Toplum Kürtaja Yatırılırken…
Toplum Kürtaja Yatırılırken…
Başbakanın açıkladığı son kürtaj kararıyla birlikte AKP iktidarının ikinci döneminin başladığını söyleyebiliriz.
Birinci dönem, AKP’nin muhtemel iktidar rakiplerini “yargı” yoluyla tasfiye ettiği on yıllık dönemdi. Açılan sahte Ergenekon, Balyoz, Andıç, OdaTV, Devrimci Karargâh, BÇG davalarının, KCK tutuklamalarının, Anayasa referandumunun anlamı budur. Böylece AKP, geçtiğimiz bu on yılda, ordudan gelebilecek tehtidi ortadan kaldırmış, bütün siyasi rakiplerini baskı, medyayı denetim altına almış, olağanüstü yetkili mahkemeler aracılığıyla bir polis devleti oluşturmuş, Kürt hareketine karşı yeni bir saldırı başlatmış, Uludere’de kitlesel kırımlara girişmiş, toplumsal muhalefete karşı polis bariyerlerini güçlendirip biber gazı ve gaz bombası uygulamalarını olağanlaştırmış ve parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak parlamenter bir diktatörlük kurmuştur.
Son zamanlarda eğitim alanındaki yeni düzenlemeler, dindar bir nesil yetiştirme söylemleri, tiyatroların özelleştirilmesi hazırlıkları, en son olarak kürtajın yasaklanmasına girişilmesi ve sezaryenin karalanması, ikinci dönemin açıkça ilanıdır.
Nedir bu ikinci dönem? AKP iktidarı bu ikinci dönemle ne yapmak istiyor? Kısaca söyleyecek olursak, bu ikinci dönem, AKP’nin kendi gerçek toplumsal projesini hayata geçirme girişimidir; yani toplum mühendisliği.
Tarihte toplum mühendisliğinin “devrimci” veya karşıdevrimci birçok örnekleri vardır.
Toplum mühendisliğinin ilk “devrimci” örneğini Jakobenler vermiştir. Jakobenler, Fransız Devrimi’nin temsilcisi olarak görülür ve öyle takdim edilirler ama bu doğru değildir. Fransız Devrimi’nin gerçek temsilcileri Enrageé’lerdir. Çevirecek olursak “Öfkeliler” demektir bu. Enrageé’ler devrimin gerçek yürütücüsü Paris yoksullarının en radikal kanadıydı. Küçük burjuvazinin temsilcisi Hebertistler de radikal bir kesimdi ama en radikal kesimi Enrageé’ler oluşturuyordu. Jakobenler, temelinde bu tür radikal hareketler bulunan Paris yoksullarına dayanarak iktidara gelmiş, ancak merkezi bir diktatörlük kurarak yaptıkları ilk işlerden biri devrimci akımların temsilcilerini giyotine yollamak olmuştur. Fransız Devrimi’nin özünü yok edip lafzına sahip çıkan Jakobenler, kısa iktidarları döneminde “devrimci şiddet” aracılığıyla toplum mühendisliği yolunda dev adımlar atmaya girişmişlerdir. Toplum mühendisliği, giyotin heyulasının eşliğinde sürdürülmüş ve Jakobenlerin genç liderlerinden Saint Just, bunu, “biz özgürlüğün istibdadıyız” özlü sözüyle ifade etmiştir.
Bolşevikler de “özgürlüğü” istibdat yoluyla kurmaya kalkıştılar. Partilerini, yeni toplumun kuruluşunun esas aygıtı olarak gördüler. Yeni toplumun “yeni insanı”nı temsil ediyordu bu parti ve bütün gerçeği “elinde tutuyor”du. Devrimin bütün canlı hücrelerini öldürüp toplumun en küçük hücresine bile partiyi oturtarak toplum mühendisliği yapmaya giriştiler. Stalin bu girişimi en son noktasına kadar götürdü. Öyle ki, bu son noktada “yeni insan” da kendisini idam mangalarının önünde buldu. Bolşevik Partisi’nin yaklaşık yüzde doksanı Stalin tarafından öldürüldü ya da Gulaklarda ölüme yollandı.
Mao da “yeni insan”ın yaratılması için toplum mühendisliğine girişen bir liderdi. Toplumu istediği gibi yoğurabileceğini sanıyordu. Kültür Devrimi’ni kendi istediği yönde saptırdıktan sonra toplumu yeni baştan dizayn etmeye girişti. Ne var ki, toplum ne bir bina, ne bir fabrika, ne de sürülecek bir tarlaydı. Hiçbir allahın kulu, elinde en mutlak iktidar gücü olsa bile, onu bir hamur gibi yoğuramazdı. Sonunda toplum, bir ırmak gibi taşar, bilinmedik mecralarda akıp giderdi.
