…” diyebiliyor.
Peki, nasıl oluyor da bir enayiler enayisi her türlü dandik bilgilerinin kaynağı dandikler dandiği wiki-wacky’de Roma’nın Gothlar ve Vandallar tarafından yıkıldığını, yarısının hala Türkiye’de doğru bir şekilde “Rumlar” adıyla tanındığını bilmiyor.
Nasıl oluyor da İktidar ile İktidar’ın çimentosu dini karıştırıyor. Hatta yeni çimento olan ulusalcılık bile bu konuya uyanmasına yardımcı olmamış.
İşletmeci-teknisyen-technician-lügat mühendisi-wiki-wacky bilgici Sayın Necip Bey, bu konularda çaylaksın, cahilliğin her deliğinden akıyor. İstesek de istemesek de, sevsek de sevmesek de, beğensek de beğenmesek de, razı olsak da olmasak da uzmanlık çağında yaşıyoruz. Sen daha henüz yüzeyde çırpınıp duruyorsun. Derinler inmen senden çoktan geçmiş. Gaipten gelen elitler safsatalarıyla yetin, kaderine razı ol, çok geç kalmışsın.
İşte esnafın “işletmeci”, tefecinin “bankacı”, gammazcının “gazeteci”, yalancının “politika adamı-karısı”, “politika adamı-karısı” olamayanların “devrimci-solcu-yazar-anarşist-marksist” olma evriminden geçmenin mutasyon zıplamalarının yarattığı harikalar, hilkat garibeleri, elit olamayınca hiç değilse b*klarında boncuk bulan medeniyet lağımlarının sakinlerinden bir örnek: Necip Bey!
Yeni Bir Kara Cahillik
Dinin toplumu yansıttığını bilmeyen bir cin Türk sorar:
“369 Anonim 5 Ağustos 17 / 1pm
Medeniyet şeytan işi bir pislik, medeniyetin kuruluşu “İlk Günah”, medeniyete geçiş de “Cennet”ten yeryüzüne kovuluş mudur?”
Eğer biraz ciddiysen sana en azından F. M. Cornford’ın “From Religion to Philosophy”; Alain Testart’ın “La Religion Comme Miroir de la Société”; Henri Frankfort’ın “Before Philosophy” kitaplarını tavsiye ederim.
Not: bu anarşistlik satıcılığı sitenin yavanlığını anlamak isterseniz, Alain Testart’ın “Le Communisme Primitif” minimum bir mutlak.
Zaten bu sitenin sonsuz dandikliği son 50 yıldır yapılan eleştirileri hasıraltı etmesi veya cahilliğinden bilmemesinden kaynaklanır. Zavallı Türkler hep geriden gelirler!
“Zerre kadar onurun, gururun varsa kıvırmadan şu tek soruya cevap ver yeter:
Tarihte hiç geriye dönüş olmuş mu, sayın Necip Hacı Hoca?”
OK. Hic ‘kıvırmadan’, durustce ve ‘accik seccik’ cevap veriyorum:
Evet.
Olmustur.
Hem de cok.
Kendi kisisel tarihimden ornek verecek olursam; mesela, her yurtdisina ya da Ankara’ya, Izmir’e filan gidisimin sonrasinda hep Istanbul’a donmusumdur.
Gerci.. her donusum sonrasinda Istanbul eski Istanbul degildi; degismisti. Ben de degismistim.
Ama, kalsaydim da, hem Istanbul hem de ben degisecektim.
Degismeyen tek sey degisim.
Oldu mu?
374 Necip Kafayı Yedi
Zavallı Necip adı yasak olanın elinde paçavraya döndü. Soru zamanda (tarihte) dönüş, zibidi Necip mekanda dönüşünü anlatmış.
Kendini uyardık. Rezil oldun zibidi Necip, vazgeç, başa çıkamıyorsun. Sen en iyisi iç işlerle uğraş. O adı ağza alınması yasak Türkiye’de olan bitenlerden habersiz. Boyundan büyük işlerde çok cılız kalıyorsun, onun dediği gibi çok çaylaksın. Zileli’nin bile ona çömez olamadığını çoktan tespit ettik.
“Soru zamanda (tarihte) dönüş, zibidi Necip mekanda dönüşünü anlatmış.”
Cevabi yeterince dikkatle okumamissiniz.
“Zavallı Necip adı yasak olanın elinde paçavraya döndü. Soru zamanda (tarihte) dönüş, zibidi Necip mekanda dönüşünü anlatmış.”
Urfa’da zaman makinesi vardı da biz mi binmedik?
Necip 12 Temmuz 17 / 1pm
“Engizisyon devrinde cin çıkaran rahipler çıkardıkları cinleri tespit etmek için yanlarında resimli, tasvirli el kitapları bulundururlardı.”
Bu cumleyi de okumadim ama onu buraya buradan sonrasini okumadim demek icin alintiladim.
Necip 25 Temmuz 17 / 1am
“Ben o gune kadar oyle bir sey gormus degilim; diger cocuklardan birisi ‘sara’ (‘epilepsy’) oldugunu soyledi.”
–
İbn Kayyimi’l-Cevziyye, bir saralının olayında, “cin”le nasıl konuşulduğunu, saralıdan çıkarılması için nasıl uğraşıldığını ve sonuçta nasıl başarıldığını bir örnek olarak anlatır. İslam dünyasında “allâme (çok bilgili, ileri ölçüde bilgin)” diye nitelenen bu yazara göre, ”saralı bir hastada KÖTÜ RUH, yani CİN bulunmadığını savunarak tıbbî açıklamalar yapan düşünür ve doktorlar birer dinsiz ve câhildir”.
#375: Anonim; 6 Ağustos 17 / 7pm
#376: Öğrencilerden Necip Beye; 6 Ağustos 17 / 7pm
Daha dikkatli olmak lazim.
İnsanların büyük çoğunluğu bir düzenin (makinenin) parçası olmak durumundadır. Alelade işleri yapan çoğunluk olmazsa düzen (makine) çalışmaz.
Bu düzenin (makinenin) yapısı değiştirilemez. Fakat diğer insanlardan mümkün olduğunca uzakta yaşanacak toplumdışı bir yaşamla onun etkilerinden büyük ölçüde korunmak mümkündür. Bu da toplum çoğunluğunun değil, ancak istisna bireylerin elinde olan bir imkan olabilir.
Sayın 378
Urfa’da zaman makinesi olmasını istiyorsanız, Necip satıyor. Makineni Türkiye’de satıcılık temsilciliğini TEK başına Necip elinde tutuyor.
Tüccarla politikacı arasındaki en büyük benzerlik her ikisinin de laf ticareti yapmaları.
Necip bit tüccar, affedersiniz işletmeci, olduğundan zamanda geri gitmeyi çenesiyle yapar. Satıcılık alışkanlığıyla yutturmak istediği hokkabazlığı Ankara, İzmir, İstanbul ve hatta uluslar arası kelimeleriyle süsler, yediği haltı çekici ambalajlara sarar.
Bu herifin cahilliğine sınır yok. İnsanların yaklaşık iki milyon yıl değişmeyen bir dünyada yaşadığını bile bilmez. Tarihin Sümer’de başladığını da bilmez bu kara cahil.
Bu tüccar Hindistanlı Amerikan tüccar arkadaşlarının da olduğunu bu sitede bir ara satmıştı.
Hindistan tarihini inceleyen tarihçilerin en büyük derdi Hindistan’da yazılı veya oral anlatılan olayların kozmik mi yoksa tarihsel mi olduklarını bilememeleri.
Salak, kendi gibi salakların kullana kullana anlamını adileştirdikleri Heraklet’in salt tarihsel bağlam içinde anlamı olan “Degismeyen tek sey degisim.” kuru kafa lafını fiyaka için katmış.
Heraklet’de bu dalkavuk gibi TEK ve AŞAN bir iktidarcı soytarıydı. Yani BÜYÜK lafına rağmen İKTİDAR İKTİDARSIZ olamazdı. Yani değişmezdi, Yani olsa olsa Necip gibi enayilere “iktidarı el değişmesi”, “değişme” olarak yutturulur. Bu herifin bilim ve bilim tarihinde cahilliği sonsuz.
Okullar ve okulların gardiyan köpekleri sayesinde göz kamaştırıcılık bilgi olmuş.
Başka bir siteden ilginç bir yorum:
hayatı “o kelime aslında şu demektir” seviyesinde anlamlandırmak ergenlik dönemi işi.
hayatın anlamlandırılması işini buraya sıkıştırmak, eylemlerini akşam gelince kemiklerini kıracak bir baba korkusuyla şekillendiren ergen toplumların işidir.
bu ergenlik hali kulaktan duymayla, kitaptan okumayla aşılacak bir merhale değil,
zaman ergen toplumlara ergenliğini geride bırakacak kadar acımasız davrandığında toplum artık istese de o hale dönemez.
sürece katkı bu gibi bilgileri günışığına çıkarmakla mümkündür.
mevla görelim neyler…
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/yas-toplantisi-kriterin-15-temmuz-karnesi-olmadigi-belli-oldu
http://marksist.net/oktay-baran/egitimde-cok-boyutlu-gerici-saldirilar.htm
Türkiye ilginç bir çelişkiler ülkesi. Son birkaç yılda bu iyice açığa çıkıyor.
– Gerçi dünya çelişkilerle doludur ama yine de böylelerine pek rastlanılmıyor. Diğer bir garip çelişki de VP/Perinçek tayfası ve Berktay gibilerinin yola çıktıkları yer ile bugün geldikleri yer değil mi? –
Bir yanda, hakimiyeti gittikçe artan siyasal İslamcı iktidar, İslamcı sermaye ve medya, İslamcı terör örgütlerinin yayılması, Diyanet’in artan gücü, eğitimdeki dinselliklerin – zorunlu din dersleri, İmam-Hatipler vb. – daha da genişletilmesi, türbanın/tesettürün – hep olsa da – daha çok açığa çıkması, hatta açıkken tesettüre girenler vb.
Kısaca sözkonusu kültürün yayılması.
Diğer yanda, iyice yayılan başka ve tamamen zıt bir kültür, ki artık dünyaya yayıldığı için “Batı”, modernizm vb. de denilemez.
Mesela, en kolay göze çarpan biri: Türban/tesettür ve kadın-erkek ilişkilerindeki tutuculuğun yayılmasıyla beraber yayılan ve artan açıklık ve cinsel serbestlik.
Aslında bu durumların garip bir çelişki gibi gelmesi “iğreti” toplulukları bir “toplum”muş gibi algılamaktan kaynaklanmıyor mu? Reha Çamuroğlu’nun şu cümleleri günümüz Türkiyesi için de söylenemez mi?
“Ne Selçuklu ne de Osmanlı Anadolusu’nu bir “toplum” gibi ele almak doğru olmayacaktır. Özellikle de XIII. yüzyıl Anadolusu’nda Akdağ’ın “iğreti topluluk” dediği göçebeler, sonra da Babaîler şüphesiz Selçukluları “iğreti topluluk” olarak görüyorlardı. Giriştikleri ayaklanma da bir yanıyla kimin “iğreti” olduğunun sorgulanmasıdır.” (Tarih, Heterodoksi ve Babaîler, s. 176)
Aynı kitapta Claude Cahen’den şu cümleyi aktarmış:
“Kentlerin dışında yaşayan Türkmenler, o dönemde toplumun ve kültürün dışında kalıyorlardı: daha doğrusu başka bir toplumu ve başka bir kültürü meydana getiriyorlardı.” (s. 112)
İlk post-antikapitalist düşünür veya başka deyişle antikapitalizmi aşan ilk kişi Necip midir?
“İbn Kayyimi’l-Cevziyye, bir saralının olayında, ‘cin’le nasıl konuşulduğunu, saralıdan çıkarılması için nasıl uğraşıldığını ve sonuçta nasıl başarıldığını bir örnek olarak anlatır. İslam dünyasında ‘allâme (çok bilgili, ileri ölçüde bilgin)’ diye nitelenen bu yazara göre, ‘saralı bir hastada KÖTÜ RUH, yani CİN bulunmadığını savunarak tıbbî açıklamalar yapan düşünür ve doktorlar birer dinsiz ve câhildir’.”
Bu ‘cin’ konusu ilginctir.
Detayli bir arastirma yapmis degilim; zaten, o detayda bir arastirma beni asar (belki Nisanyan yapar da, ogreniriz); ama, benim suphelerim soyledir:
Eskilerde, malum, dunya/alem algisi daha farkli idi. Varliklari, canli ve cansiz olarak ikiye ayiriyorlardi.
Simdi..
‘Ins’, benim tahminime gore, ‘canli’ anlamina geliyordu ve cogulu (grup anlaminda) ‘insan’.
Buna karsilik, cansizlar da ‘cin’ (ya da ‘cins’) [cogulu da ‘cinsan’ gibi bir sey olmali ama kullanimda rastlamis degilim].
Nasil olmussa, ‘cin’ kelimesi zaman icinde gorunmeyenler anlamina gelir olmus; hurafelerde yasar olmus.
Dedim ya, bunlar benim tahminim, ya da acikca sallamalarim.
İslamcı rejimin anticiliği
Seyfi Cengiz
İslamcı rejim emperyalizme öfkeli.
O kadar öfkeli ki, farkında olmadan işbirlikçiliğini ifşa ediyor:
“Amerika başta Afganistan olmak üzere, varlık gösterdiği Müslüman ülkelerin tümünde Türkiye’ye muhtaç. Yoksa buralarda varlık gösteremez ve terk etmek zorunda kalırlar. Bir de İncirlik üssü var. ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük merkezi. Bu alt yapıyı başka yerde yapmak o kadar kolay değil.”
Yani faşist İslam cumhuriyetinin Amerikan emperyalizmiyle problemi, kendisiyle stratejik ortaklığı model ortaklığa dönüştürmek dururken, PKK (YPG/PYD) ve Gülenciler’le iş tutması.
Bir de anti-kapitalist söylemleri vardı.
Ona da bugün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun kendisi cevap vermiş:
“Alman firmalarıyla ilgili bir iddiaları var. Bizde Alman firmalarına yönelik böyle hiçbir soruşturma ya da inceleme yok. O firmalara da, diğer firmalara da, yani yabancı sermaye dediğimiz, küresel sermaye olarak nitelendirdiğimiz yurt dışından gelen şirketlerin hepsine çok sayıda avantaj sağlıyoruz. Hem millet olarak hem devlet olarak sahip çıkıyoruz. Alman firmaları da bundan mutlu.”
Hal bu iken şu “ikinci kurtuluş savaşı” neyin nesi peki?
Yalanı bunlar yaratmış olmalı.
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/islamc%C4%B1-rejimin-anticili%C4%9Fi/1604395886278101/
Kemalist ideoloji çürütüldü! Balkan oligarşisi panikte!
Aşk mektupları yerini aşk mesajlaşmalarına bıraktı! Yani hiçbir şey değişmedi!
“Hal bu iken şu ‘ikinci kurtuluş savaşı’ neyin nesi peki?”
Once, Tandogan’in su lafini bir hatirlatmak lazim:
“Ulan öküz Anadolulu; [..] sizin iki vazifeniz var: birincisi çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek; ikincisi askere çağırdığımızda askere gelmek..”
Bu, ‘Balkan Oligarsisi’nin genel bakisini ozetlemek acisindan kiymetlidir.
Birinci ‘kurtulus savasi’nda, ‘cayin tasiyla, cayin kusunu vurmaqk’ anlaminda, Anadolu’nun insanini kullanip [‘kullanmak’ fiilini ozellikle seciyorum], ‘vatan’i ‘kurtar’mak iddiasiyla, neyi kurtardilarsa, onu (‘vatan’i) diyet/ganimet cinsinden kendi hanelerine yazdilar.
O denklemde, Anadolu insani ‘vatandas’ bile sayilmamistir; Tandogan’in bakisiyla ‘serf’, ‘vasal’ benzeri bir sey; ya da bugunku bazilarinin gozunde ‘comar’.. yani, ‘kapi kopegi’..
‘İkinci kurtuluş savaşı’, bu garabeti duzeltmek, bu asalak taifeyi tasfiye etmek; yani, onlarin ‘comar’ dediklerine ‘vatandas’lik hak ve yetkilerini tanimak anlamina geliyor.
Bu site işgüzarlarla dolu: çok şekerli “Güzel eski günler!” 19. yüz yıl yutulan hapların etkisi altında Diplomalı Chairman Zileli, lügatler ormanında yolunu kaybetmiş enayi dümbeleği Necip, hiçbir şey anlamadan kes-yapıştır medya hastaları çaylaklar alış-veriş pazarı, kadınlar kurtulalı boşalmayı, Freud’ın sezdiği gibi, çene düşüklüğüyle yapanlar.
Ben en son Türkiye’ye geldiğimde mecburen televizyon seyrettim ve Batı taklitçiliğini havada kapan cin Türkler medya artistliği, enayilere uzman enayiliği satan, muhabbet tellallarının mantar gibi bittiğini gördüm. Diplomalı tarihçi Şeref Mardin diğer ünlü olmak için k*çlarını yırtanlar arasındaydı.
Kişisel not: Annem Mardinli olduğundan bu herifin Mardin adını da kendisi gibi ucuz etmesi beni üzdü.
Bazı alıntılarlar adamın ne kadar tarihi kazananlar dalkavuğu olduğunu fazlasıyla gösterir. Tabii tarih bilenenler için. Tabii anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.
“TAŞRA mahsulü bir tür “püritanizm” buluruz”
Küresel ekonomi de mi taşra “püritanizm”i ? Binlerce daha örnek verilebilir. Örneğin “demokrasi çıkışı” da taşradaki etrafı pisliklerden temizleyici “pure” bir düzene gitmek amacıyla yapıldı. Necip enayi dümbeleği “demo” kelimesini lügatinde araya dursun, geri kalanlar hiç değilse Fustel de Coulanges’ı okusunlar.
“… içki yasağı, büyüğe hürmet, tesettür ve VATANDAŞLARIN CİNSEL HAYATI üzerinde kontrolün konması gibi DAR, POPÜLİST VE FELSEFİ İÇERİĞİ OLMAYAN, “püritanist” bir değerler kümesinden oluşur”
Türklerin Allah’ı Amerika’yı “püritanist”ler kurdu be hödük ŞEREFLİ MARDİN! ŞEREFLİ tarih mi okumuş, Necip gibi gaipten gelen “white noise” emirleri mi duymuş?
Bu herifin Judaism cahilliği Necip kara cahilliğini gölgede bırakıyor.
Hrıstiyanlık’ta doğayı kontrol altına alma hastalığının cici bici modern bilim olmasını da bilmez bu herif. Ne de manastırlarda maslahatını kontrol altına almak için kendi kendilerini döven rahipleri bilir bu medya artisti. Hrıstiyanların Eskimoları kırımdan geçirme nedenlerini bile duymamış bu Şerefli Mardin!
Seksin en büyük ticaret oluşu, dünya nüfusunun %90’ının seyirci-dikizci olduğunun sömürülmesini Necip gibi boyundan büyük laflarla fakında bile olmadan hasıraltı etmiş bu Şerefli Mahluk. Freud Medeniyet’i sekste doymayanlar yarattı dedi. Doğru/Yanlış bir yana, Şerefli inekse, kesip yapıştıran inekler ineği.
NECİP İLAHİLEŞMİŞ, ALLAH, HER YERDE HAZIR VE NAZIR, EVVEL ZAMAN İÇİNDE BİR VARLIK OLMUŞ. TEK TANRI’YLA BİLE SİDİK YARIŞTIMAYA BAŞLAMIŞ.
Aç tavuk kendini buğday silosunda hayal edermiş.
Seni bu kadar çılgınlığa sürüklediğim için üzülmeye başladım.
Auschwitz-Birkenau’dan kurtulan bir yazar senin gibi faşist birini bile anladıkça affetmenin mümkün olduğu olasılığından söz eder. Ben seni anladıkça sana acıyorum. Başlangıçtan beri okullarda diploma toplamanın yan etkisi sidik yarışma hastalığın. Boşalma mahrumiyetini sürekli laf onanizmiyle tatmin ettiğin çok belli.
Genellikle boşalma zevki içinde olan heyecana kapılıp aracını çarşafa dolaştırıp boşalırmış. Sen zamanı mekana karıştırıp boş beynini boşaltmışsın.
Bu konuda vahşi çıplaklar ve barbarlardan, hatta siz orta sınıf “tight ass”ler gibi tam medenileşmemiş ayak takımları, başı bozuklar ve fakir fukaradan öğreneceğiniz bazı dersler var.
Senin gibi özgür, tahsilli, kelli felli, çok diplomalı, orta sınıf iş adamıyla yine senin gibi özgür, tahsilli, kelli felli, çok diplomalı orta sınıf iş karısı arasında geçen konuşma:
Necip Bey,
– Seni deli gibi seviyorum!
Necibe Hanım,
– Son zamanlarda Barbara Cartland’ı mı okuyorsun?
Freud’un seksle ilgili teorilerini yayınladığında Viyana’da genç yaşta olan Stefan Zweig bir kitabında anımsar. Kendisi gibi orta sınıflar arasında büyük bir etki yaptığını, sekste çekingenlik ve bastırmanın orta sınıflar arasında çok yaygın olduğunu ama alt sınıflar, popüler ayak takımlar arasında seksten zevk almada kendileri , Ş. Mardin ile kesip yapıştıran gibi k*çı sıkılığın, baston yutmuşluğun olmadığını ekler.
Daha sonra aynı okuldan gelip bu konuyu temel alan Wilhelm Reich de benzeri gözlemlerde bulunur.
Zaten içki, kumar yırtık pırtık elbiselerle dolaşmak fakirler arasında her zaman yaygındı ve sizler gibi orta sınıfların her zaman sinirlerini tırmalar, “bizim gibi uslu, terbiyeli, çalışkan, yaratıcı, tahsilli olalar ne iyi olur” solcu-devrimci ilahilerinize meşruluk kazandırdılar. Dünyanın her yerinde asker ve çalışkan köle isteyen Devlet, Endüstri ve din yobazları ve Ş. Mardin gibi “püritanlar” böyle yoldan çıkmışları yola getirmek istediler. Tarihte örnek sayısı Türk ibişler sayısını fazlasıyla aşar.
But Ş. Mardin is an honorable historian.
Bu enayi dümbeleği dünyanın her yerinde ekolojik yemek, ekolojik içmek, ekolojik yaşamak ve hepsinden ışık yılları kadar daha da önde gelen sigara içmemenin orta sınıflar arasında kuru tarla yangın felaketi gibi yayıldığından bile habersiz şapşal şapşal kesip yapıştırmış.
Türkiye’ye son geldiğimde okulların bu sigara içmemede yıkama çirkinliğini utanmadan ve hatta sanırım gururla çocukların beyinlerini yıkadığına sayısız defa şahit oldum. Hepsi, bila istisna orta sınıf aile çocuklarıydı. Komünist ülkeler, Naziler, faşistler bu tiksindirici otonom yaşam düşmanlığını fazlasıyla kanıtladılar.
Sigara içmeme son modası, her çılgınlık ve adilik modası gibi, Amerika’da başladı ve dünyaya hemen yayıldı.
Kesip-yapıştıran biraz, çok çok az düşünseydi dünyanın dört bucağında sinek öldürür gibi insan öldüren Amerika ve Avrupa ülkelerin bu modanın başını çekmeleri boş beyninde bir kuşku yaratır, biraz doldururdu.
Koşmanın zararları artık çok iyi biliniyor. Sigaranın diğer öldürücü alışkanlıklarından farklı özel bir zararı olduğu kanıtlanmadı.
Bu konu üzerinde durmamın nedeni Ş. Mardin ve kesip yapıştıranın bu sitenin ruhunu, faşistliğini çok açık sergilemesi.
Tıp araştırmalarında önlü bir bilim adamı ve aynı zamanda doktor olan biri, görece genç yaşta akciğer kanserinden ölen bir diğer doktorun cenazesinde yaptığı konuşmada, “sigara içmezdi, acaba gizli mi tuttu?” der.
Faşist olmadıklarını düşünenler bir Hitler bekliyorlar. Tabii benim gibi kendilerinin ne mal olduğunu yüzüne vuranlara orta sınıf çekmecelerinden, her yerde prostitüsyonluğu yapılan, orta sınıfların ağzına tıkılmış “demokrasi” emziklerini çıkarıp bana saldırıyorlar.
Eğer orta sınıf atalarınız burjuvaların çıkışının tarihini, felsefesini, alt sınıfların tepkilerini çok az bir öğrenseniz kendinizi hemen tanırsınız.
“O denklemde, Anadolu insani ‘vatandas’ bile sayilmamistir; Tandogan’in bakisiyla ‘serf’, ‘vasal’ benzeri bir sey; ya da bugunku bazilarinin gozunde ‘comar’.. yani, ‘kapi kopegi’..
‘İkinci kurtuluş savaşı’, bu garabeti duzeltmek, bu asalak taifeyi tasfiye etmek; yani, onlarin ‘comar’ dediklerine ‘vatandas’lik hak ve yetkilerini tanimak anlamina geliyor.”
“Tandoğan”lardan önce Anadolulu’ya bakış farklı mıydı?
Değilse, o garabetleri düzeltmek için o zamanlarda da bir “Kurtuluş Savaşı” yapıldı mı? (Celali isyanları? Babai isyanı? Bedreddin?)
“Erdoğan”ların dili, üslubu, tepeden bakışı (tepeden baktığı kitleler dışında) “Tandoğan”larınkilerden farklı mı?
Dünyanın en büyük ve aşılamaz alimi hariç kimseden alıntı yapmamalıyız. Onun hikmetli sözlerini kopyala-yapıştır yapmak dururken hödük cahillerin sözlerinde hikmet aramak da neymiş?
Recep Tayyip Tandoğan ile Nevzat Erdoğan arasında bir fark yoktur!
“Ulan öküz Anadolulular!”
“Ulan öküz CHP’liler / Balkan göçmenleri / Solcular / Laikçiler / Ateistler / Ateist ve Ali’siz Aleviler / Zerdüşt Kürtler / Tek Millet-Devlet-Vatan-Bayrak’a karşı olan hainler!”
Emperyalizmin ve sermayenin 2019 stratejisi billurlaşıyor: Kılıçdaroğlu, Akşener, Gül, (Babacan)…
Gerçek
Ağustos 10, 2017
Adalet yürüyüşünün CHP’yi sola doğru çekeceğini düşünenler büyük hayal kırıklığı yaşıyor olmalı. Kılıçdaroğlu miting sonrasındaki bir demecinde daha fazla sokakta olacağız deyip solcuların ağzına bir parmak bal çaldıktan sonra 2019’da çatı aday çalışmalarına başladı. Kılıçdaroğlu 2019 çalışmalarında en yakın mesaiyi, adalet yürüyüşüne selam çakan Meral Akşener’in yeni kurulacak partisiyle yapacak.
Bir parti neden başka partiye oy ister?
MHP’nin muhalif kanadından çıkan ve Akşener’in önderliğini yapan hareket yeni parti çalışmalarını hızlandırırken, Kılıçdaroğlu bu partiyi “Türkiye’nin geleceği açısından iyi bir yapılanma” olarak niteledi. Daha da ileri giden Kılıçdaroğlu, “Başkanlık sistemini savunanlar ve ona destek verenler oylarının yönünü değiştirip Meral Hanım’a doğru bir eğilime girerlerse bundan, parti demiyorum, Türkiye kazançlı çıkar” yorumunu yaptı.
Bir siyasi parti neden başka bir partiye oy çağrısı yapar? Daha önce neden bir sonraki seçimde rakip siyasi partiden milletvekili olacak birini, “çatı aday” diye yutturduysa ondan! Emperyalistler öyle istediği için, sermaye öyle istediği için, Amerikan muhalefetinin gereği bu olduğu için… Şimdi de emperyalizm ve büyük sermaye Kılıçdaroğlu-Akşener ittifakı istiyor, çatı aday olarak ise Abdullah Gül’ü hazırlıyor. Kılıçdaroğlu’nun Abdullah Gül ismi her geçtiğinde “erkenden isim söyleyerek yıpratmayın” diye çıkışması boşuna olmasa gerek.
CHP sola kaymadı, CHP’nin solunun önü kapandı
Biz adalet mitingine katılırız, CHP’nin tutarsızlıklarını eleştirir kitleyi sola çekeriz diyenler suskunluklarını sürdürüyor. Bırakın CHP’nin sola kaymasını, CHP’nin içindeki solcu milletvekillerinin esamesi bile okunmuyor artık. Kılıçdaroğlu dümeni sağa kırmak üzere koltuğunu sağlama almış, en öne de “sağ” kollarını çıkarmış durumda. CHP, faşist müttefikler ve AKP kurucusu çatı adayla 2019’a doğru giderken, seçime ne kadar süre kala “tatava yapma bas geç” moduna girileceği ise merak konusu.
Burjuva partisi halka güvenmez ve halktan korkar
“Adalet” talep eden, on binlerce insanla günlerce otobanlarda yürüyen, bir milyondan fazla insanı meydanda toplayan bir liderin özgüvensiz oluşundan bahsedilemez herhalde. Ancak Kılıçdaroğlu’nun kazandığı özgüveni bastıran başka duygular var. Halkın gücüne gösterdiği güvensizlik, daha önemlisi de halkın gücünden duyduğu korku… CHP burjuva partisidir derken sadece müteahhit milletvekillerinden, İş Bankası hisselerinden, Kılıçdaroğlu’nun ayakkabılarının Koç müzesine kaldırılmasından bahsetmiyoruz. Eninde sonunda sermayenin çıkarlarını koruyan ve sermayenin her zaman azınlık olarak kalacağını ve toplumun emekçi çoğunluğunu mümkün mertebe evinde tutması gerektiğini her hücresinde hisseden bir siyasi hareketten bahsediyoruz.
En fazla desteğe ihtiyaç duyduğu dönemde bile belediyelerinde taşeron işçilerini işten atan, maaşlarını ödemeyen, belediye şirketlerini taşeronlaştırmaya çalışan sınıf bilincine sahip (ama bu, burjuvanın sınıf bilinci) has bir sermaye partisinden söz ediyoruz.
Siyasi literatüre “anayasaya aykırı ama” sözünü kazandıran ve çalışmalarına “anayasa gayri meşru ama” diyerek devam eden, OHAL koşullarında gidilecek ve 16 Nisan’dan asla daha özgür bir ortamda yapılmayacak olan Başkanlık seçimlerini kurtuluş umudu olarak sunan, her zaman ve her yerde “önce düzen” diyen bir düzen partisini konuşuyoruz.
CHP ve Kılıçdaroğlu, sesini “dünyaya” duyurmak için yola çıktı, şimdi de sesini duyurduğu emperyalist dünyanın has adamı Gül’le, Amerikan dergilerinin hem İslamcıları hem de sol laik kesimi arkasına alacak tek isim diyerek pazarladığı Akşener’le yürümeyi seçiyor.
Bu halk beş yıldır evine girmiyor ki evde beklesin!
Halk ise kendi yolunu seçmelidir artık. Sermayenin ve emperyalizmin adaylarının değil emeğin çatısı altında birleşmelidir. 2019’a daha çok var. 2013 Gezi, 2014 Kobani, 2015 metal grevleri, 2016’da halkın tankların karşısına çıkması, OHAL’e rağmen süren mücadeleler, grevler ve direnişler… İsteyen 2017’ye adalet yürüyüşünü de yazsın! Son beş yılda ülkede sokağa çıkmayan, ayağa kalkmayan, isyan etmeyen kimse kalmamış! 2019’a kadar bu halkın evinde bekleyeceğini düşünen yanılır. 2019 seçimlerine işaret edenler, Kılıçdaroğlu’nu, Gül’ü, Akşener’i umut diye pazarlayanlar ise yanıltır!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2017 tarihli 95. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/emperyalizmin-ve-sermayenin-2019-stratejisi-billurlasiyor-kilicdaroglu-aksener-gul
Hangi değerler, kimin aklı?
Yılmaz Tan
Ağustos 10, 2017
Başkanlık sistemi için yapılan referandumun sonuçları Türkiye’de toplumun hali hazırda eşit güçte iki kamp arasında ayrıştığını gösteriyor: Yüzde 51’lik bir “Reis için Evet” bloku ve bunun karşısında yüzde 49’luk bir “Hayır” bloku. Bu eksende ayrışmanın temeli, bir istibdat rejimini tek adam kimliğiyle bünyesinde toplamış olan Erdoğan’ın yönetim biçimine taraf olmak ya da karşı olmak gibi görünüyor. Fakat bu görünümün ardında, Türkiye’de kârlı birikim koşullarının sürekli sekteye uğramasına karşı tutulacak yol konusunda burjuvazinin de kendi içinde söz konusu koşulların hangi politikalarla tesis edileceği konusunda birbiriyle adeta bir savaş vermesi yatıyor.
Yukarda özetlediğimiz kutuplaşmanın “Hayır” tarafında öbekleşen politik güçler yeni bir ittifak yönelişi içinde somut adımlar atmaya başladılar. Bunların başında 2019 yılında yapılacak Başkanlık seçimlerine hazırlığın bir ön adımı olarak değerlendirilebilecek CHP’nin “Adalet” yürüyüşü ile halen devam eden HDP’nin “Vicdan ve Adalet” eylemi geliyor. Bu arada çoğunluğunu liberal ve sol liberal aydınların oluşturduğu 1500’e yakın imzayla yayınlanan ve bir “ortak akla ihtiyaç olduğunu” vurgulayan “yan yanayız, bir aradayız” bildirisini de bu yönelişin bir parçası olarak sayabiliriz. Referandum sonrası “Hayır bloku” etrafında şekillenmekte olan politik yönelişe sol aydınlar (ulusalcısından liberaline, herkes kendi meşrebine göre) ya “cumhuriyetin kazanımları” ya da “AB kriterleri” açısından yaklaşıyorlar. Laiklik, adalet, demokrasi, “ortak akıl” gibi değerleri öne sürüyorlar. Oysa biz bu söylemin Batıcı büyük burjuvazinin, asıl derdinin üzerini örterek, emekçi kitleleri onun peşine takmaya hizmet ettiği kanısındayız.
O derdi bir liberal gazeteci, Aslı Aydıntaşbaş, kısa bir süre önce Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde gayet açık ifade etmişti. Aktaralım: “Ez cümle, yüzde 49 adayının güçlü bir ekonomik geçmişi ya da ekonomiyi döndürebileceği konusunda ‘güven veren’ bir ekibi olmalı. İlle de Donald Trump ya da Silvio Berlusconi gibi iş dünyası kökenli birinden söz etmiyorum; ancak ekibinde ‘tamam bu adam piyasaları rahatlatır’ dedirten insanlar olması lazım. Aslında ihtiyaç, demokrat bir Turgut Özal 2019 formülü”. İşte burjuvazinin o ya da bu politik temsilcilerinin asıl amacı budur, “piyasaları rahatlatmak”.
Oysa bunun anlamı emekçiler için gayet açık: daha fazla kâr üretilsin diye daha uzun çalışmak, daha düşük ücrete razı olmak, iş güvencesini bütünüyle yitirmek, daha ağır koşullarda çalışmak, kısaca daha fazla sömürülmek! “Adalet” yürüyüşü yapan CHP’ye ait Şişli Belediyesi’nde taşeronlaşma girişimleri nedeniyle temizlik işçilerinin işsiz kalacak olmalarından, CHP’nin de ortağı olduğu İş Bankası’nın iştiraki olan Şişecam fabrikalarında işçilerin grev hakkının gasp edilmesine ses çıkarmamasından, karşı kampta Erdoğan’ın “biz OHAL’i grevleri bastırmak için kullanıyoruz” açıklamasına kadar birçok örnek verilebilir. Nerede “demokrasi”, nerede “ortak akıl”, nerede “Cumhuriyet değerleri”? Ortak akla değil, patronların aklına, Cumhuriyet değerlerine değil, piyasanın değerlerine tâbi olmak.
Toparlayalım. Günümüzün şiddetlenen kriz ve rekabet koşullarında, Avrupa demokrasisi, cumhuriyet, adalet, etik, vicdan gibi “değer”lerden medet ummak, “can yakmayan kapitalizm” aramaya çalışmak liberal ya da ulusalcı, sol aydınların özlemlerinin bir ürünü olabilir, ancak gerçekçi değildir. Asıl çözüm, hem “Batıcı” siyasi kampın kendi peşine takmaya çalıştığı yüzde 50 ile hem de “Reisci” kampın kendi peşine takmaya çalıştığı öteki yüzde 50’nin çoğunluğunun paylaştığı ortak paydaya, yani sömürüye karşı birlikte mücadele etmelerinin koşullarını yaratmaktan geçiyor.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2017 tarihli 95. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/hangi-degerler-kimin-akli
AKP’nin iç savaşı!
Gerçek
Ağustos 9, 2017
Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’e güle güle! Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş’a tenzil-i rütbe! AKP Kongresi’nde MYK ve MKYK’da önemli değişiklikler. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez azledilmemek için kendisi istifa ediyor, gerekçe de ilim aşkı kabarmışmış. TRT’de Genel Müdür gidiyor, yönetim altüst oluyor. İktidar sistemi kendi kendini yiyor bitiriyor.
Tayyip Erdoğan aylar önce buna bir ad koymuştu: “metal yorgunluğu”. Sonra geçtiğimiz günlerde partiye çağrı yaptı: “Yorulan varsa kenara çekilsin.” Eskiden başka partilerde kimse kolay kolay yorulmazdı. AKP’de belli ki ya yorgunluk var, ya da başka bir şey. Bazı vakalara dikkatli bakmak işin yorgunluktan başka bir yanı olduğunu gösteriyor.
AKP kaynıyor
Yorgunluk aslında mazeret. AKP’nin içi kaynıyor. 15 Temmuz’a parti içinden kimlerin destek verdiği bir türlü ortaya çıkartılamıyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, eski MHP’li Tuğrul Türkeş’in başbakan yardımcılığı görevinden alınması vesilesiyle daha yeni Ahmet Davutoğlu’nun 15 Temmuz gecesi takındığı tutum üzerine şaibe düşürdü. TRT’de son dönemde yaşanan (ve yine cemaatin etkisiyle ilişkisi olan) altüst oluşun arka planında yatan sorunların Numan Kurtulmuş’un görevden alınmasında etkili olduğu konusunda ciddi işaretler var. Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in tam giderayak “FETÖ raporu” açıklaması ve Fethullah Gülen’i “sapkın” ilan etmesi, kellesini kurtarma girişimi olarak da okunabilir. O istifa etti ama o istifadan birkaç gün evvel gazetecilerin “Mehmet Görmez görevden alındı mı?” sorusuna Tayyip Erdoğan “henüz değil” cevabını vermişti!
Ortalık kaynıyor. Tayyip Erdoğan bu yüzden partili cumhurbaşkanlığına bu kadar kararlılıkla talip oldu. Amaç, bir seçim aygıtı olarak yararlılığını kanıtlamış olan bu partinin Erdoğan’ın parmaklarının arasından kaymasına yol açabilecek sarsıntıları engellemek. Erdoğan’ın gücünü olduğundan daha büyük görenler, “parti-devlet”in şimdiden kurulduğunu vurguluyorlar. Ama ortada ne kadar birlik içinde bir parti, ne kadar bütünlüğünü koruyabilen bir devlet var, işte o soru kolay cevap verilebilecek bir soru değil.
Özgül ağırlıksızlık
Erdoğan’ın çözümü, kendi başına ayakta duramayacak, hiçbir “özgül ağırlığı” olmayan (terim, hatırlanabileceği gibi, bugün sesi soluğu duyulmayan Bülent Arınç’ındır), yalnızca onun memuru gibi davranırsa geleceğinden bir şeyler umabilecek birtakım insanları çeşitli mevkilere getirerek her şeyi kendi kontrolü altında tutmak. Mesela yeni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu. Bakan olabilmek için politik geçmişini silme ihtiyacı hisseden biri. Gezi’ye bile destek vermiş ve şimdi sosyal medya geçmişini o yüzden sıfırlayan bir hanımefendinin Erdoğan’dan bağımsız geleceği olabilir mi? Mesela TRT’nin yeni genel müdürü İbrahim Eren. Bilal Erdoğan’ın Kartal İmam Hatip Lisesi’nden sınıf arkadaşı olan bu beyefendinin Erdoğan’ın talimatı dışında kelime söylemesi mümkün mü? Mesela Melih Gökçek’in oğlu Osman Gökçek’in Ankara Ticaret Odası başkan adayı olurken 142 imza almasına rağmen, seçimde sadece 86 oy alması, buna karşılık Emine Erdoğan’ın akrabası Gürsel Baran’ın 100 oyla seçilmesi sonucunda doğan durum: Bu beyefendi gelecekteki kariyeri için sizce kime bakar?
Yumruk!
Ordu ilinde bir şenlikte AKP’li Ordu büyükşehir belediye başkanı AKP’li milletvekili aday adaylarının tavsiyesiyle göreve getirildiği söylenen Ordu emniyet müdürünü yumrukluyor. Sonra belediye zabıtası ile emniyet güçleri yumruk yumruğa birbirine giriyor! Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, bu şenlikten apar topar kaçırılıyor. Kim bilir, belki de başına bir şey gelebilir diye korkmuştur korumalar?
Bu emniyet müdürü, Nisan ayında büyükşehir belediyesini polisleriyle kuşatmış biri. Bu olayda belediye başkanıyla emniyet müdürünün zaten küfürleştiği belirtiliyor. O gün AKP Ordu milletvekili Oktay Çanak’ın silah çektiği söyleniyor. Bu kuşatma neden yapılmış? Büyükşehir Belediyesi’nde böcek aramak için. Şimdi işin püf noktasına geliyoruz. Aramayı kim emretmiş? Tayyip Erdoğan! Tarih 13 Nisan. Erdoğan referandum mitingi için Ordu’da. Dinleme cihazı için arama emrini verenin de bizzat onun olduğu söyleniyor. Erdoğan mitingden sonra belediye ziyaretini iptal ederek Giresun’a geçiyor.
Yaşanan iki Karadeniz uşağının öfkeli kişiliğinin ürünü falan değil. AKP’nin iç savaşı!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2017 tarihli 95. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/akpnin-ic-savasi-0
Şerif Mardin gibi püritanizm karşıtı sosyologların içki yasağı, büyüğe hürmet, tesettür ve vatandaşların cinsel hayatı üzerinde kontrolün konması gibi geniş, popülist olmayan ve felsefi içeriği derin fikirlere düşman olmaları çok yazık!
DİP Merkez Komitesi Bildirisi: Zincirsiz kurucu meclis için yol haritası
Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi
Ağustos 10, 2017
Türkiye’yi 15 Temmuz’a getiren, bir gecede yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bir mini iç savaşa yol açan, 2013’e kadar bu ülkeyi birlikte yöneten iki gücün birbirinin karşısına geçmesidir. Şimdi istibdad rejimi, Türkiye’yi yıkıma ve kardeş kavgasına sürüklüyor. Kardeş kavgasına karşı emekçi halkın ezici çoğunluğunu bir araya getirecek, Türkiye’yi yıkımdan kurtarıp işçi ve emekçilerin eşitlik, adalet ve hürriyet talepleri doğrultusunda yeniden kuracak bir programa ihtiyaç var.
Muhalefetteki mevcut düzen partileri sanki hiçbir şey olmamış gibi halkın önüne önce yerel seçimleri sonrasında da aynı anda yapılacak milletvekili ve başkanlık seçimlerini koyuyor. Düzen muhalefeti 2019’a kilitlendi sanki hiçbir şey yokmuş gibi. Ancak Türkiye’de hiçbir şey olmamış gibi seçimlere gidilemez. Her şeyden önce 16 Nisan referandumu halkın vicdanında ve tarih önünde meşruiyet kazanmış değildir.
Seçimi şaibeli hâle getiren YSK’nın, kendi kararlarını çiğneyen rehin alınmış bir Anayasa Mahkemesi’nin, cübbesinin olmayan düğmesini iliklemeye çalışan bir başkanı olan Danıştay’ın kararları kimseye inandırıcı ve güvenilir gelmiyor. Halkın büyük bir kesimi “atı alan Üsküdar’ı geçti” sözünü içine sindiremiyor ve sindirmeyecek de… OHAL altında yapılan sopalı referandumun yine OHAL altında gerçekleştirilecek olan 2019 başkanlık seçimleri ile tekrarlanmasını da kabul etmek mümkün değil.
2019 projeleri kapsamında sermayenin çatısı altında aday bulma arayışları da Amerikan muhalefetini ihya etme çabaları da, Amerikancı, Almancı ve her durumda NATO’cu yeni darbe tezgâhları da kırk katırın karşısında kırk satırdır. İşçi ve emekçi çoğunluğun menfaatlerine karşıdır, aynen Erdoğan ve AKP’nin istibdadı gibi azınlık sömürücü sınıfın seçenekleridir.
İşçi sınıfının, kamu çalışanlarının, gençlerin, kadınların, küçük esnafın, kent yoksullarının, çiftçinin, yoksul köylünün kısacası emekçi çoğunluğun seçeneği başkadır. Türkiye’nin emekçi halkı sermayenin ve emperyalizmin zincirlerini kırmadan, gerçek anlamda milli iradenin tecelli etmesinden bahsedilemez. Sopalı seçimlerle zincirli bir meclisi seçmek, oylama yoluyla milletin başına bir Cumhurpatronu getirmek halkın iradesi değil bu iradenin gasp edilmesidir.
Devlet olanakları AKP’nin elindeyken, OHAL ve polis muhalefetin sesini sustururken, YSK görev başındayken hangi seçimden söz ediyorsunuz? Hakem değişmeden bu maç anlamlı olmayacak!
Seçim sonuçları istibdadın aleyhine olsa ne sonuç doğacak? 7 Haziran seçimleri yapılalı daha iki yıl oldu. AKP azınlığa düştü o seçimlerde. Çekildi mi? İstibdada karşı sandığı çözüm gösterenler bunlardan hiç mi ders çıkartmıyor?
Halkın zincirsiz iradesi ise ancak barajsız, tüm partilerin eşit haklar ve propaganda olanaklarına sahip olduğu, denetimini halkın kendi öz örgütlenmeleriyle sağlayacağı zincirsiz bir kurucu meclis seçimiyle ifadesini bulabilir.
Kurucu meclisi kim kuracaktır?
İstibdad cephesi grev yasaklarıyla, vampirlik fonlarıyla, özelleştirme ve sendikasızlaştırmayla OHAL’i sermayeye pazarlıyor, zaman zaman emperyalizmle gerilim yaşasa da özünde Soros’un “Türkiye’nin en iyi ihraç malı ordusudur” sözüne uygun şekilde emperyalizmle pazarlıkta fiyat yükseltmeye çalışıyor. İstibdadın karşısında çatı aday arayanlar da attıkları her adımda sermayenin ve emperyalizmin onayını arıyor. Hepsi eninde sonunda halkın oyunu isteyecek ama hiçbiri halkın gücüne yaslanmıyor. Kurucu meclis ise sadece ve sadece işçi sınıfının öncülüğünde halkın gücüne yaslanarak kurulabilir. Kurucu meclisi savunanların başvuracağı emekçi halktan başka bir merci yoktur.
Halk ülkenin kaderini eline almak için zincirlerini kırmalıdır!
İstibdadın zincire vurduğu meclisin karşısında zincirsiz bir kurucu meclis için halk kendisine biçilen figüran rolünü reddetmelidir. Halkın siyasete katılımı seçim zamanı oy atıp akşam televizyondan sonuçları izlemekten ibaret değildir. İşçi fabrikasında hakkını almak için sendikalaşmalıdır, grev yasaklarını grevlerle kırmalıdır. Son dönemde metal işçisi de, cam işçisi de, petro-kimya işçisi de bunun yapılabileceğini göstermiştir. Taşeron işçisi kadro vaatlerini dinlemeyi bırakmalı, zor şartlarda mücadele eden ve örgütlenen taşeron işçilerine katılmalı, bileğinin gücüyle taleplerini dinletmeyi başarmalıdır. Kamu çalışanları amirinin memuru değil halkına kamu hizmeti veren emekçiler olarak mücadele geleneklerine sahip çıkmalıdır.
Kadınlar, gençlik ve istibdada karşı hürriyet isteyen herkes sandıkta kaybolan iradesini meydanlarda ortaya koymalıdır.
Kürt sorunu sermayenin petrol sevdasına, emperyalizmin emellerine, şovenizmin hezeyanlarına bırakılamaz. Kürt sorunu bu sorunun bedelini pek çok yönden birlikte ödeyen Türk ve Kürt emekçilerinin sorunudur. Kürtlerin eşitlik ve özgürlüğü Türk emekçisine zarar vermez. Tam tersine Kürt sorununun eşitlik ve kardeşlik temelinde çözümü emperyalizmin ve sermayenin elindeki kozları alacaktır. Halkların kardeşliği işçilerin birliğini geliştirir, istibdada karşı tüm işçileri ve emekçi halkı daha güçlü hâle getirir.
Darbe girişiminin arkasında kimin olduğu bellidir. Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alan güçler ortadadır. NATO’dan çıkmadan, İncirlik’i kapatmadan Türkiye’de zincirsiz ve özgür bir halk iradesinden bahsedilemez. AB ve Gümrük Birliği boyunduruğu sürdükçe emekçinin çıkarına bir ekonomi kurulamaz. Tüm halk emperyalist zincirleri kırmak için 1 Mart Irak Savaşı tezkeresinin çöpe gönderildiği dönemki gibi seferber olmalıdır.
Zincirsiz kurucu meclis halkın tüm yakıcı sorunlarının, bizzat bu sorunu yaşayanlar olarak kendi iradesi ve talepleri doğrultusunda çözümüne giden yoldur.
Kurucu Meclis nasıl kurulur?
Kurucu meclis halkın zincirlerini kırması ve mücadele etmesiyle kurulur. Bunun için yöntemler bellidir. Halkın yapamayacağı daha da önemlisi daha önce yapmamış olduğu bir şey önermiyoruz.
Düzen partileri sadece sandık diyor. Son beş yılda (2014 30 Mart yerel seçimleri ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2015 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri ve 2017 16 Nisan referandumu) beş kez sandığa gitti bu halk. Peki sadece sandığa mı gitti? Sokakta da hakkını aradı. 2013’te Gezi ile başlayan halk isyanında 81 ilin 80’inde milyonlar sokaklara döküldü, 2014’te DAİŞ (IŞİD) denen cinayet çetesine karşı “Kürtlerin Gezisi” yaşandı. 2015’te fiili metal grevleri tüm Türkiye’de işçi sınıfının gücünü gösterdi. 2016 ve 2017’de darbe fırsatçılığı ile ilan edilen OHAL’e rağmen irili ufaklı sayısız grevler ve direnişler mevcuttur ve sürmektedir. İsteyen Adalet yürüyüşünü de 2017’nin hanesine yazsın!
Meydanlardan mahkeme salonlarına “kahrolsun istibdad yaşasın hürriyet” sloganları yükselmektedir. Sandıklara gömülen zincirli demokrasinin karşısında halkın eylemleri fabrikalarda, meydanlarda zincirsiz bir hürriyet haykırışıdır! Sandıkların böldüğü halkın birleştiği yerler fabrikalar, meydanlar, sokaklar olmuştur!
Yepyeni bir şey önermiyoruz, kurnazca bir taktikten bahsetmiyoruz, yüzde 51’e ulaşmaya çalışan bir hesabı denkleştirme çabasında da değiliz. Son beş yılda devletle ve genel olarak düzenle karşı karşıya gelmemiş neredeyse hiçbir toplum kesiminin kalmadığı Türkiye’de halkı birbirine karşı değil sömürücünün, zorbanın, emperyalistin her türlüsüne karşı birleşmeye, kardeş kavgasının yerine sınıf kavgasını geçirmeye davet ediyoruz. Birbirinden ayrı ve yer yer birbirine karşıt bir ruh hali ve siyasi etkiler altında gelişen halk hareketlerini istibdada, sermayeye ve emperyalizme karşı birleştirmekten bahsediyoruz.
Bu mümkündür ve gerçekleştirildiğinde bu halka darbeyi de istibdadı da başka tür gerici seçenekleri de dayatamazlar!
1908 Hürriyet devriminde 30 yıldır istibdadın kapalı tuttuğu meclis oylarla açılmadı, halkın yıllar süren mücadelesiyle açıldı. Milli Mücadele’nin kurucu meclisi barajların altında kurulmadı, mebusların mazbatasında padişah tuğrası aranmadı. Bugün de zincirlerini kıran halk da zincirsiz bir kurucu meclisi YSK mührüyle ya da Anayasa Mahkemesi kararlarıyla kurmayacaktır. Bu yol sadece sopalı seçimlere nazaran daha demokratik bir yol değildir, Türkiye’nin önündeki tek demokratik yoldur.
Yöntemimiz işçinin grevi, işgali, direnişi, emekçi halkın, gençliğin, kadınların meydanları sokakları dolduran yürüyüşüdür.
Çatımız emektir. Çimentomuz kardeşliktir. Hedefimiz hürriyettir!
İlk adımlar ne olmalıdır?
Çağrımız istibdadın aygıtına dönüşmüş olanlar dışındaki sendikalara, demokratik kitle örgütlerine, işçinin, emekçinin, ezilenin yanında duran partileredir. İlk adım, sopalı seçimlere razı olmayan, grev hakkından basın özgürlüğüne mücadeleyle kazanılmış her şeyin çiğnenmesine tepki içinde olan, emperyalizmin himayesini reddeden, halktan başka hiçbir güce dayanmayan, istibdada karşı hürriyet kavgası veren herkesin güç, söz ve eylem birliği yapmasıdır!
Ya 2019’da yeni bir sopalı seçim ya zincirsiz, barajsız kurucu meclis seçimleri; ya emperyalizmin ve sermayenin çatı adayı ya emeğin çatısı altında birleşen halkın demokratik mücadelesi; ya emperyalizmin himayesi ya halkın iradesi; ya istibdad, darbe, diktatörlük ya zincirsiz kurucu meclis ve hürriyet!
Hiçbir tartışma ve şüpheye yer bırakmayacak bu gerçek karşıtlıklar üzerinden hareket eden herkes kurucu meclis talebinde birleşmelidir. Tüm güçler bu talebin içini kendi anlayışınca doldurabilir, kendi programını kitlelere sunabilir. Önemli olan düzenin dayattıkları dışında bir başka alternatifin olduğunu geniş halk kitlelerine duyurmaktır. Bunun için ortak konferanslar, paneller, çalıştaylar, işyeri toplantıları yeri geldiğinde kitlesel eylemler düzenlemektir.
Daha önce de söylediğimiz gibi işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar, Kürtler, Aleviler, tüm ezilen kesimler farklı biçimler altında mücadele etmektedir. Bu mücadelelerin birbirine karşı değil tam tersine birbiriyle dayanışma içinde olması, tüm bu mücadelelerin Türkiye’nin işçi sınıfının öncülüğünde yeniden kurulması mücadelesinin parçası haline gelmesi için birleştirici bir odak oluşturulmalıdır.
Sermaye ve emperyalizm dışında kimse dışlanmamalıdır. Zaten bu yüzde 99’a seslenmenin ve ona ulaşmanın da anahtarıdır! Türkiye’nin sendikal ve sol geleneğinde, işçi hareketinin, kamu emekçilerinin mücadele deneyiminde bunu başaracak birikim ve güç mevcuttur!
4 Ağustos 2017
http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/dip-merkez-komitesi-bildirisi-zincirsiz-kurucu-meclis-icin-yol-haritasi
“‘Tandoğan’lardan önce Anadolulu’ya bakış farklı mıydı?”
Cogunlukla ‘hayir, farkliydi’; ama, ‘evet, biraz vardi’ tarafi da var.
Var olan kismina ‘Etrak-i bi-idrak’ sozuyle isaret edebiliriz. Yani, Saray’da Enderun egitimi almis olanlar ve onlarin yaninda yetismis olanlar (ya da, bunlarin bir kismi) oyle bakiyordu. Ama, bu, hem cok ama cok dar bir zumrede mevcuttu; hem de, bu laflar ahaliden cok uzakta soylen(ebil)iyordu.
Bu da, bizi, ‘hayir, farkliydi’ kismina goturur. Su acidan: Alevi-Sunni kesim arasinda her zaman bir dislayicilik olmustur; ama, bu (ilgili nufuslarin pek de birarada yasamayislari yuzunden/sayesinde) akademik olmaktan ileriye gidemiyordu.
“Değilse, o garabetleri düzeltmek için o zamanlarda da bir ‘Kurtuluş Savaşı’ yapıldı mı? (Celali isyanları? Babai isyanı? Bedreddin?)”
Benim kasdettigim anlamda bir ‘Kurtuluş Savaşı’ndan bahsedemeyiz, bence.
Acayim:
Ben, nacizane, hem ‘Babai isyanı’ni hem de ‘Celali isyanları’ni farkli gorurum. Ikisi de, kuraklik donemlerine rastlamis, aclik yuzunden ortaya cikmis isyanlardir.
‘Babai isyanı’, daha verimli (oldugunu dusundukleri) topraklara gecis izni verilmedigi icin, ‘Celali isyanları’ ise, gidecek daha verimli topraklar sozkonusu olmadigi icin, yasanan acliga isyan eden kitlelerin isyanidir. Siyasi bir hedefleri yoktur –varsa da ben bilmiyorum.
Bugunden bir ornekle benzestirecek olursak, ‘devlet kapisindaki isimden atildim, isimi geri istiyorum’cularin gunluk perhizler seklinde sergiledikleri ‘isyan’a benzerler.
Buna karsilik, ‘Bedrettin isyani’, mahiyet olarak, farklidir.
Kendisi de yonetici taifesinden olan, Bedrettin, Fetret Devrinde yanlis ata oynamis (Musa Celebi) ve o kaybedip Mehmet Celebi tahta oturunca surgun yemis. Yani, izzet ve ikbalden dusmus, klasik bir muhalif portresi cizer.
[Bizdeki Osmanlidan kalan Pasazadelerin cocuklarinin neredeyse tumunum ‘solcu’ ve muhalif olmalarina benzetebilirim. Kendisi de bunlardan birisi olan Nazim Hikmet Ran’in Bedrettin’i destanlastirimis olmasini yadirgamiyorum.]
Siyasi bir hareket organize etmege calistigini dusunmekle beraber, bunu daha yeni sayilacak bir gecmiste Osmanli’ya katilmis ama henuz entegre olamamis/edilmemis beylikler uzerinden yaptigina bakinca, bildigimiz ‘taht oyunlari’ turunden bir siyasi hareketten bahsediyoruz bence.
Bunlari altalta koyunca, bu isyanlarin, karakteristik olarak, bugunkune pek de benzemedigini dusunuyorum.
“‘Erdoğan’ların dili, üslubu, tepeden bakışı (tepeden baktığı kitleler dışında) ‘Tandoğan’larınkilerden farklı mı?”
Nerede durdugunuza gore degismekle beraber, bu noktada kendi acinizdan hakli olabilirsiniz.
Ama, su detayi gozden kacirmamak lazim:
Bugun ne bir Hanedan tarafindan yonetiliyoruz, ne de rejim (en azindan acikca/alenen) Baasci bir rejimde yasiyoruz.
Oyunun adi 1950’lerde degisti. Demokrasi diyorlar. Ideali hicbir yerde sozkonusu olmamakla beraber, otekilerden farki, cogunlugun oylari cok seyi tayin ediyor artik.
Yaklasik yuzyildir, bir azinlik tarafindan kendisine tepeden bakilan cogunluk, o azinliga tepeden bakan (oyle tavirlar sergileyen) birisine, haliyle, sempati duyacaktir.
RTE de, muhakkak, bunun farkinda ve onu da cok iyi kullaniyor.
RTE’yi bu acidan elestirebiliriz, tabii ki. Fakat, o degilse baska birisi bunu yapar; cunku, bu elverisli ortami yuzyildir hazirlayanlar hala daha hatalarindan donmegi akil edemiyor –ya da istemiyorlar.
“Balkan göçmenleri”
Benim baktigim yerden, ‘Balkan göçmenleri’ ile ‘Balkan Oligarsisi’ ayni sey degil.
‘Balkan Oligarsisi’ siyasi bir zumredir –‘Bogazici Aisreti’ gibi, kavramsal bir terimdir.
1920-30 yillarinda akseri ve mulki yapida onemli idari gorevlerde bulunanlar ve onlarin fikri^/yonetsel devamina/uzantilarina isaret eder.
‘Balkan göçmenleri’ ise, homojen olmayan, turlu cesitli sebeplerle Balkanlarin muhtelif yerlerinden Turkiye’ye goc etmis, etmek zorunda kalmis, olan insanlara yonelik bir grup ismidir. Siyasi acidan bir blok degildirler; toplumun geri kalani kadar cesitlilik gosterirler.
DİP’te kaymalar olduğu kanısındayım. 15 Temmuz’a üstü kapalı bir güzelleme olan Sungur Savran’ın geçen günkü yazısından sonra kurucu meclis önerisini içeren bu yazıdaki şu satırlar ilginç: Kurucu mecliste, “Sermaye ve emperyalizm dışında kimse dışlanmamalıdır” deniyor. Diyelim ki, sermayenin temsillcisi Tusiad dışlanacak ama AKP kurmayları dışlanmayacaktır. Ben böyle anlıyorum.
Küçük olmadığı halde mide bulandıranlar da vardır.
“Diyelim ki, sermayenin temsillcisi Tusiad dışlanacak”
TÜSİAD küçük değildir, ama mide bulandırır.
Dün (hatta bazılarına göre kısmen bugün de)
Baş çelişki emek ile sermaye ve emperyalizm arasında değil, statükocu Kemalist bürokrasi (Balkan oligarşisi) ile sivil toplum, seçilmiş siyaset, “büyük toplum güçleri” (R. Margulies’in ifadesi), AB, burjuva demokrasisi vb. arasındadır.
Bugün
Baş çelişki emek ile sermaye ve emperyalizm arasında değil, AKP diktatörlüğü / faşizmi ile ona muhalif olan, ister emekçi ister patron her sınıftan toplum güçleri arasındadır:
TÜSİAD, “çapulcuyum” diyen patronlar (ama tankların önüne çıkan emekçiler değil), öğrenci gençlik, beyaz yakalılar, asker-sivil aydın zümre (15 Temmuz) gibi.
“Benim baktigim yerden, ‘Balkan göçmenleri’ ile ‘Balkan Oligarsisi’ ayni sey degil.”
“‘Balkan Oligarsisi’ siyasi bir zumredir –‘Bogazici Aisreti’ gibi, kavramsal bir terimdir. 1920-30 yillarinda akseri ve mulki yapida onemli idari gorevlerde bulunanlar ve onlarin fikri^/yonetsel devamina/uzantilarina isaret eder.”
Fetihlerle birlikte ilk İslam devletini kuran “Kureyş oligarşisi” ile “Hicaz göçmenleri” arasındaki fark gibi mesela.
Şener Akkılıç, Kemal Meraloğlu, Abdullah Gülen, Fethullah Gül, Alican Baba, hatta yarın bir gün Davut Ahmetoğlu bile olabilir
Bütün pisliklerin kaynağı sermaye ve emperyalistler olmayıp faşist AKP diktatörlüğü veya Kemalist Balkan oligarşisidir.
RTE’siz, AKP’siz, diktatörlüksüz, Balkan oligarşisisiz mis gibi kapitalizm dururken devrim gibi boş hayallere gerek yoktur.
“Fetihlerle birlikte ilk İslam devletini kuran ‘Kureyş oligarşisi’ ile ‘Hicaz göçmenleri’ arasındaki fark gibi mesela.”
Detaylarini bilmiyorum. Ama, isabetli bir benzetme gibi duruyor.
“Bütün pisliklerin kaynağı”
Bu tur ‘tevhid’cilikler de bir baska oluyor.
Illa ‘bütün pisliklerin’ tek BIR kaynagi olmak zorunda.
Buna karsilik, ‘bütün temizliklerin’, ‘bütün iyiliklerin’ de, haliyle, tek BIR kaynagi olmak zorunda.
Hos geldin binlerce yildir aramizda olan inanc sisteminin yeni kelimelerle dile getirilmis sekli.
Kisacasi, insanin epeyi zamandir evrim gecirmedigi asikar. Icimiz rahat olabilir.
Yarın bir iktidar gelip de AKP’lilere ve “RETÖ”cü “terörist”lere yönelik bir cadı avı başlattığında kimler destekleyecek, kimler karşı olacak?
“Illa ‘bütün pisliklerin’ tek BIR kaynagi olmak zorunda.
Buna karsilik, ‘bütün temizliklerin’, ‘bütün iyiliklerin’ de, haliyle, tek BIR kaynagi olmak zorunda.”
Çok doğru.
O halde gelin, biraz da “Balkan Oligarşisi”nin temizliklerinin, iyiliklerinin ne olabileceğini konuşalım.
Temizlikleri pisliklerinden fazla bile olabilir hatta.
Pislettikleri bir yere mukabil, on yeri temizlemişlerdir belki de.
Bütün pisliklerin tek bir kaynağı olduğunu söyleyen düzen muhaliflerine kanmayın!
Onların önerdiğinin tersini yapın!
Yani ABD – AB – NATO – TSK – EGM – JGK – MİT – DİB – TÜSİAD – MÜSİAD – TRT – DHA – NTV – CNN TURK – CNN INT – OHAL – YSK – AYM düzenlerine hiç sorgulamadan boyun eğin! Zaten sorgulasanız ne yazar? Değiştiremezsiniz!
Demirtaş, Erdoğan’a dava açtı
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, hakkında ‘terörist’ ifadesini kullandığını öne sürdüğü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında 60 bin liralık tazminat davası açtı.
Edirne F tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, G20 zirvesi sonrası düzenlediği basın toplantısında hakkında ‘Terörist’ ifadesini kullandığını öne sürdüğü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aleyhine manevi istelişye dava açtı. Demirtaş’ın avukatları Sertaç Buluttekin ve Aygül Demirtaş Gökalp Diyarbakır Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava dilekçesini verdi. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Demirtaş’ın Eş Genel Başkanı olduğu HDP’nin 6 milyon 58 bin 489 oy alarak TBMM’de temsil edilen 3’üncü parti olduğu belirtilen dilekçede, Demirtaş’ın, Türkiye’nin en etkili muhalefet liderlerinden biri olduğu kaydedildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Demirtaş ile ilgili yargı ve yargı bağımsızlığına müdahale niteliğinde açıklamalar yaptığı iddia edilen dilekçede, şöyle denildi:
“Son olarak, hem müvekkilin kişilik haklarına saldırı, hem yürütme erkinin, yargı erki ve yargı bağımsızlığına müdahale niteliğinde bir açıklama; Almanya’nın Hamburg kentinde düzenlenen G 20 zirvesine Türkiye Cumhuriyeti devletini temsilen Cumhurbaşkanı sıfatıyla katılan davalı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gerçekleştirilmiştir. Anayasa’ya göre suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar hiç kimse kimsenin suçlu sayılamaz. Davalı Recep Tayyip Erdoğan, mevcut durumda ‘Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla Türkiye’nin en etkili ve yetkili kişisi konumundadır. Son Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı makamına verilen ‘Devlet Başkanlığı’ sıfatıyla, Cumhurbaşkanlığı görevini ifa eden davalı Recep Tayyip Erdoğan’ın devlet organları üzerindeki etki ve yetkisi daha da artmıştır. Yüksek yargı mensuplarını belirlemek için verilen atama/seçme yetkileri adalet sistemi üzerinde Cumhurbaşkanının etkisi ve yetkisi çok ciddi oranda artmıştır. Davalının herhangi bir söylemi, devletin organlarında görevli birçok yetkili tarafından emir telakki edilmekteyken; müvekkil için kullandığı beyanların müvekkilin yargılandığı mahkemeleri, müvekkil aleyhine etkileyeceği güçlü bir olasılıktır. Davalının bu açıklamaları ile müvekkilin, hukuk güvenliği ve sahip olduğu adil yargılanma hakkı da davalı tarafından kabul edilemez şekilde, ihlal edilmeye çalışılmaktadır.”
Dilekçede Türkiye’de bir kişinin terör suçlusu tanımlanabilmesi için, o kişi hakkında kesinleşmiş bir mahkeme kararı olması gerektiği belirtilirken Demirtaş ile ilgili terör suçundan kesinleşmiş hiçbir mahkumiyet kararı olmadığı kaydedildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buna rağmen kullandığı ‘terörist’ ifadesi ile musamiyet karinesini yok sayarak Demirtaş’ın manevi varlığına saldırıda bulunduğu belirtilen dilekçede, şöyle devam edildi:
“Davalı, Cumhurbaşkanlığı görevini ifa eden biri olarak, vatandaşlarının tamamının haklarını korumakla mükelleftir. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm bireylerin hukuk güvenliğini sağlamak ve korumak birinci derecede Cumhurbaşkanı’nın görevidir. Davalının Cumhurbaşkanlığı görevinden kaynaklı yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi müvekkilin hukuk güvenliğini tehlikeye düşürdüğü ve anayasa ile koruma altında olan birçok hakkını ihlal etme gayreti içinde olduğu görülmektedir. Davalının ifadeleri, siyasi rekabet içinde olduğu müvekkil Selahattin Demirtaş hakkında kullanması, müvekkilin siyasi faaliyetlerine yargı eliyle engel olmak istendiğine dair kuvvetli şüpheler uyandırmaktadır.”
Hakkında yasal faiziyle birlikte, 60 bin 584 lira 89 kuruş manevi tazminat kararı verilmesi istenen dilekçede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarının Demirtaş’ın kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğu öne sürüldü. Dilekçede, “Müvekkil tarafından söylendiği davalıca iddia edilen sözlerin hiçbiri, müvekkil tarafından söylenmemiştir. Örneğin müvekkil hiçbir yer ve zamanda ‘Bizim arkamızda PKK, PYD, YPG var’ dememişr ve bu söylem üzerinden hiç kimse ve kuruma meydan okumamıştır. Davalı, bu gerçek dışı söylemi ile müvekkili illegal bir yapılanma içinde gösterme gayreti içindedir. Toplumda ciddi bir etki ve sempatisi olan müvekkilin, anayasa göre bütün milleti temsil etmektedir. Bu konumu nedeniyle yapılan saldırılar, başta Eş Genel Başkanlığını yürüttüğü partisine oy veren 6 milyon 58 bin 489 kişi olmak üzere bütün millete yapılan saldırılardır” ifadeleri yer aldı.
AKP’nin dış politikası: Tehlikeli yalnızlık
Gerçek
Ağustos 12, 2017
Geride bıraktığımız iki ay boyunca Erdoğan, AKP ve yandaş basın, başka ülkelerle sürekli bir gerilim yaşadı. Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn Katar’a abluka uygulamaya başlayınca iktidar tarafını Katar olarak belirledi. Bunun üzerine bu blok Türkiye’ye yüklenmeye başladı, Türk askerinin Katar’dan çekilmesi gerilimin sona erdirilmesinin koşullarından biri oldu. Sonra Almanya ile kriz başladı. Kısa süre sonra da ABD ile gerilim yeniden yükseldi. İşin çarpıcı yanı şu: Suud, Erdoğan ve AKP’nin en yakın dostları arasında geçiyordu hep. ABD ve Almanya ise NATO ittifakının en güçlü iki ülkesi. Yani iktidar hep “aile içi” kavga çıkartıyor!
Rabiacılık bataklığı
AKP’nin dış politikası, tarihin gördüğü en başarısız dış politika örneklerinden biri olarak ders kitaplarına girecek kadar başarısız. Aslında bu politikaya yön veren güdünün ne olduğu biliniyor. Tayyip Erdoğan’ın bütün Sünni İslam dünyasının “reis”i olması. Bu, şimdilik alçakgönüllü olarak Arap dünyasının önderliğine indirgenmiş durumda. O konuda da Erdoğan’ın artık resmi ideolojisi halini almış olan Rabiacılık esas yol olarak görülüyor.
Nedir Rabiacılık? Erdoğan ve taraftarlarının başparmağı içeri kıvırarak dört parmakla yaptıkları el işaretinin simgelediği bu ideoloji, etrafında yaratılan efsaneleri falan bir yana bırakırsanız, Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslimin) denen uluslararası bir Arap hareketiyle ittifak demek. 2011-2013 arasında Mısır, Tunus, Fas, Suriye, Filistin (Hamas) gibi ülkelerde iktidarda olan ya da iktidar umudu olan İhvan hareketi ile AKP iktidarı ve Katar sıkı bir ittifak içindeydi. Ama 2013’ten beri (Fas hariç) bütün bu ülkelerde ittifakın mensupları ya politik olarak yenildiler ya da bu ittifaktan uzaklaştılar. Erdoğan ise bu yolda yürümekte ısrar etti. Şimdi Katar ile baş başa kalmış olmasının ardında bu ısrar yatıyor. Rabiacılık bir süredir ısrarla söylediğimiz gibi Erdoğan’ın stratejik yönelişi halini almıştır. Ve Arap dünyasında onu yalnızlaştırmaktadır.
NATO’yla gerilim
Bu stratejik yöneliş Erdoğan’ı aynı zamanda Türkiye burjuvazisinin artık etle tırnak gibi birleşmiş olduğu emperyalist ülkelerle karşı karşıya getiriyor. Önce şunu saptayalım: AKP’nin emperyalist ülkelere karşı izlediği politika bütünüyle ikiyüzlüdür. Yandaş basını her gün ABD’ye ve AB ülkelerine saldırtıyorlar. Sonra kendileri şöyle açılımlar yapıyorlar: “Biz sayın Trump’ın seçilmesinin Ortadoğu’da çok hayırlı olacağını bekliyoruz.” Ya da: “Alman şirketlerini Türk şirketi gibi seviyoruz.” Yandaş basını okuyan ya da Erdoğan’ın veya bakanlarının ara sıra verdiği demeçleri dinleyen insanlar, ABD Türkiye’yi yıkmaya çalışıyor, Avrupa Türkiye’yi bölmeye can atıyor, iktidar da onlarla savaşıyor diye düşünebilir. Ama İncirlik’i ABD’ye kullandırtmaya devam eden, Suriyeli mültecilere karşı AB ile birleşik cephe kuran da AKP iktidarının kendisidir! AKP emperyalizmden ve İsrail’den nefret eden halkın gözünde kahraman olmak istiyor, ama “emperyalizme itaat, Siyonizmle ittihat” politikasını devam ettiriyor!
Bu ikiyüzlülük bir yana bırakıldığında bile AKP’nin emperyalizmle bir dizi çelişki yaşadığı ortada. Bu çelişkiler çok farklı görünümlere bürünebilir. Diyelim AB Türkiye’de basın özgürlüğünün yokluğunu eleştirebilir. AKP iktidarı ise Erdoğan’a mizah yoluyla hakaret edilmesini ya da bakanının konuşturulmamasını öne çıkarabilir. Ama esas çelişki, Rabiacılık’tan kaynaklanıyor. ABD ve AB, Türkiye’nin Arap dünyasına öncülük hevesi içinde kendi kontrolü dışındaki güçlerle ittifakını onaylamıyor. Radikal İslamcı hareketlerle (örneğin Hamas’la yahut Suriye’nin selefileriyle veya İhvan’la veya bir aşamada DAİŞ’le) ilişki içinde olmasını kabul etmiyor. AKP iktidarı ise hem NATO ittifakından ve Batı emperyalizmiyle ilişkilerden yararlanmak istiyor, hem de Rabiacılığını sürdürmek. İşte gerilimin esas nedeni bu.
Öyleyse, bütün çelişkilerine, karmaşıklığına, büründüğü biçimlerin çeşitliliğine rağmen esas kavga biri emperyalist, öteki ise gerici bir bölgesel yayılmacılık olan iki politika arasındaki gerilimden patlak veriyor. Emperyalizm ve Arap dünyasının çoğunluğunun derdi Türkiye ile değildir, AKP’nin politikası iledir.
Tek yol var, o da yol değil!
Tayyip Erdoğan, sırları hâlâ titizlikle gizlenen 15 Temmuz darbe girişimini “eniştesi”nden öğrendiğini söylemişti. O eniştenin Putin olması ihtimali yüksek. Rusya’nın emperyalizmin saldırısı ile karşılaşan AKP iktidarına yardım elini uzatıp onu kendi yanına çekmek istemesi akıllıca bir politika olarak görülebilir. Suriye politikasından S-400’lere kadar birçok şey bu yakınlığı pekiştiriyor. Şimdi Katar’da ısrar Türkiye’yi ayrıca İran’a yaklaştırıyor. Yani yalnızlaşan Erdoğan ve AKP’nin o bloka sığınması olanaklı.
Ama Sünni kampın liderliğini elde etme stratejisi, İslamcı hareketlere kendi ulusal güvenliği için karşı olan Rusya ile Sünni kampın birleşmesini kendi Şii rejimi için tehlike gören İran’ın çıkarlarıyla taban tabana zıt. Dolayısıyla, Sünni kampın liderliği için yola çıkan Erdoğan ve AKP, bu politikayı izlerse sığınağını da yitirecek. Ne kadar başarılı bir dış politika değil mi? Yalnızlık Erdoğan ve AKP’yi düşüş yoluna sokuyor.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2017 tarihli 95. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/akpnin-dis-politikasi-tehlikeli-yalnizlik
Necip’in anti-balkanoligarşisiciliğinin çok eleştirdiği anti-kapitalizm, anti-emperyalizm, anti-AKP/RTEizm’lerden ne farkı var?
Demek ki “anti-x-izm”in sorunu “anti”de değil, hangi “x” olduğunda.
“O halde gelin, biraz da ‘Balkan Oligarşisi’nin temizliklerinin, iyiliklerinin ne olabileceğini konuşalım.”
Konusalim, konusmasina da, bu neyi degistirir?
Ben, prensipsiz devirmeciligi benimsemedigimi defaatle ihsas ettim. Ayni nefesle, sunlari da ekleyeyim: Ben, ‘Balkan Oligarşisi’nin siddet/cebir kullanilarak yer ile yeksan edilmesini onermiyorum.
Gerek de yok buna.
‘Balkan Oligarşisi’ dogal omrunu tamamladi, bence. ‘Tarih’ olmak zamani geldi.
Bunu boyle soylemek anti-‘Balkan Oligarşisi’cilik degil.
“düzenlerine hiç sorgulamadan boyun eğin! Zaten sorgulasanız ne yazar? Değiştiremezsiniz!”
Sorgulamagi en buyuk marifet sayarsaniz, degistirmenin de sirf sorgulamakla olacagini sanarsiniz. Bir omru heba edersiniz…
Benim dedigim sudur: Sorgulamanin bir miyadi olmasi lazim. Yani, bir yerde bitirip, uygulamaya gecmek gerekir.
‘Aman satvetime/iffetime halel gelmesin’ diyerek uzak durup haricten protesto okumakla bir yere varabilecegini sananlari gordukce hayretim ka(na)tlaniyor..
“‘Balkan Oligarşisi’ dogal omrunu tamamladi, bence. ‘Tarih’ olmak zamani geldi.
Bunu boyle soylemek anti-‘Balkan Oligarşisi’cilik degil.”
Kapitalizm doğal ömrünü tamamladı, bence. ‘Tarih’ olmak zamanı geldi.
Bunu böyle söylemek “anti-kapitalizm” değil.
“Sorgulamanin bir miyadi olmasi lazim. Yani, bir yerde bitirip, uygulamaya gecmek gerekir.”
Hiç olur mu öyle şey? Uygulamaya geçersek gürültüleriyle etrafı rahatsız eden Gezici gençlerin durumuna düşeriz!
Buna hakkımız yok! Özgürlükler başkalarının özgürlüklerinin başladığı yerde biter! “Düzen karşıtlarına karşı olanların özgürlüğü”nü çiğneyemeyiz!
Suriye’de paylaşım mücadelesi kızışıyor
Gerçek
Ağustos 12, 2017
Suriye’de DAİŞ’in, en büyük finans ve nüfus kaynağı olan Musul’u kaybetmesi, başkenti olarak gördüğü Rakka’nın kuşatma altında olması ve hemen hemen her cephede gerilemesi umulduğu gibi Suriye’de suların durulmasına ve barışın ufukta gözükmesine neden olmuyor. Tam tersine DAİŞ’in gerilemesi Suriye üzerindeki paylaşım mücadelesini kızıştırıyor.
ABD Kuzey Suriye’ye iyiden iyiye yerleşiyor
ABD emperyalizmi, İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nin güvenliğini sağlamak üzere birtakım adımlar attı. Esas üslenmekte olduğu bölge ise Rojava. DAİŞ’in Kürt halkına yönelik katliamlarını istismar eden ABD, bölgeye iyiden iyiye yerleşti.
Kobani ve başka bölgelerde kurdukları 10 askeri üsse ait görüntüler Türkiye basınına yansıdığında yaşanan polemikler oldukça ilginçti. ABD, bu haberlerin askeri sırları ifşa ettiğini ve Amerikan askerlerinin güvenliğini tehlikeye attığını söyledi. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü ise Anadolu Ajansı’nı “bir haber ajansı olarak konuyu gündeme almış olabilir” diyerek savundu. Bu sözler elbette ki Suriye’ye silah taşıyan MİT TIR’ları haberi dolayısıyla tutuklu ve tutuksuz yargılanmakta olan gazetecileri akla getirdi.
MİT’in TIR’ları ABD’nin üsleri
MİT TIR’larının insani yardım taşımadığı ne kadar açık ise ABD üslerinin de Kürt halkı dâhil olmak üzere bölge halklarının güvenliğini sağlamaya yönelik olmadığı o kadar ortadadır. ABD üsleri Suriye’de bir emperyalist işgalin dayanak noktalarıdır. Rojava’da etkin olan Suriye Demokratik Konseyi eş başkanı İlham Ahmed, Amerikalıların Rakka’nın alınmasından sonra da bölgede uzun süre kalması gerektiğini savunarak, Suriye’de demokratik bir rejim kurulmasında ABD’nin önemli rol oynayacağını ileri sürdü.
Bu son derece yanlış bir tutumdur. Suriye’de emperyalizmin kalıcı olmasını savunmak, Kobani’de kuşatma altındayken can havliyle askeri desteği kabul etmek ve cani çeteleri savuşturmaktan farklıdır. Kürt halkı özgürlüğünü emperyalizmin taşeronluğunu yaparak elde edemez. Rojava’da kurulan ABD üslerinin en başta Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının önünde birer engel olduğu kısa zamanda görülecektir. Dahası ABD, Kürtleri kendine muhtaç etmek için halklar arasındaki düşmanlığı körüklemekten fayda sağlayacaktır. Bu yüzden SDG güçleriyle Rakka’nın güneyinden stratejik Deyr ez Zor’a doğru ilerleyen Suriye ordusu arasındaki çatışmaları kışkırtmaktadır.
İdlib’de taşeronlar arası savaşı
Suriye’nin bir başka sıcak bölgesi ise İdlib. Halep’in Esad’ın eline geçmesinin ardından göz ardı edilen bu bölge sivil nüfusun yanında tekfirci mezhepçi örgütlerle doldu. Son dönemde bu bölgede adını Heyet Tahrir Şam (HTŞ) olarak değiştiren ve bir dizi örgütü çatısı altında toplayan El Kaide kökenli yapı (eski El Nusra) ile Türkiye ve Batı emperyalizmi destekli yine Sünni mezhepçi karakterdeki Ahrar-üş Şam örgütü sert çatışmalar yaşadı. Çatışmalar sonucunda Türkiye sınırı HTŞ güçlerinin eline geçmiş bulunuyor. Rusya ile yapılan çatışmasızlık bölgesi anlaşmasında Türkiye’nin İdlib’in kuzeyinde asker bulundurması öngörülmüştü. Ancak bunun şu anda HTŞ güçleriyle sıcak çatışma içine girmeden gerçekleşmesi mümkün görünmüyor.
Afrin tuzağı
Kürtlerin hâkim olduğu Afrin bölgesi ise kuzeyden Türk Silahlı Kuvvetleri ve doğudan TSK destekli ÖSO güçleri tarafından askeri baskı altına alınmış durumda. Sınır bölgelerindeki çatışmalar ve yer yer topçu atışlarının bir askeri operasyona dönüşüp dönüşmeyeceği henüz belirsiz. Rusya’nın tavrı önemli çünkü bu ülke Afrin’de hâlâ asker bulunduruyor ve Türkiye bu bölgeye askeri operasyon yapmak için Rusya’dan açık çek almış değil. Rusya, Afrin bölgesini bir pazarlık kozu olarak elinde tutuyor.
Türkiye açısından Afrin’e girmenin yeni bir kapana sıkışmak demek olduğunu Gerçek gazetesi daha önce yazdı. Ancak içeride sıkışan AKP’nin şovenist bir propaganda ile kamuoyu desteği aramak için böyle bir operasyonu zorlamak istemesi kimseyi şaşırtmamalı. Ancak bu siyasi hesapların bir ucunda her zaman Türk, Kürt ve Arap emekçi çocuklarının kanı ve canı olduğu asla unutulmamalı.
Yeni kanlı senaryolara hayır!
Afrin’e girmek için yeşil ışık yakılması karşılığında Türkiye’nin bir de İdlib’deki gayya kuyusuna girmesi ve ne Rusya’nın ne de ABD’nin içine girmek istemediği kirli işleri halletmeye soyunması muhtemeldir. İşçi ve emekçiler tüm bu senaryolara kati olarak karşı durmalıdır. Türkiye’nin dış politikasının ve özelde Suriye politikasının komşu devlet ve halklarla barışı ve kardeşliği temel alması işçi ve emekçilerin çıkarınadır. Bu barış ve kardeşlik dünyasına çiçekli yollardan geçerek gidilemez. Hiçbir zaman unutmayalım ki ortak düşmanlar olan emperyalizm ve Siyonizme karşı mücadele, halklar arasındaki barış ve kardeşliğin yegâne harcıdır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2017 tarihli 95. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/suriyede-paylasim-mucadelesi-kizisiyor
http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/08/alimler-oy-kullanma-meselesinde.html
“ABD ve Yahudi lobileri, Chp’den çok, Akp’nin iktidar olmasını istiyor, ben Tayyib’in yerinde olsam, neden İslam düşmanları Chp’yi değil de beni istiyor diye kendime bir sorarım”
…
“Oy kullanmak caiz olsaydı, Chp’ye oy vermek daha layık olurdu, zira Chp’nin zararı müslümanlara yönelik iken, Akp’nin zararları İslam’ın kendisine yöneliktir”
…
Yine bazı durumlarda bir münkere mani olmanın oy kullanmaktan başka bir yolu olmadığında, yeri geldiğinde oy kullanmanın vacip bile olabileceğini söylemişim, bunu hala söylüyorum. Ses kaydından kesilip alınan kısımda Fransa’daki peçe yasağını kaldıracak kafir partiye oy vermenin zaruret olduğunu söylemişim, doğrudur, çünkü Fransa’da hükmedecek olan parti, yine kafirlere hükmedecektir, bu durumda zaruretlerden olan tesettürün önündeki bir engel kalkacaktır. Fransa’da yaşamak mecbur olmadıkça caiz değil, o ayrı mevzu, mecbur kalan Müslümanlar için söyledim bunu. Peki bunu Müslüman bir ülkede küfrün hükümleriyle hükmedecek olan ve kendilerini İslam’a nispet eden Akp’liler ile nasıl kıyas edersiniz? Bir kimse, Akp’lileri ve Türkiye’deki halkı tekfir etmedikçe onlara oy kullanmayı caiz göremez! Aksi halde bir Müslümanın (mesela Tayyib’in) Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek esasına dayalı bir parlementoya, batıl bir sistemin kurallarına uymak üzere girmesine hangi Müslüman razı olabilir? Buna nasıl onay verebilir? Bu yüzden Türkiye’deki sistemde oy kullanmayı caiz görmek Haricîlikten bir şubedir!
…
Şeriat talep eden Mısır halkına giderek: “Aman demokrasiden vaz geçmeyin” diyor, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyor, “Her dine karşı eşit mesafedeyiz” diyor, “Kadınların çarşaf giymesi gibi aşırılıklara biz de karşıyız” diyor, tesettürün yasak olduğu ve birçok münkerâtın mevcut olduğu okullara çocukları göndermeyi mecbur kılıyor, göz boyamak için “One Minute” şovu yapıyor, ertesi gün gidip İsrail’li alçaklardan özür diliyor, her gün yalan söylüyor, müzik, kadın erkek karışıklığı, pantolon giymek, sakalı kesmek, hadis inkârı vs. birçok münkeratı caiz sayıyor, Fetocu münafıkları devletin her yerine soktuktan sonra, dünyayı paylaşamayınca, CIA’in Fetö’yü alet ederek sözde darbe girişimlerini, menfaat kapısına çevirip “Demokrasi için şehitlik, gazilik” vs. saçmalıklarla Müslümanların kanlarını birbirine döktürüyor, camileri bu pis oyunlara alet ediyor, neler neler… Sanki Fetö darbeyi becerseydi bunlardan farklı mı olacaktı?
…
İki şerden biri Akp, diğeri Chp öyle değil mi?
Din düşmanı olan dinsiz Chp, Din düşmanı olmayan dinsiz Akp öyle mi?
Peki ya oy kullanmayıp, sabretmek gibi hayrın ta kendisi olan bir seçenek dururken, oy kullanmak nasıl bir zaruret oluyor?
…
Söyler misiniz Akp ile Chp’den hangisi kitap ehli, hangisi kitapsız kafir?
Her ikisi de kendisini İslam’a nispet eden, Müslüman olduklarını söyleyen, buna rağmen her ikisi de demokrasi vaad eden iki nifak fırkası değil mi?
Yoksa siz tekfirci misiniz? Chp’lileri tekfir mi ediyorsunuz?
Gerçi hocanız her ikisine de dinsiz diyor, sonra da takiyye yapıyor ama neyse… Nasıl olsa çevresinde sizin gibi sözden anlamayan aptallar var, bir şey anlamazsınız.
Tiksinti verici şeyler ortadan kaldırılmalı. Mesela şunlar;
“Bu memlekette gerçekten alçakça olan, insanı burada yaşamaktan tiksindiren şeyleri listeleyin kafanızda. Milliyetçi isteri. Yalnız ve farklı olanı ezme hırsı. Hürriyet gazetesi. Yargıtay. 6-7 Eylül. Göt gibi konuşan genelkurmay başkanları. Bürokratik hayasızlık. Kürt düşmanlığı. Soykırım inkârcılığı. Deniz Baykal. Ogün Samast. Devlet Bahçeli. Türk Tarih Kurumu.”
http://mehmetnatik.blogspot.com.tr/2012/04/bana-kemalistler-cinayet-isledi.html
(Zileli’nin cevabı nedir?)
Ablasını PKK’nın öldürdüğü HDP’ye 3 kez oy veren BirGün yazarı Cüneyt Cebenoyan Gazete Habertürk’ten Kübra Par’a konuştu.
CÜNEYT CEBENOYAN KİMDİR?
– Sinema eleştirmeni, radyo programcısı ve oyuncu.
– BirGün Gazetesi’nde haftalık sinema eleştirileri yazıyor.
– Avusturya Lisesi ve Boğaziçi Ekonomi mezunu.
– 1984’te 12 Eylül darbesine ve 1982 Anayasası’na karşı çıktığı için tutuklandı, 14 ay hapis yattı.
– Express ve Roll dergilerinde yazılar yazdı, CNN Türk’te çalıştı. Açık Radyo’da Erkekler, Kadınlar ve Rock’n Roll, Ahtapotun Bahçesi ve Erguvani İstimbot gibi programlar yaptı.
– ‘Hayatboyu’, ‘Gözümün Nuru’, ‘Dar Elbise’ ve ‘Çıplak Gerçek’ filmlerinde oynadı.
– Eşi Ayşegül Cebenoyan, anne-baba koçu ve çevirmen.
– 1999 depreminde 2 yaşındaki oğlunu ve anne-babasını kaybetti.
– Elif adında 15 yaşındaki kızı Avusturya Lisesi’nde okuyor.
– 1994’te Taksim’deki PKK saldırısında hayatını kaybeden kız kardeşi Yasemin Cebenoyan, St, Benoit’den mezun olduktan sonra önce Fransız dili ve edebiyatı, sonra arkeoloji okumuştu. Arkeolog olarak kadro bulamadığı için rehber olarak çalışıyordu.
*
Türkiye 3 gündür Trabzon’da PKK’lı teröristlerin öldürdüğü 15 yaşındaki Eren’e ağlıyor.
Yıllar önce benzer bir acıyı BirGün yazarı, sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan da yaşamıştı.
Ablası arkeolog Yasemin Cebenoyan, PKK’lı bir teröristin 30 Aralık 1994’te Taksim The Marmara Oteli’nin altındaki pastaneye koyduğu bombanın patlaması sonucu can vermişti. Aynı saldırıda yazar Onat Kutlar da hayatını kaybetmişti.
Cüneyt Cebenoyan, kısa süre önce sosyal medya hesaplarında yönetmen Fatih Akın’ın Rojava’daki YPG’lileri konu alan yeni film projesini eleştiren bir yazı kaleme aldı ve Türk solu içindeki belli bir kesimin PKK ile arasına yeterince mesafe koyamadığını dile getirdi.
Cebenoyan’ın “Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir. Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler’ derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez. PKK ablanızı öldürür. Tek talebiniz özür dilenmesi olur. Dilemezler ama talep eden olarak siz ırkçısınızdır” diye devam eden sözleri, özellikle sol çevrelerde büyük yankı uyandırdı.
Ablası Yasemin Cebenoyan’ı PKK saldırısında kaybeden BirGün Gazetesi yazarı ve sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan Gazete Habertürk’ten Kübra Par’a konuştu.
İşte o röportaj:
– Fatih Akın’ın “Rojava’’ adlı yeni filmine, “CIA’nın emrindeki örgüt devrim yaparsa Fatih Akın da sinema yapar. Akın’ın yeni filmi ‘Rojava’. Standart Türk entelektüeli, Batı hangi fikri pompalıyorsa onu içselleştirir’’ diyerek tepki gösterdiniz. Ne demek istediniz?
Açık aslında ne dediğim. Fatih Akın’ın yeni projesini tanıtma aracı, YPG’nin bir propaganda posteri. Bir sanatçının bir siyasi hareketle bu kadar mesafesiz olması, zaten temelde yanlış bir şeydir. Kaldı ki sen bunu YPG ile yapıyorsun. YPG’nin PKK ile aynı şey olduğu açık. YPG’nin IŞİD’e karşı kendi toprağını savunmasını ben de destekledim ama olay orada kalmadı ki. Şu anda YPG, Amerikan ordusuyla birlikte Kürtlere ait olmayan köyleri ve kasabaları işgal ediyor. Mesela Hıristiyanların terk ettikleri köylere, kasabalara girip oradaki mallara, mülklere el koyuyor. YPG’nin ya da PKK’nın devrimcilik sıfatını hak ettiğini düşünmüyorum. Devrimcilik Amerikan karargâhlarında yapılmaz.
– “Batı, YPG/PKK için ‘Özgürlük savaşçısı devrimciler’ derse, Türk entelektüeli orada başka hiçbir şey görmez” demişsiniz. Sol entelektüel kesim içinde PKK’yı özgürlük savaşçısıymış gibi görenler ve hatta böyle görmeyenlere mahalle baskısı uygulayanlar mı var?
Solda belli kesimler arasında PKK’yı ve PYD’yi idolleştirme durumu var. Ama derler ya: “PKK, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkencelerden dolayı ortaya çıktı.” Eğer PKK mağduriyetin bir sonucuysa ve dolayısıyla makul görülmesi gerekiyorsa IŞİD’i de makul gör, çünkü o da bir mağduriyetin sonucu. O da Irak’ta yıllarca sürdürülen ambargo, işgal, ardından Libya’nın yıkılışı ve Suriye’de olanların sonucu… Ama elbette IŞİD’in savunulacak bir yanı yok. İntikam hakkı diye bir hak yok. Ben silahlı mücadeleye hiçbir zaman inanmadım.
PKK’nın ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum. Nasıl bir vahşet uyguladıklarını duyuyorduk. Burun kesmeler, kulak kesmeler, infazlar… Ve bunları yaptıkları insanlar solculardı. Kendilerine alan açmak için alternatif bütün muhalefeti şiddetle yok ettiler. Kimse PKK’dan yana değildi. Tuhaf, satanist bir örgüt muamelesi görüyordu. O zamanlar daha 1984’teki meşhur karakol baskınını yapmamışlardı. O sırada ben 12 Eylül cuntasını eleştirdiğim için hapisteydim ve Dev-Yol ve Dev-Sol’cularla kalıyordum. O ana kadar PKK neredeyse sapık bir örgüt olarak görünürken, devlete karşı bir saldırı gerçekleştirdiğinde sol örgütlerin takdirini kazandı.
‘FATİH AKIN BATI TRİBÜNÜNE OYNUYOR’
– Fatih Akın için “Çaptan düşmeye başlayınca, kendisini kabul ettirmek için ya soykırım üzerine bir şeyler söyler ya Kürt meselesine dalar” demişsiniz. “Fatih Akın tribüne oynuyor” demek mi istiyorsunuz?
Genelleme yaparak biraz haksızlık da etmiş olabilirim ama bir sanatçı içinde yaşadığı topluma ters gelebilecek, kendisini riske atacak şeyler söyleyebilmeli. Fatih Akın bunu yapmıyor. Tam tersine Almanya gibi soykırım tasarısını kabul etmiş bir ülkede soykırım filmi yapıyor. Tribüne oynamak budur çünkü senden beklenen budur. Elbette çok büyük bir felaket yaşanmış, bu konuda kuşkum yok ama Almanya’nın bu tasarıyı geçirmesinde başka niyetler olduğunu düşünüyorum. Alman medyasında PYD, insan hakları için mücadele eden şahane bir örgütmüş gibi yazılıyor. Ama ben bunun geçmişini de Türkiye’de neler yaptığını da biliyorum. Sivilleri öldürmese sorun ortadan kalkacak mı? Sen ne hakla askere giden çocukları öldürürsün? Ne hakla maça gelmiş polisleri öldürürsün? Bunlar yargısız infazlardır, cinayettir. Adını koymak lazım.
‘ONAT KUTLAR’IN ÖLÜMÜ SUİKAST DEĞİL TESADÜFTÜ’
– Aslında bütün bu tartışmanın temelinde sizin kalbinizde yatan bir acı var. 30 Aralık 1994’te Onat Kutlar’ın can verdiği Taksim The Marmara Oteli’nin altındaki Opera Pastanesi’ndeki patlamada, siz de kız kardeşiniz Yasemin Cebenoyan’ı kaybetmiştiniz. O gün ne olmuştu?
Yasemin Hanım kimdi? Yasemin, 37 yaşında bir arkeolog ve rehberdi. 29 Aralık’ta ailece doğum gününü kutlamıştık. Ertesi gün bir arkadaşı hediyesini vermek için davet etmiş. Onat Kutlar da Filiz Hanım ile evlilik yıldönümlerini kutlamak için oradaymış. Portmantoya asılı bir paltonun cebindeki bomba patlatılmış. Onat Kutlar’ın şahsını hedef alan bir eylem değil, sivilleri hedef alan bir patlamaydı. Olaydan kısa bir süre sonra bir PKK’lının yakalandığı açıklandı. Açıkçası ben başta inanmadım. Çünkü İBDA-C adlı örgütün yayın organında yılbaşı gecesini zehir edeceklerine dair ifadeler kullanılmıştı. Dolayısıyla olağan şüpheli olarak PKK’ya yıkıldığını düşündüm. Fakat sonra gelişmeler İBDA-C olmadığını gösterdi. Sultanahmet Meydanı’na bırakılan bir bombalı aracın takibi sonucu Deniz Demir adında bir PKK’lı yakalandı ve Taksim’deki bombayı da kendisinin koyduğunu itiraf etti. Benzer araçlarla benzer eylemleri yapmış bir kişi, “Ben yaptım” diyor. İBDA-C’nin böyle bir eylem gerçekleştirdiğine dair kanıt yok. Kaldı ki PKK çıkıp da “Biz yapmadık” demedi.
– “Ama Onat Kutlar’ın ölümünden bahsedilirken ‘PKK yaptı’ denilmiyor. Bu gerçeği bir tek Türk solcusu ve liberali kabul etmiyor” diyorsunuz…
Onat Kutlar’ın kimliği belli. Aydın, solcu, laik bir Cumhuriyet Gazetesi yazarı. Sanki eylem ona yönelik bir suikastmış ve dinci faşizan bir örgüt tarafından hedef alınmış gibi yazılıp çiziliyor. Ama öyle değil. Onat Kutlar’ın ölümü tamamen tesadüf. O sandalyede değil de başkasında oturuyor olsaydı başına bir şey gelmeyecekti. Ayrıca bu eylem yılbaşı gecesi yapılmadı ki, bir gün öncesi… “Bu işi İBDA-C yaptı” gibi bir imaj vermeye çalışanlar var. Peki, onların adına kim yaptı? İBDA-C diye bir kişi yok ki… PKK’lı Deniz Demir, “Ben yaptım” diyor.
– Onat Kutlar’ı PKK’nın değil de dinci İBDA-C’nin öldürdüğünü düşünmek daha mı çok işine geliyor birilerinin?
Kesinlikle öyle. Sağ, İslamcı örgütler üzerine çalışmalar yapan, aralarında Ruşen Çakır’ın da olduğu uzmanlarla konuştum. “Kesinlikle PKK’dır. İBDA-C’nin bunu yapabilecek ne gücü ne de örgütlenmesi var” dediler. PKK’nın buna benzer eylemleri zaten var. Kuşadası’nda minibüs infilak ettirmek, Sultanahmet’e bombalı araç bırakmak, Mavi Çarşı, Çetinkaya Mağazaları, daha bir sürü saldırı… Bakın, bu benim kişisel meselem değil. Ablam olmasa da bu adamlar bunları yapıyor ve buna karşı çıkmak lazım ama ben her sesimi çıkardığımda sopa gösterildi.
