Şahin Alpay / Gün Zileli’nin anıları üzerine
P24’ten alındı
Benim kuşağımın Marxist – Leninist ideali de; özgürlükçü bir demokrasi getirme çabasına sarılması da bugüne kadar bir yere varamadı.
Gün Zileli ile Ağustos 1968’de yayımlanmaya başlayan Aydınlık dergisi yazı kurulunda tanıştık. SBF’den mezun olduktan sonra, o sıra yakın arkadaşım olan Doğu Perinçek’in aracılığıyla o zamanların tanınmış anayasa profesörü Bülent Nuri Esen’in Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ndeki kürsüsüne asistan girmiştim. Üç yıldır evliydim ve yeni baba olmuştum. DTCF’de okuyan Gün ise Perinçek’in yazı kuruluna davet ettiği, devrimci gençlik hareketinde temayüz eden (Hukuk’tan Atıl Ant ve Siyasal’dan Cengiz Çandar’ın yanısıra) üniversite öğrencilerinden biriydi.
12 Mart 1971 askeri müdahalesiyle sonuçlanacak olan dönemde, Aydınlık Sosyalist Dergi’nin yazı kurulu toplantıları dışında Gün ile yollarımız pek seyrek kesişmiş, karşı karşıya oturup sohbet etmişliğimiz olmamıştı. Aradan elliden fazla yıl geçtikten sonra, 21 Mayıs 2022’de Gün’e, Robert Lisesi ve SBF’den, sonrasında hayat boyu dostum olan Erdal Yavuz’un Rumelihisarı kabristanında toprağa verilişi sırasında rastlamak hayli şaşırtıcı olmuştu. Zira Gün’ün Erdal’la yakınlığı olduğunu tabii bilmiyordum.
Bana dostça gözlerle bakmasına, yanındaki eşiyle tanıştırmasına da şaşırmıştım, çünkü birkaç yıl önce kaleme aldığı kimi makalelerde hakkımda söyledikleri hayli olumsuzdu. Bunlardan biri benimle ilgili yargısını şöyle özetliyordu: “Dönemin en sert devrimci teorisiyle yola çıktı; orta yaşlarda bir liberale dönüştü; altmışlı yaşlarında karşıdevrimci bir muhafazakar, Türkiye’nin en reaksiyoner kesimlerinden biri olan Fethullah cemaatinin hizmetine girip onun yazarı oldu. Yani öldü…” diyordu (“Elim bir zayi: Şahin Alpay”, 11 Temmuz 2012). Kimi ortak tanıdıklarımız bu yazılardan beni haberdar etmişlerdi ama bunlara cevap vermek gereğini duymamıştım.
O gün Erdal’ın cenazesinde Gün’ün bana dostça gözlerle bakmasına şaşırmış ama daha çok sevinmiştim, çünkü benimle ilgili fikrini değiştirmiş olabilirdi. Nitekim hemen orada bir gün oturup başımızdan geçenler üzerine sohbet etmeye karar verdik ve o gün bugündür sohbeti sürdürüyoruz. Bu amaçla yaptığım ilk iş Gün’ün temellerini birlikte attığımız “siyasi hareket” ile ilgili, yaklaşık yirmi yıl önce yayımladığı; bugüne kadar kısmen eskileri hatırlamak içimden gelmediğinden, kısmen de kendi anılarımı yazarken etkisinde kalmak istemediğimden okumadığım üç koca kitabı (Havariler, 2002; Yarılma, 2002; Sapak, 2003) edinmek, toplam 1.500 kadar sayfayı altı çizilmedik sayfa bırakmaksızın okumak oldu.
1968’de yayımlanmaya başlayan Aydınlık dergisi çevresinde toplanan siyasi hareketten ben çok erken bir aşamada, 1972 yılı başlarında ayrıldım; Gün’ün söz konusu hareketle ilgisini kesmesi ise 1988’i buldu. Dolayısıyla Gün’ün özellikle 1972 sonrasıyla ilgili olarak anlattıklarını çok büyük bir merakla okudum. Burada bu üç kitabın düşündürdüklerinden kısaca söz etmek istiyorum.
