Gün Zileli’nin “Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne” Kitabı Üzerine – Ramazan Güngör
“1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne” kitabı üzerine bir değerlendirme yazısı
Devrimleri niçin terör ve baskıcı süreçlerin takip ettiği haklı ve yerinde bir sorudur. Fransız Devrimi, Rus Devrimi, Çin Devrimi… Üstelik de hemen hepsinde, özgürlüğün en başta gelen taleplerden biri olmasına rağmen. Bunun yanıtlarından biri de devrimlerin, sürekli kitlelerden çalınıp belli bir grubun, partinin, zümrenin tekeline alınması olabilir mi? Gün Zileli, 1917-1918: Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne (Önsöz: Fikret Başkaya) [1] isimli çalışmasında, Rus Devrimi özelinde bu sorunun yanıtını arıyor. Daha ilk günlerde ortaya çıkan erken emarelerin izini sürüp devrimin daha baştan nasıl sakatlandığını bize bütün açıklığıyla gösteriyor.
Gün Zileli’yi okurken aklımdan geçen bir diğer soru da önceden formüle edilmiş ideolojilerin, fikirlerin gerçekten de bütün zaman ve durumlarda sorunlara çözüm üretip üretemeyeceğiydi. Örneğin Marksizm, endüstrileşmiş Batı Avrupa’nın kendi sorularına verdiği yanıtlardan biriydi ve orada bir devrimi doğurmamış olsa bile süreç proletaryanın taleplerinden hiç de azımsanamayacak bir kısmının karşılanmasına doğru evrilmiş; Rusya, Çin gibi aslında endüstrileşmemiş tarım toplumlarındaysa işçi ve halkların daha da fazla boyunduruk altına alınmasıyla sonuçlanmıştı. Hatta mevcut durumun bile gerisine düşülmüştü. Gün Zileli’nin Bolşeviklere yönelttiği eleştiri de bu tezi büyük ölçüde doğrulamaktadır: “Polis baskısına karşıydılar, Okhrana’dan bile daha beter bir polis örgütü olan Çeka’yı kurdular; sansüre karşıydılar, Çarlık sansürünü aratacak bir sansür kurdular ve basın özgürlüğünü Rus tarihinin hiçbir aşamasında görülmemiş ölçüde ortadan kaldırdılar; ordu hiyerarşisine karşıydılar, yaptıkları ilk iş asker komitelerini dağıtmak ve bir süre sonra da rütbeleri ve ordunun malum ritüellerini geri getirmek, ordu hiyerarşisini tesis etmek oldu; Sovyetlerin her şeye karar vermesini savunuyorlardı, gerçekte ise Sovyetleri bir süs haline getirerek her şeye Parti’nin, hatta Parti üst organlarının karar vermesini sağladılar; işçi denetiminden yana olduklarını söylüyor ve bunu ısrarla vurguluyorlardı, iktidara geldiklerinin daha birinci yılı dolmadan işçi komitelerini etkisiz hale getirip parça başı işi, fabrikalarda tek kişi yönetimini ve Taylor sistemini hâkim kılarak işçileri köleleştirdiler; köylüye toprak diyorlardı, iktidara gelince köylünün ürününe, tohumuna varıncaya kadar el koydular; idam cezasına karşıydılar, iktidara gelir gelmez duvar dibi infazlarına başladıkları gibi, önce orduda, sonra da bütün ülkede idam cezasını yeniden getirdiler ve Çarlık Rusya’sında bile görülmemiş bir gaddarlıkta uyguladılar.”[2] Bütün bunların sonunda Ekim Devrimi acaba yanlış konulmuş bir teşhise uygulanmış yanlış bir tedavi miydi diye sormaktan kendini alamıyor insan.