‘YASEMİN’İN ÖLÜMÜNDEN MÜTHİŞ SARSILDIK’
– Ablanız Yasemin arkasında nasıl bir hayat bıraktı, aileniz nasıl etkilendi?
Müthiş sarsıldık. Babamın işi falan vardı, kendisini başka alanlarda var edebiliyordu ama annem çok korkunç etkilendi. O güne kadar çok dindar olmayan annem, kendini dine verdi. Günlerini dua kitapları, Yasin okumakla geçirdi.
‘PKK İNSAN ÖLDÜRMEKTEN BAŞKA NE YAPTI?’
– Peki, Kürtlerin demokratik haklarını desteklemekle ve hatta HDP’yi desteklemekle PKK’yı desteklemek arasına yeterince kalın bir çizgi çekilemediği oluyor mu?
Evet, kesinlikle! Ben, PKK’nın bırakın demokratikleşmeye katkısı olduğunu, engellediğini düşünüyorum. PKK başından beri bir ölüm makinesi olarak çalışıyor. Bugüne kadar insan öldürmekten başka ne yaptı? Sürekli milliyetçiliği ve militarizmi körükledi. Neyi savunduğunu bile doğru dürüst bilmiyoruz. Bugün ABD’yle ve CIA ile bu kadar yakın ilişkileri varsa bunun geçmişi ne zamana kadar uzanıyor? Elbette Kürtlerin sorunları var. 1938’de Dersim’de korkunç bir katliam yapılmış örneğin. Yılarca “Kürt diye bir şey yoktur” denilmiş. Faili meçhul cinayetler işlenmiş ama bunlar PKK vahşetini meşru kılmaz. Türkiye’de ezilen, baskı gören ya da zulme uğrayan bir tek Kürtler değil. Ama böyle davranan bir tek PKK…
‘TÜRK SOLU KENDİNİ PKK’DAN AYRIŞTIRMALI’
“PKK’nın öldürdüğü devrimci öğretmenler karşısında solun suskunluğu malumdur. Türk solu kendini PKK’dan ayrıştırmadığı müddetçe bence kitleselleşme şansı yok. Elbette Türk solu içinde böyle olmayanlar da var ama PKK ve sol aynı şeylermiş gibi bir izlenim verenler var.”
‘HDP’YE OY VERDİM AMA HUZUR BULMADIM’
– PKK’dan direkt tehdit aldığınız oldu mu?
Direkt tehdit nedir bilmiyorum ama aldım. Adları sanları belli, HDP Şişli İlçe Örgütü Yönetim Kurulu üyelerinden Pınar Yiğitoğulları bana Messenger’dan, “Hesabını soracağız” falan diye tehdit ve hakaret etti. 170 tane ortak arkadaşımız var. Bu benim mahallemden birisi ve bana hakaret ediyor, beni tehdit ediyor. Mahkemeye versem başına işler açılacak. Böyle şeyleri nasıl yapabiliyorlar, anlamıyorum.
– Bir yazınızda, “Ablam Yasemin yaşasaydı, oyunu HDP’ye verirdi” demişsiniz. HDP’ye oy veriyor musunuz? Yoksa ablanızın farklı bir politik çizgisi mi vardı?
HDP’ye 3 kez oy verdim. Hem de “Benden HDP’ye oy vermemi nasıl beklersiniz?” diye kendi mahalleme seslenen bir yazı yazdıktan sonra oy verdim.
– Tereddüt etmiş miydiniz?
Tabii ettim, hiçbir zaman içim huzur bulmadı. Katliam bombacılarının cenazelerini sırtında taşıyan HDP’li yöneticilerin ihraç edilmediğini gördükten sonra da artık oy vermem. O zaman da PKK ile HDP’li arasında bir bağ olduğunu bilmiyor muyduk? Ama o dönemde Demirtaş’ın çok pozitif söylemi vardı. Açıkçası ablamınki gibi başka cinayetler olmasın, siyaset, siyaset meydanında, Meclis’te yapılsın diye, içimde bin tane kavga sürerek gittim HDP’ye oy verdim. Bir yandan da benim bütün çevrem, bütün mahallem HDP’ye oy veriyordu.
– Peki o mahallenin şimdiki fikri nasıl? PKK’ya artık tepki gösteriyorlar mı?
Hayır, pek değişen bir şey yok. Bunlar kolay kolay değişen şeyler değil. Çünkü arkasında anlık kararlar falan yok, dünyaya bakış açısı var. PKK’nın Marksist bir örgüt olduğu sanılıyor ama milliyetçi bir örgüt. En başından beri iktidar isteyen bir örgüt. Orada Karayılan gibi, Öcalan gibi kendi iktidarını isteyen adamlar var. Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun Türkiye’den kopmayı ve bağımsız bir devlet olmayı istediğini zannetmiyorum. Benim mahallemin PKK’yı hoş görmesinin üzerimde çok ciddi psikolojik olumsuz etkileri var. Mahallenizde bir katil var ve o katil ablanızı öldürmüş, çevrede dolaşıyor. Onunla her gün karşılaşıyorsunuz ve mahalledeki herkes ona saygı gösteriyor. Tecavüzcünüzün ortalıkta dolaştığını ve saygı gördüğünü düşünün, nasıl hissedersiniz? Bunun gibi bir durum. Bunu en yakınlarım bile anlamıyor.
odatv, 13 Ağustos
“Böylece (içinden çıktığı) Yahudi ve Hıristiyan yumurtasının kabuklarını büyük bir gayretle kırmak suretile İslâmı müstakil hale getirirken, onu aynı zamanda müsbet mânada Araplığa yaklaştırdı. O zaten kendisini evvelden beri daima, Tevrat ve İncil’de de mevcut olan vahyi ilâhiyi Arap dilinde telâkki ve neşreden, hususî olarak Araplara gönderilmiş bir Peygamber addetmekte idi. Görünüşe göre o, hiçbir zaman Mekke’deki Kâbe ve Kâbe’nin tanrısına karşı tabiî sempatisini inkâr etmemiştir. Fakat o şimdi, şeraitin sevkı ile, bu istikamette çok daha kesin bir adım attı. Kıbleyi değiştirdi, namaz esnasında yüzü artık Kudüs’e değil Mekke’ye döndürmeyi emretti. Mekke, Kudüs’ün yerine, hakikî mukaddes mahal, Allah’ın kâinattaki asıl yeri ilan olundu. Kâbe’ye hac ve hattâ Haceri esved’in öpülmesi kabul edildi, bir müşrik ibadet merkezi, halka mal olmuş bir müşrik bayramı İslâm’a kabul edilmiş oldu. Bunu müdafaa için mutad olduğu üzere tarihten istiane olundu. Mukaddes mahal ve Mekke ibadeti önceleri monoteist ve İbrahim tarafından tesis edilmiş, ancak sonraları tereddi ederek müşrik olmuş imiş. İman’ın babası İbrahim Yahudilerden alınarak İslâm öncesi bir Arap İslâmı’nın kurucusu haline getirildi ve Mekke bu İslâm öncesi İslâm’ın merkezi addolundu. Bu suretle İslâm Yahudilikten kesin olarak ayrılmış ve millî-Arap dinine inkılâb etmiş oluyordu.”
Julius Wellhausen / Arap Devleti Ve Sukutu
Tencere dibin kara, seninki benden kara
Gerçek
Ağustos 14, 2017
Erdoğan, Isparta’da katıldığı bir açılışta yine Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklendi. CHP’li belediyelerde taşeron işçilerin yaşadığı sorunları gündeme getiren Erdoğan, “adalet” diyen Kılıçdaroğlu’nun önce kendi işçilerine adaletli davranması gerektiğini söyledi. Erdoğan, kendince Kılıçdaroğlu’nun zayıf karnına vuruyor. Gerçekten de CHP, belediyelerde özellikle de işçi hakları söz konusu olduğunda “adalet” kavramıyla oldukça çelişkili bir pratik sergiliyor. Bu durum CHP’nin dün de bugün de bir burjuva partisi olmasından kaynaklanıyor. Öte yandan Erdoğan’ın bu durumu eleştirmesi de halk arasındaki “tencere dibin kara, seninki benden kara” sözünü hatırlatıyor.
AKP 15 yıldır iktidarda. Bu 15 yılda işçi sınıfının sendikalaşma olanakları dibe vurdu, yasal kazanımları tırpanlandı, büyümeden aldığı pay azaldı, kiralık işçilik gündeme geldi, iş cinayetleri hızla arttı. İşsizlik ise yükselmeye devam ediyor. Erdoğan’ın kendisi işçilerin en temel hakkı olan grev hakkını OHAL vesilesiyle nasıl gasp ettiklerini anlatmaktan çekinmiyor. İşçi haklarını gasp etmeyi patronlara yaranmak için bir reklam vesilesi haline getiriyor. Erdoğan’ın bir başkasını işçilerin hakkını vermemekle suçlaması gülünçtür. Üstelikte mesele taşeron işçiler olduğunda Erdoğan’ın komedisi adeta bir trajediye dönüşmektedir. Çünkü AKP’nin işçi düşmanı icraatının doruğa çıktığı konuların başında taşeronlaştırma gelmektedir.
AKP iktidara geldiğinde toplam 390 bin civarında seyreden taşeron işçi sayısı bugün iki milyonu geçmiş durumda. AKP, 1 Kasım 2015 seçimlerinde taşeron işçisine kadro sözü verip bunu tutmadığı gibi başta karayolları, köy hizmetleri ve sağlık kuruluşları olmak üzere muvazaalı yani hileli şekilde çalıştırılan taşeron işçilerin kadroya geçmesini öngören mahkeme kararlarını da uygulamıyor. Taşeronlaştırmanın başta madenler ve tersaneler olmak üzere iş cinayetlerini arttırdığı bilimsel olarak kanıtlanmış durumda iken Soma’da taşeronun kâr hırsıyla ve devletin göz yummasıyla katledilen 301 işçi için “bu işin fıtratında var” diyen de, hakkını arayan taşeron maden işçisini korumalarına tekmelettiren de Erdoğan’ın kendisidir. Kendi seçim mitinginde kadro talep eden taşeron işçisine “nankör”, “provokatör” diyen de odur. Seçimden sonra adım atılacak deyip tek adım atmayan da AKP hükümetidir.
CHP belediyelerinde yaşanan taşeron sömürüsünün toprağını iktidar partisi olarak AKP bizzat kendi elleriyle atmış durumdadır.
Tablo ortadadır. İki milyon taşeron işçisi kadrolu ve güvenceli çalışmayı hak etmektedir. Bu hakkı almak için tek yol vardır o da örgütlenmek ve mücadele etmektir. Taşeron düzeninden nemalananlardan çözüm beklemek, çözümü değil patron partilerinin polemiklerine meze olmayı getirir. Taşeron işçileri, farklı renklere bürünmüş patron partilerini terk etmelidir. Kendi çıkarları etrafında birleşmelidir.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/tencere-dibin-kara-seninki-benden-kara
Evrensel Hukuka Karşı Şeriatın İhyası
Ömer Laçiner
03 Ağustos 2017
Türkiye’nin kaderini belirleyegelen başlıca siyasal güç ve akımların tümü, önlerine “modern-Batı uygarlığı”nın düzeyine ulaşmak, hatta aşmak gibi bir hedef koymuş olmalarına rağmen; o “düzey”in en özgün ve önemli ögelerinden biri olan hukukun evrensel norm ve ilkelerini içselleştirmiş toplumlar haline gelebilme amacını pek de ciddiye almamışlardır. En ileri modern toplumlarda bile zaman zaman ve kısmen de değil, dönem dönem ve geniş çaplı ağır hukuk ihlallerinin olagelmesi, kimi yasaların açık-örtük tarafgirliği bu tutumu kolaylaştırmış olabilir. Ama asıl belirleyici neden, tümü de o “düzey”e devlet gücü ve yetkilerini bir biçimde kullanarak erişmeye koşullanmış bu siyasal güç ve akımların, evrensel hukuk norm ve ilkelerine uyma zorunluluğunun ciddi bir ayak bağı, kısıtlayıcı bir faktör olacağı noktasında hemfikir olmalarıdır. Sözkonusu norm, ilke ve değerler, ulaşılacak “düzey” maddi –güç– göstergeleri ile yeterli hale gelinceye kadar “idare edecek ölçüde” tutulabilirler.
Ülkedeki tüm siyasal güç ve akımların kendi ideolojik “malzemeleri” ile içeriklendirdikleri bu ortak zihniyet kalıbı, siyaseti son analizde bir güç mücadelesi/savaşı olarak algılayan geleneksel zihniyetten beslendiği için gayet yerleşik olagelmiştir.
O nedenle, daha AKP iktidarının ilk yıllarında, henüz “Cemaat” ve AKP’nin yargıya egemen olduğundan bahsedilemediği dönemde, savcı ve hâkimler arasında yapılan geniş çaplı bir araştırmada bu “hukuk adamları”nın büyük çoğunluğunun evrensel hukuk normları ve ilkeleri ile “devlet çıkarı” çatıştığında “elbette devletten yana tavır koyarım” demesi kamuoyumuzda hemen hiç tepki uyandırmadı. “Normalimiz” buydu çünkü.
Ancak, AKP iktidarı özellikle 15 Temmuz fırsatını tepe tepe kullanarak bu “normal”i bile çok aşağı bir düzeye indirdi. Ve bunu 15 Temmuz’la –güya– gerekçelendirerek açtırdığı davalar ve yürüttüğü işlemlerle o biçimde yaptı ve yapmaya devam ediyor ki; artık o eski ve çarpık “normal”in dahi yeniden oturtulması mümkün olamayacak. Çünkü AKP, Erdoğan’ın reisliğindeki rejim, Türkiye’nin son iki yüzyıldır hukuk alanında kör topal da olsa gerçekleştirebildiği sınırlı ilerleme ve birikimi berhava etmekte, enkaza dönüştürmekte hiçbir beis görmemektedir. Tam aksine bunu gayet “bilinçli” biçimde yapmaktadır. Cumhuriyet gazetesine karşı açılan ve bırakın hukuku, yasa kavramını bile fütursuzca çiğneyen, akıl, iz’an ve vicdanla bağını tamamen koparmış dava bunun tek değil sadece en göze batar örneğidir. Erdoğan rejimi bu gibi davaların yanısıra, genel yargı düzeninin tümüne yaydığı uygulamalar ile asli amacını giderek belirginleştirmiştir. Bu amaç –adını şimdilik koymadan– bir şeriat hukukunu, onun Ortaçağ ve daha gerisine uzanan zihniyet dünyasını, kurallarını “yeniden” geçerli kılmak diye özetlenebilir, özetlenmelidir. Cumhuriyet gazetesine karşı açılan dava, Erdoğan rejiminin bu konudaki kesin kararlılığının açık göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda da o şeriat hukukunun –üzerinde pek durulmayan ama asli önemde olan– boyutlarını açığa vurması bakımından da dikkate değerdir.
Burada kastettiğimiz şey, sorunun birtakım salt dinî ölçüt ve değerlerin yasalara ve yargı mekanizmasına “yedirilmesinden” ibaret olmadığıdır. Tıpkı, geçen hafta Meclis’e getirilen ve herhalde derhal yasalaştırılacak olan “dinî nikâh”ın resmîleştirilmesi tasarısının nikâh akdinin müftülüklerce de yapılması ile sınırlı, “pratik” bir düzenleme olarak görülemeyeceği gibi. Gerçi tasarının kendisi de o pratik işlemin gerisine yerleştirdiği kimi düzenlemeler ile asli amacın –modern– kadın hakları kavramının içeriğini boşaltmak, sakat, iğdiş hale getirmek olduğunu pek saklamamaktadır da.
Bununla birlikte, yine de, bu ve ilerde daha da çoğalacak benzer girişimlere bakıp, şeriat hukukuna dair bu ülkede yüzyıllardır bilinen ve yapılan eleştirilerle yetinen bir mücadele perspektifinin ötesine geçilmelidir. O nedenle burada böylesi bir perspektifi oluşturabilmek için özellikle dikkate alınması gereken bazı noktalara işaret etme gereğini duyuyoruz.
Bu bağlamda ilk değineceğimiz nokta, şeriat hukukunun temel mantığı ile evrensel hukuk normlarının dayandığı mantığın çok büyük ölçüde uyuşmaz olduğuna ilişkin zaten bilinen bir vargının kaynağına dair kısa bir “hatırlatma”dır.
Malumdur ki; –modern– evrensel hukukun aksine şeriat hukuku, yasalar ve kurallar önünde –ister devlet ister kişiler olsun– herkesin eşit hak ve yükümlülüklerle yer alması ilkesini kabul etmez. Pek çok durum ve yasalar karşısında devlet kişilere, erkekler kadınlara, Müslümanlar gayri-Müslimlere göre açık imtiyaz ve avantajlarla yer alırlar. Hele devletin açıkça taraf olduğu ve devlet “reis”inin bizzat müdahil olduğu davalarda, devletin haklarını dilediği kadar genişletmesinin yanısıra, yükümlülüklerinin hiçbirini yerine getirmemesi bile “normal” sayılır. O nedenledir ki örneğin “Cumhuriyet” davasında, devlet adına savcının kurduğu saçma sapan bağlantıları, gülünç bile denemeyecek sarsaklıktaki akıl yürütmelerini delil diye gösteren bir iddianame geçerli sayılır ama o “delil-kanıt” diye yazılanların ipe sapa gelmezliğini eksiksiz gösteren sanıklar sadece “mahkeme duvarı”na çarpmış olurlar, o kadar.
Durumun tam tamına böyle olduğunu en gözü dönmüş Erdoğan’a biatlı takımı bile görebilir. Burada “bunu görüp de hiç mi vicdan sızısı duymuyorlar?” gibi, onlar için geçerliliğini çoktan yitirmiş sorularla oyalanmanın gereği yok. İkinci olarak üzerinde duracağımız nokta; şeriat hukukunun, biri diğerine göre daha imtiyazlı sayılan (devlet-birey, erkek-kadın, Müslüman-gayri-Müslim yani zimmî) iki tarafın olduğu davaların çoğunda bu tür vicdansızlıklarla karşılaşabilmemizin kökenine ilişkin bazı tesbitlerdir.
Bilindiği üzere İslâm hukuku –şeriati– ondan önce var olan ve hak/yükümlülükler konusunda eşitsizliği esas alan hukuk zihniyetini devralıp kendine uyarladı. Ancak, bunu yaptığı ilk dönemlerde, bir genellemenin sınırları içinde konuştuğumuzu da dikkate alarak diyebiliriz ki, daha öncekilere kıyasla bazı bakımlardan daha vicdanlı ve makul düzenlemeler getirmiş ve bu işleyişi sürdürmeye çalışmıştır.
Ama dikkat edilmelidir ki; bu durum ve işleyiş İslâm’ın genişleme, yükseliş ve dolayısıyla da özgüveninin yerinde olduğu dönemlere tekabül eder. Şeriat hukukunun en alt –imtiyazsız– kesim saydığı zimmîlerin, gayri-Müslimlerin bile kendi dinî hukuklarının geçerli olacağı hükümdarlıkların tebaası olmaktansa şeriat hukuku altında olmayı tercih ettikleri dönemler bile yaşanmıştır.
Ne var ki İslâmî hukukun geçerli olduğu devletler, içerden veya dışarıdan güçlü bir meydan okumayla karşılaştıklarında ilk terk ettikleri de bu hukukî işleyiştir. Sözkonusu tehdit –aslında bir meydan okuma, üstün nitelikte oluş iddiasıdır– kalıcılaştıkça ve hele de giderek baş edilemez göründükçe İslâmî hukuk savunusunun da “çıtası düşmekte”, devraldığı ve kısmen de iyileştirdiği hukuk zihniyetinin de gerisine çekilebilmektedir. Özgüven kaybının, nitelikçe üstünlük iddiasını ileri süremez hale gelmenin, daha ötesi çağın üstün nitelik saydığı unsurları edinmenin İslâm’ı bitirme sonucu vereceği endişesine kapılmanın “doğallaştırdığı” bir süreçtir bu. Bu yüzden de, örneğin Osmanlı devrinde, şeriat hukukunun en hoşgörüsüz ve katı biçimde uygulanması talebiyle öne çıkan Kadızadeler “hareketi”nin ve benzerlerinin Osmanlı “duraklama” ve gerileme dönemlerinin tipik vakalarından olması ve dönem dönem devlete egemen olabilmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu açıdan bakıldığında, bugün ilk yapılacak tesbit şudur: Recep Tayyip Erdoğan reisliğinde –adı açıkça konulmamakla birlikte– yürürlüğe konmuş olan İslâmî hukuku-“şeriat”i ihya projesi, o ekibin ve onların koşulsuz destek kitlesinin, maddi-manevi güçlerini giderek büyüttükleri, iç ve dış rakipleri ile aradaki güç farkını kendi lehlerine hızla değiştirdikleri ve dolayısıyla da özgüvenlerinin sürekli arttığı, nitelikçe üstünlük iddialarının temellerini gittikçe sağlamlaştırdıkları bir döneme tekabül etmiyor. Tam aksine, tüm bu sayılan ölçütlerin negatif yönde –ve hızla– görünürleştiği bir dönemdir sözkonusu olan. AKP iktidarının ilk dönemlerinde göz boyayıcılığından fazlasıyla yararlanılan büyüme balonunun daha fazla üfürülemeyecek –neredeyse patlayacak– hale gelmiş olmasını çaresizce izlemenin ağır tedirginliği, o büyümeye alan açacak dış politika “seferleri”nin neredeyse tümünün fiyaskoyla –hezimet bile denebilir– sonuçlandığının giderek görünür hale geleceğinin korku ve telaşı içinde girişilmiş bir hamledir bu şeriati ihya projesi. İçerdeki, “zimmî” saydığı her türden “modernist”i düşman kategorisine yerleştirerek karşısına alan, onların “Eski Türkiye’den” kalma hukukî güvencelerini adım adım tırpanlamakla kalmayıp, onlarla akli, ahlakî, vicdani ve insani nitelikler bahsinde diyalog ve “yarışma”dan da –çok altta kalacağının bilmenin hıncıyla– vazgeçmenin kin ve intikam güdüsüyle yüklü havasından beslenmekte; baş etme umudunu tamamen tükettiği “dış dünya”yı ise kendisini mahvetmeyi birincil iş sayan düşmanlarla dolu olarak algılamaktadır.
21. yüzyılın imkân ve koşulları, bu çağa gelinceye kadar insanlığın edindiği deneyim zenginliği ve erişebileceği olgunluk düzeyi bağlamında, eğer şeriat hukukunu ihya gibi bir hesabınız olacaksa, bunu ancak yukarda özetle saydığımız tümü de olumsuz/zehirli faktörleri “kullanarak” yapabilirsiniz.
O nedenle, Bay Erdoğan ve ekibi Saray’da şeriat hukukunun somut adımlarını hangi sırayla ve nasıl atacaklarını planlayıp yürürlüğe koyarken “medyası” da bütün bunları Sünni-Türk Müslüman kitleye “normal” gösterip algılatacak o zehirli havayı, o havanın kolayca içe çekilmesini sağlayacak düşünüş iklimini oluşturmak için çırpınmaktadır.
Bu, aslında zavallıca ama o ölçüde zehirli çabalayışın bir örneği 1 Ağustos tarihli Yeni Şafak gazetesi. Sünni-Türk Müslüman kitleyi Reis ve projeleri etrafında kenetlenme kıvamına getirmenin bir parçası olarak son iki üç yıldır giderek azgınlaşan bir yalan, iftira ve ihbar kampanyasına daha az bulaşan, bunu diğer yandaş medya organlarına bırakıp, kendini asıl olarak “Reis”liğin projelerini benimsetecek zihniyet kalıplarının ve argümanlarının “üretimi”ne memur addeden bu gazete 1 Ağustos günü iri puntolarla yazılı “senaryoyu kim yazdı” manşetiyle çıktı. Burada kamuoyunda büyük tepki uyandıran Siverek’teki Atatürk heykeline yapılan saldırı ile Maçka Parkı’ndaki taciz olayı, iktidarın yıllardır estirdiği Sünni-muhafazakâr havanın harekete geçirdiği ferdi “aşırılık”lar olarak bile değil, tam aksine o estirilen havadan rahatsız olanların yönlendiricisi konumundaki güç odaklarının planladığı eylemler olarak sunuluyor. Siverek’teki kişinin o iş için görevlendirilmiş bir provokatör olduğu, taciz olayı üzerine ülke çapında “kıyafetime dokunma” pankartıyla gösteri düzenleyen kadınların da Ünilever firmasınca finanse edildikleri söyleniyor. Bu iddianın yegâne “kanıtı” da o firmanın televizyonlarda yayınlanmış bir şampuan reklamında pankart ile benzer ifadeler kullanılmış olması.
Buna da şükür! Çünkü yazının devamında geçen ay Büyükada’da seminer yaparken casusluk iddiasıyla tutuklanan insan hakları aktivistleri için, bu zahmete bile katlanılmayıp, başta Alman gizli servisleri olmak üzere birçok devletin istihbarat aygıtlarının güdümünde bir “darbe hazırlığı” yaptıkları iddiası, “bu da düşünülüyor”, “şundan da şüpheleniliyor” gibi ifadelerle ileri sürülüyor. Bir kısmını gayet yakından tanıdığım bu insan hakları aktivistlerine yapılan suçlamanın, reva görülen muamelenin düzeyi hakkında konuşmak bile zül.
Diyeceğim şu: Bu manşet ve kimi gazete yazarlarının aynı gün yayımlanan “senaryo” konulu yazıları ile Sünni-muhafazakâr Türk okur kitlesine içselleştirmeleri için verilen “mesaj”, “düşünüş kalıbı” “her durumda hem haklı hem mağdur olan sizsiniz, biziz” diye özetlenebilir. Cumhuriyet gazetesi hakkında saçma sapan bağlantılar kurup, bunları delil gibi gösterirken de sonuna kadar “haklı” olduğumuzu (nuzu) düşünün; vicdansızlık, ağır adaletsizlik bu diye dünyanın dört köşesinden tepkiler yükselirken de “asıl mağdur olan biziz, sizsiniz” diye düşünmeyi sakın elden bırakmayın öğüdüdür bu. Hatırlayalım ki, bundan 25 yıl önce, Madımak Oteli’nde insanlar, oteli kuşatan on bin kişi içinden yükselen tekbir sesleri eşliğinde yanıp kavrulmuşken, İsmet Özel diye o camianın pek muteber kişisi vicdanlara seslenenleri “Sıvas göklerinde Sırp tayyarelerinin uçmasını isteyenler” diye yaftalayabilmişti.
Dolayısıyla yeni icat bir düşünüş, anlamlandırış tarzından söz etmiyoruz. İslâm şeriatının benimseyerek devraldığı arkaik-ilkel bir adalet zihniyetinin köşeye sıkıştığında o uzak köklerine sarılmasının kaçınılmaz sonucu olan ve –ummak zorundayız ki– son deprenişine tanık olacağımız bir düşünüş biçimi bu.
Bu düşünüş biçimini empoze eden, onun doğrultusunda icraatta bulunan ve bütün bunları kapıldığı kimlik endişesiyle onaylayan kitle, bu yolun sonucunun er geç ağır bir rezillik ve toplumsal yıkım olacağını bilmiyor ya da umursamıyor olabilir. Ama tüm toplumla birlikte kendilerini de kirli bir enkaza dönüştürme yolunda şimdiye kadar ses çıkarmayan o kitleyi, sabrımızın son katresine kadar uyarmak insanlık görevimizdir. Uğranılan onca haksızlık ve vicdansızlığa direnirken, bu uyarı görevimizi safdillik olarak görmek kolaycılığına kapılmamak, bunun için ayrıca bir direniş iradesi oluşturmak, eninde sonunda kazanacağımız bu hukuk (lar arası) savaşı övünülecek bir hukuk düzeniyle taçlandırmamızın da en güçlü dayanağı ve kaynağı olacaktır.
“Hiç olur mu öyle şey? Uygulamaya geçersek gürültüleriyle etrafı rahatsız eden Gezici gençlerin durumuna düşeriz!”
3-5 tane agaci bahane ittihaz ederek ortaligi yangin yerine cevirmek ya da kaldirim taslarini sokup ahalinin dukkanlarinin vitrinine haydahlamak midir sizin ‘uygulama’dan anladiginiz sey?
Bunlari yapabilmek icin mi elestiri yapageldiniz bir omur?
“Buna da şükür! Çünkü yazının devamında geçen ay Büyükada’da seminer yaparken casusluk iddiasıyla tutuklanan insan hakları aktivistleri için, bu zahmete bile katlanılmayıp, başta Alman gizli servisleri olmak üzere birçok devletin istihbarat aygıtlarının güdümünde bir “darbe hazırlığı” yaptıkları iddiası, “bu da düşünülüyor”, “şundan da şüpheleniliyor” gibi ifadelerle ileri sürülüyor. Bir kısmını gayet yakından tanıdığım bu insan hakları aktivistlerine yapılan suçlamanın, reva görülen muamelenin düzeyi hakkında konuşmak bile zül.”
Bu yazisinda, Omer Laciner, farkinda midir bilemem; ama, bal gibi de ‘tanirim, iyi cocuktur(lar)” diyor gibi geldi bana…
ne olmuş öyle dediyse? Ben de tanırım. Çok iyi arkadaşlardır. İnsan hakları savunuculuğuna yıllarını vermişlerdir.
tipik sağcı argümanlar.
“tipik sağcı argümanlar.”
Suraya Gezicilerin ulastigi, elde ettigi, 3 adet kalici (ve anlamli) seyi yazin da, ‘tipik solcu arguman’ boslugunu doldurunuz lutfen.
“ne olmuş öyle dediyse? Ben de tanırım. Çok iyi arkadaşlardır.”
Iler Basbug da, asagi yukari, boyle demisti..
Walla.. ‘malin coksa kefil ol, vaktin coksa sahit ol’ diye bir laf vardir, malum.
‘Arkadaş’larimin, ancak ve ancak, benim gozumun onunde cereyan etmis fiilleri hakkinda bir seyler soylemege yeterli gorurum kendimi.
Ondan otesi?
Cevap: ‘Bilemem’dir.
Siz, farkli olabilirsiniz; tabii ki.
“İnsan hakları savunuculuğuna yıllarını vermişlerdir.”
Ben, cok kucuk yaslarimda, insanlarin bisiklete binerken sakiz da cigneyebildiklerini, merdiven cikarken/inerken el sallayabldiklerini filan gordugumde -sasirmis miydim, hatirlamiyorum–, en az iki isi bir arada yapabildiklerine de sahit olmustum.
http://marksist.net/ilkay-meric/tektiplestirmenin-zindanlara-uzanmasi-tek-tip-elbise.htm
Düzen karşıtı Gezicilere:
“3-5 tane agaci bahane ittihaz ederek ortaligi yangin yerine cevirmek ya da kaldirim taslarini sokup ahalinin dukkanlarinin vitrinine haydahlamak midir sizin ‘uygulama’dan anladiginiz sey?
Bunlari yapabilmek icin mi elestiri yapageldiniz bir omur?”
Ülkedeki diktatörlüğe (Balkan Oligarşisi) ve Orta Doğu’daki diktatörlüklere (Esad kardeşim > Esed, Kaddafi, Mübarek, Sisi) karşı demokrasiyi getireceklerini söyleyenlere:
3-5 tane diktatörü (Esad kardeşim > Esed, Kaddafi) ve İran’ın yayılmacılığını (Husiler, Haşdi Şabi milisleri) bahane ittihaz ederek orta[/Doğu’yu]lığı yangın yerine çevirmek ya da kaldırım taşlarını söküp ahalinin dükkanlarının vitrinine haydahlamaktan çok daha kötüsünü yapan cihatçı çeteleri (IŞİD/DAİŞ, ÖSO, Nusra) beslemek midir sizin “diktatörleri devirip demokrasi getirmek”ten anladığınız şey?
Bunları yapabilmek için mi eleştiri yapageldiniz bir ömür?
Son AKP’li entelektüel: Necip
Bütün diğerleri – “yaşıyor” görünseler bile – öldü ne yazık ki!
sahte suçlamaların yandaşısınız. Stalin devrinde yaşasaydınız NKVD sizi bir güzel istihdam ederdi.
üçten çok daha fazlası var ama sizi cevap vermeye değer bulmuyorum.
“üçten çok daha fazlası var ama sizi cevap vermeye değer bulmuyorum.”
‘Sessuzluk!’ diye tezahurat yapan Karadenizli seyirci fikrasinin canli ornegini sergilemissiniz: Cevap vermege deger bulmadiginiz benim son 4 yorumuma cevap yazmaktan bahsediyorum.
Ama, anliyorum: ‘Cevap verecek bir ornek bile bulamiyorum’ demek istemis olmalisiniz.
“Düzen karşıtı Gezicilere”
Neresi ‘düzen karşıtı’ imis Gezicilerin?
Dahasi, ‘düzen’in neresine ‘karşı’ imisler?
El cevap: Gezicilerin duzen ‘düzen karşıt’ligi filan sozkonusu bile degil. Tersine, mevcut ‘duzen’i tehdit altinda gorup onu savunmak amaciyla yapilmis (yapilmaga calisilmis) bir govde gosterisi idi.
Simdi geri donup baktigimda, Cemaat’in manipulasyonu ile, sebepsiz yere alevlen(diril)mis, bu yuzden de hic bir yere varmak ihtimali olmayan; hic bir yere varamamis bir tur ‘isyan’.. Yani, iktidar oyununda maşa.
O gunleri yasamis olanlar hatirlayacaklardir. Ugur Mumcu icin de benzeri (fakat pek siddet icermeyen) bir sosyal hareketlenme olmustu. Irticaya karsi ahali yurumus, Anitkabir’e toplasmis, Ata’larinin huzurunda antlar icmisler, yeminler etmislerdi…
Sonracima.. yillaaa sooora, Mehmet Agar (idi galiba), Guldal Mumcu’ya, Ugur Mumcu’yu oldurenin devlet oldugunu, o yuzden ne kadar yirtinirsa yirtinsin, katillerin bulunamayacagini soylemisti.
Gezi olaylari da oyledir. Tek fark, bir devlet aktoru olmaga aday olan Cemaat tarafindan kotarilmis, solcularimizin kaselerine servis edilmistir –doyurmaz ama uzun yillar yasayacak olan ici bos efsanelere bir baska ornek olarak.
buyrun bakalım. Gezi’yi de Fetö’yle bağlayan tipik AKP yorumu.
“buyrun bakalım. Gezi’yi de Fetö’yle bağlayan tipik AKP yorumu.”
‘Typification expert’ olmak yolundaki gayretlerinizi takdir etmek lazim.
Ama, bu gayretler isabetli olMAmakla malul olunca, sorun cikiyor.
Gerek bu sitede (siz veya baskalarinin), gerekse baska yerlerde, Gezi ile ilgili yazilan guzelleme ikinmalarini cok okudum.
Tamami o: Yazanin da okuanin da inanmadigi, kaale bile almadigi, ici bos sapkadan tavsan cikarmak amacli ikinmalar.
Yani, ayaklari yere basmayan guzelleme gayretleri.
Her baktigi yerde ‘sinif’ gormek icin yanip tutusan ‘solcu’ taife, hala daha Gezicilere bir ‘sinifsal aidiyet’ giydirmek icin ikiniyorlar. Sorun su ki, ‘sol’un jargonunda, ‘lumpen’ makbul bir ‘sinif’ degil; hatta siniftan bile sayilmiyor.
Lumpen taifeyi disarida birakirsak, geriye, Mustafa Kemal’i kutsallarindan sayan bir kisim ‘zinde kuvvet’ Aleviler kaliyor.
Burada da sorun su: Bu ‘zinde kuvvet’ taifesi bir ‘sinif’ degil.
Ikincisi, bunlar bir devrim filan pesinde degiller; cok olsa, ‘kazanilmis/edinilmis imtiyazlari’ni korumak pesindeler.
Yani, duzenin (muesses nizamin) yandaslari –onlar farkinda olsalar da, olmasalar da.
Geriye kim kaldi?
İdlib ve Afrin’de tehlikeli bir kılıç kalkan oyunu
Gerçek
Ağustos 19, 2017
AKP iktidarı ve MHP, Vatan Partisi gibi destekçileri, Afrin’e yönelik bir askeri operasyonun hızla gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor. Akşenerciler “ülkücü” duyarlılıkları ile geç kalındığı için muhalefet ediyor. CHP ise dokunulmazlık konusundaki pozisyonunu Afrin’de yineliyor.
Bu doğrultuda Kilis başta olmak üzere ciddi bir askeri yığınak söz konusu. Ayrıca Afrin’in doğusunda yer alan Fırat Kalkanı bölgesinde de ÖSO güçleri ciddi şekilde böyle bir askeri operasyonda kullanılmak üzere hazır tutuluyor. Operasyonun adı bile basına sızdırılmış durumda: “Fırat’ın Kılıcı”. “Kalkan”dan sonra “Kılıç”!
Bir başka sıcak bölge ise İdlib. Afrin’in güneyinde kalan İdlib’de daha önceleri Türkiye tarafından desteklenen Ahrar-üş Şam başta olmak üzere bir dizi mezhepçi ve tekfirci grup etkindi. Ancak son bir ay içinde bu gruplar El Kaide kökenli El Nusra’nın isim değiştirerek ve pek çok başka örgütü bünyesine katarak oluşturduğu Heyet Tahrir Şam (HTŞ) tarafından hezimete uğratıldı. Bölge HTŞ’nin kontrolüne geçti. HTŞ, Türkiye tarafından da terör örgütü olarak görülmekte.
Bu gelişmelerden hareketle Suriye’de Fırat Kalkanı’ndan sonra yeni bir askeri operasyonu savunanlar bunu Türkiye’nin İdlib ve Afrin’le olan sınır bölgelerinin “terör”den temizlenmesi gerektiğini, bunun bir güvenlik sorunu olduğunu söyleyerek gerekçelendiriyor.
Mesele terör mü?
Meselenin “terör” sorunu olarak ortaya konması Afrin söz konusu olduğunda Türk milliyetçiliğini kaşımak ve iç kamuoyundan destek bulmak, İdlib söz konusu olduğunda da uluslararası meşruiyet elde etmek açısından işlev görüyor. Ne var ki PYD lideri Salih Müslim’in Ankara’da ağırlandığı günlerin (2014), Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması esnasında YPG (PYD’nin silahlı gücü) ile koordinasyon içinde hareket edilmesinin (2015) üzerinden çok zaman geçmedi. Diğer yandan çok yakın zamana kadar merkezinde El Nusra’nın yer aldığı pek çok askeri başarının, Türkiye’de resmi ağızlardan muhalefetin ilerlemesine ve Esad’ın meşruiyetini yitirmesine gerekçe yapıldığı ve çok yakın zamana kadar Türkiye destekli Ahrar-üş Şam ve Türkmen Tugayları’nın El Nusra ile yakın bir ittifak içinde hareket ettiği biliniyor. Dolayısıyla Afrin için de İdlib için de “terör” söylemi inandırıcı olmaktan uzak.
Nitekim bu gerçek “terörle değil devletler çatışması ile karşı karşıyayız” diyen Yeni Şafak’ın açık sözlü yazarı İbrahim Karagül, tarafından da açıklıkla ifade edilmektedir. Karagül ve benzer şekilde Türkiye’nin adı geçen bölgelere askeri operasyon yapmasını savunanlar “devlet çatışması” içinde Türkiye’yi genellikle ABD ve İsrail’in karşısında konumlandırma eğilimindeler. ABD’nin Afrin’i kontrol eden PYD’ye destek vermesini sıklıkla dile getiriyorlar. Ancak bu noktada da ciddi çelişkiler var.
İdlib ve Afrin’den Amerikan karşıtlığı çıkmaz
Birincisi, ABD’nin genel olarak PYD’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri’ne askeri ve belirli ölçüde de siyasi destek verdiği açıktır. Ancak Afrin, Fırat’ın batısında Mınbiç’te ve doğusundaki tüm Rojava bölgesinde olduğu gibi ABD’nin fiilen bulunduğu ve etkin olduğu bir bölge değildir. Hatta bu bölgede Rus askerleri bulunmaktadır ve YGP milisleriyle verdikleri dostça fotoğraflar uzun süre tartışma konusu edilmiştir. İdlib bölgesi de ABD’nin taşeron örgütler aracılığıyla etkin olduğu, son dönemde de bu etkinliğini tümden HTŞ ve türevi örgütlere kaptırdığı bir bölgedir. Bu yüzden Trump yönetimi Temmuz ayında bölgedeki gruplara askeri eğitim ve silah desteği verilmesini öngören eğit-donat programından vazgeçtiklerini duyurmuştu. Dolayısıyla olası bir İdlib operasyonundan da ABD karşıtlığı çıkarmak güç olacaktır.
Tam tersine bu bölgelerde TSK’nın varlığı demek, bir NATO ordusunun bölgede var olması anlamına gelecektir ve bunun doğrudan anti-emperyalist bir sonuç doğuracağını düşünmek gülünçtür. Askeri operasyon yanlıları, bu savaşta çocuklarını feda edecek emekçi halktan destek almak için ABD karşıtı bir demagoji kullanıyorlar. Sürekli ima edip asla açıktan söylemedikleri şey ise Türkiye için esas tehdidin ABD olduğudur. Bunu söyleyemiyorlar çünkü ABD’nin Türkiye’ye en büyük güvenlik tehdidi oluşturduğunu söyleyen birinin sınır dışına gitmeden önce sınırın içindeki Amerikan üslerini kapatması, Ankara’da genelkurmayda yer alan Amerikan subaylarını kovması ve nihayet NATO’dan çıkması gerekirdi. Ancak iktidar ve yandaşlarının derdi ne ABD karşıtlığı ne İncirlik Üssü’nü kapatmak ne de NATO’dan çıkmak.
İdlib ve Afrin’in perde arkasında ne var?
Durum gerçekten de karışıktır. Ancak iktidar ve yandaşlarının söylemlerine bakarak İdlib ve Afrin’de olanları anlamak mümkün değildir. Gerçek tabloyu şu şekilde özetlemek mümkündür:
Türkiye’nin İdlib’de askeri operasyon yapması Esad’la görüşmeden ve Rusya’nın rızasını almadan mümkün değildir. Aynısı Afrin için de geçerlidir. İdlib sorunu Astana görüşmelerinde Rusya’nın gündeme getirdiği çatışmasızlık bölgeleri ile yakından ilişkilidir. Plana göre İdlib’te HTŞ vb. örgütlerin temizlenmesine katkı sunan “muhalif” örgütler Esad ve Rusya tarafından fiilen makbul muhalefet statüsüne yükselecek ve İdlib bundan sonra çatışmasızlık bölgesi ilan edilecektir. Çatışmasızlığın garantörleri ise Rusya (Esad’ı himaye ederek) ve Türkiye (Ahrar-üş Şam, Türkmen Tugayları gibi mezhepçi yapıları himaye ederek) olacaktır. Şu ana kadar ki gelişme tam tersi yönde olmuş. Temizlenmesi beklenen HTŞ, İdlib’de gücünü arttırmış, aksine Türkiye’nin himayesindeki örgütleri temizlemeye başlamıştır. Daha önce 2016’da Halep’i Esad’a aktif askeri destek vererek bu örgütlerden temizleyen Rusya, aynısını İdlib için henüz öngörmemektedir. Çünkü Suriye ordusu ve Rusya ağırlığını Suriye’nin doğusundaki stratejik Deyrezzor’a yöneltmiştir ve buraya doğru DAİŞ’le savaşarak ilerlerken aynı anda İdlib cephesinde savaşacak güçleri yoktur. İdlib’de yer alan Ahrar-üş Şam gibi taşeron örgütler de çuvallamıştır. Türkiye’nin İdlib ihalesine girmesi böylece gündeme gelmiştir.
Afrin kapısı ise Türkiye için ancak İdlib’de Esad ve Rusya’nın istediklerini yapabildiği ölçüde açılacaktır. Ancak bu kapının tamamen açılacağını düşünmek pek de olası değil. Olası senaryo Türkiye ve ÖSO güçlerinin Mınig Askeri Üssü ve Tel Rıfat’ı almasına Rusya’nın göz yummasıdır. Bu iki bölge Afrin’in merkezi değildir. Daha ziyade Afrin’in Mınbiç’e uzanan kısmının kesilmesi anlamına gelir. Afrin’in tamamen Türkiye’ye verilmesi Rusya açısından Kürtlerle ilişkisini tamamen bitirmek anlamına gelir. Oysa Rusya Ocak ayındaki Astana görüşmelerinden sonra muhalif bazı örgütlerle görüşme yapmış ve bu görüşmede PYD de yer almıştı. Hatta Rusya, Suriye anayasası için Kürtleri memnun edecek şekilde federasyonu da önermişti. Ruslar son Astana görüşmelerine de PYD’yi çağırmak istediklerini Türkiye’ye resmen iletmiş bulunuyorlar. Diğer yandan PYD’nin ABD ile yürüttüğü askeri ve siyasi ittifak Suriye ordusunun Deyrezzor’a yürüyüşünü tehdit ediyor. Rakka sınırlarında bu tehdit sıcak çatışmaya da dönüştü. Bu gelgitli süreçler içinde Ruslar, Kürtlere siyasi meşruiyet ve federasyonu havuç, Afrin’i ve Türkiye/ÖSO’yu ise sopa olarak sunuyor.
Yani inisiyatif ne İdlib’de ne de Afrin’de Türkiye’nin elindedir. Oyunu kuran Rusya’dır. Savaş alanı ise Suriye’nin tamamıdır. Türkiye Rusya’nın icazetiyle hareket etmektedir. ABD’yle yaşanan gerilimin kaynağı da AKP iktidarının sözüm ona milli politikaları değil Rusya’nın hamleleridir. Bu anlamda NATO ordusu TSK’nın İdlib’de olmasına ABD’nin asla itirazı olmaz. Ancak Rusya Afrin kartını oynarsa PYD güçlerini Rakka ve devamındaki ABD güdümlü operasyonlarda kullanmak güçleşecektir. Çünkü PYD, Afrin’e ya da Rojava’nın başka bir bölgesine askeri saldırı olursa Rakka’dan çekilebileceklerini, en azından buraya güç kaydıracaklarını söylemektedir. ABD’nin ne Afrin’i ne Kürtlerin canını önemsediği yoktur, dertleri Suriye’nin kuzeyi ve doğusunu sömürgeleştirme planlarının geçici olarak sekteye uğramasıdır. ABD açısından bu sıkıntı geçicidir çünkü ABD Kürtlerin kendilerinden tamamen kopmasını fiilen engelleyecek şekilde bölgeye yerleşmiş bulunmaktadır. Hatta bu durum orta vadede Kürtleri daha da fazla ABD’nin yanına itecektir. Ancak yine de ilk aşamada ciddi bir gerilim oluşacağı aşikârdır.
Suriye ve Kürt politikası askere havale edilmiş durumda
Bu tablo içerisinde Türkiye’nin gerek İdlib’e gerekse de Afrin’e askeri müdahalesi yanlıştır. İdlib için planlanan, ipleri Suudilerin değil de Türkiye ve Katar’ın elinde olan mezhepçi, tekfirci katil çetelerin hakimiyetini sağlamak adına TSK’nın kullanılmasıdır. Afrin’de ise mesele ne güvenlik ne de terördür. Meselenin içinde gözlerden saklanan ciddi bir boyut vardır, o da Erdoğan ve AKP iktidarı ile TSK arasındaki ilişkilerdir. TSK içinde Erdoğan ve AKP’ye karşı sesleri sadece 15 Temmuz’dan beri değil 7 Haziran seçimlerinden beri yatıştıran en önemli faktör Kürt siyasetinin TSK’ya havale edilmiş olmasıdır. 15 Temmuz’dan sonra Fırat Kalkanı, 16 Nisan’dan ve tartışmalı YAŞ süreçlerinin ardından da Afrin ve İdlib, TSK’nın dikkatini Ankara’dan sınır dışına yöneltmenin metodudur. Erdoğan, Cizre, Sur, Nusaybin’den Fırat Kalkanı’na, Musul meselesinden bugün Afrin’e kadar TSK’nın çizgisini uygulamasaydı -ordunun önemli bir kesiminin, siyasi iktidarın bir dizi girişimini sineye çekmesi hiç de kolay olmazdı.
Bu noktada CHP, Akşener’ciler ve Gül’cüler’den müteşekkil Amerikan muhalefetinin de yine ordunun sempatisini kazanmak için bu konularda benzer duyarlılıklar gösterdiğini de bir kenara not etmeliyiz. CHP’nin itina ile HDP’den uzak durmasının seçmenin değil askerin duyarlılıklarıyla ilgili olduğunu görmek zor değil. Nihayet TÜSİAD toplantılarında tekrarlanan ikiyüzlü demokrasi nutuklarının arkasında, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerinden sömürgeci beklentileri olan bir finans kapital gerçeği vardır. Onların da derdi Kürtlerin haklarının çiğnenmesi, insanların ölmesi falan değil, ceplerini yeterince dolduramamaktır. Ne de olsa akan kan hiçbir zaman onların ve çocuklarının değildir. Erdoğan’ın ve AKP’nin yanlış dış politikasına anti-emperyalist bir siyasetle değil emperyalizme ve yerli finans kapitale yanaşan bir siyasetle karşı çıkanların sefaleti işte buradadır.
Emperyalizmin panzehiri halkların kardeşliği
Görüldüğü gibi ortada Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla emekçi halkların çıkar ve güvenliğine dair öncelikler yoktur. Halbuki doğru bir politikanın temelinde bunlar olmalıdır. Bu anlamda Türkiye’nin Suriye ile resmi görüşmelere başlaması doğru olacaktır. İran’la yakınlaşmak ve emperyalist tehdide karşı dayanışma içinde olmak da hedeflenmelidir. Ancak bu yakınlaşmanın harcını Kürt düşmanlığı ile karmak, deniz kumuyla apartman yapmaya benzer. En ufak bir sarsıntıda yıkılır ve kazanan yine emperyalizm olur. Suriye ve İran’la işbirliği, Kürt düşmanı değil emperyalizm karşıtı bir zemine oturmalıdır. Diğer yandan Rusya bölgede ABD emperyalizmi gibi saldırgan ve istilacı bir pozisyonda görülemez. Ne var ki Rusya da tutarlı bir anti-emperyalist müttefik olamaz. İdlib’de Türk-Rus garantörlüğündeki çatışmasızlık bölgesinin diğer ucunda Kuneytra’da İsrail sınırını güvence altına alan bir Amerikan-Rus anlaşması olduğu unutulmamalıdır. Bu çerçeveden bakıldığında bu kritik günlerde İran ve Rus Genelkurmay Başkanları’nın yaptığı Türkiye ziyaretlerinin hayırlara vesile olduğunu söylemek güçtür.
Kılıç kalkan oyunu değil anti-emperyalist politika gerek
Türk, Arap, Kürt ve İran halklarının kardeşliğini temel almak gerekir. Böylece Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanıyarak, Kürt halkını emperyalizmin hegemonyasından kurtarmak, yani hem ABD emperyalizminin hem de İsrail Siyonizminin altındaki halıyı çekmek mümkün olabilir. Aksi takdirde Türkiye İdlib’te, Afrin’de kan dökerken ve güya “terör” koridoruna kılıç soktuğunu zannedip, aslında kılıç kalkan oynamaktan, NATO koridorunun eklentisi olmaktan başka bir şey yapmazken, yaratacağı Kürt düşmanı atmosfer tüm Rojava’nın bir Amerikan üssüne dönüşmesini hızlandıracaktır. Türkiye bu askeri operasyonlarda güç kazanmayacak, tam tersine batağa batacaktır. Dolayısıyla da ne kadar ABD’yle karşı karşıya gelirse gelsin, istese bile, NATO’dan çıkmaya, İncirlik’i kapatmaya mecali kalmayacaktır. İktidar bir dizi felaketler silsilesinin ardından yıkılır gider ve yerine bugün inşa edilen Amerikan muhalefeti iktidar olursa kazanan emperyalizm olacaktır. Yok, mevcut iktidar felaketler silsilesini istibdadı koyulaştırarak göğüslemek isterse de bu sefer zayıflığını ABD’ye yaslanarak gidermeye çalışacaktır. Daha önce defalarca gördüğümüz u dönüşlerinden bir yenisini daha göreceğiz ve Türkiye daha güçlü şekilde hali hazırda topraklarında üsleri, Genelkurmayında askerleri, her köşesinde şirketleri olan ABD’nin himayesine sokulacak.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/idlib-ve-afrinde-tehlikeli-bir-kilic-kalkan-oyunu
[Düzen yanlısı olanlar Geziciler mi, yoksa Gezi’den korktukları için onları düzen yanlılarıyla bir tutan sermaye ve onun medyası mı?]
15 Temmuz gençliği ile Gezi gençliği
Ahmet Hakan
“15 Temmuz gençliği” denilince…
Benim aklıma…
– Tanklara karşı ölümüne direnen…
– İradesinin zorbalıkla alaşağı edilmesine itiraz eden…
– “Kim var” diye sağa sola bakmadan atılan…
Kahraman bir gençlik geliyor.
*
“Gezi gençliği” denilince…
Benim aklıma…
– Çadır yakma haksızlığına karşı ayağa kalkan…
– En tepedekine “beni duy” diye haykıran…
– Ürettiği mizahla herkesi şaşırtan…
Yürekli bir gençlik geliyor.
*
Türkiye’nin geleceği için… Türkiye’nin kurtuluşu için… Türkiye’nin dengesi için… Türkiye’nin mutluluğu için… Türkiye’nin umudu için…
Bu iki gençliği…
Birbirine karşı doldurmaktan, birbirine düşman etmekten, birbiriyle yarıştırmaktan, birbiriyle kıyaslamaktan, birbiriyle tokuşturmaktan, birbirinden üstün kılmaya çabalamaktan…
VAZGEÇELİM.
Tay-Yeap’i tanırım. İyi çocuktur.
AXPARTİ’li olan ihaleleri kazanır
http://i87.photobucket.com/albums/k146/abeyle/1161069163axpartiiw7.jpg
421 Necip Mucizesi,
Üzüm üzüme baka baka kararırmış.
Ama aynı şey yapay kimyasal maddelerle de olablilir. Herneyse, sadede gelelim.
Devamlı dönüşen, dönen, kıvıran Necip DEVRİMCİ olmuş!
“BENİM DEDİGİM SUDUR: SORGULAMANİN BİR MİYADİ OLMASİ LAZİM. YANİ, BİR YERDE BİTİRİP, UYGULAMAYA GECMEK GEREKİR.”
Bu, Dünyanın En Büyük Bolşevik Devrimi’nden çok daha BÜYÜK bir devrim, evrim, dönüşüm, “transform” falan, deveran-ı Necip falan, tedavül falan, kısacası “Degismeyen tek sey degisim.”
421 Necip ne demiş? “Sorgulamanin bir miyadi olmasi lazim. Yani, bir yerde bitirip, uygulamaya gecmek gerekir.”
Herif her azılı devrimci gibi teoriden praksise geçmek istiyor.
M. Velli’nin “Devrimci Önderlere Kılavuz” veya aynı yazarın “Devlet’i Ele Geçirme” kitapları tavsiye ederim.
Tabii bazı kelime sorunları var.
1. Bu kelime bülbülü Necip Bey için devrim tarihindeki “iktidar” devlet demek değil. Bu dahi bir dil çabukluğuyla “Anne”yi iktidar eder. Kısacası herif anarşistlerin anarşisti. Her taşın altında bir iktidar bulur. Dolayısıyla iktidar yok edilemez, salt el değiştirir sonucuna varır.
Yani, “Degismeyen tek sey degisim.” “Degismeyen tek sey iktidar.” olur.
2. “Degismeyen tek sey degisim.”
Değişme, hareket, zaman iç içe girmiş üçte bir, birde üç kutsal kavram.
Zaman değişir mi? Hangi hızla değişir? Hareket hareket etmeyen hareketlerden mi oluşur?
Necip, devrimcilerdeki halk dili konuşma özentisi içinde “Cunku, topragi bol ola, Antoine Lavoisier EMMİ, ‘kapali bir sistemde ne yaparsaniz yapin, kutle sabit kalir’ der. Yani, ‘hicbir sey yoktan var edilemez, varken de yok edilemez; cok olsa, baska bir forma ya da enerjiye donusur’.” der.
Yani kütle DEĞİŞMEZMİŞ.
Hindistanlı Amerikan arkadaşlarına “Ne?”, “Kaça?”, “Ne zaman?”, “Nerede?” gibi ticaret dili konuşacağına, “Nirvana” /”Her şey değişir” ikiliği hakkında bilgi edinseydi biraz da gayri laik ruhanilik ticareti yapardı.
Akıl yürütmenin ilk yasası: a = a. Yani her şey aynı kalır. Eğer güneş peynir olsa, dağ elma olsa, Türkler mavi gözlü sarışın olursa, armut incir olursa, Necip devrimci olup “iktidar değişmez ama ele geçirilir, o halde acele edelim!” diye bağırırsa, … Ne olur?
Ben, boşver, kafanı yorma. Sadece başta Necip, bu sitedekilerin beyinleri öyle çalışıyor. Bu herifler durmadan değişenleri kapsayacak büyük beyinli büyük alimler. Bizim gibi kapasitesi kısıtlı küçük beyinliler için dünyanın aynı kalması işleri kolaylaştırıyor.
Alimler alimi ama bu konularda sonsuz çaylak Necip “Tarih Sümer’de Başlar”ı duymamış. O zaman kadar ufak tefek değişmeler hariç, zamanda değil kozmosda yaşayanlar için her şey dönüp geri gelirdi. İktidar ve onu ele alan krallar Necip’in beynindeki değişme dünyasını yarattılar. Piramitleri, barajları, evcilleşmiş bitki / hayvan üreticileri köle – makine insan yığınlarını, tanrı hapishaneleri tapınakları, beyin yıkama makineleri okulları gören Necip’in sivri kelle aynı beyin yıkamalarından geçen ataları doğal olarak “Degismeyen tek sey degisim.” diyecekler.
Anneme sordum:
– “Ne zaman doğdum?”
– Çok incir vardı.
Bu herif bir iş adamı, tüccar, işletmeci olduğundan kafayı saatle bozmuş gibi.
Yani, bir ihtimal daha var, o da “Necip eski Necip” mi acaba?
“Benim dedigim sudur: Sorgulamanin bir miyadi olmasi lazim. Yani, bir yerde bitirip, uygulamaya gecmek gerekir.”
Herif tüccar Necip pazarlık yapmaktan alış-verişe geçmeyi kendine model düşünce edinmiş.
Sorgulama tüm canlı varlıklara has, yaşamın başlangıcıyla başladı, dinciler için olsun bilimci laikler için olsun, yaşamın sona ermesiyle, sona erecek.
Bunu pis teknisyen / technician, ticaret diline çevirip ucuzlaştırmak sayın ferasetli allâme –i ulema Necip hocaya yakışmıyor valla, billa.
Necip’e yakışan ticaret dışındaki konulardan uzak durup ‘Aman satvetime/iffetime halel gelmesin’ ferasetine dönüşmesi.
‘Aman satvetime/iffetime halel gelmesin’ diyecegine devrime yapmaya kalkisanlar caylaklari gordukce midem bulaniyor.
Once, hemen, sunu soyleyeyim: Herhangi bir fikir tartismasinda, ben, Ahmet Hakan Coskun’u –cok olsa– bir tur ‘moderator’ olarak muhatap kabul ederim.
Yani, fikir tartismasinda muhatap degil, orada ortaligi toparlayan bir mustahdem.
Simdi gelelim yazdiklarina:
“‘Gezi gençliği’ denilince…
Benim aklıma…
– Çadır yakma haksızlığına karşı ayağa kalkan…
– En tepedekine ‘beni duy’ diye haykıran…
– Ürettiği mizahla herkesi şaşırtan…
Yürekli bir gençlik geliyor.”
Iste, aslinda, benim bahsettigim guzelleme ikinmalarina iyi bir ornek.
Burada yazdigi 3 maddenin hicbirisi matah degil, marifet hic.
Neymis?
“Çadır yakma haksızlığına karşı ayağa kalkan…”mis.. Way canina, sayin seyirciler, ne muthis kahramanlik ornegi… Cadirlar, geride kalabilenler, minnettardir –eminim.
Neymis, neymis?
“En tepedekine ‘beni duy’ diye haykıran…”
Iste budur! hayalimizdeki genclik.. ‘Allah rizasi icin bir sadaka’ demegi henuz ogrenemis olsalar gerek ki, ‘duy beni’ diye inlemekle iktifa eden bir genclik..
Gozum arkada kalmayacak.. yaw, he he.
Neymis, neymis, neymis?
“Ürettiği mizahla herkesi şaşırtan…”
Tabi yaw.. Mizah uretebiliyorsan (uretmek ne demektir bu baglamda), gerisi onemli degil. Cuml’alem sasirir; sasirmak ne kelime, helak olur karsinda..
Nitekim de aynen oyle olmadi mi?
Gezi taifesi mizah yetenegi (!) ile ezdi gecti onune kim ciktiysa.
O oyle de, vitrinlere kaldirim tasi haydahlamanin neresinin mizah oldugunu anlamayan bencileyin cahiller de yok degil.
Olsun, O da benim kabahatim, anlayissizligim olsun.
Yukaridaki linkte verilen ‘Tek Tip Elbise – İlkay Meriç’ yazi hakkinda bir seyler yazayim dedim. Yazdim. 3-4 defa gondermegi denedim, (her seferinde kucuk degisiklikler yapsam da) kabul edilmedi.
Bunun ‘admin’le bir alakasi olmadigina emimin. Nedense WordPress reddediyor.
Demokrasi denince halkın yönetime katılmasından sonra ilk akla gelen sloganlar insan hakları ve özgürlüklerdir. Bu parlak sözlerin hangi insanların haklarını ve ne tür bir özgürlüğü kastettiği üzerinde durulmaz. Halbuki her hakkın bir sorumluluğu ve her özgürlüğün bir sınırı vardır.
Başka bir sitedeki tartışmadan:
“bütün tartışmaları “tayyipçi olmak ya da olmamak, işte mesele bu!” eksenine taşımak isteyenlerden gına geldi artık.
atatürkçü, tayyipçi, anti-tayyipçi olmaktan gayri kayda değer fikriniz yok mu arkadaş?”
Emperyalist efendiler:
ABD
AB
NATO
Emperyalist efendilerin uşakları:
AKP
Gülen cemaati
Amerikan muhalefeti CHP-Akşener-Gül
AB’ci TÜSİAD sermayesi
NATO’cu TSK
Emperyalist efendilerin uşaklarının uşakları:
AKP’ci VP
Gülen’ci liberaller
CHP’ci-Akşener’ci-Gül’cü ulusalcılar-ülkücüler
TÜSİAD’cı sermaye medyası
TSK’cı apoletli medya
Artık yeter, mevsimlik işçi cinayetlerine son!
Gerçek
Ağustos 19, 2017
18 Ağustos Cuma günü Sakarya’nın Hendek ilçesi Çamlıca Mahallesi’nde fındık işçilerini taşıyan traktörün dere yatağına devrilmesi sonucunda 7 işçi hayatını kaybetti, 9 işçi yaralandı. Başta hayatını kaybeden işçilerin aileleri, yakınları olmak üzere bütün işçi sınıfına başsağlığı diliyor, kaybettiğimiz sınıf kardeşlerimizin acısını yüreğimizde taşıyoruz.
Kayıtlara kaza olarak geçen vahim olay, göz göre göre gelen bir iş cinayetidir. Üstelik her hasat döneminde olduğu gibi, ne yazık ki tekil bir olay değildir. Son üç ayda 22 tarım işçisi benzer şekilde iş cinayetine kurban gitmiştir! Sakarya Hendek’te 5’i kadın, biri çocuk olmak üzere 7 işçinin canını alan sadece bir trafik kazası değil, ekmek parası kazanmak için çalışırken maruz kaldıkları koşullardır. Mevsimlik işçiler iş güvenceleri olmadan, sendikal haklarını kullanamadan, esnek çalışma saatleriyle ve çok ağır çalışma koşulları altında çalışıyorlar. Bu işçilerin çok büyük bir kısmı açlık sınırında yaşıyor. Güvencesizliği, kötü koşulları seçmeye bu yüzden mecbur kalıyor.
Mevsimlik işçiler tarlaya taşınırken gerekli önlemler alınmış olsa, çok büyük ihtimalle tek bir can kaybına sebep olmayacak bu trafik kazası, işçiler traktörün römorkunda tıka basa taşındığı için bir felakete dönüşmüştür. Bu bir kaza değil, katliamdır ve ilk de değildir.
Hal buyken, olay yerine gelen Sakarya valisi İrfan Balkanlıoğlu’nun açıklamasını kabul etmiyoruz. Balkanlıoğlu Çalışma Bakanlığının mevsimlik işçilerin memleketlerinden çalıştıkları şehre taşınmasıyla alakalı önlemler aldığını söylüyor, sonra da “Ancak bulundukları yerlerden tarlalara giderken bazen tarım araçları ile bazen de traktörler ile böyle gidiyorlar. Patpat tarım aletlerini ulaşım aracı olarak kullanıyorlar. Bunu kullanırken çok dikkatli olmak lazım. Yolcu taşımaya müsait değil ama zaruraten yakın tarlalara gidiyorlar.” diyor. Vali Balkanlıoğlu, eğer verecek bir cevap bulabilirse, şu soruyu yanıtlasın: Hangi zaruri sebepten ötürü işçiler tarlalara hayatları hiçe sayılarak taşınıyorlar?
Vali Balkanlıoğlu, çalışma bakanlığıyla konuştuğunu, inceleme başlatıldığını söyleyerek, mevsimlik işçilerin “trafik kazası” sonucu hayatlarını kaybetmelerinin onları da üzdüğünü söylüyor. Biz buna benzer açıklamaları çok duyduk, çok okuduk. Her cinayetten, katliamdan sonra inceleme başlatılıyor, ancak daha sonra mevsimlik işçilerin çalışma koşullarına yönelik hiçbir değişiklik yapılmadığını görüyoruz. Üzüntü duymak yetmez! İnceleme başlatmak, hiçbir işe yaramayan soruşturmalar açmak da yetmez! İş cinayetlerini durduracak gerekli önlemlerin alınması için daha kaç tarım işçisinin ölmesi gerekiyor?
Artık yeter! Kamyon kasalarında, traktör römorklarında ölmek mevsimlik işçilerin kaderi değildir. Mevsimlik işçiler güvencesizliğe, sendikasızlığa, esnek çalışma saatlerine, bu ağır çalışma koşullarına mahkûm değildir. Her hasat döneminde korkunç iş cinayetlerinin yaşanmaması için gerekli önlemlerin derhal alınmalıdır. İş cinayetlerinin sorumluları hesap vermelidir.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/artik-yeter-mevsimlik-isci-cinayetlerine-son
http://c12.incisozluk.com.tr/res/incisozluk//11506/9/2072519_o27bc.jpg
Sermaye medyasının fiyaskoları
Özdemir İnce fiyaskosu
http://www.gunzileli.com/2010/09/29/ozdemir-ince-fiyaskosu…/
Engin Ardıç fiyaskosu
http://www.gunzileli.com/2014/09/13/enginar-dic
Hıncal Uluç fiyaskosu
http://www.gunzileli.com/2011/02/05/testi-ve-kubur/
Emre Aköz fiyaskosu
http://www.gunzileli.com/2011/03/15/hakem-faul-var/
Yeni Akit, Uğur Dündar ve Soner Yalçın fiyaskoları
http://t24.com.tr/haber/akit-batili-yasam-tarzi-olum-ve-tecavuz-getirdi,287206
Emin Çölaşan fiyaskosu
(Ömer Laçiner: “Emin Çölaşan faşizan bir gazetecidir”)
Yılmaz Özdil fiyaskosu
Taha Akyol fiyaskosu
https://www.youtube.com/watch?v=edAOa4pUFRk
Necip Bey, yazılarınız ve yanıtlarınız biz öğrencilerin bilgi kaynağını katlamalı zenginleştirmekte.
Roma ve Hıristiyanlıkla ilgili açıklamalarınız güzel bir örnek olablir. Roma’nın “acimasiz fetihci karakteristigini terketti” nedenini, değişik bir bağlamda, kılıcını eline alan Muhammed ve fetihçi İslam’ı öğrenen Hitler de sizin gibi kadınımsı Hıristiyanlık’ta bulup İslam’ı takdir etmişti. Tabii, Hitler de sizin gibi dünyayı kasıp kavuran, dünyaya ışık yayan, “putperestleri” sonsuz bir gaddarlıkla kırımdan geçiren kadınımsı Hıristiyanlık’ın nasıl birden bire erkekleştiğini anlatmaya gerek görmez. Hıristiyanlık’ı kadınımsı, miskin, alt ve ayak takımı, başarısız, köle ruhluların dini gören sizin gibi erkeklik dolup taşan diğer çok sayıda düşünürler oldu. Genellemede hata olmaz ilkesiyle, “genellikle”, çoğu 20. yüzyıl naziliği veya faşistliği benimsediler. Ve çoğu size kulak asmadan “geriye dönüş”, “savaşçı güzel eski günler” gibi romantik düşlerle beslendiler. Bu kırıcı, savaşçı sert erkek ve şimdi erkek-kadın dilini sık sık size benzer tüccar, özür dilerim işletmecilerden duydum. Ticarette, tıpta, doğayı karşısına almış modern bilimde de aynı dilin kullanılması tesadüf değil! B*k aynı b*k, sinek değişmiş.
Bir çağrışım:
Bazı tarihçiler kadınlaşan İslam’ı Türkler ve Berberler erkekleştirdiler tezini savunurlar. Aynı şey, biraz biçimine uydurularak, mesela “erkekleştirme” yerine “yeni kan”, kapitalizm kadınımsı oldukça erkekleştiren ayak takımları, şehirlere akan köylüler, kıtlıktan kaçıp Batı’ya yerleşen maymun iştahlı tüketiciler ve bilhassa DEVRİMCİLER için söylenebilir. Çin bir yanda, Hindistan diğer, daha güncel örnekler.
“Genellediginiz icin hata yapmis olmuyorsunuz.”
Biz öğrenciler şimdiye kadar her bilgi alanında, “genellikle”, asıl hatanın”genelleştirmede” olduğunu öğrenmiştik. Bilgi dünyasına getirdiğiniz bu yeniliği ilk defa duyduk. Epistemolojide açtığınız bu yeni çığırı, size zahmet, biraz açıklar mısınız?
Aslında bu fırsattan yararlanıp size neden “hoca” dediğimizi açıklamak istiyoruz. Hatırlarsanız “iktidar” kavramında da yeni bir çığır açmıştınız. Şefkatli anne-öğüt veren anne; hayat veren güneş-yakıp kavuran güneş; hayat veren su-fırtına, yağmurla taşmayla felaket ve ölüm saçan su; kısacası her ilişkide bulduğunuz “iktidar”ı, biz, sizin gibi konuşan bilgi dolu hocalarımızda görmüştük ve bu alışkanlıkla size de “hoca” diye hitap etmiştik. Lütfen eğer mümkünse açıklamalarınızı bilgi, hikmet, yabancı dilden kelimelerle dolu doktor / profesör dili yerine “emmi” gibi halk diliyle yapar mısınız?
“45 Necip 4 Ağustos 17” yazınızda sayısız benzeri derin yenilikler, yorumlar, “‘donus’ ile ‘donusum’ arasindaki farka dikkat”, “Ne Osmanli da, ne de bugun, sizin kullandiginiz ‘dönüş’ kelimesini ‘transform into’ anlaminda degerlendirmek dogru/isabetli olur” vs. var. Kısacası her ağzınızdan çıkan laf hikmet ve alamet dolu!
Özellikle, hiç bir şeyin, hiç bir zaman, hiç bir başka bir şeyle aynı olamayacağını buluşunuz! Bu buluşun size Nobel ödünü getireceğinden eminiz.
İlk defa bir Türk Nobel kazanacak! İlk defa bir Türk sadece lafda değil gerçekte mutlu olacak! İlk defa biz Türkler, nihayet, Batı kapısında dilencilik safhasını aşıp sizin öncülüğünüz ile kapıyı açıp içeri gireceğiz!
“Genellediginiz icin hata yapmis olmuyorsunuz.” ilkenizi bu fırsatta kullanıp dört köşe olduk:
Bir Noble Türk Nobel kazandı, o halde ve Noble Necip İlkesiyle hepimiz, bütün Türkler Nobel kazandı!
“Biz öğrenciler şimdiye kadar her bilgi alanında, ‘genellikle’, asıl hatanın’genelleştirmede’ olduğunu öğrenmiştik.”
Kendi yazdiginizi okusaydiniz keske. ‘Her’ dedikten sonra ‘genellikle’ demenizdeki celiskiyi kastediyorum.
Gecelim.
Genellestirilen ornekler hem hata/handikap hem de cikis kapisi icerirler.
Siz, o orneklerin isaret ettigi muglak setten bir uyeyi alir ve hatali oldugunu dile getirirsiniz; muhatabiniz da onu degilde bir baskasini kasdettigini soyler.
Ondan sonra da, butun sohbet, bir tur kor dovusune, bir demagoji bulamacina donusur.
Bir özgürlükçü devrimci: “Hem egemenlerin hem örgütlerin hegemonyalarına karşı olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!” / Bir devrimci öncü: “Egemenlerle mücadele için örgütlenmeden yana olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!”
Bir ezilen ulusçu: “Devletleşmeden yana olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!” / Bir devlet: “Teröre karşı devletten yana olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!”
Bir mümin: “İmanlı olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!” / Bir aydınlanmacı: “Pozitivist olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!”
Bir yalnız erkek: “Karşı cinsle birlikte olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!” / Bir çocuksuz çift: “Çocuk sahibi olmak ya da olmamak! İşte mesele bu!”
Her şeyin temeli, ortaya çıkma nedeni geçimdir, ama insan hayatı sadece geçimden ibaret olamaz. İnsanı insan yapan geçimini anlamlı kılacak düşünsel, kültürel yaratılardır.
Örneğin; güzel bir kitap, müzik, film gibi yaratılar da geçim için yapılır, bunların kalitesiz olanları yahut köşe yazarlığı, futbol, izdivaç programları gibi avama hitap edenleri de.
Bunlardan birincilerin bir anlamı vardır, ikincilerin yoktur. Birincileri kültürdür, ikincileri kültürsüzlük. Biri nitelikli bireylere hitap eder, diğeri “birey” olamamış nicelikçe büyük kitlelere. Biri anlamlı bir hayata katkıda bulunur, diğeri geçimden ibaret bir hayata.
http://marksist.net/oktay-baran/yapay-zeka-robotlar-ve-insanligin-gelecegi.htm
““Robotlaşma” hakkında duyulan kaygının bir başka sebebi de, insanın ve içinde bulunduğu toplumun değişmez bir şey olarak düşünülmesidir. İçinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerin insanı soktuğu kalıplar, insanın değişmez doğasının bir parçası olarak düşünülür. Ne denli parlak beyinlere sahip olurlarsa olsunlar, bilimcilerin çoğu da, bu önyargılarla ve kendi uzmanlık alanlarına hapsolmuş bilgi birikimleriyle toplumu bir bütün olarak kavramaktan acizdirler. Pozitivist bakış açıları ve sosyal bilimlere karşı duydukları küçümseme onları meseleleri dar ve mekanik bir tarzda ele almaya teşvik ediyor. İnsandan daha akıllı makinelerin yapılabileceği düşüncesini gerekçelendirirken ileri sürdükleri argümanlar bu mekanik bakışın en uç ifadeleridirler. İnsana dair bu yanlış algılayışları insan düşmanlığına kadar vardıranların olduğunu, dünyadaki doğal yaşamın devamı için insanın soyunun kuruması gerektiğini savunanların olduğunu biliyoruz. Hayli yüksek sayıda satan kitaplarıyla iyi de para kazanıyorlar. Oysa insan sosyal bir varlıktır ve toplum tarafından şekillendirilir. Kapitalist toplumda insan bencil bir varlık olarak eğitilip biçimlendirilir. “İnsan insanın kurdudur” anlayışı zihinlere nakşedilmeye çabalanır. Kendi çıkarlarını geliştirmek için başkalarınkine zarar vermek bir beceri olarak sunulur. Rekabet göklere çıkarılır. Hayata hükmedenin orman kanunları olduğu söylenir; yaşamak için öldür! İnsanı böyle kavrayanların, insanın eseri olacak akıllı makinelere de aynı vasıfları atfetmesine şaşmamak gerekiyor. İnsan kötüdür, o zaman onun ürünü de kötü olacaktır! Aynı zihniyeti, dünya dışı bir uygarlık varsa ve bu uygarlık dünyaya ulaşırsa bunun insanlık için bir felâket olacağını kesin bir veri olarak ileri sürenlerde de görüyoruz. Neden böyle olmak zorunda olsun? Neden daha üstün bir teknolojiye sahip olanlar daha geri düzeydekileri yok etmek ya da kendi köleleri haline getirmek istesinler? Bu sorulara verdikleri tek cevap, çünkü bizim dünyamızda işlerin böyle yürüdüğü ve başka türlüsünün de mümkün olmadığı şeklindedir. Ama ne insan dediğimiz canlı budur, ne de tüm bu yoğun ideolojik propagandaya ve bunu temellendiren kapitalist üretim ilişkilerine rağmen insan, dayanışmacı, fedakâr, kolektivist davranışlardan tümüyle arındırılabilmiştir!”
(Yapay Zekâ, Robotlar ve İnsanlığın Geleceği – Oktay Baran – Marksist Tutum)
Barzani’den referandum açıklaması
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani, 25 Eylül’de yapılması öngörülen referandumun ertelenmesinin söz konusu olmadığını yineleyerek bunun en doğal hakları olduğunu belirtti.
Barzani, Erbil kentindeki Saad Abdullah Konferans Salonu’nda IKBY’deki sendika ve sivil toplum kuruluşları temsilcileriyle bir araya gelerek, referandumla ilgili bir konuşma yaptı.
Eylül’de düzenlemek istedikleri referanduma ülkelerin vermiş olduğu tepkilere değinen Barzani, “Bazı ülkelerin ve halkların ‘referandum zamanı değildir’ açıklamasına gerçekten şaşırıyorum. Bir günah işlemedik! Bu gayet demokratik ve barışçıl bir uygulama. Doğal hakkımızı kullanıyoruz. Aslında bir halkın isteklerini engellemeye çalışmak suçtur.” ifadelerini kullandı.
“REFERANDUMU ERTELEMEYECEĞİZ”
Referandumun ertelenmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığını belirten Barzani, “Referandumdan daha iyi bir alternatif varsa buyursunlar ancak 140’ıncı maddeyi (anayasadaki tartışmalı bölgelerin statüsü) uygulamaya koyacağız, Peşmerge’ye biraz para göndereceğiz deseler olmaz. Birkaç ay sürer ve durum eskiye döner. Herkes iyi biliyor, mesele taraflar arasında güvenin yok olmasıdır. Referandumu ertelemeyeceğiz.” diye konuştu.
Düzenlemek istedikleri referandumun, Irak’ın bütünlüğüne tehdit olup, anayasada böyle bir hükmün yer almadığına yönelik açıklamalara tepki gösteren Barzani, konuşmasını şöyle tamamladı:
“Irak’ın bütünlüğü için anayasada şöyle diyor; ‘yasaların uygulanmaya konulması halinde bütünlük sağlanır’. Bunun anayasaya eklenmesi için zamanında çok tartıştık. Şimdi ise, şunu söylüyorlar; ‘anayasada size referandum yapılması hakkını sağlayan hiçbir madde yok’. Peki, anayasanın hangi maddesi bizim bütçemizin kesilmesi hükmünü veriyor?”
“Gazeteci ve akademisyen Bora Bayraktar, yıllardır bölgeden önemli haber ve araştırmalara imza atan bir isim. Irak siyasetini ve küresel güçlerin bölge politikasını yakından takip ediyor. Bayraktar, bağımsızlık referandumunu ve sonrasında olası bir ayrılık sürecinin sonuçlarına dair olumsuz bir tablo çiziyor. Referandumun Bağdat ile Erbil arasında bir Kürt-Arap etnik savaşını tetikleyebileceğini düşünen Bayraktar bunun en önemli nedenini şöyle açıklıyor:
“Kürtlerin tartışmalı bölgeleri referanduma dahil etmesi, buralarda hak iddia etmesi sorun. Hem Kerkük hem Hanekin ikisi de çok önemli petrol bölgeleri. İkincisi Irak haritasına baktığınızda şunu göreceksiniz suyun neredeyse tamamı Kürt bölgesinden geçiyor. Bağdat sadece üçte birlik enerji rezervini kaybetmeyecek, suyu da kaybedecek, Türkiye’yle teması kaybedecek. Kuzey çok önemli, Türkiye ile Suriye ile bağlantı çok önemli. Bu bölgelerin Irak’ın kontrolünden çıkması Irak’ı burada tamamen kadük bir devlet haline getirecek.””
Kılıçdaroğlu’na niyet Akşener’e kısmet mi?
Gerçek
Ağustos 22, 2017
Bir süredir Erdoğan ve AKP’nin Kılıçdaroğlu’nun tutuklanması için yargıyı yönlendirdiğine dair iddialar tartışılıyor. Bu iddiaların tartışılması bile son derece vahimdir. Zira ana muhalefet partisi liderinin bu şekilde saf dışı bırakılması neresinden bakarsanız bakın iktidarın olağan bir siyasi girişimi olarak görülemez. Anayasal ve çok partili bir siyasi rejime sahip herhangi bir ülkede böyle bir şeyin iç savaş kartını oynamak anlamına geleceği açıkça görülebilir. Dolayısıyla meseleye biraz daha yakından bakmakta ve iktidar ve ana muhalefet arasındaki bu gerilimin arkasındaki süreci daha iyi anlamaya çalışmakta fayda var.
Kim ne dedi?
Tartışma Erdoğan’ın sözleriyle başladı. Erdoğan, Antalya’daki bir parti toplantısında kürsüden MİT TIR’ları davasından tutuklanan Enis Berberoğlu’nu işaret etti ve şu sözlerle meselenin CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na da uzanabileceğini ima etti: “Kılıçdaroğlu’nun bağlantısı çıkarsa şaşmayın. Buradan çıktım, çıktım, çıkmadığım taktirde açıklamalarda bulunacağım diyor içerideki zat. Bütün bunlar FETÖ taktiğidir.”
Kılıçdaroğlu’nun da tutuklanabileceği şeklinde yorumlanan Erdoğan’ın sözleri CHP tarafından bir yeni “kumpas” girişimi olarak suçlandı. En son Hürriyet Daily News gazetesine konuşan Kılıçdaroğlu: “Her darbe kendi hukukunu yaratır; kendi mahkemesi, kendi polisleri gözaltına alıp tutuklatabilir de. Gayri ciddi bir söz olarak bunu görmek doğru değil. Daha önce de dedim; Türkiye’de hiç kimsenin can ve mal güvenliği yoktur. Hiç kimsenin derken buna ben de dahilim” diyerek her şeye hazırlıklı olduğunu ekledi.
Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun son çıkışı üzerine böyle bir şeyin gündemde olmadığını söyleyerek cevap verdi: “Ben bunları değerlendirmeye haiz bir ifade olarak görmüyorum. Kılıçdaroğlu doğmamış çocuğa don biçiyor. Siz böyle bir şey duydunuz mu? Kendini gündemde tutabilmek için böyle şeyler üretiyor. Benim gündemimde böyle bir şey yok.”
Erdoğan nabız tutuyor
Görüldüğü gibi Erdoğan ortaya provokatif bir söz atmış, tartışma yaratmış sonra da kısmen de olsa geri çekilmiştir. Erdoğan’ın bu tartışmayı açmaktaki niyeti, AKP iktidarı özellikle Almanya ile ilişkilerde zorlu bir süreç yaşarken CHP ve Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı emperyalist devletlere şikayet etme politikasını eleştirmek, CHP’yi kökü dışarıda olan bir oluşum olarak göstererek halk nezdinde küçük düşürmek ve kendini rahatlatmak olabilir. Ancak bunu yapmak için tutuklama imasının gerekli olduğu pek söylenemez. Erdoğan’ın tutuklama iması ile kendi taraftarlarına ya da hedeflediği seçmen kitlesine mesaj vermek yerine bir nabız tutmayı amaçladığı görülebilir.
Erdoğan ve AKP muhtemelen şu soruyu sormuştur: “Hem kitle desteği kazanan hem de arkasına emperyalist güçleri alan muhalefetin iktidarı sıkıştırması karşısında en radikal seçeneklerden biri olarak ana muhalefet liderini tutuklatsam ve neredeyse tüm muhalefeti (MHP, Saadet Partisi ve Vatan Partisi benzerleri hariç) illegal ilan etsem ne olur? Darbe mi olur? İç savaş mı çıkar? Halk isyanı mı çıkar?
Şu ana kadar tartışmanın seyri üslup olarak sert oldu. Ama bu vahim olasılığın CHP ve Kılıçdaroğlu tarafından sanki Türkiye’de kanıksanmış biçimde bir gazetecin, akademisyenin ya da sendikacının tutuklanması söz konusuymuş gibi tartışılması ilginç. Hürriyet muhabiri Kılıçdaroğlu’na soruyor: “Sizin hapse girmeniz CHP’nin muhalefet etme gücünü zayıflatacak mıdır?” Cevap: “Tam tersine daha güçlü hale getirecektir.” Sonra ropörtaj cumuhurbaşkanı seçimleri için CHP’nin planladığı çalışmalarıa devam ediyor. Nabız tutmak isteyene nabzın çok da hızlı olmadığını gösteren ifadeler bunlar.
Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığı var
CHP ve Kılıçdaroğlu’nun, olası bir tutuklamanın hukuki boyutuna girmediğini de görüyoruz. Zira Kılıçdaroğlu hakkında MİT TIR’ları ile ilgili düzenlenmiş bir fezleke yok. Daha önce CHP’nin destek verdiği dokunulmazlıkları kaldıran anayasa değişikliği, o tarihten önceki fezlekeleri kapsıyordu. Yani yarın MİT TIR’ları ile ilgili bir fezleke yazılsa, Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığı olduğu için gözaltına alınması, tutuklanması hatta yargılanması mümkün değil. Bunun için fezlekenin Kılıçdaroğlu’nun dokunulmazlığının kaldırılması için karma komisyonda görüşülmesi ve mutlaka meclis genel kurulunda oylama yapılması lazım. Yani bir “kumpas” kurulsa bile bunun bir akşamdan sabaha uygulanması imkânsız, genel olarak hayata geçmesi ise çok zor. CHP bu tartışmaya girmedi. Belki de bu tartışmayı siyasi alanda sürdürmeyi tercih etti. Belki de Erdoğan’ın sözlerinin özellikle Batı’daki imajını daha da kötüleştireceğini düşünerek bunu kullanmak istedi. Belki de tüm bu tartışmanın kendilerine oy kazandıracağına dair beklentileri vardı. Bilemiyoruz. Sonuçta kendi tercihleridir.
Hedef Akşener mi?
Ancak bu vahim tartışmanın, gergin ama olağan bir hava içinde geçmesinin beklenmedik başka bir sonucu olabilir. Tartışmanın nabzını tutanlar, Kılıçdaroğlu için ortaya atılan ve tartıştırılan olasılığı yeni parti kurma hazırlıkları içinde olan Meral Akşener açısından değerlendirebilir.
Kılıçdaroğlu’nun tutuklanmasının muhalefeti tümden bastırmak üzere iç savaş kartını çekmek ve bir ölüm kalım mücadelesine girişmediği durumda mevcut iktidara getireceği özel bir kazanç yoktur. Ayrıca Kılıçdaroğlu, bugün itibariyle Erdoğan’ın karşısına çıkıp cumhurbaşkanlığı seçimini kazanabilecek bir aday da değildir. Zaten bu yüzden AKP tabanını etkilemek için Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan Abdullah Güle kadar geniş ve sağcı bir yelpaze içinde sürekli arayış içindedir. Bu mantıkla Akşener’in partisine de sıcak baktığını ifade etmiştir.
Mevcut durumda burjuva siyasetinde tabloyu köklü şekilde değiştirme potansiyeline sahip gelişmenin Meral Akşener’in partisinin kuruluşu olduğu görülüyor. Bu parti daha kurulmadan MHP’den ciddi bir gücü yanına çekmiş durumda. Merkez sağda güçlü bir çekim merkezi yaratma ve AKP tabanına seslenme olanağına sahip. Batı emperyalizmi ve TÜSİAD da bu partiye oldukça sıcak yaklaşıyor. Kılıçdaroğlu’nun adalet yürüyüşü yapıldığında büyük yankı uyandırmışsa da gerisi daha büyük bir muhalefet dalgasıyla değil Gelibolu’da adalet konferansıyla geldi. Meral Akşener’in partisinin ise AKP’nin içindeki fay hatlarını bile tetikleyebilecek bir dalga yaratma potansiyeli var.
AKP’nin, Akşener parti kurmadan ya da çalışmalarını oturtamadan baskın bir erken seçime hazırlanmakta olduğu söylentileri ayyuka çıkmış durumda. Hatta Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu erken değil baskın seçim diyerek fiilen mümkün gözükmese de Ekim ayını işaret edecek kadar ileri gitti. Erdoğan’ın erken seçim istemesi karşısında MHP’nin barajın yüzde 7’ye indirilmesini istediği, ancak buna Saadet Partisi’ne yarayacağı ve AKP’nin oylarını böleceği için sıcak bakılmadığına dair haberler çıktı. Diğer yandan Akşener de olası bir erken seçim için partinin kuruluşunu hızlandırıyor.
Akşener’in dokunulmazlığı yok!
Tam da bu noktada Kılıçdaroğlu tartışmasıyla aslında Akşener’i siyaseten yıpratacak en uçta cezaevine götürecek bir yolun taşlarının döşendiği akla geliyor. Meral Akşener milletvekili değil, dokunulmazlığı yok. Öte yandan onun üstüne neyle gelecekleri de belli: FETÖ! 15 Temmuz’dan önce mitinglerde “yurtta sulh” kavramını kullanması uzun süre gündemde tutulmuştu. MHP’deki kurultay tartışmaları sırasında mahkemenin Akşener ve arkadaşlarının talebini kabul ederek kurultayı yapmak üzere atadığı çağrı heyeti başkanı Ayhan Erel, cemaat operasyonda göz altına alındı. Bir cemaat operasyonunda Fethullah Gülen’in Akşener’i övdüğü notların çıktığına dair iddialar MHP kurultay süreçlerinde sıkça Bahçeli tarafından kullanıldı. Geçtiğimiz Mart ayında Akşener’in hukuk danışmanı olduğu iddia edilen Nuri Polat yine cemaat operasyonunda tutuklandı. Bu kişinin Akşener’in avukatı olduğu bilgisi tekzip edildi. Ancak sonuçta iktidarın MHP ile birlikte Akşener’in üzerine “FETÖ” suçlamasıyla geldiği açık. Son olarak da Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ A Haber’de katıldığı bir programda Akşener’in partisi için açıkça “FETÖ’nün desteği olduğunu biliyoruz” dedi.
Mesele Kılıçdaroğlu ya da Akşener değil Türkiye’nin sürüklendiği uçurumdur
İşte CHP, kendi lideri ile yapılan imalara verdiği tepkiyle belki de Akşener’e yönelik olası girişimlerin önünü açmıştır. CHP kendi ayağına sıkmıştır zira Akşener’in partisini bir müttefik olarak gördüklerini kendileri söylemektedir. Türkiye’nin işçi sınıfı ve emekçileri açısından burjuva partilerinin kendi iç çatışmalarında taraf olmanın bir gereği yoktur ama iktidarın, burjuva da olsa muhalefeti alt etmek için kullanacağı gayri meşru yöntemleri onaylamak da mümkün değildir. Bu yöntemlerin çok daha fazlasını ezilenlerin ve emekçilerin siyasi haklarının kısıtlanmasında kullanılmakta olduğu ve giderek bu baskıların daha da artacağı açıktır. Mesele Kılıçdaroğlu’nu ya da Akşener’i savunmak değildir. Tam tersine burjuva muhalefetinin sefaletinin istibdadın en büyük dayanağı olduğu açıktır. Gerçekçilik adına halkın önüne çıkardıkları Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan Abdullah Gül’e uzanan türlü alternatiflerin, her seferinde mutlaka ve mutlaka burjuva düzeninin istikrarını bozmadan siyaset yapmanın Türkiye’yi getirdiği yer bir uçurumun eşiğidir. Türkiye’nin emekçi halkı istibdadın ya da Amerikan muhalefetin peşinde uçuruma atlamak yerine kendi kaderini kendi eline almalıdır. İşçi ve emekçiler sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir cephede birleşerek, zincirlerini kırarak ve bir Kurucu Meclis için mücadele ederek istibdadı yenebilir. İstibdadın siyasi özgürlükleri, temel hak ve hürriyetleri gasp etmesine bu baskılara karşı kime yapılırsa yapılsın karşı çıkmak bu mücadelenin bir gereği olacaktır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/kilicdarogluna-niyet-aksenere-kismet-mi
http://marksist.net/yilmaz-seyhan/sarayin-sivil-toplum-soylemi-uzerine.htm
‘O heykel kalksın… Yunan ideolojisi…’
Erbakan Vakfı Sinop İl Temsilcisi, Sinop’un girişinde bulunan Yunan düşünür Diyojen heykelinin kaldırılması için eylem yaptı.
Yunan düşünür Diyojen’in heykelinin Sinop’un girişinden kaldırılması için Erbakan Vakfı Sinop İl Temsilcisi İsmail Teziç, heykel önünde basın açıklamasında bulundu.
Teziç, “Biz sanata ve heykellere karşı değiliz. Heykelin arkasına sığınarak Yunan felsefesini, Yunan ideolojisini Sinop’a yapıştırmalarına karşıyız. Diyojen heykelinin Sinop’un girişinden alınmasını ve Balatlar yapısına götürülmesini istiyoruz. Bunun olması için çabalayacağız. Gerekirse imza kampanyası, gerekirse devamlı burada basın toplantısı yaparak sonuna kadar mücadelesini vereceğiz” dedi.
BİLGİ NOTU: MÖ 412-323 yılları arasında yaşamış filozof Sinop’ta doğmuş Korint’de ölmüştür. Sinoplu Diyojen olarak da bilinen filozof, medeniyeti reddetmiş ve medeniyet içerisinde medeniyetten uzak bir şekilde yaşamayı tercih etmiştir. Özellikle Büyük İskender’le karşılaştıklarında imparatorun ‘bir isteğin var mı’ sorusuna verdiği ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ yanıtıyla ünlüdür.
http://www.hurriyet.com.tr/o-heykel-kalksin-yunan-ideolojisi-40558476
ABD ısrar ediyor Barzani geri adım atmıyor
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani’nin, ABD Savunma Bakanı James Mattis ve beraberindeki heyeti Erbil’deki başkanlık konutunda kabul ettiği bildirildi.
Barzani’nin ofisinden yapılan açıklamada, ikilinin basına kapalı gerçekleştirilen görüşmede, terör örgütü DEAŞ ile mücadele, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçleriyle Peşmerge arasındaki dayanışma ve 25 Eylül’de yapılması öngörülen referandumu ele aldıkları belirtildi.
Görüşmede Mattis’in, “ABD, referandumun düzenlenme ihtimalini uzak görüyordu ve referandum sürecinin terör örgütü DEAŞ ile mücadelenin önünde bir engel teşkil edebileceği kanaatinde. (Referandum süreci) Her iki tarafın terörle mücadelede ortak hareket etmesine de sorun olabilir.” dediği aktarıldı.
Açıklamada, IKBY Başkanı Barzani’nin ise referanduma ilişkin şu ifadeleri yer aldı: “Referandum şahsi bir mesele değildir. Milletin hakkıdır ve hiçbir demokrasi ve insan hakları prensibine aykırı değildir. Terörle mücadeleye de asla engel teşkil etmeyecektir.”
Barzani’nin refandurumun ertelenmesi konusunda ise misafir heyete “referandumdan daha güçlü bir alternatifin sunulması” gerektiğini ilettiği kaydedildi.
Barzani ve Mattis görüşmesine, IKBY Başkan Yardımcısı Kosret Resul Ali, Başbakan Yardımcısı Kubad Talabani, Başkanlık Divanı Başkanı Fuad Hüseyin, İçişleri Bakanı Kerim Sincari, IKBY Dış İlişkiler Dairesi Sorumlusu Felah Mustafa, Peşmerge Bakanlığı görevini vekaleten yürüten Serbest Lezgin ve Barzani’nin Başdanışmanı Hemin Havrami de katıldı.
Irak ziyareti çerçevesinde Mattis, önce başkent Bağdat’ta Irak Başbakanı Haydar el-İbadi ve mevkidaşı İrfan Hayali ile bir araya gelmişti.
diyojen heykeli kaldırılsın eylemi
“diyojen milattan önce yaşamış bir filozof. bu eylemi yapanlar ise milattan sonra 21. yüzyıl itibarı ile hala nefes alan, tanımı zor yaşam formları. fakat diyojen günümüze alınıp, bu arkadaşlar da milattan önceye yollansa hiç sırıtmayacakları çok aşikar.”
https://eksisozluk.com/entry/70356624
“sinop yunan kolonisi olarak kurulmuş bir şehir. adam ben yunanlıların kurduğu şehirde yaşamam demiyor da, yunan kültürü bu şehri temsil etmiyor diyor. şehrin adı bile yunanlıların koyduğu gibi duruyor halbuki.”
https://eksisozluk.com/entry/70357824
“aklının çalışan kısımlarını 19. yüzyılda pörtlemiş milliyet kavramıyla yemiş birilerinin hareketi. yunan ideolojisi ne lan? felsefenin etnisitesi mi olur?”
https://eksisozluk.com/entry/70357849
Komplo Teorisi Batı Din Allah
Komplo teorisine inanan geri zekalılarla inanmayan ileri zekalılar arasındaki farklar son zamanlarda twitter, facebook, yerel televizyon, dergi ve gazeteler gibi medya-medyum devlerinde tartışılan bir konu oldu.
Biz, Necip Hoca öğrencileri, kes-yapıştırmalar yerine bir özetini yapmayı seçtik.
İleri zekalıların “tezi”:
Komplo teorisine sarılanlar, modern dünya ve medeniyetin getirdiği kompleks, çok boyutlu, aynı anda medyada aktarılan sayısız haberleri çözümleyip anlayan, bir soruna çözüm bulmada hızlı ve etken algoritmalar bulan, kısacası bu sitede yorum yapanlar gibi yeteneklerden mahrum basit beyinli kişilerdir. Akılları ermediklerini anlamadan basitleştirip anlayanlardır.
Geri zekalıların “tezi”:
İleri zekalıların “tezi” aslında bir komplodur. Balçıklı suyu karıştırıp bulandırmaktalar. Bu ileri zekalılar asıl komplocuların kuklaları olmuşlar. İleri zekalılar komplocuların kurduğu tuzağa düşmüşler, ileri zekalarını kullanmak fırsatlarından yararlanmak, iş bulmak peşindeler.
Biz öğrenciler bu iki tez arasında seçim yapmada bocalıyoruz.
Bir ileri zekalı düğmeye basıp ışığı açar/kapatır, tuvalette çıkardıklarını diğer bir düğmeye basarak kat kat binada dışarı atar, hastanede emar çektirir, biletle havada uçar, kalbine stent taktırıp uzun yaşar. Hiç birinde bu yaptıklarının altında yatan kompleks mekanizma hakkında zerre kadar bilgisi yoktur. İleri zekalılar, özellikle hali vakti yerinde orta sınıflılar anlamadıkları ama basitleştirilmiş nimetlerden yararlanırlar.
Hatta medeniyetin bit tanımı yaşamı basitleştirmek olabilir. Her ileri zekalının övmekle bitiremediği Teknik-Bilimin amacı bu değil mi?
Batılaşma altında yatan bu değil mi?
Kim, basit bankadan para çekmek ve süpermarket dururken, zehirli yılanlar, yırtıcı hayvanlar, kötü ruhlar ve binlerce tehlike dolu ormana gidip yiyecek için hayatını göze alacak?
Devrimin amacı bu hayatı basitleştirme medyumunu ele geçirmek değil mi?
Dikkat!, Dikkat! Aynı ebedi iktidar gibi medyum, yani aracı, ancak el değiştirir. Yok edilemez! Demokratik Batı toplumlarda aracı tüketicilerin elindedir. Tüketiciler de, hayatı basitleştirmek için gece gündüz durmaksızın çalışan beyin emekçileri ileri zekalı tembeller!
Bir bakıma din ve Allah da tarihte bir çeşit komplo teorisi olarak görülebilir. Büyük fark din ve Allah da tarihte ileri zekalıların eline düştü ve sonsuz kompleks oldu.
Necip Bey kişisel bir devrim daha yapmış! Demagojiden vazgeçmek istiyor! Şimdiye kadar yaptığı kör dövüşünü açık gözle yapmak istiyor!
Eğer Necip Bey kör olduğunu görmezse, kör. Görürse kör değil.
Sayın, kişisel devrim üstüne kişisel devrim ekleyen, Necip Bey.
“Ondan sonra da, butun sohbet, bir tur kor dovusune, bir demagoji bulamacina donusur.”
Biz öğrenciler sizin demagojiden hoşlandığınızı, her zaman bir profesör gibi konuştuğunuzu düşünerek gözünüze girmek için size fırsat sağlamak istemiştik.
Not: Düzeltme büyük harflerle yeniden yazılanlar. Tekrar yer kapladığım için özür dilerim.