Atatürk de, Bolşevikler kadar olmasa bile, belli ölçülerde toplumsal mühendisliği deneyen liderlerden biriydi. Gerçi onun mühendisliği toplumun bütün alanlarını kapsamıyordu. Hatta ekonomi ve altyapı alanlarında oldukça tutucu biriydi. Toprak ağaları da dahil olmak üzere toplumdaki halihazır sınıf ve ilişkilere sırt dayamaya daha teşneydi. Onun mühendislik konusunda iddialı olduğu alan üstyapıydı. Üstyapı reformlarıyla toplumu modernleştirmeyi düşündü, bu yönde yapay reformlara girişti. Bunların bir kısmı da tuttu, hiç tutmadı diyemeyiz. Örneğin harf reformu gerçekten önemli bir reformdu. Bu reformun sonucunda Türkiye’nin okur yazar kitlesi Latin alfabesini benimsemiş oldu. Atatürk, toplumu şiddet aracılığıyla yola getirmede, Jakobenlere ve Bolşeviklere göre daha ılımlıydı. Kürtlere ve Dersimlilere uyguladığı katliam oldukça çaplıdır ama Jakobenlerin, Bolşeviklerin, Stalin’in, Hitler’in katliamlarıyla kıyaslandığında yine de hafif kalır.
Gelelim Hitler’e. Tarihteki en büyük toplum mühendisi Hitler’dir. Onunla ancak Stalin boy ölçüşebilir, bazı bakımlardan o bile boy ölçüşemez, çünkü Hitler, toplum mühendisliğini “ırksal temizlik” denen ruh hastalığının eşliğinde yürütmüştür. Gerçi Stalin’de de özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan ırkçı ve anti-Semitist eğilimler gözlenmektedir ama bu bakımdan Hitler’in yanına bile yaklaşamaz.
Hitler, toplum mühendisliğini kimin kiminle yatacağı noktasına kadar vardırmıştır. “Temiz” bir toplum ancak “temiz” bir ırkla yaratılabilirdi. Öyleyse “ırkın temizliği” korunmalıydı. “Irkın temizliği”nin korunmasının tek şartı ırklar arasındaki ilişkiyi yasaklamaktı. Yahudi bir erkekle yatan ve ondan çocuk doğurmaya kalkan bir kadın suç işlemiş demekti. Böyle “ağır bir suç” işleyen kadın içeri atılmalı ve o kadının çocuğu karnından derhal alınmalı ya da eğer doğurmuşsa öldürülmeliydi. “Irkı kirlettiği” için hapse atılan on binlerce kadının çocuğu karnından alındı ya da doğurduğu an öldürüldü ve ölü bebeklerin küçücük bedenleri Nazilerin emrindeki doktorların arî ırk konusundaki “bilimsel” çalışmalarına sunuldu.
Toplum mühendisliğine girişenler, kendilerini toplumun her sorunu konusunda yetkili görürler ve her şeye müdahale ederler. Özellikle de en fazla müdahale ettikleri alan, toplumun geleceğini yakından ilgilendirdiğini düşündükleri insanların cinsel hayatıdır. Örneğin toplum mühendislerinin en çok karşı olduğu şey eşcinselliktir. Bunu, yeni kurmakta olduklarını düşündükleri toplum için en büyük tehlike olarak görürler ve şiddetle cezalandırırlar. Hitler kamplarında, Yahudilerin, Çingenelerin, fahişelerin, muhaliflerin, Yahova Şahitlerinin yanı sıra on binlerce eşcinsel hayatını kaybetmiştir. Keza Stalin Rusya’sında da eşcinsellik yasaktı ve tespit edilen eşcinseller Gulaglara gönderiliyordu.
