Matematik: 1-1=1
Artıgerçek
YANLIŞ HESAP BEBEK İLKOKULU’NDAN DÖNER…
Okulda en zayıf dersim matematikti (“Kasa atlama” denen saçmalık yüzünden bütün öğrencilerin kâbusu olan jimnastik dersini saymazsak). Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan sonra Bebek İlkokulu’nun 3. sınıfına başladığım ilk gün öğretmen aksi gibi beni derse kaldırmış ve 65 ile 52’yi toplamamı istemişti. Ben toplamaya soldan başlamış ve 18 sonucunu çıkartmıştım. Pek titiz ve sinirli bir kadın olduğu izlenimini edindiğim öğretmen, “oğlum, sen bu sınıfa kadar nasıl geldin?” diye sormuştu, enikonu kınayıcı bir havada, “yarın velin buraya gelsin de bir konuşalım.” Veli olarak annem (annemin adının “Veli” olmasına da bir türlü akıl erdirememiştim o zamanlar) geldi ertesi gün ve beni esaslı bir şekilde savundu. “Aaaa… nasıl olur hanımefendi… Bu çocuk Ankara’da, örnek Namık Kemal Okulu’nda okudu” dedi. Sanki o okulda okumak yanlış hesap yapmaya karşı bağışıklık sağlıyormuş gibi…
BİR HİLE DÂHİSİ!
Okul değiştirip kendimi Arnavutköy İlkokulu’nda buldum. Bu okul bana daha iyi geldi. Matematikte yine gaflar yapsam da sınıfları kör topal geçtim işte.
Gazi Osman Paşa Ortaokulu’nda da “matematikle imtihanım” kötü sonuçlandı. Nedense öğrencilerin “Ospir” adını taktıkları matematik öğretmeninin kara tahtaya hızla yazdığı ve tahta dolunca silip yenilerini yazdığı rakamlara, kollarımı kavuşturup, dudaklarımda acı bir gülümseme, gururla ve küçümseyerek bakıyordum: “Birazdan silinip gideceksiniz nasıl olsa. Ama ben hep buradayım.”
O zamanlar yanımızdan eksik etmediğimiz bir not karnemiz vardı. Hocalar, aldığımız notları bu karnelere işler ya da kendimizin işleyip onlara göstermemizi isterlerdi. “Veli” adı taşıyan anne veya babamız da bu yolla gidişatımızı izlemiş olurlardı.
Ben işin kolayını bulmuştum. Rakamları küçümsediğim için onları çarpıtmayı hak görüyordum kendimde. Matematikten aldığım 1 ya da 0 veya 3 notlarını değişik bir kılığa sokup “Veli”ye gösteriyordum. Karnemdeki 1’in yanına bir sıfır ekleyip 10 yapıyordum ya da fazla sayıda 10’un kuşku çekeceğini düşünüp, 0’ın kuyruğunu uzatarak 6 ya da 0’ın altına bir sıfır daha ekleyip 8 yapıyordum; 3’e tersten bir 3 daha ekleyip 8 yaptığım da oluyordu. Hayat insanı nasıl da hile hurdaya zorluyor! Gerçi hakkımı yemeyeyim. Lise 2’de zekâm beklenmedik bir sıçrama göstermiş ve yakın arkadaşlarıma cebir ve geometri dersleri vermeye bile başlamıştım.
OY VERMEZSEK NE OLUR?
Bunları neden anlattım? Hem okuru, bana bile komik gelen öğrencilik anılarımla biraz eğlendirmek istedim sanırım, hem de yaklaşan seçimlerle ilgili yapacağım matematik hesaplarının yanlış çıkması ihtimalini göz önüne alarak, “ben size baştan söylemiştim, benim hesaplarıma güven olmaz” demeye çalıştım.
Geçelim hesaplara.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullansalar elbette Tayyip Erdoğan’a değil de Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verecek seçmenlerin, oy kullanmamaları (ya da başka alternatiflere yönelmeleri) halinde, kullanılmayan ya da Kılıçdaroğlu’ndan bir başkasına verilen her 2 oyun, aslında Tayyip’e verilmiş 1 oy anlamına geleceğini iddia ediyorum.
Şöyle:
(Kolay anlaşılması için sayıları elbette basite indirgemek ve gerçek hayatta olmayacak şekilde küsuratsız vermek zorundayım.)
Farz edelim ki, Cumhurbaşkanlığı seçiminde 100.000 seçmen oy kullanacak.
Bu seçmenlerin 90 bini sandık başına gidiyor; 10 bini ise şu ya da bu gerekçeyle oy kullanmıyor (ya da Kılıçdaroğlu dışındaki alternatif isimlere oy veriyor. Fark etmez. Bunu her seferinde tekrarlamayacağım).
Oy kullanmayan 10 bin seçmenin 5 bini oy kullansa Kılıçdaroğlu’na oy verecekken çeşitli nedenlerle ya da gerekçelerle oylarını Kılıçdaroğlu’na kullanmaktan imtina ediyorlar.
Sonuçlar:
Oy kullanmayan: 10 bin
Kılıçdaroğlu : 46 bin oy
Tayyip Erdoğan: 39 bin oy
Diğer adaylar: 5 bin oy
Hiçbir aday %51’e ulaşamadığı için seçim 2. Tura kalıyor.