Komplo Teorisi Batı Din Allah
Komplo teorisine inanan geri zekalılarla inanmayan ileri zekalılar arasındaki farklar son zamanlarda twitter, facebook, yerel televizyon, dergi ve gazeteler gibi medya-medyum devlerinde tartışılan bir konu oldu.
Biz, Necip Hoca öğrencileri, kes-yapıştırmalar yerine bir özetini yapmayı seçtik.
İleri zekalıların “tezi”:
Komplo teorisine sarılanlar, modern dünya ve medeniyetin getirdiği kompleks, çok boyutlu, aynı anda medyada aktarılan sayısız haberleri çözümleyip anlayan, bir soruna çözüm bulmada hızlı ve etken algoritmalar bulan, KISACASI BU SİTEDE YORUM YAPAN İLERİ ZEKALILARIN YETENEKLERİNDEN mahrum basit beyinli kişilerdir. Akılları ermediklerini anlamadan basitleştirip anlayanlardır.
Geri zekalıların “tezi”:
İleri zekalıların “tezi” aslında bir komplodur. Balçıklı suyu karıştırıp bulandırmaktalar. Bu ileri zekalılar asıl komplocuların kuklaları olmuşlar. İleri zekalılar komplocuların kurduğu tuzağa düşmüşler, ileri zekalarını kullanmak fırsatlarından yararlanmak, iş bulmak peşindeler.
Biz öğrenciler bu iki tez arasında seçim yapmada bocalıyoruz.
Bir ileri zekalı düğmeye basıp ışığı açar/kapatır, tuvalette çıkardıklarını diğer bir düğmeye basarak kat kat binada dışarı atar, hastanede emar çektirir, biletle havada uçar, kalbine stent taktırıp uzun yaşar. Hiç birinde bu yaptıklarının altında yatan kompleks mekanizma hakkında zerre kadar bilgisi yoktur. İleri zekalılar, özellikle hali vakti yerinde orta sınıflılar anlamadıkları ama basitleştirilmiş nimetlerden yararlanırlar.
Hatta medeniyetin bit tanımı yaşamı basitleştirmek olabilir. Her ileri zekalının övmekle bitiremediği Teknik-Bilimin amacı bu değil mi?
Batılaşma altında yatan bu değil mi?
Kim, basit bankadan para çekmek ve süpermarket dururken, zehirli yılanlar, yırtıcı hayvanlar, kötü ruhlar ve binlerce tehlike dolu ormana gidip yiyecek için hayatını göze alacak?
Devrimin amacı bu hayatı basitleştirme medyumunu ele geçirmek değil mi?
Dikkat!, Dikkat! Aynı ebedi iktidar gibi medyum, yani aracı, ancak el değiştirir. Yok edilemez! Demokratik Batı toplumlarda aracı tüketicilerin elindedir. Tüketiciler de, hayatı basitleştirmek için gece gündüz durmaksızın çalışan beyin emekçileri ileri zekalı tembeller!
Bir bakıma din ve Allah da tarihte bir çeşit komplo teorisi olarak görülebilir. Büyük fark din ve Allah da tarihte ileri zekalıların eline düştü ve sonsuz kompleks oldu.
“Necip Bey kişisel bir devrim daha yapmış! Demagojiden vazgeçmek istiyor!”
Ben boyle bir sey demedim; soylediklerim de o anlama gelmez.
Dahasi, bu, benim yazdiklarimin arasinda ‘demagoji’ saydigim herhangi bir sey oldugunu da kabul ettigim anlamina da gelmez.
Su anlama gelir: Gerek sohbetin dogal seyri, gerekse de muhatabimin tercihi sonucunda, ‘demagoji bulamacina’ saplanmak ihtimali yukseliyorsa, o sohbete devam etmenin rasyonelitesi kalmayacak demektir. Sonlandirmak cok daha evladir.
“Biz öğrenciler sizin demagojiden hoşlandığınızı, her zaman bir profesör gibi konuştuğunuzu düşünerek gözünüze girmek için size fırsat sağlamak istemiştik.”
Baska bir zaman, insallah…
“Kişisel Gelişim ve Zengin Olma” Yalanları!
http://marksist.net/okurlarimizdan/kisisel-gelisim-ve-zengin-olma-yalanlari.htm
–
“Uzun zamandır kitabevlerinde çeşitli asker kökenli ‘yazarların’ kitapları boy gösterdi. Hepimiz bu kitapların biriyle en az bir kez kesin karşılaşmışızdır da yazarın asker olduğunu çoğunlukla bilmeyiz. Asker kökenli ‘yazar’ların işlediği konular değişiktir. Bunlardan kimisi güneydoğu anılarını, kimisi ‘kişisel gelişim’ kitaplarını, kimisi politik konular olmak üzere değişik konuları işlemektedir. ‘Serbest pazar’ ilişkileri de bu türden kitapları sahiplenmiştir. İnsan sormadan edemiyor: Peki ne oldu da emekli paşaları yetiştiren kurumlar entel-dantel üreten bir okul oldu?”
“Bir örnek vereceksek: Osman Pamukoğlu adlı paşamızın çeşitli kirli savaş anılarını yayınladığı kitaplarından sonra yayınlanan son iki kitabı ‘kişisel gelişim’ üzerinedir. Yok hemen önyargılı olmayalım. Biz de biliyoruz bu türden ‘kişisel gelişim’ zırvalıklarının ne menem şey olduğunu.”
Paşam Yazar Olmuş!
http://www.sorunpolemik.com/SP/99/pasam_yazar_olmus!/
“diyojen heykeli kaldırılsın eylemi” de ilginc tabii ki.
Ama, benim icin, daha ilginc olan: O heykel oraya ncin dikilmisti? Yani, nereden icabetmisti?
Diyojen’in Sinop’ta dogdugunu mu yeni farketmislerdi?
Yoksa, Sinop’a bir Diyojen heykeli dikilince, Sinop’un (turistik/kulturel) degerinin artacagi mi dusunulmustu?
Ya da, acaba, heykel uretim sektorune tesvik olsun –ama, her tarafta yeterince Ataturk heykeli var; bu da farkli olsun– diye mi, Diyojen heykeli secilmisti?
Kisacasi, keldirilmsini isteyenlerden once, bence, asil konu: O heykelin neden orada olmasinin gerektigidir.
Bir de, tabii ki, (Atina’da yasamis, orada meshur olmus, ve orada zibarmis olan Diyojen) Sinop’a ne katmisti da, kaldirilirsa, ne eksilecek?
Sayın 456 Necip Bey,
“Kendi yazdiginizi okusaydiniz keske. ‘Her’ dedikten sonra ‘genellikle’ demenizdeki celiskiyi kastediyorum.”
Sizin gibi bilgi dolu üniversite hocalarımızdan genellikle genelleştirmeden bilgi ve bilimin imkansız olduğunu öğrenmiştik. Sözde, Batıyı Batı eden babalardan biri olan Aristo bile aynı şeyi söylemiş. Aynı hocalarımızdan her genelleştirmenin hata olasılığı içerdiğini de öğrendik.
Hatta her sözcük bir genelleştirmedir.
Sevdiğiniz yerçekimi buna örnek olabilir. Maddeler bir birini çekmiyorlarmış; madde, maddenin uzayda yarattığı biçime uyuyormuş. Hıyar sebze değil, meyveymiş. Hatta “şu armut ağacıdır” bile hatalı olabilir. Yine sevdiğiniz tümevarım mantığınızı kullanmadan doğru veya yanlış olduğu kesin kes kanıtlanamaz.
Sizin “genellemede hata olmaz” lafınız bizi şaşırttı, diğer bilgi dolu hocalarımızın bize öğrettikleriyle çelişkiye düştü. biz bu nedenden daha temkinli bir dil kullanıp ‘her’ dedikten sonra “genellikle” sözcüğünü tırnak içinde yazdık.
Genellikle “hoca bir şey söyler, öğrenci başka bir şey anlar” denir. Burada sanki “öğrenciler bir şey söylemiş, hoca başka bir şey anlamış”
Burada sosyal, biyolojik, sıradan halk inanışları, psikolojik, entropik, kronolojik, mitolojik, ve hepsinden daha önemli olan tarihte tek devrimle doğan burjuva (= orta sınıf) “cennet ilerde” düşüncelerinizle sizin biraz geri kaldığınız, biz ileriyi temsil eden gençleri anlayamadığınız ileri sürülebilir.
Bir ihtimal daha var: sizin yazılarımızı daktilo Türkçenizle okumuşsunuz.
“Gecelim” dedikten sonra yazdıklarınız bizi hiç anlamadığınızı apaçık gösteriyor.
Belki anlarsınız ümidiyle ekliyoruz.
Ya “her genelleştirme hata içerir” diyen diğer bilgi, bilim, hikmet dolu hocalarımız doğruyu söylüyor veya “her genelleme doğrudur” diyen bilgi, bilim, hikmet dolu ve epistemolojide çığır açan Necip bey doğruyu söylüyor. Tabii ya da hem her iki bilgi kuyuları, ya da ne biri ne de öbürü. Sohbetin çoktan salt bir kelime olduğu, asıl sohbetin şimdi siz teknisyen orta sınıflar arasında “iletişim” veya siz tüccar-teknisyenler arasında 0 ve 1’le yapılan enformasyon alış-verişi diliyle “0 ve’le 4 degisik giris cikis yapilir.”
Bizim yazdigimizi ve kendi yazdiginizi baskasina okusaydiniz keske: yazdiklarimizi anlamadiginizi gorurlerdi.
Keske, en azindan, bilgi kaynaginiz wicky-wacky ansiklopedisinde “querelle des universaux” veya “problem of universals” veya “evrensel” yazilarini okusaydiniz.
“Atina’da yaşamış, orada meşhur olmuş, ve orada zıbarmış biri Sinop’a – veya Anadolu’ya – ne katmış da heykeli kaldırılsa bir şey eksilecek?”
diye sormuşken bir soru daha soralım:
Hicaz’da yaşamış, orada meşhur olmuş, ve orada zıbarmış biri Anadolu’ya ne katmış da adı günde beş kere okunmasa ve inanç önderi olarak benimsenmese bir şey eksilecek?
[Hicaz’da yaşamış, orada meşhur olmuş, fakat İstanbul kuşatmasında zıbarmış birinin adını İstanbul’un bir ilçesine vermesi ise anlaşılır bir şeydir. Tıpkı Roma’da yaşamış, orada meşhur olmuş, ve İstanbul’un ikinci kurucusu olmuş birinin adını İstanbul’a vermesi gibi.]
Onceden uzerinde detayli konusulmus, anlasilmis, ‘rigorous’ bir tanimi olmayan ‘set’ler, matematikte bile, sorundur.
Mesela, ‘prime numbers’ (‘asal sayilar’) ‘set’ini dikkate alalim:
Kendisinden ve kendisinden once gelen (ya da, halen ‘set’ icinde olan) baska hicbir sayiya bolundugunde sonuc tamsayi cikmayan sayilara ‘prime number’ (‘asal sayi’) diyoruz; degil mi?
Peki.
— 1 ve 0 (sifir) da bu sete dahil olmali mi? [Haric iseler, niye?]
— Negatif sayilar ne olacak? [Haric iseler, niye?]
— Ya da, ‘sonsuz’? [‘Sonsuz’u da bir sayi olarak kabul edecek miyiz?]
Goruldugu uzere, bunlar tartisilabilir seylerdir; ve, musterek on-kabuller sozkonusu degil ise, neyin hata (yanlis) ya da neyin dogru oldugu uzerinde anlasmak imkansiz/zor olur.
“Ya ‘her genelleştirme hata içerir’ diyen diğer bilgi, bilim, hikmet dolu hocalarımız doğruyu söylüyor veya ‘her genelleme doğrudur’ diyen bilgi, bilim, hikmet dolu ve epistemolojide çığır açan Necip bey doğruyu söylüyor.”
Siz, hala daha, orada misiniz?
Icinde ‘hata’ oldugunu ispatlayamayacaginiz (supheye mahal birakmayacak sekilde, kabul edilmesini saglayacaginiz) ‘set’ler sozkonusu ise, ‘her genelleştirme hata içerir’ deseniz ne, demeseniz ne?
Matematikte, bu, yerlesik/muzmin on-kabullerle (isterseniz, ‘meslek taassubu’ da diyebilirsiniz) asilmaga calisilir.
Sosyal bilimlerde o bile yoktur –o yuzden, ‘her genelleştirme hata içerir’ demek, olsa olsa ‘benim kanaatim bu yonedir’ demek anlamina gelir. Ispat de degildir, aksiyom da.
Fevkalade kalabalik olabilen ‘kisisel kanaatler’ ‘set’inde bir baska ‘uye’ olarak yer alir. O kadar.
Hocalariniza benden selam soyleyin: Isin kabugunu degil de ozunu ogretseydiler, cok daha faydali olurdular sizin kafa karisikliginiza.
Sayın Necip Bey,
Roma imparatorluğunu yıkılışı nedenlerinde de açtığınız yeni çığırı diğer sizin gibi derin bilgili hocalarımızla görüştüğümüz gibi bu konuda daha önce öğrendiklerimizi gözden geçirdik.
Hocalarımızla ortak düşüncemiz: Siz yıkılma nedenini sonuç, sonucu neden gibi algılıyorsunuz. Tutumunuz son derece resmi (“official”) tarih açısından bir bakış, okullarda öğretilen, “wikipedia”ya yakışır bir görüş.
Hocalarımız, eğer İtalyanca biliyorsanız, V. Lanternari’nin 1960’da yayınlanan “Religiosi di Libertà e di Salvezza dei Popoli Oppressi” kitabını okumanızı tavsiye ediyorlar.
Bize göre sizin nedenle sonucun yer değiştirmekle açtığınız çığır aslında geleneksel, egemen, kazananlar tarihi. Hatta bir beyin yıkama tarih bilgisi diyebiliriz.
Bütünü (hiç değilse büyük bir kesimi) birleştiren çimento yıpranıp aşındığında, bir arada tutma gücünü kaybettiğinde düzen sarsılmaya başlar.
Biz diğer açtığınız çığır “anne=iktidar” yerine “iktidar = devlet” olduğunu düşünüyoruz. Daha önce dediğimiz gibi sizin iktidar tanımınızla, iktidar, canlı ve cansız bütün dünyada, her yerde, her zaman “iktidar” olduğundan anlamını kaybeder.
Dolayısıyla, eğer devlet varsa, devlet gücünü ve otoritesini kaybeder. Eski inanış halkın derin isteklerini tatmin etmez olur. Medeniler arasında hem devlet hem de eski ruhaniler din kurumu yeni yeşeren akımları bastırmak isterler. Ama çok geç.
Evinize yakın İslam tarihi size bir örnek olabilir. Kan ve akrabalığa dayanan düzen çalışmaz hale gelince, kan ve akrabalığı aşan siyasi bir düzen kuruldu. Bu, Mekke’de inen ayetlerle Medine’de inen ayetler arasındaki farktan kolayca anlaşılabilir.
Eğer tarih satır arası okunur, yıkanan beyin bir tarafa bırakılırsa, Avrupa’da kapitalizmin, Hristiyanlığın Orta Doğu’da, daha önce Yahudiliğin ortaya çıkışında benzeri durumlar apaçık görülür. Aynı şekilde Eski Mısır’da din hareketleri ve reformlarda; Hindistan’da Budizm ve Aşoka’nın Konstantin gibi ” Ama çok geç” olduğunu görüp Budizm’e sarılmasında da görebilirsiniz.
Not: bu siteye yazanlar hümanist olduklarından ve medeni olmayan çıplak veya yarı çıplak insanları insan saymadıklarından medeniyet dışı örnekler eklemedik.
Yaşasın cinayet masası!
Hocalarımızdan Vikipedi’den bile daha dandik Necip’e Selam
“Eğer onda utanma kalmamışsa bunu da yutar tekrar ağzından diğer çığır açma saçmalıkları gibi çıkarır.”
VİKİPEDİ asal sayımı tanımı
Asal sayılar, sadece iki pozitif tam sayı böleni olan DOĞAL SAYILARDIR. Sadece kendisine ve 1 sayısına bölünebilen 1’den büyük pozitif tam sayılardır.
DOĞAL SAYILAR
Doğal sayılar, N = { 0 , 1 , 2 , 3 , 4 , 5 , 6 , 7 , . . . } şeklinde sıralanan tam sayılardır.
Sonsuzu anlamayanlara bir tavsiye: Necip beyin açtığı çığırlar.
” Goruldugu uzere, bunlar tartisilabilir seylerdir ”
Bunlar sonsuz defa çok tartışıldı, siz cahilsiniz hepsi o kadar. Başlangıçtan beri söylediklerimizi tekrar etmek zorundayız.
Cahilliğiniz diploması, horozluk etme diploması da aldığınız diplomalar arasında olmalı.
” Onceden uzerinde detayli konusulmus, anlasilmis, ‘rigorous’ bir tanimi olmayan ‘set’ler, matematikte bile, sorundur.”
Tanımın olmayışı başka, saçma tanım başka.
Horozluk yapacağına şu sorumuza bir cevap ver. İki artı iki ve dört aynı mı?
Hatta daha da zor bir soru: bir artı iki ve iki artı bir aynı mı?
Sonsuz hakkında söylediğiniz diğer cahillikleriniz gibi sadece ve sadece cahilliğinizi sergiler.
Cantor’u okuyun da biraz kendinize gelin.
Sonsuz içermeyen matematik ve geometrinin tümü ilkokul çocuğuna iki üç günde öğretilebilir.
Sizin ukalalığınız da sonsuz.
” deseniz ne, demeseniz ne?”
Sıkışınca hep aynı bu zikri tekrarlayan hafız olmuşsunuz. Bu dünya cahillerinin milli marşı.
Bilmediğiniz konularda saçmalayıp duruyorsunuz. İçinde piştiğiniz ticaret dünyası sidik yarışı genlerinize yazılmış.
” Ispat de degildir, aksiyom da.”
Ulan insan bu kadar alçalır be. Matematik gösterisi yapıyor, matematiğin her ispatının aksiyomda olduğunu bile bilmiyor bu horoz. Daha henüz olumsal dünyayla mantıksal dünya arasındaki farkı bile bilmez bu horoz.
Sizin her cümleniz alçak olduğunuzu horozlukla kapatma kişisel sapıklıklar.
“RTE/AKP’yi devirmek için bir sürü yol denendi, hiçbiri tutmadı, tutmayacak da. Öyleyse çenenizi kapayın ve RTE/AKP’ye boyun eğmeye devam edin!”
Kapa Çeneni Tayyip- Gezi
“Bunlar sonsuz defa çok tartışıldı”… dolayisi ile ‘tartisilabilir’dirler –hep de oyle olmustur.
Ote yanda, sizin ‘matematik’e yonelik imaninizi bu denli siddet ve celalle savunmanizi da giptayla kaydediyorum.
Giptayla; cunku, benim boyle imanlarim olmadi hic. Olmayinca da, insan, ‘acaba bunlarin mutlulugunun kaynagi bu mudur?’ diye sorasi geliyor.
Oyle ya, iman, gafletten sonra gelse de, cok onemli bir mutluluk/saadet kaynagidir.
Neyse.
Ben, sizin yerinizde olsam, matematigi o kadar abartmazdim. Sonucta, cekic/pense/tornavida turunden (fakat, sembollerden olusan) bir ‘takim cantasi’ndan (‘tool box/set’ten) bahsediyoruz.
Aksiyomlar, postulatlar filan da, esasen, kabullerdir.
O kabulleri ‘kabul’ ederseniz, o takim cantasi isinize yarayabilir. Yoksa, baska bir takim cantasi oluturmaniz gerekebilir.
Hayati sonu degil.
Hic matematikten anlamayanlar ya da kullanmayanlar oracikta irtihal-i dar ul beka eylemiyorlar –onlar da normal bir hayat surebiliyorlar.
Neyse.
Asal sayilara tekrar donersek.. Sizin kattiginiz terimlerle soyleyecek olursak, ‘kendinden once gelen herhangi bir dogal sayiya bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir’ diyebilmeliydik.
Bu ‘elegant’ bir tanim olurdu.
Ama, olmuyor.
Cunku, ‘sifir’ ve ‘bir’ isleri karistiriyor.
Herhangi bir sayiyi ‘sifir’a bolersek, sonuca ‘sonsuz’ diyoruz. Isimize gelmiyor.
Her sayi da (‘sifir’ haric) ‘bir’e bolundugunde, cikan sonuc kendisi oluyor. Bu da isimize gelmiyor.
Ayrica, herhangi bir sayiyi kendine boldugumuzde, sonuc ‘bir’ cikiyor. ‘Bir’ bir tamsayi oldugu halde, bu sonuc, isimize gelmiyor.
O yuzden, ‘elegant’ tanimi kirletmek (to taint) zorunda kaliyor ve icine istisna maddeleri (exception clauses) sokusturmak zorunda kaliyoruz.
Butun bunlari yaparken de, (simdiki ya da gelecekteki) muhatap(lar)imizin kabul edecegini varsayiyoruz.
Yani, iman talep ediyoruz.
Etmeyenler ne olacak?
Basit.
Tipki sizin verdiginiz tepkide oldugu uzere, afaroz edilirler.
O yuzdendir, sizin ‘matematik’e yonelik imaniniza giptayla bakisim.
Afaroz edilmek ihtimalini en basindan bertaraf etmisligin huzuru icinde olmalisiniz.
Ne mutlu.
Not: Cantor’un filan konumuzla alakasi yok. ‘Matematik’in de; ‘set theory’in de. Sosyal bilimlerde ‘set’ler, matematikteki setler kadar iyi tanimli (well defined’) degildirler. Matematiktekiler de her zaman ‘elegant’ degildirler. Ben, bu sonuncusuna ornek vermistim. Siz, orada takilip kalmissiniz.
Sözcü gazetesini çöpe atsak çöp kirlenir
[Klasik solcu ezberler: İsrail yayılmacılığı kötü, İran yayılmacılığı makbul. Filistin’in devletleşmesi makbul, Güney Kürdistan’ın devletleşmesi bölücülük ve “İkinci İsrail”. Bütün devletler kötüdür ve ezilen ulusların devletleşmeleri yanlıştır ama Filistin’in devletleşmesi bundan hariçtir. Filistin devletine karşı çıkmak Siyonizm uşaklığıdır, Kürdistan devletine karşı çıkmak Kemalizm, Baas ve Molla uşaklığı değildir.]
İsrail’den İran’a “tehdit”
İsrail Savunma Bakanı Avigdor Liberman, “İran’ın Suriye ve Lübnan’da güçlenmesine izin vermeyeceklerini” söyledi.
İsrail devlet radyosunun haberine göre Liberman, başkent Tel Aviv’de devlet görevlilerinin katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada, “İsrail, İran’ın Suriye ve Lübnan’da oluşturmaya çalıştığı bu yeni ortama teslim olmayacaktır.” dedi.
İran’ın Suriye’de yeni bir realite ortaya koymaya çalıştığını öne süren Liberman, “İran, Devrim Muhafızları aracılığıyla Suriye topraklarında hava ve deniz üsleri inşa etmeye, Şii milis gücüyle de Lübnan’da gelişmiş silahlar üretmeye çalışıyor. İsrail bunlara sessiz kalmayacaktır.” ifadelerini kullandı.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Rusya’ya gerçekleştirdiği ziyarette İran ile ilgili dile getirdiği “çekincelerinin” ardından Liberman’ın bu açıklamaları yapması dikkati çekti.
TEHDİT UNSURU
Netanyahu dün Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Soçi şehrinde gerçekleştirdiği görüşmede, “İran’ın Suriye’de güçlenmesini tehdit unsuru olarak gördüklerini” belirterek, “İran, Suriye’deki varlığını artırmak için muazzam bir çaba harcıyor. Bu durum İsrail, Ortadoğu ve tüm dünya için bir tehdittir.” demişti.
İsrail’in eski Hava Kuvvetleri Komutanı Amir Eshel de daha önce yaptığı konuşmada, “İsrail son 5 yıl içinde Hizbullah’a ve diğer cephelerdeki gruplara silah taşıyan konvoylara onlarca saldırı düzenledi.” diye konuşmuştu. Eshel söz konusu saldırıların 100’e yakın olduğunu ifade etmişti.
SALDIRILAR DÜZENLİYOR
İsrailli kaynaklar ve ordunun daha önce yayımladığı birçok raporda, Hava Kuvvetleri’nin Suriye’de Lübnan Hizbullahı’na silah taşıyan konvoyları hedef aldığı kaydedilmişti.
Ayrıca iç savaşın başladığı 2011’den bu yana zaman zaman Suriye ve Golan Tepeleri’nden, topraklarına roket atıldığını ileri süren İsrail, İran destekli Hizbullah güçlerine ve rejime ait askeri noktalara saldırılar düzenliyor.
http://marksist.net/gulhan-dildar/venezuelada-darbe-tehlikesi-gucleniyor.htm
Eren’in şehit olduğu Maçka’da Jandarma Komutanı’na yöneltilen suçlamalar şoke etti
Trabzon’da gözaltına alınan Maçka İlçe Jandarma Komutanı Zabit Zengin’in Trabzon Terörle Mücadele Şube Müdürlüğündeki sorgusu devam ediyor. Teğmen Zengin’in Kripto FETÖ’cülerden olduğu ve Eren’in şehit edilmesinden sonra operasyonu geciktirip teröristlere zaman kazandırdığı iddia edildi.
Çarşamba günü gözaltına alınan teğmen Zengin’in TEM şubedeki sorgusuna iki farklı uzman ekibin girdiği öğrenildi. Zengin’in, PKK ve FETÖ örgütlerinde uzman olan ekip tarafından sorgusu devam ediyor.
Öte yandan Star gazetesinden Şener Kılıç’ın haberine göre, Teğmen Zabit Zengin’e yöneltilen suçlamalar şöyle:
Tunceli-Erzincan-Gümüşhane güzergahından gelen teröristlerin Maçka üzerinden bölgeye sızmasına izin verildi.
PKK’lı teröristler kripto asker ve polislerden gelen istihbarat ve lojistik sayesinde bölgede çok sayıda silahlı eyleme imza attı.
Kripto FETÖ’cülerden biri de Teğmen Zabit Zengin’di. Eren’in şehit edilmesinden sonra operasyonu geciktirip teröristlere zaman kazandırdı.
Operasyona hazırlanan Jandarma Özel Harekat timlerinin bölgeye gelmesi engellendi. Özel timler 1 hafta sonra intikal ettiğinde teröristler kayıplara karışmıştı.
AKP ve Jandarma Maccaferri işçisine karşı: “Yasaklamazsak kırarız!”
Gerçek
Ağustos 25, 2017
Düzce’de Tekno Maccaferri fabrikasındaki grevin 25. gününde patron yasadışı şekilde fabrikadan tırla mal çıkartmaya çalışınca grev gözcüleri buna engel oldular. Grev gözcülerinin varlık sebebi zaten patronun grevi kırmak için girişeceği gayri meşru tutum ve davranışları engellemektir. Birleşik Metal üyesi işçiler ve şube yöneticileri bu amaçla fabrikadan çıkartılmak istenen TIR’ın önüne geçmişlerdir.
Bu aşamada Düzce Valiliği devreye girmiş jandarmayı patronun yanında grev kırıcılık yapmak üzere fabrikaya göndermiştir. 20 işçi, sendika temsilcisi ve grev gözcüsü jandarma marifetiyle gözaltına alındıktan sonra mal yüklü tır, fabrikadan çıkartılmıştır. Metal sektöründe daha önce birçok grevi yasaklayan AKP iktidarı yasaklamadığı grevleri de işte böyle kırmaya çalışıyor. Her durumda patronun yanında, her seferinde işçinin karşısında yer alan bir iktidar var. Jandarma ve polis de bu işçi düşmanı politikaların sopası rolünü oynuyor.
İşçiler grev boyunca ücret almamakta bunun yarattığı maddi sıkıntıya sendikal dayanışma ile karşı koymaktadır. Grev süresince haliyle patron da emek sömürüsü ile elde ettiği tatlı kârlarından mahrum kalacaktır. Jandarmanın devreye girerek TIR’ları salıp işçileri gözaltına alması grev dolayısıyla sıkışan patrona verilen bir hayat öpücüğüdür.
Jandarmanın patronunun yanında yer alıp işçiye saldırması, Erdoğan’ın bir süre önce patronlara hitaben yaptığı konuşmada sarf ettiği “grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade anında müdahale ediyoruz” sözlerini hatırlatıyor. Asil Çelik, EMİS, Akbank, Şişecam ve Mefar fabrikalarındaki grevi yasaklayan AKP hükümeti yasaklamadığı greve de işte böyle şiddetle, patronun TIR’larını salıp işçileri göz altına alarak engellemeye çalışıyor.
Tekno Maccaferri fabrikası grevi engellemek için daha önce de grev oylaması öncesi hileli işçi alımı yapmış, Ankara ofisindeki çalışan sayısını 37 kişi arttırarak oylamanın sonucunu değiştirmişti. Patronun bu girişimi iş mahkemesi tarafından tespit edilince grev oylaması sonuçları iptal edilmiş ve grev başlamıştı.
Düzceli metal işçileri ise Tekno Macafferri’deki grevi tüm baskılara göğüs gererek sürdürüyor. Tüm sınıf kardeşlerini de haklı mücadelelerine destek olmaya seslerini duyurmaya çağırıyor.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/akp-ve-jandarma-maccaferri-iscisine-karsi-yasaklamazsak-kirariz
Necip Yine Saçmalamış
“Asal sayilara tekrar donersek.. Sizin kattiginiz terimlerle soyleyecek olursak, ‘kendinden once gelen herhangi bir dogal sayiya bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir’ diyebilmeliydik.
Bu ‘elegant’ bir tanim olurdu.
Ama, olmuyor.”
Ulan, insan bu kadar utanmadan cahilliğini açığa vurur.
Şaban Necip,
4, 24’ten önce gelen bir doğal sayı (kendinden once gelen herhangi bir dogal sayiya bolundugunde),
1. 24’ü 4’e böl ve gözlüğünü tak,
2. Alış-verişte öğrendiğin yalancılığı unut,
3. Dalkavukla öğrendiğin yüzüne tükürüldüğünde serinlemeden bir an vazgeç,
4. Yazılarımıza baktığınız gibi inek trene bakar gibi bakma,
5. Sonuç 6 ve 6 asal sayı değil! (sonuc dogal sayi cikmiyorsa)
O halde, enayi dümbeleği, çığır üstüne çığır açan, matematiği bile aşan aşırı anarşist devrimci Necip bir çığır daha açar: (o bir asal sayidir’) 24 asal sayıdır.
“Bu ‘elegant’ bir tanim olurdu.”
Bu, sana benzer dandik bir tanım olurdu.
Enayiliğini sergileyecek daha da güzel bir örnek:
25’i 9’a böl. Çıkan sayı doğal değil!
O halde, arkasından çıkardıklarını ağzından çıkaran Necip’in ağzından yeni bir Türk matematiği çıkar: 25 asal sayıdır!
Bir konuda cahilliğinizi yüzünüze tükürmek o konunun savunuculuğu değil, be salak!
Türkiye Güney Amerika’da bir ülkedir.
Hayır demek, bir şeyi savunmak değil be şaban! Ne de Türkiye veya Güney Amerika’yı sevmektir.
“‘sonsuz’ diyoruz “.
Diğer konulardaki bilgileriniz, bu eşeklerin anladığı sonsuz. Matematikteki sonsuzla alakası, beyniniz gibi, sıfır,.
15 Temmuz gecesi uçakların kalkış emrini veren ve hava trafiğini koordine eden Akıncı Üssü’nün eski harekat komutanı Kurmay Albay Ahmet Özçetin’in savunması tamamlandı. Çapraz sorgusunda soruların bir çoğuna, “Hatırlamıyorum, daha önce cevap verdim” şeklinde yanıtlayan sanığın, “Roma’yı da biz yaktık” cevabı tepki çekti.
http://www.hurriyet.com.tr/verdigi-cevaplar-salonu-karistirdi-40561370
ALAYCI CEVAPLARI SALONU KARIŞTIRDI
Darbe davası sanıklarından eski albaylar Ali Eraslan, Bilal Akyüz, İsa sancaklı, Veysel Kavak gibi isimlerin askeri liseden arkadaşı olup olmadığı sorulan sanık Özçetin, “Gerçekleri açıklıyorum. Okul sıralarında bu isimlerle oturduk darbeyi planladık. 2016 yılında darbeyi yaptık. Gerçek bu” dedi.
Avukatın, “Askeri lisedeki arkadaşlarınızın hepsinin darbe davalarında sanık olması sizce tesadüf mü sorusuna” sanığın verdiği, “Roma’yı da biz yaktık. Geçmişe gidip Roma’yı yakıp geldik” cevabı bir anda salonu karıştırdı. Mahkeme Başkanı Selfet Giray, “Böyle bir cevap usulü yok. Cevabınız varsa verirsiniz. İstemiyorsanız cevap vermeme hakkınız var” diyerek sanığı uyardı.
Ancak salonda bulunan şehit yakınları ve gaziler sanığın mahkemeyle dalga geçtiğini iddia ederek, “Katil, şerefsiz, alçak” şeklinde sanığa yönelik sözler sarf etti. Salonda bir anda tansiyon yükseldi. Mahkeme Başkanı Giray, duruşma kurallarını hatırlatarak tansiyonu düşürdü. Ancak soruları yanıtlamaya devam eden sanığa yönelik salondan yoğun bir şekilde, ’Yuh’ sesleri yükselmesi üzerine Mahkeme Başkanı Giray, duruşmaya öğle arası verdi.
Aranın ardından sanığın çapraz sorgusuna devam edilecek.
Balkan oligarşisinin bir gazetesinde çıkan bir habere yapılan ırkçı okuyucu yorumlarından biri. Habere konu olan şehrin de Balkan oligarşisinin ve ulusalcı Türk ırkçılığının güçlü olduğu yerlerden olduğu unutulmamalı.
–
İzmir’de trende bıçaklı dehşet!
İzmir’de, şehir içi ulaşım yapan İZBAN treninde, iddialara göre bir grup genç aşırı gürültü yaptıkları için kendisini uyaran yolcuların üzerine yürüdü. Trendeki dehşet anlarında bir yolcu aldığı bıçak darbesiyle hafif yaralandı.
Edinilen bilgiye göre, İZBAN trenindeki olay dün akşam saatlerinde yaşandı. Bir grup genç, iddialara göre trende aşırı gürültü yaptığı gerekçesiyle bazı vatandaşlar tarafından uyarıldı. Bunun üzerine gençler vatandaşların üzerine yürüdü. Yüksek sesle ve küfürlü konuştuğu iddia edilen 6-7 kişilik grup, kendilerini ‘Düzgün konuşun’ diye uyaran yaşlı yolcuya bağırınca ortalık karıştı.
ELİNDE BIÇAKLA GERİ DÖNDÜ
Diğer vatandaşlar, küfürlü konuşan bu yolculara tepki gösterince trende tartışma çıktı. Grup, Kemer İstasyonunda zorla trenden indirildi. Bu sırada kişilerden biri elindeki bıçakla dehşet saçtı. Saldırgan, bir yolcuyu bıçakladı. Trenden inen genç, ardından da elindeki bıçakla bir anda geri döndü. Bir adama saldırmaya çalışan kişi, adamın tekme hamlesiyle küfür ederek uzaklaştı. Tüm bu yaşananlarda kameralara yansırken, yolcular hemen güvenliğe haber verdi. Güvenlik olaya müdahale ederken, şahıslar duraktan kaçarak uzaklaştı. Bıçaklanan vatandaş ise olayı hafif yaralarla atlattı. Olayla ilgili şikayetçi olmayan vatandaş, ambulans istemeyince duraktan ayrıldı.
–
yakup kozan
Türk olmadıkları kesin!
Ekmek yerken kırıldı dişi…
İzmir’in Bornova ilçesinde bir çiftin, tanınmış bir süpermarketten aldıkları ekmekten çivi çıktı. Isırdığı ekmekteki çivi nedeniyle dişini kıran Zuhal Şengülendi, duruma tepki göstererek “Çiviyi yutabilirdim de, boğazıma da kaçabilirdi, her şey olabilirdi” dedi.
http://www.hurriyet.com.tr/ekmek-yerken-kirildi-disi-40562105
Marketten aldığı ekmekten çıktı, dişini kırdı
İzmir’in Çeşme ilçesinde bir şahsın, süpermarketten alarak yediği ekmeğin içinden çıktığı iddia edilen vida dişini kırdı.
http://www.hurriyet.com.tr/marketten-aldigi-ekmekten-cikti-disini-kirdi-40464408
KHK’lardan Padişah fermanına doğru
Gerçek
Ağustos 26, 2017
25 Ağustos günü yayınlanan, 203 maddeden oluşan 694 sayılı KHK hem içerik hem de biçim açısından bir istibdad rejimi inşasını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Mevcut Anayasa’ya göre OHAL ilanının gerekçesi dışında KHK çıkarılamaz, ayrıca kalıcı yasal düzenlemeler yapılamaz. AKP’nin çıkardığı neredeyse tüm KHK’lar bu yüzden anayasaya aykırı. Ancak son döneme kadar bu tür düzenlemelerin kapsamı nispeten sınırlı kalıyordu. Son 203 maddelik KHK ile adeta yasama görevini tümüyle gasp ederek üstüne almış bir hükümetle karşı karşıyayız.
Yargı rehin alınmış, yasama felç edilmiş, hükümet denetimsiz
Yasamayı fiilen üzerine almış olan hükümet kendini hukuksal denetimden de tamamen azade kılmış durumda. Çünkü hükümet anayasayı bu şekilde ihlal ettiğinde bunu denetleyecek tek organ olan Anayasa Mahkemesi uzun süreden beri rehin alınmış durumda. Anayasaya aykırı KHK’larla ilgili yapılan başvuruları OHAL dolayısıyla yetkisiz olduğunu gerekçe göstererek reddeden Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesi Gülen cemaatinin yargıda en etkin olduğu dönemde atanmış, Anayasa Mahkemesi başkanı Zühtü Arslan ise cemaatin yuvası olduğu gerekçesiyle 2015 yılında kapatılan Polis Akademisi’nin başkanlığını yapmıştı. Bu şekilde rehin alınmış Anayasa Mahkemesi görevini yapamıyor, ne istibdad kararnamelerine ne de mühürsüz seçimlere müdahale edebiliyor.
Bu durum mevcut sistemin hukuki olarak kendini koruma mekanizmalarının tamamen çökertilmiş olduğunu gösteriyor. Örneğin 2016 sopalı referandumunda halkın ve tarihin nezdinde meşruiyet kazanamamış olan Cumhurbaşkanlığı sistemine geçişin uyum yasaları, yine gayri meşru bir metotla yani TBMM’de görüşülmek yerine OHAL KHK’ları aracılığıyla geçiriliyor. MİT başta olmak üzere Cumhurbaşkanlığına bağlanan kurumlarla ilgili maddelerin hepsinin TBMM’de görüşülmesi gerekiyordu. Bunun için meclisteki tartışmayı tamamen susturan, muhalefetin elindeki tüm olanakları yok eden bir iç tüzük değişikliği yapan AKP’ye bu bile yetmiyor ki yangından mal kaçırırcasına KHK’ları devreye sokuyorlar.
İktidar, başsavcı şahsında TBMM’ye komiser atıyor
KHK ile yasa yapmak TBMM’nin yetkilerinin hükümet tarafından gasp edilmesidir. Ancak dahası da var. TBMM’nin yetkilerini gasp eden hükümet, milletvekillerinin soruşturulmasına ilişkin yasaya yeni bir madde ekleyerek TBMM’yi adeta yargısal bir kuşatma altına almıştır. KHK’nın 146. Maddesi ile milletvekilleri hakkında soruşturma ve kovuşturma yetkisi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na verilmiştir. Bu madde ile Anayasa Mahkemesi gibi rehin alınmış bir Başsavcı ile TBMM adli olarak zapturapt altına alınabilecektir. Anayasa’da milletvekili dokunulmazlığı kalkmış değildir, TBMM’ye haber vermeden soruşturma yapmak da dokunulmazlık kalkmadan yargılama yapmak da hâlâ mümkün değildir. Bunu neye göre söylüyoruz? Anayasa! Delik deşik olmuş, binlerce kez çiğnenmiş ve çiğnenmekte olan Anayasa’nın kendisi güvence altında değilken milletvekillerine güvence sunması pek mümkün değil.
Bu madde ile daha önce dokunulmazlığı kaldırılmış ve yargılanmakta olan milletvekillerinin dosyalarının da Ankara’da tek elde toplanması söz konusu olabilir. Bu, Anayasa mahkemesi gibi rehin alınmış ya da siyaseten yönlendirilebilen bir Ankara Cumhuriyet Başsavcısı söz konusu olduğunda tüm muhalefet üzerinde Demokles’in kılıcının sallandırılması, Selahattin Demirtaş ve Enis Berberoğlu gibi siyasi davalara doğrudan AKP Genel Merkezi’nin müdahele etmesi anlamına gelecektir. Ayrıca bunun tersten başka bir sonucu daha olacaktır. Şu ya da bu ildeki herhangi bir savcının da mesela AKP milletvekilleri hakkında soruşturma açamaması, meclise fezleke gönderememesi söz konusudur.Yani bu madde muhalefete tehdit, AKP’ye güvencedir.
Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli: Cumhurbaşkanı kararnamesi padişah fermanı olacak
Bir kez KHK marifetiyle TBMM’ye müdahale edilmeye başlandı mı, burjuva anlamda bile demokrasinin sınırları tamamen aşılmış ve istibdada doğru yelken açılmış demektir. Bu aşamadan sonra TSK’daki atamalardan, akademisyenlerin sürgün edilmesine kadar her türlü düzenleme hükümetin ve giderek tek bir kişinin iradesiyle hayata geçebilecek hale gelmektedir. 16 Nisan sopalı referandumuyla millete dayatılan Cumhurpatronluğu rejiminin neye benzeyeceği de böylece gayet net bir şekilde anlaşılmaktadır. Türkiye, neredeyse Padişah fermanı niteliğine kavuşacak olan Cumhurbaşkanı kararnameleri ile yönetilecektir. AKP’liler itiraz edecek: “Cumhurbaşkanının kararname ile yasa yapması, yasalarda yer alan konularda kararname çıkartması mümkün değil” diyecekler. Referandum tartışmaları boyunca böyle dediler. İyi de OHAL kararnamesi ile yasa yapmak da mümkün değildi? Ceza kanunundaki maddeleri değiştirmek de, sorgusuz sualsiz, delilsiz yargılamasız insanları işinden etmek de, Varlık Fonu kurup halkın birikimlerini sermayeye peşkeş çekmek de, ordunun yapısını değiştirmek de, sendikaları kapatmak da, grev kanununda değişiklik yapıp yeni sektörleri grev yasağı kapsamına almak da ve artık saymakta zorlandığımız sayısız düzenlemeyi yapmak da Anayasa gereği mümkün olmamalıydı!
Ya istibdadın çökerttiği Türkiye, ya halkın zincirlerini kırarak yeniden kurduğu bir Türkiye!
Türkiye, Erdoğan’ın kendi deyimiyle “OHAL’den istifade” koyu bir istibdad rejimine doğru sürüklenmektedir. Ne anayasa, ne mahkemeler, ne TBMM, ne de başka bir devlet kurumu halka bir güvence sunuyor. Bu durumda halkın kendisini korumaktan aciz ve halkın hürriyetlerini korumaya ne niyeti ne de gücü olan bu düzenden medet umması düşünülemez. İşçi ve emekçilerin öncülüğünde halkın kendi kaderini kendi eline alması, istibdada karşı mücadele etmesi, grevlerle, direnişlerle, kitlesel toplantı ve gösterilerle zincirlerini kırarak Türkiye’yi yeniden kuracak bir Kurucu Meclis’in toplanmasını sağlaması tek çıkar yoldur
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/khklardan-padisah-fermanina-dogru
Alafranga Sağcılar
Bugün bir ilginç konuya değinelim, ne dersiniz? Sağcılığın türleri üzerinde duralım hep birlikte. Aman sakın korkmayın, öyle “aşırı sağ-aşırı sol” diye başlayıp
– Şu der ki… bu der ki… diye bilgiçlik gösterileri yapmayacağım, izninizle sağcıları ikiye ayıracağım; “alaturka sağcılar – alafranga sağcılar”
“Alaturka sağcılar” din, iman, şanlı tarih, ecdatlarımızın kanı gibi gerekçelerle düzenin böylesine sürüp gitmesini isteyen gericilerdir. Nurcular vardır. Süleymancılar vardır. Ticaniler vardır. Irkçılar vardır. Nakşibendiler vardır. Bunların işleri güçleri;
– Din iman elden gidiyor… diye “ilerici” düşünceye saldırmak ve sermaye sınıfının bilinçli ya da bilinçsiz uşaklığını yapmaktır. 14 Ekim seçimlerinden sonra MSP-CHP yakınlaşması söz konusu olunca, bazı seçkin aydınlarımız sosyal bilimlerde bir süre arkeolojik araştırmalar yaptıktan sonra:
– Ezilmişlikten kurtuluşu metafizik yollarda arayanlar… diye Erbakancıların ilericiliğini kanıtlamaya çalışmıştı. MSP ortaklığı son bulunca bu “teoriler” de alaşağı ediliverdi. Siyasal yanlarıydı bu…
Bu “alaturka sağcılar” yanında bir de “alafranga sağcılar” vardır. Bunlar, birkaç yabancı dil bilirler, kolejlerden mezundurlar. Avrupa görmüşlerdir. Paris’te, Newyork’ta, Londra’da yaşamışlardır. En güzel şarabın tadını, en güzel kadının giyimini de en iyi onlar bilir. Üstleri başları çiçek gibi tertemizdir. En pahalı restoranlarda yemek yiyip en lüks otellerde kalırlar.
İşadamıdırlar. Üniversite profesörüdürler! Gazete yöneticisi ve yazarıdırlar… Her devirde ayakta kalmasını becermişlerdir. Çünkü düzen onların düzenidir. Kendi aralarında “alaturka sağcılarla” alay ederler, fakat siyasal alanda bunları güzelce kullanırlar.
– Efendim ben Paris’teyken… diye başlarlar. Fakat Paris’teyken bulundukları kentin siyasal özgürlük havasından bir yudum paylarını almamışlardır hiç.
Biçimsel görünümleriyle, “alaturka sağcılarla” “alafranga sağcılar” birbirlerinin tam tersidirler. Fakat sınıfsal açıdan birbirlerini tamamlarlar.
Bir de kendilerini “Marksist” sanan “alafranga sağcılar” vardır. Bunlar da, yazılarında, en anlaşılmaz biçimde yorumlar yapıp işleri arapsaçına çevirirler.
– 1970’lerin Türkiyesinde yığınsal sorunlar, toplumsal dinamizmin hiç değişmez sürecinin geleneksel kalıplarını zorlarken… diye bilmece üstüne bilmece yazıp
– Liberal kapitalist AP… yargısıyla Demirel’in ilericiliğinden bile söz açarlar. Demirel’i “çağdaş sağcı” diye selamlayan düşünce de bu görüşlerden kaynaklanmaktadır. Aslını sorarsanız, gerçek “çağdaş” sağcılar bunlardır!
Bunlardır da, birtakım Marksist sözcüklerle karıştırılmış kavramlarla bir çeşit “aşure” hazırlayıp kamuoyu önüne sürerler. Öylesine kafa karıştırır ki bunlar…
Bir bakarsınız, “Marksizmi” hiç kimseye bırakmazlar. Bir bakarsınız, düzene karşı en geleneksel kesimlerin kaba kuvvet gösterilerini bile ilericilik adına hoşgörü ile karşılayıp, bir de bu “özlemlere” yeni yeni adlar bulurlar.
Alafranga sağcıların, iş ve sermaye çevrelerindeki sözcüleri, neyin ne olduğunu, sizden benden iyi bilirler. Sınıfsal çıkarları, “alaturka sağcılarla” işbirliği yapmayı gerektirdiğinden toplumun gelenekçi kesimleriyle birliktedirler. Bunlara söyleyeceğimiz bir şey yok.
Marksizm adına sağcılık yapanları, uzaktan yakından tanıyoruz, iyi insanlardır. Fakat kafa düzenlerini bir türlü kuramamanın sıkıntısı içinde “beyinseljimnastik” yaparak yazı yazarlar. Sorarsanız,
– Yığınların sosyopolitik özlemleri, sanayici-toprak sahibi çelişkisi, AET ilişkileri, ABD-AET çelişkisi… diye bin türlü reçetelerle “kavram anarşizmini” yoğunlaştırırlar.
“Alaturka sağcılar”, gözler önündedir. Bunlar kimlerdir, herkesçe bilinir. Ya “alafranga sağcılar” öyle mi?.. Batıcılık ve çağdaşlık görüntüleri arkasına saklanmıştır bunlar.
“Alafranga sağcılar” kimler, tanıdınız şimdi değil mi?
Evet, evet, onlar…
Uğur MUMCU – Yeni Ortam, 7 Mart 1975
Be yourself, everyone else already exists.
Balkan oligarşisi – Anadolu oligarşisi ittifakının resmidir:
http://i.hurimg.com/i/hurriyet/75/770×0/59a1eea8c9de3d22fc56a600
Sayın Necip Hocamız,
“3-5 tane agaci bahane ittihaz ederek ortaligi yangin yerine cevirmek ya da kaldirim taslarini sokup ahalinin dukkanlarinin vitrinine haydahlamak midir sizin ‘uygulama’dan anladiginiz sey?
Bunlari yapabilmek icin mi elestiri yapageldiniz bir omur?”
Aziz şecere-i tubaâ, hâfız-ı hakikî nın hocamızın hakayık-ül vekayi’ münasip tabirinize hakalleden ” tipik sağcı argümanlar.” müdahale hafîziyyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şâhidler had ve hesaba gelmez. O şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde’-i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi’rac ile, o ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip, fermaniyle tavzif etmektir. Bir leftiyenin hakaret-âmiz lafz-ı muradıdır.
Hakhakanız müşkül velakin selamet minvalıdır!
Bu selamet minvaline refakat etmeyen fevzâ-yı ârâları ‘Aman satvetime/iffetime halel gelmesin’ timsaliniz bilhassa münasip.
http://marksist.net/marksist-tutum/hdp-parti-meclisinden-9-maddelik-sonuc-bildirgesi.htm
“Kapitalizmin ruhu sayılan bu öğretiye göre her şey alına yazılıdır ve Necip hocamızın tekrar edip durduğu gibi kimse BUNU DEĞİŞTİREMEZ.”
Tamam, elestirmek istiyorsunuz; ama, bunu boyle dolayli ikinmalarla –vezir etmek gibi gorunen rezil etmek gayretlerinden ibaret acemi istihza denemeleriyle– yapmaga kalkismaniz cok fazla siritiyor.
‘Kapitalizmin ruhu sayılan bu öğreti’ dediginiz seyin, Kalvinizmin, ‘ogreti’ olarak ‘Kapitalizm’le organik bir bagi yoktur; ‘Kapitalizm’ denilen olgu, Kalvinizmden cook oncelerinden beri var olageldi.
Kalvinizm, cok olsa, takipcilerine (takip etmek tercihinde bulunanlara) ‘abesle istigal etmeyin, daha anlamli seyler icin mucadele edin’ anlamina gelecek ogutler icerir.
O tur ogutleri dile getirmenin telif hakki Kalvinizmde degil; o tur seyler soyleyen herkes de otomatik olarak Kalvinist olmuyor/olmaz.
Ama, sizin kestirmeciliginiz acisindan mustefit oldugu da asikar: O etiket olmasa, bu etiket olsun gayretlerinizden bahsediyorum.
Etiketler uzerinden, araya etiketler koyarak, degil de; dogrudan konunun ozunu elestirebilseydiniz cok daha makbule gecerdi.
Bu bir.
Ikincisi, ben ‘kimse BUNU DEĞİŞTİREMEZ’ demiyorum. Cook uzun zamandir surusuyle insan bu yolda kendini helak etti; dolayisi ile, degistirilmesinin kolay olmadigini; ancak ve ancak sartlarin musait olmasi halinde degisecegini dusundugumu soyluyorum.
Dolayisi ile, eger degistirilebilir oldugunu iddia ediyorsaniz, bana once –lutfen– sartlarin yeterince degistigine dair anlamli seyler soyleyin –hayallerinizi, utopyanizi degil.
“hayat kavgasına veya ticaret kavgasına devam ederler.”
Siz, nasil oluyorsa, bunu ‘ayip’mis gibi konumlandirmak pesindesiniz; ama, evet –aci gercek odur– onemli olan hayatta kalmaktir –bunun mucadelesini vermektir.
Guzel lakirdilar soyleyerek bunu basarmaniz mumkun mudur? Evet, fakat, ancak, o lakirdilariniza kanarak, birileri size kendi maisetinden/servetinden imkanlar aktarirsa: Bkz. Karl Marx ve Engels’in himayesi/hamiyeti. Yani, elin seysi ile gerdege girmek..
“Her değindiği konuda ne kadar şapşalca konuştuğu yüzüne vurulsa da, tükürülse de hiç utanmadan, arlanmadan yüzünü silip sidik yarışına aynı enerjiyle devam etmesi boşuna değil.”
Bu dedikleriniz sizin hayal urununuz.
Fakat, bu tavira cok da yabanci degilim: Is yapmak istemeyen herkes bu sekilde tepki verir. ‘Temebele is goster, sana akil ogretsin’ lafinda oldugu gibi..
Yapmak istedigi seylerin ancak ve sadece ‘Utopya’da mumkun oldugunu duymak istemeyenler, hayallerini gozden gecirmek yerine, soylenenleri ‘sapsalca’ filan buluyor, ‘beligerent’ tepkiler veriyorsa, bu benim sorunum degil.
Bu, benim baktigim yerden, sadece su anlama geliyor: Benim soylediklerim yeterli/etkili olmuyor; birak, –bir omru heba etmek anlamina gelcek olsa da– gercek hayat ogretsin.
“Necip hoca, devrimciliği, asiliği, başkalarının sefilliğinin ticaretini yapanları yorulmadan yola getirmek istiyor, neo-komiserliğe davet ediyor.”
‘Neo-komiserlik’ filan da nereden cikti?
Ben, sadece akla davet ediyorum.
Malazgirt’ten İncirlik’e Türkler
Gerçek
Ağustos 28, 2017
Tayyip Erdoğan, AKP’nin 2013’teki kongresinde partiye (geçici olduğu sonra anlaşılan) vedası sırasında, birtakım tarihleri geleceğin sembolü olarak işaretlemişti. Bir süredir zaten hedef olarak gösterilen cumhuriyetin kuruluşunun 100. yıldönümü 2023’e, İstanbul’un fethinin 600. yıldönümü 2053 ve Türklerin Anadolu’ya girişinin yolunu açan Malazgirt savaşının 1000. yıldönümü olarak 2071 de eşlik ediyordu. Şimdi ilk kez Malazgirt’in yıldönümünün 26 Ağustos günü kutlanmasıyla 2071, modern Türkiye’nin gündemine pratik olarak sokulmuş oldu.
Malazgirt kutlamasında ne taşıma kalabalığa önem vermek gerekir, ne de kültürel antikalara. Eski Türk sporlarının yapılması ya da eski Türklerin müziğinin icra edilmesi kimseye zarar vermez. Biraz folklor her zaman iyidir. Önemli olan, Türklerin tarihinin oyunlarla, müzikle, kılıklarla hatırlanması değil. Zararlı olan, Türklerin tarihinin militarizmle, yani savaşlara tapınarak anılması. Zararlı olan, başka halkların yaşamakta olduğu bir toprak parçasının, Anadolu’nun Türklerin yurdu haline gelişini sadece silahla ve eskiden burada yaşayan halklara düşmanlıkla anmak.
Şahlanış, vatana göz dikenler, kefenler
Bunu Tayyip Erdoğan’ın konuşmasında görmemek mümkün değil. “Türkiye şahlanıyor, önüne geçemeyeceksiniz” iddiasının neye dayandırıldığını sorup geçelim: Arap dünyasındaki müttefiklerinizi bile yitirdiğiniz, Katar’la baş başa kaldığınız bir dünyada, dış politikanız bütünüyle çökmüşken, Suriye’de ağır bir politik iflas yaşarken, ordunuzun üst kademesinin üçte birinden fazlası hapisteyken, polisiniz, yargınız, eğitiminiz paramparça olmuşken hangi şahlanmadan söz ediyorsunuz?
“Gözlerini vatanımıza dikmiş güçler” ise maşallah sapasağlam ayakta! Bırakın piyonları da hep sözünü ettiğiniz 15 Temmuz’da darbecilerin uçaklarının yakıt ikmalini sağlayan İncirlik’e bakın. ABD hâlâ İncirlik’ten kalkan uçaklarıyla Ortadoğu’da melun emperyalist planlarını uyguluyor. Ülke içinde halkın tüketimi için bu kadar çok söz söyleyeceğinize, “üst akıl” gibi akıl almaz terimler üreteceğinize, şu olayın bir hesabını sorsanız daha iyi olmaz mı?
Bütün bunlar ortada iken halka kefen giydirmek de ne oluyor? Bununla mı şahlanacak Türkiye? Halka önce ne için kefen giyeceğini dürüstçe anlatın, sonra kefen giymesini isteyin!
Aynı dava!
Erdoğan’ın konuşmasında önemli olan hep tekrarlanan bu temalar değil. Önemli ve vahim olan şu cümlelerde billurlaşan anlayış: “Sultan Alparslan, Sultan Kılıçarslan, kimlerle mücadele etmişse biz de 15 Temmuz’da onlarla mücadele ettik. Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet Han, Abdülhamid -i Sani Han kimlerle mücadele etmişse, Gazi Mustafa Kemal kimlerle mücadele etmişse biz de onlarla mücadele ettik. Oyun aynı, hedef aynı sadece senaryo, figüranlar farklı.”
Bu diziye baktığınızda bir tek ortak yan görebilirsiniz: Müslüman’ın Hıristiyan’a karşı savaşı! Bunun bu toprakları yüzlerce yıl boyunca paylaştığımız, uygarlıklarımızı ortaklaştırdığımız, karşılıklı birbirimizi zenginleştirdiğimiz Anadolu’nun barınak olduğu öteki halklara, Rumlara, Ermenilere, Süryanilere ve diğerlerine düşmanlıktan başka ne anlamı var?
Hayır, bütün bu savaşların konusu bambaşkaydı. Malazgirt Moğolların baskısı altında Batı’ya akan göçebe bir toplumun fetihçiliği bir yaşam aracı haline getirmesinin ürünüydü. İstanbul’un fethi, İslam Ortaçağı’nın yükseliş döneminde, köleci toplum geleneğini temsil eden bir eski çağ imparatorluğuna, yani Bizans’a son darbenin vurulmasıydı. Gazi Mustafa Kemal adıyla anılan Milli Mücadele ise kapitalizmin en yüksek aşamasının hâkim gücü emperyalistlerin Türklere yurt olmuş Anadolu’yu (Arap dünyasıyla birlikte) kendi arasında paylaşması girişimine karşı ayağa kalkmak demekti. Bunların hiçbiri birbiriyle aynı değildir ki şimdi 15 Temmuz’u anlamak için onlara başvuralım.
Abdülhamid ile Mustafa Kemal aynı davanın parçası!
Ama dizinin en çelişik halkası, Abdülhamid ile Mustafa Kemal’i aynı solukta saymak. Mustafa Kemal Abdülhamid’in istibdadına son veren 1908 Hürriyet Devrimi’nin aktif bir destekleyicisi idi. 31 Mart gerici ayaklanmasını bastıran ve Abdülhamid’in tahtı terk etmesinde belirleyici rol oynayan Hareket Ordusu’nda kurmay subaydı. Abdülhamid kiminle mücadele ediyordu? Tebaasıyla, yani halkla! Buna karşılık Alman Kayzeri II. Wilhelm onun en yakın müttefikiydi! Türkiye’yi yönetenler onun yolundan yürürlerse, “vatana göz dikenler” yaşadı demektir!
NATO ve ABD
Bir de şunu hatırlatalım: Din ve milliyet üzerinden politika yapanlar ne kadar tersini söylese de savaşlar din için verilmez, uluslar şerefleri için çarpışmaz. Hâkim sınıfların çıkarıdır savaşlara yol açan. Selçuklu hâkim sınıfı kendi fütuhatçı toplumsal örgütlenmesine yeni ganimetler bulabilmek için Anadolu’ya göçebe toplumun kılıç gücüyle girdi. O ve onu izleyen Osman Gazi ve evlatları ise o göçebeleri zorla yerleşikliğe geçirmek için kılıçtan geçirdi! Babai isyanında, Bedreddin İhtilali’nde, Dadaloğlu ayaklanmasında, Celali isyanlarında Selçuklu ve Osmanlı sultanları hep gaddar hâkim sınıf temsilcileri olarak emekçi halkla mücadele etti. Bugünün AKP hükümeti de aynı mücadeleyi işçi sınıfına karşı veriyor. İşçi ve emekçilerin ecdadı bu isyancılar, bu sosyal adalet savaşçılarıdır!
Bütün o tarihi şahsiyetler kime karşı mücadele ettiyse, bugün de ona karşı mücadele ediyoruz demek ne kadar anlamsız! ABD bu olayların hiçbirinde düşman konumunda değildi. Mustafa Kemal’e kadar yoktu, onun da karşısında yer almadı. NATO hepten İkinci Dünya Savaşı sonrasının işi. Neden? Çünkü kapitalist emperyalizm daha yoktu! Kapitalist emperyalizm ise eski emperyalizmlerden, sömürgeciliklerden, mütegallibeden farklıdır. Yalnızca işgal etmez, içerden fetheder. Özü tekelci sermayedir, kendine ortak edinir. O tekelci sermayeye göbeğinden bağlı siyasi iktidarlar emperyalizmle mücadele edemez. Ne Alparslan, ne Osman Gazi, ne Fatih tarafından kullanılan askeri taktikler işe yarar. Anti-emperyalist olmak için “Dombra” yetmez. Kapitalizme karşı ayağa kalkmak gerekir!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/malazgirtten-incirlike-turkler
“Fakat bu arada tarihin abartılmış bir olayına da değinmeden geçemeyiz. 26 Ağustos 1071’de Selçuklu Sultanı Alparslan’ın orduları Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in ordularını yendiğinde Anadolu’nun kapılarını açmış olmuyor. Belki Malazgirt Savaşı’yla yolu açılan Anadolu Selçukluları ya da Anadolu’da bir Selçuklu devletinin kurulabilecek olması oluyor. Bence Anadolu’ya Türkmen göçlerini ve Haçlı seferlerinden başlayarak bu ülkenin Batılı kaynaklarda “Turchia” adını almasını birkaç meydan savaşıyla açıklamak, olayı iyice basitleştirmektir.
Türkmenler 1071’den çok önce de Anadolu’ya gelmeye başlıyorlar ve Anadolu’da devletler dışında pek öyle düşmanca karşılandıklarını söylemek de mümkün görünmüyor. XI. yüzyılın devletleri, günümüz devletleri gibi topraklarının ve nüfuslarının yaşamlarının her alanını denetleyebilecek ve müdahale edebilecek devletler değiller.”
“Bizce Moğollar, Anadolu halklarıyla uzlaştırıcı bir ilişkiye girmenin hemen bütün araçlarından yoksundu. Oysa Türklerin Anadolu’ya değişik “dünya görüşleri”yle tanıştıktan sonra gelmeleri, yerli halkla uzlaşıcı bir temel yakalamalarına olanak sağlamıştır. Eğer Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri Malazgirt’le olmuş olsaydı, Kösedağ da Moğol yerleşimi için yeterli olabilecekti. Yine bu nedenle Türkler, Anadolu’ya Moğollarla kıyaslanamayacak bir şekilde girmişler; çok daha az kan dökmüşlerdir. Şüphesiz bunda, Anadolu’ya gelen Türkmenlerin çoğunluğunun “ordu” halinde gelmemeleri de önemli bir rol oynuyordu.”
“Bazı tarihçiler Miryokefalon Savaşı’nda Bizanslıların Türkleri Anadolu’dan atma çabalarını görüyorlarsa da biz bu görüşe katılmıyoruz. Bizans’ın Türkleri Anadolu’dan atmakla kazanacağı bir şey yoktu ve 1176’da bu neredeyse olanaksız hale gelmişti. Bu savaşla Bizans, o güne kadar kendisine yardımcı ve kendisi için ikincil bir politik oluşum olarak algıladığı, fakat bu durumu tehdit edecek kadar güçlenmiş olan Anadolu Selçuklularını eski konumlarına geri döndürmek amacındaydı. Burada da karşımıza “Anadolu Selçukluları = Anadolu Türkleri” denklemi çıkıyor. Bizce böyle bir denklem o kadar yanlış kurulmuştur ki, denklemin sol tarafına Danişmendliler vb başka Türk ve Türkmen devletlerinin adları eklense de yanlışlığından bir şey yitirmez.”
Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoksi ve Babaîler, s. 108, 118, 163
Yanlış olan, düzen karşıtlığı değil de, “yanlış” düzen karşıtlığı mıdır yani?
“Cook uzun zamandir surusuyle insan bu yolda kendini helak etti; dolayisi ile, degistirilmesinin kolay olmadigini; ancak ve ancak sartlarin musait olmasi halinde degisecegini dusundugumu soyluyorum.”
Bunu şöyle ifade edebilir miyiz peki?
Aşık olmak [düzeni değiştirmeye çalışmak] iyi güzel. Ama kız bir şey hissetmiyorsa aynı kıza aşık olmakta [düzeni aynı yollarla değiştirmeye çalışmakta] ısrar etmenin anlamı yok. “Şartların müsait olması halinde” seveceğiniz ve sizi sevecek başka bir kızı [düzeni başka yöntemlerle değiştirmenin yollarını] bulabilirsiniz.
Toplumsal değişim süreçlerinde “ya biri-ya diğeri” metafiziği değil, diyalektik bir iç içelik durumu söz konusudur.
“Necip”in formülü:
“Survival of the fittest”
+
“Ekonomide istikrar” arayışları
===== 1 =====
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirketin zibidi patronu Necip’in kustukları:
===== 2 =====
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirketin zibidi patronu Necip’in kustukları:
===== 3 =====
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirketin zibidi patronu Necip’in kustukları:
( http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/ )
14 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 7
===== 4 =====
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirketin zibidi patronu Necip’in kustukları:
===== 5 =====
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirketin zibidi patronu Necip’in kustukları:
http://marksist.net/berdan-guney/sirketlerin-karlari-buyuyor-issizler-ordusu-da.htm
Vatan Fırkası umumi reisi Doğu Perinçek’in maksadı Cumhuriyet Halk Fırkası’nı bir tedhiş teşkilatı olan PKK ile teşrik-i mesai içerisindeymiş gibi göstererek Ak Fırka istibdadını ve Fevkalade Hal Kanunu rejimini meşrulaştırmaktır:
CHP Bursa İl Başkanı Özdemir: “Adeta Cumhuriyet Halk Partisi terör örgütüyle işbirliği içerisindeymiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Buna kimseyi inandıramazsınız. Çünkü biz Cumhuriyet’in kurucusuyuz. Biz, Oslo’da PKK’yla pazarlık masasına oturan parti değiliz. Biz, Dolmabahçe’de onlarla görüşme yapan parti değiliz. PKK-AKP işbirliğini kendileri açıkladılar.”
http://www.bursadabugun.com/haber/chp-bursa-il-baskani-ozdemir-valilere-dokunmayin-talimati-veren-parti-degiliz-705072.html
“Bunu şöyle ifade edebilir miyiz peki?
Aşık olmak [düzeni değiştirmeye çalışmak] iyi güzel. Ama kız bir şey hissetmiyorsa aynı kıza aşık olmakta [düzeni aynı yollarla değiştirmeye çalışmakta] ısrar etmenin anlamı yok. “Şartların müsait olması halinde” seveceğiniz ve sizi sevecek başka bir kızı [düzeni başka yöntemlerle değiştirmenin yollarını] bulabilirsiniz.”
Evet, uzun sekliyle oyle de soylenebilir.
Daha kisa/ozet hali de soyle olabilir bence:
Zorla guzellik olmaz.
Bizdeki aydin/ilerici taifenin ne duymak ne de anlamak istedigi en temel realite de budur: Muhatabiniz istemedigi halde dayatiyorsaniz; tecavuzcuden farkiniz kalmaz.
“‘Necip’in formülü:”
Gene ayni hikaye. Hep ayni hikaye…
Demediklerimi, demisim gibi yaparak, buraya alintilamak…
Ben sunu merak ediyorum:
1) Belleginiz mi size oyunlar oynuyor?
2) Yoksa, acikca yalan demek zor geliyor da, o yuzden araya boyle yalan-yanlis alt-metinler mi sokusturuyorsunuz?
Hangisi ise artik..
Saglikli olmadigi asikar.
Servet düşmanlığı ideolojisi böyle olaylara nasıl bakar? Özellikle de orta sınıf yerli – ya da yabancı – tatilcilerin değil de kapitalistlerin başına geldiğinde?
5 yıldızlı otelde kahreden ölüm
ANTALYA’nın Manavgat İlçesi’nde ailesiyle birlikte tatil yapan 6 yaşındaki Yiğit Atakan Arı, beş yıldızlı otelin havuzunda boğularak öldü. Minik çocuğun ailesi otel yönetimini, otel yönetimi de aileyi suçladı.
http://www.hurriyet.com.tr/5-yildizli-otelde-kahreden-olum-40564407
https://www.youtube.com/watch?v=AF4JseQoAxE
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/ilber-efendinin-somurgeciligi
“Bizdeki aydin/ilerici taifenin ne duymak ne de anlamak istedigi en temel realite de budur”
Lekad ci’nâküm bi’l-hakk ve lâkinne eksereküm li’l-hakkı kârihûn.
Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat sizin çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.
“onların evlilik ve özgürlüğün ölçüsü hakkında yazdıklarını okusaydın daha iyi olurdu.”
Surekli ‘hoca’ ‘hoca’ deyince, kafaniz karismis anlasilan: Size lazim olan ‘cinci hoca’. Alin o yazilanlari goturun oyle bir hocaya, bir guzel okusun. Ve uflesin. Uflerken siz aradan cekilin. Size uflemesin. Neme lazim.
Yok, bildigimiz turden –yazilan metni– okumaktan bahsdiyorsaniz: Sizin okudugunuzu farzediyor ve kimsenin cukune surecegi kadar bile faydasi olmamis oldugunu musahade ediyorum.
Uzuluyorum tabii ki.
Diger yazdiklariniz, malesef, cok daha bos ve cevap vermege degmez.
Pek okudugumu da soyleyemem gerci.
—Gene ayni hikaye. Hep ayni hikaye…—
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirketin zibidi patronu Necip; ortada hikaye – mikaye yok, ‘senin beyanların’ var.
Sana daha önce de, defalarca izah ettik: ‘Beyan esastır.’
Yukarıda, ‘503’ no’lu (29 Ağustos 2017) bölümdeki kelimelerin hepsi; senin kustukların, senin beyanların kapitalist zibidi Necip.
Gaddar kapitalist olmana ek; Recep Tayyip Erdoğan’ın poposunu yalaya yalaya dilinin tahriş olmasından da hoşnutsun. ‘Gene ayni hikaye. Hep ayni hikaye…’ diyerek yalan atma. Attığın yalanların boyutunu biraz ufak tut da; civcivler aç kalmasın.
—Demediklerimi, demisim gibi yaparak, buraya alintilamak…—
‘503’ no’lu (29 Ağustos 2017) bölümdeki kelimelerin hepsinin kaynakları mevcut; adresleri tıklarsan, neler kustuğunu kendi gözlerinle okursun ve daha fazla yalan atmaktan (belki!) vazgeçersin kapitalist zibidi Necip.
—1) Belleginiz mi size oyunlar oynuyor?—
Belleğimiz; bize de, başkalarına da oyun oynamıyor. Senin beyanlarını, senin kustuklarını; senin suratına çarpıyoruz, ve ‘gaddar kapitalist zibidi’ oluşunu sitenin takipçilerine sürekli hatırlatıyoruz.
—2) Yoksa, acikca yalan demek zor geliyor da, o yuzden araya boyle yalan-yanlis alt-metinler mi sokusturuyorsunuz?—
Anlamazdan geliyorsun, görmezden geliyorsun, hasır altı etmeye uğraşıyorsun kapitalist zibidi Necip.
Kendi yazdıklarını, kendi kelimelerini, kendi kustuklarını inkâr edecek kadar zırtapozsun Necip.
Sana daha önce de, defalarca izah ettik: ‘Beyan esastır.’
‘503’ no’lu (29 Ağustos 2017) bölümdeki kelimelerin hepsinin kaynakları mevcut; adresleri tıklarsan, neler kustuğunu kendi gözlerinle okursun ve daha fazla yalan atmaktan (belki!) vazgeçersin kapitalist zibidi Necip.
—Saglikli olmadigi asikar.—
Senin gibi gaddar kapitalistler; kainatın sağlığını bozmak için her yolu deniyor, ve bozuyor zibidi Necip.
Senin gibi ölüm zehri saçan gaddar kapitalistlere karşı mücadele ediyoruz zibidi Necip.
Çanakkale kurultayının sonucu: CHP’nin adaletinde işçiler yoktur
Gerçek
Ağustos 30, 2017
CHP, adalet yürüyüşümüm ardından Çanakkale’de bir adalet kurultayı topladı. Kılıçdaroğlu başından itibaren kurultayın toplanma amacını gizlemedi, saklamadı. Açıkça söyledi: “2019’a kadar bir plan çizdik. Adım adım uygulamaya çalışıyoruz.” Kılıçdaroğlu’nun 2019 planlarının sağdan devşirilmiş bir çatı aday bulmak olduğunu, bu kapsamda AKP kurucusu ve eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bile düşünülmekte olduğunu daha önce yazdık. Solun ve sosyalistlerin bu planlara payanda olmasını eleştirdik. Çanakkale kurultayı da her yönüyle bu planın bir parçası olduğunu göstermiş durumda.
Sağ başrolde sol figüran
Panellerde Korkut Boratav gibi sosyalist aydınlar, EMEP’ten Levent Tüzel, ÖDP’den Alper Taş gibi sosyalistlere de yer verildi. Mutlaka yanlarında sayıca onlardan daha çok sayıda eski ANAP’lı, DYP’li, hatta AKP kurucusuyla birlikte. Korkut Boratav, kurultayla ilgili bir değerlendirmesinde Abdüllatif Şener ve diğer İslamcılarla aynı panelde olmaktan rahatsızlık duyduğunu belirtmiş. Haklıdır. Ancak bu eleştiride yine de sanki sol bir panele sağ kanattan fazlaca ismin davet edildiği ve bunun rahatsızlık yarattığına dair bir izlenim mevcuttur. Halbuki gerçek Korkut Boratav’ın da, Levent Tüzel ve Alper Taşı’n da sağcı panellere solcu sosu katmak üzere davet edilmesidir.
CHP’nin 2019 planları söz konusu olduğunda Korkut Boratav’ın “Geçimde Adalet” başlıklı panelinin baş konuşmacısının Abdüllatif Şener olarak düşünüldüğü açıkça görülmektedir. Cumhuriyet gazetesinin Boratav’ın katıldığı paneli aktarma tarzı sembolik olarak çok anlamlı. Birinci sayfada Boratav’ın adı ve diğerleriyle birlikte resmi var. Ama ne söylediğini okuyucu hiçbir zaman öğrenemiyor, çünkü içerideki haberde AKP kurucusu Abdüllatif Şener’in Adem ve Havva’dan falan söz ettiği konuşmaya iki sütundan fazla yer ayrılmış, diğer konuşmacılar da kendilerine yer bulmuş, ama Boratav yok!
Levent Tüzel ve Alper Taş’ın figüran değilse bile yardımcı rol oynadığı “Devlette Adalet” panelinin başrolünde adı 2019 seçimlerinde çatı aday olarak geçen İlhan Kesici’dir. Tanımayanlar için hatırlatalım. İlhan Kesici hem DYP hem ANAP’ta yer almış, ANAP’tan milletvekili seçildiği 1995-1999’da da CHP’den meclise girdiği 2007-2011 arasında da NATO parlamenterler asamblesinin kadrolu üyesi olan, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu üyeliği yapmış, kısacası halkın pek tanımadığı ama sermaye ve emperyalizm nezdinde pek kabul gören bir kişidir.
Emeksiz adalet! Sermayeye özgürlük!
Yine de bu gerçekler Türkiye sosyalist hareketinin Kurultay’ı “bazı eksiklerine” rağmen göklere çıkarmasına engel olmamıştır. Görünen o ki Kılıçdaroğlu sağa açıldıkça sol, oltaya takılmış balık gibi CHP’nin teknesinin arkasından sürüklenmektedir. Eleştiri neredeyse yok. Hatta tüm bu çalışmalardan çıkan sonuçların parti politikalarının bir parçası haline gelmesini savunanlar var. Hangi sonuçlarmış bunlar? Adalet kurultayının resmen açıklanan sonuç bildirgesinden bahsediliyorsa bu bildirgede ne sol var ne de emek!
Koca bildirgede işçi ve emekçi kelimesi geçmiyor. Emek kelimesi de yok. “Geçimde adalet yoktur” alt başlığı altında işçinin ve emekçinin talepleri değil patronların çıkarları savunulmaktadır. Doğru duydunuz! İşçinin emekçinin adının geçmediği yerde CHP’nin bildirgesi “belirsizlik ve keyfilik girişim özgürlüğünü yok etmektedir” diyor.
Erdoğan’ın OHAL’den istifade grevleri yasaklıyoruz, OHAL sermayenin önünü açıyor dediği yerde, CHP’nin bildirgesinde özgürlük başlığı altında patronların girişim özgürlüğü savunuluyor. Haksızlık etmeyelim. Sağa hoş gözükmek için “inanç özgürlüğü” unutulmamış.
Sefalet, rezalet, isabet!
Grevlerin yasaklandığı, sendikaların kapatıldığı ülkede adalet bahsinde grev özgürlüğünden de sendikal özgürlüklerden bahsetmeyen bir adalet kurultayı… Adalet kavramı açısından bakıldığında tam bir rezalet! Bu kurultaydan solculuk çıkarmaya çalışanlar için tam bir sefalet! Sağa, sermayeye, emperyalizme mesaj vermek isteyen Kılıçdaroğlu için ise tam isabet!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/canakkale-kurultayinin-sonucu-chpnin-adaletinde-isciler-yoktur
Gün Zileli Özdemir İnce’nin “Dersim Fiyaskosu Ve Tunceli Gerçeği” yazısına “Özdemir İnce Fiyaskosu” yazısıyla yanıt vermişti.
“Gün Zileli Fiyaskosu Ve CHP-Akşener-TÜSİAD Muhalefeti Gerçeği”ne nasıl bir yanıt verir peki?
“Yapmak istedigi seylerin ancak ve sadece ‘Utopya’da mumkun oldugunu duymak istemeyenler, hayallerini gozden gecirmek yerine, soylenenleri ‘sapsalca’ filan buluyor, ‘beligerent’ tepkiler veriyorsa, bu benim sorunum degil.”
Necip hocamız sidik yarışmasına girince kafasını kuma gömüp görünen k*çını lafla örtme cambazlıklarını bile unutuyor. Ağzı saçmalıklar, k*çı saçma makinesi olmuş, atıp duruyor.
Necip hocamızın k*çı sıkışınca (iyi ki bunu müdür beyin daktilosuyla yazmadık) medeti, felsefe özentilerini Latince ve antik yunanca kelimelerle telafi eden hödük doktorlar gibi, Osmanlıca, Arapça, farsça istifrağ ederek cahilliğini unutma terapisi yapıyor.
Hoca, herhangi bir lügatte “utopya” kelimesinin olmayan yer” manasına geldiğini görürdünüz. Demek ki mümkün olmayanı mümkün gibi anlamak sizin şapşallığınız, sizin istifhamınız.
Gelelim Neci hocamızın kebir şapşallığına.
Sizin kapitalizm bilginiz o kelimenin “k” harfindeki bir nokta kadar az. Siz tüccarsınız. Alış-veriş dünyasında doğmuş, büyümüşsünüz, o dünyadan çıkınca atıp tutuyor, utanmadan okumadığınız Karl Marx’dan laf ediyorsunuz. Marx bile sizin gibi tüccarların kapitalizmin ne olduğunu zerre kadar bilmediği gibi, böyle bir bilgiye, haklı olarak, değer vermediklerini bilirdi. Siz bu tüccarlar arasında adı büyük, technician-teknisyen, kendi küçük, adi ve sıradan tüccarsınız. Ama üzülmeyin, tüccarlar işi becerirler, Marx işin nasıl becerildiğini anlattı. Her konuda olduğu gibi özenti içinde bilgiçlik taslayım derken, işi b*k edip çıktınız.
Kapitalizmin her bilgiyi, her yaratıcılığı, her fanteziyi, her isteği, her hayali, her ümidi, her kıyafet biçimini, her müziği, her buluşu sömürüp kendine mal edip, kapitale katkıya çevirip, özümleyip sizin gibi enayi dümbeleklerine tekrar kustuğunu duymamışsınız. Ah! Şu geri kalmışlığın dertleri, cefaları. Hatta kapitalizm, girişim ne kadar sapık olursa olsun insanları daha da insancıl, daha da hür, daha da yaratıcı, daha da fantezi ve hayal ve ütopya rüyalar kurma girişimlerine teşvik eder. Yazılarınızda bunu görmediğiniz çok apaçık. Biz bu yüzden sizi ciddiye almaktansa alay etmeyi daha uygun bulduk. Siz kapitalin1970’lerdeki komünist ve anarşist politika seyyar satıcılığını yapanların tantanası olan “kapitalistsiz kapitale, evet”, “kapitalistli kapitale, hayır” banal kapital anlayışına karşı gelmekle sadece onların da sizin gibi keriz olduğunu gösteriyorsunuz. Yani, tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. Yoğun kapitalle (eski Rusya ve Çin vs.) yayınık kapital (Avrupa, ABD, vs) arasındaki farkı bile bilmiyorsunuz. Bu seyyar satıcıların size son derece benzemesi bile sizin boş beyninizde bir ışık, bir kıvılcım tetiklememiş. Eğer onların aynısı olmasaydınız, size severek katılırdı, çünkü farkında olmadan komünist ve anarşist salaklığını ciddiye alıp karşı geliyorsunuz. Onların salaklığını, akla, fanteziye, mantığa dayana her türlü şemanın totaliter olacağını “cooktaaan” görenler oldu. Sizin sorununuz cahilliğiniz. Geri kalmış bir ülkenin geri kalmış veya sonradan görmüş, hali vakti yerinde, enayiler için yazılmış uyku hapları kitaplarla hayatını boşa harcamış bir düzen dalkavuğusunuz. Kapitalin mutlak egemenliğine karşı gelenleri kapitalizme karşı gelenler olarak saçma bir yorumla konuyu banalleştirmişsiniz. Çin başarısı, son zamanlarda daha da belirli olan Hindistan başarısı bile ne sizi ne de sizden farklı düşündüğünü sandığınız rakiplerinizi derin taş uykusundan uyandırabiliyor. Farklarınız aile içi kavgaları. Paylaştığınız ortak genler “TEK BASİNA” gezen anneyle inek babadan.
Yukarıdakiler eğlenmek, gülmek için.
Ukalalık, kuklalığınız sınırsız. Binlerce sayfa alacak “Utopya” konusunun sizi aştığı besbelli. Lügat bile medetinize yetişememiş. Konuyu geri kalmış ülkenin boş beyinlisinin anlayacağı şekilde uydurarak anlatmam gerekiyor.
Eğer balık oynayarak arada bir sudan dışarı atlayıp su dışındaki havayı teneffüs etmeyi öğrenmeseydi ne “TEK BASİNA” gezen anne, ne binen inek baba, ne de sizlerle komünist-anarşist rakipleriniz olacaktınız.
Ama her yerde, her zaman olan enayi Necip olacaktı. “Su dışında hayata ‘utopya’ kuruntusu” diyerek ukalalık, ucuzluk, sıradanlık ilahilerini okuyacaktı.
Ateş olmasaydı siz ve rakipleriniz şapşalların allahı bilim-teknoloji imkansız olacaktı. Hala “Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken…” taş devrinde yaşayacaktık.
Ama her yerde, her zaman olan enayi Necip olacaktı. “İnsanın ateş yapması ‘ütopya’ kuruntusu” diyerek ukalalık, ucuzluk, sıradanlık ilahilerini okuyacaktı.
Tekerlekten tut, uçağa kadar; yazıdan tut bilgisayara kadar ve binlerce diğer gerçekleşmeden önce “ütopya” olanlara bak be kör herif. Sizin ve rakipleriniz komünist-anarşistlerin dalkavukluğunu yapıp övdüğü yaşadığınız dünya, daha henüz kapitalist-burjuvalar yaratmadan önce fantezi, hayal, ‘ütopya’ kuruntusu bir dünya değil miydi?
Siz ve rakiplerinizin asıl babanız, asıl uyku hapı yutturup sersemleştiren Atatürk. Tabii Osmanlılar da hapı ele geçirme çabalarına düştüler, ama tam olmadı, yani yine “coooktaaaan vardi”.
Günümüzden bir örnek alalım.
Rakiplerinizle sizin tıpkı aynısı olan şarlatanlar var. Bunlar kansere karşı, aynı rakiplerin kapitalizme karşı çareleri gibi, karpuz kabuğu benzeri ilaçlar satarlar. Sizler ve komünist-anarşist şarlatanları bir tarafa bırakırsak, kansere tedavi alanında yapılan araştırmalarda aklın duracağı kadar çeşitli senin gibi bir salağın “fantezi”, “hayal kurma”, “ütopik düşünce” diyeceği fikirler ve tedaviler geliştirilmekte. Aynı şeylere quantum fiziğini genel yer çekimi teorisiyle evlendirmeye hazırlanan diğer süt inekleri fizikçiler arasında rastlanır.
Tabii bu konuda hem cahil olduğunuzdan hem de otoritenin k*çını yalamaya alıştığınızdan “ütopya” “mütopya” şapşal sıfatları takmaya cesaretiniz olmaz, biliyorum.
Biraz modern bilim felsefe ve tarihi okuyun, bırakın şu medya dedikodularını.
Ancak Blake gibi eşsiz bir dahi sizlerin k*çlarını yalamakla doyamadığınız Batı’nın o zaman başını çeken İngilizlere:
“Newton size, ‘dünya güneş etrafında yerçekiminden dolayı dönüyor’ dedi. Ben size, ‘dünyayı kanatlarını çırpan iki melek ittiklerinden dolayı dönüyor’ diyorum.” der.
Ütopya konusunu eksi sonsuz kadar küçük beyninle anlamak istersen, ben de siz zenginlik çılgınlarına “16. yüz yıldan beri kapitalist-burjuva ütopyasında taş uykusunda gezen zombilersiniz”; “durmadan güncelleşen bir avuç kapitalist-burjuvanın yarattığı bilim-teknik ütopyası hayal dünyasında yaşayan vurdumduymaz sersemlersiniz” derim.
Ulan enayi dümbeleği, kapitalist-burjuva dönemi başlangıcıyla otoya edebiyatı başlangıcı aynı zamana denk gelmesi temizlenmiş beyninden hiç geçmedi mi?
Biliyorum, biliyorum senin cahilliğin sonsuz. Çorbasına su katarak sonunda salt su satan adi bir esnafsın. Senin gibi yobaz dinciler için “her sey coooktaaan vardi.”
Nasıl”Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken” taşları kırarak silah yaptılarsa, k*çlarını yaladığınız enayi dümbeleği ilk inek babadan gelen Devlet-Endüstri süt inekleri bilim-teknik adamları-karıları da atomu kırarak silah yaptılar.
Kapitalist-burjuava utopyasının sapık vatandaşı ne der:
“Degismeyen tek sey degisim.”
Hemen sonra aynı sapık vatandaş New Speak diliyle ne der:
“cooktaaan vardi, gunes altinda yeni bir sey olamaz!”
Ne mutlu tek basina gezen anneyle inek babadan gelen Turkum diyene.
Bu herif çocukken şimdiki gibi salakmış. Tek ERKEK çocuk olduğundan babası biriktirdiği malını böyle salak birine kalmasından üzüldüğünden bu hödüğü Avrupa’ya, Amerika’ya okullara göndermiş ama oğlu hep “Degismeyen tek sey benim salakligim” der dururmuş. Nihayet bir ucundan eşek giren, diğer ucundan sucuk çıkan yeni açtığı fabrikaya gezdirmeye götürmüş, gezdirmiş. Necip çok ilgilenmiş, baba zevkten dört köşe. Dışarıda babasına sormuş, “peki baba, tersi bir fabrika var mı? Sucuk koy eşek çıksın”. Baba cevap vermiş,” var, annen”
Gereksiz bir ek:
Bu yazdıklarımızın hemen hemen tümü sadece ve sadece siz ve rakiplerinizin ne kadar şapşal ve kara cahil olduğunu göstermek amacı güder. Bizim tasvip ettiğimiz, savunduğumuz, beğendiğimiz fikirler anlamına gelmez.
İstanbul Meksika’da diyene, hayır Türkiye’de diyen, ben İstanbul’u seviyorum sonucunu ancak sivri veya yumurta kelle mantık mütehassısı Necip amcamız çıkarır.
“Beyan esastır.”
Kimin ‘beyan’i? Benim olmayanlari benimmis gibi yaziyorsunuz.
Bu durustluk degil. Durust degilsiniz.
Benim kendime ait olan beyanlarimi inkar etmek icin bir sebebim yok.
Fakat, siz, ucuncu sinif bir ajitatif ajan ve asparagas muhabiri karisimi (ve miniminnacik bir ‘Hafiyesi Mahmut’) modunda, araya gercek olmayan seyler katip yazaduruyorsunuz.
Acikli buluyorum.
“Yukarıda, ‘503’ no’lu (29 Ağustos 2017) bölümdeki kelimelerin hepsi; senin kustukların, senin beyanların”
Hayir. Hepsi degil.
Iclerinde bana ait olanlar var; ama, bunlari ‘beyan’lariniza katik yapip carpitiyorsunuz.
Bunu da hep yapiyorsunuz.
Sifa dilerim.
AKP’ye göre:
‘Komünistler, kalkınma istemez.’
‘Komünistler, her yatırıma ‘hayır’ der.’
Algı yönetme çerçevesinde medyaya servis edilen haberlere göre, hükümet üyelerimiz, has komünistler ülkesi Vietnam sokaklarında tebdil dolaşıp etrafa gülücükler saçarken, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, arkadaşlarına ‘Müjde! Türkiye milli gelir büyüklük sıralamasında dünya 13’üncüsü oldu’ demiş, herkes çok mutlu olmuş.
Çünkü ‘ekonomik durum’ denince, kendi aylık gelirinden başka bir şey aklına gelmeyenler bile, Türkiye’nin milli gelir (GSMH) büyüklüğü sıralamasında kabaca dünya 17’ncisi olduğunu duymuştur. 13’üncü sıraya geldi gibi bir bilgi, üstelik Mehmet Şimşek gibi Londra’da bankacılık yapmış bir bakan tarafından aktarılınca, kimse bunun bir istatistik cilvesi olduğunu düşünmemiştir. Eksik olmasın Uğur Gürses, Hürriyet’teki köşesinde herhangi bir sıra yükselmesi olmadığını yazdı. Konuyu ben de internette araştırdım. Son liste hariç, 2016’ya kadar yapılan hesaplar, gerek cari kur, gerek satın alma gücü paritesine (SAGP) göre Türkiye’nin dünyadaki ekonomik büyüklük sırasının 17 olduğunu yazıyor. Bu sıranın da 2030’a kadar değişmeyeceğini öngörüyor. Hatırlatayım: Bu 17’nciliğe ilk kez 1974’de ulaşmıştık.
TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DÜNYADAKİ YERİ
7.5 milyarlık dünya nüfusunun kabaca %1.1’i Türkiye’de yaşamaktadır. Nüfus büyüklüğüne göre Türkiye 18’inci sıradadır. Benzer bir şekilde, yine kabaca 75 trilyon dolarlık dünya milli gelirler toplamının %1’i olan 750 milyar doları da Türkiye halkı yaratmaktadır. Milli gelir büyüklüğüne göre de, Türkiye 17 veya 18’inci sırada yer almaktadır. Bu denklik de Türkiye’nin orta gelir sınıfında bir ülke olduğunun matematiksel kanıtıdır.
MİLLİ GELİRLER NASIL TOPLANIR? VE NASIL KIYASLANIR?
Her şeyden önce şunu lütfen zihninize kazıyın:
İktisatçıların makalelerinde kullandıkları sayısal büyüklükler çok kaba rakamlardır. Ancak bir ‘seri-dizi’ içinde anlam ifade eder. Milli gelir ölçmesini, demir tartmak gibi bir şey sanmayın.
Çünkü gerek şirket, gerek ülke bazında yapılan ölçmeler ‘para’ gibi son derece oynak bir ‘ölçü birimi’ ile yapılmaktadır.
Kaldı ki sorun sadece büyüklük bulmaktan ibaret değildir. Bir de bunun hangi zaman dilimine ait olduğunu kestirmek vardır. Her ülkenin milli geliri, kendi ulusal para birimiyle ölçülür. Ülkelerin kendi para birimiyle hesaplanan milli gelirleri birbiriyle kıyaslanabilsin diye ‘Amerikan Doları’na çevrilir. Bu çevirilerde farklı pariteler kullanılır. Her paritenin güçlü-zayıf yönleri vardır.
MAÇ OYNANIRKEN KURAL DEĞİŞMEZ
AKP’nin,Türkiye ekonomisinin 2023’de ulaşacağını söylediği büyüklükler gerçekleşmeyecektir. İktidarda kim olsa o hedefler tutturulamazdı zaten.
AKP’liler şimdiden tanımlarla oynayarak, durumu tevil etmenin altyapısını oluşturmaya çalışıyorlar.
Benim AKP’lilerin ‘özgül ağırlığı’ olanlarından bir ricam var:
AKP’nin verdiği ekonomik sayılara (doğru bile olsa) zaten muhalifler inanmıyor. Ne deseniz onlar kanmaz.
AKP, ‘tevriye’ (gerçeğin yarısını söyleyip yarısını gizleme yöntemiyle yapılan yalancılık) ile sadece kendi seçmenini yanıltır. Hiç olmazsa onların güvenini kaybetmemek için istatistiklerde tanımlarla oynanmasına izin vermeyin.
Son söz: Öngörü ve gerçekleşme aynı yöntemle ölçülür.
Ege Cansen
31 Ağustos 2017
‘gercekgazetesi.net’ten yukariya alintilanan yazida soyle bir pasaj var:
“Korkut Boratav, kurultayla ilgili bir değerlendirmesinde Abdüllatif Şener ve diğer İslamcılarla aynı panelde olmaktan rahatsızlık duyduğunu belirtmiş. Haklıdır.”
Boratav, acaba neden rahatsiz olmus?
‘Abdüllatif Şener ve diğer İslamcılar’i bir kirlilik (pollution) unusuru olarak mi goruyor; yoksa, rekabetten mi hoslanmiyor, acaba?
Bir de, tabii ki, ‘gercekgazetesi.net’in “Haklıdır” gorusu var. Neden “Haklıdır”?
Emperyalist-Kapitalist ABD çetesinin lideri Trump eşkiyasının saldırganlığına karşı Kuzey Kore’nin devrimci lideri ile dayanışmaya!
Hocanın öyküsü
Hoca, Farsça ve Türkçede ortak bir kelime, orijinal telaffuzu xırıltılı xı ile xoca. Farsçada genellikle sağır vavla خواجه yazılıyor, xoca yahut xʷâca okunuyor. Yüksek Ortaçağda, yani en geç 13. yy başlarında Acem-Türk dil alanında salgın gibi yayılan bir unvan, tahminimce medrese = üniversite eğitiminin yaygınlaşmasıyla alakalı bir şey olmalı.
Aslı Türkçe, bildiğin koca. Kocamak fiilinden, “yaşça veya mevkice büyük kişi”. Türkçe qalın q sesinin o devirde standart telaffuzunun xı olduğu anlaşılıyor; Farsçaya daima xı خ ile aktarılmış. (Misal: Türkçe qalın=> Farsça xalî, bildiğimiz halı.)
Latince karşılığı magister, “yaşça ve mevkice daha büyük kişi, ağabey”, ki o da tastamam aynı yıllarda Batıda üniversite ıstılahı olarak yaygınlaşmış bir terim.
Latince doctor’un Türkçe/Farsça karşılığı molla. Arapça mawlâ’dan, “veli kılınmış”, dolayısıyla “bakıcı, gözetici, öğretmen”. Bu unvan da medrese kültürüyle birlikte 12.-13. yy’larda yaygınlaşmış. (Mevlânâ = “hocamız”.) Türkçe ve Acemce kullanımda /aw/ diftongunun en erken tarihlerden itibaren /o/ya yuvarlandığı görülüyor, mowlâ, molla, hatta monlayazımları tipik.
Doktorun anlam evrimi de aşağı yukarı aynı: “gözkulak olucu” > “öğretmen” > “üniversiteden hocalık belgesi almış kişi”.
*
Master’a hoca, doktora molla demek azıcık şoke edici, değil mi? O şok hissinde, düşünürsen, bin yıllık bir kültürel çöküşün inkâr edilemez izi vardır. Bir zamanların itibarlı unvanları nasıl perişan olup ayağa düşmüş, yerine kâfiristandan yeni itibar simgeleri ithal etmek zorunda kalmışlar.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/09/hocann-oykusu.html
İlber Ortaylı’dan:
Nizamülmülk, hükümdar danışmanı olmanın ötesinde, hâce-i buzurg rütbesindedir. “Hâce” bugünkü “hoca” değil. Farsça bir kelimedir ve “kâtib”, “şansölye” demektir. “Hâce-i buzurg” ise başkâtib, yani başbakandır. Bürokrasinin aklı gibi dili de birdir.
Nizamülmülk İranlıdır, Farsça konuşur, Türk değildir. Bu hâce-i buzurg, Haşhaşiler tarafından “assasine” edilene kadar bir devlet sisteminin, bir teşkilatın üstadı olarak görülüyor. “Suikast” kelimesini değil, “assasine etmek” ifadesini kullanıyorum; çünkü Haşhaşiler düpedüz siyasi teröre girdiler. İslami coğrafyalarda terör başladığı zaman Bernard Lewis hemen The Assassins kitabını çıkardı, iyi de etti. Dana altında buzağı aramayalım. Tarih bir tekerrür değildir; ama olayların kökleri vardır ve biz bunlara inmek zorundayız.
Kaptan Kim-İl ve arkadaşları (Srebrenitsa’nın Yugoslavya sosyalizmi + Halepçe ve Hama’nın Arap sosyalizmi + Taliban’ın devrimci Mücahid’leri + İran’ın devrimci Molla’ları + “Üst Akıl”la savaşan Reis)
Necip Amca,
Bilirsiniz aç kuru ekmek hayali kurmaz.
20. yüz yılda dünyanın dört bucağında sırtlarına binen Avrupalıları silkip atmak isteyen açlar ütopyayı bile gölgede bırakacaklar hayallere daldılar. Yer yüzünde cennet kurma peşine takıldılar.
Tabii zavallılar bunu daha önce başarmış olan kapitalist-burjuvalardan habersizlerdi. İşin tuhafı, hepsinin vaat ettikleri tıpa tıp kapitalist-burjuva cenneti. İşin acı tarafı, kapitalist-burjuvaların kendilerini savunan saldırgan köpekleri beslediklerinden habersiz olmaları. Bu köpekler her yerde iki türlü: bedene saldıranlar, ruhlara veya onur ve gururlara saldıranlar.
Örneğin, bu site daha çok ruhlara saldıranlarla dolu.
Bu hayallerin çeşitli adları var: Mesih Beklemek, Mehdi Beklemek, Bin Yılcılık (“millenarian”) Akımları, Peygamberci Akımlar, …
Akımların oldukları yerler:
AFRİKA: Kongo, Ekvator ve Orta Afrika, Güney Afrika, Anarşist diplomaları veren İngiltere’nin kolonisi Nyasaland, Batı Afrika, …
KUZEY AMERİKA: “Peyote” Tarikatı, Ruhlar Dansı, “Iroquois” Peygamberleri, “Smohalla”, Rüya Peygamberleri, “Earth Lodge” Tarikatı, “Kolaskin”, “Sandpoil” Peygamber ve Şef, Mnemoni Kızılderili Rüya Dansı, “Shakers” (sallananlar, titreyenler), “Isatai”, “Comance Peygamber
ORTA VE GÜNEY AMERİKA :
Jamaika, Haiti, Brezilya, “Tukunas”, “Tupi-Guarani”, Kolombiya, Arjantin, Peru, …
MALENEZYA: “Taro” Tarikatı, Kargo Tarikatı, Ölüler Geri Gelme Tarikatları, Devasa Ziyafet Tarikatı, Ölüler Gemisi (Not: şahane anarşist B. Travern’in bu konuyla ilgili kitabını mutlaka okumalısınız) …
POLİNEZYA, Asya, Endonezya: Vietnam, Filipinler, Japonya
Yine biliyorsunuzdur, sizin sonsuz değerli hayatta kalma savaşı aracıyla hepsi bastırıldı ve kırımdan geçirildi.
Tabii bu hayaller, ütopyalar, cennetler peşinde koşmaların asıl nedeni, bu geri zekalıların biz Türkler gibi hemen hemen yüksek ileri ırklardan biri, hemen hemen mavi gözlü sarışın olmamaları. Siz, Zileli, bu sitede yorum yapanların kaynakları değişik olabilir. Ama temelde kaynaklar eski dini Türklere aşılayan Muhammet; yeni dini Türklere aşılayan Atatürk, Marks-Engels, Kropotkin-Bakuninler.