Öncelikle belirtmek istediğim husus, bu üç kitabın Ağustos 1968’de yayımlanmaya başlayan Aydınlık dergisiyle temelleri atılan siyasi hareketin çok çeşitli aşamalardan geçtikten sonra dağılıp gitmesinin öyküsünü anlatması; hareketin başındaki Doğu Perinçek’in nasıl olup da 26 Şubat 2021’e gelindiğinde “MHP’nin başına geçmekten şeref duyarım” diyebildiğinin arkaplanını yansıtması bakımından da değer taşıyor olması. Zileli’nin bu öykü içerisindeki kendi rolüne (Türkiye’de çok ender rastlanan bir tavırla) eleştirel bir gözle bakabilme özelliğini de taşıyan bu kitapları, Türkiye’de 1960’ların başlarından 1980’lerin sonlarına kadar uzanan dönemde sol’un nitelikleriyle ilgilenenler açısından vazgeçilmeyecek okumalar. Başka hiç kimsenin üstlenmediği bu görevi yerine getirdiği için kendisini candan kutluyorum.
Aradan onca yıl geçtikten sonra bizi buluşturan ve yakınlaştıran husus, sanıyorum, farklı yollardan geçtikten sonra Türkiye’de sol’un encamı üzerine vardığımız ortak sonuç. Bu sonucu ben şöyle tanımlıyorum: Türkiye’de bugün esas siyasi bölünme laik milliyetçilerle İslami milliyetçiler arasında (buna bir de her ikisiyle Kürt milliyetçileri arasındaki bölünmeyi ekleyebilirsiniz). Yani Türkiye siyasetinde baş aktör milliyetçilik olmaya devam ediyor. (Doğu Perinçek’in MHP’nin başına geçmek istemesinin nedeni de bu olsa gerek.)
Marxist – Leninist sol, 1960’larda ne kadar marjinal ise bugün belki daha da marjinal, siyaseti etkileme gücü daha da sınırlı. Benim kuşağımın önce Türkiye’de Marxist – Leninist, hatta Maocu bir rejim kurma ideali de; bunun olamayacağı ve yol açabileceği felaketler anlaşılınca bu kez özgürlükçü bir demokrasi getirme çabasına sarılması da bugüne kadar bir yere varamadı. Bunun temel nedeni toplumun söz konusu ideolojik yapısı olmalı.
Burada Zileli’nin gerek söz konusu kitaplarında, gerekse 2008 – 2016 arasında kaleme aldığı benimle ilgili birkaç yazıda dile getirdiği, kimi gerçeklerle bağdaşmayan hususlar ve kimi haksız yorumlar üzerinde durmak istemiyorum. Zira bu konularda söylemek isteyeceklerimi, yazımını tamamladığım fakat ne zaman yayınlanabileceğini bilemediğim anılarımda bulmak mümkün olacak. Ancak burada Zileli’nin söz konusu yazılarından birinde söylediklerine dikkat çekmek ve bu konudaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Yukarıda da gönderme yaptığım, 11 Temmuz 2012 tarihli yazısında Zileli şöyle yazıyordu: “Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 12. sayısına yazdığı bir yazı, bölünmek üzere olan MDD hareketinin üzerine benzin döktü adeta. Bu yazıda geçen, ‘işçi sınıfının MDD’e öncülük etmesi için gereken objektif ve sübjektif şartlar yoktur’ cümlesiydi bunun nedeni. Aslında bu, Mihri Belli’nin fikriydi. Şahin Alpay’ın yaptığı, bu fikri daha teorik temellerle açmaya çalışmaktan ibaretti. Ne var ki, bölünme sırasında Mihri Belli ‘Kırmızı Aydınlık’ saflarında kalmış, bu fikir aslında Mihri Belli’ye ait olmasına rağmen, ‘Kırmızı Aydınlıkçılar’ faturayı, politik hesaplar dolayısıyla ‘Beyaz Aydınlıkçı’lara kesmeyi tercih etmiş ve önceleri ‘Proleter Devrimci Aydınlık’ (PDA) hareketi olarak bilinen sonranın meşhur Aydınlık hareketi, ömür boyu bu kamburla dolaşmak zorunda kalmıştır.”
Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 12. sayısında tam olarak ne yazmıştım, aşağıya aynen aktarıyorum: “Türkiye’de proletarya bugün devrime öncülük edecek objektif ve sübjektif şartlara tam olarak sahip değildir. Proleter devrimcilerin bugünkü başlıca görevi, proletaryayı bu şartlara kavuşturmak için mücadeledir. Proleter devrimci çizginin esası budur. Neden proletarya bugün devrime öncülük edecek durumda değildir? Devrimde öncülük kazanabilmek için proletaryanın sahip olması gereken objektif şartlar şunlardır: Önce proletarya bir sınıf olarak, yani işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir proleterler kitlesi olarak mevcut olmalıdır. Esas olarak büyük çapta kapitalist üretimin yapıldığı sanayi alanında toplanmalıdır. Ancak böylelikle örgütlenmek ve disiplin altına girmek için zorunlu olan şartları kazanabilecektir. Köylülükle, özel mülkiyetle bütün bağları tam olarak kopmalıdır.
“Oysa Türkiye proletaryası bugün çoğunlukla yarı – proleter niteliktedir. İşçi sınıfının köylülükle bağlarının mevcudiyeti, devrimci güçbirliğinin temelini meydana getiren işçi – köylü ittifakının kuruluşu bakımından bir avantaj teşkil eder. Ancak bu avantajdan yararlanabilmesi, proletaryanın öncülüğünün sübjektif şartlarının varlığına bağlıdır. Öncülüğün sübjektif şartları, proletaryanın öncü kesiminin sınıf bilincine varması, yani sosyalizmi kurma görevini yüklenmesi; sosyalizme giden yolun milli demokrasiden geçtiğini tam olarak kavraması, bilimsel sosyalizmi eylem kılavuzu olarak benimsemiş aydınlarla birlikte, bilimsel sosyalizm ideolojik temeli üzerinde örgütlenerek, sınıfa ve müttefiklerine öncülük edecek partiyi kurmasıdır. Oysa Türkiye proletaryası bugün için bu sübjektif şartlardan yoksundur. Bugün proletaryanın uyanık kesimleri henüz iktisadi mücadele safhasındadır ve küçük burjuva asker – sivil aydın zümrenin verdiği mücadelelerle anayasa ve kanunlara girmiş olan demokratik hakların gerçekten kullanılır hale gelmesi için demokratik mücadele vermektedir. Bugün Türkiye proletaryası, öncü partiden yoksundur…” (Aydınlık Sosyalist Dergi, Sayı: 12: Ekim 1969, s. 464 – 465)
Aradan yarım yüzyıldan fazla bir süre geçtikten sonra (o sıra bana bunları düşündüren ve yazdıran paradigmanın ya da genel teorinin çok çeşitli sorunlarını bir yana bırakırsak) bu yazıda yaptığım gözlemlerin geçerliliği üzerine ne söylenebilir? İlk olarak söylenmesi gereken şey, kuşkusuz ki, aradan geçen elli küsur yılda Türkiye’nin bir tarım ve köylü toplumu olmaktan çıkıp esas olarak bir sanayi ve kentli toplumu haline gelmiş olması; dolayısıyla ülkede gerçek anlamda, yani emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan proletarya anlamında bir işçi sınıfının ortaya çıkmış olmasıdır. Yani bugün Türkiye’de işçi sınıfının, Marxist – Leninist paradigma ya da genel teori bağlamında devrime öncülük edebilecek objektif şartlara kavuşmuş olduğu pekala ileri sürülebilir.