AKP de diğer toplum mühendisliği gibi, doğal olarak işe, “gelecek nesiller”den başlamış bulunmaktadır. “Gelecek nesiller” iyi şekillendirilmelidir ki, toplum gelecekte tasarladıkları gibi bir hal alabilsin: Atatürk’ün söylediği gibi, “gençler istikbalin temsilcisidir.” O halde bu “yeni nesil” hızla çoğaltılmalıdır. Herkes en az üç çocuk edinse iyi olur. Kürtaj yasaklanmalıdır. Çünkü “yeni nesillerin” azaltılmasına izin verilemez. Zaten bu kürtaj denen şey, evlilik ve “ahlak” dışı ilişkileri de teşvik edip din dışı bir yönelime kapıyı açmaktadır. Oysa amaç, “dindar bir nesil” yetiştirmektir. Kadınların görevi doğurmaktır. Onların bedenlerine sahip olması diye bir şey söz konusu olamaz. Onların bedenlerine de toplum mühendisi devlet sahiptir, öyle ki, tecavüz sonucu doğuracak olurlarsa bu çocuklara da gerekirse devlet bakar zaten. Bu yeni nesiller, din dersi verilen okullarda, hocaların nezaretinde dindar bir nesil olarak yetiştirilmelidir. Hatta aslında din dersi de yetmez. Bu çocuklara nasıl namaz kılınacağı da öğretilmelidir. Öte yandan sanat önemli bir mühendislik alanıdır. Başına buyruk tiyatro oyunlarına son verilmeli ve “dindar bir nesil” yetiştirmeyi hedef edinen tiyatro oyunları oynanmalıdır. Tiyatrolar özelleştirilirse, kâr etmeseler bile, bu tiyatroları satın alıp dindar ve “ahlakî” oyunlar oynatacak sermaye sahipleri bulunabilecektir elbette. TV dizilerinde de oyuncular sonunda evlenerek topluma “iyi örnek” olmalıdır. Bu arada toplumu “kirleten” eşcinsellik gibi “sapık”ça davranışlar da önlense iyi olur ama bunu kanunla sınırlamanın henüz zamanı gelmemiştir, elbette onun da zamanı gelecektir. Ha, bir de şu var: Evlilik dışı ilişkiler kesinlikle yasaklanmalıdır; bunun yolu da imam nikâhını resmen geçerli kılmaktır. Daha bunun da zamanı gelmemiştir ama gelecektir. Bütün bunların içinde kürtajdan sonra gündeme alınacak en önemli konu, toplumun “safiyetini” korumak ve sağlıklı “dindar nesiller” yetiştirmek için toplumu “kirletecek” birleşmelerin önlenmesidir. Toplumumuzda Alevi-Sünni evliliğini önleyen gelenekler zaten canlıdır; bunun için yapılacak tek şey, evlilik için “yeterlilik” raporu almaktır. Hani şu evlilik öncesi alınan sağlık raporu falan gibi şeyler var ya. O sağlık raporunun yanına bir de “Müslümanlık” raporu eklense ne olur ki! Bekleyelim ve görelim.
Bekleyelim mi?
Elinde neşter koca bir toplumu kürtaja yatırıp onun bağrında büyüyen özgürlüğü almaya kalkışan bu özgürlük kasabını mı bekleyeceğiz?
Beklemek değil, özgürlüklerimiz için ayağa kalkma zamanıdır.
Eskişehirli kadınlar beklemedi.
Gün Zileli
31 Mayıs 2012
Gün Abi, Yeni harman haziran sayısından sonra artık Yeni Harman’da yazmayı bırakıyor musunuz?
Kemalist diktatörlüğün “Türkleştirme” politikasını es geçerek girişmiş olduğu toplum mühendisliği projesini “birkaç küçük üstyapı reformuna” indirgemek bence kör olmayı gerektirir.
Kemalist dikatörlük halkevleriyle, köy enstitüleriyle, valilikleriyle, Türk ocaklarıyla, tehvid-i tedrisatıyla,tdk’sıyla, ttk’sıyla, 19 mayıs törenleriyle,kürtajı yasaklamayı da doğal olarak içeren nüfus politikalarıyla ve daha pek çok faşist kurum ve uygulamasıyla toplumu sindirmiş, kültürel çeşitliliği ezmiş, milyonlarca insanın beynini yıkamıştır. Onun “ulus yaratma” ideali mussolini ve hitlerin faşist diktatörlüklerine ilham kaynağı olmuştur. Hitlerin “saf ırk”çılığını makum ederken, hristiyan halkları anadoludan “temizlemeyi” ve “vahşi” halkları türkleştirmeyi kendine görev edinmiş ve hala da edinen bu rejimin “saf ırk”çılığını nasıl gözden kaçırırsınız?
Neden?
Zileli hep aynı şeyi yapıyor:
Bu yıllardır anti-komünistlerin başvurduğu paslı anti-komünizm yöntemidir.
Yeni bir şey yok.
Devrimci olan her şey yan yana sıralanır (Jakobenler,Bolşevikler,Komünistler,Kemalistler,Maocular vb) ve sonra da Hitler,Mussolini yan yana konur.
İşte Zileli’nin başvurduğu düşünsel yöntem bu.
Açın anti-komünist yayınları aynı yöntem görülecektir.