OY VERİRSEK NE OLUR?
5 bin seçmen, oy kullanmamak ya da başka alternatiflere yönelmek yerine Kılıçdaroğlu’na oy vermiş olsaydı sonuç ne olurdu:
Oy kullanmayan: 5 bin
Kılıçdaroğlu : 51 bin oy
Tayyip Erdoğan: 39 bin oy
Diğer adaylar: 5 bin oy
Kılıçdaroğlu %51 oyu geçtiğinden 1. Turda kazanacaktı.
2. TURA KALMAMALI
Seçimin ikinci tura kalmasının tehlikesi şu ki, Kılıçdaroğlu’na oy verme potansiyeli olan seçmen aynı tutumunu sürdürürse, 1. turda oy vermemiş 5 bin seçmenin ve diğer partilere oy veren seçmenlerin Tayyip Erdoğan’a kayması halinde (artık sadece iki aday var) 2. Turda seçim sonucu şöyle olabilir:
Oy kullanmayan: 5 bin
Kılıçdaroğlu: 46 bin oy
Tayyip Erdoğan: 49 bin oy
Böylece Tayyip Erdoğan, sandık başına gitmeyen ya da bir anlamda boş oy veren seçmenler sayesinde seçimi 2. turda kazanmış olur.
Benim gibi matematiği zayıf biri bile bu hesabı yapabiliyorsa, varın gerisini siz düşünün.
Şu veya bu gerekçeyle oy vermeyecek veya oylarını boşa atacak olanlar da düşünsün!
Gün Zileli
16 Nisan 2023
14 Mayıs seçimlerinin niteliği ve Devrimci İşçi Partisi’nin tutumu: Nefes almak için sınıf mücadelesi!
Devrimci İşçi Partisi
24 Nisan 2023, Pazartesi
Türkiye’nin emekçi halkı baskıcı ve keyfi istibdad rejiminden bunalmış, hayat pahalılığından, işsizlikten ve yoksulluktan adeta iflahı kesilmiş durumdadır. İstibdadın kendi halkına karşı aslan kesilen emperyalistler karşısında süt dökmüş kediye dönüşen dış politikası, memlekete zilleti yaşatmaktadır. Erdoğan’ın sivil ve asker müttefikleriyle başında olduğu yarı askeri nitelikteki bu müstebit rejimden kurtulmak ekmek ve hürriyet için mutlak bir gerekliliktir. 14 Mayıs seçimlerinin tek başına bu kurtuluşa vesile olması ise mevcut koşullar altında mümkün değildir.
Seçim yaklaştıkça düzen siyasetinin tiyatro sahnesinde kavga kızışıyormuş gibi gözükmektedir ancak perde gerisinde Cumhur ve Millet İttifaklarının politikaları giderek birbirine yakınlaşmaktadır. Erdoğan bir yandan Millet İttifakı’nı emperyalistlerin maşası gibi gösterirken diğer yandan attığı adımlarla NATO’ya ve ABD emperyalizmine güven vermeye çalışmaktadır. Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğini apar topar meclise getiren Erdoğan’ın emperyalizme sunduğu hizmete meclisten tek bir hayır oyu çıkmamıştır. Aynı süreçte Erdoğan, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin açıkça kaygılarını belirttiği Suriye ile normalleşme girişimlerini rafa kaldırmıştır. Tam tersi istikamette giderek Suriye, Irak ve Kafkasya’da İran’la gerilimi yükselten bir siyaset izlemektedir. Erdoğan Kürt politikasında da ABD, İngiltere ve İsrail patronajında Barzani’yle birlikte yeni bir petrol açılımının taşlarını döşemektedir.
Ekonomi politikalarında da her iki ittifak yakınlaşmaktadır. Millet İttifakı şimdiden ekonomiyi Babacan’a teslim etmiştir. Kılıçdaroğlu bu yetmiyormuş gibi özelleştirmelerle, köşe dönmecilikle, neo-liberal saldırılarla özdeşleşmiş Turgut Özal’a övgüler düzmekte Türkiye tarihinin en azgın işçi düşmanı saldırılarının olduğu dönemlerini allayıp pullayarak sermayeye güven aşılamaktadır. Erdoğan ise diğer tarafta Mehmet Şimşek’in adını öne çıkararak Berat Albayrak’tan Nureddin Nebati’ye uzanan genişlemeci para ve maliye politikasını terk edeceğinin, uluslararası sermayenin beklentilerine uygun “Ortodoks” politikalara döneceğinin sinyallerini vermektedir.
En büyük farklılığın olduğu düşünülen siyasal rejim konusunda da karşıtlıklar azalmaktadır. Millet İttifakı Kılıçdaroğlu’nu aday olarak belirlerken ilan ettiği mutabakat metninde, parlamenter sisteme geçiş takvimini “geçiş dönemi” adı altında çıkmaz ayın son perşembesine ertelemiştir. Hatta Kılıçdaroğlu’nun CHP üyeliğinin devam edeceğini öngörerek partisiz Cumhurbaşkanlığı’ndan dahi vazgeçmiştir. Diğer tarafta Erdoğan da artık açık açık Cumhurbaşkanlığı sisteminin restore edilmesinden bahsetmektedir. Sermaye başkanlık sisteminin sunduğu güçlü yürütmeyi, emperyalizm ise meclis ve halk baskısından azade kılınmış bir başkana istediğini yaptırabildiği bir düzeni kazanım olarak görmektedir. Adı ister güçlendirilmiş parlamenter sistem olsun isterse restore edilmiş Cumhurbaşkanlığı sistemi, düzen siyaseti sermayenin ve emperyalizmin kazanımlarını korumakta ortaklaşmıştır.