Gün Zileli daha baştan esas devrimin Şubat Devrimi olduğunu, Ekim devrimi’nde Bolşeviklerin bu büyük devrimin yarattığı dev dalganın sırtına binerek iktidarı gasp ettiğini ve kendi diktatörlüklerini ilan ettiğini öne sürüyor ve bunun da bu büyük devrimi noktalayan bir karşı-devrim olduğunu oldukça somut olgu ve olaylara dayanarak ortaya koyuyor.
Zaten Şubat Devrimi’nin yarattığı devrimci coşku Ekim’de yerini hemen her yerde karşınıza çıkabilecek politik çekişmelere, taktik oyunlara bırakmıştır. Söz konusu satırları okurken Orwell’in Katalonya’ya Selam[3] kitabında anlattığı Barcelona’da devrimin kısır politik çekişmelere, SBKP’nin dar çıkarlarına heba edilişi geliyor akla. Devrimci doğaçlamanın, yerini taktiklere, devrim mühendisliğine bırakması önce devrimin ruhunu, sonra da kendisini öldürmüştür. Çünkü devrimin profesyonelleşmesi, onun yeni bir hiyerarşi arayışına ve kariyer alanına dönüşmesi demektir.
Tarihsel süreçleri okurken hakikat ölçütlerinden biri de neye mercek tutulduğu kadar, neyin göz ardı edildiği ve gizlenmeye çalışıldığıdır. Bolşevik yönetimiyle fikir ayrılığına düşmüş iki yüzün üstünde felsefeci, doktor, ekonomist, yazar, gazeteci ve tarım uzmanının 1922 sonbaharında Lenin’in inisiyatifiyle apar topar iki vapura doldurulup Almanya’ya sürülmesi, Çeka’nın infazları, Bolşevik iktidara karşı çıktıkları düşünülenlerin eşleri ve çocuklarının da aynı şekilde suçlu kabul edilmesi aslında resmî Sovyetler Birliği tarihçilerinin yazmak istemediği, görmezden geldiği şeylerdir. Gün Zileli işte projektörünü bunlar üzerine tutmuş, bunu yaparken de kimseyi kayırmamış, kendisi de bir Anarşist olmasına rağmen Anarşistlerin de hatalarını işaret etmekten kaçınmamıştır.
Öte yandan tarihsel süreçler, aktörlerinin bir adım sonrasını görmekte zorlandıkları, biraz da el yordamıyla yollarını aradıkları zaman dilimleridir. Çoğu zaman şimdinin yarattığı küçük tehditlerin, uzak gelecekteki görece daha yüksekrisk ve beklentilerden çok daha fazla etki yarattığı dönemlerdir. Sonradan olaylara baktığımızda o baskıdan ve psikolojik unsurlardan uzakta bir yerde durduğumuzdan hatalar kendini daha açık biçimde ortaya koyar. Ama bunun için ideolojik ön kabullerden, tabulardan ve peşin hükümlerden uzak durmak gerekir. Gün Zileli’nin de kitap boyunca yaptığı budur. Karşılaştığı aktörlerin kimlikleri üzerinden değil, eylemleri ve bu eylemlerin yarattığı sonuçlar üzerinden bir okuma yapmakta ve bizi de devrimi yeniden düşünmeye davet etmektedir.
Ramazan Güngör
6 Eylül 2020, Almanya
1977’de Ordu’da doğdu. Marmara Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Siyaset, edebiyat ve sosyal bilimler alanında çeviriler yaptı. Çeşitli dergilerde şiir, öykü ve yazıları yayınlandı. 2015’te “Lodos Güncesi” isimli şiir kitabı, 2019’da da “Yalpa” isimli öykülerden oluşan kitabı yayımlandı. Almanya’da yaşıyor.
*Görüş gazetesi, farklı disiplinlerden, farklı görüş ve iceriklere açık bir platformdur. Makaleler Görüş gazetesinin editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.
[1] Bilim ve Sanat, 2019.
[2] Agy, s. 157-158
[3] George Orwell, Katalonya’ya Selam, çev: Jülide Ergüder, BGST, 2012.