Anarşizmin “keskinliği” işte bu özünde sağcı yöntemdir.
antigazete.com/upload/Image/haberler/haber-yorum/cmhryt_fasizm4.jpg
img.internethaber.com/other/1.20120403140408.jpg
galeri3.uludagsozluk.com/145/hitler-milli-sefe-dostane-bir-mesaj-gonderdi_282076_m.jpg
Su cümleniz dikkatimi cekti: “Kürtlere ve Dersimlilere uyguladığı katliam oldukça çaplıdır ama Jakobenlerin, Bolşeviklerin, Stalin’in, Hitler’in katliamlarıyla kıyaslandığında yine de hafif kalır.” Kürtlere ve Dersimlilere derken, Dersimliler Kürt degilmis gibi bir sonuca varilabilir. Yaniliyor muyum? Bu ifade düzeltilmeye deger gibi geliyor bana…
Dersimlilerin bir bölümü Kürttür (Kurmanç) fakat çoğunluğu Kırmançki (Zazaca) konuşur. Çoğu Türk ve Kürt kimliklerini (hatta Sünni Zazalardan dolayı Zaza kimliğini) benimsemezler. Kendilerine Kırmanç (Kurmanç’la karıştırılmamalı) ve Dimili derler.
Konuyla ilgili aşağıdaki linklere bakabilirsiniz:
http://dersimzaza.blogcu.com/kirmanc-ile-kurmanc-ayni-sey-midir/2329748
http://dersimzaza.blogcu.com/zazalar-kirmanclar-dimililer-ve-aydinlarimiz/836989
http://www.jiyan.org/2012/07/10/kurtler-icin-ozel-adalet-eski-dtpli-vekillere-yeni-davalar/
http://dunya.milliyet.com.tr/istanbul-un-her-yerinden-gorulecek-/dunya/dunyayazardetay/12.07.2012/1565876/default.htm
http://dunya.milliyet.com.tr/basin-ozgur-degilse-kimse-ozgur-degil/dunya/dunyayazardetay/16.07.2012/1567412/default.htm
http://muhalefet.org/yazi-yine-recep-yine-tayyip-niye-erdogan-niye-basbakan-melih-pekdemir-28-2980.aspx
http://dunya.milliyet.com.tr/retro-akp/dunya/dunyayazardetay/19.07.2012/1568902/default.htm
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=b&news_code=1342427872&year=2012&month=07&day=16#.UApovJFGDKQ
PANEL duyurusu:
http://mulkiye.org.tr/dosyalar/images/yalcin%20kucuk(1).jpg
Çocuk Gelinler Senaryosu
Aynur Sülün
Siirt’in Pervari ilçesinde ölü bir şekilde bulunan ve 12 yaşında evlendiği, 14 yaşında anne olduğu söylenen Kader hakkında ortalık ayağa kalktı. Her gün kadın ölümleri, cinayet ve intihar olaylarını yansıtan medya bu olayı kaç gündür gündem yapıp sulandırıyor ve bu konu üzerinden programlar yapılıyor. Çocuk gelinler konusunda çeşitli paneller düzenleniyor. Ölen şahısın ailesi her ne kadar onun yaşının kimlikte küçük yazıldığını ve gerçek yaşı olmadığını söylese de medya yaş konusunu abarttıkça abartıyor. Çünkü piyasaya sürülmesi gereken senaryo hazırdı ve uygun zamanını buldu.
Yıllardır 18 yaş altı evliliklerin önüne geçilmesi gerektiğini düşünüp bu durumu kadına şiddet olarak değerlendiren “ÇOCUK GELİNLER DERNEĞİ”, “UÇAN SÜPÜRGE DERNEĞİ” gibi dernekler 54 bin imza toplayıp bu evliliklerin kanunen yasaklanması için TBMM’ye yasa teklifinde bulunmuşlardı. Bu yasaya göre çocuğunu 18 yaşın altında evlendiren ebeveynler cezaya çarptırılacak ve çocuklarına el konulacaktı. Kadın derneklerinin onca ısrarlarına ve dayatmalarına rağmen teklifleri henüz mecliste onanmadı. İşte bu olay da ortalığı gümbürtüye vermelerine zemin hazırlamış oldu.