Yani Cumhur ve Millet İttifakları perde gerisinde gizli görüşmeler yaparak, bir danışıklı dövüşle politikalarını ortaklaştırmıyor. Her iki ittifakın da arkasındaki sermaye çıkarları ve göbekten bağlı oldukları emperyalizmin telkinleri, düzen siyasetinin bu iki kutbunu hizaya getiriyor. Bu gerçekliğe rağmen at izinin iti izine karıştığı düzen siyasetinin hercümerci içinde emekçi halkın büyük bir kesimi 14 Mayıs seçimlerinden bir değişimin geleceğini umuyor. Büyük bir kitle “nefes almak” için kerhen de olsa rejimde değişiklik vadeden Kılıçdaroğlu’na yönelmiş durumdadır. Bir diğer büyük kitle de Erdoğan’dan ve Bahçeli’den en başta ekonomik kriz, işsizlik ve hayat pahalılığı dolayısıyla yüz çevirmektedir. Ne var ki Erdoğan ve Cumhur İttifakı’ndan yüz çeviren kitle Kılıçdaroğlu’nun başını çektiği TÜSİAD’çı Amerikan muhalefetinden büyük şüphe duymaktadır. AKP’nin karşısına eski AKP’yi çıkaran, MÜSİAD’ın karşısında TÜSİAD’a dayanan, beşli çeteye yüklenen ama Koçların Sabancıların yabancı sermayenin yağmaladıklarını gündeme getirmeyen, ülkeyi emperyalizmin zincirine vuran iktidara karşı muhalefet ederken NATO’ya, Avrupa Birliği’ne toz kondurmayan Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı bu büyük emekçi kitle için bir alternatif değildir ve olmayacaktır.
Sınıfsal reflekslerle Erdoğan’dan uzaklaşanlar yine sınıfsal reflekslerle geriye dönmektedir. Kısmen bu kitle özünde mevcut istibdad rejiminin payandası olan Muharrem İnce ya da Sinan Oğan gibi alternatiflere yönelmektedir. Böylece emperyalizmin ve sermaye düzeninde sömürülen, kime oy verirse versin hakkını aradığında istibdad rejimi tarafından ezilen emekçi halkın tepkisi düzen siyasetinin sınırları içinde tutulmaktadır.
Mevcut siyasi tablodan, bırakın köklü değişimleri, emekçi halk için “nefes alacak” bir sonucun çıkması dahi olanaksızdır. Tam tersine büyük sermaye ve emperyalizm, siyasetin Cumhur ve Millet kutuplarını ana politikalarda hizaya getirmekte, işçilerin, emekçilerin, yoksul köylünün, küçük esnafın, kadınların, gençlerin nefesini kesecek bir sınıf saldırısına hazırlanmaktadır. Yani esas mücadele seçimlerden sonra sınıf mücadelesi alanında yaşanacaktır.
Bu saldırıya karşı işçi sınıfını ve emekçi halkı örgütlemek gibi bir tarihsel ve siyasal sorumluluğa sahip olan sosyalist hareket ise büyük çoğunluğu ile teslim bayrağını çekmiştir. Millet İttifakı’na dolaylı bir destek politikasında ifadesini bulan ve İki Buçukuncu İttifak olarak tanımladığımız yaklaşım zamanla yerini Kılıçdaroğlu’na açık destek politikasına bırakmıştır. Bu politika sırf istibdadı yenmek için dahi savunulamaz. Zira Kılıçdaroğlu’nun ve Millet İttifakı’nın istibdada son verme gücünde de niyetinde de olmadığı açıktır. Siyasal İslam’dan faşizme kadar istibdad rejimine renk veren tüm akımları içine almış, neo-liberalizmi ve emperyalizm yandaşlığını bayrak yapmış, siyasi programını bu doğrultuda şekillendirmiş, sermaye ve emperyalizmin nezdinde herhangi bir yanlış anlamaya mahal vermemek için de tüm bunları yazılı metinlerde kayıt altına almış bir ittifaktır bu!
Gizli saklı bir durumu açığa çıkarmak üzere siyasi analiz dahi yapmaya gerek yoktur. Kıdem tazminatını dahi hedef alan açık bir işçi emekçi düşmanlığı, liberal bir ekonomi programı, NATO’cu ve emperyalizm yanlısı bir dış politika açık ifadelerle seçim bildirgelerine yazılmış durumdadır. Bu gerçeği görmemek aymazlıktır. Gördüğü halde halktan gizlemek ise ihanettir. Millet İttifakı’nın başkanlık rejimine son verme vaadi de koskoca bir yalandır. Kılıçdaroğlu’nu seçtirmek için matematik hesabı yapıp bunun üzerine politika inşa edenler, seçimden çıkması muhtemel meclis aritmetiğinin, AKP ve Erdoğan’la anlaşmadan parlamenter sisteme geçiş için Anayasa değişikliğine elvermediği gerçeğini hesap edemiyor olamaz. Bu durumda Millet İttifakı’nı eleştirip sadece rejim değişikliği için destekliyoruz demek de ya hesap bilmemektir ya da düzen siyasetine yedeklenme hesaplarının üzerini örterek halkı kandırmaktır.