İkinci neden hemen hemen birinci neden kadar önemli: Sizin gibi bir derin düşünürden mahrum olmaları. Eğer sizin gibi gerçekçi bir kimse onlara müsait şartları bekleme uyarısında bulunsaydı, şimdi hayatta olurlardı. Dediğiniz gibi,
“Siz, nasil oluyorsa, bunu ‘ayip’mis gibi konumlandirmak pesindesiniz; ama, evet –aci gercek odur– onemli olan hayatta kalmaktir –bunun mucadelesini vermektir.”
Yine dedikleriniz gibi,
“Dolayisi ile, eger degistirilebilir oldugunu iddia ediyorsaniz, bana once –lutfen– sartlarin yeterince degistigine dair anlamli seyler soyleyin –hayallerinizi, utopyanizi degil.”
“Yapmak istedigi seylerin ancak ve sadece ‘Utopya’da mumkun oldugunu duymak istemeyenler, hayallerini gozden gecirmek yerine, soylenenleri ‘sapsalca’ filan buluyor, ‘beligerent’ tepkiler veriyorsa, bu benim sorunum degil”
Bu son iki derin ve sonsuz anlamlı paragraflardan çıkan sonuç apaçık.
Bu geri zekalıların yer yüzünde ütopya-cennet girişiminde başarılı olabilmeleri için gerekli ve yeterli şartlar var.
Sizler, özellikle Necip amca ve Zileli, gibi ancak ve ancak yoğun bir sosyolojik, ekonomik, bankacılık, politik, devrimcilik, askeriyelik, historik, bilim-teknolojik, endüstricilik, işletmecilik, ticaretçilik, alış-verişçilik, materyalistçilik, ontolojik, epistemolojik, biyolojik, genetik, robotik, fizik, matematik, kimya eğitimi.
Ama tabii diğer bir açıdan bakabiliriz. Hayatta kalma kavgası durup bu geri zekalıların siz Necip amcamız gibi dahi olmasını beklemeyecek. Başka çeşit bir hayatta kalma kavgası onları cennete eriştirmese bile bu yeryüzü cehenneminden kurtaracaktı.
Kapitalizm kasırgası! – Gerçek – Eylül 1, 2017
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/kapitalizm-kasirgasi
Sel Değil Kapitalizm Felâketi! – Marksist Tutum – 15 Eylül 2009
http://marksist.net/marksist_tutum/sel_degil_kapitalizm_felaketi.htm
“Belki siz daha çok Laik-Atatürk-Türksünüz. ‘Hoca’ kelimesi ‘imam’ kelimesi çağrışımı, ‘imam’ kelimesi de Erdoğan-İran çağrışımı yaptığından sizi gücendirmiştir. Özür dileriz.”
Degilim. Ve, gucenmedim.
Be, ‘hoca’ kelimesinin isaret ettigi (bilgililik ve ogretmek yenegi olmak) noktada kendimi gormedigim icin itiraz ettim; ederim.
“Ama bu sitede Gün abimiz ‘abi’ olmayı kabul ederken ‘amca’ olmaya karşı çok sert bir tepki yapmıştı. Şimdi bir tereddüt içindeyiz.”
Gun beyin neden itiraz ettigini bilmiyorum.
Ben itiraz eder miyim; emin degilim. Insan, tanimadigi insanlar tarafindan ‘amca’ filan gibi kelimelerle hitabinda ilk defa bir tur afallama yasiyor –yaslandiginin ucuncu sahislar tarafindan tescili/tespiti/teyidi oluyor cunku, bu, bir sekilde. En azindan ben boyle hissettigimi hatirliyorum. Daha sonra da, alisiyor ve kaniksiyorsunuz; cunku yaslanmak benim elimde olan ya da degistirebilcegim bir sey degil. Degistirmek ister miydim; ona da emin degilim.
Orasi oyle de, ‘amca’ filan gibi kelimeler ayni zamanda bir tur akrabalik bagina da isaret edebilir. Sizin durumunuzda, ben, evet, buna itiraz ederim. Sizinle akraba filan degiliz. Olmak da istemem –tercih hakkim oldugu taktirde.
“Sanki değişmeye müsait şartlar çoktan var olmuş ve şimdi biz aslında değişmeyi yaşıyoruz.”
Farkli sekilde de olsa, degisim yeni bir sey degil. ‘Zemane cok degisti’ lafi, galiba, ‘zemane’den de eskidir.
O bakimdan, degisikliklerin oldugunu soylemek, onlara isaretler bulmak/gostermek cok da onemli degil.
Onemli olan, sizin (ya da ‘sagci’ veya ‘solcu’larin) istedikleri seylerin gerceklesmesi icin gereken degisikliklerin (sartlarin elverisli olmaga baslamasinin) varit olup olmadigidir.
Ben, olmadigini dusunuyorum.
“Eğer balık oynayarak arada bir sudan dışarı atlayıp su dışındaki havayı teneffüs etmeyi öğrenmeseydi ne ‘TEK BASİNA’ gezen anne, ne binen inek baba, ne de sizlerle komünist-anarşist rakipleriniz olacaktınız.”
‘Evrim Teorisi’ [TM] hikayetini cok icsellestirirseniz, iste boyle, tipki, Sosyal Darwinistlerin, Liberallerin ve Nazilerin Darwinizm uzerinden yapmaga calistigi sacmaliklar gibi, kendi salakca utopyalariniz yolunda kendinizi heba vu helak eylemek icin teviller uydurur bulursunuz.
O bahsettiginiz ‘balik’ gibi bugun de sayisiz balik, turlu cesitli deniz, irmak ve okyanuslarda sudan firlayip atmosfer ile muserref oluyor; ama, birakin yepisyeni bir taksonomik tur olusturmagi, iclerinden bir tanesi dahi herhangi bir sekilde morfoz gecirmiyor.
Sebep?
Basit: Sartlar uygun degil.
‘Sartlarin uygun olmasi icin ne gerekiyor?’ diye soracak olursaniz, cevabim da ‘bilmiyorum’dur. Bilseydim, ve elimden gelse, o sartlari saglar ve ‘Evrim Teorisi’ [TM] hikayetini ayaklari yere basan ciddi bir seye donusturebilirdim. Ama, malesef ne bende o yetenek/bilgi/imkan var; ne de baskasinda. Bu yuzden, ‘Evrim Teorisi’ [TM] hikayetinin ciddiye alinmasi bambaska baharlara kalacak.
Simdi..
Basa donecek olursak, siz, kendinizi birkac saniyeligine sudan firlayan balik gibi dusunup bir evrime yol acacaginizi sananlar..
Cumlenize hayatta basarilar dilerim.
“[..] Ama tabii diğer bir açıdan bakabiliriz. [..]”
{Buradaki ‘[..]’ sembolu, yazdiklarinizin oncesini ve sonrasini temsil etmek amacindadir.}
Yazdiklarinizdan hicbirsey anlamis degilim.
Ayisiginda kimildayan bir figur misali, geliyor musunuz, gidiyor musunuz; belli degil –en azindan ben anlamadim.
Yine de, hic cevaplamasam ayip olur diye, bunlari yazmak gerektigini dusundum.
Abesle istigal etmek zorunda kaldigim icin uzgunum.
‘kendinden once gelen herhangi bir dogal sayiya bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir’
Anlasilan yukaridaki tanimda yeterince acik degil.
Soyle yazayim, belki karin agriniza faydasi olur.
‘(asal sayilar setinde) kendinden once gelen herhangi sayiya bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir’
Hala daha ‘sifir’, ‘bir’ ve ‘sonsuz’ ile ilgili problemler devam eder.
Kemalist devletin Kemalist sermayesinin Kemalist medyasının Kemalist kalemi efendisine hizmetkârlığa devam ediyor.
–
Vasiyet öyle olmaz böyle olur Fesli Kadir!
Ahmet Hakan
2 Eylül 2017
“FESLİ Kadir”, yine dikkat çekmeyi başardı.
*
Son mesajı şu:
“Vasiyetimdir: Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin.”
*
Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olanı cenazesinde istemeyecek derecede Mustafa Kemal’den nefret eden birinin, Mustafa Kemal’in kurtardığı topraklara gömülmeyi de içine sindirememesi lazım.
*
Yani tutarlılık açısından…
Fesli Kadir’in…
“Beni Atina Devlet Mezarlığı’na gömün” diye bir vasiyet daha etmesi gerekiyor.
Ne de olsa kendisi “Keşke Yunan galip gelseydi” diyebilmiş bir adamdır.
–
“Tek bir kişi”nin (Mustafa Kemal’in) “kurtardığı topraklar”la ilgili bazı sorular:
– “Tek bir kişi”nin bir toprağı “kurtarması”ndan söz etmek, onu ilahlaştırmak mıdır, yoksa karikatürleştirmek (Superman, Batman vb) mi?
– Toprağın “birileri”nden “kurtarılması” demek, o birilerinden önce her şey iyiydi, onlardan sonra da her şey iyi oldu, dolayısıyla “kurtaranlar”dan da kurtarmaya gerek yoktur, mu demektir?
– Toprağı kurtarmak demek, toprağın üzerinde yaşayan istisnasız herkesi mi kurtarmak demektir? O topraklardaki herkes çıkarları aynı olan homojen bir bütün müdür?
Necip Hoca ve Bolşevikler,
Dün akşam, Necip Hoca, işletmeciliğini yaptığı “Akıllı Uslu Evcil Nasıl Olunur” televizyon dizisinde, bir hafta önceki ASAL SAYILAR temasında olduğu gibi, Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonraki devrin “elegant” bir incelemesini yaptı.
Dünyanın En Büyük Devrimini yapan Bolşevikler, bazı ayakları gerçek dünyadan kesilmiş “utopya” meraklısı, tembel doğalı geri zekalıların Marks’ın “patates üreten bir toplum kapitalist, akıllı robot üreten bir toplum sosyalist olabilir, esas olan üretim değil sosyal ilişkilerdir” lafına gönderme yaparak iktidarı eleştirenleri, akıl ve mantığa kavuşturmak amacıyla akıl hastanesine tıkamışlar.
İyilik sever, hümanist, Roma’nın kadınlaşmayla yıkıldığını, hayatın hayatta kalma kavgası olduğunu unutan Necip Hocamız, ” Ben, sadece akla davet ediyorum” dedi.
Seyirciler arasında, başta Büyük Anarşist ve dedikodu yorumcusu Zileli, yeniden doğan marksistler, yeniden doğan anarşistler, TZMciler, süt ve bal diyarlarına kapak atamamış devrimci-döner kebapçı Kürtler, devrimci-döner kebapçı Aleviler, devrimci-döner kebapçı Türkler büyük bir kargaşalık, tantana, aile-içi kavgaları başlattılar.
The Show Must Go On!
Gülmek hala bedava ve vergi alınmıyor.
Necip Amca Yine Zırvalamış,
Necip Amca’nın yeni bir çığır açan teorisi: Evrimin durmuş!
“O bahsettiginiz ‘balik’ gibi bugun de sayisiz balik, turlu cesitli deniz, irmak ve okyanuslarda sudan firlayip atmosfer ile muserref oluyor; ama, birakin yepisyeni bir taksonomik tur olusturmagi, iclerinden bir tanesi dahi herhangi bir sekilde morfoz gecirmiyor.
Sebep?
Basit: Sartlar uygun degil.”
Ulan yüz karası kara cahil, hemen sidik yarışına gireceğine, senden bile daha az dandik bilgisizlik kaynağın “vikipedi” baksaydın. Evrimin devam ettiğini öğrenirdin.
Sen kelime hastası olmuşsun. Evrimle ilgili kelimeleri ezberlemişsin ama evrimin çok uzun süreler içinde olduğu temel bilgiyi bile bilmeyen
“NE MUTLU TEK BASİNA GEZEN ANNEYLE İNEK BABADAN GELEN BİR SALAK TURKUM DİYEN!” bilgiçsin.
Senin beynin de kör olmuş.
Sen değilmiydin ” Degismeyen tek sey degisim” diyen, be enayi dümbeleği?
Necip Amca “Düzeltmiş”
Sokrat, soru cevap metoduyla böyle, kabız olmuş hödüklere yardımcı olup rahatlatırdı.
‘(asal sayilar setinde) kendinden once gelen herhangi sayiya bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir’
Ulan keriz, (asal sayilar setinde) olan bir sayının asal olmaması için senin k*çından çıkması gerekir. (asal sayilar setinde) olan sayıların hepsi zaten asal. Neden millete boşu boşuna iş çıkarıyorsun?
Şimdi neden senin gibi kölelik etmeyen tembelleri sevmediğini anladım. Sana, hayatını boşuna harcadığını hatırlatıyorlar!
Genellikle senin gibi enayi dümbeleği düzen dalkavuklarıyla alay etmeyi tercih eder, yularını çekerim ama …
Sana biraz insaflı davranayım, belki g*tündeki aklın başına gelir ve her konuda buna benzer boş laflar ettiğini, çok yükseklerden attığını, maalesef uzmanlar devrinde yaşadığımızı, aşağılık duygularıyla sidik yarışına kafan k*çında balıklama daldığının farkına varırsın. İNŞAALLAH!
Her zamanki gibi, boş beyninle yaptığın tarifinde iki farklı, asal sayılar ve doğal sayılar, kümeleri düşündüysen, hala b*k içinde debelenip duruyorsun. Bir örnek vereyim.
30, doğal sayılar kümesinde.
13, 30’dan önce gelir ve asal sayılar kümesinde.
30’u 13’e bölersen doğal sayı çıkmaz. Senin g*tündeki kafan çıkar. O halde, 30 asal sayı!
Senin sidik yarışma merakının sonu gelmiyor. Bu hayatta kalma kavgası değil, ulan keriz, bu bilgi tartışması.
Her asal sayı doğal sayıdır. Büyük bir doğal sayı küçük bir, asal olsun olmasın, doğal sayıya bölündüğünde, sonuç ya doğal sayıdır veya kesirdir. Ulan ibiş, senin tarifin her dediğin gibi içi boş dışı parlayan bir reklamcılık ustalığı, bilgi değil.
Yemin ederim her dediğinde bu boşluğunu, bu sonsuz kara cahilliğini gördüm ama “allah belasını versin, bu herife binlerce sayfa yazmaya değmez” diye kısa kestim. Bunu uzatmak bile beni rahatsız ediyor, ama bu konuda kendin kendinin yargısını yapabilirsin diye uzattım. Aksi halde bu sitenin senden bile daha kara cahillerle dolu olduğunu çoktan gördüm, hiç birinden bir gık çıkacak kadar cesaret ve bilgi yok ama hepsi senin gibi kamışı elinde tam ve pala bıyıklı dağlarda kahramanlık yapma rüyalarıyla yaşayan orta sınıf Türk devrimciler.
Seninle alay etmek çok hoş oluyor. Ben senin gibi bilgiye tapan biri değilim ve tapanlardan nefret ederim.
Hocaya sormuşlar,
– Evrenin merkezi nerede?
Hoca cevap vermiş,
– Eş*k Necip’in oturduğu müdür koltuğunda.
– Öyle şey olur mu, Hoca?
– Ölç!
Aşkı içinde büyüdüğünüz ama bir türlü olamadığınız Amerika ve Avrupa mavi gözlü sarışın Muhammet-Atatürk-Marks-Bakunin beyinlerinizi takın, sayın okumayan okuyucular.
1 googol = 10 üssü 100 (10E100), 1 ve ardından gelen 100 sayıda sıfır.
1 googolplex = 10 üssü googol (10Egoogol) = 1ve ardından gelen (1 ve ardından gelen 100 sıfır) defa (1 ve ardından gelen 100 sıfır) sayıda sıfır!
Şimdi Sayın Eş*kler Müdürü Necip Efendi, googolplex ( (10Egoogol)) rakamlardan oluşan bir doğal sayı düşün,
Bu doğal sayı ‘(asal sayilar setinde) kendinden once gelen herhangi sayiya (AMA DAHA HENÜZ ASAL OLDUĞU BİLİNİP BİLİNMEYEN) bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir’
Haydi işbaşı çalışkan katır Necip Amca! Böl!
Sen en iyisi bu keskin zekanla asal sayı türetici bir formül ara, mutlaka bulursun. Zaten tarifinde bile böyle bir enayi ardından çıkan hava esmekte. Vallahi billahi, bir günde, 1 googolplex dolar kazanır, kendine yeni bir beyin taktırırsın.
Beni en çok üzen canım kadar sevdiğim eşekleri ve diğer hayvanları bu lağım farelerinden bile daha alçalmış herifle alay etmek için salak insanlar kibirinin yarattığı kültürdeki adları kullanmak.
Necip Amca,
Bilirsiniz aç kuru ekmek hayali kurmaz.
Mesih Beklemek, Mehdi Beklemek, Bin Yılcılık (“millenarian”) Akımları, Peygamberci Akımlar, … 20. yüz yılda dünyanın dört bucağında sırtlarına binen Avrupalıları silkip atmak isteyen açların listesini daha önce yazmıştık.
O listede çok tuhaf bir eksiklik var: Avustralya kıtası yerlileri, aborijinler. Üstün ırk, anarşist diplomaları satan, Marks’ın sevgilisi, herkes birbirine karşı, allah da herkese karşı savaş narasıyla dünyanın dört bucağında yerlileri akıl almaz gaddarlıkla kırımdan geçiren mavi gözlü sarışın İngilizlerin felaketine uğrayan bu aborijinler arasında bir tane bile kurtarıcı mesih çıkmamış, bir tane bile kurtarıcı tarikata rastlanmaz.
Avustralya’ya Necip BİLGİÇ’in “30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken…” pis kokan os*ruğundaki 30 bin yıldan çok daha önce, 65 bin yıl önce vardılar.
Yine Necip BİLGİÇ’in pis kokan “Degismeyen tek sey degisim” os*ruğunun aksine hiç değişmeden vahşi çıplak kalan ve her türlü ilkel komünizm araştırmalarında en başta sözü edilen bu insanlara süpermarkette doğup büyümüşler “avcı-devşirici” derler.
Aborijinler, BİLGİÇ Necip’in boş beyni dışında, asla TEK BASİNA yaşamadılar. Zaten insan tarihinde olmayan TEK BASİNA yaşamak, ancak ve ancak beyni olmayan BİLGİÇ Necip’in olmayan beyninde olur.
Peki neden aborijinler arasında, yine BİLGİÇ Necip’in pis kokan os*ruğu “aynı şartlar, aynı sonucunu doğurur” aynı sonucu doğurmamış? Neden bu ünlü BİLGİÇ NECİP İLKESİ “değismeyen tek sey ‘aynı sartlar, aynı sonuclar yaratir’ ” Avustralya’da ihlale uğramış?
Antroplogla ve düşünürler bazı nedenler ileri sürerler ama hepsinde eksik olan YÜCE TÜRK BİLGİÇİ NECİP’i duymamış olmalarıi hesaba almamaları.
BİLGİÇ NECİP sadece zaman içinde geri gidip gelmekle kalmaz, g*tü sıkışınca “Kimse bilemez”, “Relativizm” benzeri teorilerleini e duymamışlar.yaş gibi su üstüne çıkar. Bu kullanılmış, elden düşen mal satandan başka ne beklenebilir ki?
Mevlana ne demiş: İsa’nın yaptığı mucizeleri boş ver, kendisi mucize!
Ben ne derim: Necip’in yediği b*kları boş ver, kendisi b*k!
Necip İngilizlerin aborijinleri kırımdan geçirdikleri zamana dönmüş ve aborijinlere gerçekçi olmayı, ütopya ve cennet peşinde koşmadan vazgeçmelerini öğüt vermiş. Aşağı ırktan aborijinleri sıkı, hem kalvinist hem kalvinizmden “coook once” olan, bir disipline sokmuş. Bu daha henüz çocuk, hala seks ticaretinden habersiz çıplak gezen, vahşi, mantık öncesi adi ırk insanlarına yoğun sosyolojik, ekonomik, bankacılık, politik, devrimcilik, askeriyelik, historik, bilim-teknolojik, endüstricilik, işletmecilik, ticaretçilik, alış-verişçilik, materyalistçilik, ontolojik, epistemolojik, biyolojik, genetik, robotik, fizik, matematik, kimya dersleri vermeye başlamış ve hala devam ediyor.
Sayın okumayan okuyucular, amacım bu sitede bir kıskançlık yaratmak, siteye bir fitne sokmak değil. Ama Necip Hocanın dalkavukluğundan dolayı Zileliden önce bir İngiliz diploması aldı! Bunu da söylemek lazım.
Bir anarşist ne demiş: Anarşistlerle Marksistler arasındaki fark, anarşistlerin çok daha cahil olduğu.
O halde, BİLGİÇ NECİP Zileli’den bile daha azılı tam bir anarşist.
“30, doğal sayılar kümesinde.
13, 30’dan önce gelir ve asal sayılar kümesinde.
30’u 13’e bölersen doğal sayı çıkmaz.”
A benim gerzek oldugu kadar geveze de olan vatandasim; cok okumus oldugu halde, anlamak yetenegi dip, dangalaklik seviyesi zirve yapmis atmosfer isgalcisi muhatabim:
Beni ugrastirmayin. Pedagojik formasyonu olan birisi, mesela sizin o muhayyel hocalarinizdan birisi, size ‘kendinden once gelen herhangi bir dogal sayiya bolundugunde, sonuc dogal sayi cikmiyorsa, o bir asal sayidir‘ demenin ne anlama geldigini birisi size iyice anlatsin.
Ben ise, son defa, bir ornekle anlatacagim.
30’dan once gelen asal sayilar sunlardir: 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19, 23, 29
Bu sayilardan herhangi biri ile bolundugunde dogal sayi cikiyorsa, 30 sayi olamaz.
30’u 2 ile boldugunuzde sonucun 15 oldugunu; yani, bir dogal sayi oldugunu goreceksiniz.
Diger sayilar ile denemege gerek bile kalmadi.
30 bir asal sayi olamaz.
Bitti.
Bu kadar.
Bu algoritma bu kadar basittir.
Tabii ki, ‘basittir’ derken, belli bir akil ve zeka seviyesini kastediyorum. Gerzekler ozellikle harictir.
Yani, siz muafsiniz.
Keep your day job as loiterer.
“Evrimin devam ettiğini öğrenirdin.”
Evrimin devam ettigini biliyorum.
Bunu, sudan aradabir ziplayan baliklarin hatirlatmasina gerek yok.
Sizin gibi, sudan aradabir ziplayan baliklarin balik beyinlerinin (dogal olarak) idrak edemedigi sey sudur:
Sudan aradabir ziplayan baliklar dahil, hicbir canli, ‘dur bakalim, bir de sunu deneyeyim, bakalim kus ya da memeli olabilir miyim?’ diyerek evrim sureci baslatamaz.
Evrim, cok daha alt seviyelerde, gen seviyesinde suren bir prosestir ve ilgili canlinin buna dogruda katkis/mudahalesi olamaz.
Zorlayici sartlarin olmasi gerekir. Genetik degisiklikleri dayatan sartlar…
O sartlarda, evrim surecinde, o canli turunden sayisini kimsenin bilmedigi kadari ölur. Sag kalan olmazsa, ‘nesli tukendi’ deriz. Sag kalan olursa, ona da, ‘evrim gecirmis tur’ deriz.
Kisacasi, sizin gibi, ‘sudan aradabir ziplayan baliklar’in balik beyinlerinin ilk idrak etmesi gereken sey sudur:
Evrim surecinde ‘gonullu’luge yer yoktur. Bireylerin arzulari filan da etki etmez. Cok mesakkatli, ölumu bol bir surectir.
‘Balik’tan, dogrudan dogruya, ‘kus’a da evrilinemez. Evrildiginiz her formda hayatta kalabilmeniz sarttir. O yuzden, ‘kus’tan once, mesela, surungen olmaniz gerekir.
Solcularin, prensipsiz devirmecilerin ve sudan aradabir ziplayan balik beyinlilerin anlamadigi da budur:
Utopyalar tasvir ederek, insanlari kalkismalara heveslendirerek, isyanlara tesvik ederek evrime yol acamazsiniz. Bir yere de varamazsiniz.
Zorlayici sartlarin olmasi gerekir.
Tatlisu munevverleri ve geri zekalilar bunlari iskalarlar.
“Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olanı cenazesinde istemeyecek derecede Mustafa Kemal’den nefret eden birinin, Mustafa Kemal’in kurtardığı topraklara gömülmeyi de içine sindirememesi lazım.”
Bayilirim boyle kandirmacalara..
1) “Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olanı cenazesinde isteme”mek demek, “Mustafa Kemal’den nefret” etmek ile ayni sey degil.
[Gerci, o da son derece mesrudur; ama, adam ölup gitmis oldugu icin cok da anlamli degildir.]
“Mustafa Kemal’e zerre muhabbeti olan”lardan nefret etmek anlamina gelir ve kisisel bir tercihtir. Herkesin herkesi sevmesi sart degil, sonucta. Bir de, tabii ki, karsililiklilik unsuru var: Sevmeyenlerini sevmek zorunda da degil kimse.
2) “Mustafa Kemal’in kurtardığı topraklar”dan kasit nedir? Bunun Turkiye olmadigini biliyoruz. Ataturk Orman Cifligi gibi (ve, ‘nasil buldun?’ sorusuna mesru bir cevap verilemeyecek daha nice) kisisel mulkunden mi bahsediyoruz?
Ben, mesela, bugune kadar hicbir partiye oy vermedim; ama, bir parti cikip ‘luzumsuz heykellerin yarattigi cevre kirliligine engel olacagiz; o heykelleri kaldiracagiz’ dese, o partiye oy veririm.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/turkiye-afrika-ulkesi-degildir
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/yargi-egilmiyor-yerlerde-surunuyor
Vay bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Keşke filancanın aklına uyup boş hayaller peşinde koşacağıma hayatım için önceden bir şeyler yapsaydım!
Sayın Gün Zileli,
Necip denilen adamla alay edici ve çok çirkin laflarla saldırdığım yazıları yayınladığınız için geçekten teşekkür ederim.
Dil kullanma veya tartışma üslup ve usullerim size göre kaba gelebilir. Amacım suçumu örtbas etmek, savunma bahanesi aramak değil. Bence, bu Necip denilen herif, Nuh’tan kalmış “gerçekçilik”, “hayatta kalma kavgası” gibi mazeretlerle benden çok daha saldırgan ve küfürlü laflar etmekte. Bunlar, yine bence, her yerde ve özellikle köpeklerin karınlarının iyice doldurulduğu zengin ülkelerde, dün doğmuş çocuk gibi masum bir kisve altında, biçimsel kurallara uygun ama içeriği zehir ve nefret dolu insanlardan nefret türkülerini kibar bir rahatlık içinde söylerler. Sanki türküleri ideolojik ilahiler değil, Allah’tan zembille inen, kendi kendine olan “gerçek” dünya. Kendilerini, kendilerinden de salak olan, doğa bilim adamlarına benzeterek kendi kendilerini kandırırlar.
Dünyayı Allah gözüyle gören bu ileri zekalılara göre iktidarsız toplumlar olmamış ama ideolojisiz toplumlar olmuş!
Bence bu, tek ve asıl ütopya.
Yine bence, bunlara karşı kibarlık etmek bir çeşit oyunlarını oynamaktır, veya daha da kötüsü, çaresizliği hoş görü sanmaktır.
Bu yargımın ne kadar tehlikeli ve güvenilmez olduğunun farkındayım. Aynı zamanda, dünyanın büyük bir nüfus kesiminin salt ayakta durmaktan, hayatta kalmaktan ne okumaya ne de anlamaya zamanları olduğu ve binlerce sağlam temellere oturmuş şarlatanlara “inanmaktan” başka çareleri olmadığı da apaçık. Ben, bu nedenden, zavallıları bile suç ortağı görüyorum ve bu beni çılgına çeviriyor.
Kropotkin Paris’de, yanlış hatırlamıyorsam, Turgenyev ile arasında bir konuşmayı anlatır. Turgenyev Fransızların, beraberindeki ünlü yazarlar da dahil, tiyatroda bir oyuna, Rusların tam zıttı, tepkilerini anlatıp sorar, “Fransız ve Rusların birbirlerini kolayca anlayacaklarına gerçekten inanıyor musun?” Kropotkin ne kıvırır ne de Necip gibi adi modern kinik (cynic), bilinmeyen dünyanın bilinen dünyadan sonsuz büyük olduğu bir dünyada bilgiçlik soytarılığı eder.
Eğer bu ve benzeri dalkavuklar gerçekten bilimsel olsalardı, iktidarsız yaşam denenmeden iktidarsız yaşama hakkında fikir yürütmenin bilimsel olmadığını benden önce görürlerdi.
Her neyse. Asıl olan size teşekkürümü iletmek.
Necip’e
Sizce minik Mustafa askerî rüşdiyeye gitmeseydi bugün yine benzer bir ülkede mi yaşardık?
Mesela cumhuriyetin kurucusu olan meşhur bir paşanın (Ankara’da değil de muhtemelen İstanbul’daki) ebedî istirahatgâhını ziyaret ederek onun ilke ve devrimlerine bağlı kalacağımıza ant mı içerdik?
Yoksa Ürdün kralının İstanbul’daki mevkidaşının parlamentoyu açmasını mı izlerdik? Tabii eğer Mısırlı ve Iraklı mevkidaşlarının durumuna düşseydi bunu yapamazdı.
Aslında benzer ihtimaller çok ama onlara değinerek sizi yormayalım.
Sözgelimi, Hatice’den doğma Kasım ve Abdullah ile Mâriye’den doğma İbrahim adlı erkek bebekler büyüyüp babalarına varis olan bir hanedan kursalardı durum çok farklı olabilirdi de denebilir.
Hatta Batı ülkelerinin ileri geçmesinde en önemli etkenlerden olan tarihsel devamlılık (barbar istilaları ve ardından gelen barbar aşılarıyla kesintiye uğramamış bir süreklilik) sayesinde onlar öne geçebilirdi belki de.
Necip Fiyaskosu Ve Asal Sayılar Gerçeği
teşekkür etmenize gerek yok. okumuyorum bile. Umarım hakaret yoktur.
“Gün Zileli
Eylül 3rd, 2017 at 08:17
teşekkür etmenize gerek yok. okumuyorum bile. Umarım hakaret yoktur.”
Medya artistliği yapmaktan, bu siteye yazılanların okumaya değeri olmadığını bildiğinizden, çok yüksek makamlarda diplomalı anarşist hikmetleri kusmaktan ve havaları atmaktan, dedikodu incelemeleri yapmaktan vaktiniz kalmıyordur . Daha da kötüsü, YALANCISINIZ!
Okuduğunuz, okumadığınız yalanlardan sadece bir örnek:
“Gün Zileli
Haziran 25th, 2017 at 07:39
Necip’in sorunu ikisine birden mücadele etmek istemesi değil. İktidara karşı mücadele etmek istememesi., “
Necip Amca sadece anarşistlikte değil enayilikte de diplomalı anarşist Gün Zileli’yi geride bırakmış.
“30’dan once gelen asal sayilar sunlardir: 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19, 23, 29
Bu sayilardan herhangi biri ile bolundugunde dogal sayi cikiyorsa, 30 sayi olamaz.
30’u 2 ile boldugunuzde sonucun 15 oldugunu; yani, bir dogal sayi oldugunu goreceksiniz.
Diger sayilar ile denemege gerek bile kalmadi.
30 bir asal sayi olamaz.”
Tekrar insaflı olup “Bu sayilardan herhangi biri ile bolundugunde dogal sayi cikiyorsa, 30 sayi olamaz.” cümlendeki “30 sayi olamaz.” salaklığını sidik yarışına girmede acele ettiğin için kamışının çarşafa dolaştığına atfedeceğim.
Algoritma:
1. Gözlüğünü tak,
2. Enayiliğin diğer bir adı olan anarşistliği unut,
3. Sidik yarışmasından bir an vazgeç,
4. Antideprasyon hapını al,
5. Eğer o da çalışmazsa,
6. Bankadaki paranı düşün,
7. Dalkavuklukla eriştiğin müdürlük makamını göz önüne getir,
8. Hiçbir çalışmazsa, senin gibi çok diplomalı Hindistanlı
Amerikan arkadaşlarına telefon et. Sana nefes alış-veriş ticareti dersleri versinler,
9. Yukarıdakilerin hiç biri seni rahatlatmazsa senden bile daha hödük anarşist medya artisti rakibin, kibar, uslu, evcil, eski Stalinist, yeniden anarşist doğan Gün Zileli’yi düşün.
Not: “auschwitz”den kurtulan Madama Rosa, her ruh bulantısına girdiğinde yastığının altında sakladığı Hitler’in resmini çıkarır ve kendi kendine “daha da kötü olabilir” diyerek buhranı atlatır.
Ve nihayet, ulan şapşallar şapşalı annesi “TEK BASİNA” gezen babası inek Necip,
10. 30’u daha önce gelen ( 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19, 23, 29) asal sayılardan 2, 3, 5 hariç hangi asal sayıya bölersen böl. Ne çıktı? B*kun çıktı değil mi? Bu bölmelerde g*tünden çıkan sayılardan hiç biri doğal değil. O halde 30 asal! İşte sana Türk anarşistleri, işte sana Türk matematikçileri!
Daha da çok gülmek isteyenlere bir ek:
Bu enayi dümbeleği, bu adını bildiği ama anlamadığı “tümevarım” laflarla kendini narsislik aynada süsleyen salak, 30’u 2, 3, 5 gibi önce gelenlere bölerse 30’un asal olmadığını keşfeder, yok eğer diğerlerine bölerse 30’un asal olduğunu keşfeder ve ilk ineklerde biri olan Arşimet gibi çıplak ama çarşaflara dolaşmış kamışıyla “30 bazen asal, bazen asal değil” tümevarımına erişir . Kamışını değil, keşfini Erdoğan’a göstermek için yollara düşer.
Erdoğan bu hödüğe bir tokat atar, “Ulan her şey Allah’ın elinde; 30 asal olsa ne yazar, olmasa ne yazar!” der.
Hayal kırıklığına uğrayan Necip, bu defa laik ve eski kulağı kesik Marksist Gün Zileli’ye koşar. Zileli Marksist-anarşist diyalektik sentezini yapar. Bu çevik maymuna, bu heyecandan hoplayıp zıplayan coşkuna:
“30 şartlar müsait olduğunda asal, olmadığında asal değildir” der.
Bana koşarsan, ben sana, “haydi oğlum, zırvalıya zırvalıya muradına ereceksin, tarifini daha özentiyle yap. Bu işte laf oyunu, “relativizm” gibi or*spuluk çalışmaz!” derim.
Daha da merhametli tarafıma rastlarsa, “yaladığın k*çlardan dolayı yakalandığın şeker hastalığıyla kalp krizi geçirme arasında büyük bir korelasyon olduğu tespit edildi. Zileli gibi yeni bir din olan anarşistlik keşfiyle heyecanlandığında herifin kalp krizi geçirdiğini hatırla” öğütümü eklerim.
https://www.youtube.com/watch?v=ub747pprmJ8
543, Necip Amca salt Matematikde değil, Genetik biliminde de bir uzman, bir keşfedilmemiş dahi. Yaladığı şekerler beyninde haddinden fazla yanıyor, herifin kafasından alevler çıkıyor.
“Evrim, cok daha alt seviyelerde, gen seviyesinde suren bir prosestir ve ilgili canlinin buna dogruda katkis/mudahalesi olamaz”
Necip o kadar derinlere inmiş ki geri çıkamıyor.
Necip amca, düşünme yeteneği, genlerde mi? Yoksa senin battığın derin bataklıkta mı?
Etraftaki bitki ve hayvanların gittikçe azalması genlerinde mi yazılı, yoksa senin boş beyninde mi?
Hastalıklara neden olan bakteri, virüs, hava kirliliği, su kirliliği, yiyecek kirliği, senin gibi mikropların yarattığı kirlilik genlerde mi yoksa senin yaladığın g*tlerde mi?
Senin genetik bilgin matematik bilginden de dandik. Genlere yazılanlar çevrenin etkileriyle değişir ulan enayi.
Örnek: sen k*ç yalaya yalaya genlerin b*k olmuş, beynin b*k dolmuş.
Sen o kadar salaksın ki, senin ve dünyanın her yerinde sana benzeyen bütün enayilerin beynini yıkamak için gece gündüz yayınlanan en devasa propaganda, gece gündüz ağzınızı doldurdukları b*k olan yaşam süresinin artması bile seni uyandırmamış. Darwin’e en fazla yardımcı olan hayvan yetiştiricilerini bile duymamış bir salaksın sen.
K*ç yalayarak yükseldiğin ve alçaldığın fazlasıyla belli!
ara sıra okuyorum tabii. Sizin zırvalarınızı ise pek nadiren. Bunu okudum ama.
Arakanlı Müslümanlara Hindistan’da saldırı
Hindistan’da Arakanlı Müslümanlara saldırı! Hint köylüler, Kurban Bayramı dolayısıyla inek kesmek isteyen Arakanlı Müslümanlara, ‘Hindu inancında ineğin kutsal sayılması’ nedeniyle linç girişiminde bulundu. Çıkan olaylarda 4 kişi yaralandı.
Hindistan’ın kuzeyindeki Haryana eyaletinde Kurban Bayramı dolayısıyla inek kesmek isteyen Arakanlı Müslüman aileler saldırıya uğradı. Yerel basındaki haberlere göre, Haryana’ya bağlı Mujeri köyünde yaşayan Arakanlı Müslüman 45 aile, dini ibadetlerini yerine getirmek için kurbanlık olarak iki inek aldı ancak ineklerin Hindu inancında kutsal sayılması nedeniyle bölgedeki Hint köylüler duruma tepki gösterdi.
SALDIRIYA UĞRADILAR
Arakanlı Müslüman Şakir Ahmet, aralarında para toplayarak aldıkları ineklerin kesilmesine karşı çıkan Hint köylülere, kurbandan vazgeçtiklerini, inekleri götürüp pazarda satacaklarını söylediklerini anlattı. Buna rağmen 15-20 Hint köylünün yaşadıkları bölgeye gelerek inekleri serbest bıraktığını belirten Ahmet, köylülerin Arakanlı Müslümanları linç etme girişiminde 4 kişinin yaralandığını dile getirdi. Ülkede yakın dönemde, özellikle Müslüman azınlık, hayvanları kesimhaneye götürdükleri ve et yedikleri gerekçesiyle çok sayıda nefret saldırısına maruz kalmıştı.
YANINDA ET TAŞIDIĞI İÇİN BIÇAKLANMIŞTI
Cüneyt Han adlı 16 yaşındaki Müslüman genç, haziran ayında Mathura şehrinden Yeni Delhi’ye trenle seyahat ederken yanında et taşıdığı bahanesiyle bir grubun bıçaklı saldırısına uğramış ve hayatını kaybetmişti. Nüfusun çoğunluğunu Hinduların oluşturduğu ülkede birçok eyalette inek öldürmeyi hapisle cezalandıran yasalar mevcut. Bu tip düzenlemeler Müslüman azınlığın dini vecibesi kurban kesmeye de yasak getirdiğinden toplumsal ihtilafa sebep oluyor.
http://www.hurriyet.com.tr/arakanli-muslumanlara-hindistanda-saldiri-40568332
Sayın, okumadan okuyan G. Zileli gibi kahin, okumadan okuyan okuyucular.
Müdür bey Necip’in cin gibi bir tüccar olduğu; alış-verişte ve tüketicilik devrimizin en önemli satıcılık cambazlığı olan reklamcılıkta faceboku bile geçtiği; televizyon dizisiyle medya yıldızlığında baş rakibi Zileli’yi bile arkada bıraktığı ve diğer sayısız becerileriyle bir pazarcılık mütehassısı dahi olduğu artık su götürmez bir gerçektir.
Ticaret hayatında bütün devrimcilerin hocası Marks’dan öğrendiği teorik – pricksiz diyalektiğinden öğrendiği prickliğe geçen Necip “Sorgulamanin bir miyadi olmasi lazim. Yani, bir yerde bitirip, uygulamaya gecmek gerekir.” derin bilgisini yeni işinde uygular.
Reklamcılığın özü olan “hiç bir zaman tatmin etme” sırrını “Akıllı Uslu Evcil Nasıl Olunur” televizyon dizisine yeni bir dizi katmayı amirlerine teklif eder ve hemen kabul edilir.
Önerisi ancak bir ticaret dahisinin kellesinden çıkabilir: Et yiyemeyen ama bol bol televizyon seyreden fakirlere komedi-pirzola dağıtmak!
Necip’in bu ikinci medya yıldızlığı programı hava, borsa, siyaset dünyası, trafik kazaları ve benzeri önemli konularda ileriden haberler.
Kullandığı yöntemin aslı “ya olacak, ya olmayacak” veya ” olacaksa olacak, olmayacaksa olmayacak”, mantıkta üçüncü yasa olarak bilinen ” birbirini dışlayan”.
Seyirciler Necip beye telefon edip dertlerini anlatır gelecekten haber isterler. Bunlar fakir olduğundan yukarıdaki koca kelleleri ilgilendiren konular es geçer telefonda aşk, para, güzellik, seks, futbol maçı, loto gibi konularda yardım isterler.
Necip hocamız Marks emmisinden öğrendiği diğer bir formülle cevap verir: “sartlar musait oldugunda olur, musait olmadiginda olmaz”.
Seyirciler hangi dili konuştuğunu anlamazlar ama Almanca olduğunu sanıp kahkahalara boğulurlar. Aynı zamanda Necip gibi kelli felli, çok diplomalı, zengin ülkeden gelen bir Almancanın boş konuşacağı akıllarına bile gelmez. Hatayı kendilerinde, dünyanın en fazla çiğnenen sakızı olan, her felaketi, her mahrumluğu açıklayan, “tahsilsiz” olmalarında bulurlar. Tabii bunların aslında genlerinde yazılı olduğunu bilmez bu cahiller.
Bu arada cin gibi Necip, aynı telefon edeni telefonda tutan fah*şeler gibi, telefon şirketlerinden komisyonunu da alır.
Necip Hoca bu akşam “Akıllı Uslu Evcil Nasıl Olunur” programına devam edecek, sayın televizyon tiryakisi okumayan okuyucularımız.
“Gün Zileli Eylül 3rd, 2017 at 12:30
ara sıra okuyorum tabii. Sizin zırvalarınızı ise pek nadiren. Bunu okudum ama”
BAŞKA
“Gün Zileli Eylül 3rd, 2017 at 08:17
teşekkür etmenize gerek yok. okumuyorum bile. Umarım hakaret yoktur.”
BAŞKA.
YALAN söylediğini kabul et gitsin. Seri ol, sinirlenirsen hapı yutmalarını unutur hapı iyice yutarsın. valla.
Necip sermayenin ve devletin bir kanadına (Kemalist bürokrasi, partiler, medya vb) veya kendi deyimiyle “Balkan oligarşisi”ne en az solcular-devrimciler-antikapitalistler kadar muhalif iken onu yalnızca kapitalist düzen yandaşı-egemeni-ideologu olarak görmek ne kadar doğru?
Aslında bu soruyu benzer herkes için genelleştirebiliriz.
Asıl sorulması gereken de şudur: Herkes ya düzen karşıtı ya da yanlısı mıdır? Yani bir yandan düzene kısmen muhalif olan ama diğer yandan da bazı şartlarla düzenin devamlılığından yana olanlar yok mudur? Bütün insanlar sadece düzen yanlısı ve karşıtı olarak ikiye mi ayrılırlar?
Mesela Türkiye’de 1922’de saltanatı kaldıranlar düzen yanlısı mı yoksa karşıtı mı idiler?
Ya da bugünlerde Irak’ın kuzeyinde ülkedeki düzene karşı kendi düzenlerini kurmak isteyen yerel egemenler düzen yanlısı mıdırlar yoksa karşıtı mı?
Mekke’deki Kureyş kodamanlarına muhalefet eden Muhammed de bir düzen yanlısı mıydı? Hayatta iken kendi düzenini kurabildi mi? Daha kendisi ölmeden putperestliğe dönenlerin ve yalancı peygamberlerin isyanlarını Ebu Bekir’in bastırabildiğini unutmayalım.
https://www.youtube.com/watch?v=QtXby3twMmI
Ey dünyanın aldanışlarına kapılan, sonra da ona sövüp duran! Ne vakit aldattı seni dünya?
Sen mi dünyayı suçlamadasın, dünya mı seni suçlamada?
Nerede senden öncekiler? Ne kadar zaman dünyada yediler-içtiler, şimdiyse dünya onları yer-içer.
İşin sonunu görenler dünyaya sövmez, teşekkür eder. Çünkü dünya onlara sonucu göstermiş, onlar da görmüşlerdir.
543 Al-Muallim Necip Yine Bilgi Fışkırmış
“Sudan aradabir ziplayan baliklar dahil, hicbir canli, ‘dur bakalim, bir de sunu deneyeyim, bakalim kus ya da memeli olabilir miyim?’ diyerek evrim sureci baslatamaz.”
Ne var ki, babanın TEK BASİNA gezen anneye sucuk yedirmesiyle, TEK BASİNA gezen anneden uzun kulaklı, kuyruklu, dört ayaklı bir al-muallim çıkmış!
Mudur koltugundan aradabir ziplayan Necip ‘dur bakalim, bir de sunu deneyeyim, horoz olup oteyim ya da hindi olup kabarayim” der ve MORFOZDAN değil METAMORFOZDAN geçerek horoz olur, hindi olur.
“Sizin atifta bulundugunuz ‘Evrim Teorisi’ (TM), teori filan degil, upuzun bir hikayedir. Gecmise yonelik kehanetlerden ibaret bir ‘narrative’dir. Bilimsel filan da degildir.” lafını da unutur ve bir metamorfozdan daha geçerek bilgiç bile olur.
“Evrimin devam ettigini biliyorum.”
ve
“Evrim, cok daha alt seviyelerde, gen seviyesinde suren bir prosestir ve ilgili canlinin buna dogruda katkis/mudahalesi olamaz.”
ilahileri okur.
Birden bire bir METAMORFOZDAN geçerek kuru kelle, tight ass, g*tü s*kı bir bilim mahluku olur.
Tight as* Necip boşuna Roma kadınlaşınca yıkıldı dememişti. Bu sapına kadar erkek ucube müdür, koltuğunda k*çını sıka sıka k*çının değerini yükseltme peşinde, tam bir pazarlama mütehassısı.
Neyse yeteri kadar güldüm.
Bu al-muallim bilgiç, diğer bilgiç Zileli ve bu siteye yazanların %98’i gibi aklı başında, evcilleşmiş, hayatları amaçlarla geçmiş disiplinli ciddi orta sınıf çocukları.
Amaçla okula gitmişler, amaçla iş bulmuşlar, amaçla aşık olmuşlar, amaçla evlenmişler, amaçla çoluk çocuk yapmışlar, amaçla yemek yemişler, amaçla su içmişler, amaçla devrimci olmuşlar, amaçla kendi yalanlarına inanmışlar.
Diğer yanda müzik, dans, oyun, hatta istemeyerek ekleyeceğim, pazarlık etmek amaçsız insan etkinlikleri var. Hatta eğer bu site din hakkında modaya olup karşı olmak dışında zerre kadar bilgisi olmayan laik kuru kellelerle dolmuş olmasaydı, dini merasim ve ayinleri de katardım.
Bu etkinliklerde amaç etkinliğin kendinde. Lütfen, para kazanmak or*spularının oynadığı futbol ve benzeri soytarılıkları boş verin, oyun oynayan çocuklar ve hayvanları seyredin, ne dediğimi hemen görürsünüz. Aslında bu etkinlilerde amaç yoktur. Zevk alma, canlanma, heyecanlanma, kendinden geçme vardır. Zaman dışına çıkma, özgür olma vardır.
İşte kapitalist-burjuvaların yarattığı ve metamorfozla orta sınıf olan başımızın belası Avrupa yamakları. İşte Marks, Bakunin, Atatürklerin doğurduğu hilkat garibeleri. İşte sıka sıka kabız olmuş ciddi ve amaçlı tight as* burjuva-kapitalistlerin yarattığı harabe dünya. İşte komünist, anarşist, devrimcilerin bu harabe dünyayı güncelleştirme ölüm türküleri.
Bakın Necip sözüm ona karşı geldiği devrimcilere ne kadar benziyor. Dünya ve insanlığın en büyük düşmanları, bu ciddi ve amaçlı gam yükü tüccarları. Bu kendi minnacık çocuklarıyla bile başa çıkamayan bahtsızların ütopyası. Bunlar amaç peşinde koşmaktan tatlı yaşamaktan yoksunlaşmış, ruhları bir çöl gibi boş ve kurak, herkesi kendileri gibi yaparak yavanlıklarını evrenselleştirmek isteyen kapitalist-burjuva fırlamaları. Bunlar hasretini çektikleri dünyanın çoktan kendileriyle dolmuş olduğunu görmeyecek kadar gözleri kör, beyinleri modern bilim safsataları, çok daha doğrusu şiddet ve ölüm dolu orta sınıf pis pis sırıtan işkenceci sapıklar.
Bence bu enayi dümbeleklerinin beyinleri tahrip eden asıl neden modern bilim. Ama onu açıklamak kendi başına binlerce sayfa bir kitap olur.
562$ Çok Haklısın,
562 asla kendine gösterilen yoldan çıkmamış. Hayatı koyunlar gibi çobanın sopası, köpeklerin dişi korkusuyla otlaklarda geçmiş.
Söz dinlediği sürece kendine Panem et circenses, işkembesi için ekmek,eğlenmesi için televizyon verilmiş, mükemmel bir modern özgür insan misali.
Erdoğanlar bu herifin ağzına ettikçe, söveceğine teşekkür eden bir sapık.
Ulan salak, eğer biz dünyada yaşasaydık ve eğer senin gibi kuş beyniyle düşünseydik, zaten suçu dünyadan başka kimde bulurduk. Kuraklık, hastalık, yaşlılık, sel, fırtına, ölüm, …, vahşi hayvanlar, …
Sen hayvanat bahçesinde yaşamışsın, ona “dünya” diyorsun, sadece sapık değil mazoşistsin.
Amarika”dan Merhaba,
Şu an Amerika’da bilimler-arası branşlar eğitimi yapmaktayız. Öğrenim yaptığımız üniversitenin son yayınları arasında çevirisini yapmakta olduğumuz iki kitabın sitenize uygun mesajlar kapsadığı düşüncesiyle kısa özetlerini paylaşmak istedik.
Alfred North Whitehead proses felsefisini ve özellikle Doğa Oluşumdur düşüncesini savunan filozoflardan biri olarak tanınır. Kitap, insan / insan olmayan düalizmine dayanan Antroposen dünya ikili görüşü yerine, Whitehead’in bu ikiliği tanımayan, doğada bütün canlı varlıkların dünya potansiyelini tetikleyip salabilecek, gerçekleştirebilecek güçlere sahip olduğu bir dünya görüşünü inceler.
Yenilenebilir enerji, sürdürülebilir gelişme, güneş ve rüzgar enerjileri girişimleri bu yeni açılan ufuklarda birkaç örnek.
İkinci kitap, Konfüçyüs’ün “tianxia” (gökyüzü, sema altındakilerin tümü) doktrininin evrimini inceleyen düşünürlerin katkılarını içerir. Katkıda bulunan düşünürler, amacı bölünmez ve birleştirici (üniter), sosyal ayrımları aşıcı, evrensel ve küresel adalet sağlama olan “tianxia” doktrinin, Han hanedanından günümüze kadar nasıl Çin iç politik düzenine, dış politikasına ve dünya görüşüne yön ve biçim verdiğini gösterirler.
Kitap, dünya basınında geleceğin en büyük gücü olacağı ileri sürülen Çin felsefi kaynağına ve Çin tarihindeki gelişmesine ışık tutması açısından önemli bir katkı sayılır.
Otomobil Şirketi CEO’su sayın Necip Bey sattıkları otomobillerine enerji sağlamak için ekolojik bir çözüm bulmuş.
Yaşadıkları yerlerdeki zengin doğa kaynaklarını kullanacak zekadan mahrum fazlalık ilkel vahşi yarı çıplaklar, tam çıplaklar, geri zekalılıklarından dolayı geri kalmış aşağı derecede olan, alt, aşağı, adi geleneksel toplumlar Türkiye, Brezilya, Çin gibi hızla gelişen, halihazırda gelişmiş süper ırkların yolunu tıkamaktalar.
Süper ırkların kırımından geçen, toprakları ellerinden alınanlar ölmektense bu tip işleri kendi öz iradeleriyle, özgürce, kendileri seçerek seve seve kabul etmeye hazırlar.
Bu insanların hayvanlardan farkı olmadığından çok az bir ücret karşılığı bazı zeka istemeyen işleri yapabilirler.
Çalışmayı kabul edenlerin hepsi erkek olduğundan, her şeylerini özgürce gösteren kızlarımızı şok etmemek için, en büyük masraf ilk başlangıçta, bu yarı çıplaklarla tam çıplaklara elbise almakta olacak.
İlhamını, kendisi, Zileli ve diğer bu siteye yazarak durmaksızın hava atanlardan, jet uçaklarından ve hiç değişmeyen “hayatta kalma kavgası”ndan almış.
Bir haftalık eğitimle bu fazlalıklara bol bol hava atma öğretilecek, araba bagajına yerleştirilecek ve attıkları havayla arabalar ilerleyecek.
Necip’in şirketi aynı zamanda kokular karşı maske satacak.
Böylece dünya orta sınıflarına çevreleri temiz, vicdanları temiz, temiz işlerine bir an önce temiz varma fırsatı sağlanmış olacak.
Necip’in şirketi gelecekte, akıllı robot üreten Google ve Silico Valey dev şirketlerden akılsız robotlar alıp akılsız insanlar yerine kullanmayı tasarlamakta.
Böylece, dünya düzenini elinde tutanlara, önüne geçilmez İLERLEME, hayatta kalma kavgası ve ya ilerle, ya geber ilkelerine derin ve sarsılmaz bağlılıklarını da göstermiş olacaklardır.
İnsan beyninin içindedir. Tımarhanelik Küfürbaz Zır Deli’nin tımarhane beyni gibi.
Kendini dünyanın en alimi sanan cahilin cehaletidir. Tımarhanelik Küfürbaz Zır Deli’nin cehaleti gibi.
http://apoletlimedya.blogspot.com.tr/2017/09/duran-rejim-ne-olursa-olsun-haber.html
Bana kim olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
Yani, bana kim olduğunu sandığını söyle, sana gerçekte kim olduğunu söyleyeyim.
Sen …. (istediğin şekilde doldur) değilsin, kendini …. sanıyorsun.
Deyrezzor’dan Afrin’e emperyalist plan nasıl bozulur?
Gerçek
Eylül 5, 2017
Suriye ordusu uzun süren ve sert çatışmaların ardından Deyrezzor etrafındaki DAİŞ kuşatmasını yardı
Suriye’de stratejik önemde olan Deyrezzor kenti etrafındaki kuşatma, Suriye ordusu tarafından kırıldı. Kuşatmanın kırılması Suriye ordusunun sadece havadan ulaşabildiği bu şehre kara ulaşımını da sağlaması ve ilerleyişini Fırat nehrinin doğusuna doğru sürdürmesi ve Suriye’nin petrol yataklarının büyük kısmının bulunduğu Deyrezzor’un geri kalan kısmının da Esad’ın kontrolüne girmesi demek. Suriye’de savaş önemli bir dönüm noktasına doğru ilerliyor ve gelişmelerin seyri Türkiye’nin bölgeye yönelik planlarını da çok yakından ilgilendiriyor.
ABD ne yaptıysa engelleyemedi
ABD bu gelişmeden elbette ki memnun değil. ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri ile birlikte Rakka’yı ele geçirdikten sonra hedefi başkentini yitirmiş DAİŞ’in elinden bu petrol bölgelerini de almaktı. Bu amaçla kendinden önce Suriye ordusunun Fırat kıyısından ilerlemesine mani olmaya çalıştı. ABD uçakları önce 2015 Aralık ayında sonra da 2016 yılının Eylül ayında kuşatma altındaki Deyrezzor’da bulunan Suriye ordusu güçlerini iki defa “yanlışlıkla” vurdu. Nedense bu yanlışlıklar hep Suriye ordusu DAİŞ karşısında mevzi kazanmaya başladığında gerçekleşti. Geçtiğimiz Haziran ayında ise Suriye ordusu Rakka’nın güneyinden Deyrezzor’a doğru hamle yaptığı esnada ABD bu sefer göstere göstere ve açıkça üstlenerek bir Suriye jetini düşürdü. Özetle ABD emperyalizmi Suriye ordusunun kendi topraklarını DAİŞ örgütünden temizlemesini engellemek için elinden geleni yaptı ve şu ana kadar başarısız oldu.
Suriye ordusu Deyrezzor’u alırken Rusya Afrin kapısını kapatıyor
Bu tablonun ortaya çıkmasında Deyrezzor’la pek ilgisi yokmuş gibi gözüken Afrin’deki gelişmeler önemli rol oynadı. Türkiye, Afrin’deki PYD varlığını ve bölgeden saldırı yapıldığını gerekçe göstererek askeri bir yığınağa başladı. Erdoğan ve AKP iktidarının yetkilileri Afrin’e yönelik bir askeri harekâtın sinyalini açıkça verdi. Olası harekâtın ismini de “Fırat’ın kılıcı” olarak ilan etti.
Bu operasyonun Rusya’nın izni olmadan yapılamayacağı herkesin malumu idi. Rusya ise Afrin’de Kürtlere yardım ettiği halde ABD ve PYD arasında süren sıkı işbirliği dolayısıyla oldukça rahatsızdı. AKP iktidarı bu rahatsızlığı fırsat bilerek Rusya’nın kendisine Afrin kapısını açacağını düşündü. Bu esnada Rusya Genelkurmay Balkanı Gerasimov’un Türkiye’ye geleceğine dair haberler de bu beklentiyi arttırdı. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “YPG konusunda Rusya’nın bizim hassasiyetlerimizi ABD’den daha iyi anladığını görüyoruz” diyerek bu beklentiyi resmen de ortaya koydu.
Ne var ki 26 Ağustos günü Gerasimov’un Türkiye ziyareti aniden ertelendi. Erteleme ile ilgili hiçbir açıklama yapılmadı. Ertelemenin nedeni ise iki gün sonra ortaya çıkacaktı. Rus askerleri Türkiye’nin, taşeronu ÖSO kuvvetleriyle birlikte operasyon yapmayı planladığı Afrin’in güney doğusundaki Tel Rıfat ilçesine girmişti. Rus askerlerin fotoğrafları basına servis ediliyor ve Rusya’nın Afrin operasyonuna icazet vermediği lisan-ı münasiple tüm dünyaya duyurulmuş oluyordu. Rusya bu hamle ile Rakka’dan sonraki hedeflerinin Deyrezzor olduğunu açıkça ilan eden PYD ve YPG’yi bu ilerleyişten caydırmayı hedeflemişti.
Şimdilik görünen o ki SDG’nin Deyrezzor’da ABD’ye yardım etmemesi karşılığında, Rusya Afrin’de Türkiye ve ÖSO’ya karşı kalkan olacak. Bu Rusya’nın aynı zamanda PYD ve YPG, ABD ile birlikte Deyrezzor’a yürürse koruma kalkanını kaldırma seçeneğini elinde tutması demek.
ABD’nin kozu Türk milliyetçileri ve Kürt burjuvaları
Gelecek hâlâ belirsiz. ABD emperyalizmi ne olursa olsun Deyrezzor’un petrol rezervlerini Suriye’ye bırakıp, Esad’a askeri ve ekonomik olarak belini doğrultma imkânı sunmak istemeyecektir. Zira iktidarını güçlendiren ve tahkim eden bir Esad demek Suriye devletinin er geç topraklarındaki Amerikan askerlerinin varlığını sorgulamasını getirir.
ABD mevcut durumda PYD’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri içinde kendine yandaş bulmak için çabalarını yoğunlaştıracaktır. Bu işbirlikçilere, Afrin’deki fakir Kürt halkını kurtarmak yerine Suriye’nin petrol yataklarını vadedecektir. Emperyalistler, ulusal mücadeleler içinde, bu tür adice pazarlıkları yapabilecekleri işbirlikçi burjuva karakterleri bugüne kadar hep bulmuş ve kullanmıştır.
Afrin’de ise B planı devreye girecektir: Afrin’de ABD ile birlikte hareket eden PYD yerine ABD ile birlikte NATO üyesi olan TSK’nın hakimiyeti. Gözünü Afrin’e dikmiş Türk milliyetçileri ABD’nin bu emperyalist planlarına en büyük desteği sunmaya hazır gözüküyor. Bir bakmışsınız ki Türkiye, “terör koridoruna Fırat’ın kılıcını soktuk” derken Fırat’ın batısında NATO üyesi TSK eliyle bir NATO kuşağı oluşturmuş, Kürtler de Afrin’deki bu operasyona izin veren Ruslara karşı hışımla ABD bayrağı altında Deyrezzor’a sefere çıkarılmış…
Emperyalist planlar halkların kardeşliği ile bozulur
Bu tablo karşısında yapılacak bellidir. Kürt düşmanlığına dayalı politikanın ABD emperyalizminin planlarına alet olma noktasına varacağını ısrarla vurgulamalıyız. Kürtlere düşmanlık etmek yerine Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermek, emperyalizme karşı bu toprakların emekçi halkını muazzam ölçüde güçlendirecektir. Kürt halkını emperyalizmin yanına iten milliyetçi politikaların yerine bu çizgi izlenirse ABD emperyalizmi bir anda boşlukta kalacak Suriye’de tutunamayacaktır. Bu sadece Türk ve Kürt halklarının değil İsrail Siyonist oluşumu dışında tüm bölgenin çıkarınadır. Aksi takdirde emperyalizm her yeni durumda halkları birbirine kırdırarak en elverişsiz durumların içinden bile çıkma şansına sahip olacaktır.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/deyrezzordan-afrine-emperyalist-plan-nasil-bozulur
İlber Ortaylı ‘Hıyar’ı
Stalin öncülüğündeki Sovyet orduları Berlin’e girince, 30 Nisan 1945 günü Adolf Hitler intihar ederek fiili olarak 2. Paylaşım Savaşı’nın bittiğini ilan etti. Fazla değil Hitler’in ölümünden saatler sonra Berlin göklerinde orak-çekiçli kızıl bayrak dalgalanmaya başladı ve milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş, yüz binlercesini sabun yaparak katletmiş Nazi faşizmi, Sovyet postalları altında yerle yeksan oldu. 2 Mayıs sabahı Berlin çeperindeki birkaç sokakta cereyan eden çatışmalar dışında, dünyayı boka çevirmiş emperyalist savaş sönümlendi.
Japonya daha bitmeden çok önce savaştan çekildiğini ilan etse de emperyalist haydutların gövde gösterisi yapacağı ve üzerinde tepineceği bir kobay olarak kaldı.* Zira ABD, Hitler faşizmini yok etme başarısı göstermiş ve dünya halkları nezdinde büyük sempati kazanmış Sovyetler karşısında üstünlüğünü kanıtlama derdindeydi. Bunu, on binlerce çocuğu ve yüz binlerce masum insanı öldürerek gerçekleştirecekti. 6 Ağustos 1945 sabahı saat sekiz sularında Hiroşima göklerinde beliren ABD savaş uçağının, o güne kadar görülmemiş bir kitle imha silahı kullanacağı kimsenin aklına gelmemişti. 15 dakika sonra gerçekleşen büyük patlamada açığa çıkan muazzam enerji, merkezden çevreye doğru saniyede 440 metre hızla ve 4000 derece ısıyla ilerliyordu. İnfilak, 30 saniyede 12 kilometrelik alandaki taştan yumuşak her şeyi yok etti. Patlama merkezine yakın noktadaki canlılar anında ‘sır oldu’, biraz daha uzaktakiler ise saniyeler içinde kavrularak yaşamlarını yitirdi. Aynı şey 3 gün sonra Nagasaki’de de yaşanacaktı ve ABD Başkanı Demokrat Truman, bu operasyonların bizzat yürütücüsü olarak gazetelerin foto muhabirlerine çalışma masasında poz verecekti.
Savaş (fiili olarak) aylar önce bitmiş olmasına rağmen Demokrat Partili Başkan Truman, milyonlarca masum insanın ölümüne neden olan atom bombasının hangi şehirlere atılması gerektiğine dair çalışmalar yürütüyordu. Tarihin ilginç bir cilvesi; yüz binlerce sivilin katledilmesinin, bir o kadarının sakat kalmasının ve sakat doğmasının baş sorumlusu Truman, hiçbir zaman lanetli bir isim olarak anılmadı. Bilakis tarihin tozlu raflarına demokrat Başkan olarak geçti. Bunun nedeni, tarihi yazanların bunu insanlığa böyle sunmuş olmalarıydı. Tarih ise akademilerde şekil verilen bir oyun hamuruydu…
2. Paylaşım Savaşı sonrası Batı, insanlığın temel algılarıyla oynamayı ve zihinlere yeni kodlar yerleştirmeyi başardı. Bunu çok yönlü ideolojik propaganda aygıtlarıyla yapıyordu ama bu uğurda en verimli ve kullanışlı olanı kuşkusuz ki akademiydi. Akademiler Antik Yunan’dan beri, belirli bir misyona sahipti. Bu misyon 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra daha keskin bir hale büründü ve akademiler sistemin hizmetinde birer aparata döndü. Akademisyenler ise artık düzenin ‘entelektüel memurlarıydı.’ Sistem, kurmak istediği yeni dünya düzenini akademiler üzerinden şekillendirmeye başladı. Akademilerde üretilen yeni liberal teoriler hızla tüm dünyaya salınıyordu. Bu uğurda akademiler birer liberal kuluçkaya çevrildi. Soldan ya da sağdan liberal olmayan hiç kimsenin akademilerde yükselme başarısı gösterememesinin esas nedeni işte buydu.
Artık insanlık bu kuluçkalardan çıkmış akademik tiplerin belirlediği; doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin kıstaslarıyla çevreyi ve tarihi algılamaya/tahlil etmeye başlamıştı. Bu algı bağlamında Hitler faşizmini durduran ve insanlığa büyük bir armağan bırakan Stalin “kötü”, ama yüz binlerce masum insanı saniyeler içinde küle çeviren Truman “iyi” ve “demokrat” olarak yansıtıldı. Diğer pek çok alanda olduğu gibi burada da gerçek, akademi sayesinde tersyüz edilmişti. Batı, yükselen Sovyet ve Stalin etkisini kırmak için her yolu deniyordu: Dergiler, akademik yayınlar, filmler, kurgulanmış haberler ve köşe yazıları; tüm emeğini neredeyse bu uğurda harcıyordu. CIA ile çalıştığı daha sonra açığa çıkacak olan George Orwell’ın “anti Stalinci” kitapları, Batı üniversitelerinde iskambil kâğıdı gibi dağıtıldı. Yıllarca akademisyenler öğrencilerine bu kitapları okumalarını salık verdiler. Ve Stalin düşmanlığı tüm dünyada** yaygın bir akademik eğilim halini aldı. Bugün sabahtan erken kalkanın Stalin’e bu kadar rahat küfredebiliyor olmasına, akademilerde üretilen, “Stalin gaddarlığının” anlatıldığı senaryolar yön verdi. Akademilerin “bilimsel” diye yutturulan zırh altındaki dokunulmazlığı, bu iddiaların gerçek olduğu konusunda hiçbir şüpheye mahal bırakmıyordu sıradan insan zihninde. Böylelikle insanlar, yaşamın pek çok alanına ilişkin, algılarıyla oynanmış Mankurtlara döndüler.
Türkiye akademileri de bu genel eğilimin dışında değildi elbette. Şu veya bu oranda liberal olmayanın içinde yükseliş gösteremediği ya da barınamadığı bir atmosfere sahiptir Türkiye akademileri de. Batı’nın 2. Paylaşım Savaşı sonrasındaki temel antikomünist stratejileriyle yetişen Türk tipi akademik tür, Stalin düşmanlığı üzerinden yeşerdi. Birkaç istisna dışında, akademi içindeki en sol tipler bile Stalin karşıtlığını kendilerine politik bir kaldıraç yaptılar. 2. Paylaşım Savaşı’nı konu alan tezlerinde ve/ya söylevlerinde bile Truman’a tek kelime edemeyen bu akademik tür, her fırsatta Stalin karalamasını temel bir referans olarak kullandı. Zira akademide Stalin düşmanlığı, bozdurup bozdurup harcanacak açık bir çekti.
Bu sırada başka bağlamlarda evrimleşen akademik hiyerarşi, tiksinti yaratan bir kulluk rejimine döndü. Asistan, üniversite koridorlarını el pençe divan arşınlayan bir akademik cins halini aldı. Bu kulluk rejimi içerisinde yükseliş gösteren her kişi, önce asistanları tarafından pohpohlandı, sonra bu pohpohlama tavrı toplumun diğer kesimlerine yayıldı. Ve “el pençe divanlık” durumu, sistemde asistandan tüm topluma doğru hızla yayıldı ve akademik tür, bu ezilmiş tavır karşısında burnundan kıl aldırmaz bir ukalaya dönüştü. Toplum ise uydurulmuş yalan-yanlış tezlerle zihni allak bulak edilmiş bir formasyona çevrildi.
Bu sağımlık inek kıvamına gelmiş insan profili karşısında akademik tipler de, gittikçe elitleşerek, entelektüel memurlardan, entelektüel teknokratlara dönüştüler. Her şeyin en iyisini biz biliriz edasıyla küçümser bakışlar atmaya başladılar etrafa. Burunları kalktıkça kalktı, gereksiz küstahlıkları iğrenç bir hal almaya başladı ve söylediklerinin sorgulanırlığı küçük bir ihtimal olduğu için yalanda sınır tanımamaya başladılar. İşte bu tiplerin ülkemizdeki en uç örnekleri Celal Şengör ve İlber Ortaylı’dır. Onlar da akademik “başarılarını” Stalin düşmanlıklarına borçludurlar. Antikomünistlikleri, onları her dönem için akademide görülmek istenen kişiler olarak etiketlemiştir. Akademik hayatlarının önemli parçasını, antikomünist fikirleri(ni) öğrencilerine aşılama çabaları oluşturur. Türkiye akademilerinin büyük handikabı olan “bilim mi, devlet bekası mı” ikileminde, ibreyi hiç tereddütsüz “devlet bekası”ndan yana çevirmişlerdir. Bilim, Ortaylı ve türevleri için, havanda vatandaş pataklamak için kullanılan havalı retoriklerle bezenmiş bir mastürbasyon aracıdır. Bunların “bilim insanı” vasfı taşıdıklarına dair en ufak bir emareyle karşılaşamazsınız. “Bilimsel çalışmaları” ve tezleri, akademi içinde bir sonraki basamağa atlama vasıtasından öte bir anlam da taşımaz onlar için. Zira Türkiye’deki akademik tür, bilimsel çalışmayı, akademi içerisindeki (hiyerarşik) basamakları tırmanmak için kullanır. Böylelikle Ortaylı ve türevleri akademik piramitte tepeye oturduktan sonra bilimle uğraşmayı bırakıp, ukala bilgiçlikleriyle sağa sola laf yetiştirirler. Bu yüzden bu insanları bilimsel çalışmalarıyla değil, televizyon programlarıyla tanıdık.
Evet, sadece akademilerin değil; televizyon kanallarının, gazetelerin, radyoların kapıları da kendilerine sonuna kadar açıktır. Bu platformlarda sistemin istediği her türden “bilgiyi” kitlelere ulaştırmaları sağlanır. Mikrofon en çok onlara uzatılır. Kuşkusuz bunun bir nedeni vardır. En çok gerçeğe küfretmeleri istenir onlardan, onlar da bunun eğitimini almışlardır zaten ve bunu yaparken hiç zorlanmazlar. Profesörlükleri gerçeğin inkarı üzerine kuruludur. İlber Ortaylı’nın gevrek bir edayla anlattığı şey bilimsel değil, her zaman ideolojiktir o yüzden. Sıradan insan, o kendinden emin tavrıyla sergilediği konuşması arasına sıkıştırdığı üç-beş görkemli belagat yüzünden, bu tipleri ayakta alkışlar. Ancak bu tipler, gerçeği insanlardan gizleyen hıyardan öte bir şey değillerdir.
* Japonlar, Okinowa’da, 23 Haziran günü son tetiği çekmiş ve yenilgiyi kabul etmişti.
** Sovyet cenahı dışında.
Serhat HALİS
http://gazetelink.com/ilber-ortayli-hiyari-serhat-halis/
Prof. İlber Ortaylı’dan ‘akademik dil’: “Azeri diye bir millet yoktur. Bunu Stalin hıyarı çıkardı”
Lüleburgaz’da bir etkinliğe katılan tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Sovyetler Birliği liderlerinden Stalin’le ilgili ‘akademik dil’e yakışmayan bir yorumda bulundu. Ortaylı, “Azerbaycan’lı başka, Azeri başka. Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Bunu Stalin hıyarı çıkardı. Stalin cahil bir Gürcü’dür. Milliyetlerden anlamaz, felaket bir heriftir” dedi.
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Kırklareli’de Lüleburgaz Belediyesi’nin kültür etkinlikleri kapsamında “Çınaraltı Sohbetleri” etkinliğinde konuştu.
Lüleburgazlılar ile bir araya gelen Prof. Dr. Ortaylı, “Trakya’nın Tarihi, Siyasal, Ekonomik ve Kültürel Fay Hatları” başlıklı bir oturumda halkla sohbet etti.
Kurtuluş Savaşı’ndan Osmanlı moderleşmesine, Balkanlar’daki Türk nüfusundan kültürel tarihe kadar pek çok konuda dinleyicilerin sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Ortaylı, ailesi Bulgaristan’dan göçen genç bir dinleyicinin, kökenini açıklamaya çalıştığında “Bulgar mısın?” sorusuyla karşılaştığını anlatması üzerine şunları söyledi:
“Azerbaycan’lı başka, Azeri başka. Türkler arasında Azeri diye bir millet yoktur. Komünist şairler bile ‘Türk kızları’ diye yazar. Bunu Stalin hıyarı çıkardı. Stalin cahil bir Gürcü’dür, milliyetlerden anlamaz, felaket bir heriftir” dedi.
(Hürriyet)
http://gazetelink.com/prof-ilber-ortaylidan-akademik-dil-azeri-diye-bir-millet-yoktur-bunu-stalin-hiyari-cikardi/
[Bir daha deneyeyim. Bakalim cikacak mi?]
“Necip sermayenin ve devletin bir kanadına (Kemalist bürokrasi, partiler, medya vb) veya kendi deyimiyle ‘Balkan oligarşisi’ne en az solcular-devrimciler-antikapitalistler kadar muhalif iken onu yalnızca kapitalist düzen yandaşı-egemeni-ideologu olarak görmek ne kadar doğru?”
‘Carsi, herseye karsi’ turunden sloganlar kafiyeli oluyor ve kulaga da –dolayisi ile– hos geliyor.
Fakat, kazin ayagi oyle degil; malesef.
‘Solcular’/’devrimciler’/’antikapitalistler’ dediginiz taife, benim baktigim yerden, coktaan ipin ucunu, kantarin topuzunu, ve dahi kecileri kacirmis durumdalar.
Herseye karsi olmanin mantigi yok ki.
Faydasindan cok zarari varsa, tamam, ona (zararli olan kismina) karsi olmak makul; ama, o da, o seyi (her ne ise o ‘sey’) tekrar faydasi zararindan cok olacak olcege getirinceye kadar.
Daha ileri gitmek –tamamen yok edilmesini talep etmek– anlamsiz, hatta zararli.
Ote yandan –guler misiniz, aglar misiniz–, ‘solcular’/’devrimciler’/’antikapitalistler’ dediginiz taife, karsi olduklari herhangi bir seye yonelik hic bir sey yapmiyorlar; sadece konusup/yazip, baskalarina/devlete is buyuruyorlar.
Kendilerinin bir sey yapabileceklerini bekledigimden degil; ama, boylarinin yetmeyecegini/yetmedigini hala daha anlamamis olmalarina aradabir sasirmiyorum diyemem.
567, 568
Genelde haklı olabilirsiniz. Ama kendini alim sanan Necip’i darmadağın etti. Anarşist-dervimci geçinen G. Zileli’yi korkuttu. Zileli de senin gibi genel laflarla ucuza atlatıyor. Eğer Necip gibi kahramanlık yapıp ağzını açsa ne olacağını biliyor.
Eğer insanların dünyada değil, bir azınlığın yarattığı hayvanat bahçesinde yaşadığına inanmıyorsanız, fikrinizi savunmanızın daha iyi olacağını düşünüyoruz.
CNN vs Trump;
https://www.youtube.com/watch?v=WFUjsxJMZrA
https://www.youtube.com/watch?v=Lae2ckWPIjQ
Aşağıdaki eylem “uygulamaya geçme”ye (olumlu veya olumsuz) bir örnek verilebilir mi peki?
İş adamına kanlı infaz
İZMIR’in Çiğli İlçesi’nde, plastik dönüşüm fabrikası sahibi 63 yaşındaki Mehmet Güres, işten çıkardığı eski çalışanı Özgür Alaçay tarafından av tüfeğiyle vurularak öldürüldü. Kaçan Alaçay, yakalanıp gözaltına alındı.
Olay, dün akşam saatlerinde İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi içinde bulanan bir plastik dönüşüm fabrikasında meydana geldi. İşten çıkarıldığını öğrenen Özgür Alaçay, dün sabah işyerine gelerek işyeri sahibi Mehmet Güres ile konuşmak istedi. İşten çıkarıldığı için tazminat talebinde bulunan Alaçay’a, Güres çalışma günlerini hesaplayıp ödeneceği söyledi.
AV TÜFEĞİYLE GERİ GELDİ
Güres’in sözlerine sinirlenen Alaçay, işyerinden ayrıldı. Alaçay akşam saatlerinde bu kez av tüfeğiyle fabrikaya geri geldi. İddiaya göre 1500 lira isteyen Alaçay, olumsuz yanıt aldığı öğrenilen Güres’e av tüfeğiyle ateş etti. Bu sırada odaya giren Güres’in oğlu Alp Güres de bacağına isabet eden saçmalarla yaralandı. Silah seslerini duyan çalışanlar durumu sağlık ve polis ekiplerine bildirdi.
MORGA KALDIRILDI
Alaçay olay yerinden hızla uzaklaşırken, baba- oğul sağlık ekiplerinin yaptığı müdahalenin ardından Çiğli Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı. Burada tedaviye alınan işadamı Mehmet Güres yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Aynı hastanede tedavi altına alınan Alp Güres’in ise sağlık durumunun iyi olduğu öğrenildi. Mehmet Güres’in cansız bedeni savcının incelemesinin ardından otopsi için İzmir Adli Tıp Kurumu Morgu’na gönderildi.
YAKALANDI
Olayın ardından harekete geçen polis, cinayet zanlısı Özgür Alaçay’ı kısa sürede yakaladı. Emniyete getirilen Alaçay’ın sorgusunun devam ettiği belirtildi. Evli ve üç çocuk babası Mehmet Güres, Karşıyaka’daki Beşikçioğlu Camii’nde ikindide kılınan cenaze namazının ardından Doğançay Mezarlığı’nda toprağa verildi. Olayla ilgili soruşturma sürüyor.
“cok okumus oldugu halde, anlamak yetenegi dip, dangalaklik seviyesi zirve yapmis atmosfer isgalcisi muhatabim”
Çok okumaları kendilerine bir fayda vermeyenler, kitap yüklenmiş eşeklere benzerler.
Şerif Mardin son yolculuğuna uğurlandı
Prof. Dr. Şerif Mardin için Yeniköy Camii’nde cenaze töreni düzenleniyor. Cenazeye katılan Eski Başbakan ve AK Parti Konya Milletvekili Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. Şerif Mardin’in öğrencisi olduğu için kendisini şanslı hissettiğini, Mardin’in ölümüyle sosyoloji alanında büyük bir kaybın, boşluğunu oluşacağını vurguladı.
Dün İstanbul’da tedavi gördüğü hastanede 90 yaşında hayatını kaybeden Mardin’in cenaze törenine Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehdi Eker, eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu, eski bakanlardan Ertuğrul Günay da katıldı.
“ŞERİF MARDİN’İN TALEBESİ OLDUĞUM İÇİN ŞANSLIYIM”
Eski Başbakan ve AK Parti Konya Milletvekili Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. Şerif Mardin’in öğrencisi olduğu için kendisini şanslı hissettiğini belirtti.Davutoğlu, sosyolog ve siyaset bilimci Prof. Dr. Mardin’in vefatı dolayısıyla, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Şerif Mardin’in ölümüyle sosyoloji alanında büyük bir kaybın, boşluğunu oluşacağını vurguladı.
Bu boşluğu Mardin’in yetiştirdiği öğrencilerin ve bıraktığı eserlerin dolduracağını ifade eden Davutoğlu, “Kendimi, Türkiye’de sosyoloji ilminde bu kadar kıymetli bir Hoca’nın talebesi olmakla son derece şanslı hissediyorum. Doktora tezimi hazırlarken verdiği destek benim için çok kıymetlidir. Yeni nesillerin de kendilerine bu tür meslek ahlakına sahip, zarif, azimli insanları örnek almalarını temenni ediyorum.” değerlendirmesini yaptı.
Davutoğlu, geçen ay Prof. Dr. Mardin’e yaptığı ziyarete ilişkin de şunları kaydetti:
“Hocam’ı en son geçtiğimiz ay içinde evinde ziyaret etmiştim. Hala ilmi çalışma heyecanı içinde bulunması açıkçası beni çok etkilemişti. Şaşırtmıştı diyemeyeceğim çünkü onu yıllardır tanıyorum. Talebesi olarak ilme, irfana, eğitime, okumaya ne kadar düşkün olduğunu zaten biliyorum. Ama ömrünün son demlerine gelmiş olmasına rağmen bu heyecanın hiç sönmemiş olması etkilemişti. Konuşurken sesini duymakta bile zorlanıyorduk uzun süredir. Ama buna rağmen her gün bir süre de olsa masasının başına geçip okumakta olduğu kitabına devam ediyor, öğrenciler ile kısa da olsa sohbet etmekten büyük keyif alıyordu.”
şerif mardin
napcaz oğlum biz sizinle, lafım size alooo kendini aydınlık çağdaş ama illaki atatürkçü diye ilan edip yobazılğın kralını yapan siz oksimoronlar, ne yapacağız sizinle?, sırf nurculuk hareketini -siz yobaz kemalistlerin görmeyi reddettiğinin aksine- toplumsal bir olgu olarak görüp kendisi de bir toplum bilimci olduğundan ele aldı diye adamı nurcu ilan eden tubacı yobazlar,
bir tarafta islamofaşist bir düzeni arzulayan bu anlamda reisleri ne derse onu yapan kitle, bir tarafta da hala erken cumhuriyet dönemini “altın çağ” olarak görüp, o dönemde yapılan hatalar yüzünden türkiyede islamın bu kadar güçlendiğini algılamaktan aciz sözümona “çağdaş” yobaz sürüsü,
okuma yok araştırma yok şu başlıkta gelip bir tane adamın fikriyatına getirlmiş bir eleştiri yok, eleştirsene adamın jöntürkler kitabında ortaya attığı fikirleri, ya da o çok tartışılan merkez-çevre kuramını(ki siz sadece havlarken toplum ve bilim dergisi bunun üzerine özel bir eleştirel sayı yapmıştı, hani şu yetmez ama evetçi liboş solcuların dergisi olan toplum ve bilim)
ama yok varsa yoksa havlamak, lan adam menderes döneminde kimse ağzını açamazken ünlü forum dergisinde çatır çatır dp muhalefeti yapardı bunu da mı bilmezsiniz
yok ya size bokyedicibaşı celal şengör yeter,
https://eksisozluk.com/entry/70651460
dünyanın düz olmasına hiç ihtimal vermeyen insan
2+2’nin 4 ettiğine de iman eder bu yobaz. matematik adlı dine inanır. oysa başlık sahibi gibi gerçek septiklerden hiç kaçar mı bu? kaçmaz. teşekkürler başlık sahibi, yine aydınlattın bizi o nefes kesici sorgulayıcılığınla.
https://eksisozluk.com/entry/70651322
FEN YOBAZI:
Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet’i içerden yıkmağa çalışan kimse.
Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete yâni zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilim dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilim adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını ilim ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cemiyet için zararlı olur. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete sürüklenen zavallılara çok acınır. (Seâdet-i Ebediyye)
Fen yobazları, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Hâşâ bu âlemin yaratanı yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir, demektedirler. İslâmiyet’i içerden yıkmak ve küfre sebeb olan şeyleri isbâtlamak için çırpınan fen yobazları ne kadar zavallıdır. (Fâideli Bilgiler)
http://www.kuranikerim.com/dini_sozluk/indexdf.htm
Soylu’dan CHP’li Tanrıkulu’ya tepki [doğrusu: tehdit] …
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, silahlı insansız hava araçlarına (SİHA) yönelik eleştiriler getiren CHP’li Sezgin Tanrıkulu’na tepki gösterdi. Soylu, “Silahlı insansız hava araçlarını bir şekilde suçlamaya çalışırken terörle yaptığımız mücadeleden [doğrusu: “terörle mücadele” adı altında uygulanan devlet teröründen] incindikleri açıkça ortadadır. Ana muhalefet partisinin bu milletvekilini acilen çağırıp ağzının payını vermesi [yani: devletin gayr-ı meşru her hareketine boyun eğdirmesi] lazım” dedi.
… Savaş ne demek? Biz PKK ile savaşıyoruz öyle mi? Öyle zehirli bir kelimedir ki bu. Bu kelimenin anlamı şudur; PKK bir terör örgütü değil [“devlet terörü” diye bir şey yoksa “terör örgütü” diye bir şey de yoktur, ya da her iki taraf da teröre başvuruyor] , Allah korusun onların dilinde Türkiye ile eşit şartlarda savaşabilecek bir yapının sahibi [doğru: savaşan bütün taraflar öyledir] … Sivil insanlarımızı öldürecekler [devletin Roboski’de öldürdüğü gibi] , silahsız masum insanları öldürecekler [Roboski] bir tek sesiniz çıkmayacak. Sonra adalet diye yürüyeceksiniz…
Rusya’dan ABD’ye şok suçlama: Hepsini tahliye etti
ABD Hava Kuvvetlerinin, Suriye’nin Deyrizor kentinde bulunan terör örgütü DEAŞ’ın bazı saha komutanlarını bölgeden tahliye ettiği iddia edildi.
Rus haber ajansı RIA Novosti’nin, adı açıklanmayan askeri ve diplomatik bir kaynağa dayandırdığı haberine göre, ABD Hava Kuvvetlerine ait helikopterler, ağustos ayında Deyrizor kentindeki 20 civarındaki DEAŞ saha komutanını bölgeden tahliye etti.
2’Sİ AVRUPA KÖKENLİ
Söz konusu terör örgütü DEAŞ’lı komutanların ve bazı militanların, ABD tarafından “başka bölgelerde” kullanılmak için tahliye edildiği öne sürülen haberde, tahliye edilen DEAŞ’lı komutanlardan 2’sinin Avrupa kökenli olduğu da belirtildi.
İLK KEZ DEĞİL İDDİASI
DEAŞ’lı teröristlerin tahliyesinin Suriye’de ilk kez gerçekleşmediğinin vurgulandığı haberde, mayısta da Deyrizor’dan DEAŞ’lı saha komutanlarının ve bazı Avrupalı paralı askerlerin de tahliye edildiği, haziran-temmuz aylarında ise Rakka’da benzer tahliye operasyonlarının yapıldığı ileri sürüldü.
Beşşar Esed rejimi tarafından salı günü yapılan açıklamada, Deyrizor’un merkezindeki terör örgütü DEAŞ kuşatmasının kırıldığı duyurulmuştu.
http://marksist.net/hakan-sonmez/turkiyede-suriyeli-iscilerin-durumu.htm
“Nabi (öl.1712) ise oğluna öğüt vermek amacıyla yazdığı yapıtında
İ’tibar eyleme hiç hendeseye
Düşme ol dâire-i vesveseye
‘Geometriye değer vererek Kuruntu içine düşme sakın’
diyerek en kesin bilime bile karşı çıkıyordu. Oğluna okuması için Muhyiddin Arabi’nin (öl.1240 dolayları) Fusus adlı yapıtını öneriyordu. Oysa, bir din bilgini sayılan Nabi’nin Muhyiddin Arabi’nin şeriata karşı çıktığını, kendisine bu tutumu nedeniyle ‘şeyh-i ekfer/en sapkın şeyh’ dendiğini bilmediği söylenemez. Muhyiddin Arabi, kendi adına kurulan, Ekberiye tarikatı’nın öncüsüdür. Bu nedenle tarikatçılar ona ‘en büyük şeyh’ anlamında ‘şeyh-i ekber’ derler. Şeriatın yerdiğini tasavvuf övmekten kaçınmamıştır.
Geçmişi, bir bütün olarak yaşatmayı erdem sayanların önce onu bütünüyle öğrenmeleri, anlamaları gerekir. Bilinmeyen, anlaşılmayan bir geçmişi övmek, yaşatmaya çalışmak aydın kişinin işi değildir. Aydın kişi savunduğunu bilendir, bilmediğini öven değil. Aradan sekizyüz yıl geçmesine karşın, geçmişimizi dizgeli bir tutumla inceleyen, açıklamaya çalışan olmamıştır, elimizde öyle bir yapıt yoktur. Divan yazınımızı bile yabancı uzmanların yapıtlarından öğrenmeye uğraşan aydınlarımızın sayısı az değildir. Sözgelişi Şeyh Bedreddin (öl. 1418 dolayları) yerilir, kadın ortaklığının Anadolu’da öncüsü sayılarak kötülenir. Oysa onun yapıtlarında böyle bir olay yoktur, hepsi de islam bilimleriyle (hadis, fıkıh, tefsir bg.) ilgilidir, tasavvuf konularını içeren çalışmaları da vardır. Onu yerenlerin yapıtlarını okumadıkları, başkalarının ağzıyla konuştukları anlaşılıyor. Oysa Şeyh Bedreddin’in yapıtlarında utanç verici, yüz kızartıcı en ufak bir bölüm yoktur, vardır diyenler göstersinler, örnekler versinler de görelim, öğrenelim.
Şeyh Bedreddin’i yerenlere İran’ın ünlü ozanı Molla Cami’nin (öl.1492) İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki yazmalar arasında bulunan Havâi Divânı’nını okumalarını öneririz. Onunla doyuma varamazlarsa divan yazınında geniş bir yer tutan ‘Şehrengiz’ adlı yapıtları, bir de Nef’i’nin ‘Siham-ı Kaza’sını incelesinler. Bunları eskiyi kötülemek için söylemiyorum; bilinmeyen, öğrenilmeyen bir geçmişin savunulmasında görülen tutarsızlığı, boşluğu vurgulamak istiyorum. Bu tür tutuculukların, bilmeden geçmişi savunmaların, yüceltmelerin yeni olduğu sanılmasın. Arap dilinin, şiirinin en büyük ozanlarından biri sayılan Maarri (öl. 1057) bile çağının din anlayışından, gericiliğinden yakınıyordu:
Hafeti’l-Hanefıyye ve’n-Nasara ma’htedet
Ve Yehud haret vel-mecûs mu’dalleleh
İsnani ehu’l-arz zû aklin bilâ
Din ve aher deyyin la akleleh
‘Müslüman tökezledi, Hristiyan mutsuz. Yahudi şaşakalmış, Mecûsî sapkın. İki tür insan kalmış demek ki bu dünyada. Biri akıllı dinsiz, öteki dinli çılgın..'”
https://issuu.com/kemalistler.net/docs/t__rk___iirinde_tanr__ya_kafa_tutan
Butun herseyi aciklayan hikmetli bir cumle kurmak mumkun degil.
Ya da, daha izafi/kisisel olsun isterseniz, soyle soyleyeyim, ben rastlamadim.
Birakalim sosysal hayati, (metodolojik altyapisi cok daha eskilere dayanan ve dolayisi ile) cok daha kolay olmasini beklediginiz ‘bilim’de dahi hala daha bir ‘Herseyin Teorisi’ [ https://en.wikipedia.org/wiki/Theory_of_everything ] yazilabilmis/yapilabilmis degil.
Boyle bir seyin mumkun olup olmadigini dahi bilmiyoruz.
Mumkun ise bile, insan beyninin kapasitesini dikkate alirsak, boyle bir seyin muhtemel olup olmadigi da supheli.
‘Herseyin Teorisi’nin yazilmasini beklemek gibi, idealizmin ve mukemmeliyetciligin (‘perfectionism’in) cok hoslandigi yaklasimlari bir yana biraksak bile, hayatimizin neredeyse her safhasinda kucucuk kucucuk pazarliklar (‘biat’lar) sozkonusudur.
‘Pazarlik’ (ya da ‘biat’) deyince, gundelik siyasi anlamina isaret ediyor da degilim.
Matematikten (‘iki arti iki kac eder?’ turunden aritmetik filandan degil) bahsediyorum.
Bircogumuz, ‘matematik’ denildiginde, ‘kesin/tartisilmaz sonuclar’ anlar. Oyle ogretildik cunku.
Teoride oyledir de, pratikte kazin ayagi perdeli.
‘Kazin ayagi perdeli’; cunku, elde (kendi capinda ve matematiksel anlamda) mukemmel bir formulun olmasi yeterli degil. Gercek hayatta bir ise yaramasi icin, bu formulun (verili bir –ya da bircok- numerik deger karsiliginda) bir –ya da bircok– kesin (mukemmel) numerik sonuc vermesi gerekiyor.
Zurnanin detone oldugu yer de tam da burasi:
Aritmetik seviyesinin azicik uzerine ciktiginiz an (trigonometri, mesela), kesin (mukemmel, hatasiz) numerik deger elde etmek imkansiz hale geliyor.
Imkansizdan kastim, zaman acisindan (ve insan omru cinsinden) ‘imkansiz’.
Cunku, mesela, Sin(x) [ya da Cos(x)] gibi en ‘basit’ hesaplar dahi sonsuz sayida ‘term’in hesaplanip toplanmasi anlamina geliyor.
‘Sonsuz sayida term’ demek, ‘sonsuz zaman’ demek.. hesaplamak icin sonsuza kadar beklemek, yani.
Olacak sey degil, tabii ki.
O yuzden, cambazlik edip, Sin(x) [ya da Cos(x)] icin, belli sayida haneden olusan sonuclar ureten ‘uyduruk’ formuller yaratiyoruz –ya da bu formullerle uretilen tablolar kullaniyoruz.
Bu ‘uyduruk’ formuller/tablolar pratikte faydali, tabii ki, ama –eger ne yaptiginizi biliyorsaniz– bunlarin hangi sinirlar arasinda anlamli oldugunu da surekli aklinizin bir kosesinde tutmaniz sart.
[‘Hangi sinirlar arasinda anlamli oldugu’ deyince, o sinirlar icinde ‘hatasiz’ olduklarini da soylemiyoruz. Sadece, ‘hata’ ‘kabul edilebilir sinirlar icindedir’ demek istiyoruz. Kime gore ‘kabul edilebilir sinirlar icinde’ sorusu da baki, tabii ki.]
{Yukarida soylediklerimi matematik diliyle, ‘Binomial Theorem’ [ https://en.wikipedia.org/wiki/Binomial_theorem ],
‘Complex Numbers’ [ https://en.wikipedia.org/wiki/Complex_number ],
‘Vectors’ [ https://en.wikipedia.org/wiki/Vector_space ] kullanarak kolayca gosterebilirim. Ama, yazdiktan sonra, ben bile okumak istemem cunku bir suru sembolde olusan uzun bir pasaj olur.}
Butun bunlari neden yazdim?
Sunun icin: Butun herseyi aciklayan hikmetli bir cumle/formul (‘Herseyin Teorisi’) kurmak mumkun olmadigi gibi, eldeki ‘mukemmel’ formuller dahi, ‘gercek hayat’ta ‘uygulanabilir’ degil. Budanip bicilip gercek hayata uygulanabilir hale getirilmek zorundalar.
Gercek hayata uygulanabilir hale getirilmek demek de, hatali olduklarini bile bile kabul etmek, buna ‘biat etmek’ anlamina gelir.
Bu, matematik ile ‘gercek hayat’ arayuzundeki ‘hal-i purmelal’imiz.
‘Sosyal hayat’ ise daha da berbat: Elde, ‘hesaplamak icin sonsuz zaman gereken’ turden bile olsa –fakat, hin-i hacette, budayip/bicip kullanabilecegimiz–, bir ‘mukemmel’ formul dahi yok.
Yani, eldeki ‘formul’lerin (yani, ‘ideolojik receteler’in), matematik diliyle ‘mukemmel’ oldugu ‘ispat’lanmis degil.
‘Ispat’ yoksa, geriye ne kaliyor?
Iman.
Irrasyonel iman.
Yani, ‘takva’.
Ben de buna itiraz ediyorum:
Gercek hayata uygulanabilirligi ‘ispat’ edilmemis (yani, uygulanabilirligi her turlu supheyi giderecek sekilde aciklanmamis) ‘formul’lerin (yani, ‘ideolojik receteler’in) uygulamaya gecirilebilecegini umarak (pesinde) bir omur tuketmek anlamli degil.
Anlamli olmayanda israrin ne oldugunun ismini koymagi okuyucuya birakiyorum.
Kapitalist ulus-devletler düzeni bugünün feodalizm öncesi kabileleri olan uluslar ve bugünün putperestliği olan ulusçuluk üzerine kuruludur.
Daha önce putperest / çok-tanrıcı kabile toplumundan kitaplı / tek-tanrıcı feodal topluma, kitaplı / tek-tanrıcı feodalizmin ardından da uluslar / ulus-devletler kapitalizmine geçilmişti.
Bugün de uluslar / ulus-devletler kapitalizminin yerini ulusların / ulus-devletlerin / ulusal sınırların ortadan kalktığı bir dünya / insanlık toplumu almalıdır.
Kapitalizm olduğu için ulus-devletler yok. Ulus-devletler olduğu için kapitalizm var.
Ulus-devletlerin yıkılması için kapitalizm yıkılmamalı. Kapitalizmin yıkılması için ulus-devletler yıkılmalı.
Bu sitedeki en tehlikeli kişi Necip’tir.
Çünkü:
a. Necip, diktatörlerin destekçisidir.
b. Necip, katil kapitalisttir.
http://marksist.net/ezgi-sanli/iktidarin-kadin-dusmanligi.htm
Ekmek ve hürriyet kavgasının yolu
Armağan Tulun
Eylül 8, 2017
Erdoğan’ın ve AKP’nin istibdadı, işçi ve emekçilerin sofrasındaki ekmeği küçülten pahalılığın, ailelerin geleceğini karartan işsizliğin, daha iyi koşullarda çalışmak ve yaşamak için mücadele eden işçilerin karşısına çıkarılan grev yasaklarının, Erdoğan’ın deyimiyle patronların önünü açan OHAL’in üzerinde yükseliyor. Tüm bunlara karşı “kahrolsun istibdad, yaşasın hürriyet!” şiarı günden güne büyüyor ve halkın bu karanlık tablonun karşısındaki umudunu simgeliyor. Ekmek ve hürriyet mücadelesinin birleşmesi istibdadın en büyük korkusu. Bizim hedefimiz ise tam da bu. Ancak ekmek ve hürriyet mücadelesini birleştirmek ve başarıya ulaştırabilmek için sermayenin ve emperyalizmin önümüze çıkardığı tuzaklı yollara sapmamak gerekiyor.
Demokrasi kurultayı yapıp, işçinin adını ağzına almadan, bildirgesine sermayenin girişim hürriyetini yazan CHP’den de, emperyalizmin ve sermayenin maddi manevi desteğiyle parti kurmaya çalışan Akşenerlerden de işçiye, emekçiye, istibdadın sopası altında ezilenlere hayır gelmez!
Emperyalizmden özgürlük ve demokrasi için medet ummak da ölümcül bir hatadır. Çünkü bu güçlerin Erdoğan ve AKP iktidarı ile zaman zaman gerilimi tırmandırmaları, Erdoğan’a düşman, işçi ve emekçiye dost olmalarından kaynaklanmıyor. Emperyalizm, Erdoğan’ı daha fazla sıkıştırarak ona istediklerini yaptırmak amacıyla hareket ediyor. Siz hiç hükümet “milli güvenlik” adı altında ya da OHAL’i gerekçe göstererek grevleri yasaklayıp emperyalist şirketlerin çıkarlarını Türkiye’deki işçilere karşı koruduğunda bu ülkelerin liderlerinin sesini çıkardığını, “kaygılıyız”, “endişeliyiz” mesajları yayınladığını duydunuz mu?
Diğer tarafta Erdoğan’ın tüm çabası da sermayeye ve emperyalizme karşı çıkmak değil bunlarla pazarlık gücünü arttırmak üzerinedir. OHAL’den istifade sermayenin önünü açtığını söyleyen kendisi. Her ABD ziyaretini reklam kampanyasına dönüştüren kendisi. KHK ile Almanya’yla rehine pazarlığı yapmak üzere tutukluların yabancı devletlerle takasına olanak sağlayan maddeyi geçiren kendisi. 15 Temmuz’da TBMM’yi bombalayan uçakların kalktığı İncirlik Üssü’nden her gün Amerikan uçakları kalkıp Ortadoğu’ya bomba yağdırırken NATO’nun da İncirlik’in de adını bile ağzına almayan kendisi…
Eğer emperyalizme karşı gerçek bir mücadele verilecekse bu ülkenin emekçi halkı gerekli fedakârlığı yapacaktır. Ama bu lafta kalmayan bir mücadele olmalıdır. Gümrük Birliği zincirini kırmaya, NATO’dan çıkmaya, İncirlik’i kapatmaya ve tüm emperyalist askerleri ülkeden kovup, komşu ve kardeş halklarla barışı ve kardeşliği sağlamaya dayanmalıdır. Ne Erdoğan’ın istibdadı böyle bir politika izleyebilir, ne Amerikan muhalefeti. Emekçi halk Türkiye’yi yeniden kurmak için burjuvaziden ve emperyalizmden bağımsız bir mücadelenin yoluna girmelidir. Türkiye’de ekmek ve hürriyet kavgası ancak emperyalizmle ve işbirlikçileriyle dövüşerek kazanılacaktır.