Yanlış anlaşılmasın ben 12-13 yaşında olan evliliklerin yanlısı ve savunucusu değilim. Fakat bunca ahlaksızlığa özendirme varken buluğ çağına girmiş bir genç eğer evlenmek istiyorsa Allah’ın helal kıldığı hakkı ailesi ona tanımalı ve yardımcı olmalıdır. Böylece zinanın önüne geçilmiş olacaktır. Aslında bu çocuk gelinler safsatasını ortaya atanların amacı nikâhı ortadan kaldırıp zinayı meşrulaştırmaktır. Sistem, toplumu zinaya teşvik ederken, zina ortaokul yaşına kadar inmişken bunlara çözüm üretmek, gençliğe ahlak ve edep kazandırmak düşüncesinde olmayanlar ve gençlerin her türlü melaneti yapmasını ve hatta hamile kalıp kürtaj olmasını dahi bir hak olarak görenler, iş aile olmaya gelince bunu zulüm olarak görüyorlar. İşte rezaletlerin en beteri de bu değil mi? 18 yaş altı yuva kuramaz, ama zina yapabilir.
Bu olayın hemen ardından Üniversiteli Kadınlar Derneği (TÜKO) bir panel düzenleyip kadın haklarını savunan derneklerle bir araya geldi. Panelde 18 yaş altı evli kızların resmi kayıtlarda bulunmadığı, resmi kayıtlarda geçen çocuk gelinlerin sayısının 4 senede 181 bine ulaştığı açıklanıp bu acı rakamların önüne geçilmesi gerektiği vurgulandı. Konuşma yapan Antalya Milletvekili Gürkuk Acar, konunun kadının istihdamıyla ilgili olduğunu söyleyip şu açıklamayı yaptı: “Kadınlar 3-5 çocuk sahibi olmaya yönlendirilerek iş yaşamından uzaklaştırılırken kürtaj yasağı ile kendi üzerlerindeki haklarına izin verilmemektedir. Türkiye bu şiddetten etkilenmektedir.”
Ne dönemlere kaldık, kimlerin eline düştük? Allah bu toplumu bu zihniyetle şekillendirmeye çalışanların ellerinden kurtarsın. Toplumu işte böyle ahlaksızlığı meşru, Allah’ın helal kıldıklarını zulüm olarak gören insanlar şekillendiriliyor. Tek amaçları nesli, aileyi, toplumu tahrip etmek. Batılıların batık hayatlarına göre toplumu şekillendirmek. Artık karşı cins ile tatmin olmayıp köpeklerle evlenen ve çocuk sahibi olmak yerine köpek sahibi olmayı tercih eden; köpekleşmiş ruhlarına ancak köpeğin hitap edeceğini anlayan Batı’nın kokmuş neyi varsa onu dayatma peşindeler. Avrupa’da artık hastanelerin yanında çocuğundan kurtulmak isteyen anneler için bir bölme yapılmış. Amaç; çocukların çöpe atılmasını, tuvalete bırakılmasını veya öldürülmesini engellemek. Hastane personelleri her gün orayı kontrol edip bırakılan bebekleri topluyor ve sağlık kontrolünün ardından yetimhanelere teslim ediyor. Yine Avrupa’da bebeklerinin ağlamasına tahammül edemeyen aileler onlara düşük düzeyde uyuşturucu içeren ilaçlar veriyorlar. İşte Avrupa’nın vicdansız, haz odaklı ve ferdiyetçi hayatlarının bataklığa dönüşü, yani batışı, bitişi, yok oluşu!
Yine Avrupa’da eşcinsel evlilik yapanların çocukları olmuyor diye o duyguyu da tatmak isteyenlere devlet yetimhaneden çocuk veriyor. Bekârken anne olmak isteyenlere sahip çıkıp maaş bağlıyor ve çocuğunun tüm temel ihtiyaçlarını, eğitim masraflarını karşılıyor. Aile bağlarının tamamen koptuğu Avrupa’da yaşlıların ölüsü evlerinde seneler sonra bulunuyor. İşte Avrupa’nın bu hayat standartları toplumumuza dayatılıp normalleştirilmeye çalışılıyor.