Seçim sonucunda Cumhurbaşkanı kim olursa olsun, oluşacak meclis aritmetiği ya yeni bir seçimi zorlayacak ya da AKP ve CHP’nin anlaşmasını da içine alan, sermaye düzenine istikrar getirmeyi amaçlayan fiili koalisyon senaryolarını gündeme getirecektir. Olmaz ya da olamaz diyen 7 Haziran ile 1 Kasım arası dönemde ne olduğuna bakabilir. Daha seçimden önce masadan kalkanların seçim sonrasında oluşacak tabloda saf değiştirmeyeceğinin garantisini kimse veremez. Hele ki Millet İttifakı bileşenlerinin her birinin yarı askeri rejimin silahlı çekirdeği ile mafya fraksiyonlarıyla müstakil ilişkileri biliniyorken saf değiştirmelerin ne kadar hızlı olabileceği aşikârdır. Son 15 yılda Erdoğan’a karşı CHP’nin yanına aldığı müttefikler en en başta Bahçeli ve MHP olmak üzere, Ekmeleddiniyle Muharrem İncesiyle, Teğmen Çelebisiyle, DSP’siyle bugün istibdad cephesinde yerini almıştır.
Kılıçdaroğlu’na destek politikası, “Erdoğan’ın işine yarayan bir tutum almayacağız” diyerek gerekçelendiriliyor. Oysa bu tutum Erdoğan’ın en çok işine yarayan tutumdur. Kılıçdaroğlu’na ve Millet İttifakı’na destek vermek öncelikle Erdoğan’a kendisinden kopan kitleleri Millet İttifakı’nın rezilliklerini göstererek geri kazanmasına yardımcı olmakta, Erdoğan’ın tekrar seçilme şansını arttırmaktır. Bu politika Erdoğan seçimi kaybettiğinde dahi iktidara bir şekilde yeniden ortak olması, Erdoğan için en kötü senaryoda dahi bir devr-i sabık oluşturulmaması anlamına gelecektir. “Yargılanacaksınız” söylemi emekçi halkın gücüne dayanan bir iddiadan öte düzen siyasetinin çatışan fraksiyonlarına duyulan safdilce bir güvenin ifadesidir.
Zincirli meclise figüran olarak girecek “sosyalist” milletvekilleri sayıları ne olursa olsun bu gelişmelere mâni olamaz. Zira mevcut seçim parlamenter sistemde yapılmıyor. Hükümet seçimde oluşturulacak meclisin içinden kurulmuyor. Yani hükümete güven oyu seçimden sonra değil seçimden önce veriliyor. “Bir oy Kılıçdaroğlu’na” diyenler diğer oy için hangi adresi gösterirlerse göstersinler sermayenin ve emperyalizmin müstakbel iktidarına bu güvenoyunu vermektedirler. Bu güvenoyu sadece Kılıçdaroğlu’na değil sermayenin ve emperyalizmin yedi adet komiserine de verilmektedir. Bu güvenoyunu alan Kılıçdaroğlu belirttiğimiz gibi Erdoğan’la da yarı askeri rejimin başka odaklarıyla da anlaşabilir. Erdoğan’ın muhalefete düştüğü senaryolarda Erdoğan gitsin diye sermayenin ve emperyalizmin programına destek verenleri, bu sefer de Erdoğan geri gelmesin diye sermayenin ve emperyalizmin yeni iktidarına destek verirken görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Sosyalistler içinde bunlar olup bittikten sonra nedamet getirip özeleştiri yapanlar suçlarını hafifletmiş olmayacaktır. İş işten geçmiş olacaktır. Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendikten sonra gerisi de yanlış gider!
Devrimci İşçi Partisi bu değerlendirmeler ışığında sermayeye, emperyalizme ve istibdada karşı Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’a oy yok derken, bu politikanın bir gereği olarak Amerikan muhalefetinin adayı Kılıçdaroğlu’na da istibdadın payandası İnce ve Oğan’a da oy verilmemesini savunmaktadır. Bu doğrultuda işçileri ve emekçi halkımızı Cumhurbaşkanlığı pusulasına çarpı atarak düzen siyasetinin kırk katır kırk satır dayatmasını reddetmeye çağırıyoruz. Meclis seçimlerinde ise burjuvazinin ve emperyalizmin adaylarına peşinen güven oyu vermiş olan hiçbir partiye oy vermeyeceğiz. Meclis seçimlerinde oyumuzu bu doğrultuda birlikte NATO’ya ve emperyalizme karşı bir eylem birlikteliği içinde olduğumuz Türkiye Komünist Hareketi’ne, pusulanın dördüncü sırasındaki orak çekice basacağız. Elbette partimiz halk iradesinin gasp edilmesine yönelik seçimler öncesinde, sırasında ve sonrasındaki her türlü girişime karşıdır. Bununla birlikte emekçi halkın ekmek ve hürriyet için seçimlerden sonra büyük bir sınıf mücadelesine hazır olması gerektiğini söylüyoruz. Bu mücadele bugün seçim meydanında boy gösteren sermaye ve düzen parti ve ittifaklarının hiçbirinin gölgesinde verilemez. Sermayeden, emperyalizmden ve devletten bağımsız bir sınıf siyasetinin inşası mutlak bir gerekliliktir. Bu bağlamda meclise sosyalist etiketli figüranlar göndermekle hürriyete ulaşmak mümkün değildir. Ekmek ve hürriyet için emekçi halkın iradesinin özgürce ifadesini bulduğu, barajsız yasaksız seçimlerle zincirsiz bir Kurucu Meclis’in oluşturulması için yolu ancak sınıf mücadelesi açabilir.