Bu mücadeleyi kazanmak için halkın ihtiyaç duyduğu güç işçinin emekçinin birliğinde ve üretimden gelen gücünde mevcuttur. Emperyalist merkezlerden yapılan sözde muhalefete kulak vermek, her fırsatta bir patron ve düzen partisi olduğunu gösteren CHP’nin peşinden gitmek, hele hele Akşenerlerden beklenti içine girmek, olsa olsa bu gücü söndürür, gücünün farkına varması gereken emekçi halkın özgüvenini yok eder. Türkiye’yi batıranlarla Türkiye’yi yeniden kurmak mümkün değildir. Ekmek ve hürriyet kavgasının yolu emperyalizmin, sermayenin ve işbirlikçilerinin zincirlerini işgallerle, grevlerle, direnişlerle özcesi sınıf mücadelesiyle kırmaktan, bir Kurucu Meclis’le emekçi halkı Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi kılmaktan geçiyor.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Eylül 2017 tarihli 96. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/ekmek-ve-hurriyet-kavgasinin-yolu
https://ermenistan.de/sevan-nisanyan-yazi-yanlis-kutup/
…
İslam, insanın insana kulluğunu reddeder diyor. Temel tezi bu, argümanın en çürük noktası da bu. Çünkü bunların Allahı aciz bir Allah. Kendi düzenini kuracak güçten ve iradeden yoksun. Dünyanın her yerinde sürekli olarak küfre ve putlara yenik düşme halinde. Allahın iradesini yorumlayıp icra etmek, birtakım kişilerin yetkisi ve görevi olmuş. Bu kişilerin başka kişilerden tek farkı, “Allah” namına söz söylüyor olmaları. E, papazlar da onu iddia ediyorlar. Hitler “Alman ulusunun ruhu” adına, Stalin “proletaryanın bilimsel çıkarı” adına konuştuğunu söylüyor. Farkı ne?
Üstelik bu Allah vekilleri, Allahın kendisinden bir hayli daha iddialılar. Gariban Allah, kendi bileceği nedenlerle, egemenliğini bunca bin yıldır dünyaya empoze etmemiş ya da edememiş. Bunlar ise tüm dünyaya boyun eğdirmeyi hak ve hedef olarak görüyorlar.
…
Bunlarınki, kelimenin en radikal anlamıyla şirktir. Kendilerini Allahın vekili yerine koyuyorlar. Allahın yapmadığını yapma davasındalar.
…
Hem la ilahe illallah hem Muhammedun Resulüllah olmaz. Hem iman hem siyaset olmaz. O iki kıta arasında fay hattı vardır. O fay hattı köprü tutmaz. Köprü kurduğunu sanırsın. Suriye’de bir ufak sarsıntı olur, köprü yıkılır.
…
Özetle: Allahla ülke yönetimi arasında sonsuz bir uçurum vardır. Köprü kuramazsın. Kurduğun köprü ilk esintide devrilir.
…
Bu cehalet ve nefret ideolojisinin en çirkin tezahürü, şüphesiz, aile ve cinsiyet meselesindeki riyakârlığıdır. Neolitik çağda oluşmuş ve bugün çökmeye yüz tutmuş bir aile düzenini ahlakın temel direği haline getiriyor. O dönüşümün sancılarını çeken, el yordamıyla yeni düzenin anlamını çözmeye ve ahlakını kurmaya çalışan milyonlarca insanı, iğrenç bir taassupla “heva ve heves – hayvani arzu” kurbanı ilan ediyor.
Heva ve heves, insanın varoluşunun değişmez bir unsurudur. Müslümanların heva ve hevesten arınmış olduklarını sanmıyorum. Nüfus artış hızları daha yüksek olduğuna göre, tersi olmalı. İnsan olan her insan, heva ile heves gerçeğini bir ahlaki çerçeve içinde anlamaya ve zaptetmeye gayret eder; hayatının büyük kısmı bu mücadele ile geçer. Gayrimüslim Batıda bu çabanın daha derin, daha dürüst ve ahlakın daha ciddi olduğunu görmek için üç tane ucuz Hollywood filmi seyretmek yeter sanırım. İnsanların fiilen ne yaptıklarını değil, yaşamlarını nasıl algıladıklarını ve neyi önemsediklerini görmek için. Bunu ahlaksızlık sayıp sırıtanlar, üç günlüğüne Batı ile tanıştıklarında gazetelerin sadece magazin ve seks sayfalarını okuyup. Avrupa’nın kerhanelerinde müşteri rekorları kıran dinibütün Müslümanlardır.
Neden değişiyor cinsel roller ve aile yapıları? Basit ve karşı konulmaz nedenlerle değişiyor. Ev ve çocuk bakımı artık birinin full time fiziksel emeğini gerektirmediği için değişiyor. Ekonomik koşullar her iki eşin çalışmasını zorunlu kıldığı için değişiyor. Eğitimin yaygınlaşması tüm bireylerin daha fazla özgürlük ve saygı talebine yol açtığı için değişiyor. Doğum kontrol yöntemleri, denetimsiz cinsel ilişkiyi eskisi kadar ölümcül tehlike olmaktan çıkardığı için değişiyor. Elbette sancılı bir süreçtir. Arkada tarım toplumunun icadıyla başlayan, on-oniki bin yıllık bir alışkanlık var. Dürüst ve cesur insanlar, yeni koşulların ahlakını formüle etmeye çalışır. (Sadakat nedir? Sevginin sınırları nelerdir? Sorumluluk nereye kadar taşınır?…) Bugünün gerçeğini yok sayıp, Neolitik insanın ev düzenini tek ve mutlak tanırının değişmez iradesine yamamaya çalışanlar ise ahlaksızın ta kendisiymiş gibi geliyor bana.
Kaldı ki Kuran’da ima edilen aile düzeni hiç de o yücelttikleri tarımsal toplum idealine benzemez. Daha çok, avcı-toplayıcı aşiret düzeninden tarım düzenine geçen toplumların izini taşır; kadınlar savaşır, düşmanın ciğerini yer; evlilikler çoklu ve hayli akışkandır. Bırak yüzlerini, bazılarının memelerini dahi örttüğü şüphelidir. Daha çok bugünkü Maasai’leri, ya da onların 30-40 yıl önceki halini hatırlatıyorlar bana. [itiraz: Kuran’da ima edilen çoklu evlilik ve akışkanlık amenna ama daha çok İslam öncesi arapların göğüslerini örtmeyen, savaşan ciğer yiyen kadınlarını ehlileştirdik iddiası değil midir? Hint ciğer yediğinde müslüman değildi, müslüman olunca evinin kadını oldu.]
…
“Sağlam zannettiğin tüm değerler boştur, Mutlak Doğru bendedir, bana gel” diyor.
Nasır da buna benzer bir şey söylemişti. Benzer ihtiyaçlardan doğan bir İslami ideolojiydi o da. İslam dünyası asırlık bir perişanlık içindeyken bir meydan okuma ihtiyacından doğdu. Duygusal içeriğini demagojik bir Batı-Hıristiyan düşmanlığından (“antiemperyalizm” dedikleri), ve onun daha ucuz ve kolay sonuç getirecek zannettikleri alt kolu olan Yahudi düşmanlığından aldı. Kemalizm de, daha az popülist söylemle, benzeri bir denemedir. Kendi çağının koşullarında bir İslami reaksiyon hareketidir.
Bu denemelerde başarısızlığa yol açan şey, halkın psikolojisini yeterince tatmin etmeyen ikircikli söylemdi. Batıya düşmanız ama bir yandan da ona öykünüyoruz; Müslümanız ama Müslümanlığı yenilemek lazım; cihatçıyız ama cihadımız sadece savunmaya yönelik, Batılı dostlarımızı kırmak istemeyiz…
Bu içten pazarlıklı ideolojiye karşı, retoriği tam gaza alan alternatifleri elbette daha cazipti. Düşman isek tam düşmanız! Nitekim halkın kolektif hafızasındaki İslam tarihinin verilene de böylesi daha uygundu. İslamı toplumsal heyecanın ekseni yaparsan, daha İslamcı olan elbette kazanır.
“Sadece Allah ilah ve rabbdır, başkasına kanma” derken kastettikleri budur. “Kafanı karıştırma” diyor, “hakikatin çok yönlülüğüne aldanma, gerçek sorularla yalnız başına cebelleşmen gerekmiyor.” Siyahla beyazın net hatlarla ayrıldığı bir dünya vaat ediyor. Hakikatle bağı yokmuş, ne gam? Kitleleri tatmin eder mi, sen ona bak!
Hitler de tastamam aynı vaatle gelmişti, Lenin de öyle. Zor ikilemlere dolu olan ve basit çözümleri olmayan hayatı tek boyuta indirgeyebildiklerini iddia ettiler. Dünyanın içine sıçıp gittiler.
589’da açıklanan kapitalizm – ulus-devlet ilişkisini (Ulus-devletler olduğu için kapitalizm var) diğerlerine de uygulayalım:
Kabile toplumları olduğu için putperestlik/çok-tanrıcılık var.
Feodalizm olduğu için kitaplı/tek-tanrıcı dinler var.
Burada sıranın değişmesi, yani kabile toplumu ve feodalizmin mukabilinin kapitalizm yerine ulus-devlet olması yanlış değildir.
Kabile toplumu, feodalizm ve ulus-devletler üretim tarzının karşılığıdır.
Putperestlik/çok-tanrıcılık, kitaplı/tek-tanrıcı dinler ve “kapitalizm” (ve “anti-kapitalizm”) olarak idealize edilen kavramlar da üstyapının karşılığıdır.
http://dersim.forumpro.fr/t9-yahudi-kulak-sentezi-yahut-dersim-modeli-2
“Devrimci teorisyenlerin itibarları teorilerinin epistemik sağlamlığıyla hiç ilgili değildir. Teorilerin itibarı iktidar ve güç faktörleriyle açıklanabilir. Örneğin Ekim devrimi öncesinde Lenin uluslararası düzeyde sosyalistler arasında Menşevik Martov kadar tanınan biri değildi. Ekim’den sonra Martov tamamen unutuldu ve Lenin ünlü bir düşünce adamı oldu. Keza Ekim öncesinde yapılan tüm parti kongrelerinde Stalin teorik konularda hiç konuşmamıştır. Bir teşebbüsü nedeniyle delegeler tarafından alaya alınmıştır. Kurduğu cümleler çok aptalcadır. Teorik yazıları tehdit ve aşağılmaları içerir. Rusça’ya hakim olmadığı da söylenir. Ancak Stalin 1930’lu yıllarda büyük bir teorisyen olarak ilan edildi. Bu teorisyen veya sosyal bilimci partinin tüm teorisyenlerini ve 8 milyon Rus köylüsünü öldürdü.
Aynı şekilde Mao, E.Hoca, Kim Il Sung ve Pol Pot iktidarı eline geçirdikleri için teorisyen oldular. İktidardan uzaklaşmalarıyla birlikte teorileri tüm önemini kaybetti. Mao’nun insanoğlunun zekasını alenen aşağılayan Kızıl Kitabı Çin’de bile artık ciddiye alınmıyor. E. Hoca’nın tüm kitaplarını Arnavutlar kamyonlarla kağıt fabrikasına gönderdiler.
Keza Türkçeden başka bir dil bilmeyen, ancak Türkçesi İbrahim Tatlıses Türkçesine benzeyen A. Öcalan bir sürü teori oluşturdu. Bir zamanlar Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek bile onda bir derinlik buldular.”
“c. Ama yok. Yani 2’nin kare kökünün nümerik değeri aklımı aşıyor, uzadıkça uzuyor, olmayan-olan sonsuza gidiyor.”
Kutuphane memuru ufuklu atmosfer isgalcisi olunca kisi, soylenen sozu anlamak yerine, konuyu malumatfurusluk ile gecitirmege calisiyor anlasilan.
2’nin karekokunun numerik degeri ne benim ne de konuyla ilgili olan herhangi birisinin aklini asiyor filan degil.
Mesele, sadece ondalik hanelerin sayisinin sonsuza gitmesi degil; cok daha onemlisi, hesaplama suresinin de sonsuza gitmesi…
2’nin karekoku asagidakilerden hangisidir?
— 1.41421356237
— 1.4142135623730950488016887242097
— 1.4142135623730950488016887242096980785696718753769480
731766797379907324784621070388503875343276415727350138462
3091229702492483605585073721264412149709994
— 1.41421356237309504880168872420969807856967187537694807
3176679737990732478462107038850387534327641572735013846230
9122970249248360558507372126441214970999358314132226659275
0559275579995050115278206057147010955997160597027453459686
2014728517418640889198609552329230484308714321450839762603
627995251407989687253
— 1.41421356237309504880168872420969807856967187537694807
3176679737990732478462107038850387534327641572735013846230
9122970249248360558507372126441214970999358314132226659275
0559275579995050115278206057147010955997160597027453459686
2014728517418640889198609552329230484308714321450839762603
6279952514079896872533965463318088296406206152583523950547
4575028775996172983557522033753185701135437460340849884716
0386899970699004815030544027790316454247823068492936918621
5805784631115966687130130156185689872372352885092648612494
9771542183342042856860601468247207714358548741556570696776
5372022648544701585880162075847492265723
El cevap: Hicbiri.
Ya da, hepsi/herbiri.
‘Hicbiri’; cunku bunlarin hicbiri karekok(2)’nin gercek numerik degeri degil. Herbiri birer ‘approximation’.
‘Hepsi’; cunku, bunlarin herhangi birisi, kisinin tercihine (hangisini yeterli gordugune) bagli olarak, kullanabilecegi birer numerik degerdir.
O da, nerede –hangi ondalik sayisinda– durmak anlaminda, ‘biat’ ettiginize bagli.
Yani, ‘sifir hata’ diye bir sey yok.
‘Hata’nin tam olarak ne oldugunu da bilemiyoruz; cunku, hesaplama isleminin tamamlanmasi icin yeterli zamanimiz yok.
‘Hata’nin tam olarak ne oldugunu da bilemiyorsak, hesaplamalarimizin nerede cuvallayacagini da bilmiyoruz.
Sonuc?
Sonuc su: Formuller istedigi kadar ‘mukemmel’ olsun, goze/akla hos gorunsun; gercek hayata uygulandiklari anda, her numerik deger (cok nadir istisna haric) yalan soyler.
‘Ideolojik formul’ler cok daha berbattir –haliyle.
‘Türkiye kaynaklı olmayan düşüncenin bayiliğini yapmak büsbütün değersiz midir?’
Tanıl Bora’yı nasıl tanımlamak gerekir bilemiyorum. Yalnız onunla ilgili şu ifadeleri kullanmak yerinde olacaktır: Türkiye’nin düşün dünyasına önemli katkılar vermiş ve vermeye devam eden, sade, alçakgönüllü, mütevazı, istikrarlı ve en önemlisi çalışkan bir entelektüel. Burada kişi güzellemesi yapmaktan çok, hakikati söylemek ve bir olguyu ortaya koymak gerekiyor. Hâttâ kendi özeleştirisini verebilme dürüstlüğünü de eklemek, Tanıl Bora’yı anlatmak adına yeterli olacaktır.
Bora, uzun yıllardır üzerinde çalıştığı ‘Türkiye Sağı’ ile ilgili akademiye ve düşünce dünyasına birçok katkı vermiş durumda. Bu konuyla ilgili pek çok yazısı ve kitabı bulunmakta. Mart ayında İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘Cereyanlar’ adlı kitap, Türkiye’deki Siyasi İdeolojiler’i ayrıntısıyla tasnif ediyor. Türkiye’nin düşün dünyasına bu kıymetli katkıyı yapan Bora, kitabıyla da birçok araştırmacı, akademisyen ve öğrenciye faydalanmaları için ışık tutuyor, çalışmalarını kolaylaştırıyor.
Böyle önem arz eden bir çalışmayı gözardı etmek mümkün olmadığı için, geçen hafta Cumartesi günü ‘Salt Galata’ tarafından Tanıl Bora ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Mehmet Ö. Alkan’ın katıldığı, Bora’nın ‘Cereyanlar’ adlı kitabının söyleşisi düzenlendi. Tanıl Bora hem Türkiye düşün dünyası hem de makro perspektiften ideolojilerin genel zihniyet yapısını anlattı. Mehmet Ö. Alkan’ın ve seyircilerin sorularıyla derinleşen söyleşi, birçok insana farklı bakış açısı kazandırabileceğini gösterdi. Yaptığı tespitler, ince ayrıntılara verdiği önemle geleceğe ışık tutabilecek bir alanın varlığını da kanıtlamış oldu.
BİR DÜŞÜNCE TARİHÇİSİ
Söyleşinin girişinde Mehmet Ö. Alkan, Tanıl Bora’nın Türkiye’ye kazandırdığı bu çalışmanın ‘opus magnum’ niteliğinde olduğunu söyleyerek sözlerine başladı. Kendi kuşağının entelektüel anlamda öncüsü olduğunu belirten Alkan, ‘yeşiller’ kavramı daha konuşulmazken Bora’nın bu konuya eğildiğini ifade etti. Alkan ‘Cereyanlar’ kitabı için, ‘Bu kitap dipnotlu bir araştırma değil. Bu bir entelektüel eser. Değerlendirme, analiz diyebiliriz. Kitabı Türkiye’nin hem sosyolojik verilerini hem siyasal değişimini hem de dünyadaki konjonktürel değişimini ele alarak akımları, ideolojileri değerlendirdiğini görebiliriz. Bunu bir metodoloji kitabı olarak da değerlendirmelerini isterim. Tanıl Bora bu kitabıyla aslında bugünün Türkiyesini, insanını, ideolojisini ve akımlarını anlamaya çalışıyor. Bu bağlamda, düşünce tarihçiliğini yapıyor. O, kavramın ve ideolojinin geçmişine bakıyor. Noktası konmuş bir çalışma değil, soruları devam ettiren birçok çalışmaya kapıyı aralayacak bir başlangıç olarak değerlendirilebilir.’ dedi.
İlk dakikasından son dakikasına kadar katılımcıların da dahil olduğu bir söyleşi gerçekleşti. Söyleşi interaktif bir şekilde ilerlediği için, Bora’nın kitabıyla ilgili birçok şey de öğrenilmiş oldu. Sorularla genişleyen konuşma, farklı derinliklere doğru sürüklendi ve Bora’nın katman katman olan düşünce zihniyetinin izlekleri takip edildi. Kitabın arkasındaki güncel duyguyu aktaran Bora, ‘Bu kitapta, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin (Ankara Üniversitesi SBF) payı var. Biz, Mete Tunçay’a hayran olarak yetiştik. Mete Hoca biz ona hayran olurken, üniversiteden 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında atılmıştı. Bugün de iki haneli rakamlarla ifade edilecek sayıda arkadaşım atıldı. Ben de 15 yıldır verdiğim dersi bıraktım. Artık fakülte bana çok yabancı hale geldi. Okulun içi boşaldı. Üniversitenin içi boşaldı. SBF de en büyük darbeyi yiyenlerden biri. Böyle bir yükü var. Kitabı bitirdiğimde hem Mete Hocaya, hem öğrencilere, hem mektebe, hem de arkadaşlarıma borcumu ödemek istedim. Hâttâ bu çalışmayı akademisyen arkadaşlarımın ördüğü koza içinde yapabildim.’ diye ifade etti.
‘Cereyanlar’ kitabında milliyetçiliğe geniş yer ayırmış Bora. Bunun nedenini de şöyle açıkladı, ‘Türkiye’de milliyetçilik çok yer kaplıyor. Resmi ideolojiden hem etnosantrik bir geçiş var, hem de örtüşmeyen yerleri var. Bu konu ayrıntısıyla incelenmeyi hak ediyor. Bir taraftan da çok uzun süre MHP ve ülkücü ideoloji ile uğraştım için geniş yer verdim.’ Aktüel siyaseti konuşmak yerine daha çok eskiye, köklere gitmeyi, devamlılıklara bakmayı tercih eden Bora, zihniyet kavramına değinerek şunu söyledi, ‘Zihniyet yüzyıllar boyunca değişmeyen çok güçlü ideolojik unsurları ve kavramları ifade eder. Rejim veya çağ değişse de mutasyona uğrayarak, örüntüleri gösterir. Kitap, bu zihniyet kavramı üzerinden süreklilik ve kopuşlara eğiliyor.’
‘SOL’DA BİRİKEMEME SORUNU VAR’
Türkiye’deki sol ile ilgili de çok değerli tespitler yapan Bora, ‘Sol’da birikimeme meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Aslında bu durum bütün cereyanlarla ilgili. Düşünsel devamlılığın olmaması, siyasal devamlılıkların güçlü düşünsel içerikleri taşıyamaması, kâh mitleştirmeyle, kâh iç husumetin yoğun olmasıyla açıklayabileceğimiz bir durum. Gerçekten biriken, kendini geliştiren ve üzerine düşünen fikriyatın kısırlığını kabul etmemiz gerekiyor. Gerçek anlamda fikir, kendisi üzerine düşünen, kendisine katlanabilen, kendisini süzebilen ve üretebilen düşüncedir. Bu bakımdan, hakikaten göreceli bir zayıflığımızın olduğunu düşünüyorum. Sol’un bu konuyla ilgili en hassas ve bereketli olması gerekirken, zaaflarının olduğunu düşünüyorum. İdeolojiyi küçümsemek için söylemiyorum; ideolojisiz bir şey yok. Her şey en sonunda ideolojilerle kendini yeniden üretiyor. Fakat ideolojilerin popülerleşmesini, siyasallaşmasını sağlayan güçlü düşünsel içeriklere özenmeyle ilgili bir durum. Diğer ideolojiler açısından o kadar önemli olmayabilir ama Sol’un bu zaafının olduğunu düşünüyorum. Üzerine daha fazla titremesi gerek. Her kuşakta yeniden keşfetmek zorunda kalmak, yeniden tanımlamaktan bahsetmiyorum. Gerçek teorik ve politik tartışmalardan çok, daha fazla husumet ve demogojiye enerji ayırıldığını düşünüyorum.’
Bora, ‘Türkiye’de giderek kuvvetlenmiş ‘İslamcılık’ akımı ve tarihi var. Uluslararası düzeyde önem ifade eden, kitapları çevrilmiş İslamcı bir düşünür var mı? Yok! Bu durum bize bir şey söylüyor. Ayrıca, Türkiye kökenli düşünsel üretimin dünya çapında önem kazanmaması oryantalist bir tepkiden, önyargılardan kaynaklanıyor olabilir mi, sorusu da sorgulanmaya değer diye düşünüyorum. Akademide görüldüğü gibi, ‘siz Türkiye çalışın, ve onun üzerine yorum yapın. Evrensel fikriyat üzerine, teorik argümanlar söylemek sizin işiniz değildir’ gibi bir bakışın, Türkiye kaynaklı düşünsel üretimin dünya çapında önemli olmaktan alıkoyan bir yanı var mı, sorusu da çok önemli. Buna bağlı başka bir konu ise, özellikle sola dönük bir tepki olarak ‘nakilcilik’ten çok bahsedilir. Sağın, sola dönük çok severek ve bayıla bayıla kullandığı hükümlerden biridir; ‘Sol nakilci bir düşüncedir, yerli değildir, çeviridir’ derler. Hâttâ kötü tercümedir de derler. Türkiye kaynaklı olmayan düşüncenin bayiliğini yapmak büsbütün değersiz midir, sorusu da tartışmaya açık. Türkiye’de, dünya çapında bir yere gelmiş önemli düşüncelerin bayiliğini layıkıyla yapmış kimler var, sorusu da sorulmalıdır. Mesela ‘Mustafa Şekip Tunç’un düşüncelerini yaymasını, çevirmesini ve özetlemesini gösterebiliriz.’ diye zihin açıcı sorularla konuşmasına devam etti.
‘İSLAMCILIK’ DA BİR ZAMANLAR ‘DIŞ KAYNAKLI’ BİR CEREYANDI
Siyasi akımlarla ilgili konuşan Bora, ‘Bütün siyasi akımları kesen karakteristiklerden söz edilebilir. Bunları bir ölçüde ‘zihniyet’ dediğimiz yapılarla saptayabiliriz. Bunu da çok abartmamak gerektiğini düşünüyorum. Abartılınca kahve sohbetine meyleden muazzam genellemelere savrulma tehlikesi vardır. Düşünceye araçsalcı ve faydacı bir gözle bakmanın çok güçlü karakteristik olduğunu düşünüyorum. Hepsi böyledir demiyorum kesinlikle.’ diye vurguladı.
Türkiye’de iç ve dış ayrışması ile ilgili soruya da, Bora şu şekilde cevap verdi, ‘Her şeyden önce ‘ideolojik istismar’a çok elverişli. Özellikle sağdan, sol için en fazla kullanılan ithamlardan biri de budur. Dış kaynaklı, yabancı düşünce ve cereyanlar, on yıllarca korkutucu bir şekilde bizzat düşünceyi gayri meşrulaştırıcı etkenler olarak ifade edildi. 1960’lı yıllarda ‘İslamcılık’ da özellikle sağ camiada dış kaynaklı bir cereyan olarak değerlendirilmişti. Ki o dönemde İslamcılık’ta da muazzam bir çeviri furyası vardı, dış kaynaklı olma ithamına maruz kalmıştı. Dünya bağlamında çeviriler olmadan düşünemezsiniz. Bunu, araçsal bir bakışla manipülasyon gibi düşünmenin çok yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Toplamda iç ve dış ayrımına ehemmiyet vermeyip, zamanın ruhu içinde düşünmek daha doğru olur kanısındayım.’
Kitapta yer alan ‘feminizm’ konusuyla ilgili olarak da Bora, ‘Modern Türkiye siyasi düşüncesinin içinde ihmal edilmiş bir başlıktı. Aslında, baştan planlayarak değil, akış içinde göreceli olarak en kalın bölüm oldu. Bu sadece meşhur ‘pozitif ayrımcılık’tan kaynaklanmıyor. Daha ziyade, bütünlüklü bir şekilde, yüz kusur yıllık hikâyeyi baştan sona anlatmak bana yeni deneme gibi geldi. Diyebilirim ki, en çok hevesle uğraştığım bölüm oldu.’ diye konuştu.
‘AŞIRILIK’ DEMEK YERİNE ‘RADİKAL’ DEMEYİ TERCİH EDİYORUM’
İdeolojilerle ilgili bir soruya Bora, ‘İdeolojiler, zaten, akademik ortamda canlanmaz. İdeolojiler ölmez. İdeoloji dediğiniz; dünyaya nasıl baktığımız, kendimizi nasıl konumlandırdığımız ve güdülendirdiğimiz ile ilgili bütün donanımımız aslında. Belirli arzularla, önyargılarla ve tepkilerle davranmak; ideolojik tutumumuzu belirler. İdeolojilerle fikir sistemleri arasında ya da ideolojilerle daha bütünlüklü bir dünya tasarımı ortaya koyan düşülmüş ve düşülmeye devam eden düşünce sistemleri arasındaki bağ çok gevşeyebilir. İdeolojiler neredeyse güdüsel hale gelmiş; sadece kimliklerimizle, algıladığımız dar çıkarlarımızla, sadece dünyada ve memlekette hapsedildiğimiz dar konumdan ibaret tepkilerden oluşabilir. Bu, insan açısından iyi bir şey değil elbet. Onun için ideolojilerle, dünya ve toplum tasarımları, hedefleri, ütopyaları ve programları arasında sahici bir bağ kurmaya çalışmak bizi özgürleştirir, ve siyaseti de anlamlı bir faaliyet haline getirir. Anlık irkilmelerle tutum almak, kuşkusuz insanca bir şeydir ama kimliklerle güdüsel hale getirilmiş varoluşalara tıkanmaktan bizi çıkaracak, başka bir şey istemeyi ve düşünmeyi mümkün kılacak bir anlam kazanırsa ideolojik tutumumuz güçlenir.’ diye ifade etti.
Aşırılık kavramını ilgili bir soruya ise Bora, ‘Aşırı’ kavramını kullanmayı tercih etmiyorum. Çünkü ‘aşırı uçlar’ teriminden bildiğimiz imaları nedeniyle hoşlanmıyorum. ‘Radikal’ demeyi tercih ediyorum. Rahatsız olduğum şey; ‘aşırı’ damgası vurmakla herhangi bir ideolojinin, ideolojik arayışın, herhangi bir fikriyatın derinleşmesi ve kendi mantıki uç noktasına doğru evrilmesi, yani radikalliğinin törpülenmesi; bizzat herhangi bir radikalizmin günah gibi görülmesini ima ediyor. Aşırılığın; derinleşmemiş, sağlam temellere oturmamış bir zorlamayı ifade etmesi gibi bir anlamı da olabilir. İyi temellenmemiş, nüfuz etmemiş yüzeysel bir zorlama anlamında aşırılık; iyi gelmez. Dünyada ve memleketimizdeki olayları bu şekilde açıklamayabileceğimizi düşünmüyorum.’ diyerek cevap verdi.
‘VAZGEÇSEM DE, SÜLEYMAN DEMİREL’İN BİYOGRAFİSİNİ YAZMAYI İSTİYORUM’
Tanıl Bora’nın biyografileri sevdiğini söylemeye gerek yok sanırım. Bu konuyla ilgili olarak da, ‘Biyografilerin, sadece Batı’ya değil, Doğu’ya oranla da ihmal edildiğini düşünüyorum. Genel olarak, Türkiye’yi sadece Batı’yla kıyas ederek eksiklerine, kelekliklerine dikkat çekmek daha alışılmış bir tutumdur. Doğu’ya bakmanın bize çok şey öğreteceğini düşünüyorum. Türkiye’yi; Çin, Japonya, Hindistan ve İran ile mukayese ettiğimizde bizi çok şaşırtacak şeyler görüyoruz. Türkiye’de neden entelektüel siyasi biyografi gerçekten görece kıt, sorusu mutlaka irdelenmeli. Belki bir hesaplaşma ve yüzleşme sorununun, çok yönlü bir hesaplaşma ve yüzleşmenin varlığı ve oluşturduğu birikmiş yüzleşme açığı, genel olarak biyografiye, kendi evveliyatına önem verdiği birisinin hayatına bakarken, daha sansürcü ve özellikle de yüceltmeyi seven bir bakışı güçlendiriyor. Bunun etkisi olabilir. Kuşkusuz, evrak eksikliğinin de etkisi vardır. Ayrıca, şu an vazgeçsem de, ben hâlâ Süleyman Demirel biyografisini yazmakla yanıp tutuşmaktayım. Şu an kimin biyografisini yazacağımın cevabını henüz bulamıyorum. Bir dönem ve hareket hakkında bir çalışma yapmanın da daha bereketli olabileceğini düşünüyorum. Putin’in biyografisini okudum. Sonra da en çok ‘sevdiğim’ diktatör Tito’yu okudum.’ diye açıkladı.
‘BİRBİRİNİ AÇIĞA DÜŞÜRMEK İÇİN YAPILAN POLEMİKLER YARARLI OLMAZ’
Polemik kavramı üzerinden gelen bir soruyu cevaplayan Bora, ‘Polemik malum, zevklidir. Kendini salt polemik üzerinden ifade eden çok düşünce insanı, yazar ve politikacı vardır. Hem o tartışmaya tanık olanlar için hem de bizzat katılımcıları için polemik gerçekten ileriye götürücü ve bereketli olabilir. Burada yaratıcı bir polemik, aynı düşünsel dünyayı ve kavramsal düşünceyi paylaşanlar arasında olur. Zamanında TV’lerdeki eğlenecelerde birbirini açığa düşürmek için yapılan polemikler yararlı olmaz. Oradan düşünce ilerlemez. Hakikaten birbirini ikna etme potansiyeli taşıyan bir tartışma ileriye götürebilir. Ya da birbirine hasım olan politik tutumların belirli bir erdemle, belden aşağı vurmadan, hasımlarını zayıf yerinden değil de, güçlü yerlerinden kabul ederek ayrımlarını koyabildikleri bir tartışma ileri götürür. Mesela Ahmet Ağaoğlu tartışmalarında bu tarz polemikler bulunabilir. Ayrıca polemik, etikten yoksun olarak yapıldığında kazanana da fayda sağlamayabilir. Yakın zamanlar için çok daha iyi bir şeyler söylemek anlamlı olmayacaktır.’ diye konuştu.
‘MİTOLOJİZM’ VE ‘NOSTALJİZM’DEN UZAK DURMAYILIZ
Günümüzdeki siyasi açmazla ilgili soruya de değinen Bora, ‘Bugün pek çok siyaset bilimsel kavram, siyasal yapı ihtiyaca cevap verememekte, tam açıklanamayarak bir şekilde eksik kalmakla ilgili bir zaafla malul. Tarihsel bir değişim ve çalkalanma döneminden de geçiyoruz. Mevcut çerçevelerin kolay teşhislerle geçiştirilemeyen dünya zamanındayız. Belki tam tersine; daha kopuşçu, mirasını unutan değil, ama bu zamanda daha yeniyi tanımlayan açık bir zihne ihtiyacımız var. ‘Mitolojizm’ ve ‘nostaljizm’den uzak durmalıyız. Belki bu ‘izm’ler teselli sağlayabilir. Araçsallaştırmadan mirasa bakmak, miras sandığını kurcalamak yine de bir ilham verir. Ama yenilikçi zihinle bakarsak o miras sandıklarının içine, ilhamı alabiliriz belki.’ diyerek yeni bir oluşuma ihtiyaç olduğunu belirtti.
Son olarak da, referandumda çıkan %50’lik ayrışma ile ilgili soruya Bora, ‘Ben her iki %50’yi de sabit görmüyorum. Her ikisi de değişken. Önemli olan hem kapsayıcı, hem ikna edici, hem de seferber edici bir halk tarifine ihtiyaç var. Yan yana durması çok zor olanlar da, bir çatı altında daha çok birbirinden haberdar olmalı. Kendi dilini başka dillere tercüme etme yeteneğini kazandığı bir deneyimine ihtiyaç var. Bu deneyimle günümüzdeki sorunun aşılabileceğini düşünüyorum.’ diye cevap vererek konuşmasını sonlandırdı.
Efe Beşler
31 Mayıs 2017
‘gazeteduvar’
Tek tek bireylerin bekası için değil, fakat insan neslinin bekası için aile düzeni ekonomik düzenden, veya başka deyişle eş bulmak iş bulmaktan önce gelir.
Faraza bütün insanlar iş bulabilse fakat hiçbiri eş bul[a]masa onların ardından nesil tükenir.
Fakat insanların bir bölümü iş bulamayıp açlıktan ölse bile diğerleri eş buldukları / bulabildikleri sürece insan nesli tükenmez.
Zileli’ye bir soru
Yanılmıyorsam Menderes ve bakanlarının idamlarını yanlış bulmakla birlikte genelde 27 Mayıs’ı diktatörlüğe karşı bir darbe olarak olumluyorsunuz. Aynı şekilde 15 Temmuz’u da.
Peki 15 Temmuz’da RTE’ye saldıran suikast timi başarılı olsaydı görüşünüz yine aynı olur muydu? Yani bunu yanlış bulmanız “diktatörlük karşıtı darbe” görüşünüzü değiştirmez miydi?
Bu arada her iki darbede de darbecilerin bu liderleri ortadan kaldırmak istemesinin nedeni aynı olsa gerek: Sağ bırakmaları durumunda arkalarındaki geniş kitle desteğiyle baş edemezlerdi.
Bunları tartışmak için özgür bir tartışma ortamı gereklidir.
“Hesaplama süresinin sonsuza gittiğini nasıl bildiniz?”
1) Benim sabrimi asan butun sureler ‘sonsuz’dur.
2) Hesaplama sonuclanincaya kadar birileri benim iase ve ibademi garanti etmiyorsa, o sure ‘sonsuz’dur.
“Belki uzun bir süre sonra bir tekrarlama olur ve böylece bu sayının da bir kesir olduğu anlaşılır.”
Isimiz “belki”lere kaldiysa, hic matematik ya da formullere gerek yok ki.
Neyse..
Gelelim sizin ‘isguzarlik’ sa(y/n)diginiza..
Basit bir ev odevi:
Iki kenari da tami tamina 1’er ‘isik yili’ uzunlugunda olan ucgenin hipotenusunu yoctometre cinsinden hesapladiktan sonra, capi bu hipotenus olan dairenin cevresini de yine yoctometre cinsinden hesaplayiniz.
Bu onemli, ‘gravitational waves’ test ve deneyleri icin lazim.
Hadi.. goreyim sizi.
Sonuclariniz hatasiz olsun.
“Bunları tartışmak için özgür bir tartışma ortamı gereklidir.”
Dogru.
Hem.. ne demisti ‘Zelzele’ filminde Sener Sen?
‘Viran olasi hanede, evlad u ayal var’..
Di mi?
İktidara karşı her seferinde başarısızlıkla sonuçlanan kalkışmalarda bulunan direnişçi ruhun tavrı, ona kölece boyun eğen bir miskinlikten daha şereflidir.
Gezi de, 15 Temmuz da bu bakımdan boşa gitmemiş, bu insanları bir şerefsizlikten kurtarmıştır.
“Belki uzun bir süre sonra bir tekrarlama olur ve böylece bu sayının da bir kesir olduğu anlaşılır.”
‘Field Medal’ komitesiyle konustum.
Yasiniz 40’in altindaysa, keyfi (arbitrary) uzunluktaki herhangi bir ondalik sayiyi tamsayilardan olusan kesirler ile temsil edebilen bir dahiyi (yani, sizi) yuzyilin matematikcisi ilan etmek icin bekliyorlar.
Yok, kirki devirdiyseniz, ayni sekilde sizi ‘Abel Medal’ komitesi bekliyor.
Buralarda harcamayin bu dehanizi.
27 Mayıs Abdülhamid’e karşı 2. Meşrutiyet (1908) darbesine, 15 Temmuz da İttihat-Terakki’ye karşı başarısız 31 Mart (1909) girişimine benziyor.
Bir benzerlik daha var:
31 Mart tek başına “gerici” İslamcıların, 15 Temmuz da “FETÖ” cemaatinin gerçekleştirdiği “gerici” bir eylem olarak sunulsa da gerçek bu değildir. Her ikisi de bu kesimlerin dışındaki güçlerin de katıldığı bir koalisyonun hareketidirler.
Atatürk’lü ’yaver’ paylaşımına soruşturma
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nde çalıştığı öğrenilen Salih Zeki Çakıroğlu, sosyal medya hesabından ’Ne geldiyse yaverlerden geldi’ başlığıyla üzerinde ’Ah şu yaverler’ yazan, yine üzerinde ’Tanıdınız mı Sultan Vahdettin ve yaveri’ yazan Sultan Vahdettin ve Atatürk’ün olduğu fotoğraf, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın FETÖ’den yargılanan yaverleri ile Mısır’ın devrik cumhurbaşkanı Mursi ile Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin olduğu fotoğraf karelerini paylaştı. Salih Zeki Çakıroğlu’nun bu paylaşımı yerel basında yer alırken, Atatürk ile FETÖ’den yargılanan yaverlerle bir tutulması, büyük tepkilere yol açtı.
Cumhuriyet Savcılığı, Salih Zeki Çakıroğlu hakkında ’Atatürk’ün hatırasına alanen hakaret’ suçlamasıyla soruşturma başlattı.
http://www.hurriyet.com.tr/ataturklu-yaver-paylasimina-sorusturma-40575911
İdeolojik formüllerden sözetmişken, devletsizliğin formülü bu mudur? Değilse ne olabilir?
–
Marksizm “devletçi” midir?
Marksizm devleti, sınıfların ortaya çıkışı ile hayat bulmuş bir siyasal aygıt olarak tanımlar. Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürme aracı olan devlet, sınıfların ortadan kalkışına paralel olarak sönümlenecek ve tarihin çöplüğüne atılacaktır. İnsanoğlunun devlet denilen illetten kurtulabilmesi için, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi, burjuva devlet aygıtını parçalaması ve kendi iktidarı altında sınıfların ortadan kalkacağı bir geçiş dönemini başlatması öngörülür.
Marx ve Engels devlet sorununu ele aldıkları Gotha Programının Eleştirisi’nde devletçi sosyalizm anlayışını mahkûm etmiş, kendileri ile bu küçük-burjuva sosyalistler arasındaki ayrımı kalın çizgilerle belirginleştirmişlerdi.
Marksizm, işçi devletini de kutsamaz. Her devletin nihayetinde “sınıf diktatörlüğünün aracı” olduğunu tasdik eder. Devrimin ertesi günü sınıflar ortadan kalkmayacaktır. İktidarını yitiren sömürücü azınlık, sömürü düzenini geri getirmek için karşı-devrim örgütlemeye girişecektir. İşçi sınıfı, burjuvazinin içeriden ve dışarıdan gelecek saldırılarına karşı, devrimci iktidarını korumak, sömürücü sınıfa boyun eğdirmek zorundadır. İşçi devletine bunun için ihtiyaç vardır.
İşçi devleti, toplumun emekçi çoğunluğunun sömürücü azınlığı baskı altında tutabilmesi ve karşı-devrimin başını ezebilmesi için ihtiyaç duyduğu geçici bir aygıttır. Lenin’in de vurguladığı gibi işçi devleti bir yarı-devlet, daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş bir devlettir. İşçi devleti işçi sınıfının sovyetler biçimindeki kendi örgütlülüğünden başka bir şey değildir ve böyle olduğu için de o bürokratik bir devlet olamaz.
Bu devlet iktidarı altında, işçi sınıfı, kendisi de dâhil tüm sınıfları ve kendi devletini ortadan kaldırmanın yolunu döşeyecektir. İşçi iktidarı sosyalizme doğru ilerleyebilmek için ekonominin dümenini eline alacaktır. Bankalar, madenler ve büyük fabrikalar başta olmak üzere tüm üretim araçları işçi devletinin mülkiyeti altına alınacaktır. Ancak şu nokta asla unutulmamalıdır: İşçi devletinin alameti, üretim araçlarının ne kadarının devlet mülkiyeti altında toplandığı değil, siyasal iktidarın işçi sınıfının elinde olup olmadığıdır.
Üretim faaliyetleri, toplumun ihtiyaçları göz önünde bulundurularak bizzat işçiler tarafından ve onların öz-örgütlülükleri aracılığıyla oluşturulacak merkezi bir plan dâhilinde örgütlenecektir. İşçi iktidarı dünya planında yaygınlaştığı ölçüde, üretim anarşisi, işsizlik, rekabet gibi kapitalizme özgü olgular ile birlikte krizler ve savaşlar da son bulacaktır. Herkes yeteneği doğrultusunda çalışabilecek, çalıştığı kadar da toplumsal üretimden payını alacaktır.
Sosyalist topluma varıldığında, dünya ölçeğinde sınıflar, sınırlar ve bir siyasal aygıt olarak “devlet” ortadan kalkmış olacaktır. Herkesin özgür üreticiler topluluğunun bir ferdi olarak kamusal işlerin planlanmasında ve idaresinde görev alabildiği, karar alma süreçlerine katılabildiği bir toplumda kamu işlerinin organize edilmesi ya da üretimin planlanması gibi işlevler siyasi niteliğini yitirmiş olacaktır. İnsanlık kaderini kendi ellerine alacak ve kendi geleceğini bilinçli olarak yaratabilecektir.
Devletçilik Marksizm Değildir | Marksist Tutum
http://marksist.net/serhat_koldas/devletcilik_marksizm_degildir.htm
“Halbuki Türk’ün haysiyeti ve izzet-i nefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır!
Binaenaleyh, ya istiklal ya ölüm!
İşte halâs-ı hakikî isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın tatbikatında adem-i muvaffakıyete dûçâr olunacağını farzedelim! Ne olacaktı? Esaret!
Peki Efendim, diğer kararlara mutâvaat halinde netice bunun aynı değil miydi!
Şu fark ile ki, istiklali için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla müteselli olur ve bittabiî esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran yar ve ağyar nazarındaki mevkii farklı olur.”
Halbuki işçi sınıfının onuru, ve değeri ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir sınıf tutsak yaşamaktansa yok olsun yeğdir!
Bundan dolayı, ya devrim ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranacağını varsayalım! Ne olacaktı? Tutsaklık!
Peki Efendim, diğer kararlara uyma durumunda sonuç bunun aynı değil miydi!
Şu fark ile ki, devrim için ölümü göze alan sınıf, insanlık onur ve şerefinin gereği olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve doğal olarak tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir sınıfa göre dost ve düşman gözündeki yeri farklı olur.
“Rusya, Çin ve diğer komünist ülkeler sizin salık verdiğniz aynı amaçla yola çıktılar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
‘[A]ynı amaçla yola çık’anlar sadece saydiginiz ‘komunist’ ulkeler degil; baska pek cok ornegi var.
Uzaga da gitmege gerek yok. Burada, ‘Balkan Oligarsisi’ ve daha yakin zamanda da Cemaat/FETO ornekleri var.
Yanlis amaclarla yola cikmanin (devlet ele gecirilse bile) sonucta basarisiz olacagina iyi birer ornektirler.
Dolayisi ile, siz benim yazdiklarimi galiba yanlis anlamissiniz. Ben devleti ele gecirmekten bahsetmiyorum.
Bu, mumkun olsa bile, geri teper –hem de cok kotu teper.
Onun yerine, ben, devlet aygitinda yer almaktan bahsediyorum.
“Dediğinizi tatbikata geçirmek için yazılmış şu kitapları okudunuz mu?”
Yok. Okumadim.
Siz, okuduysaniz, bir kac kelime ile ozetler misiniz.
Bilhassa, size ne faydasi/katkisi olduklari hakkinda.
“Şu fark ile ki, devrim için ölümü göze alan sınıf, insanlık onur ve şerefinin gereği olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve doğal olarak tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir sınıfa göre dost ve düşman gözündeki yeri farklı olur.”
Kirk yil dusunsem, ‘serefli maglup’ olmagi bu kadar matahlastirilabilecek bir paragraf dosenemezdim..
‘Serefli Magluplar Mezarligi’ nerede var, bilmiyorum. Ama, eger varsa, eminim, oraya nur yagiyordur…
Sayın Necip Amcamız,
603 ve 606 numaralı yazılarınızda sanki kızmışsınız, sanki sabrınızda tükenmiş.
Yaşlı köpeğe yeni oyun öğretilmez atasözünü unutmuş olabiliriz. Veya sizin ciddi, çalışkan, uslu, evcilleşmiş, iyi bir tahsilden geçmiş, çok diplomalı iyi bir aile çocuğu olduğunuzu unutmuş olabililiriz. Veya şeker hastalığının sinirleri tahrip ettiğini unutmuş olabiliriz. Veya çocuklukta öğrendiğimiz “Yasam; …, büyüklerimi saymak, …” andımızı unutmuşuz. Veya siz “Yasam; küçüklerimi korumak, …” andınızı unutmuşsunuz, biz küçükleri hoş göreceğinize alışkanlığınızdan dolayı bizleri de sizin gibi ağır başlı, ciddi, daima pazarlığa, ittifaka ve ödün vermeye hazır, dönek, terbiyeli hayal ederek ciddiye almışsınız. Veya … Veya …
Yukarıdakilerin hepsi doğru veya yanlış olabilir, ama bazı gerçekler kesin:
Amacımız sizi sinirlendirmek, kızdırmak, strese sokmak, rahatınızı kaçırmak, sizinle dalga geçmek değil.
Matematik hatalarınızı bulmamız matematiği seviyoruz demek değil.
Bilgilerinizde boşluklar bulmamız bilgiye saygımız olduğunu kanıtlamaz.
Adımıza torpillik yapmanız maalesef boşuna gidecek. Mükafat, diploma, ödün, nam, ün iktidarı elinde tutanların koruyucu köpeklerine attığı kemiklerdir. Bu taktik, üstlerinizin size, sizin alttakilere uyguladığınız taktik. Hayatınız böyle geçtiğinden hem bunu iyi bilirsiniz hem de koruyucu olmaktan bir türlü kurtulamazsınız. Dağıtılan kemiklerin tatlı dil ambalajı, kemiklere erişemeyen talihsizlerin ağzını sulandırma propagandası gözlerinizi kamaştırmış. Hakikat yerine gerçeği görmüşsünüz. Bu sitede sen ve sözüm ona rakiplerinizle ortak noktanız bu: hakikatle gerçeği ayırt edememek.
Hatırlatmada fayda var.
Rakip klonunuz Zileli’den gerçek dünya cilveleri hikmeti: “Yeni kuşak anarşistlerde anarşizmin her türlü ittifaka karşı olduğu gibi yanlış bir algı vardır.”.
Hatırlatmada fayda var. Yine sapıtmışsınız.
“Belki” lafı siz ve rakiplerinizin putları matematikte çok önemli bir daldır, istatistik ve olasılık hesapları. En basitinden, yuttuğun hapların hepsi istatistik hesaplarıyla piyasaya sürülme imkanını kazanır. Tabii, aynı zamanda, senin gibi hayatı bu çeşit hapları yutmakla geçenlerin beyinlerinin neden cıvıklaştığını izah eder. Fizikte, yani olumsal dünya biliminde, epistemolojiden ontolojiye geçişi simgeler, diğer bir deyişle, “Belirsizlik ilkesi”. Bak senin bilgi kaynağın wiki-wacky.
Zavallı Necip’in cahilliğine tek ölçü: “bir daha”, “ardında gelen”, sidik yarışması, yani sonsuz sidik yarışması.
Hatırlatmada fayda var.
Yine wiki-wacky’den süslü püslü, senin gibi adı asil kendi adi laflar toplamışsın.
“yoctometre”, ‘gravitational waves’ ancak sen ve rakipleri gibilerin hürmetle anlamadan yuttukları hapları satmaya çalışıyorsun. Sen bir an olsun tüccarlıktan vazgeçemiyorsun.
Biz tembelliği ve oyunu severiz. Siz ve rakiplerinizin üretici-tüketici dünyası bizi tiksindirir.
Zavallı “610 Anonim “, “devleti ele geçirme” ile “devletçi” arasındaki farkı bile bilmeyecek kadar ya saf ya da Necip gibi kelime aşığı, kelime nanoşu Necip gibi kapı kapı ucuz ve kalitesiz eşya satan bir tüccar.
Yazdıklarının geri kalan kısmı kendi gibi cahillerin gözlerini boyamak için her komünist ülkede ilkokul çocuklarının beyinlerine tıka basa doldurulan masallar. Komünistler gerçeğe uyanmışlar bu herif hala eski ninnilere uyuyor!
Bu yaşta hala bu safsatalara inanan ve yazdıklarından kendisi gibi tam bir burjuva (şimdi artık “orta sınıf” daha uygun ama …) olan Marks’ın müridi olduğu belli bu papağan aynı zamanda dincilerin inandıkları safsatalara güler.
Yiyin birbirinizi yobazlar!
611 de askerleri ölüme gönderici bir general, bir politikacı gibi zırvalamış.
“Biz tembelliği ve oyunu severiz.”
1) Ayinesi istir kisinin; lafa bakilmaz.
Siz ise, surekli bos konusuyorsunuz. Birakin baskalarini, kendinize bile bir faydaniz oldugu supheli.
2) Oyun, geliskin organizmali canlilarin gercek hayata hazirlanmalarinda istifade ettikleri bir surectir.
Siz, geliskin organizmalilardan oldugunuzu varsayarsak, henuz gercek hayata hic adim atamamislikla malul bir intiba birakiyorsunuz.
Benim ‘kutuphane memuru ufuklu atmosfer isgalcisi’ tasvirime bu kadar da cuk oturmaniz gercekten uzucu –fakat, bir o kadar da siradan ve lumpen.
“‘Serefli Magluplar Mezarligi’ nerede var, bilmiyorum. Ama, eger varsa, eminim, oraya nur yagiyordur…”
Bir zamanlar Sünnilerin “galip” olduğu Necef, Kerbela, Samarra, Meşhed, Tahran gibi “Şerefli Mağluplar Mezarlıkları”nda bugün Şiiler mi “mağlup”?
Bugün oralara “nur” yağıyor mu bilmem ama para ve iktidar yağdığı kesin.
Marksizm Fiyaskosu Ve Devletçilik Gerçeği
“Bu lafınızda ‘enstrüman’ kelimesinin anlamları: alet, aygıt, gereç, vasıta, çalgı, araç, cihaz, …
Bunların hiçbir ele alınmadan veya ele geçirilmeden kullanılamaz. Kelimelerin önemini siz kıymetli hocamızdan öğrendik. Lügattaki anlamında algıladık.”
— Siz, icinde gittiginiz her ‘arac’i/’vasita’yi illa ele gecirmek (ya da ele almak) zorunda misiniz?
— ‘Surucu’,r sizce, ‘iktidari ele gecirmis bir egemen’ midir hep?
— Icindeki yolculardan birisi olursaniz mi ‘arac’in/’vasita’nin nereye/nasil gideceginde soz hakkiniz olmak ihtimali daha yuksektir, yoksa, disaridan/haricten gazel okuyarak mi?
Evet, kelimeler onemlidir. Fakat, o onemi galiba cok yeni yeni idrak etmege baslamis olmanizdan olacak ki, pek de acemi secicilikler sergiliyorsunuz.
Kronstadt Fiyaskosu Ve Anarşizm Gerçeği
Tüm sorunların kaynağı Kemalizm/Balkan oligarşisi – AKP/Anadolu oligarşisi mi emperyalizm mi? (Ve “FETÖ” gibi ABD emperyalizmi piyonları, Avrasyacı İP/VP gibi Rus-Çin emperyalizmi piyonları mı?)
Veya tüm sorunların kökü içeride mi dışarıda mı?
Ya da bunların her ikisi de mi?
İşgüzar Necip, İşgüzar anarşitler, İşgüzar Devrimciler ve Tatlı Tembellik
İnsanlar iktidarı ele geçirmiş kovboylarla suç ortakları tüccarların üç kağıdına geleli çalışmanın kafayı yemeye neden olduğunu iki ünlü burjuva temsilcileri ileri sürdü. Ekonomide Marks, psikolojide Freud.
Ne var ki, aşağıdaki sözü Marks değil Freud söyler.
“Toplumları yönlendiren neden, en son tahlilde, ekonomik nedendir.”
Seks hayatından mahrumluklarını işgüzarlıkla telafi edip Necip gibi kafayı yiyenleri ancak Freud görebilirdi.
“Sevmek ve içki içmek, tembel olmak hariç her şeyde tembel olalım”
Gotthold Ephraim Lessing
Bu sitede senin gibi bir işgüzar, devrim at gözlükleriyle bakan bir hasta siteyi sizlere benzer çalışkanlık hastalığına yakalanmış İspanyol anarşistlerle süsler ama İspanyolların işgüzarlık salaklığına 19. yüz yılda katılma başlangıcı belgelerinden habersiz.
“İlkelliği daha körelmemiş İspanyol için çalışmak en adi köleliktir.”
Duke of Osuna
“Sağlık rahat etmektir.”
İspanyol Atasözü
Antik Yunanlılar çalışmayı kölelere yaptırdılar. Ve böylece, sizde işgüzarlıktan anlamak kabiliyeti kalmışsa, Malthus tuzağına düşmediler.
“Tembelliği bize tanrı verdi”
Virgil
“Allah 6 gün çalıştı, sonsuza dek rahat etti”
Eski Ahit, İncil, Kuran
” İnciçiçeklerine (kör Necip hariç) bakın. Ne çalışıyor ne de eğiriyor. Buna rağmen şanlı Hz Süleyman’ın kaftanı bile bu kadar muhteşem değil.”
İsa
Tembellik bütün kötülüklerin başı, bütün erdemlerin tacıdır.
Franz Kafka
Tembellik, bütün kötülüklerin kökü değil, salt iyi olandır.
Soren Kierkegaard
In Praise of Idleness
Bertrand Russell
Binlerce daha var ama en iyisi sizler gibilere gıcık vermek.
Sizler gibi marksist-anarşist-sağcı-solcu orta sınıf devrimciler ancak, eğer yaşlıysanız beyin ameliyatıyla, gençseniz bol bol seksle tamir edilip bu sapık hastalığınızdan kurtarılabilinir.
İşte bizler gibi lümpenin şiirinden bazı kısımlar ve son “dörtlük”.
Ama eğer Kilisede bize içki ve ateş verseniz,
Bütün gün türkü söyler dua eder, Kiliseden çıkmayız.
…
Papaz da vaaz verir, içer, türkü söyler,
İlkbahar kuşları gibi neşe dolarız.
…
Allah da çocuklarının kendisi gibi neşeli,
Keyifli olduğunu görür,
Şeytanla, içkiyle kavgasından vazgeçer,
Öper Şeytanı, verir ona elbise içki.
Haydi darısı kölelikten kurtulmayı kölelikte bulan sizlere.
Necip’in atmosfer işgalcisi muhatabı çok konuşup hiçbir şey söylemiyor.
İsmet Özel’in “Üç Mesele” adlı kitabını merak edip almıştım. Ama okurken (başka bir atmosfer işgalcisinin yazdıklarını okurken olduğu gibi) zorlanmıştım.
Sosyalist – devrimci – anti-kapitalist iken (ve belki de bunun da bir katkısıyla) garip bir değişim geçirip kafası güzel (veya daha doğrusu daha da güzel) bir hale gelen bir kişi için normal aslında.
Bir yerde şöyle bir şey diyordu: “Günümüzde Müslümanlara yöneltilen “çağdışı” kalma ithamı çağın çirkefi dışında kalmak anlamına geliyorsa ne güzel, keşke bu iltifata layık olabilsek.”
Buna “züğürt tesellisi” denebilir mi bilmem (ki “keşke” dediğine göre tartışılır) ama bildiğim en büyük züğürt tesellileri başka bir atmosfer işgalcisine ait.
Erdoğan’ın yaveri Vahdettin’in yaveri / Ahmet Hakan
KOCAELİ’nde sersemin teki, şöyle bir şey zırvalamış:
Erdoğan’ın yaveri Erdoğan’a ihanet etti.
Vahdettin’in yaveri Vahdettin’e ihanet etti.
Bütün yaverler hain.
Erdoğan’ın yaveri kimdi?
Kim olacak?
Sümüklü bir vaiz bozuntusuna iradesini teslim eden, halkın üzerine ateş açan bir kalkışmaya omuz veren, emperyalistlerin amaçlarına hizmet eden, milletine kalleşlik yapan zavallı bir ödlektir.
Peki Vahdettin’in yaveri kimdi?
Kim olacak?
Zelil ve perişan bir imparatorluğun küllerinden bir umut doğuran, kelle koltukta yollara dökülen, hakkında çıkarılan idam fermanlarına zerre aldırmadan milletinin istiklali için savaşan, en umutsuz andan büyük bir umut doğuran ATATÜRK’tür.
İki yaveri değil birbiriyle kıyaslamak…
Aynı anda akla getirmek bile…
“Ben şerefsizin tekiyim” diye bağırmak gibi bir şeydir.
Sadece bu da değil!
İşin içinde bir de…
Yunan adasına gitmeyi bile reddeden Tayyip Erdoğan’ı, İngiliz gemisine binip kaçan Vahdettin’le özdeşleştirmek gibi bir şapşallık da var.
Kısacası…
Şerefsizce bir şapşallık ya da şapşalca bir şerefsizliktir söz konusu olan.
[Yakın zamanda, başka birçok kişi gibi, bu papağanlara değer veren bir büyüğümüz herhalde şimdilerde aynı düşünmüyor. Zaten öyle olsa eskisi gibi yazılarına sitesinde yer verirdi. Fakat kendisine haksızlık etmeyelim: Bu papağanlar o zaman cümle kurabiliyorlardı, son günlerde bu hale geldiler.]
Aynı yerden, Balkan Oligarşisi Medyası Ezen Ulusçuluğu:
Dertleri “Kerkük Kimindir?” değil “Güney Kürdistan – ve dahi Kuzey, Batı ve Doğu Kürdistan – Özgür Olmalı Mı?” olanların sorusu
KERKÜK KİMİNDİR SORUSUNA CEVAP VEREN TÜRKÜLER
NERMİNE Memedova ve Sinan Seid’den “Evlerinin Önü Yonca” türküsünü dinlediğinizde…
Abdurrahman Kızılay’dan “Altın hızma mülayim” türküsünü dinlediğinizde…
Yine Abdurrahman Kızılay’dan “Kalenin dibinde taş ben olaydım” türküsünü dinlediğinizde…
Mehmet Özbek’ten “Mum kimin yanan Kerkük” türküsünü dinlediğinizde…
Abdülvahit Küzecioğlu’dan “Kâr etmez ahım sen gülizara” türküsünü dinlediğinizde…
Abdulvahap Sait’in derlediği “Beyaz gül, kırmızı gül, güller arasından gelir” türküsünü dinlediğinizde…
“Kerkük kimindir” sorusunun cevabı kabak gibi ortaya çıkar.
Necip’in Televizyon Dizi Arşivi
Sayın Necip Hocamız,
Televizyon dizinizin arşivlerine doyum olmuyor. Dünyayı ıslah etmekte derin bilgilere sahip, enerji ve gençlik dolu ihtiyar ve genç işgüzarları olan siz, Zileli abimiz, Perinçek amcamız, Özgür Üniversite öğrencileri, sağcı ve solcu devrimciler, sağcı ve solcu anarşistler, günlük medya izleyip koca kellerinizin süzgeci algoritmasından geçirerek vatandaşlık, demokratik ve insan hakları konularında katkılarınız, özellikle okuma yazma bilmeyen veya bilen ama anlamayan mağdur halklarımıza uzattığınız yardım elleri gözlerimizi yaşlarla dolduruyor.
“Ben, bu amacla var olan (ya da kullanilabilecek olan) en elverisli enstrumanin ‘devlet’ oldugu kanaatindeyim.”
Yukarıdaki eşsiz kanaatiniz boşuna gitmedi!
Finn adlı bir köpek sizin dilinizi anlamış ve Kanada’nın St John şehrinde belediye başkanlığı için aday olmuş. Yapılan mülakatta her sorulan soruya aynı sizin gibi aynı cevabı veriyor. Havlıyor.
Köpeğin diğer ve halkın desteklediği en önde gelen özelliği sizin gibi çalışkan olması. Halk arasında yapılan ankete göre Finn’in seçimi kazanacağı kesin. Finn aynı sizin gibi yorulma bilmez bir Avustralya çoban köpeği.
Yazımızın gocunanlar tarafından sansür edilmemesi için, “teşbihte hata olmaz” lafını da hatırlatmak isteriz.
“Sermaye düzenine karşıyız” diyenler sermaye medyasının düzen tetikçisi kalemleri olan Ahmet Hakangilleri yeterince teşhir etmiyor! Varsa yoksa AKP diktatörlüğü! Siyasi diktatörlüğün herkes farkında. Ya medyatik diktatörlüğün? İdeolojik-kültürel diktatörlüğün? Sermaye diktatörlüğünün bütün dallarının kökleri aynı ağaçta değil mi?
AKP diktatörlüğü yok. 90 küsur yıldır aralıksız süren TC devleti diktatörlüğü ve ezici çoğunluğu onu destekleyen, sadece sistem-içi kavgalarda uzlaşamayan dünyanın en devletçi / militarist / aşırı milliyetçi / lidere tapıcı toplumu olan Türkleş(tiril)miş Anadolu ve Balkan halkları var:
Ünlü anketçiden CHP’ye uyarı: Oyu yüzde 9’a düşer
SONAR Araştırma Şirketi Başkanı Hakan Bayrakçı, Habertürk canlı yayınında CHP’li Tanrıkulu ile ilgili dikkat çeken bir yorumda bulundu.
SONAR Araştırma Şirketi Başkanı Hakan Bayrakçı, SİHA’ların sivilleri vurduğu iddiasını ortaya atan CHP’li Tanrıkulu konusunda parti yöneticilerini uyardı.
“11 GÜN İÇİNDE YÜZDE 9’A DÜŞER”
CHP’ye yakınlığıyla bilinen Bayrakçı, Tanrıkulu’nun SİHA’ların sivilleri hedef aldığı yönündeki iddialarının bir tarafa bırakılması gerektiğini belirterek, “Ama Tanrıkulu’nun bu konularda tabii ki HDP’ye daha yakın duran bir yapısı olduğu biliniyor. Şu da bir gerçek ki Sezgin Tanrıkulu’nun önerdiği politikalarla CHP yürüyecek olsa 11 gün içinde oyu yüzde 9’a düşer. Çünkü PKK lanetlenmiş bir örgüttür. Yüzde 80 hiç sevmez.” dedi.
–
Sonuç:
Dünyadaki diğer halkların aksine iflah olması imkansız görünen düzenperest / devletperest / liderperest bir halkı toplumsal devrim için örgütlemeye çalışmak gibi imkansız bir amaç uğruna ömürler boşa harcanmamalı. Bu toplum çoğunluğundan mümkün olduğunca uzakta bir köşeye çekilip ne halleri varsa görmeleri beklenmeli. Ülkede yaygın olan sistem-içi kavgalar ile diğer apolitik, ailesel ve kişisel kavgalar, özellikle aşırı kalabalık yerleşim yerlerini vuracak olan doğal afetler, trafik yoğunluğu ve kazaları ve diğer kaza türleri gibi olaylardan da mümkün olduğunca uzakta.
‘Kronstadt Fiyaskosu Ve Anarşizm Gerçeği’
Cehaletim beni hep korkutmustur.. Bu da ona katkida bulunan bir baskasi.
Bu konuyu hic bilmiyordum –duyup/okuyup gectigim dahi supheli.
Surada bir Turkce metinde geciyor:
https://www.geocities.ws/anarsistbakis/makaleler/guerin-03b-rusdevriminde.html
Surada da var, Ingilizce, ve ‘Kronstadt Isyani’ olarak geciyor.
https://en.wikipedia.org/wiki/Kronstadt_rebellion
Benim ilgimi ceken, Turkce metinden yola cikarsam, bu ‘isyan’i anarsizm baglaminda ele alisi..
Ilginc, cunku, benim bakitigimn yerden, anarsizm (yani, otorite tanimazlik) bireysel olmak zorundadir. Yani, organize olamazlar; olsalar bile orta/uzun vadede koordinasyon (bir liderlik etrafinda kumelenmek) imkansiza yakin derecede zordur.
O sebeple, ben de bu hareketi bir ‘isyan’ saymanin daha isabetli olacagini dusunuyorum.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/zarrab-caglayan-ve-diger-hukumet-yetkilileri-halk-hesap-sormazsa-emperyalist-santaj
Hem faşizm ve diktatörlük karşıtı anti-kapitalistlerin, hem de kapitalizmi ortadan kaldırmak yerine ıslah etmeyi öneren anti-kapitalizm eleştirmenlerinin okuması gereken bir yazı:
Kapitalizm ve demokrasi
Mustafa Kemal Coşkun
Eylül 13, 2017
Kapitalizm ve demokrasi arasında şöyle bir bağ kurulur: bir ülkede kapitalizm gelişmişse demokrasi de gelişmiştir/gelişir ya da bunun tersi, demokrasi yoksa kapitalizm gelişmez. AKP iktidarının istibdat yönetimi altında buna şöyle bir ilişki de eklendi: bir ülkede demokrasi yoksa yatırım da olmaz, sanayi de gelişmez filan. Üstelik bu ikincisini sadece liberaller değil bazı sosyalistler de dile getirir oldular. Bu yüzden de AKP otoriter bir yönetime meylettikçe ekonomi çökecek, yatırımlar azalacak, işsizlik artacak, dolayısıyla iktidarı da çökecekmiş gibi fazlasıyla indirgemeci bir yorum buna eşlik ediyor zaman zaman.
Kapitalizm, sadece üretim sürecinde karşımıza çıkan bir işçi-işveren ilişkisi değil, bir toplumsal-ekonomik sistemdir. Bu sistem, değişik siyasal sistemler içerisinde işleyebilir. “Liberal demokrasi”, “devlet kapitalizmi”, “faşizm” gibi rejimler kapitalizmin çeşitli uygulamalarından birkaç tanesidir. Dolayısıyla liberal demokrasi, kapitalist ilişkilerin sürdürülebilmesi açısından tek siyasal yönetim biçimi değildir. Bu türden uygulamalar, kapitalist sistem içerisinde egemen burjuva sınıflarının ekonomik/siyasal/ideolojik ihtiyaçlarına ve sınıf mücadelesinin seyrine göre ortaya çıkarlar, yani onların ihtiyaçlarına göre ya liberal, ya devletçi, ya faşist ya da başka türden rejimler oluşur. Dolayısıyla, diyelim Keynesyen uygulamalar kapitalizmin sürekliliğinin sağlanabilmesi, daha doğrusu burjuva sınıfının ihtiyaçları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Kapitalist sosyal devlet Keynesyen kapitalizmden başka bir şey değildir zira. Kaldı ki, kapitalist sistemde devletin şu ya da bu biçimde piyasaya/ekonomik yaşama hiçbir biçimde müdahale etmediği tek bir kapitalist ülke yoktur. Kapitalizm, devlet işin içine karışmadan kendi kendisini düzenleyemez; ne var ki, devletin işin içine karışması, kapitalizme karşı yapılan bir şey değil, tersine, bizzat kapitalistlerin/burjuva sınıfının ihtiyaçları nedeniyledir. Devletin hiçbir biçimde müdahalede bulunmadığı bir liberal kapitalist sistem, olsa olsa Hayek’in rüyalarını süsleyen bir ütopya olarak kalmıştır bugüne kadar. Kaldı ki, devletin piyasaya müdahalesini geniş halk kitlelerinden çok sermaye sınıfı istemektedir. Örneğin 1980’li yıllardan bu yana “serbest piyasa” şampiyonluğu yapan liberaller, kriz koşullarında hükümetlerin piyasaya müdahale etmesine, devletleştirme atağını gerçekleştirmesine alkış tutmaktadır.
Durum bu ise, her kim AKP’nin otoriter rejimi altında, yani sırf liberal demokrasi yok diye, gerek ulusal gerekse uluslararası sermayenin yatırıma yönelmeyeceğini, ülkeden kaçacağını düşünüyorsa büyük bir hata içindedir. Sermaye sınıfının farklı fraksiyonlarından hiçbirinin ülkede demokrasi olup olmadığına ilişkin bir endişesi yoktur, olsa olsa kârlılık endişeleri olur. Eğer kâr ve sermaye birikimi, daha otoriter, daha faşist bir siyasal rejim altında elde edilecekse, hiçbir sermaye sahibi buna itiraz etmeyecektir. Bugünkü yaşadığımız otoriter rejim de burjuva sınıfının ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkmıştır.
Bu söylediklerimizi, topluma bir sözü olan sosyalistleri şu aşağıdaki sözleriyle resmen işsiz bırakan Tayyip Erdoğan zaten kanıtlamamış mıdır? “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum: İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde Türkiye’de OHAL vardı, ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i.”
Şimdi soralım: işçi ve emekçilerin seslerinin kısıldığı, ücret taleplerinin baskılandığı bir yerde burjuvazi neden yatırımdan kaçınsın ki? Bu durumda eğer şu anda yatırımdan kaçınıyorsa, bunun altında başka bir şey aramak gerekir, demokrasinin olmamasını değil.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/kapitalizm-ve-demokrasi
“Eğer bu lafı eden Necip değilse”
Ben yazmadim.
“Çok basit anlamda kaosun tanımıyla başlayalım.”
‘Entropy’den bahsetmege calistiginiz asikar.
Asikar olan bir baska sey daha var: Orta cag biliminde kalmis kafaniz: Hala daha ‘statistical mechanics’ gozlugunden bakiyorsunuz.
‘Ergodic Theory’den [ https://en.wikipedia.org/wiki/Ergodic_theory ] bihaber sallayip gidiyorsunuz.
Bilmemek, tabii ki, ayip degil; ama mektebinde okumak konusunda bir gayret sergileMEmek ayiptir. Hem de cok.
“Eğer İKTİDAR yüce TANRI NECİP’İN dediği gibi her zaman ve her yerde olan, hiçbir zaman yok edilemeyecek ancak el değiştirecek bir nesne, bir varlık, yok olması imkansızsa, var olmasıyla yokluğu arasındaki fark bilinemez.”
Kuzum, sizin kafaniz cok fena karisik..
Kavramlar ile fiziksel varliklarin (enerji dahil) arasindaki farki dahi idrak edemiyor, klavyenin uzerine limbo raksi icra etmege kalkisiyorsunuz.
Kavramlardan bahsediyoruz..
‘Iktidar’ dediginiz sey, evet, bir kavramdir.
Simdi, (cok zayif bir ihtimal de olsa) anlayabileceginiz umidiyle, yazdiklarinizin baslarinda adini koyamadan yaveleyip durdugunuz kavram, yani, ‘entropi’den bahsedelim.
Tipki, ‘iktidar’ gibi, ‘entropi’ de bir kavrami temsil eder. Tek fark, ikincisini bir formulle temsil edebiliyoruz.
Sizin limbo raksiniza bakarsak, ‘entropi’yi de yok edebilmemiz lazim –ya da “var olmasıyla yokluğu arasındaki fark bilinemez”..
Oyle mi?
‘Carikli erkan-i harp’ misali bilgiclik taslayan atmosferik sagil muhatabim benim.
Elbiseloji
Kralın gözle göremediğin giysilerinden bahsetmek ne zevkli muhabbettir! Biraz metafizikle uğraşmış, spekülatif ilimlere aşina biri bunu bilmez mi?
Gözün görmez çünkü şeytan gözünü karartmıştır: önce buna inanman lazım. Bunca kıymetli hocanın, evliya ve enbiyanın “gördüm” dediği giysileri görememen günahkâr nefsinin sana oynadığı bir oyundur. Nefsini inkârla işe başlarsın.
Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Günde beş vakit o güzel giysileri övmeyi öğrenirsin. Kralın giysileri ipek midir keten midir? Dün giydiğini bugün de giyer mi? Kumaşı insan kumaşı mıdır yoksa manevî âlemin sırrı ile mi dokunmuştur? Bu konuları binlerce yıldan beri tartışan âlimlerin ilmine ve ustalığına hayran olursun.
İnsan aklı başlangıç noktalarını sorgulamakta tembeldir. Başlangıcı bir kez kabul ettikten sonra önünde deryalar gibi kütüphaneler açılır. Kralî elbiseloji ilminin ummanına dalar, görülmedik lezzetlerle tanışırsın.
Mübarek perşembe günleri kralın en muhteşem giysilerini giydiğini söylerler. O gün herkesle beraber “ooo!” diye haykırıp secdeye gelmeyi öğrenirsin.
Kırk yılın başında çocuğun biri çıkar “ama kral çıplak!” der safça. Önce onu sevecenlikle uyarırsın. “Şeytana uyma” dersin. Halkla beraber secde ederse zamanla onun da elbise ilminin derunî lezzetine varacağına güvenirsin.
Israr ederse susturursun. Düzelme ihtimali olmayacak kadar yaşı geçkin bir çocuksa, mecbur, katledersin.
Çünkü hakikat zehirdir. Şeytana emanet ettiği iç kalbinde bütün insanlar hakikati bilir. Biri yüksek sesle hakikati söylerse hiç belli olmaz, birden bakarsın milyonlar uyanıvermiş, “aa tabi ya, biz de biliyoruz kral çıplak!” diye itiraf edivermiş.
Sevan Nişanyan, 26/09/2009, Taraf
“büyük laflarla dolduruyor”
‘Carikli erkan-i harp’ misali bilgiclik taslayan bir atmosferik şagil icin buyuk gelmesi benim sorunum degil.
“Ulus” Yok Ulus-Devlet Egemenleri Yalancı
“Ümmet” Yok Ümmet’in Ruhbanları Yalancı
“Vatan” Yok Vatan İçin Öldürüp Öldürtenler Yalancı
“Kitap” Yok Ehl-i Kitap Yalan
“Sünnet” Yok Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat Yalan
Stockholm sendromu = Celladına (Ulus-Devlet’e tapan ulusçu/devletçi “işçi sınıfı”na/halk çoğunluğuna) tapmak
Allah – Kapitalizm – İklim
Neden Arabistan’da topluca “yağmur duası”na çıkılıp da kum çölleri bol yağmur sularıyla verimli tarlalara, ovalara dönüştürülmüyor? Yoksa ülkemizde okunan duaların içeriğiyle Arabistan’da okunanların özü ayrı mı?
Aynı şekilde neden “küresel ısınmayı durdurma duası”na çıkılmıyor? Yoksa küresel ısınmayı yaratan iklim tanrısı Allah değil de Kapitalizm olduğu için mi?
Ben bilmedim ki ben kimim
Hayretteyim hayretteyim
Ben bana hiç ben diyemem
Hayretteyim hayretteyim
Gözümdeki kimdir gören
Gönlümdeki kimdir duran
Kimdir nefes alıp veren
Hayretteyim hayretteyim
Dilimde kimdir söyleyen
Kulakta kimdir dinleyen
Kimdir bu idrâk eyleyen
Hayretteyim hayretteyim
Elimdeki kimdir tutan
Tuttuğunu geri atan
Kimdir alan kimdir satan
Hayretteyim hayretteyim
Bu adımım kimdir atan
Ağzımdaki lezzet neden
Bu çiğneyip kimdir yutan
Hayretteyim hayretteyim
Tenimdeki canım neden
Gözümdeki kanım neden
Bu dînim îmânım neden
Hayretteyim hayretteyim
Seyyid Nizâmoğlu heman
Her iş Hakk’ın tutma güman
Ya pes nedir yahşi yaman
Hayretteyim hayretteyim
“İnsan, zahirde muhtar, hakikatte mecburdur.”
Yani, insan, görünüşte irade sahibi, gerçekte mecburdur.
–
Muhtar: ihtiyarlı = iradeli, (istediğini) seçen, aynı zamanda ihtiyar edilen = seçilen
İhtiyar Heyeti: Seçim Kurulu
[Sahibü’l-]İhtiyar: Seçilme [sahibi] = Seçilme hakkına sahip olma yaşının üzerinde olan
–
(Bu yorumun yazılması da zahirde ihtiyari, hakikatte gayr-ı ihtiyaridir.)
“Düşman, henüz amacımızı açık olarak anlamış değil. Hepimizin Minas Tirith’e gittiğini varsayıyordu; çünkü eğer bizim yerimizde olsaydı, onun yapacağı şey bu olurdu. Ve onun irfanına göre bu kendi gücüne vurulabilecek ağır bir darbe olurdu. Aniden ortaya çıkarak Yüzük’ü kullanacak ve onu savaşla tahtından indirip yerine geçmek isteyecek güçlü kişinin kim olduğunu bilmediğinden, aslında büyük bir korku içinde. Bizim onu tahtından indirip, yerine kimseyi geçirmek istemediğimiz onun aklına hiç gelmeyen bir düşünce. Yüzük’ün kendisini yok etmeye çalışıyor olduğumuz onun en karanlık düşlerine bile girmemiştir daha. Bu da bizim şansımız, umutlarımızı artıran bir şey, göreceksiniz. O bir savaş hayal ettiği için savaşı başlattı, kaybedecek vakti olmadığını düşünüyordu; çünkü ilk darbeyi indiren, eğer yeterince ağır bir darbe indirebilirse, bir daha vurmak zorunda kalmayabilir. Böylece uzun zamandır hazırlamakta olduğu güçleri artık harekete geçiriyor, zamanından önce. Akıllı ahmak. Çünkü eğer tüm gücünü Mordor’u korumak için kullansaydı ve kimsenin oraya girmemesini sağlasaydı; bütün kurnazlığını da Yüzük’ü bulmaya adasaydı o zaman hakikaten umudumuz azalırdı. Ne Yüzük, ne de taşıyıcısı kendini ondan uzun süreli sakınamaz. Ama şu anda gözleri evinin yakınlarına bakınacağına uzaklara çevrilmiş; çoğunlukla da Minas Tirith’e bakıyor. Çok yakında bütün kuvveti buraya bir fırtına gibi inecek.”
…
“Ve uzaklarda, tam Frodo onun diyarının tam kalbinde, Sammath Naur’da Yüzük’ü takıp onun kendisine ait olduğunu iddia ederken Barad-dûr’daki güç sarsılmış ve Kule temelinden o mağrur ve sert tepesine kadar sallanmıştı. Karanlıklar Efendisi aniden onun varlığından haberdar oluverdi ve Göz’ü bütün gölgeleri parçalayarak ova üzerinden kendi yapmış olduğu kapıya baktı; ahmaklığının büyüklüğü, gözleri kör eden bir şimşek gibi gözleri önüne seriliverdi; sonunda düşmanlarının oyunları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine gazabı yakıp yok eden bir alev gibi parladı ama korkusu da engin, kara bir duman gibi onu boğmak için yükseldi. Çünkü kendisi için en büyük tehlikenin ne olduğunu, sonunun nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlamıştı. Aklı tüm tedbirlerinden, korku ve hamlık ağlarından, tüm harp hilelerinden, savaşlardan arınıverdi, bütün diyarı boyunca bir titremedir aldı, esirleri sindi, orduları durdu, idaresiz kalan, amaçları kalmayan komutanları tereddüt ederek ümitsizliğe kapıldılar. Çünkü unutulmuşlardı. Onları kullanan Güç’ün bütün aklı ve amacı artık inanılmaz bir kuvvetle Dağ’a çevrilmişti. Çağrısı üzerine kulakları yırtan bir çığlık ve son, çaresiz bir hızla, rüzgârdan da hızlı uçtu Nazgûl, yani Yüzüktayfları, kanatlarının fırtınasıyla güneye, Hüküm Dağı’na doğru fırladılar.”
“635 Necip hala”
Kac defa soyledim; boyle akrabalik ihsas eden sifatlardan kacinmak lazim.
“kafasını duvara vuruyor”
Evet. ‘Duvar’ da siz oluyorsunuz.
Kylo Ren: “You need a teacher! I can show you the ways of the Force!” (Bir öğretmene ihtiyacın var! Sana Güç’ün yollarını gösterebilirim!)
Devrim Öğretmeni: “You need a teacher! I can show you the ways of the revolution!” (Bir öğretmene ihtiyacın var! Sana devrimin yollarını gösterebilirim!)
Diyar-ı kapitalizmi gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-i sosyalizmi bütün virâneler gördüm
Bulundum ben dahi Dârü’ş-şifâ-yı Kremlin’de
Troçki’yi beğenmez anda çok divâneler gördüm
Huzûr-ı kûşe-i meyhâneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethâneler gördüm
Cihan namındaki bir maktel-i âm’e yolum düştü
Gulag derler anda bir nice salhâneler gördüm
Ziya değmez humârı keyfine meyhâne-i dehrin
Bu işretgehde ben çok durmadım ammâ neler gördüm
Necip’le yazışan kişiye soru:
Mülteci akımlarının daha çok “Batı” toplumlarına yönelik olmasının sebepleri sizce neler olabilir?
Sizin “medeniyet” eleştirinizi anlayabiliyorum, dünya genelinin “zaten Batılılaştığını”, tekilliğin, tekçiliğin hüküm sürdüğünü sürekli hatırlatıyorsunuz bu sayfada.
Daha güncele odaklanırsak, kendi topraklarından ayrılmaya mecbur bırakılmış insanlar (“mülteciler”), niçin Batı coğrafyasına ulaşmak istiyorlar da, Doğu coğrafyasına ulaşmak istemiyorlar?
(Eğer varsa) “çözüm”ü, Batı toplumlarında bulabileceklerine mi inanıyorlar?
“Doğu medeniyeti”nde varolduğu söylenegelen ve pek çok Doğu medeniyetinde gerçekten var olan despotluktan kaçıp, “Batı medeniyeti”ne ulaşmak istemelerinin sebepleri sizce neler olabilir? Batı medeniyetindeki despotluk, Doğu’dakine kıyasla daha mı yumuşak?
“Bizim için öncü olmaları gerekirken, bizleri boşluğa sürüklüyorlar.”
Ne aradiginiza karisamam, tabii ki.
Cok olsa onerilerim olabilir.
Benim onerim su: Kendinize ‘öncü’, ‘onder’, ‘lider’ filan aramayin.
Onlarin hatalarina da ortak olmus olursunuz.
Kendi akliniza dayanin.
Yeterli olmuyorsa, ‘boşluğa sürüklüyor(lar)’ diyerek baskalarini itham etmeniz cozum degil, olsa olsa, mazaret uretir.
Anonim 652’nin sorusu güzel ve örnekleri çoğaltılabilir ama şu yeter:
Medeni olmayan, Muhammed ve birkaç akraba ve arkadaşı dışında hemen hepsi yoksullar ve kölelerden oluşan ilk Müslümanlar neden “Medine”ye = “Medeniyet”e hicret ettiler?
Ve dolayısıyla, Medine’nin ardından Şam, Bağdat, Kahire vb. gibi diğer “medeniyet merkezleri”nin kuruluşuyla sonuçlanacak bir sürecin başlatıcısı oldular?
Sorun, “medeniyet”i -ister bilerek, ister bilmeden- kuran gayr-ı medenilerde değil mi?
Yukarıdakine bir ek:
Fetihleri ile yeni bir medenileşme dalgası yaratarak “barbarlık”tan çıkan barbar Moğolları, keza, Selçuk Bey ve Osman Bey’in imparatorluk kuran barbar Oğuz’larını da unutmamak lazım.
Mısır’da Abbasiler’in barbar Türk köle/memluk komutanlarının kurduğu Tolunoğulları’nı, İhşidi’leri,
Kuzey İran’ın dağ barbarları Deylem’lilerin Abbasiler’in Irak’ını istila ederek kurduğu Büveyhi’leri,
Ve Fas’ın barbar Berberileri’nin (“Berberi” adı da “barbar”dan gelmiyor muydu?) Endülüs Emevileri’nin topraklarında kurduğu Murabıt’ları, Muvahhid’leri de.
Tabii istila ettikleri bu medeni Abbasiler ve Emeviler’in de bir zamanlar onlar gibi “barbar” olduğunu da.
Medeni Roma’yı yıkan barbar Cermenler ise halen dünyaya hakim olan medeniyeti kurdukları için onları saymıyoruz bile.
Bir de temellerini Vehhabi çöl barbarlarının attığı Suudi medeniyeti var.
Hesapta ‘solcu’ olacaksiniz..
Su magdura, su garibana, ‘Acimasiz Devlet’in kestigi cezaya hangi vicdanla kayitsiz kalabiliyorsunuz.
http://t24.com.tr/haber/luks-araca-yuksek-egzoz-sesi-cezasi,442878
Hadi, hep bir agizdan: Izmir’in daglarinda cicekler acar..
654’den, galiba “yukarıdaki” diye bahsettiğim önceki yorumum gelmemiş, karışıklık olmaması için tekrar deneyeyim;
Anonim 652’nin sorusu güzel ve örnekleri çoğaltılabilir ama şu yeter:
Medeni olmayan, Muhammed ve birkaç akraba ve arkadaşı dışında hemen hepsi yoksullar ve kölelerden oluşan ilk Müslümanlar neden “Medine”ye = “Medeniyet”e hicret ettiler?
Ve dolayısıyla, Medine’nin ardından Şam, Bağdat, Kahire vb. gibi diğer “medeniyet merkezleri”nin kuruluşuyla sonuçlanacak bir sürecin başlatıcısı oldular?
Sorun, “medeniyet”i -ister bilerek, ister bilmeden- kuran gayr-ı medenilerde değil mi?
Sağ ve kötülükle işbirlikçi bir dizayn! ”Necip”. Sanki hiç masum bir çocukluk yaşamamış, hiç yoksulluk çekmemiş beberuhi. Sanırım ‘Cumhuriyet düşmanlığı maarifi’ tezgahtan geçmiş bir kişi. Şaşırtıcı olan, yaşamın ve savaşımın bilinçli koca kurdu Gün Zileli’nin sitesinde bu adamın bulunması. ‘İzmir’in dağlarında çiçekler açar’ın düşmanlığı müthiş bir satılmışlık ve kiralanmışlık tezgahıdır. Bu ”dizayn”ı var eden kötü ve yılışık, laubali eğitme, yetiştirme düzeninini ben yıllarca düşman bilirim ve bundan da çok memnunum.
“Bu ”dizayn”ı var eden kötü ve yılışık, laubali eğitme, yetiştirme düzeninini ben yıllarca düşman bilirim ve bundan da çok memnunum.”
Goruldugu uzere, ‘kindar’ olmak icin ‘dindar’ olmak gerekmiyor.
Memnuniyetinizin daim olmasini dilemekten oteye ne diyebilirim ki.
Az oncekini ben yazdim. Ama, galiba, ‘anonim’ gitti
yukarıda gücü gücüne yeten yamyamlar var yamyamistanta
652, 654 ve 659
Sanırım aynı kişisiniz.
Ortada uzuyup gidebilecek bir sorun var gibi. Medeniyet sözcüğüne muğlaklık, karasızlık, kaçamak, iki anlamlık taşımayan kesin kes bir tanım verebilinir mi? Çok daha isabetli söylersem, Medeniyet’in soyut ve dolayısıyla yararsız bir tanımı var mı?
Var. Çoğu antropolojik veya daha doğrusu siyasi antropolojik tanımlar. Bazılarını çok beğenirim. En sevdiğim ve anlaşılmayacağından emin olduğum bir örnek: “İlkellerde BİZ, medenilerde TEK.”
Benim medeniyet tanımım günümüze egemen olan Medeniyet’in, dünya düzeninin doğuşu ve gelişmesiyle oluşan bir varlık. Neolitik devrim adı altında bitki ve hayvanların evcilleştirilmesiyle ve Mezopotamya’da ortaya çıkan şehir, devlet, bürokrasi, iş bölümü, tapınak, yazı, okul, ilk makine diyebileceğimiz yığın insanların organize edilerek dışarıdan bir komutla çalıştırılması, yasalar, insan/doğa (Gılgamış/Enkidu) ayırımı içeren siyasi toplum.
Gereksiz tekrarlamaktan kaçınmak için ben buna M diyeceğim.
Açıklama: Bazı yeni araştırmalar kan ve akrabalığa dayanan toplum / siyasi toplum ayırımını kabul etmiyor. Ama ben bu akademik inceliklere dalmayı gereksiz buluyorum. Bence, insan insan olalı toplumlar iki türlü organize oldular: Akrabalık/Devlet.
İlk önce, çok az sayıda bazı gözlemler: Uzun sürede M önüne çıkan engellere karşı devasa bir üstünlük arz eder. Bir savaşta gıda birikimi olmayanlar çok kısa bir süre savaş edebilirler. Hatta ben M öncesi savaş yoktu, mahalle kavgaları vardı derim. M kaybetse de tekrar kendini toplar ve daha etkili bir savaş yapar. Çin duvarını yapar zamanı gelince daha da genişler. Belleğini taşa geçirip birikmiş bilgiyi nesillere aktaran M çok daha etkilidir. M’e karşı etkili bir direniş yapabilmek için onun gibi olman şart, tabii eğer bu yolu seçersen, sizin ima ettiğiniz gibi eninde sonunda M olup çıkarsın.
Konu çok uzayabilir, en iyisi somuta dönmek.
Muhammed doğmadan en az 100 yıl önce Mekkeliler Bizans’ın peyki bir devlet olmak istediler, olmadı. Yarım adada süregelen ve aşiret ve dolayısıyla kana dayanan düzen ticaret ve özellikle para birikimiyle artık çalışmaz hale gelmişti. Bu arada bazı Arapların Bizans veya İran ordularında paralı asker olduklarını da düşünmekte yarar var. (aynı şeye Türk-İslam, Berber-İslam, Cermen-Roma, Orta Amerika-Azteklerde rastlanır. Memlukler köleydiler, …)
İşi daha da karışık etmek istersek, Palmyre, Hira, Ghassan gibi küçük Arap krallıklarını, yarım ada güneyindeki zengin bölgenin Habeşistan, Bizans ve İran arasında savaşlara yol açmasını da sahneye sokabiliriz. Hatta zenginlik birikimi yapmış Mezopotamya’yı ilk fetheden Akkatlar, sonra gelen Sami aşiretleri Amoritler ve Araimleri de düşünebiliriz. Ama konu daha çok akademik olur ve binlerce sayfa yazılabilir.
Adada egemen olan düzen artık çalışmaz oldu ve burada da karıştırmak istersek, günümüzde ve özellikle zengin Batı’da çok moda olan mutluluğa kavuşma, bireysel çözümler aramaları düşünebiliriz. Hanifler, Hıristiyan veya Yahudi olan Araplar gibi. Aslında fakir veya zengin olsun, günümüz dünyasında tarihte görülmemiş yobazlık ve katılıkla inanılan bir ALLAH-DİN var: eski adı İLERLEME, şimdiki adı MUTLULUK. Ve buna ancak zenginlikle varılır.
Muhammed’in dahiliği bu duruma kişisel değil sosyal bir çözüm getirmeye çalışmasında. Bu bağlamda komşu iki süper devlette insanlar arasında (çok daha sonra milliyetçilik gibi diyelim) bağların dinle başarıldığını bildiği varsayılabilir. Yine çok sayıda diğer unsurlara dalmadan, gereken kan bağlarını aşan bir birlik sağlamak gerekiyordu. Mekke’de inen ayetlerin ahlak, Medine’de inen ayetlerin “devlet” veya siyasi bir düzen kurmayla girmeyle ilgili olmaları salt tesadüf değil. Muhammed öldğkten sonra Mekkeliler İslam’da yeni ve büyük bir zenginlik imkanını sezecek tecrübeler, bilgi ve organize etme yeteneklere sahiptiler. Ve işi onlar ele aldılar. İkl halifeler Mekkeli.
Dünya tarihinde her türlü, sizin işaret etiğiniz sorun ve örneklere yanıt verebilmek için, her zaman ve her yerde ve her türlü olmuş olayları inceleyerek her defasında apaçık ve hemen görülen nedenin “zenginliği seçme” güdüsü olduğunu göstermek bence imkansız ve gereksiz. Her defa ve özellikle kısa sürelerde istisnalar bulunabilir. Avustralyalı aborijenler ok ve yayı bir türlü kabul etmediler ama şimdi “smart” telefon kullanıyorlar. Hıristiyanlık Avrupa’da gelişen yeni kapitalist-burjuva düzene eninde sonunda ayak uydurdu ama İslam treni kaçırdı ve şimdi yakalamaya çalışıyor. Ama hakikate akılla (laiklik) veya vahiyle (dincilik) erişme ilk önce İslam’da dile getirildi. Eğer ben de zamanımız dini olan her şeyi ekonomi veya “hayatta kalma kavgasına” indirgesem, bu sitede öten sağ ve sol horozlara katılıp “zenginlik efendim, karın doyurma efendim, hayatta kalma kavgası efendim” ilahileriyle insanların Afrika’dan çıkışını bile büyük bilgiç ve azılı sağ-sol anarşistler Necip ve Zileli gibi enayi kandırma masallarına çevirip anlatırdım. Zaten her ikisinin de temeli Marksizm. Marksizm Batı bataklığını evrene yansıtır, hayatta kalma kavgasından başka hiçbir şeyi kalmamış insan yığınlarına yoğun üretimle hayatta kalma kavgasının olmadığı bir dünya vaadinde bulunur. Balığın nereye baksa salt su görmesi gibi.
Bir yanda siteyi bu dünyayı fabrikaya çevirme hapını yutmuş 19. yüz yıl anarşistlik, özellikle İspanyol endüstri müritleri resimleriyle vitrin süsleri, diğer yanda oturduğu koltukta zart zurt eden Necip. Necip’in akıl babaları çok daha kurnazlıkla ve bilimsel temellere dayanarak her şeyin “yeni alın yazısı”, genlerde yazılı olduğu masalını anlatırlar. Bu babalara göre, ilk iktidarı doğuran anne ve sonradan gelen kadınlar alnına “güçlü”, “zengin”, “sağlam kamışlı” yazılı olanları seçerek “hayatta kalma kavgasında” başarılı olanları seçerlermiş. Günümüzün Necip ve Zileli gibi süper insanları ve dünyanın yarı nüfusu kadar servete sahip 8 kişi böyle “doğal-genetik” türemiş. Ben bakınca, zenginler para, zavallı fakirler çocuk üretiyor görüyorum. Bu tuhaf dünyayı biz salaklara da bilgiç, akıllı, uslu, süt çocukları orta sınıf süper zekalı üstadlar Necip ve Zileli yüce sağ-sol ideolojilerle yorulmaksızın anlatmaktalar.
Bence her ideoloji aslında bir baskı aletidir. Hatta belki bilinç bile öyle ama sanırım bilinçten kurtulmak imkansız. Ama bu sol-sağ solcu devrimci ideolojileri tiksindirici.
Tarih boyunca bu aynı ama değişik insan kurtarma çirkin masallarını anlatanların en büyük kozu bellerini kazananların tarihine dayamaları.
Amacım yanlışsız, çelişkisiz, anlata anlata tadı tuzu kalmamış eski peri masallarıyla kendimi veya diğerlerini kandırmak değil.
Bence, bu sitede okuduğum yazıların hemen hemen hepsi baston yutmuş, katı, hatta yobaz diyeceğim ya modern kinik veya ideoloji gürültü kutuları.
Daha uzun ayrıntılara girebilirim. Ama özet çok basit: Medeni toplumlar, gittikçe artan köpeklerini doyurmak için durmaksızın artan toprak, ham madde, su, hava, madenler, yaratıcı ve üstün zekalı insan, süt inekleri bilim adamları, insan-hava-su-hayvan-kadın-vs hakları savunan iyi kalpliler, tüketiciler, düzenin baskı düzeni olmadığını kanıtlayan eleştirici medya artistleri ve benzeri binlerce ihtiyaçları karşılamak ister. Şimdiye kadar, M olmayanlar 3 yolla “karşı” koydular,
1. Ulaşılması zor yerlere kaçtılar. Ama eninde sonunda canavar, hatta en azından turist endüstrisi için, onları bulup M nimetlerine kavuştururlar. Heder edilen “doğal kaynakları” ticarete çevirirler.
2. Karşı koyarlar. Bu uzun sürerse gittikçe medenilere benzeyip, medenileştiler.
3. İçinde doğup kafeslerinde öttüler.
Hatasız, çelişkisiz, eksik olmayan bir cevap vermedim ve zaten öyle bir amacım da yok. Sizi anladığım kadarına ve bildiklerim kadarıyla cevap vermek istedim.
Necip bir yorumunda Zileli’nin ve sitedeki yorumcuların ve hatta genel olarak solun sadece devletlerin veya iktidarların zulümlerini eleştirdiklerini, örgütlerin veya muhalefetlerin zulümlerine hiç değinmediklerini söylemişti.
Onların öyle olup olmadığı tartışmasını bir yana bırakıp soracak olursam, burada veya başka bir solcu sitede değil ama başka bir sitede [ dersimsite.org , şimdi kalkmış sanırım ] çıkan bir yazıdaki şu eleştiriler onun için makbul müdür?
“Bunlardan birisine katılmak bizim için kurtuluş olur mu? Hayır! Bunlardan birilerine teslim olmakla kurtulamayız. Tümüne karşı bir mücadele vermek gerekir. İnsan hakları ve demokrasi mücadelesi ancak böyle kazanılır.
Bu gibi bir pespektife sahip olduğum için “faşist Türk devleti ile karşıtı silahlı örgütleri aynı kefeye koymakla” suçlandım. Zulmün ana kaynağının Türk devleti olduğu doğrudur. Ancak ona karşı silahlı mücadele verdiğini iddia eden güçler de tıpkı Türk devleti gibi insanlıkdışı uygulamalarla meşguldürler.”
http://www.dersimsite.org/ciftekolelik.html
Önceki yorumda örnek verdiğim yazıya benzer bir diğeri. Yazarın fikirleri Necip’inkilere benziyor;
http://www.geocities.ws/dersimsite/dersimsorunu.html
“Yanlış Cumhuriyet”in Yanlış Muhalefeti’nin “Hainlik” Suçlamaları:
Antalya’da çalılık alanda Atatürk heykeli bulundu
ANTALYA’da Göçerler mevkiinin arka kısımlarındaki çalılık alanda yaklaşık 2 metrelik Atatürk heykeli bulundu. Olay yerine giden CHP İl Başkanı Mustafa Erdem telefonla Emniyet Müdürü Celal Uzunkaya’yı arayarak, bunu yapanların bulunmasını ve yanlışlığın düzeltilmesini istedi.
Kepez İlçesi Göçerler mevkiindeki çalılık alanda yürüyüş yapan CHP delegesi Mustafa Çiftçi ile bölgedeki bir sitenin bekçisi, yaklaşık 2 metrelik fiberden yapılmış Atatürk heykelini yerde görünce CHP İl Başkanı Mustafa Erdem’i bilgilendirdi. Erdem, gazetecilerle birlikte Masa Dağı’ndaki alana gitti. Mustafa Erdem, çalılıklar arasına kim ya da kimler tarafından bırakıldığı bilinmeyen Atatürk heykeli ile ilgili Emniyet Müdürü Celal Uzunkaya’yı arayarak, bu hainliği yapanların bulunmasını ve yanlışlığın düzeltilmesini istedi.