Toplumu şekillendiren ve dizayn eden siyaset eli ile toplumumuz helake doğru sürüklenmeye çalışılıyor. HÜDA PAR’la inşallah kirli oyunlar son bulup bu millet felah bulacak. Üstelik insanlığını kaybetmiş Avrupa’nın da yeniden insani standartlara kavuşabilmesi için HÜDA PAR’a ihtiyacı vardır. Tüm dünyaya kurtuluş projeleri sunacak olan HÜDA PAR’ın yolunu Rabbimiz açık eylesin. Bizler, Allah’ın yardımı ve zaferinin onun uğrunda nice sıkıntılara göğüs gerenlere ulaşacağına iman etmişiz. Selam ve dua ile… (Doğruhaber)
http://hurseda.net/Aynur-Sulun/42692/Cocuk-Gelinler-Senaryosu.html
“Çocuk Gelinler Senaryosu” nu yazan da bir kadın. Aynur Sülün, şu anda kaç yaşında? Kaç yaşında evlendi? Ne kadar korkunç bir “dünyası” var? Köleleşmiş bir zihnin, hayata olduğu gibi yenilmiş bir ruhun sığındığı tek söyleme sarılmış; erkek “sözcülerin” dediğine o kadar çok inanmış ki… Ben Tayyipgiller’e hak veriyorum! Sistemin en acımasızca ezdikleri o ideolojiye böyle (A. Sülün gibi) sahip çıkarsa o yapı ayakta kalır; Kadın “eee, yetti be; ben de senin gibi bir insanım!” dediği an tüm sistem-ideoloji çökecek! A. Sülün de “kaytaran, “kaçmaya kalkışmış” siyah köleleri kırbaçlayan, zalimlerin sistemini ayakta tutan bir “sevgili” ‘siyah köle’… İyi bir “dindar” bile değil! Erkek zalimliğinin acımasız bir parçası olmaktan gururlu! Onun yüreğini taşlaştıran “Allah’ın dedikleri” değil; bu dünyadan ve iktidardan bekledikleri…. Erkek iktidarının bir parçası olma arzusu!
*
“Hepimiz kölelerin -ya da köle sayılabileceklerin- soyundan geliyoruz.”
…Aşağıdaki alıntı da insanın tarihsel gerçekliğini anlatıyor.
“İnsanlar geçmişte üç nedenle köle oldular. Birincisi korkuydu… Korku her zaman özgürlük tutkusundan daha güçlü olmuştur… İkincisi, insanlar “gönüllü” olarak köle olmuşlardı. Aztek dönemi Meksika’sında kölelerin büyük kısmı, bunalımların, sorumluluklardan kurtulma isteğinin baskısı altında, tabir yerindeyse köle olmayı “seçmiş” kişilerdi… 15. ve 18.yy’lar arasında kölelerin Moskova toplumundaki oranı onda bire ulaşmıştı… Amerikan Plantasyonlarında Afrikalı kölelerin başka Afrikalı köleler tarafından kırbaçlandığını görmek mümkündü… bir kurum bir kez yerleştikten sonra o kurumdan zarar görenler bile ufak, tefek de olsa ondan çıkar sağlamanın yollarını bularak kurumun ayakta kalmasına ister istemez destek verirler…” (T. Zeldin)
İnsan böyle bir varlık. Özgürlüğün zahmeti, yoruculuğu yerine köleliğin “huzuru” her insan için kimi zaman özlenebilir olsa da bu, “köleliğe” methiyeler düzmeyi gerektirmez!”
http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1252
Katiller.hizbullahın kuyrukları.kadın düşmanı ortodoks yahudiliğin köylü kafalı mendeburları.hala hastalıklı fantazilerini pazarlıyorlar.avrupa bitmişmiş.ortaçağda kalmış cahalet abideleri kuranı büyü kitabı olarak kullanan deyyuslar 4 kadınlı fantezi düşkünleri kapalı kapılar ardında yemedikleri halt bırakmayan şehvet düşkünü ağızları salyalı kocamış tekeler bin yıldır avrupanın bitişini konuşuyor.şu ahlaksız avrupada onlara inat dahada ahlaksızlaşıyor.ama herne hikmetse hala 1000 yıl öndeler sizden.hiç uğraşmayın Allah sizin ahlaksız sandıklarınızın yanında.1000 yıldır olduğu gibi.tıpkı kendini sakalından asıp af dileyen firavunun yanında olduğu gibi.size bu kafayla ancak köle olmak düşer.Allah sizi kahredecek.
mehmet şevket eygi’nin gezi eylemleriyle ilgili yazısı
Daha ne İstiyorlar?
BU gürültücü vurup kırıcı kalabalıklar ne istiyor? Demokrasi ve laiklik mi? Bildikleri gibi yaşamak mı? Hürriyet mi?
Bunların hepsi yok mu Türkiyede?..
İçki yasaklanacakmış… Yalan yalan yalan… Türkiye şu anda kocaman bir meyhanedir sanki.
Zina mı istiyorlar? Türkiye şu anda M. Kemal devrinden bile ileridir zina konusunda, çünkü yeni Ceza Kanununda zina suç değildir artık.
Muhalefet yapmak hürriyeti mi istiyorlar? Bol bol yapılıyor zaten. Bir Cumhuriyet alın, bir de Sözcü, okuyun. Bundan daha sert muhalefet olur mu?
Çoğulculuk mu istiyorlar?.. Bizde âlâsı var onun.