Bu yol tarihimizdeki Birinci Meclis’in yoludur. O dönemin kurucu meclisi milli mücadelenin ürünüdür bugün ise ancak ve ancak sınıf mücadelesinin neticesi olabilir. Devrimci bir değişim ancak işçi sınıfının etrafında kenetlenmiş emekçi halkın seferberliği ile ortaya çıkabilir. Devrimci İşçi Partisi olarak çağrımız ve 14 Mayıs’ta sandıklara atacağımız oylarımız bu mücadelenin gereğine işaret etmektedir. Düzen siyasetinin partilerine güven oyumuzun olmadığını göstermektedir. Memleketin geleceğine işçi sınıfının damgasını vurmak, sınıf siyasetini güçlendirmek için yılmadan mücadele etmek ve bugün olduğu gibi gerektiğinde akıntıya karşı kürek çekmek gerekmektedir.
https://gercekgazetesi1.net/dip-bildirileri/14-mayis-secimlerinin-niteligi-ve-devrimci-isci-partisinin-tutumu-nefes-almak-icin
İşçinin seçimi sınıf mücadelesi!
1 Mayıs’ın ardından ülke bir seçime gidecek. Elbette ki bu seçimler, emeği sömürülen, açlık sınırının altında ücretlere mahkûm edilen milyonlarca işçi ve emekçinin hesap sorma günüdür. Özelleştirmede, grev yasaklarında, iş cinayetlerinde rekor kıran, her daim patronlara dost olup işçiye düşmanlık eden Erdoğan’a, AKP’ye ve onunla ittifak edenlere oy yok! Ancak esas seçimimiz 14 Mayıs’ta değil bugündür. Sömürünün ve baskının devam ettiği her gün bizim için seçim günüdür. Bekaert’te Schneider’de grev yasağını grev yaparak yırtıp atan işçi mücadelesi örnek olmalıdır. Beşli çetelerin karşısında hakkı için mücadele eden Satera işçilerinin direnişi örnek olmalıdır. İşçi seçimini birlikten ve mücadeleden yana yaptığında, işgal, grev, direniş yoluna girdiğinde kazanır. Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!
Düzen siyasetine karşı sınıf siyaseti! Hürriyet işçilerle gelecek!
Düzen siyaseti bize “kırk katır mı kırk satır mı” diyor. Sermayenin ve emperyalizmin Erdoğan’ın karşısında umut diye pazarladığı Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı sömürüyü, baskıyı, emperyalist hizmetkârlığını bitirmeye değil, devralmaya geliyor. Onlar bu çürümüş sömürü düzenini değiştirmeyi değil ona yama yapmayı hedefliyor. Bunu yaparken de düzen siyaseti emekçi halkı kimliklerine göre bölüyor ve birbirine düşman ediyor. Biz ise sınıf siyasetini savunuyoruz. Grevlerde, direnişlerde, mücadelelerde her kimlikten işçiyi emekçiyi ekmek ve hürriyet mücadelesinde birleşmeye çağırıyoruz! 1 Mayıs meydanı da işte bu birliğin bir vesilesi olsun!
https://gercekgazetesi1.net/dip-bildirileri/hurriyet-iscilerle-gelecek-yasasin-1-mayis-yasasin-isciler-emekciler
Bunu bir yerden hatırlıyorum. O zaman da bir kısım sol, Ecevit’e “yedek lastik” demişti. Sonra da CHP’nin gölgesine sığınmakta bir sakınca görmemişti.
2023 yılı dünyanın birçok yerinde önemli bir dönüm noktası olacağa benziyor.
Fransa gibi bazı ülkeler, 1789, 1830, 1848 ve 1871 gibi tarihlere 2023’ü ekleyebilir.
Türkiye ise, bu gidişle, Millet İttifakı’nın kuyruğuna takılan sol yüzünden 1923’te durduğu yerde kalabilir.
Dünya pisliklerini temizleme meraklıları sosyal teknisyenler, yani “-im”lere sarılanlar.
Bu teknisyenler, Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Biden, Zelenski, Putin, Xi Jinping, Modi vesaireler arasındaki farkları bilir, matematiğini yapar, kar ve zararları bu çok büyük zekâlıların aslında peşine takıldıkları (bakınız ” Kitleler ve Partiler…”) kitlelere aktarırlar ve böylece peşine takılma konusunda yardımcı olurlar. Bilirsiniz, bu kendi başına devasa bir endüstri: Televizyon, gazeteler, dergiler, çeşit çeşit yorumlar, anketler, internet vs.