Burada bir açıklamada bulunan Erdem, “Geldikleri günden beri Atatürk adını taşıyan ne varsa yıkmak için çaba harcayanlar, Türk lirasından Atatürk’ün resmini çıkartanlar, stadyumlardan adını kazıyanlar, milli eğitim müfredatından Atatürk ilke ve devrimlerini çıkartanlar, özgür ve bağımsız bir Türkiye’de yaşıyorsak Atatürk ve arkadaşlarına, atalarımıza borçlu olduklarını unutuyorlar. İçlerindeki kin ve nefret duygularını bir türlü yıkamıyor, atamızın heykelini buraya ormanlık alana atma cesaretini gösteriyorlar. Buradan Antalya valimiz sayın Münir Karaloğlu başta olmak üzere tüm yetkililere sesleniyorum. Bu Atatürk düşmanı hain kimse derhal bulunup gerekli ceza verilmelidir” dedi.
Atatürk heykelini bulan Mustafa Çiftçi ise ormanda yürüyüş yaptıkları sırada gördüklerini ve yüzüstü çevrili olan heykeli ters çevirdiklerinde Atatürk’e ait olduğunu gördüklerini anlattı. Durumun bildirilmesi üzerine gelen emniyet güçleri ise heykeli incelenmek üzere olay yerinden alırken, soruşturma başlatıldı.
Murat Belge’nin “Türkçe Sorunu” makalesinden:
“Türklerin Ortadoğu’da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk dilinin de Arap ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı. Ama sorun yalnızca İslam uygarlığı da değildi: Göçebe bir topluluk, uzun yıllar boyunca “sofistike” bir uygarlık yaratmış, yerleşik toplumlarla yüz yüze geliyor, sonra da iç içe geçiyordu. Türkler, kendi yaratmadıkları bir hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları kelimelerini de almak zorundaydılar. Daha sonra birkaç örnekle göstermeye çalışacağım gibi, gündelik hayata ilişkin en basit kavramların bile yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta Yunanca ve Latince olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu büyük çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır.”
“…Bütün diller gelişmeye açıktır. Dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre, dil alabildiğine zenginleşebilir, incelenebilir. Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık verdiği bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılmayacak kadar çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların “otomobil” anlamına gelebilecek bir kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin yoksul olduğunu değil, sadece otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir. Başka bir söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir.
Şu halde, “yoksul” dil veya “ilkel” dil diye bir şey olamaz. Her dil, hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter. Tabii bu arada, “ilkel” diye bilinen bir dilde bir anda anlatılan son derece ince nüansları, “gelişmiş” diye bilinen dillerde ancak uzun cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz.
Diller bu anlamda “eşit”tir, ama kültürler eşit değildir. Bunu “ileri” ya da “ilkel”, “aşağı” ya da “yukarı” gibi değer yargıları verme anlamında söylemiyorum. Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan Eskimoların ilkelliğini veya “aşağı”lığını göstermiyor. Gelgelelim, şu dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne olursa olsun, otomobili yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde, ikisi arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel bakımdan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor). Burada “fiziksel”i de askeri anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün dayanma gücünü kastediyorum bununla. Biraz fantastik bir varsayım olarak diyelim ki, Eskimolar karşılaştıkları otomobilleri tepelediler. Ama otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre yenik düştüler demektir. Benzer bir biçimde, Orta Asya’dan gelen Türkler de fethettikleri toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı?”
“…Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe’yi savunanlar çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Âşıkpaşazade gibi. Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak bunları erken ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur. Bu tepkilerin ardında, etnik sorunlarla iç içe geçmiş durumda sınıfsal sorunlar yatıyordu. Örneğin, Âşıkpaşazade, döneminin yeniliği olan “devşirme”liğe karşı çıkıyordu. Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen beylerinden yanaydı. Buna bakarak Âşıkpaşazade’nin milliyetçi olduğunu mu söyleyeceğiz? Hiç değil. Onun istediği, Osmanlı’nın merkeziyetçi tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha “feodal” bir yapıydı. Padişahın merkeziyetçiliği sağlama almak için kullandığı güç devşirmelerden değil, Türklerden oluşsa da, Âşıkpaşazade kendini yakın bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti. Yazarken kullandığı dil daha Türkçe’ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi. Padişahların kurma yolunda olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek zorunluluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam temelini benimsemesi gerekti. Bunun, keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu, Osmanlı devletinin birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir.”
Seçkin Kültürü Halk Kültürü
“Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya yükleyerek halkı da bunlardan “tenzih” etme eğilimindedir. Bu ön yargılı bakış yüzünden seçkin kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar, uçurumlar olduğu varsayılmıştır. Böylece halk dili ve saray dili, halk müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve dîvan edebiyatı, aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür. Gerçekten de Osmanlı tarihi, halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli kopukluklar görülen bir tarihtir. Ama iki kültür birbirini bütünüyle dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir biçimde ilerlemiş ve arada pek çok karşılıklı geçiş olmuştur. Sözün kısası, seçkinlerin dillerini Arapça ve Farsça ile tıka basa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir tepkiyle buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını düşünmek yanlış olur. Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki falan değil, halkın eğitim aygıtlarından uzak olmasıdır. ”
“Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. Işlevsiz olan yaşayamaz.”
Batıya Açılma
“İkinci olay ise Batı’ya açılmadır. O zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama açılınca da, içeri seller akmak durumundadır. İlk belirleyici karşılaşmalar yine pratik alanlarda olur. Örneğin, tıp terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh Sırrı Levend bu konuda bilgi veriyor.) Uygarlık, hele bilim, “terimsiz” ele alınamaz. Bunları almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, “kavram” kavramını tartışacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım -ya da, Muallim Naci’nin “tenkid” mi demeli, “intikad” mı tartışmasını. Ne deneceği o kadar önemli değildi. O kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna “eleştiri” diyoruz da, “eleştiri” yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli).”
Bir Başka Eğilim
“…Türk diliyle Türk tarihine karşı yüzyıllardır devam eden kayıtsızlık, eski bilginleri Türk varlığını inkâra kadar götürmüştü. Bilim softalığı, onları Türkçe kelimeleri Arapça veya başka bir dille açıklamağa, Türk uygarlık eserlerinde yabancı izler aramağa alıştırmıştı. Üzerinde durulan bir kelimenin Türk kökünden gelebileceği, yahut aslı araştırılan bir maddenin Türk aslından olabileceği hatıra gelmiyordu. Meselâ “Maraş” kelimesi onlara göre Arapçadır ve aslı “Mer’aş”tır. “Malatya” kelimesi Yunancadan gelmiştir ve aslı “Melitene”dir.
Halbuki Türkler, Anadolu toprakları üzerinde Yunanlılardan ve başka milletlerden çok daha önce yaşamış eski bir millettir. Bu kelimeler pekâlâ Türk asıllı olabilir. Bu gerçeği meydana çıkarmak, bunun için de daha alt tabakalara kadar inerek eski Türk medeniyetinin kalıntılarını araştırmak lâzımdır.”
“…Türkler arasında ulus bilincinin geç gelişmiş olması da, ulusal tarihin incelenmesinde benzer bir “militanlık” yaratmakta gecikmedi. Yukarıdaki alıntıda Agâh Sırrı’nın “bilim softalığı” diye bir söz kullanması ilginç; dünyada bilinen bilime karşı bir “Türk bilimi” çıkarma isteğini yansıtır gibi. Onun dediği gibi, Maraş’ın aslında Hititçede “Maraşanda” ve Asurcada “Margasi” olduğu bulundu. Aynı şekilde Malatya Hititçede “Melitaş”, Asurcada ise “Miliddu” idi. Ama bunlar, bu durumda, bu adların “Türkçe” olduğunu kanıtlamaya yetmiyordu. Bunun için, daha önce, Hititlerin ve Asurluların Türk olduğunun ispatlanması gerekiyordu. İşte otuzlara doğru yapılan tarih çalışmalarının ana doğrultusu da bu oldu.”
Dil İletişim Aracı Olmaktan Çıkıyor
“Yabancı kelimeleri, köklerini bilmediğimiz için anlayamayacağımız, oysa Türkçe kökenli kelimeleri herkesin kolaylıkla anlayacağı sık sık söylendi. Mantığa uygun görünüyor ama gerçek bu kadar basit değil. İki örnek vereyim. Toplumcu kavramı, “sosyalist” için türetilmişti. Ama, hani “ölme”yi yumuşatmak için “vefat etme” filan derler, bu “toplumcu”nun anlamı da böyle yumuşadı, üstelik belirsizleşti. Gün geldi, “Hüseyin Rahmi’nin Toplumculuğu” diye yazı yazıldı. Geçenlerde ödül kazanmış bir şairle bir gazetede yapılmış konuşmayı okuyordum. Bir başka şair için, “Kentsoylu insanın sanayileşme karşısında duyduğu korkuyu dile getirir,” diyordu. O gazeteden, burada düşen, atlanan bir kelime var mı diye sordum; olmadığını söylediler. “Kentsoylu”, “burjuva”nın karşılığı diye biliyorum. Tarihten bildiğim kadar burjuvalar sanayileşmeden korkmazlar, çünkü kendileri yaratmışlardır endüstriyi. Herhalde “kentli insan” anlatılmak isteniyor. O yazar, “kentsoylu” yerine “burjuva” diyor olsaydı, bu yanlışı yapmazdı. Ne olsa “burjuva” kavramının tanımı daha belirli. Ama “kentsoylu” filan gibi tarihsiz kelimeler lastikli oluyor, nereye çekseniz uzuyor. Demin dediğimi buraya da uygulayabiliriz: kavramları takımları içinde düşünmeyince çıkacak güçlükleri – “küçük burjuva”ya da “küçük kentsoylu” mu denecek? O zaman bunu da “kasabalı” sananlar çıkmaz mı?”
“…Yerli/yabancı farklılığının en net biçimde gözlendiği alan olduğu için çeviri, öz Türkçecilik içinde önemli rol oynadı. Böylece, çevrilmiş metinlerde, Sartre’ın, Ionesco’nun, daha nice yabancı yazarın kendilerini Türkçe’yi arılaştırma davasına yürekten adadıklarını gördük (Ben de, öz Türkçecilik dönemimde neler yaptım, hatırladıkça yüzüm kızarır: Diyalektik maddeciliği “eytişimsel özdekçilik” bile yapmıştım, ve zavallı Russell’a söyletmiştim bu lafı).”
Karar yazarı Albayrak: Barzani Türkiye’yi savaşla tehdit etmedi, oyuna gelmeyelim
“Medya, IKBY ile iyi ilişkilerimizin devamını gözeten bir dil kullanmalı”
Karar yazarı Hakan Albayrak, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nde (IKBY) 25 Eylül’de yapılacak “bağımsızlık” referandumuna Türkiye’de gösterilen tepkileri değerlendirdi. Geçen günlerde ileri sürülen “Barzani Türkiye’yi tehdit etti, ‘Savaşa hazırız’ dedi” iddiasının gerçeği yansıtmadığını ifade eden Albayrak “Oyuna gelmeyelim. ‘Dolmuşa’ binmeyelim. Medya ve siyaset ehli, IKBY’deki bağımsızlık referandumu meselesinde, IKBY ile iyi ilişkilerimizin devamını gözeten bir dil ve üslup kullanmalı” diye yazdı.
Hakan Albayrak’ın “Barzani Türkiye’yi gerçekten savaşla tehdit etti mi” başlığıyla yayımlanan (18 Eylül 2017) yazısı şöyle:
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) bağımsızlık referandumu konusunda yalnız kaldı. İsrail, bu yalnızlıktan siyasi rant devşirmeye çalışıyor. Referandum ve genel olarak bağımsızlık yanlısı beyanlarda bulunan İsrailli yetkililer, bölgenin geleceğine yatırım yapıyorlar. Kürdistan’ın İsrail’den başka dostu olmadığı algısını yayarak, IKBY hükümeti ve halkında İsrail’e derin bir minnet duygusu oluşturmayı hedefliyorlar. Böylece IKBY veya duruma göre bağımsız Kürdistan devletinin ayrıcalıklı ortağı olabileceklerini düşünüyorlar. Ben İsrail’in tavrını böyle okuyorum.
İsrail’in tavrını böyle okuyunca, IKBY ve mutasavver Kürdistan devletini “İsrail uşağı” yahut “İkinci İsrail” diye yaftalayarak Türkiye’yi IKBY’ye karşı seferber etme gayretini Siyonist propagandaya hizmet gibi görmek kaçınılmaz oluyor. Bu gayreti sergileyenler herhalde İsrail’in çarkına çomak soktuklarını sanıyorlar ama aslında Kürdistan’ın İsrail’den başka dostu olmadığı algısını besleyerek İsrail’in değirmenine su taşıyorlar.
Bir de işin özgüvensizlik ve hatta aşağılık kompleksi boyutu var; İsrail’in Kürdistan’ı kazanacak kadar kabiliyetli bir devlet olduğu, Türkiye’nin ise o kadar kabiliyetli bir devlet olmadığı vehmi.
***
Türkiye-IKBY ilişkilerine bir göz atalım:
IKBY’nin 1 numaralı ticaret ortağı Türkiye; öyle ileri seviyede bir ortaklık ki bu, IKBY ekonomisi adeta Türkiye ekonomisinin bir cüzü haline geldi…
17-25 Aralık sürecinde uluslararası sistemin hedefindeki Halkbank’la çalışmakta direten IKBY, Türkiye’ye verdiği sözleri tutmak için gerekirse uluslararası sistemle karşı karşıya gelmeyi göze alabileceğini ortaya koydu…
IKBY, ordusunun (Peşmerge’nin) eğitimini Türkiye’ye emanet etti…
IKBY’nin PKK/PYD/YPG ile zıtlaştığı da malum…
Bütün bunlar bize bir şeyler söylüyor olmalı. Şunları meselâ: IKBY nezdinde en itibarlı ülke Türkiye’dir. Türkiye, IKBY’de eli en güçlü olan ülkedir. Kürdistan ille de bir ülkenin “ikinci”si olacaksa niçin “İkinci Türkiye” olmak dururken “İkinci İsrail” olsun ki?
IKBY ile iyi ilişkilerimizi koruyup geliştirir ve IKBY’yi Siyonistlerin yahut sair emperyalistlerin yardımlarına muhtaç etmez isek, ne IKYB ne de mutasavver Kürdistan devleti bizim için bir tehdit teşkil eder; bilakis, o takdirde ikisi de Türkiye’yi güçlendirir.
***
IKBY’ye, bilhassa IKBY Başkanı Mesud Barzani’ye İsrail’le ilişkileri üzerinden vuranların önemli bir kısmının AK Parti’li / “Reisçi” olması da üzerinde durulması gereken bir husus.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’le “yakınlaşma”yı bölgesel dengeler bakımından elzem gördüğünü, Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik’in İsrail’i “dost” olarak tarif ettiğini, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin “Bizim için İsrail önemli bir müttefik. Gerek ekonomik gerek askeri gerek stratejik anlamda işbirliği amaçladığımız, ülkemizin menfaatlerini en üst düzeyde maksimize edecek ilişki seviyelerinde olmak kaydıyla, böyle bir müttefik ülke, iş birliği yapmamız gereken bir ülke” dediğini biliyoruz. Bunlara istinaden Erdoğan ve AK Parti hükümetini de İsrail uşağı olmakla suçluyor mu o arkadaşlar? (Durun bir dakika! İsrail’le ilişkiler konusunda “normalleşme” kelimesinin yerini “yakınlaşma” kelimesinin almasına itiraz eden, “dost” ve “müttefik” İsrail’den bahsedilmesini eleştiren bizim gibi kimselere “reel politik” dersleri veren kimselerin ta kendileri değil mi bunlar?)
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le stratejik ittifak kurmasını makul karşılayıp da ‘Barzani Siyonistlerle iş tutuyor’ feryadıyla Türkiye’yi ayağa kaldırmak, IKBY ile düşmanlığı kışkırtmak, savaş çığırtkanlığı yapmak ne acayip şey.
***
“Asıl Barzani savaş çığırtkanlığı yapıyor! Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor!” diyenleri duyar gibi oluyorum.
Öyle bir haber yayıldı. Maalesef Karar’ın internet sitesine bile -“Referandumdan önce Barzani’den Türkiye açıklaması: Savaşırız” başlığı ile- giren bu habere göre, Barzani, BBC’ye verdiği mülakatta, “Türkiye’nin bölgenin istikrarı ve refahı için sınır ötesi operasyon yapması ihtimali” hakkında konuşurken, her bir Kürt’ün savaşa hazır olduğunu söylemiş…
Barzani o mülakatta gerçekten de her bir Kürt’ün savaşa hazır olduğunu söyledi. Ama Türkiye ile ilgili bir bahiste değil!
BBC Türkçe’nin aşağıdaki internet adresine gidip kontrol edebilirsiniz, orada hem yazılı hem de video olarak var; Barzani, “bazı Iraklı Şii milisler”in tehdidiyle ilgili sorular üzerine söyledi bunu.
http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41199680
Mülakatın ilgili bölümü şöyle:
SORU- Bazı Iraklı Şii milisler bu bölgeler üzerinden tehditler savurdu. Bu işi ne kadar ileriye taşırsınız? Gerektiğinde savaşa girer misiniz?
CEVAP- Kimseyle savaşmak zorunda kalmayacağımızı umarız, bunu istemiyoruz. Eğer bizi sadece lafla tehdit ediyorlarsa bırakın yapsınlar. Ama eğer bunu daha öteye taşıyıp tehditlerini hayata geçirmek isterlerse daha farklı bir durumla karşı karşıya kalırız.
SORU- O zaman savaş ihtimalini dışlamıyor, Kerkük gibi kentler için savaşa girebileceğinizi söylüyor musunuz?
CEVAP- Kerkük’ün tüm etnik ve dini grupların bir arada yaşamasının simgesi olduğunu görmeyi istediğimi açıkça söylüyorum. Ama herhangi bir grup Kerkük’ün durumunu güç kullanarak değiştirmeye çalışacaksa her bir Kürdün bunun için savaşa hazır olduğunu bilsin.
Sorular ve cevaplar bunlar. Türkiye’nin T’si bile geçmiyor bu sorularda ve cevaplarda. Mesele, “bazı Iraklı Şii milisler”in tehditlerinden ibaret. O milislerin yerine Türkiye’yi kim koydu? Bu manipülasyonu kim yaptı? Haberi bu haliyle kim yaydı? Bilmiyorum. Bildiğim şu: Bunu kim yaptıysa fitne çıkarak için yaptı. Taammüden fitne bu.
***
Oyuna gelmeyelim. ‘Dolmuşa’ binmeyelim. Medya ve siyaset ehli, IKBY’deki bağımsızlık referandumu meselesinde, IKBY ile iyi ilişkilerimizin devamını gözeten bir dil ve üslup kullanmalı. Bazı siyasetçiler ve gazeteci-yazarlar, Iraklı Türkmenlerin Türkiye ile özdeş, Iraklı Kürtlerin ise ‘öteki’ olarak görüldüğü, kardeşlikte ayrımcılık yapıldığı intibaını uyandırıyorlar; dikkat! Bu intiba sadece Iraklı Kürtlerin değil, Türkiyeli Kürtlerin de gönüllerini yaralıyor.
652, 654 ve 659 18 Eylül 17 / 5pm
“Sanırım aynı kişisiniz.”
Anonim 13 Eylül ve 625’e Yanıt 14 Eylül 17 / 6pm
“1. “Necip’in atmosfer işgalcisi muhatabı çok konuşup hiçbir şey söylemiyor.”
Eğer bu lafı eden Necip değilse, belki anlatmada yarar olabilir.”
Necip
14 Eylül 17 / 9pm
““Eğer bu lafı eden Necip değilse”
Ben yazmadim.”
İnce’den Rektöre: Canınızı sıkmayın, ben de genel başkan olamadım
YALOVA Üniversitesi’nin akademik yıl açılışında Rektör Vekili Prof. Dr. Cengiz Tomar, “Edinburgh Üniversitesinde okudum. Orada hoca olamadım”dedi. Açılışa katılan CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce,”Hiç canınızı sıkmayın. Bak ben de genel başkan olamadım. Ben moralimi bozuyor muyum?” diyerek Tomar’a takıldı.
…..
MİLLETVEKİLİ İNCE GENÇLERE TAVSİYEDE BULUNDU
CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce ise yaptığı konuşmada gençlere tavsiyede bulundu. İnce, Gençlere bir tavsiyem olacak. Dünyayı değiştirenler; itaat edenler değil itiraz edenlerdir. Kim itiraz etmişse o değiştirmiştir. Hazreti Peygamber, kurulu düzene itiraz etmiştir, onun için değiştirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizmin pençesine itiraz etmiştir, onun için değiştirmiştir. Dünyaya bakın, sadece bizim milletimize değil. Bu hep böyledir. Gezegenimizde üç önemli değişim var. Tarım, Sanayi ve İletişim ile Bilişim Devrimidir. Her devrim kendi ideolojisini doğurmuştur. Tek tanrılı dinler, Tarım Devriminden sonra ortaya çıkmıştır. Milliyetçilik Sanayi Devriminin bir eseridir. Demokrasi de İletişim ve Bilişim Devriminin ideolojisidir. Ne yaparsanız yapın değiştiremezsiniz. Sorgulayan, eleştiren, itiraz eden bir nesil yetiştirmediğimiz sürece bu topraklarda işimiz zor. Ne yaparsan yap. Müfredatı üç kere değiştir, on üç kere değiştir hiç fark etmez. İnternet var. Sen neyi okutursan okut açar interneti bulur, onu okur dedi.
“BEN DE GENEL BAŞKAN OLAMADIM”
Rektör vekiline de seslenen İnce, Hocam üzülmeyin, iyi üniversitelerde hoca olamamışsınız. Bu ülkede Pavarottiyi konservatuara almadık biz, sesi yetersiz diye. Hiç canınızı sıkmayın. Bak ben de genel başkan olamadım. Ben moralimibozuyor muyum? Sen niye bozuyorsun?Yalovanın kaderi bu demek ki. Hep Kaybedenler Kulübü olmuş demek ki şeklinde konuştu.
–
“Bak ben de genel başkan olamadım.”
Neden olamadığın belli!
Ben Dersimli degilim. Dolayisi ile, ‘iceriden’ konusmak gibi bir iddiam sozkonusu degil.
‘Disaridan’ baktigim zaman da, bu konuda soyleyebilecegim bazi seylerin ‘cok soguk’, ‘cok duygusuz’ hatta ‘acimasiz’ sayilabileceginin farkindayim.
Ama, soylemesem de icim rahat etmeyecek.
Once sunu soyleyeyim: Dersimliler kendilerini cok onemli sayiyor olmalilar. Bence degiller. Her kapali toplum kendi nev-i sahsina munhasir ozellikler ve kultur(ler) gelistirir. Bu bir ayricalik degildir.
Sunu demek istiyorum: Eger cok onemli olsaydi(lar), bugune kadar birileri (devlet ya da devlet gibi davranan aktorler) coktaaan Dersim’i fethedip/isgal edip, istedikleri bicimde yogurur(lar)di.
Aksine, Dersim (‘dort dag icinde’), Anadolu’nun sosyal/sosyoekonomik hayatinda kimsenin pek de umursamadigi, fethetmek/zaptetmek gibi masrafli/mesakkatli/zor bir ise soyunmaga deger bulmadigi bir bolgedir.
Boyle olmasi, evet, Dersim’e kendi –ozgun– kulturunu olusturmak imkani tanimis olabilir; ama, bu, ‘imkan’dan maada ‘mecburiyet’ seklinde de aciklanabilir.
Dolayisi ile, ‘kultur’ baglaminin bu kadar kutsallastirilmasini ben cok da matah/yerinde/anlamli bulmuyorum.
Bunu derken, ‘bir an once kulturlerini terketsinler’ demis olmuyorum. Ama, zaman icinde, bu mukadder; cunku, Turkiye (ya da dunya) toplumunun geri kalan kismi ile daha fazla iletisime/etkilesime gectikleri olcude, karsilikli odunler, degisiklikler olur –olacak.
O yuzden –baska yazdiklarinin coguyla hemfikir olsam da–, yazarin (Mehmet YILDIZ, http://www.geocities.ws/dersimsite/dersimsorunu.html ) ‘kultur’ baglaminda, Dersim kulturunun ‘taninmasi’ filan gibi taleplerini/beklentilerini ‘cocuksu’ buluyorum.
Hatta.. ‘faydasiz’. Zararli olacak kadar ‘faydasiz’.
Sundan dolayi: Tanimak nasil olacak? Dersim’i bir ‘kulturel sit alani’ mi ilan edecegiz? Bu, mumkun olsa bile, Dersim’i ve ‘Dersim Kulturu’nu dondurmak anlamina gelmez mi?
Bunu, Dersimliler dahil kimse ister mi; kabul eder mi?
Bence etmez. O yuzden, ‘cocuksu’ diyorum –yani, kulaga hos geliyor ama gercek hayatta pek de yeri olmayan bir talep/beklenti.
[Not: Oteki yaziyi bulamadim. Butun diyar-i Internet’te ona bir tek atif var. O da bu sitede, baska bir baslik altinda. http://www.gunzileli.com/2011/11/30/disardan-gazel/ Orayi da okumus degilim.]
M. Şevket Eygi bir köşe yazısında (Akla Eğitime Edebiyata Liselere Dair / Milli Gazete) şöyle diyor:
“Cebir geometri fizik kimya ile adam olunmaz, mühendis teknokrat olunur.
Cebir, geometri, fizik, kimya gibi derslere çok önem verip de, yazılı ve edebî lisanı ihmal eden bir eğitim sistemi ülkesini intihara götürür.
Olgun, medenî, hayırlı insanlar cebir ve geometri ile değil, ince ve derin lisanla düşünür.”
“Aklı en fazla geliştiren âlet ve vasıta yazılı, edebî, zengin lisandır.
Asıl lisan konuşulan değil, yazılı zengin lisandır.
Üç beş yüz kelimelik günlük iletişim Türkçesi ile eğitim için; bunca okula, öğretmen ordusuna, eğitim tantanasına, bütçedeki milyarlara lüzum yoktur.”
Sayın Matematik Bilmeyen Yüksek Matematikçi Müdür Necip,
“Aritmetik seviyesinin azicik uzerine ciktiginiz an (trigonometri, mesela), kesin (mukemmel, hatasiz) numerik deger elde etmek imkansiz hale geliyor.
Imkansizdan kastim, zaman acisindan (ve insan omru cinsinden) ‘imkansiz’.
Cunku, mesela, Sin(x) [ya da Cos(x)] gibi en ‘basit’ hesaplar dahi sonsuz sayida ‘term’in hesaplanip toplanmasi anlamina geliyor.
‘Sonsuz sayida term’ demek, ‘sonsuz zaman’ demek.. hesaplamak icin sonsuza kadar beklemek, yani.”
Biz özgür ana okulu özgür anarşist matematik öğrencileriyiz. Yukarıdaki akıl almaz akıl yürütmelerinizi anlamaya çalıştık. Mümkün değil. Nihayet “eğer allah ölmüşse, her şey mümkün” lafını düşünerek “eğer Necip’in beyni ölmüşse, dahi Necip mümkün” formülüyle problemi çözdük.
Trigonometri aritmetik seviyesinden azıcık üzerinde değil ama Necip’in beynininin dışında.
“Sin” ve “cos” açıyı doğal sayılar orantısına bağlar. Sin30 = 0,5. Siz galiba her konudaki zart zurtlarınızı “sin” ile karıştırmışsınız. O zaman haklısınız, miktarı bulmanız: “o halde zaman acisindan (ve insan omru cinsinden) ‘imkansiz’.” Zaten sizin bu şapşalca konuşmalarınız bitmez tükenmez doğal sayılara benzer: alış-verişte işe yarara ama saymakla bitmez.
Gelelim ikinci dahiliğinize.
Eğer bankadaki biriktirdiğiniz paranın her gün yarısını harcarsanız, sonsuz sayıda anarşist gün toplamanız gerekir. Ama toplam bankadaki paranızdır. Dolayısıyla, “sonsuza kadar beklemek” gerekmez ama sizi anarşist eden sonsuz gün toplarsınız.
Bu ve benzeri zart zurt ettiğiniz ve boş konuştuğunuzun kesin kanıtı olan konularda cevap vermeme anarşist medya artistliği yapmayı kimden öğrendiniz?
675 mühendis teknokrat olmak
“Asıl lisan konuşulan değil, yazılı zengin lisandır.”
Özür dilerim ama tam dersi çok daha doğru. İlk medeniyetle etkili bir baskı aleti olan yazı, ve nihayet kapitalist-burjuva egemenliğinin başlamasıyla çalışma yerlerindeki yönergeleri anlamak, günlük gazetelerde baskı kuranların “politika” oyunlarını yutmak, eskiden komşular arasında kahve veya çayla yapılan dedikodular yerine dünyanın dört bucundaki tanımadığın yerler ve insanlar hakkında süzgeçten geçmiş dedikoduları okumak, okulda bir mesleğe hazırlanmak ve yüzlerce benzeri saçma sapan beyin yıkama, insanı standart etmede çok daha etkili bir araç oldu.
Vitrin süslemeleri için de “artist-yazar” yaratıldı.
Tüm dünya okullarında yetiştirilenlerin %99’u düzeni ayakta tutacak süt inekleri, meslek sahipleri: mühendis, bilim adamı, teknokrat, doktor, işletmeci, teknisyen, bankacı, devri daimci çoban profesörler, bankacı, …
Bu salaklar arasında bir düşünür bulmak için Diyojen’in kandiliyle gezmek gerekir.
Bir deneyin. Gelecek defa bu süt ineklerinden biriyle, diyelim bir doktorla, karşılaştığınızda bazı şair, düşünür, eleştirici adlarından söz edin. Eminim sizin kolesterolünüz ölçmenizi ister.
Neyse asıl konu oral/yazı. Bu konuda oral dilin çok daha zengin olduğu su götürmez. Ama çıplak güce tapılan devrimizde okuma yazma bilenlerin kazandığı para ve ayrıcalık gözleri kamaştırıyor.
675 mühendis teknokrat olmak
“Asıl lisan konuşulan değil, yazılı zengin lisandır.”
Özür dilerim ama tam dersi çok daha doğru. Bu dediğiniz ilk medeniyetle etkili bir baskı aleti olan yazı, ve nihayet kapitalist-burjuva egemenliğinin başlamasıyla çalışma yerlerindeki yönergeleri anlamak, günlük gazetelerde baskı kuranların “politika” oyunlarını yutmak, eskiden komşular arasında kahve veya çayla yapılan dedikodular yerine dünyanın dört bucundaki tanımadığın yerler ve insanlar hakkında süzgeçten geçmiş dedikoduları okumak, okulda bir mesleğe hazırlanmak ve yüzlerce benzeri saçma sapan beyin yıkama ve ànsanı standartlaştırmada çok daha etkili bir araç oldu.
Vitrin süslemeleri için de “artist-yazar” yaratıldı.
Bakın “roman çıkışı tarihine” veya “sanat ve kitap eleştiriciliği” tarihine.
Tüm dünya okullarında yetiştirilenlerin %99’u düzeni ayakta tutacak süt inekleri, meslek sahipleri: mühendis, bilim adamı, teknokrat, doktor, işletmeci, teknisyen, bankacı, devri daimci bürokrasi gibi kendini üreten çoban profesörler, bankacı, …
Bu salaklar arasında bir düşünür bulmak için Diyojen’in kandiliyle gezmek gerekir.
Bir deneyin. Gelecek defa bu süt ineklerinden biriyle, diyelim bir doktorla, karşılaştığınızda bazı şair, düşünür, eleştirici adları ve dediklerinden söz edin. Eminim sizin kolesterolünüzü ölçtürmenizi ister.
Neyse asıl konu oral/yazı.
Oral dilin çok daha zengin olduğu su götürmez. Yazı 5-6 bin yıllık. Konuşma ve düşünme iki milyonluk. Lütfen biraz kendinize gelin, bu ırkçılık çok tiksindirici. Sanki insan yazıyla doğdu.
Hatta köşe dönme “YAZIcı” veya benim dilimde “medya artisti” M. Şevket Eygi de farkında olmadan ” Olgun, medenî, hayırlı insanlar cebir ve geometri ile değil, ince ve derin lisanla DÜŞÜNÜR” lafında düşünmeyi yazı sanmış. Ne var ki, dşünme kendi kendinle KONUŞMAYA çok daha benzer.
Ama çıplak güce utanmadan tapılan devrimizde okuma yazma bilenlerin kazandığı para ve ayrıcalık gözleri kamaştırıyor. Kazananlar gibi düşünmek salt zamanımıza has bir sapıklık değil ama zamanımızda tek o egemen. Siz bu güce tapmayı “DÜŞÜNMEDEN” kabul etmişsiniz.
Sorun bu medya artistine: “eğer yarım milyonu aşan yıllar önce, insan, doğayı okuyup ateşi evcilleştirmeseydi, yuttuğu hapları yapan fabrikalar nasıl kurulacaktı”
“BUNDAN üç, dört bin yıl önce Mezopotamya da medenî toplumlar, güçlü devletler varmış. Bunlar kil (toprak) tabletler üzerine çivi yazısıyla yazılar yazarlarmış. Sonra bunları fırında pişirirlermiş. Dünya müzeleri bu gibi tabletlerle doludur. Medeniyet demek yazı demektir. Bundan üç, dört bin yıl önce elektrik yoktu, buhar gücü bilinmiyordu, bugünkü cihaz ve makineler icat edilmemişti. Lakin yazı olduğu için medeniyet vardı.
Zamanımızda bir toplum bütün modern aletleri, cihazları, makineleri, vasıtaları bol bol kullansa, fakat yazı bakımından geri olsa, o topluma tam medenî bir toplum denilemez.”
“Evlerimiz elektrikli ve elektronik cihazlarla dolu. Otomobillerimiz mükemmel asfalt yolların üzerinden yağ gibi kayarak hızla gidiyor. Trenden önce, İstanbul dan Ankara ya on dört günde gidilirmiş. Şimdi uçakla 45 dakikada gidiliyor.
İnternet vasıtasıyla dünyanın öbür ucuna birkaç saniyede ulaşabiliyorsunuz. Büyük marketlerde, dünyanın her yerinden gelmiş tüketim malları sergileniyor.
Yazı yoksa bütün bunlar medenî olmaya yetmez.
İşin başı yazıdır.
Nasıl yazılar .. Faydalı, değerli, kalıcı yazılar.
Pazar günü tirajı yüksek bir gazete alıyorsunuz, çeşitli ekleriyle yüz sayfadan fazla. Karıştırıyorsunuz, içinde faydalı, değerli, kalıcı bir tek yazı yok. Böyle yazılarla da medeniyet olmaz.”
“Şifahî toplumlar haklarını, hürriyetlerini, haysiyetlerini, kimliklerini, kültürlerini koruyamazlar.
Rasgele yazıyla da olmaz. Büyük harfle yazıyorum: YAZILARIN DEĞERLİ, FAYDALI ve KALICI OLMASI GEREKİR.
Fazla bir değeri olmayan, ipe sapa gelmez yazıların kıymeti yoktur.”
“Medenî ülkelere bakıyorsunuz, toplu taşıma vasıtalarında herkesin elinde bir kitap, okuyup duruyorlar. Bizde otobüste, metroda, banliyö treninde kitap okuyan binde bir bile değildir.”
“Söz uçar gider, yazı kalır.
Bundan yüz elli sene önce yapılmış bir sohbeti bilmiyoruz. Yazıya dökülmüş ve basılmış olsaydı bilecektik.
Zamanımızda insanlar okuma alışkanlığını kaybettiler. Çok kısa metinli, çok ilgi çekici, çok faydalı, çok kolay okunup anlaşılan, faydalı, kalıcı, değerli broşürler çıkartılması gerekir.”
Yazı ve Medeniyet, 23 Temmuz 2006 – Milli Gazete, Mehmed Şevket Eygi
Sayın Necip Bey,
Siz ve Gün Zileli gibi geniş bilgili ve derin düşüncelerle dolu kimseler bizim için modern ve çağdaş insan örneklerisiniz.
Bu sitede sizin dediklerinizle alay eden, zart zurt ettiğinizi iddia edene aldırış etme gafletine düşmeyiz. Siz ve Gün Zileli gibi gerçek dünyanın gerçek bilgileriyle donanmış kişilerle alay edenler arasındak dağları aşar.
Zileli sadece politikada sonsuz bilgili. Bir de evrim teorisininde “hayatta kalma kavgasının” genlerde olan linear hoplama zıplamaları gittiçe genşlemeyen helezonda hoplama zıplamalar oarak yorumlamada getirdiği yenilik var.
Siz, Necip bey, Allah sizi size iktidar genlerini aktaran annenize bağışlasın, bilmediğiniz hiç bir şey yok. Politika yanı sıra antropoloji, paleontoloji, iktidarın doğuşu ve gelişmesi, lügatler, wikipedia, evrim teorisi, fizik, kozmoloji-entropi, enfermasyon teorisi-entropi, matematik, vs. Saymakla bitmez.
Yazdıkalrınızı topladık, aramızda tartışıyor, daha iyi anlamak istiyoruz. Sizin abı-bilginizden içmek istiyoruz.
Lütfen bizi sizinle alay eden ve Zileli abimizin adını ağzımıza almayı yasakladığı oyunu oynamak istemeyenle karıştırmayınız.
Oyunu oynayıp hile yapanlar affedilir ama oynamayanların kellesi kesilir. Biz sizin gibi oyunu oynayanlardanız. Affetmenizi bekleriz.
İki sorumuz var ve ikisi de başlangıçla ilgili.
Aşağıdaki derin bilginizde iktidarı daha henüz başlamadığı, hala hayvan gibi yaşayanlar arasında mümkün olmadığı tezini ileri sürdünüz.
“Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken”
Diğer yandan size göre iktidar doğuran anneyle başlamış. O halde ya tek başına gezenler arasında arasında kadın yoktu ve erkekler çocuk doğurdular, veya kadınlar doğurdular ama çocuklarını tek başına gezmeye bıraktılar.
Hangisi doğru, Necip bey?
İkinci soru, sizin orijinal bir yorumla ortaya attığınız “hayatta kalma kavgası” teorinizle ilgili.
1. “Hayatta kalma Kavgası” genlerde yazılı olduğu için herkes birbirini boğazlıyor, o halde, iç dünya dış dünyaya neden olmuş,
veya
2. “Hayatta kalma Kavgası” siz sağ anarşistin yorulmadan, solcu anarşist ve azılı solcu devrimcilere hatırlattığınız gerçek dış dünyada herkesin bir birini boğalamasının diğer bir adı, o halde, dış dünya iç dünyaya neden olmuş.
Hangisi doğru, Necip bey?
Siz rahatsız etmemek için diğer konularda rastladığımız benzeri soruları daha sonraya bıraktık.
Yazı dili / konuşma dili meselesine değinen Sevan Nişanyan’ın yazılardan;
Okumak – 27 Aralık 2008
“Türkçe okumak eylemi esasen “çağırmak, yüksek sesle seslenmek” demek. Meydan okumak, şiir okumak, lanet okumak, künyesini okumak deyimlerinde bu özgün anlam korunmuş. Şiir okuyor derken kitaptan yahut prompter’den baktığını kastetmiyoruz. Meydan okumak deyimi de 17. yüzyıl sözlüklerinde meydane okımak diye geçiyor. Yani meydana çağırmak. Düşünürseniz yazı yazmak ve yazı okumak işlemleri dilin evriminde çooook geç bir dönemde ortaya çıkmış. Dolayısıyla bunları ifade eden sözcüklerin derivatif, muhtemelen mecazi anlam taşıması kaçınılmaz bir şey.”
Kuran’ın Kültürel Kaynakları
“KTB kökü evet Arapçadır, ancak aslen “sivri bir uçla kazımak, çentmek, çizik atmak” anlamındadır; “yazılı metin” anlamında kitâb sözcüğü ise Aramicede Milat öncesinden itibaren yaygındır. Keza “yüksek sesle söylemek, haykırmak” anlamındaki QRA fiilinin yazı okumaya ilişkin özel anlamını Aramice ve Arapçada birbirinden bağımsız olarak kazanmış olması düşünülemez. Qeryânâ Süryanicede “makamla okunan ilahi” ve “kilisede belli günlerde kıraat edilecek ilahileri gösteren kitap” anlamındadır. Süryanice yod harfinin Arapça hemze ile karşılanması tipiktir.”
“Sayılan sözcüklerin bazılarının kökü Arapçada bağımsız olarak mevcuttur. Örnek: NBY (bağırmak, kavga etmek), CNN (gizli olmak), RWH (esmek), QRB (yakın olmak, yakınlık göstermek), RHB (korkmak) vb. Ancak bu primitif kavramlardan, gelişkin bir inanç ve ibadet sistemine ait nebi, cennet, ruh, kurban, rahib gibi yüksek kültür kavramlarının, iki ayrı dilde, birbirinden bağımsız olarak türemiş olması imkânsızdır.”
“Yunancadan Süryaniceye alınmış kelimeler
Roma imparatorluğunun Doğudaki egemen dili olan Yunancadan Süryaniceye çok sayıda, Yahudi Aramicesine daha az sayıda yüksek kültür sözcüğü aktarılmıştı. Bir kısmı Kuran Arapçasında da görülen bu sözcüklerin, Sami kökenli olmadıkları, dolayısıyla Arapçada yerli olamayacakları açıktır.
beled (politeía = devlet), burc (pyrgos = kule), cins (gênos), dirhem (draxmê, para birimi), dinar (dênarios, para birimi), feradis/firdevs (paradeísos = cennet), İncil (euangêlion), kırtas (kartés = papirüs), zevc (zeugos = eş), sicil (sigillion = resmi evrak), qıntar (kentenárion = kantar)”
“Bu bölümün sonucu
“Cahiliye” devrine ilişkin yaygın kanının aksine, Muhammed zamanında Arap yarımadasının her yanına dağılmış güçlü, etkili Yahudi ve Hıristiyan cemaatleri mevcut olduğu anlaşılıyor. Kıtanın ticari ve kültürel sinir merkezi durumunda olan Mekke’de oturan birinin bundan haberdar olmaması düşünülemez.
Mekke’de Yahudilerin varlığına ilişkin bilgimiz yok. Ancak etkili konumda bazı Hıristiyanların bulunduğu, mesela Peygamberin ilk eşi Hadice’nin amcaoğlu olan Waraka b. Nawfal’in Hıristiyan olduğu, “hatta Hıristiyan yazısı yazmayı öğrendiği” kayıtlı. Waraka’nın saygı gören ve sözü dinlenen biri olduğu hadis kaynaklarından anlaşılıyor.
Sonuç olarak peygamberin, Suriye’li rahip Bahira gibi efsanevi kaynaklara gerek kalmaksızın, yerel muhataplardan, Yahudi ve Hıristiyanların gelenekleri, itikatları, ibadetleri, kitapları ve doktrin tartışmaları hakkında yeterli bilgi sahibi olabileceğini kabul etmemiz gerekiyor.”
Leyse fi’l-kâinâti gayrüke şey’ün
Ente şemsü’d-duhâ ve gayrüke fey’ün
Küllün mâ-fi’l-kevnü vehmün ev hayâlün
Ev ‘ukûsün fi’l-merâyâ ev zılâlün
(Kâinâtta senden başka hiçbir şey yoktur
Sen kuşluk güneşisin, senden başka varlıklar gölgeden ibârettir
Kâinâtta mevcut her şey vehim ya da hayâldir
Veya aynalardaki akisler ya da gölgelerdir)
Molla Câmî
679 Anonim’e bir cevap.
Tarihte iki türlü düzene karşı gelme var.
Birinci tür düzeni seven, nimetlerinden yararlanan ama tam yararlanmadığı için kendi silikliğini, cılızlığını tüm dünyaya yansıtıp arkasına destek arayan orta sınıf ucubeleri. Bunlar laik elhamdülillahçılar. Modern çağlarda ve özellikle demokratik ülkelerde bunlar bir çeşit ayıbı örten don, külot vazifesi görürler. Karşı gelmeyi kendilerine meslek edinen bilinç tüccarları. Bolşevikler, Çin, Doğu Avrupa Komünist rejimler, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Küba bu çeşitlerden. Bir çeşit aşksız zorla evliliğin yarattığı hilkat garibesi sadist/ mazoşist çifti. Eninde sonunda karşı geldiklerinin işi daha iyi becerdiğinin farkına varıp uyanan sersemler. Bunlar boynuzlu kocalara çok benzerler: hakikate en son bunlar görür.
Başta iki azılı sağ-sol anarşist Necip-Zileli, sitede yorum yapanların hemen hemen hepsi bu çeşit karşı-düzenciler. Düzeni ele geçirip, haklı olarak, yeteneklerinin daha büyük mükafatlarına konmak isteyen, hakkına ket vurulmuş olduğuna inanan modern çağ bireyciler. Bunların yüksek zekalı olduklarına bütün samimiyetimle inanıyorum. Ülkelerinden kıymetlerinin daha iyi değerlendirildiği ülkelere giden meslek sahiplerine benzerler. Hepsine ortaklık yavan, karaktersiz, asıl değil kopya olmaları.
Muhabbet tellalı Mehmed Şevket Eygi güzel bir örnek. Kibirle anlattığı bölge ve çağları eleştirici tek bir yazı bile okumamış. Beyni lise beyin yıkamalarından geçmiş, kazananları alkışlayan yüksek zekalı bir dalkavuk. Bu herif yazı ve yazının etkileri hakkında bile düzeni elinde tutanların beyinlere tıka basa doldurdukları propagandanın ucuz bir papağanı. Düzeni savunan ama bu sıradan gazeteciden çok daha bilgili ve derin düşünürler var. Hatta bunlar her yerde çoğunluk. Yazının insan ruhu, belleği, bilinci, psikolojisi üzerindeki olumsuz etkileri; toplum sosyal ve politika ilişkilerinde baskı aracı olarak kullanılması hakkında sayısız araştırmalar var da var. Ama bu gazeteci, her gazeteci gibi kendine benzerlerin ucuz , hazmı kolay, gıdıklayıcı dedikodular beklediğini bilir.
İkinci çeşit karşı-düzenciler çok karışık. Eğer en son örneklerden biri hakkında biraz merakınız varsa James C. Scott’ın “The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia” kitabını okuyun . Sizler gibi yaşamaktansa rahat yaşamayı seçenlere milyarda bir ders olur.
Bunlar hem düzeni elinde tutanlara hem de birinci türden karşı-düzencilere karşılar. Hatta ikisi arasında hiçbir fark görmezler. Bu ikinci türlere verilecek her tanım tam zıddını içerir, tanımın kendisi bir çelişkidir. Medeniyet öncesi ve sonrası ilkeller, devletsiz toplumlar, ve nihayet medenite iöinde doğmuş ama medeniyetin dünyayı bir mezarlığa çevirdiğini görmüş sayısız kişiler ve guruplar.
En iyisi somut örnekler vermek.
Alıştığınız seyircilik dünyasında taptığınız düzenin, yani medeniyetin en başını çeken ABD toplumunu bir alegori, bir kinaye ile anlatan Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest) filmine bir bakın, ama Mehmed Şevket Eygi’nin Mezopotamya’ya inek trene bakması gibi bakmayın sakın.
Akıl hastanesi ABD. Düzeni elde tutanlar belli. Hastalar sizin gibi gönüllü hastalar, seve seve içeriye girenler. Kızılderili, sağır ve dilsiz, yani düzenle muhatap bile olmuyor, anlamayacaklarını biliyor. Ve nihayet cıvıl cıvıl, canlı, düzenin dışarı attığı, sizler gibi aşağılığın yarattığı büyüklük hayalleri içinde yaşamak yerine yaşamayı seçmiş ayak takımından biri. Kızılderili ile anlaşmaları pek şaşırtmaz. Kızılderili sebzeye çevrilmiş canlı insanlığı öldürür, duvarları yıkar ve kaçar.
ABD tarihçisi Drinnon kitabına Hawthorne’ın sizin gıpta ettiğiniz beyazlarla Kızılderililer arasındaki farkı dile getirdiği bir alıntıya başlar:
“Neşe ve hüzün
Dünya egemenliği için
karşı karşıya gelmişlerdi”
Kimlerin kazandığı ve kimlerin alkışladığı çok belli.
Eğer anlama kabiliyetiniz tamamıyla yok edilmemişse, medeniyet tarihinde Türklerin nasıl görüldüğüyle ilgili sonsuz küçük bir ek:
Türkler tarih boyunca medeniyet katkıda bulunmayan, medenilerin kırıntıları ve taklitçiliğiyle geçinen bir toplum olarak bilinir.Günümüzün İslam düşünürleri, İslam’ın kapitalist/modern bilim-teknoloji güçleri trenini kaçırmalarını barbar Türklerin İslam’a egemenliğinde bulmaktalar. Buna güce tapan iki koca kelle Atatürk ve Karl Marks’ın aşıladığı aşağılık duygusunu da eklersek, gazeteciden ve sizden efendilerinizi övme ve alkışlamadan başka ne beklenebilir?
“Türkler tarih boyunca medeniyet katkıda bulunmayan, medenilerin kırıntıları ve taklitçiliğiyle geçinen bir toplum olarak bilinir.”
Aynısını Müslümanlar için de söylerler.
“Günümüzün İslam düşünürleri, İslam’ın kapitalist/modern bilim-teknoloji güçleri trenini kaçırmalarını barbar Türklerin İslam’a egemenliğinde bulmaktalar.”
Bunun nedenleri İslam’ın -ve onun kadar olmasa da diğer tektanrıcı dinlerin- kendisinde de aranabilir;
“İslamiyet kadar orijinallikten uzak başka bir din yoktur. Temelde ‘Hanif’lik ve Zerdüşt inançlarından etkilenmiş; Arabistan’ın eski dini, Musevilik ve Hıristiyanlık’tan yapılmış alıntılarla desteklenmiş ve Muhammed’in en büyük ve en son peygamber olduğu inancıyla donatılmıştır. Kur’an, ne derin düşünceleri içeren, ne de kutsal ve hayranlık uyandıran bir dille ifade edilmiş bir kitaptır. Yenilenmeye, geliştirilmeye en elverişsiz olanıdır.”
“İslam Tarihi”, R. P. A. Dozy
“Tektanrıcı dinler Anadolu insanını inanç kaynaklarından koparmaya, İlkçağ’dan kalan tarih varlıklarını yıkmakla başlamış. Anadolu insanı yapay tarihinden kaynaklanan bir anlayış eksikliğiyle varlığını İslam’la bütünleştirmenin yollarını aramış, İslam’dan öncekini kendinden saymamış, ayaklarını üzerinde yaşadığı toprağa basamamış, yürürken salındıkça, sarsıldıkça başkalarından değnek almaya başlamış. Dünyada dinini, inançlarını başkalarından ödünç alan ulusların çoğu bunalım içindedir. Dinini üzerinde yaşadığı topraktan alamayan bir ulus kendi kendine yetmiyor demektir.”
“Nakşibendilik”, İ. Z. Eyuboğlu
“Dünyada dinini, inançlarını başkalarından ödünç alan ulusların çoğu bunalım içindedir. Dinini üzerinde yaşadığı topraktan alamayan bir ulus kendi kendine yetmiyor demektir.”
Bayilirim, boyle, kerameti kendinden menkul allamelerin ufurmelerine..
İsmet Zeki Eyuboğlu, acaba hangi kapsamli arastirmalar ve itiraz edilemez deliller ile boyle bir sey soyluyor?
Cevap: Hic. Sifir. Zilch. None. Nil.
Ideolojik saiklerle adam yerine koyulmanin handikaplarindan birisi de budur: Ideoloji ile birlikte adam yerine konmak da zibarir.
Yani, bu sözde düzen karşıtları – pek hoş olmayan bir tabirle ifade edersek – aslında düzenin adamıdırlar, düzülenin değil, demek istiyorsunuz.
“Cevap: Hic. Sifir. Zilch. None. Nil.”
Eğitimdeki türban, imam-hatipler, Aleviler ve diğer başkalarının istemediği zorunlu din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı ve siyasal İslamcı iktidarlar ve bunlar gibi kutuplaşmaya yol açan diğerleri bunalımlara (krizlere) örnek verilemez mi ki “Cevap: Hic. Sifir. Zilch. None. Nil.” diyorsunuz?
686 Anonim veya Yazı Sever, Okur Sever, Düzen Sever
” Yani, bu sözde düzen karşıtları – pek hoş olmayan bir tabirle ifade edersek – aslında düzenin adamıdırlar, düzülenin değil, demek istiyorsunuz.”
Sizin düzenleri sevdiğinizi gördüm ama modern demokratik bir birey olarak kişisel seçeneklerle yöntem tercihi hakkınızı kullandığınız aklıma bile gelmedi. Ağzınızdan çıkarır çıkarmaz hemen anladım. Her neyse, sizi incittiğim için özür dilerim.
Ama yşne de ve doğrusu sizin gibi orta sınıf süt çocuklarının ağzına hiç yakışmamış. Belki son modalar sizleri etkilemiştir. Yazı öveninkini ağzınıza alıp çiğnemeden yuttuğunuzu gördüm ama sizin ultra modern olduğunuz aklıma bile gelmedi.
Sizin normal yollarla düzülenler arasında olmadığınızı görmediğim için de özür dilerim.
Zaten bu site hayatından memnun avanaklarla dolup taşmakta. Diplomalı, iyi maaşlı, sarışın karı ve çocuklu, iyi bir emekliği bekleyen dinamik, ilerici, yazıp çizme ve bilhassa okumayı bilen uykuda gezerler, düzenlerin ayıbını örten külotlar.
Yazı başlayalı 5-6 bin yıl okuma bilenler sayısın ortalama %00000,1’den bile az olduğu bir dünyada sizin gibi düzenlere tapan düzülenlerden başka ne beklenir ki?
Her halükarda, ya anneniz veya ahlak polisi site müdürü Zileli ağzınıza biber sürecek, söylemedim demeyin.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?
“kutuplaşmaya yol açan diğerleri bunalımlara (krizlere) örnek verilemez mi ki”
Ben, ‘kutuplasmaya yol acan bunalimlar/krizler’ [*] acisindan/zaviyesinden degil; Ismet Zeki Eyuboglu’nun, sanki bir temel hakikati, fizik kanunu gibi derin bir hikmeti dile getiriyormus gibi ‘-dir/-tir’larla hukum beyan etmesine itiraz ediyorum.
[*: ‘kutuplasmaya yol acan bunalimlar/krizler’ konjonkturel olarak rahatsiz edici olsalar bile, toplumun canliligini, yeni arayislar icinde oldugunu gosterir bence. Bunlarin bir ‘cozum’e (‘resolution’a) kavusturulmasi gerekir, tabii ki, ama sadece bir sonrakini/baskasini gundeme alabilmege firsat tanir. Yani, omur biter ‘kutuplasmaya yol acan bunalimlar/krizler’ bitmez. 🙂 Hatta, bitmemelidir; biterse, bittik demektir. ]
“ABD Başkanı Franklin Pierce’a mektup”
Tarih: 1854-55
Yazan: “Duwamish” Kızılderili Kabile Reisi “Seattle”
Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış.
Dostluktan söz etmiş büyük başkan… Ama biz sizin, dostluğumuza ihtiyacınız olmadığını biliriz.
Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz?
Ya da satabilirsiniz?
Ya toprakların sıcaklığını?
Ağzımdan çıkan sözler yıldızlara benzer, büyük başkan, hiç sönmezler. Bu yüzden söyleyeceklerime güveniniz.
Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip olmayan biri onu nasıl satabilir?
Kutsaldır bu topraklar benim için ve ulusum için…
Yağmur sonrası ışıltılı her çam yaprağı
Denizi kucaklayan kumsallar
Karanlık ormanların koynundaki sis
Şakıyan böcekler…
Ve bilin ki:
Kızılderili adamın anıları, ağaçların özsuyunda saklıdır. Toprak bizim anamızdır.
Bilesiniz ki;
Derelerin ve ırmakların içinden geçen sular, sadece su değildir.
Atalarımızın kanıdır o.
Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam. Toprağı çocuklarından çalar.
Açlığın dünyayı saracak beyaz adam ve ardında koskoca bir çöl bırakacaksın.
Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür ve kaçar.
Demir at (lokomotif), öldürüp çürümeye bıraktığınız binlerce buffalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlamıyorum!
Hayvanlar insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi?
Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir.
Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecek…
Çocuklarınıza bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretin.
Toprak bizim anamızdır.
Ve toprağa tükürülmez.
Toprak insana değil, insan toprağa aittir.
İnsan, hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece…
Beyaz adam neyi satın almak istiyor?
Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı?
Koşan antilopların çabukluğunu mu?
Biz size bunları nasıl satabiliriz?
Ve siz nasıl satın alabilirsiniz?
Bir kağıt parçasını imzaladığımız ve beyaz adama verdiğimiz için her şeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam?
Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size?
Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz?
Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her şey zannetmektedir. Bir insan annesine sahip olabilir mi?
Günlerimizin kalan kısmını nerede geçireceğimiz önemli değil. Çocuklarımız babalarını gururları kırılmış gördüler. Savaşçılarımız utandırıldılar. Yenilgiler sonrası kendilerini içkiye ve yemeğe verdiler. Bu yolla vücutlarını uyuşturuyorlar. Birkaç kış ömrümüzün kaldığı bu topraklarda, yakında matemimizi tutacak tek bir kişi bile kalmayacak. Ama niye ağlayayım? İnsanlar denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler. Biz gidiyoruz, ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi bugünden biliyoruz. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz. Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin. Ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir. Fakat biliyoruz ki, batışınızda her tarafa parlak bir ışık yayacaksınız.
Bütün buffalolar öldürüldükten sonra,
Yaban atları ehlileştirildikten sonra,
Ormanın en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda,
Sevimli tepenin görüntüsü konuşan tellerle kirletildikten sonra,
bir bakacaksınız ki; gökteki kartallar yok olmuş. Hızlı koşan taylara “elveda!” demişsiniz. Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu, yaşamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalmanın başlangıcıdır…
Biz kardeşlerininkinden ne kadar farklı olursa olsun, her insanin istediği gibi yaşamasını savunuruz. Eğer biz teklifinizi kabul edersek, bu, sadece yeni toprakları güvence altına almak için olacaktır ve orada son günlerimizi rahat ve huzurlu geçirebiliriz belki…
Size bu topraklarımızı sattığımız zaman, siz onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz, onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Ve onu bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız. Bu toprakları ve üzerindeki canlıları çocuklarınız için koruyunuz. Çünkü bu dünya kutsaldır. Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz, belki biz hepimiz kardeşiz.
Bunu zaman gösterecek.
Medeniyete -sözde değil özde- karşı olan vahşi çıplakların bu kadar geveze olduklarını sanmıyorum.
Ya birkaç kişi gülsün bu arkadaşın esprilerine!
Medeniyete alternatif yaşamı buralarda boş şeyler yazarak, ve buraların dışında da başkalarına boş konuşarak mı yaratacaksın?
Pipsqueak, “primitif anarşizm”i savunur.
“İlkel” kelimesi ile nitelenen devasa tarihi bir çırpıda hakir görmeye, “ilkel insanlar”ın adeta hep bir ağızdan “yobaz” ilan edilmesine karşıdır.
Pipsqueak’in sorularını, pipsqueak’in içinde alev alev yanan isyanı, bu sayfadaki ziyaretçilerin çoğunun anladığını sanmıyoruz, anlamaya istekli olmadıkları ise besbelli.
Pipsqueak’in sorduğu temel sorulardan biri şu:
“İlkel” kelimesi ile nitelenen insanlara, niçin (adeta) soykırım uygulandı?
“1789 Fransız İhtilali”; “Aydınlanma”, “İlerleme”, “tahakkümlere karşı mücadele” gibi kavramları bütün dünyaya yayan bir ihtilal olarak bizlere yıllarca öğretilirken, bu iyilik meleği olduğu söylenegelen “aydınlanmacılar, ilerlemeciler” niçin “ilkel”leri hayattan sildi?
“Yerlilerin Gözyaşları: Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi”
Bartolomé de las Casas
http://www.kitapyurdu.com/kitap/yerlilerin-gozyaslari-amp-yerlilerin-yok-edilisinin-kisa-tarihi/136699.html
“Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?”
Bartolomé de las Casas
http://www.kitapyurdu.com/kitap/kizilderililer-nasil-yok-edildi/5468.html
“Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev”
Étienne de La Boétie
http://www.kitapyurdu.com/kitap/gonullu-kulluk-uzerine-soylev/371957.html
Sayın Zileli, ne yazık ki, pipsqueak’in sorularını ve yazdıklarını esprilerle geçiştirmeye eğilimli.
Zileli, iktidar karşıtlığını sadece “devlet karşıtlığı” olarak görüp ona göre tavır alıyor, pipsqueak ise hayatın bütün hücrelerine yayılmış her tür iktidara karşı söylemlerini bu sayfada bizlere hatırlatıyor.
Zileli’nin pipsqueak’le alay etmesi, pipsqueak’in sadece devlet karşıtlığı ile sınırlı kalmasını istemesinden, pipsqueak’i “primitif anarşizm”den caydırmak istemesinden kaynaklanıyor olabilir mi?
M. Akif’ten de cahil gevezeler medeniyetin Sümer’le değil, hayvanlıktan insanlığa geçişle başladığını bile bilmiyorlar. Keza ateşin de, taşın da, mızrağın da, Kızılderililerin ok ve yaylarının da medeniyet olduğunu da.
Bu Site, “Sosyal Medyada Cahilliğini Utanmadan Sergileyenler Nobel Ödülü”nü kazandı!
“691 Necip” yine zırvalamış.
“Ben, ‘kutuplasmaya yol acan bunalimlar/krizler’ [*] acisindan/zaviyesinden degil; Ismet Zeki Eyuboglu’nun, sanki bir temel hakikati, fizik kanunu gibi derin bir hikmeti dile getiriyormus gibi ‘-dir/-tir’larla hukum beyan etmesine itiraz ediyorum.”
Bak şu derinliğe! Ulan hödük, her fizik veya modern bilim kanunu ancak söylendiği an geçerlidir. Her dafasında Necip gibi bilim bilmeyenleri düşünüp “şimdiye kadar, yalanlana kadar, çelişkiye yol açacak gözlemler yapılana kadar” gibi bir koşullar eklenmez. Bir çocuk bile Necip’e benzeyen bir eşek gördüğünde “bu bir eşek” demek için bütün eşekleri görmeyi beklemez.
Bilimde hiç kimse Necip kadar salt kendi kendiyle konuşan bir bunak olmadığından ve bilim nesnel olduğundan mutlaklık savunmaz.
Modern bilimin doğru/yanlışlığını bilmek için zaman sonuna kadar beklememiz gerektiğine tapacağım kadar beğendiğim, dünyanın gelmiş geçmiş en yüce ruhlu insanları alayla işaret ettiler. Bir laik tüccar Necip’ten duymak insanı gerçekten tiksindiriyor.
İsmet Zeki Eyüboğlu’nun yanılmış olmasıyla, fizikte ileri sürülen kanunun doğru/yanlışlığı arasında fark yok. Her ikisinde sonsuza dek beklemek gerekir.
Siz işgüzarlığı seven birisiniz. Keşke boş konuşacağınıza ve İsmet Zeki Eyüboğlu’nun yanlışlığını lügatlerinizdeki “-dir/-tir” eklerinde arayacağınıza sizin tek ve en büyük bilgi kaynağınız “wikipedia”da arasaydınız. Bu konuda yazılmış bütün eserleri gözden geçirseydiniz. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun yanlış olduğunu gösteren eserlerin yanlış olmadıklarını kanıtlayan diğer bütün eserleri de tarasaydınız. Bir düzen yaltakçısında kurtulmuş olurduk.
Ama Necip Atı-Türkçü, Necip sağ-anarşist, Necip laf cambazı, Necip ilerici, Necip Marksist, kısacası Necip araba satar gibi geleceği de süsleyip satıyor:
[*: ‘kutuplasmaya yol acan bunalimlar/krizler’ konjonkturel olarak rahatsiz edici olsalar bile, toplumun canliligini, yeni arayislar icinde oldugunu gosterir bence. Bunlarin bir ‘cozum’e (‘resolution’a) kavusturulmasi gerekir, tabii ki, ama sadece bir sonrakini/baskasini gundeme alabilmege firsat tanir. Yani, omur biter ‘kutuplasmaya yol acan bunalimlar/krizler’ bitmez. Hatta, bitmemelidir; biterse, bittik demektir. ]
Necip halk arasında yaygın “gelen gideni aratır” deyişini bile hiç duymamış. Bu sitedeki bol sayıda, bol maaşlı, bol emeklilik bekleyen, bol medya yutmuş, bol beyni yıkanmış, bol bolluk müridi orta sınıf hilkat garibeleri gibi gözleri ilerde.
Bir yanda, medeniler arasındaki yarışı kaybetmenin yarattığı aşağılık duygusunu şaşaalı eski güzel günleri çağrıştırmayla telafi eden Mehmet Akif Ersoy’un Batı medeniyeti.
Bu site devrimci-anarşistlerin öncüsü İLERİCİ Atı-Türk’ün Mehmet Akif Ersoy’u sevmemesi kimseyi şaşırtmamalı. Bu sitede hala bu iki yavan (Er-Doğan/Atı-Türk) çatışması devam etmekte.
Diğer yanda, özellikle ilkeller ve genel olarak Batı sonsuz gaddarlığına uğrayanlar gözüyle bakan bir Bengali şairin eşsiz şiirinden bir parça.
…
The thorn-crushing boots of your violators
Stuck gouts of that stinking mud
Forever on your stained history.
Meanwhile across the sea in their native parishes
Temple-bells summoned your conquerors to prayer, Morning and evening, in the name of a loving god.
Mothers dandled babies in their laps;
Poets raised hymns to beauty.
Today as the air of the West thickens,
Constricted by imminent evening storm;
As animals emerge from secret lairs
And proclaim by their ominous howls the closing of the day; Come, poet of the end of the age,
Stand in the dying light of advancing nightfall
At the door of despoiled Africa
And say, ‘Forgive, forgive – ’
In the midst of murdering insanity,
May these be your civilization’s last, virtuous words
“Gün Zileli
Eylül 24th, 2017 at 14:36
Ya birkaç kişi gülsün bu arkadaşın esprilerine!”
Zileli siz güldünüz mü?
Yoksa, baston yutmuş, tight as*, ciddi, medya çeviriciliğinden çevirdiklerinizin gülünçlüğünü görmeyecek kadar bataklığa saplanmış akldınız mı?
Yoksa eski etkinlik dolu günlerinize gülmekten suratınızın kasları mı yorgun?
Hepsi birden. 🙂
Aşağıda yapılanların aynısının ölmüş (ve gelecekte de henüz ölmemiş olan) Türk egemenlerine de (adları lazım değil) yapılması gerekmez mi?
“Abdullah bin Ali’nin bir emri üzerine I. Muaviye’nin, II. Yezid’in, Abdülmelik bin Mervan’ın ve Hişam’ın mezarları açıldı. Onların kemikleri hakarete uğradı ve yakıldı. Duyulan kin özellikle Hişam’ın çürümemiş olan cesedine karşı açığa vuruldu: önce kırbaçlandı sonra asılıp yakıldı. Mesleme bin Abdülmelik’in cesedi ise dağılıncaya kadar nişangâh olarak kullanıldı. Bu vahşetlerden yalnız II. Ömer’in cesedi uzak kalabilmişti.” (Bahriye Üçok, İslam Tarihi – Emeviler Abbasiler)
İhtilal-i Alem = Dünya Devrimi / Düzenin Bozulması
Son dönem Osmanlıca’sında “devrim” kavramını karşılamak amacıyla yeni anlam yüklenen “ihtilal” kelimesi “halel”, “ihlal” gibi kelimelerle aynı kökten olup aslen “bozulma”, “bozukluk”, “kargaşa” anlamlarına gelir.
Osmanlı’nın duraklama dönemlerinde de devlet adamları, vakanüvisler gibi yazarlarca da “dünyanın (dünya düzeninin) bozulması” anlamında “ihtilal-i alem” deyimi kullanılmıştır.
Modern dönemde ise aynı deyimin anlamı değişmiş, sol literatürde “dünya devrimi”nin karşılığı olmuştur.
703 tam bir bu siyeye yakışan devrici-solcu-anarşist falan filana. Yediği az olsun diye b*ku eşit dağıtmış.
Bu sitenin neden enayileri çekip toplaması apaçık oldu. Zileli kendine benzerleri cezp ediyor. O da 30-40 yıldır b*ku eşit dağıtmak istiyor.
Bakın bir cahiller cahilinin dediğine:
” 703 Geveze cahillik 24 Eylül 17 / 3pm
M. Akif’ten de cahil gevezeler medeniyetin Sümer’le değil, hayvanlıktan insanlığa geçişle başladığını bile bilmiyorlar. Keza ateşin de, taşın da, mızrağın da, Kızılderililerin ok ve yaylarının da medeniyet olduğunu da.”
Dünyanın en dandik ansiklopedisi olan Wikipedia bile siteye katkıda bulunanlar kadar hödük-dandik değil.
“Medeniyetler, merkezileşme, insanların ve diğer organizmaların evcilleştirilmesi, emeğin uzmanlaşmasıdır. Medeniyet kültürlerinde ilerleme ve üstünlük ideolojileri medenilerin beyinlerine işlenir. Medeniyetin diğer özellikleri anıtsal mimari, vergilendirme, toplumsal bağımlılık sağlama, tarım ve genişleme sosyo-politik-ekonomik düzenidir.”
Dandik ansiklopedi devam eder.
“Göçebe çoban, bahçecilikle geçinme, avcılık ve devşirmecilikle geçinen toplumlar medeniyet sayılamaz.”
Tekrar ede ede bıktığım ibn Khaldun alıntısına bak. Ama inek trene bakar gibi bakma.
“Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization.”
Ibn Khaldun on nomads
” Karakter ve doğaları olmuş olan vahşilik, onlar için otoriteden uzak durmak, liderliğe boyun eğmemek anlamına geldiğinden bunun zevki içinde yaşarlar. Bu doğal yaradılış özellikleri MEDENİYETİN reddi ve antitezidir.”
Göçebeler Üzerine, İbn Kahldun
Bak bunlar, ne sana ne de senin gibi medeniyet şekerli kamışını ağzına almış haz içinde yalayan, dediklerimden gocunan iki angut, Zileli ile Necip’e benziyorlar
Türkçe vikipedi sizler kadar yavşak ve üstelik laf cambazı. Ama medeniyete “öz Türkçe”, sözüm ona ilk devlet kuran uygur kelimesinden türeyen, uygarlık adı verilmiş olmasından, eğer yukarıdaki gibi bir “703 Geveze” cahil inek değilsen, işi sezersin.
” Eylül 24th, 2017 at 20:33; Hepsi birden, Gün Zilli”
Hep sırıtan, hep aynı olan resmin, seni pompalayanaların dediğini onaylıyor: gencecik kalıyorsun.
Lenin-stalin dininden anarşistlik dinine değişmen hariç hiç değişmemişsin, maşallah!
Üstelik milyarları aşan adi internet sıradanlarına beniyorsun. Yoksa bu bir tesadüf mi?
‘Eğer bu kitapları isterseniz bedavaya nasıl indirebileceğinizi size yazarım.’
Teklifiniz için teşekkür ederiz. Bu kitapları okuyalı uzun zaman oldu.
‘İlkeller dilinde fiil çok, medeniler dilinde isim çok.’
Pipsqueak’in bu ifadesi (yine) yerinde, doğru bir tespit.
Richard Eugene Nisbett, 1941 doğumlu, sosyal psikoloji alanında profesör. Şu an, ABD Michigan Üniversitesinde, ‘Kültür ve Bilişselcilik’ kürsüsünün başkanı.
Fakat Nisbett, sizin özellikle kullandığınız ‘professorial’lık taslamak!’ hastalığındam muzdarip bir kişi değil.
Nisbett, ‘The Geography of Thought – How Asians and Westerners Think Differently and Why’ isimli bir kitap yazdı. Bu kitapta, sizin işaret ettiğiniz ‘İlkeller dilinde fiil çok, medeniler dilinde isim çok.’ tespitinizi, kültürler arasında incelemeler yaparak, köklere inmeye çalışarak izah etmeye çalışıyor.
İngilizce okumak isterseniz:
http://www.univpgri-palembang.ac.id/perpus-fkip/Perpustakaan/Geography/Geografi%20manusia/The%20Geography%20Of%20Thought,%20How%20Asians%20&%20Westerners%20Think%20Differently…%20And%20Why%20By%20Richard%20Nisbett%20(2003).pdf
‘The Geography of Thought’ shows that East Asia and the West have had different systems of thought, including perception, assumptions about the nature of the world, and thinking processes, for thousands of years. Ancient Greek philosophers were ‘analytic’ – objects and people are separated from their environment, categorized, and reasoned about using logical rules. Psychological experiments show the same is true of ordinary Westerners today. Ancient Chinese philosophers and ordinary East Asians today share a ‘holistic’ orientation – perceiving and thinking about objects in relation to their environments and reasoning dialectically, trying to find the Middle Way between opposing propositions. Differences in thought stem from differences in social practices, with the West being individualistic and the East collectivistic.
Türkçe okumak isterseniz:
‘Düşüncenin Coğrafyası: Doğulular ile Batılılar nasıl -ve neden- birbirinden farklı düşünürler?’
http://www.kitapyurdu.com/kitap/dusuncenin-cografyasi/67341.html
Nisbett şu sorulara yanıt arıyor:
– Kadim Çinliler neden Yunanlılar gibi geometride değil de, sadece cebir ve aritmetikte başarılı oldular?
– Asyalılar bir nesneyi çevresinden soyutlamakta neden zorlanırlar?
– Batılı bebekler isimleri fiillerden daha hızlı öğrenirken, Asya’da neden tam tersi geçerlidir?
– Bütün bu bilişsel farklılıkların, uluslararası siyasetin geleceği açısından ne gibi sonuçları olabilir? Bunlar, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ senaryosunu mu, yoksa Samuel P. Huntington’ın ‘medeniyetler çatışması’nı desteklemektedir?
Profesör Nisbett’e göre, insanların dünya hakkındaki farklı düşünce ve görüşlerinin nedeni farklı ekolojiler, toplumsal yapılar, felsefeler ve eğitim sistemleridir. Feng şui’den metafiziğe, ‘karşılaştırmalı dilbilim’den ‘ekonomi tarihi’ne kadar, Aristoteles’in çocuklarıyla Konfüçyüs’ün soydaşları bir uçurumla birbirinden ayrılmaktadır.
Kültürler arası anlayışa gereksinim duyduğumuz ve işbirliğinin hiç bu kadar önemli olmadığı bir dönemde, bu kitap, o uçurumun haritasıyla birlikte, aradaki boşluğu kapatabilecek köprünün taslağını da sunuyor.
İzmirli güzel Tweet mağduru
http://www.yeniasir.com.tr/yasam/2017/09/23/izmirli-guzel-tweet-magduru
https://www.instagram.com/p/BZdFadRDIw9
Class Wars: The Workers Awaken
http://www.occupynaperville.org/wp-content/uploads/2015/12/12390869_1099006523452029_1460886088484770352_n.jpg
–
https://www.youtube.com/watch?v=jqSlaMME-Mk
[Obi-Wan Kenobi: Anakin, Chancellor Palpatine is evil!
Anakin Skywalker: From my point of view, the Jedi are evil!
Obi-Wan Kenobi: Well, then you are lost!
(Star Wars: Episode III – Revenge of the Sith)]
tquasa 3 yıl önce
This is what happened when I told my parents I was an atheist.
YANITLA 45
siiyon 3 yıl önce
hahaha
YANITLA
DemonicGoat 3 yıl önce
“From my point of view the catholist are evil!!”
YANITLA 19
–
Anti-capitalist: Necip, the capitalists are evil!
Necip: From my point of view, the anti-capitalists are evil!
Anti-capitalist: Well, then you are lost!
(Class Wars: Episode III – Revenge of Necip)
“Nisbett şu sorulara yanıt arıyor:”
Bulursa beni de haberdar eder misiniz lutfen.
‘Bulursa beni de haberdar eder misiniz lutfen.’
Yanıtları buldu ve yayınladı, senin haberin yok lağım kokulu Necip.
Necip “kutsal taşa tükürdü”
“Yanıtları buldu ve yayınladı, senin haberin yok”
Benim haberimin olmayisi normal, fakat, yukarida hakkinda onca lakirdi yazan arkadasimizin da yok gibi.
Yahu, bu adamin ne buldugunu kimse onemsemiyor mu, yoksa?
Sayın 712
Kitap teklifi için teşekkürler. Kitabın içerisinin özeti için de.
Eski bir konuyu biraz tekrar ısıtmak gibi olacak. Eğer gerekmeseydi değinmezdim.
Hatırlatma: siz her zaman medeniyete karşı olmanın imkansız olduğunu iddia ettiniz. Size göre ben modernliğe karşıydım.
Bence, Doğu ve Batı bazı ana konularda çok iyi anlaşırlar.
Nisbett’in sadece adını gördüm ve duydum ama ilgimi hiç çekmemişti. Sayısız defa yanlış yargılarla ve hatta ön yargılarla sonradan pişman olduğum yazılar ve yazarlar oldu.
Eğer akademik yönden saçma denilecek kadar bazı şeyler söylersem, şöyle sıralayabilirim:
1. a) Özetinizde geometrik yaklaşımla aritmetik yaklaşım farkı . Bu fark teknikte (veya eski dilde teknolojide) ileri olmasına rağmen, neden modern bilimin Çin’de değil Batı’da geliştiğini açıklamada bir neden olarak kullanılır. Benzeri diğer nedenler de var. Ben kendim modern bilimin kapitalizmin kibar bir kopyası olduğuna çok derinden inandığımdan, asıl nedeni başka yerde bulduğumu sanıyorum.
b) Diğer bir sorun. Bence Lao Tzu ve özellikle Chuan Tzu bir çeşit dünyayı (doğayı) yönetmektense, dünyanın (doğanın) insanları yönetmelerini savunurlar.
c) Bugün Çin dünyanın her yerinde, tabii sonsuz ırkçı olduğundan, k*ç yalamı Türkler kadar sevdiğinden, özellikle ABD ünlü üniversitelerine, Konfüçyüs enstitüleri aracılığıyla akademik süt ineklerini beslemek için büyük paralar aktarmakta.
d) Shang Yang Machiavelli’den 1500 yıl önce prense aynı aklı vermişti.
Çin medeniyetin en güzel tanımlarından birine tam uyan bir ülke: İçerde baskı, dışarıda fetih.
2. Son zamanlarda en fazla modada olan “cognitive psychology” Özellikle hemen hemen sıfır başarı gösteren tıp dalında her türlü diğer buna benzer modalarla kardeş kardeş birleştirerek kullanılıyor. Hastalıkların %90’u kendiliğinden iyileşir ve/veya daha henüz hiç anlaşılmamış “placebo effect” ile. Feng şui de öyle.
3. Çin daha, daha da fazla, daha daha da fazla enerji elde etmek için şu an içerde önüne gelip ilerlemesine engel olan ilkel ve geleneksel azınlıkların topraklarını viraneye çevirmekte. Dışarıda da aynı şeyi yapmakta. Yaşayan ve yaşamayan varlıkları medenileştirip modernleştirmekte. Kısacası fiziksel veya kimliksel kırımdan geçirmekte. Bu ve yüzlerce bildiğim diğer Çin tipik medeni becerilikleri karşısında, salt tiksinti duyuyorum. Çin tarihine kısa ve üstünkörü bir göz atış bile sosyal konularda fikir yürüten bütün filozofların medenileşmiş insanların “doğru” idaresi için fikirler geliştirdiklerini görmeye yeter.
Aslında ben ASLA kendimi “primitif anarşizm”i savunan, “primitif anarşist” bir kişi olarak görmedim. Bence bu adlar bile konuyu dağıtmak, enayileri isimler öğrenerek bilge yapmak, anlamadıklarını anladıklarını sanıp bitarafa atmak, ve asıl işlerinde iş başı etmek için medyanın taktığı adlar. Medya bu oyunları çoktan oynamakta.
Hatta böyle büyük laflarla kendime madalya takmanın yararı olmayacağını biliyordum. Türkler Amerikalılardan sonsuz daha alçak ruhlu aşağılık hisleri içinde kıvraran hiyerarşi hastaları. Eminim Zileli abinizin bir müridi bana sorardı” Ulan hıyar, bu kadar biliyorsan, neden zengin değilsin?” Ben sadece medeniyetin yalanlarını, kırımcılığını, aklın alamayacağı kadar gaddarlığına rağmen vahşiliğini, alçaklığını, dolandırıcılığını dışarıya, doğaya, vahşi dünyaya yansıtmasını ifşa etmek istedim.
Eğer fiil/isim beni hiç beklemediğim bir çıkmaza soktuysa, bir yenisini deneyeyim.
İçeri/Dışarı.
Ne var ki, genellikle medeniler arasında “dışarı” içerdekilerin dışarısı.
Basit bir örnek:
Eğer vahşi çıplaklarda mülkiyet veya özel mülkiyet yoksa, nedeni bizim çok, çok, çok, çok zeki;, çok, çok, çok, çok devrimci; çok, çok, çok, çok solcu koca kellelerin diliyle mülkiyete ve özel mülkiyete karşı olduklarından değil. Mülkiyet onlar için ölüm demektir. Kadınlar çocuk kendi kendine yürüyene kadar (genellikle 4-6 yaş arası) diğer bir çocuk yapmazdı.
Bir sorun daha var.
İçerdekilerin dışarısı ve içerdeki ayak takımları.
Bence içerdekilerin dışarıdakileriyle ayak takımları çok benzerler. Bence solcu/sağcı devrimci-anarşist-marksist-… bu içerdeki ayak takımlarını evcilleştirip içerdekilere benzetmek isteyenler. Sizin söz ettiğiniz Aydınlık bunun “cognizant” girişimi. Pislikleri temizleme; cesur yeni dünyaya erişmenin engellerini yok etme; ilerleyeceklerine yerinde sayanları canlandırma hareketi.
Eğer “içeri”nin diğer bir adı “düzen”se, “içeri”yi tamamıyla özümlemiş iki örnek bu sitede: Zileli ve Necip.
Eğer Fredy’yi bir defa bile okuduysanız bu iki soytarı kurtulan Yahudilerin Musa’sı ve kurtulan ayak takınlarının Lenin’i. Her iki köpek için biz dünyaya yaşamaya değil “yaşamda kalma kavgasına” geldik. ABD ayak takımları bunu çok güzel söylerler:
“This is a learning planet” veya eğer anlarsanız “step into my office please”
Bu heriflerin kendi düşüncelerini ciddiye almaları bile ne kadar içeridekilerden olduklarını, bence, çok açık belirler.
Daha önce söylemiştim, benim bu sitede tek isteğim bu iki soytarı ve diğer benzeri soytarılarla alay etmek. Sizinle son derece farklı düşündüğümüz de çok belli.
Örneğin, bence sizin internette dandikler dandiği sitelere bile göz atmadan aynı Necip ve benzeri dahiler gibi tarihsel değil kişisel veya sözlüksel tanımlarla benimle uzun bir zaman alay ettiniz. MEDENİYET SÜMER İLE BAŞLAR.
SÜMER’DEN MISIR’A; HİNDİSTAN’DA (MAHANJO DARO, HARAPPA); çok daha sonra ÇİN’E varır.
HİTİTLER; MEDLER; PERSLER; GREKLER ve hatta belli bir ölçüde STEP İMPARATORLUKLARI; ŞANLI MANLI UYGURLAR; ROMA; BİZANS; IRAN; OSMANLI; vs. vs. vs.
BU TRENİN EN SON LOKOMOTİFİ BATI’DIR.
Çok daha basit bir formül: BATI SÜMER’E neyse, ABD AVRUPA’YA O.
Not: Yukarıdakileri ezberden yazdım. Hatalar bulursanız, medeni olmayanlar arasında ” hatalar konuyu daha da zenginleştirir” düşünüldüğünü hatırlayın yeter. Medeniler gibi tight as* olmanın ancak medeniler arasında olduğunu hatırlayın yeter.
Siz Fredy’nin kitabını okuduğunuzu söylediniz. Benim buna inanmam imkansız. O kitapta medeniyetin nerede başladığı çok açık. Eğer bütün canlılar medeniyse eşek Fredy de mi siz milyonlarca kitap okumuş Türkler için kafası karışık bir cahil? Eğer ben medeniyetle modernliği karıştırıyorsam, Fredy’de mi karıştırdı? Yetmez gibi, Fredy ile aramdaki ilişkiler hakkında bile son derece çirkin laflar ettiniz. Daha önce eski stalinci yeni İngiliz sarışın mavi gözlü anarşist diplomalı Zileli cahilliğini kabul edip özür dileyeceğine, bence, bu siteye katılanların sizler gibi son derece cahil olduğunuzu bildiğinden yararlanıp soytarılık etti. Ben bundan tamamıyla eminim. O salak ilkellik hakkında bir b*k bilmeyen bir sol pis kokan politikacı. Eğer siz özür dilemeden devam edecekseniz, ben de sizin atıp tutuğunuzla alay edici cevaplar vermekte devam edeceğim.
Renkleri hiç görmemiş biri dilbilgisine şükür renkler hakkında Zileli, Necip ve diğer site gediklileri gibi bana karşı saçma sapan fikirleri rahatça savunabilir.
Sizinle en büyük sorunum şu: ben sizin okuduğunuzu iddia ettiğiniz kitapları, çok özür dilerim ama, okuduğunuzu sanmıyorum. Benim yazılarımı bile okumadan anlamış gibi cevaplar verip duruyorsunuz. Ama doğrusu benim de açıklamaya hiç niyetim yok. İp uçları vermekle yetiniyorum.
Eğer ciddi bir fikir tartışmasına girmek istiyorsanız en başta çzür dilemeniz şart.
Beni dünyanın en adi insanı medya artistleri Zileli, P. Joseph ve diğer kendi taptığınız putlarla kıyasladığınız yetmez gibi Fredy ne derdi? Watso ne derdi? gibi son derece adi sorular sordunuz. Fredy’ye saygım ne kadar yüksekse Zileli, P. Joseph ve sizler gibi solcu-devrimci-anarşist lağım farelerine nefretim o kadar çok.
Sizi yargımda inşallah haksızım. Kanıtını size bırakıyorum.
‘Benim haberimin olmayisi normal, fakat, yukarida hakkinda onca lakirdi yazan arkadasimizin da yok gibi.’
Ne kadar cibiliyetsiz bir müsterih olduğunu tekrar ispatladın lağım kokulu Necip.
Bulduğu yanıtların hepsi kıymetli, öğrenmeye hevesli isen, kaynağına gidersin (yukarıda linkler var) ve öğrenirsin, ‘armut piş ağzıma düş’ diye beklemeye alışmışsın lağım kokulu Necip.
‘Yahu, bu adamin ne buldugunu kimse onemsemiyor mu, yoksa?’
Bulduklarını önemseyen çok, ama önemseyenler arasında sen yoksun halının ortasına kakasını yapan Necip.
Ne Oldu Sahte Asil Necip,
B*k yediğinin kolayca ispatlanabileceği fizik, evrim, antropoloji, asal sayılar, trigonometri, entropi gibi konularda sesin kesildi.
Sayın İlerici Orta Sınıf İlerici Arkadaşlara İyi bir Haber!
Eğer çocuklarınızın sivri kelleler Zileli, Necip, Erdoğan, Atatürk, Marks ve çok para kazananlar gibi zeka katsayısı yüksek olmasını istiyorsanız bilesiniz ki bazı çok sivri kelleli psikologlar çözümler buldular.
Sayısız yöntemlerden biri gebe karınızı her gün koşturmak.
Bildiğiniz gibi bu gezegen bir bilgi gezegeni. Necip ve Zileli gibi bilgiyi hemen kapma, yutma, emir verildiğinde kusma yeteneklerinin salt genlerde yazılı alın yazısından kaynaklanmadığı artık biliniyor. Çevre büyük bir rol oynamakta. Örneğin 1 milyon önce doğmuş birinin genlerine ne yazılırsa yazılsın ancak muzu görünce maymunlar gibi hoplar zıplar. Hiçbir zaman yer çekimi yasalarını bulan çevik mavi gözlü sarışın maymun Newton gibi k*çını yalayacak tüm insanlığı hayal ederek heyecandan hoplayıp zıplamaz.
Zileli, anarşistlik diplomasını, Kenya dağlarında, Kalahari çölünde, Avustralya aborijinler veya Burma dağlarında anarşik hayat sürenler arasında yaşayarak almadı. Kendisi gibi uslu terbiyeli ama zeka katsayısı yüksek İngilizlerden aldı.
Necip’in şefkat dolu annesi iktidarın ebediliğini kulaklarına fısıldadı, Osmanlıca dualarla lügatlere hevesini bileledi; dört ayak iyi, iki ayak kötü inancının Türkiye araba satış temsilciliğini yapan babasından İngilizce duydu; kapı kapı dolaşan seyyar Doğu satıcılardan Doğu zekasını, özellikle hiyerarşik toplumlarda esnek belkemikli olmanın yararlarını kaptı ve daha sonra Hindistanlı Amerikan arkadaşlarıyla pekiştirdi,
Zileli ve Necip gelecek canlı televizyon programlarında ileri zekalarının, bu hayatta kalma kavgasında, bu “gibi görünme” dünyasında, bu satıcılık dünyasında ne kadar yaralı olduklarını bizzat anlatacaklar.
Eski genlere bağlı zeka seviyesinin her yerde hazır ve nazır merdiven para-digmada başta Yahudiler, ardından Türk, Moğol, ve diğer ahmak halklar hariç DOĞU Asyalılar, ardında BATI mavi gözlüler falan filan geldiği artık geçiciliğini kaybetti. Zeka ve para kazanma demokrasisi, aynı bu sitedeki boş konuşma demokrasisi gibi, devasa adımlarla ilerlemekte.
Bence, bu gelişme, aptalları sıraya getirmek isteyen geleneksel sağ/sol devrimcileri arasında yeni merdiven- helezon zıplamasına, yeni bir teorik çığır açmasına neden olacak.
Bakalım iki dev Zileli ve Necip ne diyecekler.
Sayın Necip Hocamız,
Siz biz öğrenciler için bir ilham kaynağı ve araştırma dürtüsü oldunuz.
712 sayılı yazıya yönelttiğiniz modern bilimin en derin temelinde yatan kuşkuyu,
” “Nisbett şu sorulara yanıt arıyor:” / Bulursa beni de haberdar eder misiniz lutfen.”
bize hatırlattığınız için teşekkür ederiz.
Sizin ne kadar bilimsel olduğunuzu bildiğimiz için soruların altında yatan Doğu/Batı bilişsel farklarla ilgili deneysel araştırmalar edebiyatıyla ilgili sıkı bir araştırma yaptık. Sizi tatmin edecek kadar kesin sonuçlar var ama daha başta bilimsel metotla ilgili bazı kuşkulara rastladık.
En başta,
1. Gerçek dünyanın insandan bağımsız var olduğu,
2. Zamanın geçmesini ve akışını,
3. Maddenin varlığı
hiç bir deneyle kanıtlanamıyor.
Bunlar hasıraltı edilse diğer ve sizin beklediğiniz mutlak kanıtla ilgili sorunlar da var.
1. Bilimsel metotla evrendeki bütün fenomenler açıklanabiliyor ama yasalar açıklanamıyor.
2. Allah soyutlamalarda ve genelleştirmelerde değil ayrıntılar içinde yaşar.
3. İki türlü yobaz var: inanılmaza inanan ve inancın yerine bilimsel metodu kullanmak isteyen.
4. Olumsuz sonuçları çok sayıda çeşitli anlamak yolu var: çalışılan özne veya nesneden şüphe etmektense, metottan şüphe etmek daha akla yatkın.
5. Bilimde en son söz olamaz.
Eğer biz, kısıtlı anlayışlarımız içinde, bir özet yaparsak, bilimde gerçek değil gerçeğe yaklaşmak egemendir.
İlk sorumuz şu:
Siz, Doğu/Batı bilişsel farkları açıklamada kayıtsız şartsız doğru bir sonuç mu bekliyorsunuz?
Fakat sizin böyle bir şeyi bekleyecek kadar basit ve dar düşünceli bir kimse olmadığınızı bildiğimiz için daha da ileri gittik.
Siz görürsünüz ama görmenin nasıl olduğunu bilmezsiniz. Yani bilginizde eksiklik nasıl giderilebilir sorusunu ele aldık.
Birçok alanlarda ve değişik amaçlar güden çalışmalarla farkların varlığı kanıtlanmakta. Şimdilik iki alandan söz edeceğiz: Doğu/Batı farkı insan embriyosundaki genetik kodlarlardaki farklar gözlemi ve günümüz Çin’de katı yapay zeka (AI) araştırmalarının kanıtladığı farklar.
Holistic ve diyalectic akıl yürüten Doğulular için insan, diğer nesneler gibi biçim değiştirir ama yok olamaz. Var olma/Yok olma bir diyalectic bütündür. Dolayısıyla enayileri kandırmak için medyada dolaşan Batı safsatası ahlak mahlakla kafalarını yormazlar. Üstelik Çinliler bakterilerden bile hızlı artmakta. Laboratuarda canlı embriyosundaki genetik kodlarlara bakarak farkları tespit etmişler.
Yapay Zeka alanında kendi beyinlerinin bilişsel geriliğini apaçık gördüklerinden bu alanda Batı uzmanlarını çalıştırmışlar. Batı uzmanlarının yanlarına aralarında en fazla Batılılara benzeyenleri yerleştirmişler. Ve sadece 10-15 yıl içinde kendi vatandaşları gittikçe Batılılara benzemeye başlamışlar.
Çin kısa bir zamanda yapay zeka endüstrisinde çalıştırdığı emekçi sayısı artışıyla Almanya’yı geçti ve Fransa ile başa baş.
Özet: Sayın profesör Nisbett’in ilk üç sorusu bilimsel cevaplandırıldı. Dördüncü Fukuya mı? / Huntington mu? sorusuna cevap yapay zekadaki ilerlemelere bağlıymış.
Pentagon kafayı iyice oynatıp İran Zerdüştlük dini ve “Dr. Strangelove filminin etkisi altında dünyayı ateşle temizleme yolunu seçebilirmiş. Bu durumda hem Fukuyama hem de Huntington haklı çıkacakmış. Yani kıyamet kopacak ama Doğu holistik/diyalektik, hem Fukuyama hem Huntington, görüşünün doğru olduğu kanıtlanacakmış.
Biz kimseye kin tutmayız ağyar dahi dosttur bize
Kanda ıssızlık var ise mahalle vü şardır bize
Adımız miskindir bizim düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız kamu âlem birdir bize
Bir yanda, medeniler arasındaki yarışı kaybetmenin yarattığı aşağılık duygusunu şaşaalı eski güzel günleri çağrıştırmayla telafi eden Mehmet Akif Ersoy’un Batı medeniyeti.
Bu sitedeki devrimci-sağ/sol anarşistlerin öncüsü İLERİCİ Atı-Türk’ün Mehmet Akif Ersoy’u sevmemesi kimseyi şaşırtmamalı. Bu sitede hala bu iki aynı ama farklı yavan devlet sever (Er-Doğan/Atı-Türk) çatışması devam etmekte. İt ürür, kervan yürür.
Diğer yanda, medeniyete ilkeller ve genel olarak Batı sonsuz gaddarlığına uğrayanlar gözüyle bakan bir Bengali şairin eşsiz şiirinden bir parça.
Bu sitede dahiler çok. Bazı küçük farkları görmeyebilirler.
Uyarı: WEST (BATI) VE CIVILIZATION (MEDENİYET) sözcüklerine dikkat, dikkat. Üstelik bu şiir daha henüz mavi gözlü sarışın anarşist diplomalı BÜYÜKLER BÜYÜĞÜ DAHİ VE ANARŞİST ZİLELİ’NİN ulu ağzından çıkan İLKEL ANARŞİZM = YEŞİL ANARŞİZM buluşundan ÖNCE YAZILDI.
Allah’ın gizemine akıl ermiyor, valla billa. Ama medya yıldızı eşeklerin laflarına akıl eriyor!
İlkel vahşi dünya çağrıştırır, vahşi dünya yeşillik çağrıştırır, o halde ilkel anarşizm = yeşil anarşizm.
Zileli anarşistlik diplomasını böyle aldı!
…
The thorn-crushing boots of your violators
Stuck gouts of that stinking mud
Forever on your stained history.
Meanwhile across the sea in their native parishes
Temple-bells summoned your conquerors to prayer, Morning and evening, in the name of a loving god.
Mothers dandled babies in their laps;
Poets raised hymns to beauty.
Today as the air of the West thickens,
Constricted by imminent evening storm;
As animals emerge from secret lairs
And proclaim by their ominous howls the closing of the day; Come, poet of the end of the age,
Stand in the dying light of advancing nightfall
At the door of despoiled Africa
And say, ‘Forgive, forgive – ’
In the midst of murdering insanity,
May these be your civilization’s last, virtuous words.
Sayın Halk sever Solcu Devrimci Anarşist ve diğer yolların Yoldaşları
Facebook bu yıl 3 ay içinde 4 milyar kâr yaptı.
Bu başarısını reklamcılığına borçlu. Ama devasa reklam hizmetini büyük şirketlerle yapmış olduğu kontratlarla vasıtasıyla kurmadı. Her türlü mal ve hizmetini piyasaya sürmek isteyen küçük ve sıradan esnafların alıcı aramalarında yardımcı olmayla başardı.
Facebook sitesini kullananların ne istediklerini ve o istekleri karşılayan reklamları otomatik (yani, EMEKÇİ-ÜRETİCİ kullanmadan) bulup zifaf odasına koyar, kâra konar.
Sağcı (Necip)/solcu(Zileli) devrimci-anarşist-marksist-kemalist sıradan, sefil, ezilmiş, yoksul, emekçi veya lümpen = daha henüz emekçi olmamış, kısacası yaşamaktan çok yaşam kavgası veya ızdırabı içinde olan halklarımız adına konuşan yoldaşlarımız!
İster istemez akla çok tedirgin edici bir soru gelmekte. Eğer mal ve hizmet b*k gibi çoksa, devrimciler yeni bir para-digma altın yumutlamalılar.
Eskiden yapılan üretim reklamcılığından daha ilerde bir aşama, bir mutasyon, helezon merdivende bir ilerde basamağa atlama zamanı gelmiş gibi.
DÜNYA TÜKETİCİLERİ BİRLEŞİN!
Krallar, imparatorlar, generaller, Facebook, Google, Silicon Valey, Yapay Zeka (AI), Sürdürülebilir Gelişme falan filanlar gibi aktif olun,
DÜNYAYI ONLAR GİBİ DEĞİŞTİRİN!
Sağcı/solcu devrimci-anarşist-marksist-kemalist düşünürlerimizin ikinci görevi Facebook’u kullanan alçak ve salak enayileri uyarmak, bilinçlendirmek, bu zenginleri daha zengin eden adi, pis kokan, medya artisti hastalığına yakalanmış pezevenkleri ifşa etmektir.
Bu son çağırıda STALİN ile simgelenen bütün komünist rejimlerde açıkça, demokratik Batı ileri ülkelerde modaya uyma, medyaya uyma, hayatta kalma kavgasına katılma, okula gitme gibi gizli-saklı uygulanan ünlü pis koku gammazlama varlığı inkar edilemez.
Bu konu kendi başına akademisyenler için bir altın hazinesi. Eski apparatçikler Batı’da doğan güneşi, Zileli gibi helezon döner merdivenin bir üst basamağını görür görmez din değiştirdiler. B*k aynı kaldı ama sineğin adını değiştirdiler.
Zileli gibiler pis kokuları İTİRAF veya KAPİTALİST edebiyatına çevirdiler. Herif 30-35 yıl bu pis hapları yuttu, şimdi aynı pislikleri yeni dini anarşistlik ambalajıyla satıyor. İnsan düşmanı Facebok, Marksist diyalektik mantığıyla, eninde sonunda, insanın tadına doyamayacağı Facebok olur. Zileli’nin yeni dini endüstri-üreticilik-bilim ve teknik-kapitalistsiz kapital-yöneticisiz yönetici-dinsiz dincilik- sürdürülebilir gelişme- sürdürülebilir ekonomi falan filan anarşistlik teknik mantığıyla Facebok, et kemikten insanların birbirlerinin pis kokularına dayanamadıkları bir ortamda sadece otomobil, uçak, çatal, kaşık, aşk, hayvan sevgisi gibi ekranda paylaşılan pis kokusuz, yavan, yavşak kısacası hayatı kendisi gibi hayatta kalmak için cirit atmalarla geçenlerin bir aracı olacak. Zileli, bilim-teknik-endüstri anarşizm, kadim politika felsefesi: panem et circenses=yamek+eğlence bilincini Facebokla TÜRKLERE aşılamak peşinde. Eğer helezon atlamada beklenilen atlama olmazsa eski apparatçikler gibi “bilmiyorduk” diyerek yeni Facebok’ta cirit atacak.
Dostoyevski’nin, sözüm ona, “Allah ölürse, her şey mümkün” lafını bu adilikte eşsizler dünyasında “Utanma kalmazsa, her şey mümkün” lafına çevirmeli.
Ama her zaman olumlu olmak lazım. Bilimsel çalışmalar göre pis kokuların temizliği 3 misli zaman alıyor. Herif pisliklerden kurtulmak için 100’e yakın yıl daha medya genceciği kalıp yaşayacak. Bazı sızan haberlere göre bu eski Stalinci medya artistliğiyle pisliğin daha çabuk temizlendiğini “cognitive” terapi sayesinde öğrenmiş. Beyin kendinden saklarsa, diğer beyinsizler göremezlermiş.
‘diyalectic akıl yürüten Doğulular için insan, diğer nesneler gibi biçim değiştirir ama yok olamaz. Var olma-Yok olma bir diyalectic bütündür.’