Millet Meclisinde herkes konuşuyor, bazen havada küfürler uçuşuyor.
Atatürk, İsmet, Celal Bayar zamanında yasak olan Komünist Partisi bile kuruldu.
Atatürkü devirmek isteyen Nazım’ı en çok Atatürkçüler seviyor.
Öyle bir demokrasi var ki bizde dinsizlik, densizlik, donsuzluk bile serbest.
1924’ten bu yana Türkiyede bugünkü kadar demokrasi, çoğulculuk, serbestlik olmamıştır.
Bir adamla bir kadın beraber yaşamaya karar veriyorlar. Nikah mikah yapmadan yaşıyorlar. Çocukları oluyor, nüfusa kayd ediliyor… M. Kemal, İsmet zamanında böyle bir şey olabilir miydi?
M. Kemal ve İsmet zamanında bira bile ruhsatla satılabiliyordu. Şimdi limonata gazoz çay gibi satılıp içiliyor serbestçe.
Göklerde vızır vızır uçaklar, otoyollarda seller gibi akan lüks otomobiller, her yer beş yıldızlı otel dolu. Beş yıldızlısını beğenmeyen yedi yıldızlıda yatıyor. AVM’ler pıtrak gibi açılıyor. Lüks, israf, sefahat… Daha ne istiyorlar? Türkiyenin Küba gibi olmasını mı?
Ülkemizde yasaklar da var ama ilericiler, çağdaşlar, ateistler için değil.
Başörtülü kadın avukatlara, öğretmenlere, memurelere hala baskı yapılıyor.
İslam medreseleri hala kapalı.
Tasavvuf tekkeleri hala kapalı.
Müslümanların devletten bağımsız bir Din İşleri İdaresi yok, Yahudilerin hahambaşısı gibi bir din liderleri yok.
Bu yaygaracılar daha ne istiyor? Müslüman Türkiyede Yahudiler cumartesi, Hıristiyanlar pazar günü tatil yapabiliyorlar ama Müslüman çoğunluk cuma günü yapamıyor.
Daha ne istiyorlar? Anıtkabir bir Sezar tapınağı gibi. Müslümanı ve münkiri hepsi orada baş eğiyor, bel kırıyor..
Sadece Suudîler ve İranîler bunu yapmıyor.
Daha ne istiyorlar? Paraların pulların üzerinde Atatürk, her yerde Atatürk heykelleri, resimleri… Atatürk okulları, Atatürk üniversiteleri… Atatürk caddeleri… Sağa bak Atatürk, sola bak Atatürk…
Evet daha ne istiyorlar?
Evet tekrar açık açık soruyorum: Bu memlekette içki, fuhuş, zina, dinsizlik, densizlik, heykel, resmî ideoloji, açık saçıklık, bikini mayo, dans, bale, nikahsız karı koca hayatı, her şey varken, bunca hürriyet ve serbestlik içinde daha istiyorlar, niçin ortalığı velveleye veriyorlar?
Türkiye diktatörlüğe kayıyormuş… Kuyruklu yalan!.. Bendeniz çocukluğumda yaşadım, bizde diktatörlük İsmet zamanında vardı. Hani şu nâm-ı diğer Millî Şef. 1946’ya kadar tek parti vardı. Seçimlerde oylar açıkta verilirdi, gizli sayılırdı ve yüzde 99,9 tek parti kazanırdı. Bunu tenkit edeni ne yaparlardı x? Anasını ağlatırlardı.
Fazla arpa merkepleri azdırırmış. Fazla demokrasi ve hürriyet de birilerini azdırıyor.
Türkiye’nin karanlıktan kurtulması ve önünün açılması için bu ülkede yaşamaktan tiksindiren kötülüklerin en önde geleni olan Kemalizm’in gerçek anlamda yok olması şarttır. Nasıl ki bugün Lat, Uzza ve Menat’ın heykel ve mabetleri yok olmuş ve hiç pagan Arap kalmamışsa, Kemal’in isim, resim, heykel ve mabetleri yok olmalı ve hiç Kemalist kalmamalı. Bu gerçekleşene kadar İslam(cılar)’ı hedef almak buna engeldir.