Benim de en kuvvetli olduğum ders matematik idi ve 12 yıl, her şeyde olduğu gibi eğitimde de, dünyayı peşine takmış olan ve büyük zekâlıların bilip bilmezden geldikleri, yani en önemli bilginin para (büyük zekâlılar Kapital derler) sayması olan ABD’de toplama çıkarma bilmeyenlere “kavramsal matematik” öğrettim.
Kavramsal matematik ne?
Tek ve sadece tek bir varlığın örneğin paranın var olduğu bir evrende, mesela günümüz dünyasında 1-1=1 doğru: çünkü başka bir şey yok zaten, 1’e ne yaparsan yap karşına 1, yani para çıkar.
Her neyse, hayatta kalmak için matematik öğrettim ama matematiğin cimrilik bilimi olduğunu da öğrendim, biraz geç öğrendiysem de.
Fransızca bilenlere.
Trop: Fazla, haddinden fazla
Trois: Üç
“Trois” kelimesinin kökeni “trop”, yani fazla, yani tarihsel açıdan ikiyi geçerse “fazla denirdi”.
O evrende 2+2, ‘4’ değil ‘fazla’.
Fazlalıklardan bir kısmı büyük zekâlılardı ve bunlar zekâları kadar büyük bir devrim yaptılar, sınırları yırttılar… falan filan. Bunun kısa adı kazananlar tarihi. Bunun diğer bir cici bici adı da İLERLEME. Şimdi de bunların en zekilerinden daha da zekileri şimdiye kadar taptıkları büyük zekâdan korkar oldular. Bakınız mesela Google CEO’suna:
“‘Godfather of AI’ Geoffrey Hinton quits Google and warns over dangers of misinformation”
“The neural network pioneer says dangers of chatbots were ‘quite scary’ and warns they could be exploited by ‘bad actors’”
“‘Yapay zekânın vaftiz babası’ Geoffrey Hinton Google’dan ayrıldı ve yanlış bilgilendirmenin tehlikeleri konusunda uyardı”
“Beyindeki biyolojik nöronları arası sinyalleri taklit etme öncüsüne göre, internet aracılığıyla insan kullanıcılarla konuşmayı simüle eden bilgisayar programının tehlikeleri ‘oldukça korkutucu’ ve ‘kötü aktörler’ tarafından istismar edilebilirmiş.”
Kaynak: https://www.theguardian.com/technology/2023/may/02/geoffrey-hinton-godfather-of-ai-quits-google-warns-dangers-of-machine-learning
Ne mutlu tarih bilmeyen büyük zekâlı olana! Günaydın çok büyük zekâlı! Aynı şeyi taş yontanlar için de söyleyebilirdin!. Ama daha da kötüsü var: Tencere dibin kara seninki benden kara / benzer benzeri çeker/kişi kendinden bilir işi. Bu çok büyük zekâlı uyanmış, kendini kandıranları uyarmaya çalışıyor. Ancak kendini taş uykusuna sokanlar melekler, diğerleri “şeytanlar”. Bu da yeni değil. Ama “the show must go on!”
” (ilk)Okulda en zayıf dersim matematikti”
” Lise 2’de zekâm beklenmedik bir sıçrama göstermiş ve yakın arkadaşlarıma cebir ve geometri dersleri vermeye bile başlamıştım.”
Gün Zileli bu sıçramadan memnuna benziyor (?).
Benim matematiğim ise ilkokulda bile dikkat çekici idi: birinci sınıf hocam benim bir yıl önce sınıfta kalmış olduğumu sanmıştı ve liseden sonra devlet baba bana ABD’yi Türkiye’ye getirmek için burs verdi. Ben matematiğin cimrilik bilimi ve baskıcıların sopası olduğunu anladım. Üstelik matematikteki soyutlamaların güzelliğinin nasıl bazı büyük düşünürlerin “pis” dünyayı hor görmelerine neden oldu — Tabii bu görüş 17’nci yüzyıllarda gökyüzü yeryüzüne indirilip modern bilim ve doğal kaynaklar olana kadar felsefi idi.
En azından, James C Scott’ın “Devlet Gibi Görme” (“Seeing Like a State”) kitabında bu soyutlamaların kime yaradığını şahane gösterir. Platon’un “gökyüzü mükemmelliği ve güvenirliği” ile “yeryüzü bozukluğu ve güvensizliği”. İlk faşistlik kitabının onun kaleminden çıkması şaşırtmamalı.
Matematikleri zayıf olan bir grup da reenkarnasyonculardır;
“Son yıllarda New Age grupları, reenkarnasyonun bilimsel bir gerçek olduğunu iddia etmekte ve bu düşünce üstünden para kazanmakta. Bu grupların bazıları, geçmiş yaşamımızda yaşadığımız travmaların bu yaşamımızı etkilediğini, korkularımızın ve psikolojik sıkıntılarımızın bu travmalardan kaynaklı olduğunu iddia etmekte. Bunlar genellikle de yüksek bir ücret karşılığında geçmiş hayatlarımızla olan sorunları çözmeyi vaat etmekte!
…Aslında reenkarnasyondan şüphe duymak için çok sayıda gerekçe var.
Mesela 1800’lerde Dünyada 1 milyar insan varken, bugün dünyada 7 milyar insan yaşıyor. Bu 6 milyar fazla insanın ruhu nereden geldi? Geçmişte yedi ruh bir bedende miydi? Çoğu reenkarnasyon savunucusu, reenkarnasyon zincirinin ezeli olduğunu iddia eder, oysa bugün insan ırkının birkaç yüz bin yıldan geriye gidemeyeceğini, dünyanın 4.5 milyar yıl yaşında olduğunu biliyoruz. Bu iddia açıkça modern bilimle çelişmekte.