Pipsqueak bu tespitinde de haklıdır, fakat, ‘dialectic’ terimini kullanması ‘Doğu’lular nezdinde yaygın değildir. ‘Doğu’lu toplumlarda ‘dialectic’(l)e benzer ve-veya aynı işlevi gören kavram ve uygulamalar vardır, ama ‘Batı dili’ ile ifade edilmesi yok denecek kadar azdır.
Örnek:
‘Hinduizm’, monoteist bir din değildir. Pek çoklarınca, ‘hinduizm’ din de değildir. Sayısı üzerine çeşitli tevatürün dolaştığı, pek çok tanrı, tanrıça ve ‘deity’nin anlatılageldiği, spiritüel ve sosyolojik geçmişi binyıllara yayılan bir tür konsepttir, moda tabirle ‘yaşama biçimi’dir.
‘Hinduizm’de kullanılan sayısız sembol, hayatın içinden seçilir.
Aşağıda, bu sembollerin neleri ifade ettiği anlatımına girmek (eski tabirle, ‘sembollerin muhtevasını tefekkür etmek ve bunları izah çabasına girmek’) oldukça uzun tutacağından, sembollerin sadece görünür – fiziki özellikleri anlatılmıştır.
‘Hinduizm’de, genel kabul gördüğü şekliyle, 3 temel tanrı (Brahma, Vishnu, Shiva) ve 1 temel tanrıça (Adi Shakti, Maa Shakti, veya Durga, Devi) vardır.
Tanrı (Bhagvan) Brahma’nın karısı, Tanrıça (Bhagavati) Sarasvati’dir ve avatarları anlatılagelir.
Tanrı (Bhagvan) Vishnu’nun karısı, Tanrıça (Bhagavati) Lakshmi’dir ve avatarları anlatılagelir.
Tanrı (Bhagvan) Shiva’nın karısı, Tanrıça (Bhagavati) Parvati’dir ve avatarları anlatılagelir.
Günümüzde, Brahma’nın takipçileri pek azdır. Brahma, genelde, 4 kafalı tasvir edilir. Hinduizm’in kutsal metinlerinden bir seri olan ‘Veda’ların (‘Bilgi’lerin) Brahma’nın 4 ayrı kafasından (tasvirinden) anlatıldığına inanılır.
‘Veda’lar: Rigdeva, Yajurveda, Samaveda, Atharvaveda.
Vishnu’yu takip edenler ‘Vaishnavism’, Shiva’yı takip edenler ‘Shaivism’ akımı içinde kategorize edilir. Her ikisinin (ve bazen, Brahma dahil üçünün) ortak, benzer ve ‘aynı’ kabul edildiği anlar da vardır. Örneğin, Vishnu’nun avatarı olan Krishna, ‘Krukşetra Savaşı’ esnasında, Arjun’a, kainatın yaratacısının ve düzenin sağlayıcısının kendisi olduğunu gösterdiği anda, bütün tanrı ve avatarları kendi ‘vücudunda’ birleştirir, böylece Arjun’a hakikati gösterir. Bu forma ‘Vishvarupa’ (omni-form) denir. Bu ‘tek vücutta bürünme ritüeli’nde, diğer pek çok tanrı ve avatarla beraber Shiva’nın ve Brahma’nın da yeri vardır Krishna profilinde.
Sarasvati-Lakshmi-Parvati’nin ‘kozmik birleşimi’nin ‘Shakti’yi meydana getirdiğine inanılır, ‘shaktism’ akımı bu şekilde işler. 3 temel tanrıçanın birlikte tasvirine ‘Tridevi’ denir.
Brahma-Vishnu-Shiva, yani 3 temel tanrının birlikte tasvirine ‘Trimurti’ denir.
Yukarıdaki ‘tanrılar’ arasında, Tanrı (Bhagvan) Vishnu’nun en çok avatarı olan tanrı olduğuna inanılır.
Vishnu’nun 10 avatarının olduğu genel kabul görür ve anlatılagelir:
1. avatar ‘Matsya’: ‘Yarı insan – Yarı balık sembolü’ ile tasvir edilir, dünyayı ‘kozmik sel’den kurtardığına inanılır.
2. avatar ‘Kurma’: ‘Kaplumbağa sembolü’ ile tasvir edilir, ‘kozmik ölümsüzlük iksiri’ne ulaşmak isteyen ‘iyi’ ve ‘kötü’nün arasında durup, hayatın düzenini sağladığına inanılır.
3. avatar ‘Varaha’: ‘Yabandomuzu sembolü’ ile tasvir edilir, Tanrıça Yeryüzü’nü (Bhudevi’yi) kötü ruhlardan kurtardığına inanılır.
4. avatar ‘Narasimha’: ‘Aslan kafası sembolü’ ile tasvir edilir. Kötu ruh ‘Hiranyakashipu’, yine kötü bir ruh olan kardeşi ‘Hiranyaksha’yı öldüren (Vishnu’nun avatarı) Varaha’ya olan nefreti nedeniyle, Vishnu’ya tapanları katletmeye başlar, ve ayrıca Hinduizm’deki diğer pek çok ‘deity’nin gücü bu kotü ruhu def etmeye yetemez. Vishnu, ‘kozmik düzen’in bozulmaya başladığına bir kez daha şahit olur, ‘Narasimha’ formuna bürünerek ‘Hiranyakashipu’yu def eder ve hayatın düzenini sağladığına inanılır.
5. avatar ‘Vamana’: Vishnu’nun ‘cüce formundaki’ avatarı olarak bilinir. Kötülük merkezinin liderleri ‘Asura’ların kralı (kötü ruh) ‘Bali’, yine, gücü orantısız kullanarak, hayat üzerinde tahakküm kurar. Vishnu, ‘Vamana’ formuna bürünerek ‘Bali’ye karşı müacedele eder ve ‘kozmik düzeni’ sağladığına inanılır.
6. avatar ‘Parashurama’: Kudretli bir baltayla dolaşan bir bilge-guru olduğuna inanılır. Savaşçı hükümdarlar hükmettikleri halkların malına ve hayatına otorite kurmaya başlayınca, Vishnu, ‘Parashurama’ formunda gelir, otoriter savaşçı kliği def eder ve düzeni sağladığına inanılır.
7. avatar ‘Rama’: ‘Ramayana’ destanındaki ana karakter, bu avatardır. Hinduizm’de Rama’ya yüksek önem atfeden kesimler, onu bir avatar olarak değil, başlıbaşına bir tanrı olarak kabul eder. ‘Kosala Krallığı’nın hükümdarı ‘Dasharatha’nın oğlu olarak dünyaya gelir. Rama, kraliyet ailesine mensup bir kişi olsa da, zamanla inzivaya çekilen bir savaşçı-gurudur. Kardeşi ‘Lakshmana’ ile yaşadığı serüvenler, karısı (Tanrıça Lakshmi’nin avatarı) ‘Sita’yı kaçıran kötü ruh ‘Ravana’yla olan mücadelesi, ormana inzivaya çekildiği yıllarda edindiği tecrübeler, sakin mizacı, affediciliği ve yiğitliği nedeniyle saygınlığı yaygındır. Rama’nın yanından hiç ayrılmayan yegâne takipçisi, yarı insan – yarı maymun formunda ‘Hanuman’dır. Hanuman’ın, Shiva’nın bir avatarı olduğuna ve Rama’ya yardımcı olduğuna da inananlar çoktur. Rama meditasyon yaparken en çok tekrarladığı ‘mantra’, Shiva ile ilgilidir: ‘Om namah Shivay’. ‘Ramayana’ destanı, her ne kadar Hint coğrafyası geleneklerindeki öğelerle anlatılsa da, bu öğelerin birer sembol olduğu, aslen kainatın bütününü anlattığı, bütün insanlığın hikayesini içeren bir destan olduğu söylenir. Bu destanı anlatan ve günümüze değin bilinmesini sağlayan kişinin bilge-guru ‘Valmiki’ olduğuna inanılır. Rama’nın kraliyet hayatından ayrılıp ormanda inzivaya çekildiği ilk yıllarda Valmiki ile tanıştığı rivayet edilir.
8. avatar ‘Krishna’: ‘Mahabharata’ destanındaki ana karakter, bu avatardır. Hinduizm’de Krishna’ya yüksek önem atfeden kesimler, onu bir avatar olarak değil, başlıbaşına bir tanrı olarak kabul eder. Krishna, ‘Yadava’ topluluğunun kralı ‘Vasudeva’nın oğlu olarak dünyaya gelir. Çocukluğunda etrafındakilere şaka yapmaktan hoşlanan, köylerdeki evlerden tereyağı aşırıp afiyetle yiyen şirin ve sevimli bir çocuk olarak tasvir edilir, gençliğinde ve orta-yaşlılığındaysa flüt çalan kudretli bir prens olarak tasvir edilir. Akraba klikler olan ‘Kaurava’ hanedanı ile ‘Pandava’ hanedanı arasında geçen mücadeleler, ‘Mahabharata’ destanının bütünüdür. Krishna’nın, ‘Krukşetra Savaşı’ esnasında Arjun’a yönelik öğütleri, destanın ‘Bhagavad Gita’ (Kutlu Ezgi) kısmını oluşturur. Krishna’nın, Arjun’a, tek vücutta bütün tanrıları (Vishvarupa’yı) gösterdiği an, bu savaş sırasında meydana gelir. Arjun, Hinduizm’de bir başka ‘deity’ olan ‘Indra’nın oğludur ve ‘Pandava’ hanedanına mensuptur. Krishna, Pandava hanedanını destekler ve Arjun’a, hakikate giden yolu gösterir. Kaurava hanedanın sergilediği açgözlülüğe, zulme karşı yürüttüğü savaşın kutsal olduğunu Arjun’a anlatır. ‘Mahabharata’ destanı, her ne kadar Hint coğrafyası geleneklerindeki öğelerle anlatılsa da, bu öğelerin birer sembol olduğu, aslen kainatın bütününü anlattığı, bütün insanlığın hikayesini içeren bir destan olduğu söylenir. Bu destanı anlatan ve günümüze değin bilinmesini sağlayan kişinin, destanda da yer alan, bilge-guru ‘Vyasa’ olduğuna inanılır. Aynı zamanda, ‘Veda’ların tasnif edilip, derli-toplu hâle getirilmesinde ‘Vyasa’nın büyük rol oynadığı rivayet edilir.
9. avatar ‘Buddha’: Vishnu’nun avatarı olarak kabul görmekle birlikte, daha çok ‘Budizm’ akımının kurucusu ‘Gautama Buddha’ olarak bilinirliği yaygındır. ‘Hinduizm’ ile ‘Budizm’ arasında köprü, geçişkenlik arayıp kanıt gösterenlerin başvurduğu ilk kaynaklardan biri, bu avatardır. Budistlerin çoğu, Buddha’nın, Vishnu’nun bir avatarı olduğu anlatısını kabul etmez. Hindu geleneğinde ‘Buddha’, şiddetsizliği (‘ahimsa’yı) yücelten, öğütleyen bir bilge-guru olarak tasvir edilir. Hint kadim dönemlerinden gelen öğütler olarak bilinen ‘Purana’larda, Buddha’yı Hindu geleneğinde göstermek için Vishnu’nun avatarı olarak sembolleştirildiğini söyleyenler de vardır. Pek çok Hindu metni, ‘Buddha’ ismi yerine, Krishna’nın ağabeyi ‘Balarama’yı avatar olarak gösterir. ‘Jainism’ akımının takipçileriyse, ‘Buddha’ yerine, akımın kurucu-bilgelerinden ‘Rishabhanatha’yı koyar.
10. avatar ‘Kalki’: Hindu ‘zaman ve döngü kavramı’na göre, şu an içinde yaşanan dönem ‘Kali yuga’dır (‘Kali çağı’, ‘Zaaf çağı’). Önceki 3 dönem, ‘Satya’ dönemi, ‘Treta’ dönemi ve ‘Dvapara’ dönemi olarak bilinir. ‘Krishna’nın misyonunu tamamlayıp hayatı terk etmesiyle ‘Dvapara’ döneminin bitip, ‘Kali’ döneminin başladığına inanılır. Hindu inanışına göre ‘Kali’ döneminin başladığı tarih (‘Latin’ zaman kavramına göre milattan önce) 17-18 Şubat 3102’dir. Bazı gurulara göre ‘Kali’ dönemi ‘432000 yıl’ civarında, bazı gurulara göreyse ‘6480’ yıl civarında sürecektir. Bu dönem bittiğinde, yenilenme (yeniden doğuş) sağlanacak, ‘kozmik düzen’ bir kez daha kurulacak, hayat yeniden başlayacaktır. İnanışa göre, kanatlı ve beyaz bir at gökyüzünde belirecek, bu attan prens (avatar) ‘Kalki’ inecek ve hayatta ‘düzen’i yeniden sağlayacaktır.
‘Kali’ döneminin sonuna yaklaşıldığına yönelik ‘alâmetlerin’ olduğu rivayet edilir. ‘Mahabharata’ destanında adı geçen bilge ‘Markandeya’ya göre (‘Vishnu’ ve ‘Shiva’ya aynı anda tapar), ‘Kali’ döneminde (‘Kali yuga’da) meydana gelecek olaylar:
– ‘Erdemli olmak (‘Dharma’nın özü)’ erozyona uğrayacak,
– Yöneticiler mantıksız kararlar vermeye başlayacak, vergi oranlarını dengesizleştirecekler,
– Yöneticiler, maneviyatı yüceltmekte yetersiz kalmaya başlayacak, ve tebaasındaki toplulukları koruyamayacak, zamanla dünyaya karşı tehdit unsurlarına dönüşecekler,
– Pek çok insan kendi topraklarını terk edip başka coğrafyalara göç etmeye başlayacak, gıda kıtlığı nedeniyle ‘buğday’ ve ‘arpa’ bu insanların en çok ihtiyaç duyduğu maddeler olacak,
– ‘Hırs’ ve ‘hiddet’ yaygınlaşacak, insanlar birbirlerine karşı husumetlerini açıkça göstermeye başlayacak, ‘Dharma’ hakkında bilgisizlik artacak,
– İnsanlar herhangi bir gerekçe aramadan cinayet işlemekte tereddüt etmeyecek,
– ‘Haz’ günlük hayatın merkezi hâline gelecek, cinsel ilişkiye girmek sıradanlaşacak,
– ‘Günah’ yaygınlaşacak, ‘fazilet’ anlamını yitirecek,
– İnsanlar verdikleri sözü, tuttukları yemini kısa zamanda bozmaya başlayacak,
– Alkol ve uyuşturucu kullanımı yaygınlaşacak,
– ‘Bilge’lere ve ‘guru’lara gösterilen saygı azalacak, öğrencileri ‘guru’larına karşı gelmekte tereddüt etmeyecek, ‘kadim anlatı’lara hakaret edilmeye başlanacak, ‘şevk’, ‘şehvet’ insanların beyinlerini esir alacak,
– Eğitmen sınıf, ‘guru’lar, din adamları, kutsal metinlerin koruyucusu ve aktarıcısı sınıf olan ‘Brahmin’lerden dersler, öğütler alınmayacak ve artık onurlandırılmayacak; yönetici ve askeri sınıf ‘Kshatriya’lar cesaretlerini kaybedecek; mülk sahipleri, ticaret erbapları ve tarımla geçimini sağlayan sınıf ‘Vaishya’lar iş hayatında hile yapmaya başlayacak; Hindu kast sistemi bozulacak.
Tanrı Brahma ‘yaratıcı’ olarak bilinir; karısı Tanrıça Sarasvati ‘sanat, irfan, müzik, feraset ve öğrenme isteği’nin sembolüdür.
Tanrı Vishnu ‘(kainatı, hayatı) düzenleyici’, ‘tanzim edici’, ‘koruyucu’ olarak bilinir; karısı Tanrıça Lakshmi ‘bereket, kısmet ve refah’ın sembolüdür.
Tanrı Shiva ‘kötülüğü yok edici’, ‘hayatın sona ermesinin ve yeniden başlangıcının tanrısı’ olarak bilinir. Shiva, bazı Hindu geleneklerinde, ‘Trimurti’ içinde bazen en güçlü ve en önemli tanrı olarak da kabul görür. ‘Shaivism’ akımı içindeki bazı kesimler günlük hayatlarında ve dini ritüellerini yerine getirirken, Shiva’yı merkeze koyarak, Vishnu ve Brahma’ya ikincil önem atfederek hareket eder.
Shiva’nın sanskritçedeki anlamı ‘kutlu olan yegâne’.
Günümüzde sadece bir rahatlama aracı olarak bilinen ‘yoga’nın yaratıcısı ve ‘usta yogi’nin Shiva olduğuna inanılır.
Hindistan’da insanlar öldüğünde, bedenleri yakılırken, daha şok Shiva’yı anacak şekilde mantralar söylenir, ritüeller düzenlenir. Ritüel bitip herkes dağıldığında, bedenden geriye kalan kemik parçalarını ve tozu, Shiva’nın ve yardımcılarının aldığı rivayet edilir.
Avatarlarının olduğunu ve olmadığını kabul eden kesimler çoktur. Shiva’nın avatarları olmadığına inananların çoğu, onun, ‘hiçbir forma bürünmeye gerek duymayan’, ‘öz’ olduğunu söyler. İkonografi olarak, ‘linga(m)’ adında, genellikle taşa şekil vermekle oluşturulan, silindir ve oval hatlara sahip bir ikondur. Pek çok Shiva tapınağında, orta ve küçük mabetlerde, ‘lingam’ın çeşitli boylarda ikonları görülebilir. ‘Lingam’ın saf enerjiyi ve Shiva’nın özünü temsil ettiğine inanılır. ‘Lingam’ çoğu yerde, karısı Tanrıça Parvati’nin sembolü olan ‘Yoni’nin ortasında tasvir edilir. Kare şeklindeki ‘Yoni’nin kadın üreme organında bir parça olan ‘vulva’yı (‘kök’ü) temsil ettiğine, ‘Lingam’ın da erkek üreme organını temsil ettiğine inanılır.
Shiva’nın yanından ayrılmayan yegâne takipçisi ve onun her dediğini yapan hizmetlisi, ‘Nandi’ adında ‘kutsal öküz’dür. Shiva tapınakları ve mabetlerinin girişinde, tapınağı koruyan bir temsil olarak ‘Nandi’ figürleri görülebilir.
Tanrıça Parvati’nin ‘mümbitliği, aşk ve adanmışlığı, ilahi kudreti’ temsil ettiğine inanılır.
Shiva ve Parvati’nin ebedi ikametgâhının, Tibet otonom bölgesi sınırları içinde olan ‘Transhimalaya’ dağ dizilerindeki ‘Kailash dağı’ olduğuna inanılır. Shaivism akımı takipçilerinin çoğu ve diğer akımlara mensup pek çok Hindu, ‘Kailash dağı’na gitmeyi bir tür ‘hac’ (pilgrimage) görevi olarak kabul eder.
Shiva ve Parvati’nin iki çocuğunun olduğuna inanılır:
(Fil kafalı) Ganesha. ‘Başlangıçların tanrısı ve engelleri kaldıran tanrı’ olduğuna inanılır. Öğrenme isteği, erdemli olmak, zekaya tutkun olmak ‘Ganesha’ üzerinde temsil edilir. Hindu ritüellerinin çoğu, ilk önce Ganesha’ya adanma ile başlar, sonra ritüel kendi seyrinde devam eder. Mantra ‘Om’ veya ‘Aum’, Ganesha ile birlikte betimlenir.
Kartikeya, ‘savaş ve zafer tanrısı’ olarak bilinir. ‘Tanrıların ordusunun başkomutanı’ unvanı, Kartikeya’ya atfedilir.
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Sayın pipsqueak,
Bu siteye, bazen ‘Bhagavad Gita’dan, bazen ‘Upanishad’lardan, bazen de ‘Rabindranath Tagore şiirleri’nden aktardığınız alıntılar oluyor.
Örneğin, Tagore’un muazzam bir şiirini 725 no’da yazmışsınız.
Örneğin, Krishna’nın Arjun’a verdiği öğütlerden birkaç tanesini bu siteye yazıyorsunuz. Zileli’nin önceki sayfalarının altında bunları pek çok kez yazdınız. Ama, isimlerini vermek yerine ‘X’ (Krishna) ve ‘Y’ (Arjun) harflerini kullanarak, izinizi belli ettirmeyeceğinizi zannediyorsunuz.
Böyle yapmayınız.
Aktardığınız alıntıların kaynaklarının hepsi olmasa bile çoğundan haberimiz var, ‘saklambaç oynamak’ sizin gibi tecrübeli birine yakışmıyor.
Bundan sonra yazacağınız alıntılarda, hiçbir kesme-kırpma-saklama-harf çevirmece oyunu oynaMAmanızı tavsiye ediyoruz. Nereden aktarama yapacaksanız yapın, ama, asla bunların ‘aslını bozmayınız’ (‘tahriş etmeyiniz’) sayın pipsqueak.
Sayın (719) pipsqueak,
Christopher Columbus, Amerika kıtasına ilk kez ayak bastığında, yerlilerin ilk önce ürperdiğini, fakat asla nefret biriktirmediklerini, zamanla dostane davrandıklarını söyler.
Sonra, yerlilere soykırım yapmaya başladıklarını itiraf eder!
Yerliler (ve ilkeller) masumdur!
Sayın pipsqueak, masumiyetinizi kaybetMEmenizi tavsiye ediyoruz.
‘Öfke’, çoğu zaman, insanın duyargalarının canlı kalmasını sağlar.
‘Öfke’ ve ‘nefret’ birbirinden farklıdır, karıştırmayınız.
Eğer, sayın pipsqueak, içinizde nefret biriktirmeye devam ederseniz, varacağınız son istasyon, ‘soykırım uygulayanlar istasyonu’dur!
Sayın pipsqueak, eğer içinizde nefret biriktirmeye devam ederseniz, nihayetinde, masumiyetinizi kaybeder ve nefret ettiklerinize dönüşürsünüz!
Fredy Perlman’dan gelen uyarı:
‘Against His-story, Against Leviathan’
‘Er-Tarih’e Karşı, Leviathan’a Karşı’,
1983,
sayfa 302, 303,
bölüm 20:
“…O dönemlerde Anadolu kendi inancını kendi eliyle yoğurup biçimlendiriyor, kendi varlığının ilkelerine uyduruyordu. Anadoluda komşulardan inanç dışalımı ilkin İsa’nın ortaya çıkışıyla, ikincileyin de Türk egemenliğiyle başlamıştır. Uygarlık bakımından, çağına göre olumlu-olumsuz etkileri görülen bu tutumun yaratıcılık yönünden yüz ağartan bir özelliği olmamıştır. Moğol saldırıları, daha sonra Avrupa, Arap toplumlarıyla kurulan savaşçı-barışçı ilişkiler Anadolu’da aydınlığa yönelik bir uyanma sağlayamamıştır. Ortaçağ boyunca içinekapalı bir yaşam biçimi benimseyen Anadolu düşünsel alanda üretici olamadığı gibi ilkçağ uygarlık ürünlerinin kalıntılarını bile koruyamamıştır. İlkçağ uygarlığını yıkmaya başlayan hıristiyan anlayışının yarım bıraktığını, başaramadığını islam düşüncesi hızla başarmış, kendine yer sağlayabilmek için düşüncenin karşısına kılıçla çıkmayı övünülesi bir girişim sanmıştır.”
(İsmet Zeki Eyuboğlu, Alevi-Bektaşi Edebiyatı, s. 17, 18)
Kültür ile medeniyetin ayrı şeyler olduğunu, köylülerin [hangi köylüler?], göçebelerin [hangi göçebeler?] ve yarı-göçebelerin [hangi yarı-göçebeler?] medeni olmadığını kim söylüyor? Medeniyetin ürünü olan bilim mi?
731 Yeni Bir Peygamber Olduğunu iddia Eder gibi
Sayın 731 size bu ayetler ne zaman indi. Arkadaş, kendine gel, Müslüman bir ülkede yaşıyorsun. Hz. Muhammed (sav) en son peygamber.
Seni Hallâc-ı Mansûr’dan bile fena ederler vallahi, billahi. Kardeş, sen okulda öğrendiğin bilimden değil gaiplerden ses duyarak bildiklerini biliyorsan, en iyisi kafanın emarını (MR) çektir. Eğer Erdoğan amcan seni kazığa oturtmak falan isterse, avukatın beynindeki bozukluğunu ileri sürerek seni kurtarır.
Ondan sonra da, hemen süt ve bal diyarı Avrupa’ya kapağı atarsın. Hatta bu gaiplerden haber alma yeteneğini senin gibi milyonlarca kelleleri sivri ama içi boşlara öğretme dersleri verir döner satanlardan bile zengin olursun. Benim bu yardımımı unutma ama.
Estağfurullah!
Ahir zaman peygamberi ve Hatemü’l-Enbiya olan siz varken nübüvvetimi ilan etmek bana düşer mi?
Beni Müseylimetü’l-Kezzab’lar, Esvedü’l-Ansi’ler, Tuleyha’lar, Secah’lar ve bilumum yalancı peygamberlerle bir tutmayın, rica ederim!
733 Korkmuş,
Bak Erdoğan’ın adını duyunca nasıl korkup peygamberlik numaraları yapmaktan vazgeçip bilim için Çin’e gitmişsin.
Aferin, aklın k*çından başına gelmiş. Erdoğan’ın gözüne girmek için Arapça laflar, isimler sıralamışsın.
Yaltakçılık siz Türklerin genlerinde.
Her halükarda, benim seni yola getirmemi dolaylı da olsa kabul etmen, ıslah olmanda olumlu ilk adım sayılır. Maşallah! Allah senin gibi enayi dümbeleklerini dünyadan eksik etmesin!
Aksi halde okul-televizyon iflas eder.
Güneş balçık ile sıvanmaz ey dil
Bî-zebân da olsa bellidir kâmil
Kendinden gayrıyı beğenmez câhil
Kendi çalar kendi oynar demişler
Son modayı takip eden bizim ergen doğal-ilkel yaşam modasını bırakıp hidayete ermiş, dincilik modasına uymuş.
Bolşevik Geleneğimiz / Devrimleri Gerçekleştiren Bir Araç: Leninizm
Devrimleri Gerçekleştiren Bir Araç: Leninizm
on 9 Şubat 2017 – 22:37 Kategori: Bolşevik Geleneğimiz, Devrimci Perspektif, Güncel, Marksist Teori, Sınıf Mücadelesi, Tarih
Facebooktwittergoogle_plusredditpinterestlinkedinmail
Leninizm, Rusya’da dört başı mamur tasarlanmış bir projenin hayata geçirilmesi olarak hayat bulmadı. Sınıf mücadelesine öncülük etmek için inşa edilen merkezileşmiş devrimciler örgütü fikri, Leninizin temeli olarak değerlendirilebilir. (“Leninizm tepeden tırnağa savaşa dönüktür.” Troçki, The New Course, s.50) Leninizm, Bolşevik örgütlenmede somutlandığı ölçüde, Bolşevik partinin programı ve iç yapısının geçirdiği önemli değişiklikler sayesinde Leninizm olabilmiştir. Bu kritik değişimler, sınıf mücadelesinin zorlamasıyla hayat bulabilmiştir. Yani sınıf mücadelesinin öne çıkardığı zorlu problemler karşısında, bir dizi büyük iç ve dış kavganın ardından, Bolşevikler, proletaryanın devrimci çıkarları doğrultusunda gerekli değişikliklere gitmeyi bilmişlerdir. Neticede Leninizm bitmiş bir mühendislik harikası değil, devrimci sınıf mücadelesinin çıkarlarına uyum sağlayabilen dinamik bir kavrayıştır. Nitekim Leninizmin açıklandığı temel eser olarak kabul edilen Ne Yapmalı’dan Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’ne kadar Bolşevizm kendisini geliştirmeyi bilmiştir. Bu yazıda Bolşevizmin oluşum ve dönüşüm sürecini izlemeye çalışacağız.
19. Yüzyılın Mirası
Leninizmin arka planına bakıldığında ilk göze çarpan 19. yüzyılın Çarlık Rusyası’ndaki cüretkar ve azimli devrimci gelenektir. Bu gelenek, 1825’teki Dekabristler Ayaklanması’ndan köklerini alır. Dönemin devrimcileri, Çarlık gericiliğine isyan bayrağı açanlar, toplumsal özgürlük taleplerini yükselten askerler ve aydınlardır. Siyasi tutukluların Sibirya’ya sürülmesi geleneği bu ayaklanmadan sonra başlayacaktır. Otokrasinin ve serfliğin bütün halk ve köylü kitleleri üzerindeki ağır baskısı, politik radikalizmin Rusya’ya özgü biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Dekabristler, Herzen’den Puşkin’e, Nekrassov’dan Tolstoy’a kadar Rus radikal aydın geleneğine ilham verecektir. Dekabristler’den sonra Çernişevski, Lermantov, Belinski, Herzen gibi dünya çapındaki entelektüeller, kalemleri ve duruşlarıyla mücadele bayrağını gelecek nesillere bırakacak ve böylece aydın radikalizmi örgütsel ifadelerine bürünecektir.
Bu ifadelerin tahrihe damgasını vuracak olanı şüphesiz Rusça’da halkçılar anlamına gelen Narodniklerdir. Narodniklerin çoğunluğu öğrencilerden oluşur. Öğrencilerin yanı sıra askerler, genç radikal soylular ve diğer ara katmanlar Narodniklerin sosyal bileşimini oluştururlar. Hedefleri dünya gericiliğinin kalesi olan Çarlığı yıkmaktır. Bunun için köylüleri kazanmaya çalıştılar. Rus köylüsünün eski gelenekleri olan ortaklaşalık biçimleri üzerinden kapitalizmi hiç yaşamadan sosyalizme geçebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden köylüler uyandırılmalıydı. Bunun için de öncelikle kırsala köylülere etki etmek için yayıldılar ama sonuç hüsran oldu. Köylüler bu yabancılara güvenmediler, dahası Çar’a da bağlıydılar. Neticede Narodnik gençleri jandarmaya teslim ederler. Bu büyük köylüye gitme akını başarısız olunca halkı uyandırmanın yolu olarak bireysel terörizme yöneleceklerdi. Çarlığı temsil eden devlet temsilcileri ve hatta Çarın kendisi çeşitli silahlı eylemlerde öldürüldü. Sonuç yine başarısızdı, halkın uyanışı bir yana Çarlık siyasi polisi, gizli Narodnik gruplara ölümcül darbeler indirdi. Ama Narodnik geleneğin birbirini takip eden birkaç kuşak boyunca politik radikalizmi temsil ederek gençliğe ilham olmayı başardığı da bir gerçekti. Nitekim bu gençlerden biri olan Lenin’in abisi Aleksandr çara suikast hazırlığında iken yakalandı ve idam edildi. Çar tarafından affedilmesi için merhamet dilemesi kendisine teklif edildiğinde 19 yaşındaki Aleksandr, tipik bir Narodnik tepki olarak şunları söyleyecekti: “İnsanın ülkesi uğruna ölmesinden daha iyi bir ölüm yoktur. Böyle bir ölüm içten ve dürüst insanlara korku salmaz. Tek bir amacım vardı: Talihsiz Rus halkına yardım etmek.”
Narodnizmin etkisi sadece ilham kaynağı olmakla sınırlı değildi. Rusya’da Marksizm Narodnizmin içinden çıkmıştır. Georgi Plehanov 1883’te Narodnizmden tümüyle koparak Emeğin Kurtuluşu grubunu kurmuştu.
Marksist hareket ortaya çıktığı andan itibaren kendisini Narodnizm ile çatışma halinde buldu. Lenin de en keskin ataklarında Narodniklerin payını vermekte tereddüt etmedi. Diğer taraftan Narodniklerin mirasında değerli olan şeyler de vardı. Rus devrimci geleneği, gizlilik, bedelli müdahaleye rağmen mücadeledeki ısrar, atılganlık ve cüret… Lenin, bu durumun farkındaydı. “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlarla Nasıl Savaşırlar” ya da sayısız başka eserinde Narodniklerin sınıf mücadelesini merkeze almamalarını, ütopik niteliklerini, bireysel terörizmi topa tutsa da Narodnik kahramanlığa saygısını açıkça belirtmekten geri kalmadı. Ünlü Narodnik eylemci Neçayev’in birkaç kuşak politik eylemcilerin aklına kazınan şu sözlerindeki değerler Bolşevikler tarafından devranılacaktı: “Devrimci damgalı bir insandır: Kişisel ilgileri, işleri ve duyguları, kişisel ilişkileri yoktur, kendisine ait hiçbir şey; ismi bile yoktur. Ondaki herşey tek ve herşeyi dışlayan bir amaca, tek bir düşünceye, tek bir tutkuya bağlanmıştır: Devrim” Neçayev’in bu sözleri hiç de durumun romantikleştirilmesi değildi, fiili mücadelenin gerçekçi bir görüntüsüydü. Yıllar sonra Gorki Ana romanında benzer bir öyküyü bu sefer Bolşevik militanların yaşantısında aktaracaktı. Böylelikle Narodnizmin irade ve kararlılığı yeni kuşağa Marksist bir eğitimle aktarılıyordu.
Amatörlüğün Kıskacındaki Militanlar
Rusya’da sanayi genişledikçe işçi hareketi de kendisini gösterecekti. 1890’lardan itibaren işçi sınıfının siyasal bir hareket oluşturduğu söylenebilir. Bunun doğrudan getirisi Marksizmin yeni politikleşen genç işçi ve öğrenciler içerisindeki etkisiydi. Diğer taraftan bu genç işçi ve öğrenci devrimciler Çarlık siyasi polisi karşısında kolay lokma durumundaydılar. Oldukça yerel, birbirinden habersiz, ulusal çapta siyaset üretmekten çok uzak, gizli polis karşısında da olabildiğince savunmasız olan amatör gruplar, fazla uzun ömürlü olamadan tutuklanıyor ve Sibirya’nın yolunu tutuyorlardı. Lenin’in kaderi de bu oldu. Lenin 1895-1900 arasını tutuklu ve sürgün olarak geçirdi. Sibirya dönüşü gittiği Avrupa’da sürgünde iyiden iyiye ikna olduğu merkezi devrimci örgüt fikrini işleyecekti. Bunun anlamı Bolşevizmin temellerinin atılmasıydı. Çarlık gizli polisinin baskılarına direnebilecek, ülke çapında siyaset örgütleyebilecek, sosyal demokratların merkezileşmiş örgütünü yaratma hedefi doğrultusunda Lenin meşhur Iskra gazetesini çıkarmaya başlar. Iskra, Aralık 1900’den Rusya Sosyal Demokrat Partisi (RSDİP) 2.Kongresi’ne kadar (Ekim 1903) merkezi devrimci örgüt fikrini geliştirdi. Aslında Rusya’da sosyal demokratların merkezi bir örgütü olarak RSDİP vardı, ama bu kağıt üzerindeki bir varlıktı. 1898’de Minsk’te toplanan RSDİP 1.Kongresi’nin delegelerinin neredeyse tamamı kongre ertesinde tutuklanmış ve Sibirya’ya gönderilmişlerdi. Yani, Iskra’nın hazırladığı RSDİP 2.Kongresi aslında bir nevi kuruluş kongresi olacaktı. Bunun anlamı Iskra’nın bir “gazetecilik” projesi olmadığıdır.
Yazarları arasında Lenin’den başka Plehanov, Martov, Akselrod, Troçki, gibi isimleri barındıran Iskra, özellikle kritik bir dönem olan 1900-03 arasında inşa görevi görmüştür. Iskra, adeta Leninist partinin taslağı olmuştur. Lenin’in bu konudaki yaklaşımı oldukça nettir: “Gazete, sadece kolektif bir propagandist ve kolektif bir ajitatör değil, kolektif bir örgütleyicidir de.” Nitekim gizlilik esaslarının başat olduğu koşullarda etkin bir muhabir oluşturan Iskra, inşa konusunda merkezi bir rol oynamıştır. Ekim 1903’te toplanan ikinci kongrede Iskracıların çoğunlukta olması bu anlamda şaşırtıcı değildir.
Bu dönemde Iskra, Bolşevizmin daha sonraları da ayırt edici özelliklerinden birisi olan oportunizme karşı uzlaşmaz tutumunu da şekillendirecektir. Dönemin en sert tartışmaları Iskra’nın sütunlarından ekonomistlere ve legal Marksistlere doğru yönlendirilecektir. (“Eğer işçilerin yaşamında, ekonomik ajitasyon için kullanılmayacak tek bir ekonomik sorun yoksa, politik alanda da, politik ajitasyon konusu olarak hizmet etmeyecek hiçbir sorun yoktur. Sosyal Demokratların çalışmasında ajitasyonun bu iki türü, bir madalyonun iki yüzü gibi ayrılmaz biçimde birbirine bağlıdır. Gerek ekonomik gerekse de politik ajitasyon proletaryanın sınıf bilincinin gelişimi için aynı şekilde vazgeçilmezdir.” Lenin, Seçme Eserler, cilt: 1, s. 485)
Marksizmin gelişimi karşısında ilk dönemlerde Çarlık gizli polisi bir çeşit “göz yumma” tavrı gösteriyordu. Zira Marksistler, o dönem birinci tehdit olan Narodnikleri ve bireysel terör yöntemlerini şiddetli bir şekilde mahkum ediyorlardı. Bu şekilde Lenin’in de ifade ettiği gibi bir dönem için Marksizm “moda” olmuştu. Marksistler Narodniklere karşı Rusya’da sanayileşme ve kapitalistleşmenin kaçınılmazlığını savunurken de bir takım çelişkiler ortaya çıkıyordu. Çünkü kendisine Marksist diyenlerin bir kısmı bunu tarihsel bir eğilim ve proleter devrimciliği için bir olanak olarak görmüyor, kapitalistleşmeye basbayağı eklemleniyorlardı. Bu sözde Marksistlerden birisi de Lenin’in bir zamanlar yakın çalışma arkadaşlarından Piyotr Struve idi: Iskra sayfalarının ardından cılız Rus burjuvazisinin partisi olacak olan KADET’leri kuracaktı.
Iskra’nın hücum ettiği bir diğer eğilim de ekonomistlerdi. Ekonomistler sosyal demokrasinin görevlerini işçilerin ekonomik mücadelesini omuzlamakla sınırlandırmak istiyorlardı. Çarlığa karşı girişilecek politik mücadele ise liberal burjuvaziye bırakılıyordu. Sosyal demokrasi, liberal burjuvaziye bu mücadelede yardımcı olacaktı. Iskra, ekonomistlere karşı şiddetli hücumlarla işçi sınıfının ve sosyal demokrasinin görevlerini tarifleyecekti. Buna göre liberal burjuvazi, devrimci bir rol oynayamazdı, tam tersine işçi sınıfının eylemlerinden korkmasından ötürü gerici kampla çıkarlarını birleştirmekteydi: “Burjuvazi karşı-devrimcidir.”, “Burjuvazi proleter devriminden daha çok korkacak ve kolaylıkla gericiliğin kollarına atılacaktır.” (Lenin’den aktaran Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, cilt I, s. 74) Dolayısıyla burjuva devriminde hegemonya devrimci proletaryada olacaktı. Liberal burjuvaziyi mahkum eden ve işçi sınıfına öncülük misyonu yükleyen bu yaklaşım, Bolşevik fraksiyonun daha sonraki bölünmede Menşeviklerle olan temel farklılıklardan birisi olacaktı. Dolayısıyla burjuvazinin ve işçi sınıfının devrimdeki pozisyonu konusunda ekonomistlerle başlayan mücadele Menşeviklerle de sürecekti. Diğer taraftan Bolşeviklerin aşamacılıktan kopması için 1917’deki Uzaktan Mektuplar ve Nisan Tezleri gerekli olacaktı.
Menşeviklerle Bölünme
RSDİP’in 2. Kongresi gelip çattığında çok çok az kişi yaklaşan tarihi bölünmenin farkındaydı. Gerçekte Rusya’da sosyal demokrasinin bir çeşit birlik ve kuruluş kongresi olacak bu kongre hiç de beklenmedik şekilde tam tersine Iskracıların bölünmesiyle sonuçlandı. Bu beklenmedik ayrılık, şaşkınlığa yol açarken her iki taraftan geniş kesimler bu ayrılığa karşı çıktılar. Birleşme çağrılarına en kararlı karşıtlığı Lenin sergilese de bu iki grup zaman zaman merkezi düzeyde bile birbirine yaklaştı. Ülke içindeyse Bolşevik ve Menşevik komiteler çoğu durumda birlikte çalışıyorlardı. Bu iki fraksiyonu birleştirme çabaları 1917 Şubat Devrimi’nden sonra bile Kamanev ve Stalin tarafından ifade edilebiliyordu. Ekim Devrimi’nin ertesindeyse Bolşevikler içindeki uzlaşmacı eğilim sosyalist devrime karşı çıkan Menşeviklerle işbirliğini savunmaya bir süre daha devam edecekti.
Çokları bu bölünmeyi Lenin’in hırslarına bağladı. Ama gerçekte bölünmenin arkasında ne vardı? Temel ayrışma örgütlenmeye dairdi. Lenin’in kafasındaki parti devrimcilerden oluşan bir partiydi. Ancak devrimcilerden oluşan bir parti politik savaş aygıtı olarak Çarlık baskısına karşı koyabilirdi. Partinin sınırlarının genişletilmesi proleter devrimciliğe yabancı birçok öğenin bünyeye sirayet etmesine neden olabilirdi. Menşeviklerse daha çok Batı Avrupa tipinde, parti içi grupların ciddi özerkliklere sahip olduğu geniş işçi partilerini kendilerine örnek alıyorlardı. Bu tarz bir partinin sınırları net olarak tanımlanmıyordu. Kendisini sosyalist olarak ifade eden geniş kesimlerin gevşek bağlarla bağlı olduğu bir yapıydı parti. Lenin ise yaklaşan devrimde sıkı bir şekilde örgütlenmiş, savaşçı ve sağlam bir parti tasarlamaktaydı. Ayrılık, Londra’daki kongrede tüzük tartışması olarak kendisini gösterdi. Lenin, sınırları net bir şekilde belirli disiplinli devrimciler partisi fikrine karşı çıkan Menşevik kanadın lideri Martov’a şu şekilde yükleniyordu: “Yoldaş Martov’un formülasyonu tepeden tırnağa burjuva bireyciliğine batmış entelektüellere ve bir örgüte bağlanmak istemeyenlere faydalı…”Dolayısıyla örgütlenme sorunsalı Lenin için doğrudan doğruya partinin izleyeceği politikaya sirayet etmekteydi. Menşeviklerin örgütlenme stratejisi orta sınıf bir mahiyete bürünmeye eğilimli oluyor ve liberal burjuvaziyle işbirliğine açılıyordu. Daha sonra da gözükecekti ki Menşeviklerdeki sağa sapma, örgütlenme ve program düzeyinde 2.Enternasyonal’daki uluslararası revizyonizmle paraleldi.
1905 Devrimi ile Ne Yapmalı Aşılıyor
Ne Yapmalı (1902)’da Lenin, Iskra’nın çıkışından beri ısrarla savunduğu ülke çapındaki sosyal demokratları birleştirecek merkezi bir parti fikrini, kendi tarzı olduğu üzere, vurucu şekilde işler. Polemiksel yanı yüksek olan, söylemek istediğini şiddetli bir şekilde vurgulayarak ifade eden Ne Yapmalı, esas hedef olarak kendiliğindenciliğe yöneltilmiş şiddetli bir darbedir. Iskra’nın ısrarla üzerinde durduğu konu sosyal demokratların amatör bir toplam olarak Çarlık rejiminin karşısına dikilemeyeceğidir: “Otokratik bir ülkede böyle bir örgütün üye sayısını devrimci faaliyete profesyonel olarak katılan ve siyasi polisle savaşma sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kişilerle ne kadar sınırlarsak örgütün açığa çıkarılması o kadar güç olacaktır.” (Lenin, Ne Yapmalı) Amatörlük aşılmalı ve profesyonel devrimcilerden kurulu bir toplamla politik bir savaş aygıtı yaratılmalıdır. Ne Yapmalı çok net bir şekilde Bolşevizmin temellerini muhteva eder: Devrimciler örgütü ile tarihin akışına iradi bir müdahale. “Bana bir devrimciler örgütü verin Rusya’yı alt üst edelim.” Lenin’in bu ünlü sözü, Bolşevizmin özünü çok çarpıcı bir şekilde ifade eder ama devrimciler örgütünün muhtevasını bambaşka bir konudur. Ne Yapmalı’da örgüt, profesyonel devrimcilerden oluşur. Yani herhangi bir işte çalışmayan, ihtiyaçları parti tarafından karşılanan ve 24 saatini devrimci mücadele için harcayan devrimcilerden kurulu bir parti tariflenmektedir. Bunun doğal sonucu partinin üye bileşiminin işçi sınıfından uzak olmasıdır. Gerçekten de 1905 Devrimi başladığında Bolşeviklerin üye bileşimi çok net bir şekilde bir aydınlar toplamıydı. Üstelik Ne Yapmalı, işçi sınıfının kendiliğinden sadece sendikal bilinç geliştirebileceği, sosyal demokrat bilince ulaşamayacağı, yanlış önermesini ifade etmekteydi. Bu önerme yanlıştı çünkü tek yanlıydı. Ekonomik bilinçle politik bilinç arasındaki geçişkenliği hesaba katmayan mekanik bir formülasyonu ifade ediyordu. Nitekim 1905 Devrimi’nde işçiler hiçbir partinin önderliği olmaksızın Çarlığa karşı ayağa kalkmış ve tarihte ilk defa sovyetleri örgütleyerek politik radikalizmin en sert örneklerini vermişti. Yani, 1905 Devrimi, Bolşevikleri kontrpiyede bırakıyor formülasyonlardaki eksik ve yanlışları açık hale getiriyordu. Dört başı bir işçi ayaklanması karşısında Bolşeviklerin elitist aydın sekterliğine düşmesi tehlikesi kapıyı çalmaktaydı. Nitekim genel grevin ortaya koyduğu sorunları idare etmek için oluşturulan ve üyeleri tabandan işçilerce seçilen sovyetler tarihte ilk kez ortaya çıkıyor ve zamanla bir tür iktidar organı haline geliyorken Bolşevik komitelerin sovyetlere olan ilk tepkisi “ya partiye katılın ya da kendinizi fesh edin” olmuştu. Bunun bir neticesi olarak Bolşevikler, Petersburg sovyetlerinde fazla etkili olamadılar. Bunun neticesinde Bolşevikler kendi tarihleri açısından, daha çok, önderlik ettikleri Moskova ayaklanmasıyla gurur duyacaklardı. Diğer taraftan Bolşeviklerin mücadelenin gerisinde kaldığı da bir gerçekti. Durumun vahametinin farkında olansa Lenin’di. Lenin, sıradan işçilerin ayaklanmacılara dönüştüğü bir ortamda partinin proleter bir hüviyete bürünmesi gerektiğini fark edecek ve partinin kapılarını açın çağrısını yapacaktı. Partide bir aydına karşılık yüz işçi olmalıydı. Oldu da, ama olması için partide sert bir iç mücadele süreci gerekti. Bolşeviklerin eski kadroları eski alışkanlıklarında ısrarcıydı. İşin ilginci dirençlerini en çok da Ne Yapmalı’dan alıyorlardı. Parti, profesyonel devrimcilerden oluşmalı ve sınırlarını dikkatlice göz etmeliydi. Ama Lenin, Ne Yapmalı’nın kimi yönlerinin eskimiş olduğunu fikrine sonunda yoldaşlarını ikna edebildi. Böylece Bolşevik parti devrimci bir işçi partisine dönüşmüştü. Parti yine devrimciler partisiydi, bu açıdan partinin sınırları yine gözetiliyordu, ama eski elitist anlayış terk edilmişti. Bolşevikler devrimci işçilerin partisiydi.
Gericilik Döneminde Bolşevikler
1905 Devrimi belirli bir zirveden sonra düşüşe geçmişti, ama arkasında muazzam dersler miras bırakmıştı. Troçki’nin deyişiyle Menşeviklerin karşı devrimci karakteri bu devrimde gözükmüştü. En meşhuru da bölünmede ilk olarak Lenin ile beraber davranan ama sonra Menşevik eğilime yaklaşan Plehanov’un kötü şöhretli sözleriydi; “silaha sarılmamalıydık.” Bu tutum Plehanov’a has değildi. Menşeviklerin ikircikli karakteri kendisini uzlaşmacılık olarak ele veriyordu. Devrimi burjuva demokratik bir devrim olarak ele almaları onları liberal burjuvanin kuyruğuna takıyordu. Bolşevikler ise her durumda devrimi ileriye doğru çekebildikleri kadar çektiler. Ne var ki 1907’den itibaren Çarlık baskısı korkunç boyutlara ulaşacak ve işçi sınıfı yenilgiyi kesin olarak kabul edecekti. Bolşevik olsun Menşevik olsun örgütlenmeler dağılıyordu. Ama Bolşevikler de geri çekilmeyi belirli bir düzende gerçekleştirmeye çalışırken olağanüstü şartların üzerlerinde gerici bir rol oynamasına izin vermediler. Lenin’in saldırıları bu dönemde artık moda haline gelen tasfiyeci likidatörleri, ultra solcuları ve Menşevik uzlaşmacılığı hedef alıyordu. Tasfiyecilik, iki anlamda kulanılabilir. Birincisi o dönemde örgütlenmelerin hızla güç kaybetmesiyle ilgilidir. Bunu besleyen ideolojik söylemse proletaryanın devrimci rolünün yadsınması idi. Ultra solcular ise her koşulda Çarlık parlamentosu Duma’nın boykot edilmesi gerektiğini savunan Bogdanov önderliğindeki gruptu. 1905 Devrimi sırasında Duma boykot edilmişti, ama o sıralar devrim vardı. Eğer seçim sandıklarını darmadağın edebilecek bir kitlesel güç varsa boykot doğru bir yöntemdir. Ama 1907’de devrim geride kalmıştı ve Duma artık kitlelerle iletişime geçmek bir araç olarak kullanılmalıydı. Bogdanov felsefi çıkış noktası diyalektik materyalizmden ziyade idealizme yakındı. Lenin’in kaleme aldığı “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eser Bogdanov’u hedef alıyordu. Neticede Bogdanov Bolşevik saflardan atılacaktı.
Gericilik döneminin bir diğer getirisi de Bolşevik ve Menşevik güçlerin yeniden birleşmesi yönündeki baskının yoğunlaşmasıydı. Bu baskı öylesine güçlüydü ki 1910’da Paris’te Bolşevik ve Menşevik merkez komiteleri ile diğer önde isimler biraraya gelirler ve yeniden birleşme yönünde karar alınır. Bu karar, Bolşevikler içerisinde azınlıkta kalan Lenin’e rağmen alınmış olsa da hayata geçirilmesi mümkün olmayacaktı. Lider kadrolarda kesin bölünme baki kalacak ama tabana doğru Bolşevik ve Menşevik üyelerin çoğu durumda beraber hareket ettikleri gözlenecekti. Lenin’in Menşeviklerle birleşmeye karşı oluşunu 1905 Devrimi sırasında Menşeviklerin oynadığı uzlaşmacı rol haklı çıkarsa da devrimin yenilgisi sonrası hızla kan kaybeden örgütlerin durumu ve mücadelenin geri seyri birleşme yönündeki basıncı şiddetlendiriyordu. Lenin ise dönemsel geri çekilmenin karamsarlığına boyun eğmiyor ve geleceği kazanmak için Bolşeviklerin bağımsızlığını büyük bir azimle savunuyordu. 1912’deki Prag kongresinde Bolşevikler ayrılığı resmileştirecektir. Tabandaki kesin ayrılıksa 1917 Şubat Devrimi ile oluşacaktır.
Emperyalist Savaş
Birinci büyük paylaşım savaşı, sosyalist sol açısından tam bir dönüm noktası oldu. Marksist hareketin örgütsel ifadesi olan 2.Enternasyonal’in uzun süredir bağrında biriktirdiği çelişkiler, sonuçları itibariyle kendisini keskin bir şekilde ortaya koyacaktı. Başta Alman seksiyonu olmak üzere 2.Enternasyonal’e bağlı partiler savaşta enternasyonalist değil yurtsever bir tutum takınarak emperyalist savaşta kendi ülkelerini desteklediler. Buna en büyük ve sert tepki Rusya’dan gelecekti. Menşevikler içerisinde bir kesim anavatan savunması şeklinde Rus şovenizmine meyilli olarak uzlaşmacılıklarını emperyalist bir boyuta da taşıdılar. Bu tarz tavır alanların içerisinde tabi ki en meşhuru Plehanov’du. Bunun dışında anarşizmin en büyük simalarından Kropotkin de Rus yurtseveri bir tutum takınmıştı. Bunun dışında Menşevikler içerisinde enternasyonalist tavır takınanlar da vardı. Gerçi bunların önemli bir kısmı da savaş karşıtı pasifist bir çizgideydi ve duruşları devrimci netlikte değildi. Bunların başında da Martov geliyordu. Lenin ise çubuğu olabildiğince büktü ve ulaşılabilecek en sağlam enternayonalist temele ulaşmayı hedefledi. Buna göre bu savaş emperyalist bir savaştı ve farklı ülkelerden işçiler kendi burjuvaları için birbirlerini gırtlaklamaktaydılar. Bu yüzden de emperyalist savaşa karşı çıkmak bir zorunluluktu. Ama mesele sadece savaş karşıtlığı üzerinden ele almaık bir devrimcinin işi olamazdı. Emperyalist savaş, iç savaşa çevrilmeliydi. Bunun anlamı emperyalist savaşın getireceği büyük çöküntüden proleter devrimin koşullarını hazırlamak için faydalanmak gerektiğiydi. Bu yüzden de ortaya çıkan formülasyon devrimci yenilgicilikti. Çarlığın zaferi sosyal devrim ihtmalini uzun uzun süreler boyunca ortadan kaldıracaktı. Yenilgi ise tersine Çarlığın krizinin devrimci olasılıklara kapıyı aralayacaktı. Bu nedenle devrimciler emperyalist savaşta Çarlığın yenilgisini istemeliydiler. Lenin böylece partisinde gelişebilecek sosyal şoven zehire karşı bağışıklığı güçlendiriyor ve net bir iktidar perspektifi oluşturuyordu:“Bana göre barış sloganı, şu sıralar yanlış bir slogan. Bir çıkarcının, bir gevezenin sloganı. Proletaryanın sloganı iç savaş olmalı.”, “Bugün iç savaşı ne ‘vaat’ ne de ilan edebiliriz, fakat bizim görevimiz, uzun bir süreyi gerektirse bile, o yönde çalışmaktır.”
Bunun dışında 2.Enternasyonal’in ideolojik ve politik çöküşü sonrası Lenin proletaryanın uluslararası önderlik krizine de çare olmak için kolları sıvayacaktı. Şubat 1915’te Bolşevik Parti konferansı Üçüncü Enternasyonal kurma görevini resmen belirledi. Ekim Devrimi bu hedefin gerçekleşmesini sağlayacaktı.
Dünyayı Sarsan 1917
1905 Devrimi’nin yenilgiye uğramasıyla başlayan karanlık dönem 1912’den itibaren sonlanmaya başlayacaktı. Özellikle Nisan 1912’deki Lena altın madencilerine yönelik katliam grev ve gösterilerde büyük bir sıçrama yaşanmasına neden olacaktı. 1 Mayıs’taki greve 400 bin işçi katılacaktı. İşçi hareketinin yeniden kabardığı bu yeni döneme Bolşevikler hazır girdiler. Uzlaşmacı eğilimlere karşı net bir duruş sergilendiği gibi örgütsel gerilemelerin yaşandığı bir evrede geri çekilmeyi düzenli bir hale getirmeyi bilmiş ve örgütsel devamlılığı sürdürebilmişti. Çarlık rejimi, emperyalist paylaşım savaşına ayak sesleri duyulan yeni bir devrim tehlikesi karşısında bir can simidi gibi sarılmıştı. Savaş sayesinde kabaracak milli duygular, işçi hareketini örseleyecek ve hele de savaştan başarıyla çıkılması durumunda elde edilecek ganimetler ve fetih havasıyla Çarlık ayaklarını yere sağlamca basabilecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Başlangıçta yurtsever tesir nedeniyle işçi eylemlerinde bir azalma görülse de savaşın yükünün emekçi halkın üzerine binmesiyle durumda radikal bir değişim yaşanacaktı.
8 Mart dünya emekçi kadınlar gününde başlayan eylem ve grevlerle Sovyetler yeniden ortaya çıkacak ve bu sefer Çarlık rejimi dayanamayarak yıkılacaktı. Çarlık hükümetinin yerini burjuva güçlerin liderlik ettiği geçici hükümet devraldı. Menşevikler için sorun yoktu. Onların devrim programı, Rusya için burjuva demokratik bir devrim öngördüğünden geçici hükümeti desteklediler. Geçici hükümetin emperyalist savaşa devam politikasını da desteklediler. Onlar göre Rusya artık devrimin ülkesi olduğuna göre savaş da devrimin savunulması savaşıydı. Böylelikle Menşevikler, misyonunu tamamlamış bitik bir siyaset olarak devrimin değil karşı devrimin yanında yer alıyorlardı. Narodnik geleneğin devamcıları olan adının tersine sosyalist devrimi engellemeye çalışan Sosyalist Devrimcilerin (SR’ler) de durumu benzerdi.
Asıl kritik olansa Bolşeviklerin tutumuydu. İşçilerin, köylülerin, emekçi halktan oluşan askerlerin daha fazlasını istediği çok netti. Bolşeviklerin programı Menşeviklere göre daha soldaydı. Burjuvaziyle işbirliğine kesinkes karşı olduğu için pratikteki tutumlar her zaman Menşeviklere göre devrimciydi. Ne var ki Bolşeviklerin programı da aşamacılıktan kopuk değildi. Yani, Rusya’da sosyalizmi mümkün görmüyordu. Bunun yerine işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğünü savunmaktaydı. Bu yaklaşım birçok sorunu beraberinde getiriyordu. Bir kere sosyalizmi öngörmüyorken kapitalizmle sosyalizm arası bir rejim nasıl vuku bulacaktı? Hem köylülerin ortak bir sınıf çıkarı yoktu, dahası köylülerin bağımsız bir politika izlemesi mümkün değildi. Hem ortaklaşa diktatörlük ne menem bir şeydi. Lenin bu formülasyonu uzun uzun açıklamaya hiç kalkmamıştı. Ama şimdi Şubat Devrimi olmuştu ve Rusya’nın önünde iki seçenek vardı. Ya burjuva demokratik Rusya ve kapitalizmin gelişiminin hızlanması ya da sovyetlerin iktidarı ele geçirmesi. Gerçekten de Şubat’tan itibaren ikili iktidar durumu yaşanıyordu. Bir tarafta burjuva geçici meclis diğer tarafta sovyetler. İkisinden birisi galip gelecekti ve ortada bir formül yoktu. Bu yüzden işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü tezi bir engele dönüşmüştü. Bunun için Lenin’in uzun bir parti içi savaşa ihtiyacı vardı. (“Lenin yoldaşın genel planına gelince: Bu plan, burjuva demokratik devrimi tamamlanmış gibi sunduğu ve bu devrimin hemen sosyalist devrime dönüşeceği varsayımına dayandığı ölçüde bize kabul edilir gibi gelmiyor.” Kamanev, Bolşevik Partisi yayın organı Pravda’nın 8 Nisan 1917 tarihli başyazısından) Olayların en kritik noktaya yaklaşmakta olduğu Nisan ayı boyunca Lenin partiyi tüm iktidar sovyetlere sloganına kazanmaya çalıştı.( “Değerli yoldaşlar, askerler, denizciler, işçiler! Sizin şahsınızda muzaffer Rus Devrimi’ni kutlamaktan, dünya proletarya ordusunun öncüleri olarak sizleri selamlamaktan mutluluk duyuyorum… Emperyalist yağma savaşı bütün Avrupa’daki iç savaşın başlangıcıdır… Yoldaşımız Karl Liebknecht’in çağrısıyla halkların silahlarını kendi kapitalist sömürücülerine karşı çevirecekleri gün çok uzakta değildir… Dünya sosyalist devrimi ufukta görünmüştür… Almanya için için kaynamaktadır… Tüm Avrupa kapitalizmi her an çökebilir. Sizin başarınız olan Rus Devrimi yeni bir çağı hazırlamış, kapısını aralamıştır. Yaşasın dünya devrimi!” Lenin’den aktaran Tony Cliff, Lenin 2, Bölüm: 7) Lenin, partimiz işçi kitlelerin sağında, parti liderliğimiz ise parti tabanımızın sağında diye çıkışırken Bolşeviklerin treni kaçırabileceğini gayet iyi anlamıştı. Partinin üst düzey kadroları Lenin’i Troçkist olmakla itham ederken aslında belirli bir gerçeği de ifade ediyorlardı. Troçki’nin geliştirmiş olduğu sürekli devrim programı az gelişmiş ülkelerde devrimci rolün sadece proletarya tarafından oynanabileceğini savunuyordu. Az gelişmiş kapitalist ülkelerin cılız burjuvazi bağımsız bir rol oynayamayacak kadar eski mülk sahibi aristokrasiye ve emperyalist sisteme bağımlıydı. Bu yüzden de toplumun önünde duran demokratik görevler de ancak işçi sınıfının iktidarı ele almasıyla gerçekleştirilebilirdi. Diğer taraftan devrimin başarısı uluslararası arenada belirlenecekti. Lenin’in önderliğindeki Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile gerçekleştirdikleri tam olarak buydu.
Bolşevik Geleneğimiz
Devrimleri Gerçekleştiren Bir Araç: Leninizm
Leninizm, Rusya’da dört başı mamur tasarlanmış bir projenin hayata geçirilmesi olarak hayat bulmadı. Sınıf mücadelesine öncülük etmek için inşa edilen merkezileşmiş devrimciler örgütü fikri, Leninizin temeli olarak değerlendirilebilir. (“Leninizm tepeden tırnağa savaşa dönüktür.” Troçki, The New Course, s.50) Leninizm, Bolşevik örgütlenmede somutlandığı ölçüde, Bolşevik partinin programı ve iç yapısının geçirdiği önemli değişiklikler sayesinde Leninizm olabilmiştir. Bu kritik değişimler, sınıf mücadelesinin zorlamasıyla hayat bulabilmiştir. Yani sınıf mücadelesinin öne çıkardığı zorlu problemler karşısında, bir dizi büyük iç ve dış kavganın ardından, Bolşevikler, proletaryanın devrimci çıkarları doğrultusunda gerekli değişikliklere gitmeyi bilmişlerdir. Neticede Leninizm bitmiş bir mühendislik harikası değil, devrimci sınıf mücadelesinin çıkarlarına uyum sağlayabilen dinamik bir kavrayıştır. Nitekim Leninizmin açıklandığı temel eser olarak kabul edilen Ne Yapmalı’dan Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’ne kadar Bolşevizm kendisini geliştirmeyi bilmiştir. Bu yazıda Bolşevizmin oluşum ve dönüşüm sürecini izlemeye çalışacağız.
19. Yüzyılın Mirası
Leninizmin arka planına bakıldığında ilk göze çarpan 19. yüzyılın Çarlık Rusyası’ndaki cüretkar ve azimli devrimci gelenektir. Bu gelenek, 1825’teki Dekabristler Ayaklanması’ndan köklerini alır. Dönemin devrimcileri, Çarlık gericiliğine isyan bayrağı açanlar, toplumsal özgürlük taleplerini yükselten askerler ve aydınlardır. Siyasi tutukluların Sibirya’ya sürülmesi geleneği bu ayaklanmadan sonra başlayacaktır. Otokrasinin ve serfliğin bütün halk ve köylü kitleleri üzerindeki ağır baskısı, politik radikalizmin Rusya’ya özgü biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Dekabristler, Herzen’den Puşkin’e, Nekrassov’dan Tolstoy’a kadar Rus radikal aydın geleneğine ilham verecektir. Dekabristler’den sonra Çernişevski, Lermantov, Belinski, Herzen gibi dünya çapındaki entelektüeller, kalemleri ve duruşlarıyla mücadele bayrağını gelecek nesillere bırakacak ve böylece aydın radikalizmi örgütsel ifadelerine bürünecektir.
Bu ifadelerin tahrihe damgasını vuracak olanı şüphesiz Rusça’da halkçılar anlamına gelen Narodniklerdir. Narodniklerin çoğunluğu öğrencilerden oluşur. Öğrencilerin yanı sıra askerler, genç radikal soylular ve diğer ara katmanlar Narodniklerin sosyal bileşimini oluştururlar. Hedefleri dünya gericiliğinin kalesi olan Çarlığı yıkmaktır. Bunun için köylüleri kazanmaya çalıştılar. Rus köylüsünün eski gelenekleri olan ortaklaşalık biçimleri üzerinden kapitalizmi hiç yaşamadan sosyalizme geçebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden köylüler uyandırılmalıydı. (Gün Zileli’nin kulakları çınlasın) Bunun için de öncelikle kırsala köylülere etki etmek için yayıldılar ama sonuç hüsran oldu. Köylüler bu yabancılara güvenmediler, dahası Çar’a da bağlıydılar. Neticede Narodnik gençleri jandarmaya teslim ederler. Bu büyük köylüye gitme akını başarısız olunca halkı uyandırmanın yolu olarak bireysel terörizme yöneleceklerdi. Çarlığı temsil eden devlet temsilcileri ve hatta Çarın kendisi çeşitli silahlı eylemlerde öldürüldü. Sonuç yine başarısızdı, halkın uyanışı bir yana Çarlık siyasi polisi, gizli Narodnik gruplara ölümcül darbeler indirdi. Ama Narodnik geleneğin birbirini takip eden birkaç kuşak boyunca politik radikalizmi temsil ederek gençliğe ilham olmayı başardığı da bir gerçekti. Nitekim bu gençlerden biri olan Lenin’in abisi Aleksandr çara suikast hazırlığında iken yakalandı ve idam edildi. Çar tarafından affedilmesi için merhamet dilemesi kendisine teklif edildiğinde 19 yaşındaki Aleksandr, tipik bir Narodnik tepki olarak şunları söyleyecekti: “İnsanın ülkesi uğruna ölmesinden daha iyi bir ölüm yoktur. Böyle bir ölüm içten ve dürüst insanlara korku salmaz. Tek bir amacım vardı: Talihsiz Rus halkına yardım etmek.”
Narodnizmin etkisi sadece ilham kaynağı olmakla sınırlı değildi. Rusya’da Marksizm Narodnizmin içinden çıkmıştır. Georgi Plehanov 1883’te Narodnizmden tümüyle koparak Emeğin Kurtuluşu grubunu kurmuştu.
Marksist hareket ortaya çıktığı andan itibaren kendisini Narodnizm ile çatışma halinde buldu. Lenin de en keskin ataklarında Narodniklerin payını vermekte tereddüt etmedi. Diğer taraftan Narodniklerin mirasında değerli olan şeyler de vardı. Rus devrimci geleneği, gizlilik, bedelli müdahaleye rağmen mücadeledeki ısrar, atılganlık ve cüret… Fırsatçı Lenin her cin politikacı gibi, bu durumun farkındaydı. “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlarla Nasıl Savaşırlar” ya da sayısız başka eserinde Narodniklerin sınıf mücadelesini merkeze almamalarını, Necip gibi ütopik niteliklerini, bireysel terörizmi topa tutsa da Narodnik kahramanlığa saygısını açıkça belirtmekten geri kalmadı. Ünlü Narodnik eylemci Neçayev’in birkaç kuşak politik eylemcilerin aklına kazınan şu sözlerindeki değerler Bolşevikler tarafından devranılacaktı: “Devrimci damgalı bir insandır: Kişisel ilgileri, işleri ve duyguları, kişisel ilişkileri yoktur, kendisine ait hiçbir şey; ismi bile yoktur. Ondaki herşey tek ve herşeyi dışlayan bir amaca, tek bir düşünceye, tek bir tutkuya bağlanmıştır: Devrim” Neçayev’in bu sözleri hiç de durumun romantikleştirilmesi değildi, fiili mücadelenin gerçekçi bir görüntüsüydü. Yıllar sonra Gorki Ana romanında benzer bir öyküyü bu sefer Bolşevik militanların yaşantısında aktaracaktı. Böylelikle Narodnizmin irade ve kararlılığı yeni kuşağa Marksist bir eğitimle aktarılıyordu.
(Lenin’den aktaran Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, cilt I, s. 74) Dolayısıyla burjuva devriminde hegemonya devrimci proletaryada olacaktı. Liberal burjuvaziyi mahkum eden ve işçi sınıfına öncülük misyonu yükleyen bu yaklaşım, Bolşevik fraksiyonun daha sonraki bölünmede Menşeviklerle olan temel farklılıklardan birisi olacaktı. Dolayısıyla burjuvazinin ve işçi sınıfının devrimdeki pozisyonu konusunda ekonomistlerle başlayan mücadele Menşeviklerle de sürecekti. Diğer taraftan Bolşeviklerin aşamacılıktan kopması için 1917’deki Uzaktan Mektuplar ve Nisan Tezleri gerekli olacaktı.
Menşeviklerle Bölünme
RSDİP’in 2. Kongresi gelip çattığında çok çok az kişi yaklaşan tarihi bölünmenin farkındaydı. Gerçekte Rusya’da sosyal demokrasinin bir çeşit birlik ve kuruluş kongresi olacak bu kongre hiç de beklenmedik şekilde tam tersine Iskracıların bölünmesiyle sonuçlandı. Bu beklenmedik ayrılık, şaşkınlığa yol açarken her iki taraftan geniş kesimler bu ayrılığa karşı çıktılar. Birleşme çağrılarına en kararlı karşıtlığı Lenin sergilese de bu iki grup zaman zaman merkezi düzeyde bile birbirine yaklaştı. Ülke içindeyse Bolşevik ve Menşevik komiteler çoğu durumda birlikte çalışıyorlardı. Bu iki fraksiyonu birleştirme çabaları 1917 Şubat Devrimi’nden sonra bile Kamanev ve Stalin tarafından ifade edilebiliyordu. Ekim Devrimi’nin ertesindeyse Bolşevikler içindeki uzlaşmacı eğilim sosyalist devrime karşı çıkan Menşeviklerle işbirliğini savunmaya bir süre daha devam edecekti.
Çokları bu bölünmeyi Lenin’in hırslarına bağladı. Ama gerçekte Lenin ne düşünüyordu? Bunun için bir emar lazıımdı ama üretim güçleri ve teknoloji daha henüz böyle bir aşamaya varmamıştı. Lenin’in kafasındaki daha sonra aynı yolu tutan Zileli kafasında bulunduğundan Zileli’nin kafasının emarı çekildi.
Ancak devrimcilik yerine karşı-devrimcilik, postmodernlik, facebook, twitter, yeşil anarşizm, kadıncıllık, hayvancıllık, ocuk sevme, eşcinsellik gibi karman çorman bir imge çıktı.
Partinin sınırlarının genişletilmesi proleter devrimciliği yerine İngiltere’de öğrendiği ve yasal babasının tasvip etmediği parti düşmanlığı ona bir diploma kazandırdı ama büyük devrimi yavaşlattı.
Batı Avrupa tipinde, parti içi grupların ciddi özerkliklere sahip olduğu geniş işçi partilerini kendilerine örnek alıyorlardı. Bu tarz bir partinin sınırları net olarak tanımlanmıyordu. Kendisini sosyalist olarak ifade eden geniş kesimlerin gevşek bağlarla bağlı olduğu bir yapıydı parti. Lenin ise yaklaşan devrimde sıkı bir şekilde örgütlenmiş, savaşçı ve sağlam bir parti tasarlamaktaydı. Ayrılık, Londra’daki kongrede tüzük tartışması olarak kendisini gösterdi. Lenin, sınırları net bir şekilde belirli disiplinli devrimciler partisi fikrine karşı çıkan Menşevik kanadın lideri Martov’a şu şekilde yükleniyordu: “Yoldaş Martov’un formülasyonu tepeden tırnağa burjuva bireyciliğine batmış entelektüellere ve bir örgüte bağlanmak istemeyenlere faydalı…”Dolayısıyla örgütlenme sorunsalı Lenin için doğrudan doğruya partinin izleyeceği politikaya sirayet etmekteydi. Menşeviklerin örgütlenme stratejisi orta sınıf bir mahiyete bürünmeye eğilimli oluyor ve liberal burjuvaziyle işbirliğine açılıyordu. Daha sonra da gözükecekti ki Menşeviklerdeki sağa sapma, örgütlenme ve program düzeyinde 2.Enternasyonal’daki uluslararası revizyonizmle paraleldi.
Emperyalist Savaş
Birinci büyük paylaşım savaşı, sosyalist sol açısından tam bir dönüm noktası oldu. Marksist hareketin örgütsel ifadesi olan 2.Enternasyonal’in uzun süredir bağrında biriktirdiği çelişkiler, sonuçları itibariyle kendisini keskin bir şekilde ortaya koyacaktı. Başta Alman seksiyonu olmak üzere 2.Enternasyonal’e bağlı partiler savaşta enternasyonalist değil yurtsever bir tutum takınarak emperyalist savaşta kendi ülkelerini desteklediler. Buna en büyük ve sert tepki Rusya’dan gelecekti. Menşevikler içerisinde bir kesim anavatan savunması şeklinde Rus şovenizmine meyilli olarak uzlaşmacılıklarını emperyalist bir boyuta da taşıdılar. Bu tarz tavır alanların içerisinde tabi ki en meşhuru Plehanov’du. Bunun dışında anarşizmin en büyük simalarından Kropotkin-Zileli ekseni yurtsever bir tutum takınmıştı. Bunun dışında Menşevikler içerisinde enternasyonalist tavır takınanlar da vardı. Gerçi bunların önemli bir kısmı da savaş karşıtı pasifist bir çizgideydi ve duruşları devrimci netlikte değildi. Bunların başında da Martov geliyordu. Lenin ise çubuğu olabildiğince büktü ve ulaşılabilecek en sağlam enternayonalist temele ulaşmayı hedefledi. Buna göre bu savaş emperyalist bir savaştı ve farklı ülkelerden işçiler kendi burjuvaları için birbirlerini gırtlaklamaktaydılar. Bu yüzden de emperyalist savaşa karşı çıkmak bir zorunluluktu. Ama mesele sadece savaş karşıtlığı üzerinden ele almaık bir devrimcinin işi olamazdı. Emperyalist savaş, iç savaşa çevrilmeliydi.
Dünyayı Sarsan 1917 Bolşevik Devrimi
İşçi hareketinin yeniden kabardığı bu yeni döneme Bolşevikler hazır girdiler. İyi bir fırsat koklayan Zileli hemen katıldı. Kanı kaynayan delikanlı genç olduğundan ittifakçı eğilimlere karşı net bir duruş sergiledi.
8 Mart dünya emekçi kadınlar gününde başlayan eylem ve grevlerle Sovyetler yeniden ortaya çıkacak ve bu sefer Çarlık rejimi dayanamayarak yıkılacaktı.
Narodnik geleneğin devamcıları olan adının tersine sosyalist devrimi engellemeye çalışan Sosyalist Devrimcilerin (SR’ler) de durumu benzerdi.
Asıl kritik olansa Bolşeviklerin tutumuydu. İşçilerin, köylülerin, emekçi halktan oluşan askerlerin daha fazlasını istediği çok netti.
Lenin bu formülasyonu uzun uzun açıklamaya hiç kaktırmamıştı ve Zileli’ye bıraktı.
Ama şimdi Şubat Devrimi olmuştu ve Rusya’nın önünde iki seçenek vardı. Ya burjuva demokratik Rusya ve kapitalizmin gelişiminin hızlanması ya da sovyetlerin iktidarı ele geçirmesi. Gerçekten de Şubat’tan itibaren ikili iktidar durumu yaşanıyordu. Bir tarafta burjuva geçici meclis diğer tarafta sovyetler. İkisinden birisi galip gelecekti ve ortada bir formül yoktu. Bu yüzden işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü tezi bir engele dönüşmüştü. Bunun için Lenin’in uzun bir parti içi savaşa ihtiyacı vardı. (“Lenin yoldaşın genel planına gelince: Bu plan, burjuva demokratik devrimi tamamlanmış gibi sunduğu ve bu devrimin hemen sosyalist devrime dönüşeceği varsayımına dayandığı ölçüde bize kabul edilir gibi gelmiyor.” Kamanev, Bolşevik Partisi yayın organı Pravda’nın 8 Nisan 1917 tarihli başyazısından) Olayların en kritik noktaya yaklaşmakta olduğu Nisan ayı boyunca Lenin partiyi tüm iktidar sovyetlere sloganına kazanmaya çalıştı.( “Değerli yoldaşlar, askerler, denizciler, işçiler! Size ihtiyacımız var! Dünya proletarya ordusunun öncüleri olarak sizleri selamlamaktan mutluluk duyuyorum… Emperyalist yağma savaşı bitince politika tarihinin materyalist diyalektik yasalarına göre sizlere ihtiyacımız sona erecek ve sizleri ya fabrika adlı hapislere veya Sibirya adlı açık hava fabrika-hapislere göndereceğiz.
Yoldaşımız Karl Liebknecht’in çağrısıyla halkların silahlarını kendi kapitalist sömürücülerine karşı çevirecekleri gün çok ama çok çok uzakta… Dünya sosyalist devrimi ne ufukta ne de mufukta… Almanya için için bize gülmekte… Tüm Avrupa kapitalizmi kurduğumuz düzenin antitezi olduğundan kendi içimizde yeşerecektir. Günler bunu görüp havada takkla atacaklardır.
Partinin üst düzey kadroları Lenin’i Troçkist-Pirinçist olmakla itham ederken aslında belirli bir gerçeği de ifade ediyorlardı. Troçki- Pirinçist iki kelle bir kelleden iyidir sloganı parti içinde hayli taraftar kazanmıştı.
Bu yüzden de toplumun önünde duran demokratik görevler de ancak işçi sınıfının iktidarı ele almasıyla gerçekleştirilebilirdi. Diğer taraftan devrimin başarısı uluslararası arenada belirlenecekti. Lenin’in önderliğindeki Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile gerçekleştirdikleri tam olarak buydu.
Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
Bu bir özet
Bolşevik Geleneğimiz
Devrimleri Gerçekleştiren Bir Araç: Leninizm
Leninizm, Rusya’da dört başı mamur tasarlanmış bir projenin hayata geçirilmesi olarak hayat bulmadı. Sınıf mücadelesine öncülük etmek için inşa edilen merkezileşmiş devrimciler örgütü fikri, Leninizin temeli olarak değerlendirilebilir. (“Leninizm tepeden tırnağa savaşa dönüktür.” Troçki, The New Course, s.50) Leninizm, Bolşevik örgütlenmede somutlandığı ölçüde, Bolşevik partinin programı ve iç yapısının geçirdiği önemli değişiklikler sayesinde Leninizm olabilmiştir. Bu kritik değişimler, sınıf mücadelesinin zorlamasıyla hayat bulabilmiştir. Yani sınıf mücadelesinin öne çıkardığı zorlu problemler karşısında, bir dizi büyük iç ve dış kavganın ardından, Bolşevikler, proletaryanın devrimci çıkarları doğrultusunda gerekli değişikliklere gitmeyi bilmişlerdir. Neticede Leninizm bitmiş bir mühendislik harikası değil, devrimci sınıf mücadelesinin çıkarlarına uyum sağlayabilen dinamik bir kavrayıştır. Nitekim Leninizmin açıklandığı temel eser olarak kabul edilen Ne Yapmalı’dan Komünist Enternasyonal’in Dördüncü Kongresi’ne kadar Bolşevizm kendisini geliştirmeyi bilmiştir. Bu yazıda Bolşevizmin oluşum ve dönüşüm sürecini izlemeye çalışacağız.
19. Yüzyılın Mirası
Leninizmin arka planına bakıldığında ilk göze çarpan 19. yüzyılın Çarlık Rusyası’ndaki cüretkar ve azimli devrimci gelenektir. Bu gelenek, 1825’teki Dekabristler Ayaklanması’ndan köklerini alır. Dönemin devrimcileri, Çarlık gericiliğine isyan bayrağı açanlar, toplumsal özgürlük taleplerini yükselten askerler ve aydınlardır. Siyasi tutukluların Sibirya’ya sürülmesi geleneği bu ayaklanmadan sonra başlayacaktır. Otokrasinin ve serfliğin bütün halk ve köylü kitleleri üzerindeki ağır baskısı, politik radikalizmin Rusya’ya özgü biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Dekabristler, Herzen’den Puşkin’e, Nekrassov’dan Tolstoy’a kadar Rus radikal aydın geleneğine ilham verecektir. Dekabristler’den sonra Çernişevski, Lermantov, Belinski, Herzen gibi dünya çapındaki entelektüeller, kalemleri ve duruşlarıyla mücadele bayrağını gelecek nesillere bırakacak ve böylece aydın radikalizmi örgütsel ifadelerine bürünecektir.
Bu ifadelerin tahrihe damgasını vuracak olanı şüphesiz Rusça’da halkçılar anlamına gelen Narodniklerdir. Narodniklerin çoğunluğu öğrencilerden oluşur. Öğrencilerin yanı sıra askerler, genç radikal soylular ve diğer ara katmanlar Narodniklerin sosyal bileşimini oluştururlar. Hedefleri dünya gericiliğinin kalesi olan Çarlığı yıkmaktır. Bunun için köylüleri kazanmaya çalıştılar. Rus köylüsünün eski gelenekleri olan ortaklaşalık biçimleri üzerinden kapitalizmi hiç yaşamadan sosyalizme geçebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden köylüler uyandırılmalıydı. (Gün Zileli’nin kulakları çınlasın) Bunun için de öncelikle kırsala köylülere etki etmek için yayıldılar ama sonuç hüsran oldu. Köylüler bu yabancılara güvenmediler, dahası Çar’a da bağlıydılar. Neticede Narodnik gençleri jandarmaya teslim ederler. Bu büyük köylüye gitme akını başarısız olunca halkı uyandırmanın yolu olarak bireysel terörizme yöneleceklerdi. Çarlığı temsil eden devlet temsilcileri ve hatta Çarın kendisi çeşitli silahlı eylemlerde öldürüldü. Sonuç yine başarısızdı, halkın uyanışı bir yana Çarlık siyasi polisi, gizli Narodnik gruplara ölümcül darbeler indirdi. Ama Narodnik geleneğin birbirini takip eden birkaç kuşak boyunca politik radikalizmi temsil ederek gençliğe ilham olmayı başardığı da bir gerçekti. Nitekim bu gençlerden biri olan Lenin’in abisi Aleksandr çara suikast hazırlığında iken yakalandı ve idam edildi. Çar tarafından affedilmesi için merhamet dilemesi kendisine teklif edildiğinde 19 yaşındaki Aleksandr, tipik bir Narodnik tepki olarak şunları söyleyecekti: “İnsanın ülkesi uğruna ölmesinden daha iyi bir ölüm yoktur. Böyle bir ölüm içten ve dürüst insanlara korku salmaz. Tek bir amacım vardı: Talihsiz Rus halkına yardım etmek.”
Narodnizmin etkisi sadece ilham kaynağı olmakla sınırlı değildi. Rusya’da Marksizm Narodnizmin içinden çıkmıştır. Georgi Plehanov 1883’te Narodnizmden tümüyle koparak Emeğin Kurtuluşu grubunu kurmuştu.
Marksist hareket ortaya çıktığı andan itibaren kendisini Narodnizm ile çatışma halinde buldu. Lenin de en keskin ataklarında Narodniklerin payını vermekte tereddüt etmedi. Diğer taraftan Narodniklerin mirasında değerli olan şeyler de vardı. Rus devrimci geleneği, gizlilik, bedelli müdahaleye rağmen mücadeledeki ısrar, atılganlık ve cüret… Fırsatçı Lenin her cin politikacı gibi, bu durumun farkındaydı. “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlarla Nasıl Savaşırlar” ya da sayısız başka eserinde Narodniklerin sınıf mücadelesini merkeze almamalarını, Necip gibi ütopik niteliklerini, bireysel terörizmi topa tutsa da Narodnik kahramanlığa saygısını açıkça belirtmekten geri kalmadı. Ünlü Narodnik eylemci Neçayev’in birkaç kuşak politik eylemcilerin aklına kazınan şu sözlerindeki değerler Bolşevikler tarafından devranılacaktı: “Devrimci damgalı bir insandır: Kişisel ilgileri, işleri ve duyguları, kişisel ilişkileri yoktur, kendisine ait hiçbir şey; ismi bile yoktur. Ondaki herşey tek ve herşeyi dışlayan bir amaca, tek bir düşünceye, tek bir tutkuya bağlanmıştır: Devrim” Neçayev’in bu sözleri hiç de durumun romantikleştirilmesi değildi, fiili mücadelenin gerçekçi bir görüntüsüydü. Yıllar sonra Gorki Ana romanında benzer bir öyküyü bu sefer Bolşevik militanların yaşantısında aktaracaktı. Böylelikle Narodnizmin irade ve kararlılığı yeni kuşağa Marksist bir eğitimle aktarılıyordu.
(Lenin’den aktaran Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, cilt I, s. 74) Dolayısıyla burjuva devriminde hegemonya devrimci proletaryada olacaktı. Liberal burjuvaziyi mahkum eden ve işçi sınıfına öncülük misyonu yükleyen bu yaklaşım, Bolşevik fraksiyonun daha sonraki bölünmede Menşeviklerle olan temel farklılıklardan birisi olacaktı. Dolayısıyla burjuvazinin ve işçi sınıfının devrimdeki pozisyonu konusunda ekonomistlerle başlayan mücadele Menşeviklerle de sürecekti. Diğer taraftan Bolşeviklerin aşamacılıktan kopması için 1917’deki Uzaktan Mektuplar ve Nisan Tezleri gerekli olacaktı.
Menşeviklerle Bölünme
RSDİP’in 2. Kongresi gelip çattığında çok çok az kişi yaklaşan tarihi bölünmenin farkındaydı. Gerçekte Rusya’da sosyal demokrasinin bir çeşit birlik ve kuruluş kongresi olacak bu kongre hiç de beklenmedik şekilde tam tersine Iskracıların bölünmesiyle sonuçlandı. Bu beklenmedik ayrılık, şaşkınlığa yol açarken her iki taraftan geniş kesimler bu ayrılığa karşı çıktılar. Birleşme çağrılarına en kararlı karşıtlığı Lenin sergilese de bu iki grup zaman zaman merkezi düzeyde bile birbirine yaklaştı. Ülke içindeyse Bolşevik ve Menşevik komiteler çoğu durumda birlikte çalışıyorlardı. Bu iki fraksiyonu birleştirme çabaları 1917 Şubat Devrimi’nden sonra bile Kamanev ve Stalin tarafından ifade edilebiliyordu. Ekim Devrimi’nin ertesindeyse Bolşevikler içindeki uzlaşmacı eğilim sosyalist devrime karşı çıkan Menşeviklerle işbirliğini savunmaya bir süre daha devam edecekti.
Çokları bu bölünmeyi Lenin’in hırslarına bağladı. Ama gerçekte Lenin ne düşünüyordu? Bunun için bir emar lazıımdı ama üretim güçleri ve teknoloji daha henüz böyle bir aşamaya varmamıştı. Lenin’in kafasındaki daha sonra aynı yolu tutan Zileli kafasında bulunduğundan Zileli’nin kafasının emarı çekildi.
Ancak devrimcilik yerine karşı-devrimcilik, postmodernlik, facebook, twitter, yeşil anarşizm, kadıncıllık, hayvancıllık, ocuk sevme, eşcinsellik gibi karman çorman bir imge çıktı.
Partinin sınırlarının genişletilmesi proleter devrimciliği yerine İngiltere’de öğrendiği ve yasal babasının tasvip etmediği parti düşmanlığı ona bir diploma kazandırdı ama büyük devrimi yavaşlattı.
Batı Avrupa tipinde, parti içi grupların ciddi özerkliklere sahip olduğu geniş işçi partilerini kendilerine örnek alıyorlardı. Bu tarz bir partinin sınırları net olarak tanımlanmıyordu. Kendisini sosyalist olarak ifade eden geniş kesimlerin gevşek bağlarla bağlı olduğu bir yapıydı parti. Lenin ise yaklaşan devrimde sıkı bir şekilde örgütlenmiş, savaşçı ve sağlam bir parti tasarlamaktaydı. Ayrılık, Londra’daki kongrede tüzük tartışması olarak kendisini gösterdi. Lenin, sınırları net bir şekilde belirli disiplinli devrimciler partisi fikrine karşı çıkan Menşevik kanadın lideri Martov’a şu şekilde yükleniyordu: “Yoldaş Martov’un formülasyonu tepeden tırnağa burjuva bireyciliğine batmış entelektüellere ve bir örgüte bağlanmak istemeyenlere faydalı…”Dolayısıyla örgütlenme sorunsalı Lenin için doğrudan doğruya partinin izleyeceği politikaya sirayet etmekteydi. Menşeviklerin örgütlenme stratejisi orta sınıf bir mahiyete bürünmeye eğilimli oluyor ve liberal burjuvaziyle işbirliğine açılıyordu. Daha sonra da gözükecekti ki Menşeviklerdeki sağa sapma, örgütlenme ve program düzeyinde 2.Enternasyonal’daki uluslararası revizyonizmle paraleldi.
Emperyalist Savaş
Birinci büyük paylaşım savaşı, sosyalist sol açısından tam bir dönüm noktası oldu. Marksist hareketin örgütsel ifadesi olan 2.Enternasyonal’in uzun süredir bağrında biriktirdiği çelişkiler, sonuçları itibariyle kendisini keskin bir şekilde ortaya koyacaktı. Başta Alman seksiyonu olmak üzere 2.Enternasyonal’e bağlı partiler savaşta enternasyonalist değil yurtsever bir tutum takınarak emperyalist savaşta kendi ülkelerini desteklediler. Buna en büyük ve sert tepki Rusya’dan gelecekti. Menşevikler içerisinde bir kesim anavatan savunması şeklinde Rus şovenizmine meyilli olarak uzlaşmacılıklarını emperyalist bir boyuta da taşıdılar. Bu tarz tavır alanların içerisinde tabi ki en meşhuru Plehanov’du. Bunun dışında anarşizmin en büyük simalarından Kropotkin-Zileli ekseni yurtsever bir tutum takınmıştı. Bunun dışında Menşevikler içerisinde enternasyonalist tavır takınanlar da vardı. Gerçi bunların önemli bir kısmı da savaş karşıtı pasifist bir çizgideydi ve duruşları devrimci netlikte değildi. Bunların başında da Martov geliyordu. Lenin ise çubuğu olabildiğince büktü ve ulaşılabilecek en sağlam enternayonalist temele ulaşmayı hedefledi. Buna göre bu savaş emperyalist bir savaştı ve farklı ülkelerden işçiler kendi burjuvaları için birbirlerini gırtlaklamaktaydılar. Bu yüzden de emperyalist savaşa karşı çıkmak bir zorunluluktu. Ama mesele sadece savaş karşıtlığı üzerinden ele almaık bir devrimcinin işi olamazdı. Emperyalist savaş, iç savaşa çevrilmeliydi.
Dünyayı Sarsan 1917 Bolşevik Devrimi
İşçi hareketinin yeniden kabardığı bu yeni döneme Bolşevikler hazır girdiler. İyi bir fırsat koklayan Zileli hemen katıldı. Kanı kaynayan delikanlı genç olduğundan ittifakçı eğilimlere karşı net bir duruş sergiledi.
8 Mart dünya emekçi kadınlar gününde başlayan eylem ve grevlerle Sovyetler yeniden ortaya çıkacak ve bu sefer Çarlık rejimi dayanamayarak yıkılacaktı.
Narodnik geleneğin devamcıları olan adının tersine sosyalist devrimi engellemeye çalışan Sosyalist Devrimcilerin (SR’ler) de durumu benzerdi.
Asıl kritik olansa Bolşeviklerin tutumuydu. İşçilerin, köylülerin, emekçi halktan oluşan askerlerin daha fazlasını istediği çok netti.
Lenin bu formülasyonu uzun uzun açıklamaya hiç kaktırmamıştı ve Zileli’ye bıraktı.
Ama şimdi Şubat Devrimi olmuştu ve Rusya’nın önünde iki seçenek vardı. Ya burjuva demokratik Rusya ve kapitalizmin gelişiminin hızlanması ya da sovyetlerin iktidarı ele geçirmesi. Gerçekten de Şubat’tan itibaren ikili iktidar durumu yaşanıyordu. Bir tarafta burjuva geçici meclis diğer tarafta sovyetler. İkisinden birisi galip gelecekti ve ortada bir formül yoktu. Bu yüzden işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü tezi bir engele dönüşmüştü. Bunun için Lenin’in uzun bir parti içi savaşa ihtiyacı vardı. (“Lenin yoldaşın genel planına gelince: Bu plan, burjuva demokratik devrimi tamamlanmış gibi sunduğu ve bu devrimin hemen sosyalist devrime dönüşeceği varsayımına dayandığı ölçüde bize kabul edilir gibi gelmiyor.” Kamanev, Bolşevik Partisi yayın organı Pravda’nın 8 Nisan 1917 tarihli başyazısından) Olayların en kritik noktaya yaklaşmakta olduğu Nisan ayı boyunca Lenin partiyi tüm iktidar sovyetlere sloganına kazanmaya çalıştı.( “Değerli yoldaşlar, askerler, denizciler, işçiler! Size ihtiyacımız var! Dünya proletarya ordusunun öncüleri olarak sizleri selamlamaktan mutluluk duyuyorum… Emperyalist yağma savaşı bitince politika tarihinin materyalist diyalektik yasalarına göre sizlere ihtiyacımız sona erecek ve sizleri ya fabrika adlı hapislere veya Sibirya adlı açık hava fabrika-hapislere göndereceğiz.
Yoldaşımız Karl Liebknecht’in çağrısıyla halkların silahlarını kendi kapitalist sömürücülerine karşı çevirecekleri gün çok ama çok çok uzakta… Dünya sosyalist devrimi ne ufukta ne de mufukta… Almanya için için bize gülmekte… Tüm Avrupa kapitalizmi kurduğumuz düzenin antitezi olduğundan kendi içimizde yeşerecektir. Günler bunu görüp havada takkla atacaklardır.
Partinin üst düzey kadroları Lenin’i Troçkist-Pirinçist olmakla itham ederken aslında belirli bir gerçeği de ifade ediyorlardı. Troçki- Pirinçist iki kelle bir kelleden iyidir sloganı parti içinde hayli taraftar kazanmıştı.
Bu yüzden de toplumun önünde duran demokratik görevler de ancak işçi sınıfının iktidarı ele almasıyla gerçekleştirilebilirdi. Diğer taraftan devrimin başarısı uluslararası arenada belirlenecekti. Lenin’in önderliğindeki Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile gerçekleştirdikleri tam olarak buydu.
“736 Anonim 4 Ekim 17 / 3pm
Son modayı takip eden bizim ergen doğal-ilkel yaşam modasını bırakıp hidayete ermiş, dincilik modasına uymuş.”
Neden zahmet edip halk arasında çoktan bilinen bir özdeyişi devasa beyninden tuvalet yerine burada fışkırttın.
Ölümden aşka her ŞEY YALAN.
Ama mantar gibi türemiş İlerici, Bolluk-Rahatlık Dini Müminleri, Sağcı/solcu devrimciler, Banka kartlı, kendileri gibi Zeki Telefonlu adi, aşağılık duygularla dolu siz orta sınıflılar için milyonları aşan rahatlık ıvır zıvır YALAN DEĞİL! Hele önünde 24 saat geviş getirdiğiniz tek beyin gıdanız televizyon!
Medeni sitelerde yorum yazan medeniyet karşıtı medenilere!
Ormanlarda, dağlarda, çöllerde, Pasifik adalarında medeniyetsiz bir yaşam dururken medeni sitelerde medeniyetsiz yaşamı aramaya ne gerek var?
Haydi, ilk uçak ve gemiyle -pardon, onlar da medeniyetin ürünü değil miydi? o zaman yürüyerek, at üstünde veya yüzerek ya da ilkel sallarla adı geçen medeniyetsiz cennetlere!
Yahya Kemal’den günümüze Türkiye’de anarşizm
Yahya Kemal elbette anarşist değildi ama Paris’te bulunduğu 1904 yılında anarşizmin etkisinde kaldığını hatıralarında itiraf etmişti. Türkiye’de Anarşizm – Yüz Yıllık Gecikme, 19. yüzyıldan bugüne, anarşizmin ülkemizdeki serüvenine ışık tutuyor.
Anarşizm, başka dillere antik Yunancadan geçen bir kelime. ‘Lidersiz-efendisiz’ anlamına geliyor. Anarşizm, sözcük anlamından çıkarılabileceği gibi, toplumların devlete ihtiyaç duymadan kendi kendilerini yönetmesini öngören bir siyasal felsefe. Ama Türkiye’de böyle tanındığını söylemek güç. Taraftar grubu Çarşı’nın anarşizmin sembolünü kullandığını bilenler için (Daire içinde A işareti), anarşist düşünce ‘alayına karşı’ olmayı öngören bir tür isyankârlıktan ibaret… 70’li yılları ve 12 Eylül dönemini yaşayanlar o dönemin gazete manşetlerini ve Kenan Evren’in konuşmalarını hatırlayanlar için ise anarşizm, terörizm demek! Anarşizmin Türkiye’de yanlış tanınmasında, 1986’ya kadar Türkiye’de herhangi bir anarşist çevreye rastlanmamasının payı büyük. Anarşizm, 19. yüzyıl sonunda dünyada en etkili radikal fikir akımlarından biriydi. Sadece Avrupa’da değil, dünyanın başka yerlerinde de devrimcileri ve aydınları peşinden sürüklemişti. Mısır’da, Süveyş Kanalı gibi altyapı projeleri için gelen italyan göçmenlerin eliyle yayılmış; Kore, Çin gibi ülkelerde milliyetçilikle karışık biçimde ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ise anarşist bir hareket görülmedi. ne Osmanlı’da ne Cumhuriyet’te… 1986’ya dek bu konuda hiçbir ize rastlayamıyoruz. Barış Soydan’ın iletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Türkiye’de Anarşizm – Yüz Yıllık Gecikme, hem anarşizmin Türkiye’deki gecikme nedenlerini tartışıyor hem de Türkiye’deki kısa tarihini anlatıyor. Kitap, tarihçilerden aktivistlere kadar, 30’a yakın kişiyle yapılan röportajlardan oluşuyor. Soydan, Osmanlı’da anarşizmi tarihçi mehmet Ö. Alkan ve Cemal Selbuz ile konuşmuş. Alkan ve Selbuz’un anlattıkları, anarşist düşüncenin, Osmanlı’nın son döneminde arayış içindeki aydınların beklentilerine karşılık veremediğini ortaya koyuyor. Aydınlar, bu dönemde Osmanlı’yı çöküşten kurtaracak formüller peşindeler. Devlet eliyle uygulanacak yukarıdan aşağı modernleşme projesi bunun en kestirme yolu olarak görülüyor. Oysa anarşizm, devleti yıkmayı amaçlayan bir akım. Bu nedenle de dönemin aydınlarına cazip gelmiyor. Buna rağmen, bazı aydınlar bu dönemde kısa süreliğine de olsa anarşizmle ilgileniyorlar. Bunlar arasında en ilginç isim, hiç şüphesiz ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı ve kayın babası Perinçek’in gizli polisle ilişkileri yardımıyla azılı bir devrimci olduğu kanıtlanan Zileli’nin İngiltere’de analşitlik eğitimi görüp dönğşğyle hayli hız kazanır. Soydan’ın, tarihçi i. Arda Odabaşı’dan aktardığına göre, Yahya Kemal anılarında, Paris’te bulunduğu 1904 yılında mitinglere ve gösterilere karıştığını, anarşist Faure ve malato’nun nutuklarını dinlediğini ve ihtilalcilik hevesinin git gide artmasıyla anarşist Jean Grave’in gazetesinin ateşli bir takipçisi olduğunu anlatıyor. Hatta ünlü şair, bu düşünüşle bazı mısralar bile kaleme alıyor! ittihat ve Terakki’nin önemli ismi Abdullah Cevdet de Paris yıllarında anarşizmin rüzgârına kapılıyor. Cemal Selbuz’un kitapta yer alan röportajda anlattığına göre 1895’te Jean Grave tarafından yayınlanan Les Temps Nouveaux dergisinde Kropotkin, reclus, Lazare, mirbeau ve nadar gibi önemli anarşist ve şairlerin yanı sıra Abdullah Cevdet’in de üç makalesi yayınlanıyor. Fakat elbette Yahya Kemal ve Abdullah Cevdet’in anarşistliği, kibrit çöpü gibi parlayıp sönen bir ilgi. Daha sonra, 1986’da yayınlanan Kara dergisine kadar Türkiye’de ne bir anarşist aydın görüyoruz, ne de anarşist bir çevre. Anarşizmin Batı’da yeniden canlandığı, anarşizmle ilgili birkaç kitabın Türkçeye çevrildiği 1960’larda bile herhangi bir ilgi oluşmuyor. Anarşizm ülkemizde ancak 1986’da, 12 Eylül dönemini ağır baskı ortamında marksizm’den uzaklaşan bir grup gencin yayınladığı Kara dergisi ile arz-ı endam ediyor.