İkinci olarak söylenmesi gereken şey ise Türkiye’de işçi sınıfının bugün Marxist – Leninist anlamda devrime öncülük edebilecek sübjektif koşullardan, yani komünist ideolojiden ancak bu denli uzak olabileceği gerçeğidir. Ne mutlu ki komünist ideoloji bizim toplumumuzda, başka bazı toplumlarda görüldüğü ölçüde kök salamamış, zalim bir bürokratlar diktatörlüğü kurulmasına giden yolu açamamıştır. Ama ne yazık ve ne acıdır ki Soğuk Savaş dünyasının belirlediği ortamda pek çok gencimizin ve aydınımızın hayatının ölerek veya hapislerde çürüyerek heba olmasına neden olmuştur.
Son ama esas olarak söylenmesi gereken şey ise, elbette ki, Marxist – Leninist paradigmanın gerek dünyayı anlamakta, gerekse dünyayı değiştirmekte tümüyle yetersiz ve başarısız kalmış olması, amaçladığı eşit ve özgür toplum idealinin tam tersi sonuçlar doğurduktan sonra tarih sahnesinden ebediyen çekilmiş olması.
Paylaş
Türkiye solundan, Şahin Alpay / Gün Zileli’nin çiftinin, eski ve aile içi çekişme anıları, hayal kırıklıkları, bunu korkusuzca sergilemeleri, kişisel hataları üstlenmeleri hayranlık yaratıyor.
“Son ama esas olarak söylenmesi gereken şey ise, elbette ki, Marksist – Leninist paradigmanın gerek dünyayı anlamakta, gerekse dünyayı değiştirmekte tümüyle yetersiz ve başarısız kalmış olması, amaçladığı eşit ve özgür toplum idealinin tam tersi sonuçlar doğurduktan sonra tarih sahnesinden ebediyen çekilmiş olması.”
Yukarıda varılan sonuç olduğu gibi, açıklanmadan bırakılmış.
Ben “ebediyen” lafına katılmam. Tarih zaten ölüler tarihi: Devletler, kurumlar ile becerileri. Roma çöker yerini Hristiyanlık ve benzeri binlerce örnekler.
Diğer bir sorun daha var.
Marksizm’in bir din (veya mit) olduğu ve aslında ikinci derecede bir din olduğu çoktan ispat edildi. Son derece soyut olan asıl dine kıyasla daha cana yakın, en azından vaat edilen geleceği anlamada sıradan insanlar tarafından daha kolay anlaşıl ve kabullenir bir din. Çok ünlü bir Marksist’in “umut umutsuzlar içindir” lafı bunu az çok açıklar. Bence Marksizm üçüncü derecede bir din. İkinci derece din tarih ve bilim. Marks her ikisini geniş ölçüde dayanak olarak kullandı.
70’lerde Yugoslavya’da duyduğum bir espri:
– Bilimsel sosyalizmi kim keşfetti?
– Marks ve Engels!
– Keşke bizden önce fareler üzerinde deneselerdi?
[Not: Hemen heyecanlanmayın lütfen: Sosyalizmden açıkça sıyrılanlar tavadan ateşe düştüler. “Bu iki elma değil” demek “bu diğer her şey olabilir” demek”]
Türkiye solunun “doruk noktası” ise 1968 ve ardından seçilen “Batı gibi zengin ama çabuk nasıl olunur?” idi. Batı 68’i ise Bolşevik (oku Marksist – Leninist ) ve Çin 1789 Fransız Devrimi; 1968 ise 1848 devrimi. Gerçi o da çok kısa bir zamanda özümsendi, Kapital’e yedi ve kustu. Eğer kadıncılık ve çevreciliği saymazsak, en büyük katkısı şu oldu: CEO’ların masaları erkeğimsi sert kare yerine kadınımsı yumuşak yuvarlak oldu.
Sorun Kapitalizm değil, Kapital ve mafyamsı çetelerin Devletler orkestra şefliği altında verdiği ölüm yayıcı konserler.