…Reenkarnasyon inancının çelişkilerini ortaya koyan bunlar gibi çok sayıda ciddi soru var. Bu soruları ve sorunları görmezden gelip, reenkarnasyon inancını ‘bilimsel’ olarak göstermek mümkün değil.”
https://www.sabah.com.tr/pazar/2018/01/21/var-ya-ben-eskiden-neler-yasadim
Sabah’da dahi Dr. Enis DOKO’yu okudum ve hakkında az çok bir bilgi edindim.
Çok daha büyük bir dahiye göre dahilik, kaynaklarını saklamasını bilmekmiş.
Bilim ile modern bilim aynı değil. Türkçede daha açık: bilgi ve bilim. Avrupa dillerinde karıştırılır: “Science” kelimesi, kökeni bilgi de olsa, hem bilgi hem de modern bilim yerine kullanılır. Diğer bir karıştırma da modern bilimle teknoloji, daha doğrusu tekniği ayrı algılamak: Rönesans Antik Yunan sevdası içinde, sütün kaymağını Saray’daki kral-kraliçelerle ve dalkavuklarına benzetme isteği var (“The Royal Society” vs gibi) ve hepsinden ötede o zamanın kültürünün etkisi altında eli yüzü temizlere bilim adam-kadını, eli yüzü kirlilere zanaatkâr veya işçi demek daha uygun düştü.
İşadamları önce (çünkü 11 ve 12’nci yüzyılda başladı) Avrupa ve sonra tüm dünyayı ele geçirdi. Bilgi, bilgi edinme metodu oldu. Adı modern bilim ve nihayet 19’ncu yüzyılda Saray’ın yeni dini oldu. Dahi DOKO hala 19’ncu yüzyılın çığırtanlığını yapmakta.
Newton’dan çok daha önce gökteki Tanrıların Saray’ı yere indirilmişti: Tanrılar, cinler, periler, şeytanlar, melekler kapı dışı edildi ama ön kapıdan çıkıp arka kapıdan geri girdiler. Bu çok uzun, meraklılar Hume, Kant ve bataklıkta çırpınan ampirikçilere bakabilirler. Tabii bu arada büyük beyinliler hemen bilimsel metotlarla eski inançların sahte olduklarını ispat etme yarışına geçtiler. Çimdi de birkaç örnek.
– Newton’ın yer çekimi formülünde zaman (değişkeni) yok. Kendisi gibi hem dinci hem olmayanlar sormaya başlarlar: “Yahu, bir olay zaman geçmeden olur mu? Daha henüz cin perilerden kurtulduk, yine karşımıza cin periler çıktı”; “Yahu, temas olmadan hareket olur mu? Yoksa teması cinler periler mi yapıyor?”
Newton birey olarak soruları ciddiye aldı ve sorun olduğunu çaktı ama zamanın kültürü kendinden sonsuz daha güçlüydü! Önemli olan yeni Saray sakinlerine (kral-kraliçe ve falan filanlar) hizmet etmekti. Bu arada sonsuza dek genç kalmak için (tıpkı şimdiki Saray sakinleri, zenginler, büyük zekâlılar gibi) simya deneyleri yaptı. Eski engizisyon yerini DOKO gibi modern bilim dâhilerden oluşan yeni engizisyon almıştı, zavallı korkudan deneyi gizli yapıyordu. Örneğin bundan 50-60 yıl önce sorsaydın “Big Bang’den önce ne var dı?”, seni yakmazlardı ama daha da kötüsüne maruz kalırdın: acı alay ve sana gülünürdü. (Benim yazım da aslında alaycı.) Çünkü zaman, uzay ve madde Big Bang ile doğmuştu. Ama artık zaman sonsuz, madde ve uzay sonlu.
– O halde dahi DOKO mantık hatası yaptı. Maddeyi oluşturan zerreler eninde sonunda daha önceki bir biçimi alacak (bengi dönüş falan filan) ve modern bilimcileri sevindirici bilimsel reenkarnasyon olacak. Bakın Hinduizm’deki çok sayıda kozmoslar ve “yuga” devirlerine. İnsan nüfusu, zikzaklara rağmen, 1700-1800 yıllarına kadar yaklaşık yataydı ama arttı, sonra dikey oldu. Eğer DOKO’nun “bir milyar 7 milyar vs argümanını ciddiye alırsak, insan insan olalı bu reenkarnasyon kendinin modern bilimine uymuyor ama oluyor. Bakın dahilere iş çıkardım!
– Büyük bir atlama: Kuantum babalarından biri olan Werner Heisenberg. Bu dahi de felsefeye dalar. Taoist bir hikayeyi anlatır. DOKO gibi bir dahi olduğundan simya ile genç kalacağı numarasını yutmaz, modern bilime uyup kıra temiz hava teneffüsüne çıkar. Bahçesine ırmaktan kovalarla su getiren bir köylüye rastlar. Ona mekanik yollarla (modern bilimle) işini kolaylaştıracağını söyler. Köylü “eğer öyle yaparsam, benim de kalbim mekanik olur!” der. 19’ncu yüzyıl bilim adam-kadınları arasında böyle birine rastlamak imkansız, hepsi DOKO klonları. Şüphe başlamış, güven sarsılmış mı ne?