DÖNEMİN TANIKLARI ANLATIYOR
O günden bugüne geçen çeyrek yüzyıl içinde anarşizm yaygın bir siyasal harekete dönüşemese de kök salmayı başardı. Ortaya anarka-feminizm, postyapısalcı anarşizm, yeşil anarşizm gibi akımlar çıktı. Soydan, işte bu akımların temsilcileriyle yaptığı röportajlar aracılığıyla, Türkiye’nin en gencecik kalmış moruk ve kalbi çürük Zileli ile çok yaldızlı anaşit diploması önünde fotoğrafını çekiyor, röportajlar yapıyor, sadece anarşizmin değil, anarşizmin doğumunda öncü rolü oynadığı vicdani ret, anti-militarist, analşitliğin bakire kız arayan sert erkeklere cazipliği gibi hareketin tarihini de ele alıyor. Osmanlı Sarayı 16. yüz yılda güçlü olma ilhamını dışarıda aradıysa, Osmanlı-Atatürk analşit evlatlarımız 20. yüz yılda aynı enerjiyi dışarıda aradılar. Türkiye’de Anarşizm – Yüz Yıllık Gecikme, anarşizmin Türkiye’deki serüvenine dair ilk eser olması nedeniyle, kütüphanelerde kendine yer hak ediyor.
Bookchin ve Toplumsal Ekoloji-I (Güneş Gümüş)
Murray Bookchin’in fikirleriyle tanışmamız oldukça yeni ama bir o kadar da hızlı oldu. Bookchin’in 11 kitabı Türkiye’deki okurlara ulaşmış durumda. 1990’ların ikinci yarısında çevrilen ve tek basımla sınırlı kalan eserleri dışındaki 8 kitabı 2010 sonrasında yayınlanan Bookchin’in; keşfedilmesinin altında, sayın analşitimiz Zileli’nin “Yeşil Anarşizm” adını takıp rafa koyduğu ekolojiye duyulmaya başlayan derin bir ilgiden farklı nedenler bulunuyor. Türkiye’de Kürt enayizle dolandırıcıyı kardeş yapan ulusal hareketinin “Demokratik Konfederalizm” projesine fukit babalığı yapan anal-şitimiz Zileli gibi göt* sıkı Murray Bookchin, bu yönüyle Türkiye entelektüel camiasında (bu müslüman kelimeyi kullandığımız için özür dileriz) uluslararası *düzeyde sosyal bilimler alanında gördüğü ilgi ve alakadan ötesine namzet olmuş durumda.
* Aslında “uluslar arası” arası solun ulusçuluk ideolojisinde altın madeni bulan sağ kendine mal edince devrim tüccarları solcular ” uluslar arası”na sarılıp piyasya sürdüler.
Bu bağlamda, bu yazıda, radikal muhalefet üzerinde derin etkilere sahip Kürt ulusal hareketinin beslendiği bir kaynak olarak ele alınmayı özellikle hak eden Bookchin ve onun “toplumsal ekoloji” kuramını tartışma konusu yapmayı hedeflemekteyiz. İki tight as* medeniyet meraklısı enayiler medeniyeti ıslah ederek medeniyeti Haggle-Mars diyalektiğiyle korumadan korumak ardında devrimci hızla koşmaktalar. Bir gencecik moruk bilinçaltından bir türlü çıkaramadığı eski lenin-stalinci hasreti, diğer gencecik moruk bilinçaltından bir türlü çıkaramadığı eski Troçki uluslararası (here is that word again) devrim peşinde koşmada yorulmayan iki olimpiyatçı. Bookchin ve teorisini ele alacağımız bu ilk yazıda onun Marksizmle girdiği polemiğe odaklanmayı planlamaktayız. Belirtmek gerekir ki Marks’ın bir ekonomik indirgemeci olduğunu söyleyen; miladı dolan proletaryanın devrimci bir özne olamayacağını savunan; kapitalizmin sona ermeyen krizlerini aşacak kadar esnek yapıya ulaştığına vurgu yapan; insanlığın ve dünyanın problemlerinin merkezinde hiyerarşi ve tahakkümün olduğunu ve bu olguların sınıfsal yapının ötesinde bir geçmişe sahip olduğunu, günümüz toplumlarının çok katmanlı hiyerarşiler temelinde şekillendiğini savunan Bookchin; dergimizin birçok makalesinde cevaplandırdığımız postmodernizmin Marksizme yönelik argümanlarından çok da farklı şeyler söylememektedir. Yazımızı Bookchin’in teorisine ayırmamızın nedeni, özgün iddialarına yanıt üretme gerekliliği değil; ismi zikredilmese de onun argümanları üzerinden Marksizmin aşıldığı, sosyalizmden daha ileri bir radikal toplum önerisi geliştirildiği şeklindeki söylemlerin teorik altyapısını tartışmaya açmak istememizdir.
Marksizmin adını lekeleyen Stalinizm (aman bu gün-lerini unutmayan Gün duymasın!), Bookchin üzerinde Marksizmin toplumsal kurtuluş projesine yönelik bir karamsarlık yaratsa da bu deneyim sonrasında Troçkist hareketin bir parçası olarak Marksizme bağlı kalmaya devam etmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan Troçki’nin öngörülerinin aksine hem Batı bloğu hem de Stalinizm güçlenerek çıkmış; yeni devrimlerle Ekim devrimi ruhunun yeniden canlanması yaşanmamıştır. Bir dizi önderini ve bu arada Troçki’yi kaybeden Troçkist gelenek, örgütsel zayıflığı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde daha da net hissedilmeye başlanmıştır. Bunun yanı sıra savaş sonrası, kapitalizm büyük bir atılım göstererek keskin sınıf mücadelelerinin zamanının geçtiği şeklinde bir algının güçlenmesinin koşullarını oluşturmuştur. Bu koşullar en ağır olarak hızla zenginleşen, anti-komünist cadı avlarıyla solun tükendiği, sendikal bürokrasinin rejime tam göbekten bağlandığı ABD’de hissedilmiştir. Neticede savaş zamanı ve öncesinin ünlü Marksist entelektüelleri hızla sağa kayarak savrulmuş ve düzene entegre olmuştur. Bu koşullar, Bookchin açısından umutsuzluğun pekişmesini getirmiş; artık yüzünü Marksizmden başka bir yöne doğru dönmeye başlamıştır: “İkinci Dünya Savaşı’nın aynen birincisi gibi devrimlerle sona ereceğini umut ediyordum, ve Troçkist oldum. Savaş devrim olmadan sona erdiğinde, ortodoks Marksizmden hayal kırıklığına uğramış bir halde, her şeyi yeni baştan düşünmem gerektiğini fark ettim.” (Danek, “Murray Bookchin ile Röportaj”)
Medeniyetin kör ettiği kazazede Bok-cin, son kitaplarının birinde Medeniyet pırlantası, rönesansta tekrar devreye sokulan ayıp donu antik grek demokrasisin över. Aynı kitapta barbar Türklerin bu güneşte çıplak jimnastik yapan, Türkler gibi çirkin olmayan, bilgi aradığında evrenin her taşı altında zıplayıp çıkan grek filozoflarının torunların kırımdan geçirmelerini kınar. Bok-cine göre Türkiye’de demokrasinin bir türlü kök alamamasının asıl nedenini bu barbarlıkta aramalı.
Fransa gibi saygı değer büyük ülkelerde her Entelektüel “Big Brother”, Türkiye gibi pısırık silik ülkelerde “Little Big Brother”dır.
Entelektüellerin siyasi güce ya çok az sahip olduğu ya da hiç sahip olmadığı farz edilegelmiştir. Fildişi kulelerine tünemiş, gerçek dünyadan kopmuş, uzmanlaştıkları çok küçük bir alan içinde anlamsız akademik tartışmalara gark olmuş ya da çetrefilli teorilerin içine gömülmüş diye düşünülen entelektüeller, yalnızca siyasi gerçeklikten kopuk bir biçimde resmedilmezler, bu gerçekliğe anlamlı bir katkı verme kabiliyetlerine de şüpheyle bakılır. Ancak ABD’nin Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA) aynı fikirde değil.
Gerçek şu ki darbelerden, suikast planlarından, yabancı hükûmetlerin el altından manipüle edilmesinden sorumlu olan CIA yalnızca teorinin gücüne inanmakla kalmamış; bazılarının şimdiye kadar üretilen en çetrefilli ve derin teori olarak gördüğü teoriyi hatmetmeleri için bir grup ajanı görevlendirmiş ve bu iş için önemli miktarda kaynak ayırmış. 1985’te yazılan ilginç bir araştırma makalesi Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında küçük değişikliklerle yayımlandı ve CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan ve Roland Barthes’ın isimleriyle özdeşleşen karmaşık, uluslararası çapta yankı uyandıran Fransız Kuramı’nı (French Theory) mercek altına aldığı ortaya çıktı.
Fransız entelijansiyasının öncüleri ile ilgili aldıkları notları sıkı bir biçimde çalışmak için Paris kafelerinde toplaşan Amerikan ajanları imajı; bu entelektüeller topluluğuna ayak takımı tarafından asla kavranamayacak uhrevî bir bilgelik atfedenleri ya da onları tam tersi gerçek dünya üzerinde asla etkisi olmayacak anlaşılmaz şeyler söyleyen şarlatanlar olarak görenleri şaşırtabilir. Halbuki CIA’in küresel kültür savaşlarına yaptığı süregelen yatırıma aşina olanlar için bu çok da şaşırtıcı bir durum değil. Frances Stonor Saunders, Giles Scott-Smith, Hugh Wilford (ve Radical History & the Politics of Art’ta yazdığım yazılar ile ben) gibi araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, CIA öncü akımlara destek de dahil olmak üzere bu savaşların bizzat içindedir.
CIA’de kültürel aktiviteler bölümü eski sorumlusu Thomas W. Braden, İstihbarat Servisi’nin kültürel saldırı konusundaki gücünü 1967’de içeriden birisi olarak şöyle açıklamıştı: “Paris’te (CIA tarafından desteklenen) Boston Senfoni Orkestrası’nın John Foster Dulles ya da Dwight D. Eisenhower’ın yüz konuşma ile kazanabileceğinden daha fazla övgü toplaması sonrasında yaşadığım müthiş sevinci unutamıyorum.” Bu kuşkusuz çok küçük bir operasyondu. Aslında, Wilford’un haklı bir şekilde ileri sürdüğü gibi, merkezi Paris’te bulunan ve kültürel Soğuk Savaş sırasında CIA’in paravan örgüt olarak kullandığı sonradan ortaya çıkan Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF), inanılmaz geniş bir yelpazede sanatsal ve düşünsel etkinliklerin dünya tarihindeki en önemli hamilerden biriydi. Otuz beş ülkede ofisi vardı, onlarca prestijli dergi yayımladı, kitap endüstrisinde yer aldı, yüksek profilli uluslararası konferanslar ve sergiler düzenledi, performans ve konserler koordine etti, çok çeşitli kültür ödülleri ve ödeneklere –ve tabii Farfield Vakfı gibi paravan kuruluşlara- önemli miktarlarda kaynak sağladı.
Amerikan çıkarlarını korumada birer silah olarak kültür ve teori
İstihbarat Servisi; kültür ve teoriyi dünyada ABD çıkarlarını korumak için konuşlandırılan en önemli silahlardan biri olarak görüyor. 1985 yılında basılan ve yakın zamanda kamuya erişimi açılan “Fransa: Solcu Entelektüellerin Çekilmesi” başlıklı araştırma yazısı, -şüphesiz manipüle etme amacıyla- Fransız entelijansiyasını ve onun siyaset yapımına etkide bulunan trendlerin belirlenmesinde oynadığı önemli rolü inceliyor. Raporda öncelikle Fransız entelektüel tarihinde sağ ve solun ideolojik açıdan nispî dengesinden söz ediliyor, sonrasında savaş sonrası Komünistlerin faşizme direnişi ve savaşın kazanılmasında oynadıkları rol dolayısıyla –İstihbarat Servisi’ni son derece rahatsız edecek bir biçimde- solun entelektüel alanı tekeli altına aldığının altı çiziliyor. Nazi ölüm kamplarına verdiği destek; yabancı düşmanlığına, eşitsizliğe ve faşizme dayalı gündemi dolayısıyla sağın halkın gözünden düşmesine rağmen (CIA böyle söylüyor), raporu hazırlayan isimsiz ajanlar gözle görülür bir keyifle yaklaşık olarak 1970’lerin başından itibaren sağın geri döndüğünden bahsediyorlar.
Daha açık olmak gerekirse, gizli kültürel savaşçılar, entelijansiyanın şimşeklerini ABD’den SSCB’ye çeviren “çifte hareket”ten övgüyle bahsediyorlar. Sol cephede, Stalinizm ve Marksizm’den yavaş yavaş soğuma emareleri ortaya çıkmıştı, radikal entelektüeller kamusal tartışmalardan ellerini eteklerini çekmişti. Ayrıca sosyalizm ve sosyalist partilerden uzaklaşan bir teorik hareketlenme ile karşı karşıyaydık. Daha sağda, “Yeni Filozoflar” ya da “Yeni Sağın entelektüelleri” diye adlandırılan ideolojik fırsatçılar Marksizm’e karşı geniş çaplı bir saldırı kampanyası başlatmışlardı.
Dünya çapında işleyen istihbarat örgütünün kolları bazı yerlerde demokratik olarak seçilmiş liderleri alaşağı ederken, faşist diktatörlere istihbarat ve maddi kaynak sağlarken ve sağ grupların ölüm mangalarını desteklerken; Paris’teki merkezî entelijansiya taburu, teori dünyasında sağa doğru yönelimin, ABD dış politikasına ne şekilde katkı sağlayabileceği ile ilgili veri toplamakla meşguldü. Savaş sonrası dönemin sol eğilimli entelektüelleri ABD emperyalizmini açık bir biçimde eleştiriyorlardı. Jean-Paul Sartre’ın meşhur Marksist eleştirmen sıfatıyla –ve özellikle Libération’un kurucusu olarak- medya alanında sahip olduğu güç ve özellikle CIA Paris istasyon şefi ve birçok gizli CIA görevlisinin ifşasında oynadığı önemli rol, Servis tarafından yakından izleniyordu ve çok ciddi bir sorun olarak değerlendiriliyordu.
Marksizm karşıtı Fransız düşünür Raymond Aron (solda) ve eşi Suzanne gizli CIA görevlileri Michael Josselson ve Denis de Rougemont (sağda) ile tatilde.
Stalin faktörü ve entelektüel gericiler
Tersine, yükselen neoliberal çağın Sovyet ve Marksizm karşıtı atmosferi, halkın dikkatini başka yöne çekti ve CIA’in kirli savaşı için mükemmel bir kılıf sağladı: söz gelimi, artık herhangi birinin “ABD’nin Orta Amerika politikalarına karşı entelektüel elitten ciddi bir muhalefet devşirmesi çok zordu.” Önde gelen Latin Amerika tarihçilerinden Greg Grandin, Son Kolonyal Kıyım kitabında bu durumu mükemmel bir şekilde özetliyordu: “1954’te Guatamala’ya, 1965’te Dominik Cumhuriyeti’ne, 1973’te Şili’ye, 1980’lerde El Salvador ve Nikaragua’ya felaket getiren ve birçok insanın canına mal olan müdahalelerinin dışında, ABD sessiz ama istikrarlı bir biçimde katil terör devletlerine ayaklanmaları bastırmaları için finansal, ayni ve ahlakî yardımlarda bulundu. Ancak Stalin’in işlediği suçların boyutu; -ne kadar ikna edici, delillere dayalı da olsa- kirli hikâyelerin bugün demokrasi olarak bildiğimiz şeyi savunmada ABD’nin oynadığı örnek role dayanan dünya görüşünün temellerini sarsmasını engelliyordu.”
André Glucksmann (solda) ve Bernard-Henri Lévy
İşte bu bağlamda, maskeli ağır toplar; Bernard-Henri Lévy, André Glucksmann ve Jean-François Revel gibi yeni nesil Marksizm karşıtı düşünürlerin (isimsiz ajanların yazdığına göre Sartre, Barthes, Lacan ve Louis Althusser’den müteşekkil) “Komünist bilginlerin son takımı”na yönelttikleri eleştirileri övdüler ve desteklediler. Söz konusu Marksizm karşıtı kişiler gençliklerinde solla haşır neşir oldukları için; hayal kırıklığına dayalı bir anlatı kurma açısından uygun kişilerdi: bu anlatılarda bireylerin siyasi alanda yaşadıkları sözde olgunlaşma ile zamanın ilerleyişi birbirine karıştırılıyor, bireysel yaşam ve tarih sanki bir “olgunlaşma” meselesiymiş gibi ele alınıyor ve eşitlik temelinde toplumsal dönüşümün –hem kişisel hem de tarihsel açıdan- geçmişte kaldığı kabul ediliyordu. Bu dayatmacı ve ukala bozgun yemişlik tavrı yalnızca –özellikle gençlerin başı çektiği- yeni hareketlerin gözden düşmesine sebep olmuyor, aynı zamanda karşı-devrimci baskının nisbî başarısını sanki tarihin doğal akışıymış gibi sunmaya çalışıyordu.
Alternatif sol projelere doğrudan destek
Bahsettiğim entelektüel gericiler kadar Marksizm karşıtı olmayan teorisyenler de dönüştürücü eşitlikçilikten uzaklaşan bir atmosfer yaratılmasına, toplumsal seferberliğin sönümlenmesine ve köktenci siyasetten boşaltılmış bir “eleştirel değerlendirme”nin yükselmesine önemli katkılarda bulundular. Bu, CIA’in, Avrupa ve diğer yerlerde kültürel solu tasfiye etme çabalarına dayalı genel stratejisini anlamak için olağanüstü derecede önemli. Tümden ortadan kaldıramayacağını anladığında, dünyanın en güçlü istihbarat servisi; sol kültürü, kararlı kapitalizm karşıtlığından ve dönüştürücü siyaset anlayışından, ABD dış ve iç politikasına daha ılımlı muhalefet edecek merkez-sol reformcu bir pozisyona doğru çekmeye çalıştı. Saunders’in ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, İstihbarat Servisi, savaş sonrası dönemde McCarthy’ci Kongre’yi atlayarak, kültürel üretici ve tüketicileri tereddütsüz eşitlikçi soldan uzak tutacak alternatif sol projelere doğrudan destek verdi. Eşitlikçi solu bölerek ve gözden düşürerek, aynı zamanda genel anlamda solu da bölme amacını güttü. Merkez soldan geriye ne kaldıysa, o da gücünü ve halk desteğini büyük ölçüde yitirdi (sağ cephenin güç siyasetinin ekmeğine yağ sürmesi dolayısıyla da potansiyel olarak gözden düştü; bu durum solda kurumlaşmış partileri zehirlemeye hâlâ devam ediyor).
İstihbarat Servisi’nin dönüşme hikâyelerine verdiği önemi ve –French theory araştırma makalesinde de sıkça geçen bir leitmotif olan- “reforme edilmiş Marksistler”e beslediği muhabbeti işte bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmeliyiz. “Marksizmin asıl altını oyan” diye yazıyordu köstebekler, “kendilerini Marksizmi sosyal bilimlere uygulayan gerçek Marksistler olarak tanıtan ancak tüm geleneği yeniden ele alıp reddedenler oldu.” Burada özellikle Annales Okulu’nun tarihyazımı ve yapısalcılığının –özellikle Claude Lévi-Strauss ve Foucault’nun- “sosyal bilimlerde Marksist etkinin eleştirel bir müdahale ile yıkımına” yaptığı derin katkıdan bahsediyorlar. “Fransa’nın en derin ve etkili düşünürü” olarak bahsedilen Foucault; özellikle “18. yüzyıl Aydınlanması ve Devrim çağından kalma rasyonalist toplumsal teorinin kanlı sonuçlarını” hatırlattıkları için Yeni Sağ entelektüellerini övmesi ile yazarların beğenisini kazanıyor. Herhangi birinin siyasi görüşünü ya da etkisini yalnız bir tavır ya da sebep olduğu sonuçla değerlendirmek yanlış olsa da, Foucault’nun devrim karşıtı solculuğunun ve Gulag şantajını –başka bir deyişle, derin toplumsal ve kültürel dönüşümü amaçlayan yaygın radikal hareketlerin yalnızca en tehlikeli gelenekleri canlandıracağı iddiası- daim kılmasının, ajanların yürüttüğü psikolojik savaş stratejisi ile müthiş uyum içinde olduğunu söylemek mümkün.
CIA’in French theory okuması o halde bizi İngilizce konuşulan dünyada bu teorinin alımlanması sırasında edindiği şık radikal cila üzerine yeniden düşünmeye sevk etmeli. (Çoğu zaman kendi teleolojik varsayımının farkında olmayan) Aşama aşama ilerleyen tarih anlayışına göre; Foucault, Derrida ve diğer önemli Fransız teorisyenlerinin eserleri sezgisel bir biçimde, sosyalist, Marksist ya da anarşist literatürde yer alan eleştirilerin fersah fersah ötesinde bir tür derin ve incelikli bir eleştiriyle eşlendi. İngilizce konuşulan dünyada French theory’nin alımlanması, John McCumber’ın da isabetli bir şekilde belirttiği gibi; İngiliz-Amerikan felsefesinin McCarthy destekli gelenekleriyle iç içe geçmiş siyasi tarafsızlığına, mantık ve dilin tehlikesiz teknik ayrıntılarına gömülme tavrına ya da doğrudan ideolojik konformizmine karşı bir direnç kutbu oluşturarak önemli siyasi sonuçlara yol açtı.
Ne var ki, Cornelius Castoriadis’in radikal eleştiri geleneği adı verdiği şeye –kapitalizm ve emperyalizme direnme anlamında- sırtını dönen kişilerin teorik çıkarımları, şüphesiz ki dönüştürücü siyasetten ideolojik anlamda uzaklaşmanın yolunu açtı. Ajanın söylediklerine göre, post-Marksist French theory CIA’in solun biraz daha sağa doğru çekilmesine, emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığının gözden düşürülmesine ve nihayetinde emperyal projelerin entelijansiyadan gelecek ciddi eleştirel bir tutumla karşı karşıya kalmadan izlenebileceği entelektüel bir atmosfer yaratılmasına dayalı kültürel programına doğrudan katkı sağladı.
Entelektüellerin gücü yabana atılmamalı
CIA’in psikolojik savaş programı üzerine yapılan araştırmalar dolayısıyla biliyoruz ki, CIA yalnızca bireyleri takip edip onların üzerinde güç kullanmadı, aynı zamanda kültürel üretim ve dağıtım kurumlarını anlama ve dönüştürme konusunda çok istekliydi. French theory üzerine yapılan çalışma; üniversitelerin, yayınevlerinin ve medyanın müşterek siyasi ethos’un oluşumu ve pekiştirilmesinde bu kurumların oynadığı yapısal rolün önemine işaret ediyor. Bu türden analizler ve belgenin geri kalanında söylenenler, bizi akademinin mevcut durumunu eleştirel bir gözle değerlendirmeye sevk etmeli. Örneğin raporun yazarları akademik kadroların güvencesizleştirilmesinin köktenci solun yıkımında ne türden bir rol oynadığından bahsediyor. Eğer sıkı solcular işlerini yapmak için ihtiyaç duydukları maddi koşullardan yoksunsa, ya da iş bulmak, yayın yapmak ya da dinleyici bulmak için öyle ya da böyle koşullara uyum sağlamaya zorlanıyorsak, dirençli bir sol çevrenin akademide barınabilmesi için gerekli yapısal şartlar zayıflamış demektir. Yüksek öğrenimin meslek sahibi yapma misyonu edinmesi bu amaç için kullanılan diğer bir yöntem, çünkü bu türden bir eğitim insanları yalnızca teknolojik ve bilimsel bilgi ile doldurup kapitalist çarkın küçük bir parçası haline getirmeyi amaçlıyor. Eğitimin toplumsal eleştiri araçlarına sahip özerk bireyler yaratma amacından ne kadar da uzak! CIA’in teorisyen ağır topları bu yüzden Fransız hükûmetinin “öğrencileri işletme ve teknik derslere yönlendirme” çabasını övgüyle karşılıyor. Ayrıca Grasset gibi en önemli yayınevlerini, kitlesel medyayı, post-sosyalist ve eşitlik karşıtı platformları öne çıkaran Amerikan kültürüne gösterilen rağbeti bu açıdan övüyor.
Bu rapordan ne tür dersler çıkarabiliriz, özellikle eleştirel entelijansiyaya sürekli saldıran bir siyasi atmosferde yaşadığımız düşünülürse? Öncelikle şunu unutmamalıyız ki, eğer birileri entelektüellerin güçsüz olduğunu ve dolayısıyla bizim siyasi eğilimlerimizin bir fark yaratmadığını söylerse, ona günümüz siyasetinin en fazla güce sahip kurumlarından birinin onunla aynı fikirde olmadığını söyleyin. Merkezî İstihbarat Teşkilatı, adıyla da ironik bir biçimde ima ettiği gibi (Ç.N. “intelligence”), zekânın ve teorinin gücüne inanıyor, ve biz de bunu çok ciddiye almalıyız. Entelektüel çalışmaların “gerçek dünyada” neredeyse hiç bir etkisinin olmadığını yanlış bir biçimde varsayarsak, teorik çalışmaların pratik sonuçlarını es geçmekle kalmaz, aynı zamanda yürütülen siyasi projeleri dikkate almayarak hiç farkında olmadan bu projelerin kültürel taşıyıcısı durumuna düşebiliriz. Fransız ulus-devleti ve kültürel aygıtı diğer ülkelerle karşılaştırıldığında entelektüellere çok daha fazla söz hakkı tanıyor olsa da, CIA’in başka yerlerde teorik ve kültürel üretimlerin dökümünü yapma ve onları manipüle etme çabası hepimiz için önemli bir uyarı olmalı.
İkincisi, günümüzün güç sahiplerinin çıkarı; eleştirel zekâsı köreltilmiş ve tahrip edilmiş bir entelijansiyayı –işletme ve teknoloji/bilim yönelimli kurumları palazlandırarak, sol politikayı bilim karşıtlığıyla eşleyerek, bilimin sözde siyasi yansızlık gerektirdiğini vaaz ederek, medyayı konformist laf kalabalığı dolu yayınlarla doldurarak, sıkı solcuları büyük akademik kurumlar ve medyadan uzak tutarak, köktenci eşitliğe ve ekolojik temellere dayalı dönüşüm çağrılarını itibarsızlaştırarak- besleme yönünde. İdeal olarak; nötralize olmuş, hareket alanını kısıtlanmış, bitkinleşmiş, yenilgiyi kabul etmiş ve köktenci bir mobilizasyon sağlamış solu pasif bir biçimde eleştiren bir sola dayalı entelektüel kültürü desteklemeye çalışıyorlar. O yüzden (ABD akademisinde de kalabalık bir grubun öncülüğünde) köktenci sola karşı yükselen entelektüel muhalefeti gözden geçirmemiz gerek, bu tehlikeli bir siyasi tavır olabilir: bu tavır CIA’in dünya çapında yürüttüğü emperyalist ajanda ile koşut değil mi?
Üçüncü olarak, kararlı solcu kültüre yönelik kurumsal saldırılarla başa çıkmak için, eğitimin güvencesizleştirilmesine ve onun meslek edindirme misyonuyla sınırlandırılmasına dur demek gerek. Kamusal alanda gerçekten eleştirel tartışmaların yapılması, başka türden bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyenere bir platformun sağlanması önemli olduğu kadar gerekli. Alternatif medyaya, farklı tipte eğitim modellerine, karşı-kurumlara ve köktenci topluluklara katkı sağlamak ve onların gelişmelerine vesile olmak için de bir araya gelmeliyiz. Gizli kültürel savaşçıların yok etmek istediği şeyleri desteklemek hayati önem taşıyor: geniş kurumsal olanaklara, halk desteğine, hâkim medyada görünürlüğe ve yaygın mobilizasyon gücüne sahip bir kötenci sol kültür.
Son olarak, tüm dünyadaki entelektüeller olarak gücümüzün farkına varmalı ve bu doğrultuda eşitliğe ve ekolojik prensiplere olduğu kadar kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığına dayalı sistemli ve köktenci bir eleştiri geliştirmek için elimizden geleni yapmalıyız. Herhangi birimizin sınıfta ya da kamusal alanda takındığı tutum, tartışma kurallarının ve siyasi olanakların belirlenmesinde büyük önem taşıyor. Ajanların kültürel strateji olarak benimsediği –emperyalizm ve kapitalizm karşıtı solu izole ederek ve onları reformcularla çarpıştırarak- böl ve kutuplaştır politikasının tam tersine, -Keeanga-Yamahtta Taylor’ın da yakın zamanda söylediği gibi- bir araya gelmeli ve gerçek eleştirel bir entelijansiya oluşturmada birlikte çalışmanın önemini kabul etmeliyiz. Entelektüellerin güçsüzlüğünü tekrar tekrar söyleyip bu durumdan sızlanmak yerine; birlikte çalışarak ve kültürel sol dünyası için gerekli kurumları müşterek bir biçimde oluşturma kabiliyetimizi ortaya koyarak iktidarın yüzüne hakikati söyleme gücünü kazanmalıyız. Çünkü ancak bu türden bir dünyada, ve bu dünyanın üreteceği eleştirel düşünce atmosferinde, hakikat duyulur olur ve nihayetinde güç yapılarının kendisi değişir
Frances Stonor Saunders’in SB ile ilgili yaptığı doğru saptamalar da CIA güdümlüymüş gibi gösterilebilir pekala. Yani paranoyanın sonu yok.
Bilge Necip önce bu sitede ama başka bir sayfada, bu sayfadaki Başkaya’nın kopya-yapıştıra benzeyen,
“1. Devletten kurtulmak;
2. paradan kurtulmak;
3. herkese ait olan yaşam araçlarına [üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek…
Unutulmasın, bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi…”
“Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken” der.
O sayfada bir tekme yer, 30 bin 2- 4 milyar seneye atlar. Aklı başına gelen Necip, yanlış olduğunu yüzüne vurandan özür dileyeceğine saklambaç oynar. Bu sayfada aklı sıra “düzeltir”
“Neymis?.. ‘bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi’ymis..
Evet, o dediginiz zamanlarda sarmasiktan sallaniyor, (kendi irkimiz dahil) tuttugumuzu cig-cig yiyorduk..”
Özürü kabahatinden büyük.
“Özürü kabahatinden büyük.”
Kabahat neymis, ki ozur sozkonusu olsun?
Insanevladi icin son 30 bin senede (belki de daha uzun) biyolojik evrim sozkonusu olmadi.
Buna karsilik, cok yogun bir sosyal (sosyoekonomik de diyebiliriz) bir evrim sureci yasandi.
Bu evrim surecinde, diger canlilarda rastlanmayan (fevkalade) ust yapilar olusturuldu.
Baskaya’nin onerileri bu ust yapilardan en enomlilerinin 3’unu ortadan kaldirmak..
E. Olur.
Neden olmasin.
Ne demisti sair?
Hasandagi arpaliktir, eger saban yururse
Her koyluden bir tavuk, eger koylu verirse
Her dereye degirmen, eger suyu gelirse
Bu gidis iyi gidis, eger sonu gelirse..
Yani, sairimiz, edebi dille, Baskaya ve benzeri hayalperestlere hayatta basarilar diliyor.
Ben de, tabii ki, katiliyorum.
Gulmekten.
Necip, %100 aristotelesçidir.
Onunla yazışan kişi, %50 socratesçi, %50 platoncudur.
Aşağıdaki yazı medeniyete karşı edebiyatın ne kadar akıl dışı, ne kadar saf nostaljik, romantik hayaller dolu gerici, tutucu olduğunu ifade eder. İleride açılan ufukların yaratacağı cesur yeni dünyadan korkanbu gericiler, insan tarihinde hiç olmamış bir rüya-zamanda yolunuu kaybetmiş gaflet ütopist uykusundalar. Daha da kötüsü, hem medeniyet nimetlerinden yararlanırlar hem de, ne yardan ne de serden geçmez misali, nimetleri inkar ederler.
Gece yarısı bir konserle dolu bir kalabalıkta olduğunuzu düşünün. Yorgun ve aç, evdeki dolapların çıplak olduğunu hatırlıyorsun. Umutsuzluğa kapılma.
Cesur yeni dünyada yakın bir gece süpermarketi aramaya gerek yok, dükkan size gelir! Zeki telefonunuzun düğmesine basmak yeter, cemakanlı bir seyyar dükkan park yerindeki arabanızın yanında peyda olur. Hiçbir canlının olmadığı dükkana gir, istediklerini al, kartını bir deliğe sok, çık.
İlk deneyimi Şangay sokaklarında yapılan Moby Mart geleceğin vizyonudur. Kendi kendine sürüş yazılımı henüz mükemmel çalışmıyor ama teknisyen-bilim adam ve kadınları pürüzleri giderme üzerinde çalışıyorlar.
Çin Hefei Teknoloji Üniversitesi ile işbirliği içinde olan İsveç “Wheelys” firması ekibin başı ” ancak konsept burada ve kalacak” dedi.
Moby Mart teknolojisin baş sorumlusu Bo Wu, perakende sektöründe “büyük bir devrim” başında yaşadığımıza inanıyor. Kendi kendine sürüş araçlarında, mobil ödemelerde, veri analizlerinde ve stokta kablosuz etiketlemede – tüm kurulan teknolojilerde – gelişmeler göz önüne alındığında, alışveriş deneyiminin gözden geçirilmesi için büyük bir potansiyel var.
Moby Mart başını çeken Bo Wu,
“İnsanların yaşam tarzlarının değişeceğini ve dünyayı değiştireceğimizi düşünüyoruz “dedi.
Geleneksel şehir merkezi zincirleri, büyük mağazalar ve büyük alışveriş merkezleri altındaki zemin verdiği gibi bugün yol testi yapılan teknoloji türü olsa da, hala çok erken aşamalardır.
Şoförsüz araçlarla ilgili düzenlemeler değil, pek çok engel var – otomatik dükkânın kendisinin istediği yere dolaşması ya da kendisini bir depoda tekrar dolaştırması için bir kez daha dolaştırmadan önce gerçeğe dönüşmesi için üstesinden gelmek.
Şimdilik, şirketin önümüzdeki yılın başında faaliyete geçmesini beklediği iki Moby Mart satıldı.
Ancak, dijital teknolojinin avantajlarını gerçek dünyaya entegre eden yeni yeni perakende modelleri hızla tükeniyor.
Alışverenler hava hakkında sohbet etmekte, dedikodulara yetişmekte ve genelde zaman almaktadırlar; her satın alma işlemi eve otobüs yolculuğuna hazır bir alışveriş çantasına sarılıp paketlenmeden önce dükkan asistanının elinden geçmektedir.
Eski perakendeciliğin yüzü …
Eski perakendeciliğin yüzü …
Ve tabii ki insanlar dolaşıp duran dükkanların acımasız başlıklarına rağmen, hatta Sears ve Macy’s gibi ABD serserileri tarafından alışverişe son vermiyorlar (ya da dedikodu yapıyor).
Ancak, çevrimiçi alışverişin yükselişi perakendeyi tersine çevirdi. İnsanlar gittikçe evde dijital alışverişle dolaşıyor ve kolaylığı, hızı, düşük fiyatları ve tercihlerine duyarlılığı değer veriyor.
Amazon ve Alibaba gibi küresel devler olağanüstü bir oranda müşterileri cezbediyor.
… ve modernin şekli
… ve modernin şekli
Ancak birçok kişi hala fiziksel dükkanlara gitmeyi çok seviyor çünkü perakendeciler hem çevrimdışı hem de çevrimdışı olarak, cevabın hem fiziksel hem de dijital dünyanın en iyisini sunmanın yollarını buluyor olduğunun farkındalar.
Ve Amazon bile bile, önce birkaç gerçek dünya kitapçısıyla ve şu anda 460 mağaza güçlü ABD bakkal zinciri Wholefoods’la, tuğla ve harç ağları ağı elde etmeye değecek bir karar verdiyse, o halde henüz bitmedi. mağaza için.
Daha önce hiç tanımadığımız gibi ‘mağaza’ olsa bile.
Geleceğin alış verişten tamamen uzak bir deneyim kazanması için yalan söyleyebileceğini düşünen Moby Mart’un yaratıcıları değil.
BingoBox zaten Çin’de faaliyet gösteren 150’den fazla statik otomatik dükkan ve önümüzdeki birkaç ay içinde binlerce daha öngörüyor. Her biri, taze salatadan prezervatiflere, cipslerden şemsiyeye kadar çeşitli öğelerle stoklanmış 10 metrekarelik alan sunmaktadır.
Tao Cafe’de ödeme
Tao Cafe’de ödeme
Müşteriler, cep telefonlarını her bir öğeye girmek ve taramak için hızlıca kaydırdılar ve fatura bir çevrimiçi ödeme sistemi kullanılarak çözüldü. Gerekirse, bir asistan video bağlantısı aracılığıyla erişilebilir.
Bütün bunlar, şirkete göre 40 maiyeti işletmek için sadece dört personel alması ve işletme maliyetlerini önemli ölçüde azaltması anlamına geliyor.
Temmuz ayında Çin’in çevrimiçi devi Alibaba, girdiği faturayı tanımlamak için yüz tanıma yöntemini kullanan Taobao markası altında hiçbir kasiyer olmayan bir açılır kafe açarak fikrini denedi ve onlara hangi yiyecekleri seçmelerini sağladılar? Yemek yemekten ve cep telefonuyla hızlı bir tarama yaparak ödeme yapmak ister.
Terry von Bibra adlı grubun Avrupa’daki genel müdürü BBC’ye verdiği demeçte, Alibaba için Tao Café, engelleri kaldırmanın ve çevrimiçi ve fiziksel alışveriş deneyimlerini birbirine yakınlaştırmanın maliyetlerini araştırmanın başka bir yoluydu.
Tao café’nin fikri, onu bir tüketici için ne kadar kesintisiz kılacağım anlamını test ediyordu “dedi.
Terry von Bibra, Alibaba
“Alipay çözümümüzü kullanarak 450 milyondan fazla Çinli olduğumuz gerçeğinden ne kadar kolaylıkla yararlanabilirim – hepsi de uygulamaları mı kullanıyor? … Bunlar, akıllı telefon aracılığıyla kesintisiz çevrimiçi kullanımın, işleri gerçekleştirecek bir temel oluşturmasıdır Bazı pazarlarda belki de henüz hazır değiliz. Çin’de biziz. ”
Nitekim, Çinli firmalar, kasiyersiz mağaza konseptiyle ön plana çıkıyor ve şu an dünyanın kalan kısmını geride bırakıyor.
Kitaplardan elektronik ortama kadar girdiği endüstrileri devrimden geçiren Amazon, Aralık 2016’da Seattle’daki merkezinin yakınında bir deneme tuğlası ve harç yiyecek mağazası olan Amazon Go’u açtı.
Hiçbir çalışanı yoktur ve kasayı da ortadan kaldırarak BingoBox’dan bir adım daha ileri gider. Müşteriler içeri girmek için cep telefonlarını tarar ve ürünleri doğrudan çantalarına atarlar. Mağazayı terk ettiklerinde sensörler ne aldıklarını tanır ve ödeme Amazon hesaplarından daha fazla kesintiye uğramaksızın toplanır.
Şu anda mağaza sadece Amazon personeli içindir ve halka açılması planlanan herhangi bir plan bulunmamaktadır.
GlobalData Perakende Genel Müdürü Neil Saunders “Amazon Amazon Go ile sorun yaşıyor” diyor.
“Müşterilerin ürünlerini rafa koyarken ne yaptıklarını bilmiyor ve çok fazla insan mağazaya girdiğinde baş edemiyor – sistemleri düşüyor”.
Ancak kasiyersiz alışverişin cesur yeni dünyası yarın gelmiyor olabilir, Bay Saunders perakendecilerin çevrimiçi satıcıların düşük fiyatlarıyla rekabet edebilmek için maliyetleri nasıl azaltacağına baktıklarına inanıyor. Ancak bu eğilimin yiyeceklerin çok ötesine geçmesi pek mümkün değil, diye düşünüyor.
Tuğla ve harç deneyimine hala güvenenler için tamamen çevrimiçi satıcılarla rekabet etmek için başka yollar da vardır. Satışların büyük çoğunluğunun halen orada olması.
Kutsal kase, müşterilerin bir kulüpin hevesli üyeleri haline getirebileceği, tüm çevrimiçi ve çevrimdışı alışveriş heveslerine hitap eden bir veri toplayan bir bütün perakende ekosistemi yaratmaktır.
Alibaba, bu stratejiyi 13 Hema markalı nakitsiz süpermarketinde önermekte ve neredeyse hepsi Şanghay’da bulunuyor.
Alibaba’nın kurucusu Jack Ma, mağazalardan birisini Temmuz ayında ziyaret ettiğinde, deniz mahsullerinden bir yengeçle heyecanla seçti.
Alibaba’nın Jack Ma
Alibaba’nın Jack Ma
Canlı deniz ürünleri, Hema’nın müşterileri fiziksel mağazalarına çekmesini umduğu yollardan biridir. Raflarında ayrıca, ürünün menşei gibi arka plan bilgilerini telefonunuza aktaran barkodlar da var – diğer perakende yenilikçiler tarafından da devredilen bir teknoloji.
Anahtar seçimdir: Yengeçinizi ikamet eden şefin Hema restoranında pişirmeyi seçebilir veya uzaklaştırabilirsiniz. Tek bir çevrimiçi Hema hesabı aracılığıyla, evden, şahsen başvurmak ya da teslim ettikleri yiyecekleri – ya da bir yemek – sipariş edebilirsiniz.
Böyle bir seçenek yelpazesi sunarak Hema, müşterilerin gıda tüketimi kararlarını tamamen katlamayı hedefliyor ve alışveriş yapanların fikri benimsediğini söylüyor. Ancak kar elde edebilir mi?
“Kesinlikle,” diye belirtiyor Terry von Bibra, “Çin gibi bir pazarda üç kilometre içinde doğru yerlerde çok fazla sayıda tüketiciye ulaşmışsınızdır. Onların ihtiyaçlarına hizmet ederseniz doğru bir işiniz olur ve işte budur. şimdiye kadar görüyorsun. ”
Ayrıca mağaza içi ve çevrimiçi arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak, birkaç kıtada mağazaları bulunan Fransız kozmetik zinciri Sephora’dır.
Sephora’nın Avrupa ve Ortadoğu pazarlama direktörü Stephane Delva, “Bütün endüstri dijital olarak şekillenecek, böylece hepimiz ayarlamalıyız ve fiziksel mağazada olanı zenginleştirmemiz için harika bir yol” diyor Stephane Delva. Doğu.
Sephora, orada alışveriş yapmak için “vay” faktörü olarak adlandırmak istediklerini artırmak için teknolojiyi kullanıyor.
IPad’teki artırılmış gerçeklik yazılımı, alışveriş yapan kişilerin sosyal medyada bir anlık görüntü paylaşmadan önce onlara uygun olanı kararlaştırmak için farklı bulanıklık, göz farı ve ruj tonlarını denemelerini sağlıyor. Evde teslimat için oynadıkları ürünleri sipariş etmek için dev bir dokunmatik ekran kullanabilirsiniz.
Birçok yönden, strateji genç müşterilerin çevrimiçi yaptıklarıyla yakından oynamaktır: makyaj uygulamaları ve çevrimiçi öğreticilerden, sohbet salonlarına ve en yeni “görünümüne” Snapchatting’ten.
Fakat fiziksel dünyada kök salmış bir perakendecinin etkileyici kapsamlı bir yaklaşımı. Tüketiciler, “MySephora” dijital topluluğuna katılmaya davet ediliyor; burada, firmanın satın aldıklarını, tartıştıklarını ve ne gibi bilgileri takip ederek yararlı veriler için bir altın maden oluyor.
Size rehberlik edebilmemiz ve sizin için en iyi ürünleri önermek için geçmiş alışveriş bilgilerinizi topluyoruz. ”
Google Traduction pour les entreprises :Google Kit du traducteurGadget Traduction
À propos de Google TraductionCommunautéMobile
À propos de GoogleConfidentialité et conditions d’utilisationAideEnv
Stephane Delva, Sephora
“Yaptığımız şeyden gurur duyuyoruz,” diyor. “Bu tür kişiselleştirilmiş öneri aracını ilk kullanan biziz.”
Çevrimiçi çevrimdışı deneyimi sunan yalnızca bir avuç dolusu Sephora mağazası var. Çevrimiçi ve uygulamada mevcut olan sanal gerçeklik, mağaza içi sürümü geride bırakıyor ve zaman zaman kesintisiz bir müşteri deneyimi olması gereken teknik hatalar hala sürüyor.
Ancak strateji ilerledikçe Bayan Delva, Sephora’nın Paris’teki BT start-up’ları ile ortaklık kurduğunu ve firmanın bu alandaki kaçınılmaz hızlı değişim hızından haberdar olmasını sağlamasını söyledi.
Ancak son teknoloji dijital stratejinin tüm parlaklığı ve ışıltısı için göz ardı etmemesi gereken son bir alan var.
Son yıllarda perakende pazarındaki en büyük yıkıcı etkilerden biri, telefonları veya veri işlemekten değil, rakiplerinizi fiyattan düşürmek için denenmiş ve test edilmiş formülden gelmiştir.
Alman atıcılar Aldi ve Lidl, hayır fırfetmekle ilgili temelleri sunarken artı eklektik, sürekli değişen gıda dışı eşyalar yelpazesine ek olarak bir poşet paketi ekliyorlar.
Avrupa’daki geleneksel marketlerin pazar payına girmekle yetinmeyen Lidl, geçtiğimiz günlerde ABD’ye olan ilk girişini gerçekleştirdi ve bu yıl şimdiye kadar 21 mağazayı açarak 1.600’den fazla mağazaya sahip olan Aldi’ye katıldı.
Lidl’in ABD’li sözcüsü Will Harwood, “Bina açısından, mizanpaj bakımından ürün bakımından pazarda çok fazla değişiklik yaptık” diyor.
“Fakat günün sonunda, en iyi fiyatlarla en iyi kalite – bu Lidl’deki temel unsur ve bizleri burada müşterilere sunmaktan heyecan duyuyoruz.”
Bakkal sektörü zaten Amazon-Wholefoods’ın kucaklaşması ihtimaline sarsıyor ve Walmart kısa bir süre önce sesle aktive edilmiş alışveriş sunmak için Google ile bağlantı kurduğunu açıkladı; indirimcilerin sunduğu basit, dijital olmayan bir teklif, basınç.
Telsey Danışma Grubu’ndaki araştırma direktör yardımcısı Joe Feldman, “Lidl çok zorlayıcı bir oyuncu olarak görülüyor” diyor.
Bununla birlikte, Lidl için zorluk büyüktür. Hâlâ küçük bir oyuncu ve kurulu bakkaliye, açıkça öngörülen şirketin gelişine karşı savaşıyor.
Lidl’in stratejisi, Heinz, Mondelez ve benzerlerinden olan Amerikalı müşterileri maliyetleri üzerinde bir kapak tutarken daha pahalı, markasız hatlarını denemek için ikna etmek olacak.
Bay Feldman, malzemelerin kontrol edilmesi ve ölçek ekonomilerinin istifadeyle istismar edilmesiyle, Lidl kendi marka ürünlerinin fiyatlarını düşük tutabilir, diyor Bay Feldman. Ve maliyetleri mümkün olan her yönden azaltacaklar.
Çok verimli bir işlemdir. Bazı mağazalarında daha az emek gerekiyor. Mağazalarda çok fazla hizmet yok, ödeme işlemleri geleneksel marketten daha basitleştirilmiş … Sonuç olarak fiyatları aşağıya çekebilirler. ”
Joe Feldman
Bununla birlikte yapmayacakları bir şey, kasiyerlerinin hepsinden de tamamen kurtulduğudur.
“Bence kimseye ‘ketçap nerede’ diye sormaya hala ihtiyaç var mı? ‘ veya ‘hardal nerde?’ “
özür dilerim, sitenizde bir arıza var sandım.
Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
Dünya enerji üretim ve tüketimi.
Son 10 yıl dünya ekonomik kurumlarının birlikte yaptıkları insan enerji sarfiyatı araştırma sonucu The World Economic Forum ve Uluslararası Enerji Ajansı tarafından yayınlandı.
Enerji sarfiyat tablosuna göre, en yüksek enerji sarfiyatında eğlence üretim ve tüketim endüstri kesimi başta gelmekte.
İlginç bir ayrıntı: bazı istatistiksel düzeltmelerle sosyal medya ve internet kullanışı da eğlence kesimine katılmış.
Geleceğin Pratik Mağazaları: Kapitalizm mucizeleri
Aşağıdaki yazı medeniyete karşı edebiyatın ne kadar akıl dışı, ne kadar saf nostaljik, romantik hayaller dolu gerici, tutucu olduğunu ifade eder. İleride açılan ufukların yaratacağı cesur yeni dünyadan korkanbu gericiler, insan tarihinde hiç olmamış bir rüya-zamanda yolunuu kaybetmiş gaflet ütopist uykusundalar. Daha da kötüsü, hem medeniyet nimetlerinden yararlanırlar hem de, ne yardan ne de serden geçmez misali, nimetleri inkar ederler.
Aynı kapitalizm nimetlerinden yaralanan ama dert yanan, aynı faşit polislik yapan ama yapanlardan dert yanan, aynı ifade özgürlüğü isteyen ama özgürlüğünü kullanaları sansüre tabi tutan or*spu çocukları gibi.
Gece yarısı bir konserle dolu bir kalabalıkta olduğunuzu düşünün. Yorgun ve aç, evdeki dolapların çıplak olduğunu hatırlıyorsun. Umutsuzluğa kapılma.
Cesur yeni dünyada yakın bir gece süpermarketi aramaya gerek yok, dükkan size gelir! Zeki telefonunuzun düğmesine basmak yeter, cemakanlı bir seyyar dükkan park yerindeki arabanızın yanında peyda olur. Hiçbir canlının olmadığı dükkana gir, istediklerini al, kartını bir deliğe sok, çık.
İlk deneyimi Şangay sokaklarında yapılan Moby Mart geleceğin vizyonudur. Kendi kendine sürüş yazılımı henüz mükemmel çalışmıyor ama teknisyen-bilim adam ve kadınları pürüzleri giderme üzerinde çalışıyorlar.
Çin Hefei Teknoloji Üniversitesi ile işbirliği içinde olan İsveç “Wheelys” firması ekibin başı ” ancak konsept burada ve kalacak” dedi.
Moby Mart teknolojisin baş sorumlusu Bo Wu, perakende sektöründe “büyük bir devrim” başında yaşadığımıza inanıyor. Kendi kendine sürüş araçlarında, mobil ödemelerde, veri analizlerinde ve stokta kablosuz etiketlemede – tüm kurulan teknolojilerde – gelişmeler göz önüne alındığında, alışveriş deneyiminin gözden geçirilmesi için büyük bir potansiyel var.
Moby Mart başını çeken Bo Wu,
“İnsanların yaşam tarzlarının değişeceğini ve dünyayı değiştireceğimizi düşünüyoruz “dedi.
Geleneksel şehir merkezi zincirleri, büyük mağazalar ve büyük alışveriş merkezleri altındaki zemin verdiği gibi bugün yol testi yapılan teknoloji türü olsa da, hala çok erken aşamalardır.
Şoförsüz araçlarla ilgili düzenlemeler değil, pek çok engel var – otomatik dükkânın kendisinin istediği yere dolaşması ya da kendisini bir depoda tekrar dolaştırması için bir kez daha dolaştırmadan önce gerçeğe dönüşmesi için üstesinden gelmek.
Şimdilik, şirketin önümüzdeki yılın başında faaliyete geçmesini beklediği iki Moby Mart satıldı.
Ancak, dijital teknolojinin avantajlarını gerçek dünyaya entegre eden yeni yeni perakende modelleri hızla tükeniyor.
Alışverenler hava hakkında sohbet etmekte, dedikodulara yetişmekte ve genelde zaman almaktadırlar; her satın alma işlemi eve otobüs yolculuğuna hazır bir alışveriş çantasına sarılıp paketlenmeden önce dükkan asistanının elinden geçmektedir.
Ve tabii ki insanlar dolaşıp duran dükkanların acımasız başlıklarına rağmen, hatta Sears ve Macy’s gibi ABD serserileri tarafından alışverişe son vermiyorlar (ya da dedikodu yapıyor).
Ancak, çevrimiçi alışverişin yükselişi perakendeyi tersine çevirdi. İnsanlar gittikçe evde dijital alışverişle dolaşıyor ve kolaylığı, hızı, düşük fiyatları ve tercihlerine duyarlılığı değer veriyor.
Amazon ve Alibaba gibi küresel devler olağanüstü bir oranda müşterileri cezbediyor.
Ancak birçok kişi hala fiziksel dükkanlara gitmeyi çok seviyor çünkü perakendeciler hem çevrimdışı hem de çevrimdışı olarak, cevabın hem fiziksel hem de dijital dünyanın en iyisini sunmanın yollarını buluyor olduğunun farkındalar.
Ve Amazon bile bile, önce birkaç gerçek dünya kitapçısıyla ve şu anda 460 mağaza güçlü ABD bakkal zinciri Wholefoods’la, tuğla ve harç ağları ağı elde etmeye değecek bir karar verdiyse, o halde henüz bitmedi. mağaza için.
Daha önce hiç tanımadığımız gibi ‘mağaza’ olsa bile.
Geleceğin alış verişten tamamen uzak bir deneyim kazanması için yalan söyleyebileceğini düşünen Moby Mart’un yaratıcıları değil.
BingoBox zaten Çin’de faaliyet gösteren 150’den fazla statik otomatik dükkan ve önümüzdeki birkaç ay içinde binlerce daha öngörüyor. Her biri, taze salatadan prezervatiflere, cipslerden şemsiyeye kadar çeşitli öğelerle stoklanmış 10 metrekarelik alan sunmaktadır.
Müşteriler, cep telefonlarını her bir öğeye girmek ve taramak için hızlıca kaydırdılar ve fatura bir çevrimiçi ödeme sistemi kullanılarak çözüldü. Gerekirse, bir asistan video bağlantısı aracılığıyla erişilebilir.
Bütün bunlar, şirkete göre 40 maiyeti işletmek için sadece dört personel alması ve işletme maliyetlerini önemli ölçüde azaltması anlamına geliyor.
Temmuz ayında Çin’in çevrimiçi devi Alibaba, girdiği faturayı tanımlamak için yüz tanıma yöntemini kullanan Taobao markası altında hiçbir kasiyer olmayan bir açılır kafe açarak fikrini denedi ve onlara hangi yiyecekleri seçmelerini sağladılar? Yemek yemekten ve cep telefonuyla hızlı bir tarama yaparak ödeme yapmak ister.
Terry von Bibra adlı grubun Avrupa’daki genel müdürü BBC’ye verdiği demeçte, Alibaba için Tao Café, engelleri kaldırmanın ve çevrimiçi ve fiziksel alışveriş deneyimlerini birbirine yakınlaştırmanın maliyetlerini araştırmanın başka bir yoluydu.
Tao café’nin fikri, onu bir tüketici için ne kadar kesintisiz kılacağım anlamını test ediyordu “dedi.
Terry von Bibra, Alibaba
“Alipay çözümümüzü kullanarak 450 milyondan fazla Çinli olduğumuz gerçeğinden ne kadar kolaylıkla yararlanabilirim – hepsi de uygulamaları mı kullanıyor? … Bunlar, akıllı telefon aracılığıyla kesintisiz çevrimiçi kullanımın, işleri gerçekleştirecek bir temel oluşturmasıdır Bazı pazarlarda belki de henüz hazır değiliz. Çin’de biziz. ”
Nitekim, Çinli firmalar, kasiyersiz mağaza konseptiyle ön plana çıkıyor ve şu an dünyanın kalan kısmını geride bırakıyor.
Kitaplardan elektronik ortama kadar girdiği endüstrileri devrimden geçiren Amazon, Aralık 2016’da Seattle’daki merkezinin yakınında bir deneme tuğlası ve harç yiyecek mağazası olan Amazon Go’u açtı.
Hiçbir çalışanı yoktur ve kasayı da ortadan kaldırarak BingoBox’dan bir adım daha ileri gider. Müşteriler içeri girmek için cep telefonlarını tarar ve ürünleri doğrudan çantalarına atarlar. Mağazayı terk ettiklerinde sensörler ne aldıklarını tanır ve ödeme Amazon hesaplarından daha fazla kesintiye uğramaksızın toplanır.
Şu anda mağaza sadece Amazon personeli içindir ve halka açılması planlanan herhangi bir plan bulunmamaktadır.
GlobalData Perakende Genel Müdürü Neil Saunders “Amazon Amazon Go ile sorun yaşıyor” diyor.
“Müşterilerin ürünlerini rafa koyarken ne yaptıklarını bilmiyor ve çok fazla insan mağazaya girdiğinde baş edemiyor – sistemleri düşüyor”.
Ancak kasiyersiz alışverişin cesur yeni dünyası yarın gelmiyor olabilir, Bay Saunders perakendecilerin çevrimiçi satıcıların düşük fiyatlarıyla rekabet edebilmek için maliyetleri nasıl azaltacağına baktıklarına inanıyor. Ancak bu eğilimin yiyeceklerin çok ötesine geçmesi pek mümkün değil, diye düşünüyor.
Tuğla ve harç deneyimine hala güvenenler için tamamen çevrimiçi satıcılarla rekabet etmek için başka yollar da vardır. Satışların büyük çoğunluğunun halen orada olması.
Kutsal kase, müşterilerin bir kulüpin hevesli üyeleri haline getirebileceği, tüm çevrimiçi ve çevrimdışı alışveriş heveslerine hitap eden bir veri toplayan bir bütün perakende ekosistemi yaratmaktır.
Alibaba, bu stratejiyi 13 Hema markalı nakitsiz süpermarketinde önermekte ve neredeyse hepsi Şanghay’da bulunuyor.
Alibaba’nın kurucusu Jack Ma, mağazalardan birisini Temmuz ayında ziyaret ettiğinde, deniz mahsullerinden bir yengeçle heyecanla seçti.
Alibaba’nın Jack Ma
Alibaba’nın Jack Ma
Canlı deniz ürünleri, Hema’nın müşterileri fiziksel mağazalarına çekmesini umduğu yollardan biridir. Raflarında ayrıca, ürünün menşei gibi arka plan bilgilerini telefonunuza aktaran barkodlar da var – diğer perakende yenilikçiler tarafından da devredilen bir teknoloji.
Anahtar seçimdir: Yengeçinizi ikamet eden şefin Hema restoranında pişirmeyi seçebilir veya uzaklaştırabilirsiniz. Tek bir çevrimiçi Hema hesabı aracılığıyla, evden, şahsen başvurmak ya da teslim ettikleri yiyecekleri – ya da bir yemek – sipariş edebilirsiniz.
Böyle bir seçenek yelpazesi sunarak Hema, müşterilerin gıda tüketimi kararlarını tamamen katlamayı hedefliyor ve alışveriş yapanların fikri benimsediğini söylüyor. Ancak kar elde edebilir mi?
“Kesinlikle,” diye belirtiyor Terry von Bibra, “Çin gibi bir pazarda üç kilometre içinde doğru yerlerde çok fazla sayıda tüketiciye ulaşmışsınızdır. Onların ihtiyaçlarına hizmet ederseniz doğru bir işiniz olur ve işte budur. şimdiye kadar görüyorsun. ”
Ayrıca mağaza içi ve çevrimiçi arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak, birkaç kıtada mağazaları bulunan Fransız kozmetik zinciri Sephora’dır.
Sephora’nın Avrupa ve Ortadoğu pazarlama direktörü Stephane Delva, “Bütün endüstri dijital olarak şekillenecek, böylece hepimiz ayarlamalıyız ve fiziksel mağazada olanı zenginleştirmemiz için harika bir yol” diyor Stephane Delva. Doğu.
Sephora, orada alışveriş yapmak için “vay” faktörü olarak adlandırmak istediklerini artırmak için teknolojiyi kullanıyor.
IPad’teki artırılmış gerçeklik yazılımı, alışveriş yapan kişilerin sosyal medyada bir anlık görüntü paylaşmadan önce onlara uygun olanı kararlaştırmak için farklı bulanıklık, göz farı ve ruj tonlarını denemelerini sağlıyor. Evde teslimat için oynadıkları ürünleri sipariş etmek için dev bir dokunmatik ekran kullanabilirsiniz.
Birçok yönden, strateji genç müşterilerin çevrimiçi yaptıklarıyla yakından oynamaktır: makyaj uygulamaları ve çevrimiçi öğreticilerden, sohbet salonlarına ve en yeni “görünümüne” Snapchatting’ten.
Fakat fiziksel dünyada kök salmış bir perakendecinin etkileyici kapsamlı bir yaklaşımı. Tüketiciler, “MySephora” dijital topluluğuna katılmaya davet ediliyor; burada, firmanın satın aldıklarını, tartıştıklarını ve ne gibi bilgileri takip ederek yararlı veriler için bir altın maden oluyor.
Size rehberlik edebilmemiz ve sizin için en iyi ürünleri önermek için geçmiş alışveriş bilgilerinizi topluyoruz. ”
Google Traduction pour les entreprises :Google Kit du traducteurGadget Traduction
À propos de Google TraductionCommunautéMobile
À propos de GoogleConfidentialité et conditions d’utilisationAideEnv
Stephane Delva, Sephora
“Yaptığımız şeyden gurur duyuyoruz,” diyor. “Bu tür kişiselleştirilmiş öneri aracını ilk kullanan biziz.”
Çevrimiçi çevrimdışı deneyimi sunan yalnızca bir avuç dolusu Sephora mağazası var. Çevrimiçi ve uygulamada mevcut olan sanal gerçeklik, mağaza içi sürümü geride bırakıyor ve zaman zaman kesintisiz bir müşteri deneyimi olması gereken teknik hatalar hala sürüyor.
Ancak strateji ilerledikçe Bayan Delva, Sephora’nın Paris’teki BT start-up’ları ile ortaklık kurduğunu ve firmanın bu alandaki kaçınılmaz hızlı değişim hızından haberdar olmasını sağlamasını söyledi.
Ancak son teknoloji dijital stratejinin tüm parlaklığı ve ışıltısı için göz ardı etmemesi gereken son bir alan var.
Son yıllarda perakende pazarındaki en büyük yıkıcı etkilerden biri, telefonları veya veri işlemekten değil, rakiplerinizi fiyattan düşürmek için denenmiş ve test edilmiş formülden gelmiştir.
Alman atıcılar Aldi ve Lidl, hayır fırfetmekle ilgili temelleri sunarken artı eklektik, sürekli değişen gıda dışı eşyalar yelpazesine ek olarak bir poşet paketi ekliyorlar.
Avrupa’daki geleneksel marketlerin pazar payına girmekle yetinmeyen Lidl, geçtiğimiz günlerde ABD’ye olan ilk girişini gerçekleştirdi ve bu yıl şimdiye kadar 21 mağazayı açarak 1.600’den fazla mağazaya sahip olan Aldi’ye katıldı.
Lidl’in ABD’li sözcüsü Will Harwood, “Bina açısından, mizanpaj bakımından ürün bakımından pazarda çok fazla değişiklik yaptık” diyor.
“Fakat günün sonunda, en iyi fiyatlarla en iyi kalite – bu Lidl’deki temel unsur ve bizleri burada müşterilere sunmaktan heyecan duyuyoruz.”
Bakkal sektörü zaten Amazon-Wholefoods’ın kucaklaşması ihtimaline sarsıyor ve Walmart kısa bir süre önce sesle aktive edilmiş alışveriş sunmak için Google ile bağlantı kurduğunu açıkladı; indirimcilerin sunduğu basit, dijital olmayan bir teklif, basınç.
Telsey Danışma Grubu’ndaki araştırma direktör yardımcısı Joe Feldman, “Lidl çok zorlayıcı bir oyuncu olarak görülüyor” diyor.
Bununla birlikte, Lidl için zorluk büyüktür. Hâlâ küçük bir oyuncu ve kurulu bakkaliye, açıkça öngörülen şirketin gelişine karşı savaşıyor.
Lidl’in stratejisi, Heinz, Mondelez ve benzerlerinden olan Amerikalı müşterileri maliyetleri üzerinde bir kapak tutarken daha pahalı, markasız hatlarını denemek için ikna etmek olacak.
Bay Feldman, malzemelerin kontrol edilmesi ve ölçek ekonomilerinin istifadeyle istismar edilmesiyle, Lidl kendi marka ürünlerinin fiyatlarını düşük tutabilir, diyor Bay Feldman. Ve maliyetleri mümkün olan her yönden azaltacaklar.
Çok verimli bir işlemdir. Bazı mağazalarında daha az emek gerekiyor. Mağazalarda çok fazla hizmet yok, ödeme işlemleri geleneksel marketten daha basitleştirilmiş … Sonuç olarak fiyatları aşağıya çekebilirler. ”
Joe Feldman
Bununla birlikte yapmayacakları bir şey, kasiyerlerinin hepsinden de tamamen kurtulduğudur.
“Bence kimseye ‘ketçap nerede’ diye sormaya hala ihtiyaç var mı? ‘ veya ‘hardal nerde?’ “
Dünya fetih tarihi araştırmamızda aşılmaz bir engele takıldık. Hazırladığımız tezde bir eksiklik var gibi. Genellikle sosyal, politik, ekonomik, organizasyon, sanat, teknolojik ve silah gücü üstün olan toplumlar fethettikleri topraklardaki insanları egemenlikleri altına almışlar. Eğer fethedenler yukarıdaki saydığımız kurumlardan yoksun toplumlarsa, hazır buldukları kurumları kurdukları egemenlikte kullanmışlar.
Ancak Eski Mısır’dan Fenikelilere, Greklere, Romalılara, Bizanslara, Müslümanlara ve Osmanlılara, Coğrafi keşifler de dahil Afrika’yı ele geçirenler hep kıyılarda kalmışlar, içeri girip doğal ve insan kaynaklarını ele geçirmemişler.
Avrupalılar, 15. yüz yıl ile 19. yüz yıl arası bütün kıtalarda geniş koloniler kurdukları halde, Afrika’nın yakınlığına rağmen ancak 19. yüz yılda Afrika iç bölgelerine girerek koloni kurmuşlar.
Bütün araştımalarımıza rağmen bu çok ender olguya bir açıklama bulamadık.
Bu konuda bilginiz var mı?
Necip Hoca,
Sizin, tekrar ve tekrar, bilgilerinizden yararlanmak isteyen Özgür Üniversite öğrencileyiz.
Sizden öğrendiklerimizi sınıflarda tekrarladığımızda hocalarımız her zaman aynı hayretle aynı yanıtta bulunuyorlar: “Bunu size kim söyledi?”
Birkaç örnek:
1. “Degismeyen tek sey degisim.” lafınızı tuhaf bulan felsefe-mantık hocamız şu örneği verdi.
Eğer her Türk kadınsa, Necip de Türkse, Necip kadındır.
Hocamıza göre bu cümle her olası dünyada doğrudur ve Necip’in anlamadan tekrarladığı Heraklet bile bunu değiştiremez.
2. “‘Evrim Teorisi’ (TM), teori filan degil, upuzun bir hikayedir. Gecmise yonelik kehanetlerden ibaret bir ‘narrative’dir. Bilimsel filan da degildir.” lafınız.
Aynı sitede, şu laflar da size ait.
“Insanevladi icin son 30 bin senede (belki de daha uzun) biyolojik evrim sozkonusu olmadi”
“Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken”
“Evet, o dediginiz zamanlarda sarmasiktan sallaniyor, (kendi irkimiz dahil) tuttugumuzu cig-cig yiyorduk..”
Yani sanki TM teorisine katılıyorsunuz.
Biyoloji hocamız, “Necip hocanız galiba Erdoğan’dan korktuğundan” dedi.
3. Matematik hocamız asal sayı tanımlarınızı, aritmetikten sonra trigonometri geldiği ve benzeri diğer matematikle ilgili laflarınıza hayli güldü.
Bilimsel alan içinde söylediğiniz diğer büyük laflarınızı da hocalarımıza sorduk, hepsi hocalarımızı güldürdü.
Ama biz sizin çok derin bilgili olduğunuzdan eminiz. Belki sizin yazdıklarınızı yanlış aktardık ve hocalarımızın sizi alaya almalarına neden olduk. Tabii, bir ihtimal daha var. Aceleye geldiniz ve araba satışı, politika yorumları, kanıtları imkansız olduğundan atıp tutmanın sınırsız olduğu konularla karıştırdınız. Nasıl olsa bu sitede yorum yapanlar benim gibi kendi meslekleri dışında bilgisiz medya müptelaları ve relativistler düşündünüz.
Her halükarda, eğer yanlışlık varsa, lütfen yanlışlarınızı veya yanlışlarımızı düzeltir misiniz? Daha büyük lütfen, salt bu üç konu sınırları içinde tek tek düzeltir misiniz?
Not: diğer kanıtlanması basit ve kesin konuları bir sonraki yazımızda ele alacağız.
Fetihçi arkadaşa,
Kolonici sömürgenliğin Afrika gibi doğal kaynaklara ulaşamamasının nedeni, vahşetten duydukları korku ve çekinti. Oralarda kendilerini yılanlara ısırtmamak, aslana kaplana dişlenmemek, timsaha bir yerlerini kaptırmamak için o karanlık bölgeye gitmemişlerdi. bir de sivrisinekten çok korkuyorlardı onlar; çünkü tenleri nazikti valla.
Sayın Promete,
Çok hızlı ve güçlü attığınızı yakalamya çalışıyorum. Attığı bombanın ateşini medeniler dedikodusundan alan bir maymundan fazla da bir şey beklenmez, zaten.
“Gün Zileli paranoyanın sonu yok
Ekim 7th, 2017 at 12:03
Frances Stonor Saunders’in SB ile ilgili yaptığı doğru saptamalar da CIA güdümlüymüş gibi gösterilebilir pekala. Yani paranoyanın sonu yok.”
Haklısınız ama siz aşağıdakiler ve daha yüzlerce, binlerce verilebilecek örnekler sizin için paranoya mı yoksa içinde yaşadığımız dünyanın kendisi mi?
Bize göre siz toplumsal bilgiye karşı kuşkuyla günümüzde çok yaygın psikolojik yaklaşımı karıştırmışsınız.
Kendiniz aşağıdaki yalanlara benzerlere inandınız mı? Kişisel aldanmadan uyanan kuşkulu mu olur yoksa psikolog yemi paranoya mı?
1. Nil Ölümü
Dünyanın en uzun nehri hasta – ve hastaığı artmakta
İklim değişikliği akışını kesmekle tehdit ederken, üssel nüfus artışı Nil’i kirletti ve su miktarını kıstı
Azalan sularının yarattığı rekabetin bölgesel bir çatışmaya neden olabileceği olasılığı korku yaratmakta.
…
Artık fakir ve hatta elektrik veya televizyon olmayan mezralarda bile çoğu Avrupa’da servet arama imkânını duymuş.
…
Bir yanda, Sudan sınırındaki Afrika’nın en büyük barajının sonu gelmez anlaşmazlık, didişme; diğer yanda, Addis Ababa’nın Nil kıyısındaki en verimli toprakları devasa yabancı tarım şirketlere kiralamak için binlerce köylüyü sürgüne zorlaması…
Bölge, kontrol noktaları ve ihbarcı mayın tarlası; soru sorunca korkudan titreyen insanlar.
Yakın bir mesafedeki toprak kapmayla ilgili bir soru ve cevap:
“Bazı şeyleri konuşmamalı, başımıza dert açarsınız.”
…
Bu şimdi.
Şimdi de geçmişten bir haber.
2. Mao ve Mao Aşıkları
Parti içi didişmeleri ve, Michel Foucaultlar da dahil, dünya Maoist paranoya enayilerinin yuttuğu vitrin reklam süsleri:
Mao partideki rakipleriyle “hayatta kalma kavgasına” girer, sonuç? Kültürel Devrim. Sonuç? Büyük Çin Kıtlığı. 20 – 40 milyon ölür.
Bu arada Avrupa ve ABD Maoist yoldaşlar Çin’e davet edilir. Gezdikleri her yer bolluk içinde. Ertesi gün bom boş. Çin’e daha önce giden ve orada 15 -20 yıldır yaşayan, olup bitenleri, işin iç yüzünü bilenler bu özel turistleri saf ve enayi bulurlar.
Anne babası eski enayi, Çin’de doğan, paçayı güç bela kurtaran biri “Gerçek dünyaya çok daha kuşkulu bakmaya başladım” der. Günümüz Çin Halk Cumhuriyeti bu adamın Çin’de hapishanede ölen anne ve babasını kahraman ilan etti.
3. Batı’nın yumuşak ve güler yüzlü totaliter düzeninin aynadaki sert ve akılsal-mantıksal sonucuna götüren komünist düzenleri okullarda yerleme propagandası Orwell’in Hayvanlar Çiftik’i kitabıyla yapılır. Ve bu komediye inananların bini bir para.
İngiltere Aleviler Derneği Bildirisi
Avrupa’da İngiltere veya İsveç gibi ülkelere gelmek isteyen alevi, bektaşi, Mevlana dervişi arkadaşlarımıza iyi bir haber.
İsveç’te yapılan bir araştırma daha önce bilinen Viking Müslüman dünyası arasındaki ticaret ilişkilerinde son derece ilginç ve yeni bir sayfa açtı.
Hz. Ali, Hz. Muhammed ve Allah kelimelerinin bir arada bulunduğu yeni Viking cenaze gemilerindeki tekstil deliller Hz. Ali’yi Allah’a eşit sayan inançların Vikingler arasında da yaygın olduğunu kanıtlamakta.
Kısacası, bundan böyle, sosyal asistanlara verilecek bu bilgiler siyasi sığınmacı statü kazanmakta hayli yararlı olacaktır.
Elde hiç bir kanıt olmadığı halde, etrafımızdakiler, bir akraba veya arkadaşının hayatta olmasını, tıpta ilerleme veya doktor hünerine atfeder.
Aslında ve yaygın aklıselimin aksine, hastane veya doktor tedavisiyle iyileşme tamamen tesadüfi ama hastane ve doktorların kişi ve toplum sağlığına zararları hayli yüksek. Aynı zararlar diğer sosyal yaşam kesimlerinde görülür.
Uzatmayacağız. Her zaman olduğu gibi iyi kalpli sağ/sol devrimciler kızar da ispat isterlerse, hastalıklar, antibiyotikler ve diğer tedaviler bulunduğunda hastalıkların çoktan kaybolmuş olmaları, istatistiksel ve ilahi bilimsel tarihlerle süslü sayıları vermeye hazırız. Tabii bu yaydığımız zehire diğer panzehirler de var. Bu şiddetli panzehirler sitede sık sık kullanılır.
Burada önemli olan ya bilgisizlikten veya sıradan politika konuşmaların yarattığı alışkanlıktan bu ve benzeri akıl almaz bilgileri “paranoya” algılamak.
Benzeri bir çılgınlık karşısında, anlamadan, bilmeden sadece cevap vermek için hemen karşılık verilir. Bu konu üzerinde durmamızın asıl nedeni benzeri saçmalıkların sık sık yapılması. Başkalarının kandırılması kınanır ama kendi kandırılmalarında “paranoyak” olmaya gerek görülmez. Tabii böyle bir tavır başka bir şey gizleyebilir. Her neyse.
İnsanların gözlerini boyamak için tüketicilik reklamlarından tutun en şiddetli siyasi amaçlarla yayılan şaşırtıcı haberleri üretime milyarlar harcanır. Bu para her türlü maddi ve manevi sefaleti sonsuz kolaylıkla yok edebilir ama “the show must go on!”
İşte yukarıdaki sağlıkla ilgili inanılmaz yalana inanılmanın bir benzerini buraya yazdığımızda aldığımız cevap:
” Gün Zileli Ekim 7th, 2017 at 12:03
Frances Stonor Saunders’in SB ile ilgili yaptığı doğru saptamalar da CIA güdümlüymüş gibi gösterilebilir pekala. Yani paranoyanın sonu yok.”
Gönül isterdi ki, dünyanın en büyük toplumsal sorunlarından biri olan doğru/yalan ayırımının imkansızlaştırılmasına “paranoya” adı verip bir kişisel ruh algısına indirgeyen hatasını görüp özür dilesin.
Afyon’daki 3200 yıllık yazıt, ‘Gizemli Deniz İnsanları’nı anlatıyor…
Arkeologlar, 1878 yılında bulunan ve 3200 yıl önce taşa kazınan hiyeroglif yazıları çözmeyi başardı. Yazıt, Bronz çağdan kalan en eski yazıları içeriyor.
Truva prensini anlatan ve gizemli ‘Deniz İnsanları’na atıfta bulunan yazıları içeren 3200 yıllık taş levha, deşifre edildi. Afyonkarahisar’da 1878 yılında bulunan taş bir yazıt, Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden birine ışık tuttu.
Kireçtaşına işlenmiş yazıların ilk çevirilerinde, Bronz Çağı’nın güçlü ve ileri medeniyetleri hakkında bilgiler yer alıyor. 1878’de Afyon’da bulunan kireçtaşı friz, Tunç Çağı’ndan bilinen en uzun hiyeroglif yazıtı taşıyor. Dünya çapında sadece bir avuç biliminsanı ‘antik Luvi dili’ni okuyabiliyor.
Dünyada antik ‘Luvi’ dilini okuyabilen 20 kişiden biri olan Dr. Fred Woudhuizen, yazıları çevirdi.
10 metre uzunluğundaki taş levhaya, antik Luvi dilinde yazılan yazılara göre, Batı Anadolu’daki krallıkların birleşik donanmaları, Doğu Akdeniz’de sahil kentlerine baskın düzenledi.
İlk çeviriye dayanarak, yazıt, Bronz Çağ’ın güçlü ve gelişmiş uygarlıklarının çöküşü hakkında bilgi veriyor. Yazıtta bahsedilen gemicilik konfederasyonuna ait yağmacı güçler, tarihçilere göre, yeni doğan Bronz Çağı medeniyetlerinin çökmelerinde rol oynadı.
Araştırmacılar, yazıtın Bronz Çağı krallığı ‘Mira kralı Kupanta-Kurunta’nın emriyle milattan önce 1190 yılında hazırlandığına inanıyor.
Taş yazıt, Truva’dan ‘Muksus’ adlı bir prens liderliğinde askeri sefer başlatan Mira adlı güçlü bir krallığın yükselişini anlatıyor.
Yazıtta, Batı Anadolu’daki birleşik krallık filosunun, Doğu Akdeniz’de kıyı şehirlerine nasıl baskın düzenlediği anlatılıyor. Metinde, Mira krallığının yanısıra diğer Anadolu medeniyetlerinin Antik Mısır’ı ve Doğu Akdeniz’deki diğer bölgeleri Bronz Çağı’nın bitişinden önce işgal ettiği belirtiliyor.
Deniz saldırılarını kimlerin yaptığı bilinmiyordu…
Arkeologlar, milattan önce 1200 civarında, büyük medeniyetlerin ani ve kontrol edilemez çöküşünün arkasında deniz saldırıları olduğunu bir süredir düşünüyordu. Ancak, bu saldırıları düzenleyenlerin kimliği ve kökeni bilinmiyordu. Bunlara ‘Truvalı Deniz Halkı’ adını veren arkeologlar, bu gizemi yüzyıllar boyunca çözememişti.
Yazıtta, Kral Kupantakuruntaş’ın şu anda Türkiye’nin batısında Mira adlı bir krallığı yönettiğini anlatılıyor. Yazıta göre Truva, Mira krallığının yönetimindeydi ve Truva prensi Muksus, bugün İsrail’de bulunan ve orada bir kale inşa eden Aşkelon’u fethetmeyi başaran bir denizci keşif gezisine liderlik etti.
Yazıtta, Kral Kupantakuruntaş’ın Mira’nın tahtına nasıl çıktığı anlatılıyor:
Kupantakuruntaş’ın babası Kral Mashuittas, Walmus adlı bir Truva kralının devrilmesinden sonra Truva’nın kontrolünü ele geçirdi. Bundan kısa süre sonra, Kral Mashuittas, Mira’ya sadakati karşılığında Truva tahtını Walmus’a iade etti.
Kupantakuruntas, babası öldükten sonra Mira’nın kralı oldu. Truva’nın gerçek kralı olmasa da, Truva’yı kontrolü altına aldı. Yazıtta, Kupantakuruntaş kendini Truva’nın koruyucusu olarak tanımlıyor ve gelecekteki Truva yöneticilerini ‘Wilusa’yı (Truva’nın eski bir adı) Mira’nın büyük kralının yaptığı gibi koruması için’ çağırıyor.
Yazıt, inşaat malzemesi olarak kullanıldı…
35 cm yüksekliğinde taş levha, Afyonkarahisar’a bağlı Beyköy köyünde 1878 yılında bulunmuştu.
Fransız arkeolog ‘George Perrot’, yazıları bir kağıda kopyaladıktan sonra, köylüler yazıtı bir caminin temelinde inşaat malzemesi olarak kullanmıştı.
Yazıtın kopyası, İngiliz tarihçi ‘James Mellaart’ın evinde 2012 yılında bulundu. Mellaart ölünce, oğlu, yazıtın örneğini Luvi Çalışmaları vakfında ‘Dr. Eberhard Zangger’e yolladı.
Hollandalı dil bilimci ve Luvi dili uzmanı Zangger, yazıtın, ‘Anadolu’da yaşayan Luvilerin, ‘Deniz İnsanları’ olarak adlandırılan grupların baskınlarına destek verdiğini ve Doğu Akdeniz’de Bronz Çağı’nın böylece sonlandığını’ anlattığını söyledi.
Vakıf, ‘Akdeniz arkeolojisinin en büyük gizemlerinden biri böylece çözülmüş oldu.’ dedi.
Yazıtın çevirisi ve araştırmacıların bulguları, Aralık 2017’de bilimsel arkeoloji dergisinde ve bir kitapta yayımlanacak.
http://arkeofili.com/afyondaki-3200-yillik-yazit-gizemli-deniz-insanlarini-anlatiyor/
Sayın “714 MÖ 1200’de Anadolu’yu darmadağın eden güç”
‘Deniz İnsanları’ çoktan bilinen bir konu. Çok güçlü ve ileri medeni ve aynı oranda dandik Vikipedi Özgür Ansiklopedi’de, Denizci kavimler, veya diğer güçlü ve ileri medeni ve aynı oranda dandik Özgür Üniversite’de “Tarihte Aydınlık/Karanlık Devirler” sayfasına bakabilirsiniz.
Şüphesiz, bu bulgunun şimdiye kadar tahminle ileriye sürülen bir fikri “kanıtlamış” olması doğru.
Genellikle sizin heyecanla anlattığınız güçlü ve ileri medeniyetleri kazıp bulanlara “mezar kazıcıları” denir, siz daha kibar ismi tercih etmişsiniz.
Yazı yerine yaşayan varlıkları bulanların da kibar bir adı var ama ben onları “bunlar sorularıyla bizi işkence ediyor” diyenlerin taktığı “işkenceci” ismini çok daha uygun buluyorum.
İşkenceci (erkek/karı) biliminsanlarının ölüm saçan güçlü ve ileri medeni devletleri, askerleri ve şirketleri bu yaşayanları çabucak fosillere çevirip doğal evrim bilimi sayfalarında heyecanlı öğrencilere veya müze sergi salonunda eğlence turistlerine sunarlar. Aslında, güçlü ve ileri medeniler, kendilerinin kim olduklarınıvatandaşlarına anlatırlar.
” … köylüler yazıtı bir caminin temelinde inşaat malzemesi olarak kullanmıştı.” ek lafı da dikkatimi çekti. Ayıp!, Ayıp!
Barbar göçebe Grekler de güçlü ve ileri medeni Hititleri yerle bir ettiklerinde cici bici taş anıtları ev yapmada kullandılar. Ayıp!, Ayıp!
Şimdi de ayıp! ayıp! Ölü canlının boğazına sarılmış.
İnsanoğlu baskı düzen değerlerini benimser, içselleştirirse baskı düzenini yıkıp temel taşlarını düzenin mezar taşları yapmak elbette gittikçe zor oluyor.
Anadolu’da ne cevherler varmış!
Diğer tarihçiler, özellikle büyük tarihçi Toynbee, ‘Deniz İnsanları’nı saldırgan tanımlamaz. Aşağı yukarı,”bunlar, çoluk çocuğu, ev eşyalarıyla yerleşecek yer arayan, büyük bir ihtimalle ardından iteklenen halklar.”
Daha öz ve kısacası, tarihin bitmez tükenmez “doğal”, “normal”, “hayatta kalma kavgası” içinde olan çok çok daha güçlü ve çok çok daha ileri medeniyetlerin kovaladıkları halklar. Hunlar, Alanlar, Avarlar, Macarlar, Gotlar, Türkler, Moğol-Tatarlar, … falan filan gibi.
Tabii, güzellik bakanın gözünde.
Bakalım 20. yüz yılın en başta gelen iki elle sayılacak antropologlardan biri Batı Çoooook İleeeeri Medeniyeti’nin cömertlikle ve Atatürk-Marks-Lenin-Anarşist Putları aracılığyla Türkiye’ye de yaydığı ışık ve Aydınlık fırlaması Hümanizm’de ne görmüş.
Çeviri kaba ve çok kısa.
“Toplumumuzda türlerinde tek olan büyük sanat eserlerini, bu hayli karmaşıklık sentezlerini ululaştırırız. Bunlar yok edildiğinde, haklı olarak, yeri doldurulamaz kayıplar gözüyle bakarız.
Sonsuz daha karmaşık ve sonsuz daha yeri doldurulmaz sentezler olan canlı varlıklar bitki ve hayvanlara gelince tüm bir sorumsuzluk ve tüm bir lakaytlık gösteririz.
İnsana verilmesi gereken haklar, yaşamın yaratıcı gücüne tanımış olmamız gereken hakların sadece özel halidir. Bir yanda birey, diğer yanda tüm canlılar.
Eski tarihte Yahudi-Hristiyan, yakın tarihte Rönesans ve Dekartçılık kökenli bu sapık hümanizm, insanı yaratılışın tacı, mutlak efendisi eder.
(Not: Müslümanlığın Yahudi-Hristiyanlıktan fırladığını hatırlatmaya gerek yok ama, laiklik dininin müminlerinin ne bildiklerini bilmek Allah sırrından daha büyük bir sır)
“Bence, yaşadığımız, sömürgecilikle başlayan, sonra faşizm ve toplama kamplarının izlediği trajediler birkaç yüz yıldır uyguladığımız sözde varsayılan hümanizmle çelişmez. Sapık hümanizmin devamıdır.
Önce kendisiyle diğer varlıklar arasına sınır koyan insan, hemen ardından kendisiyle diğer insanlar arasını sınırlar. Bazıları gerçek ve mükemmel insan, diğerleri sahte ve bozuk insanlar olur.
Bence bu sapıklık, insanları kendi kendilerini yok etmeye iten asıl ilk günah.”
Medya ve iletişim araçları ışık hızıyla artmakta. En ucuz metalardan biri olan ve her meta gibi etrafta serbestçe dolaşan enformasyon da aynı hızla artmakta. İnsanlar da zamanlarının gittikçe artan kısmını, en geniş anlamda, “hayatta kalma kavgası” içinde geçirmekte. Günlük hayatın yarattığı her türlü sinir bozucu anlar insan ruhunu yıpratır, insanı yorgun düşürür. Işık hızıyla gelişen eğlence endüstrisi metaları ışık hızıyla artar: spor, müzik ve dans, siyasi olaylar, savaş veya doğal felaket mağdurları, yeni ve temiz enerji kaynakları, iklim değişmeleri, ışık hızıyla artan hastalıklar ve aynı hızla artan şifalar, dünya-çevre-insan ıslahı sağ/sol devrim meraklıları, yalnızlar kalabalığının sosyal medyası, her türlü haksızlara haklar, yeni bakteriler, yeni virüsler, yeni ümit seyyar satıcısı sağ/sol devrimciler, Yeni Çin-İpek-Yolu, … Eğlence sayısı sonsuzların en büyük sonsuzuna aday. Evine yıpranmış, yorgun argın dönen insan, ertesi gün “hayat kavgası”na dönme hazırlığını eğlenceyle sağlar. Bu bitkinler için medyanın kendisi eğlence, zaman öldürme, zaman dışına çıkma aracı.
Eskiden zaman dışına çıkma son derece sıkı disiplin gerektirirdi. Şimdi televizyon önünde oturan, parmağını akıllı telefonunun ekranında gezdirir, internetle sosyal medyadaki binlerce arkadaşla doğum gününü, düğününü, karı/kocasının resmini, evdeki kedi köpek resimlerini paylaşır, hatıra ve fikirler alış verişi yapar. İnsan, insan bilincinin en ağır yarası zamanı unutur, medeni modern insanın en büyük isteği mutluluğa sadece düğmelere basarak hemen ulaşır. Eskiden mutlu olmak imkansız kadar zor, özveri ve disiplin gerektiren ancak bir azınlığının kafasını taktığı bir saplantı, televizyon-sosyal-medyaları olmayan büyük beyinli Yunan filozoflarının boş zamanlarını doldurma aracıydı. Şimdi milyonlar süpermarketlerde alış-verişle, yazın tatile veya tatil evlerine gitmekle, yeni ayakkabı yeni çorap, yeni bilgisayar, vs.,vs., vs. almakla ve hatta internetle ısmarlayarak kapısına kadar getirtmekle mutlu oluyor. Sesini dünyanın dört bucağına ulaştırmayla dört köşe oluyor. Bilim-teknik harikaları medya ve iletişim endüstrileri eski modern bilinç aracı aynayı gölgede bıraktı.
Kısacası her şey, ufak bir fiyat karşılığı, demokratikleşti. Tabii, bu arada nitelik/nicelik yasası boş durmadı. Çorbaya su kata kata çorba suya dönüştü. Biraz “Tez=Kapitalizm; Anti-tez = Komünizm; Sentez = plastik.”, gibi.
Sorun ne? Eğer büyük bir çoğunluk için etrafta bol bol serbest dolaşan meta enformasyon/propaganda bir eğlenceyse, en büyük beyinliler bile aldatılıyorsa çok vahim bir sosyal durumla karşı karşıyayız.
Bir örnek.
Birçok ekonomistler, tarihçiler, düşünürler en az 40 yıldır eğer Rusya ve Çin ilerlemeye engel ayak takımlarını komünizmle temizleme yerine Singapur, Hong Kong, Güney Kore, Tayvan gibi kapitalizmle temizleselerdi ilerlemeleri daha hızlı olacaktı derler. Doğru/yanlış deneyiyle kanıtlama imkansız. Peki, propaganda mı, enformasyon mu?
Büyük beyinlilerimize göre demokrasinin anahtarı, eski ve yeni dilde, malumat, enformasyon, haber, bilgi. Demokratik yaşamda en büyük siyasi iktidar halkın elindedir. Halkın sosyal, siyasi, ekonomik alanlarda karar verebilmeleri için doğru bilgilere sahip olması şart. Böylece propaganda ve benzeri yalan, göz boyama, göz kamaştırma, ağız sulandırma gibi makyavelcilik amacıyla yayılan haberlerden muaf halk, derin ve rahat uyku uyur.
ABD Kongresi sayısız raporları inceledikten sonra propagandayla enformasyon arasındaki farkı saptamakta acizliğini ilan etti.
Bir uçta, her haberin propaganda olduğunu iddia edenler var. Diğer uçta, bu sitedeki cin bir anarşist gibi, propagandayla doğru haberi ayırt etme yeteneği olduklarını ima veya iddia eden ve dolayısıyla “paranoyak” olmadan rahat uyuma ayrıcalığına sahip şanslı kişiler var.
Eğer Ziraat bakanlığı yeni çıkan kimyasal maddeleri köylülere adım adım süsleyip püslemeden yardım amacıyla açıklarsa, tabii bu bir propaganda değil. Uyu, uyu, iyi uyu cin anarşist!
Medyada, her alanda, birbirleriyle veya dünyayla çelişkili haberler art arda mitralyöz kurşunları gibi insanları bilgilendireceğine sersemleştirir. Bu da farklı bir rahat uyku uyutma olur. O da çalışmazsa antideprasyon ilaçları alabilirsiniz. Eğer “stres” modası müritlerindenseniz, her medeni ve modern vatandaş gibi sosyal toplantılarda “stres” sorununu konuşmaya vesile olur.
Üstelik propaganda uzmanları doğruyu söylemenin en etkili bir propaganda aracı olduğunu da artık biliyor ve kullanıyorlar. Bu kendi başına bir macera, semiyoloji çalışanların güzel inceledikleri bir konu.
Merkel Hanım uzak aynada yansısı ama kaba hoyratlardan kaçanlara kucağını açması basit bir örnek: Almanya zengin! Girenlerin daha körpelerin kucaklarını tercih etmeleri de bir semiyoloji üstadına yem, medya-televizyon önünde geviş getirenler için eğlence olur.
Merkel Hanım YENİ ÇİN SEDDİ’Nİ de kucaklar. Bayer’in Monsanto ile birleşmesini de.
Mao’nun kuş kovalamayla 30 milyon insanın ölümüne neden oluşunu da bu enformasyon/propaganda/paranoya/eğlence birikimine katabiliriz. Alternatif ve gezegeni temiz tutacak enerji hırdavatlarının yılda kırımdan geçirdikleri milyonlarca kuşlar da öyle.
Örnekler sonsuza dek. Ama bir ümit var. Modern dünya bir çeşit ayıp kapatma külotu laflarla “gerçek dünya” adı altında ” yeniden inşa edildi. İsterseniz 1984 Newspeak’in büyük nene-dedesi diyelim.
Propaganda, yalan/doğru haber, reklam, inanmak isteyenlere inanç dağıtımı, kurtuluş vaatleri, bilim-tekniğin cesur yeni dünyaya hazır ve nazırlığı, …
İnsan beynini, kişiliğini,varlığını tahrip eden, günde en az 8 saat çalışanların tek bilgi kaynağı olan bu enayi avcı-devşiriciliğine işaret ederseniz her zaman bir “gerçek dünya” eski gardiyanı moruk “Daima hayatın Aydın ve Olumlu tarafına Bakın” (“Always Look on the Bright Side of Life”) türküsünü öter. İşaret edilene kişisel akıl hastalığı adı verir: PARANOYA!
Taraftar toplamak için olumlu düşünmek şart. Eski gaddar kırımları unutalım. Çok daha etken ve göz kamaştırıcı kırım savaşı silahlarına bakın! Andrew Jackson ile Bush-Obama akıllı silahları aynı mı? Hitler-Bismarck soy kırımlarıyla Merkel-Volkswagon-İlaç firmaları-Kimyasal zehir Monsanto-Bayer Şirketleri aynı mı? Merkel erkek bile değil, tabii sadece enayiler “gerçek dünya”sında.
Kendisi yıllarca enformasyon/propaganda/paranoya/eğlence taş uykusuna uyuyan gardiyanın tepkisi:
“Gün Zileli paranoyanın sonu yok, Ekim 7th, 2017 at 12:03
Frances Stonor Saunders’in SB ile ilgili yaptığı doğru saptamalar da CIA güdümlüymüş gibi gösterilebilir pekala. Yani paranoyanın sonu yok.”
Medeniyeti seven, nimetlerinden hoşnut, hayatından memnun, gözü daha ileri ve daha yukarılarda olan, kazananları alkışlayan, rahatlık içinde yaşayanlar tarihte bini bir para. Bazıları, iyi kalpliler, herkesin kendileri gibi olmak istediğinden bir an bile şüphe etmezler. Aynı rahatlığı evrene yaymak isterler.
Medeniyet içinde doğup büyüyenler arasında tam tersini, az da olsa, medeniyetin insan düşmanı olduğunu görüp düşünenler de oldu. Bunlar, satır arasında, medenileşmenin doğru yaşamadan uzaklaşmaya neden olduğunu ileri sürdüler. Bunlar, Medeniyetin Medeniyet Dışı insanları. Ütopya kitaplarındaki iki tarafı bilenler gibi.
Medeniyet, Medeniyetin Medeniyet Dışı, Medeniyet Dışı İlkeller üç kategori arasında medeniyet dışı ilkeller, ancak medenilerin getirdikleri Aydınlık’a kavuştuktan sonra, yani iş işten geçtikten sonra, medeniyetin insan, özgürlükten ve her türlü yaşayan varlıktan nefret ettiğini gördüler.
Not: bazı iyi kalpli saf sol devrimcilerin inandıklarının tersine, ilkeller katılanlar ilkellere “sakın bu beyazlara insan muamelesi yapmayın, önünüze geleni öldürün, bunlar geldikçe gelirler, sonları gelmez” gibi öğütler verdiler. Şimdi haklı olduklarını görmemek için ancak sağ/sol devrimci olmak lazım.
Medeniyet ışığına kavuşmamış ilkeller, medeniyet içinde doğup büyüyenlerden daha da gerici ve tutucu. Bunların çoğuna göre ilk başta ne ölüm ne hastalık ne de yaşlılık varmış. İnsanlar, aynı medenileşme enayiliği gibi, bir hata sonucu bu yaratılış özelliklerini kaybetmişler. Daha mülayim olanlar, hayvanları kıskanırlar. Hayvanlar gibi yaşamanın hasretini, hayvanları dansları, müzikleri, duvar resimleriyle canlandırımayla gösterirler. Maske takarak, süslenerek hayvan olurlar. Mitlerinde ve efsanelerinde binlerce yararlı becerileri hayvanlardan öğrendiklerini dile getirirler.
Her neyse. Ben kendim orijinal anlamda tutucu, gerici, muhafazakar falan filanım.
Yukarıdaki girişten sonra medenilerin sefaletini görenlerden birinin gözlemini aktarmak istedim. İnşallah ilkelliği yerme ve medenileşmeyi göklere çıkarma dil çabukluğuyla, ortodoksluğu yerme ve heretikliği gökler çıkarma dil çabukluğu arasındaki benzerlik görülür. Binlerce daha var. Hiç biri gidip vahşi çıplaklarla yaşamadı. Belki bilerek içerde kalıp savunanların yalanlarını yüzlerine vurmayı tercih ettiler. Belki işin çoktan işten geçtiğini, ölüme tapanların dünyaya egemen olduklarını gördüler. Sadece “belkiler” bir kitap doldurur. Cin gibi medeni işi bir satırla halleder: “git onlarla yaşa”.
Ası yazı:
“Ortodoks” sözcüğünün görülmemiş acayip kullanışı modern toplumun gizli ve devasa kemliğini simgeler. Eskiden heretik, heretik olmadığından gurur duyardı. Lao Tzu, Zerdüş, Buda, İsa başlı örnekler. Yolunu kaybedenleri “doğru” yola geri çağıranların tanınmışları.
Not:ortodoks = orto+doks= doğru+ kabullenmek, iyi görünen; kısacası “doğru fikirli”.
Heretiğe göre krallar, polisler, yargıçlar heretikti. Kendisi ortodokstu ve bu heretiklere karşı isyan etmekten gurur duymazdı; asıl onlar heretikti.
Kırıcı güvenliklerle donanmış ordular, soğuk suratlı krallar, süslü püslü süreçlerle donanmış devlet, yasanın akla yatkın seyri sürüden kopmuş kaybolmuş koyunlardı. Ortodoks haklı olduğundan gurur duyardı.
Şimdi artık sapkın yoldan çıkan değil, cesur ve aklı başında olan. Şimdi ortodoksluk ve yanlış olmak eşanlamlı.
Bunun tek ve tek bir anlamı var: insanlar için artık felsefi haklı olmak önemli değil.
İyi meslekli, iyi maaşlı, yenilik, ilerleme, bilim-teknik fanatikleri, medya artistleri, sağ/sol devrimciler laik orta sınıflar haşa huzurdan ortodoksluktan dört nala kaçarlar.
Dinamit, bomba seren, ne ve kim olursa olsun, en azından ortodoks.
Sayın Gün Zileli,
Geri kalmışlıkla fakirlik aynı mı?
Bu saçmalık yetmez gibi, fakirliğin politik bir kavram olduğu da mı unutulmuş?
Israr ediyorum: ırkçılık çok derinlerde yar alır! Lafla kovulacak bir bela değil!
Lütfen yayınlayın.
Monsanto’nun dünyadaki faaliyetleri hakkında araştırma esnasında bir Türk gazetesinde aşağıdaki yazı bana bu sitede vahşi çıplaklar hakkında üstü kapalı veya apaçık ifade edilen ırkçılığın ne kadar derinlere gittiğini hatırlattı.
Üstelik en iyi propagandanın doğruyu aktarmak olduğu göz boyamasının kaynağına da işaret eder. Okuyan ve duyan aynı düşüncelerle beslenmiş insanlar.
“Türkiye’de GDO’lu ürün ithali geçen aya kadar tamamen serbest ve kontrolsüzdü. Hükümetler GDO konusunda duyarlı davranmadı, ithalatı başıboş bıraktı. Yasal boşluklardan DOLAYI EN GERİ AFRİKA ÜLKELERİNDE BİLE ENDER GÖRÜLEN bir laçkalıkla yıllarca halka GDO’lu gıdalar yedirildi.”
Abi bu yazıyı görmüş müydün?
http://odatv.com/yalcin-kucukten-dogu-perinceke-sert-yanit-2410171200.html
gördüm. Yalçın Küçük lafı fazla uzatmış.
Zaten programlanmış ve boş ATM kartımı aldım
Maksimum 12 AYLIK için en fazla 50.000 $ ‘lık para çekmek. Bu konuda çok mutluyum çünkü geçen hafta benimkini aldım
ve zaten 150.000 dolar almak için kullandım. (georgbednorzhackers@gmail.com) veriyor
yasadışı olmasına rağmen fakir ve muhtaç olmasına yardım etmek için kartın dışında
güzel bir şey ve diğer aldatmaca gibi davranmıyor
boş ATM kartlarına sahip olmak. Ve kimse yakalanmadığında
kartı kullanarak. bugün Georg Bednorz Hacker’larından seninkini al! Sadece bir e-posta gönder
(georgbednorzhackers@gmail.com) için