– Modern bilimin sınırlarını çizen Wittgenstein bir çığır açar. Nerede b*k çok, orada sinek çok. Hala 19’ncu yüzyılın dünya fethi ile yaşayan Viyana Okulu bu müjdeyi işitmek ister. Wittgenstein sırtını bilim felsefecilerine çevirir ve Tagore şiirlerini okur. Wittgenstein için önemli olan sorular modern bilimin dışındaki sorular.
– Bir atlama daha: Dünyayı fethedenlerin başını çekenlerin başını çeken sarışınlar sarışını İngiliz askerlerini doyurmanın modern övgüsü bir facia saklar. Churchill, özellikle savaştan dolayı, gıda sevkiyatlarını Hindistan’dan uzaklaştırmayla 3 milyon Bengallilerin açlıktan ölmesine neden oldu. 1942 yılında “Canavarca bir dine sahip canavar Hindistanlılardan nefret ediyorum; kıtlık, tavşan gibi üredikleri için kendi hataları” ve 1943’te de “Yetersiz beslenen Bengallilerin açlıktan ölmesi, dayanıklı Yunanlılarınkinden daha az ciddi” der bu alçak ruhlu yüksek zekâlı dahi.
Bence, dünyanın gelmiş geçmiş en alçak ruhlu insanları modern bilim adam-kadınları. Bence, bu yeni din modern bilimin en fazla göze çarpan çirkin özelliği mutlak otoriter olması — diğer “-ist”ler şaşırtıcı olmasa da, gereklilik değil özgürlük seçen anarşistlerin %99’nun bu yeni dine tapması şaşırtıcı. Modern bilim dininin rahipleri/bilim adam-kadınları/Saray dalkavukları ahlaksızlık ve cahillikleriyle övünürler: Kendi dalından bile diğerini anlamaz ama fiyakasından geçilmez! Bu modern bilim adam-kadınları her dine (Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam, vs); her politik-ekonomik ideolojiye (faşizm, Nazizm, totalitaryanizm, diktatörlük, komünizm, marksizm, sosyalizm, vs) aynı çoşkunlukla hizmetkârlık ederler. Bunlar liberal mi liberal. Günümüz ABD ve bir eyaleti olanAvrupa bile bunlar kadar liberal değil. Maşallah! Maşallah!
Şu an günde 20-30 bin salt hava kirliliğinden ölmekte. Hava, su, tüm yiyecekler, toprak mikro plastiklerle dolup taşmakta! Tüm yaşamı yok edecek çevre felaketi karşısında, inkâr edenler de uyaranlar da dahil, parmakla sayılacak kadar azınlık dışında hepsi ne yardan ne de serden geçmek ister. Binlerce delil arasında son haber: “Ankete göre pek çok Avrupalı iklim değişmesine karşı önlem alınmasını istiyor, ancak yaşam tarzlarını değiştirmek istemiyorlar.”
Yazılarım kalitesiz olduğundan yayınlanmıyor. Şimdi de nicelikte ipin ucunu kaçırmaktan korktuğumdan kırpa kırpa yazımın %10’kaldı. Ama yazımın özetinin özetini yapmadan bitirmek istemiyorum.
Modern Bilim 17’nci yüzyılda doğdu. Akıl yürütme artı modern bilim! Romantik ruhlu ve iyi kalpli devrimciler coştular: “Artık karnımızı doyurmak, sırtımızı ısıtmak, sağlığımızı korumak mümkün; artık birbirimizi boğazlamak için bir neden kalmadı” derler. Aradan 2 yüz yıl geçer hayat hala çekilir gibi değil. Freud ve Marx’a göre bu işin altında yatan bir bit yeniği olmalı, bu iş içinden ne akıl ne de bilimle çıkılır gibi. Sarışın mavi gözlü Batılıların hastalığının teşhisini yapan bir de Nietzsche var ama o kendi başına bir âlem ve bence tek sevilecek olan. Nietzsche’ye göre Devlet, soğuk kanlı canavarların en soğuğu, iyi/kötüyü her dilde bilen bir canavar. Bir de Adam Smith var. Bu cambaza göre Batı zenginliğinin sırrı, ne kolonileri sömürü, ne köle ticareti, ne ırkçılık, ne soy kırımı. Sır “herkes herkese karşı, Allah da herkese karşı” olan Serbest Pazarın altındaki gizli elmiş. Yine o ünlü Allah çıktı karşımıza! Ne var ki, son 10 bin yıl büyük dinleri ile ticaret arasında çok sıkı bir bağ var! Aynı sıkı bağ koyu dindar ve sofularla ticaret arasında görmek mümkün. Mesela İslam 100 yılda bilinen dünyanın yarısına tüccarlar ve sufiler aracılığıyla yayıldı, yerli halkları Müslüman ambalajına sardı.
En çok sevdiğim örnek: 20’nci yüzyılda bile, bir kadın “misyonerler karnımızı doğurmamız için Allah’a dua edin” diyorlar “hâlbuki biz yiyeceğin nerede olduğunu biliyoruz!” der.
Bundan daha kısası imkansız, özür dilerim.