Anonim, bazen seni anlamakta güçlük çekiyorum… M. Şevket Eygi’den makale alıntılıyorsun sonra yazdıklarına bak… M. Kemal’in her tartışma bir yana “laiklik”, modernleşme konusunda bu topraklarda yapmaya çalıştığı bugün daha da iyi anlaşılmıyor mu? M. Kemal’i birlikte çok konuda eleştirebiliriz… Ama İnsan denilen yaratığın hikayesi böyle; Modernleşme olmadan insanlaşma olmaz! Sekülerleşme olmadan M. Şevket gibi adamlar böyle ileri geri konuşur… Bu ilişki içinde M. Kemal’e dokundurma bari.. Milliyetçilik, devletçilik, burjuvazinin egemenliği vs.. tamam; eleştirilerinde haklısın… Kaldı ki, o kendini putlaştırmadı… Onun sırtından geçinmek isteyenler yaptı bunu… 1881 de doğmuş… Ne beklenebilir ki? Bak biz aramızda onca toplumsal deneyimler sonrası bile ne çok konuda fikir ayrılıkları içindeyiz… Ondan sonra gelenlerin ne yaptığı, ne yazdığı bir yana… Sonuç olarak 1920-1930 arasında tarihsel olarak yaptıkları olumludur… Bu ülke 80 yıldır bir aşama kaydetmediyse bunun suçu öncelikle onun değildir; Türkiye’nin kendi toplumsal (bence ekonomik ve dinsel) geriliğinin, görgüsüz, özgüvensiz, zavallı burjuvazisinin hikayesidir… M. Kemal bence küfür hak eden bir tarihsel kişilik değil… Bu topraklarda bu anlamda küfür edilecekleri sıraya koyarsan ona sıra gelmeyebilir… Bak Tayyip’e bak! Adamın aldığı oy’a… Atlamış olabilirim… M. Kemal’in emperyallerle bir kirli anlaşması var mı… Öğrenmek için sordum…
O. Gursel’e kendini putlaştırdığına dair başka alternatif yokmuyduya dair.okumak lazım. http://www.idefix.com/kitap/yanlis-cumhuriyet-sevan-nisanyan/tanim.asp?sid=F4B3KHWI3C4CKLSZOT5Y
“modernleşme olmadan insanlaşma olmaz” diyenlere soralım:
1- modernleşme ne demek? mülkiyetin kutsallığının kabulü ve bunun için modern devlet cihazının “hukukuna” itaat demrek olabilir mi?
2- henüz modernleşememiş insanlaşamamış olanlar var mı; kimler?
3- modernliğin otoriter ve demokratik modelleri de var mı? kemalizm bunun neresine düşer?
3-
Sizin Karanlık Altın Çağınız
Mehmed Şevket Eygi
EFENDİLER. Hanımlar!.. Halkı aldatmayınız, kendi sübjektif özel inanç, fikir ve görüşlerinizi mutlak gerçeklermiş gibi göstermeyiniz… Hele hele, kendinizin bile inanmadığınız yalanlarla, uydurmalarla, hezeyanlarla, düzmecelerle, sloganlarla halkın beynini yıkamaya çalışmayınız.
Memlekette diktatörlük var, demokrasi zincirli, gazeteciler gazetecilik yaptığı için zindanda diye yaygara kopartıyorsunuz. Bunların hepsi yalandır.
Türkiye’mizde İngiltere’de olduğu gibi demokrasi yoktur ama 1923’ten bu yana en fazla hürriyet, en fazla demokrasi, en fazla muhalefet yapma hürriyeti, en fazla çoğulculuk şimdi vardır.
1923’ten 1945’e kadar tek parti faşizmi vardı.
Aydınlar, gazeteciler, politikacılar, din adamları inançlarından, fikirlerinden, görüş ve tenkitlerin dolayı idam edilmişti.
Memleket devlet terörü, sefalet, gerilik, her iki mânada yolsuzluk, susuzluk, hastalık içinde perişandı.
Çoğunluktaki Müslümanlar eziliyordu. Ezan-ı Muhammedî okumak bile yasaktı. Camilerin onda sekizi kapalıydı.
Eğitim faşist rejimin kıskaçları içine alınmıştı.
Çalışanların sosyal hakları ve güvenlikleri yoktu.
Bizim gibi bir doğu ve Asya ülkesi olan Japonya hızla kalkınırken; uçaklar, kruvazörler, uçak gemileri, her türlü sınaî eşya üretirken biz gerilik içinde yüzüyorduk.
Bütün ülke bit, sivrisinek, tahtakurusu ile kaynıyor; halk sıtma, verem, frengi ile inliyordu.
Ezanımıza, namazımıza, camimize karışmayın diyen Müslüman irtica ile suçlanarak tutuklanıyor; emekçiler sefalet içinde diyen solcular Komünistlik suçuyla zindana atılıyordu.
Japonlar, son derece karmaşık, öğrenilmesi pek zor yazılarını muhafaza ederek yükselmişler; biz ise bin yıllık yazımızı değiştirip yücelip ilerleyeceğimizi sanmıştık.
Hitler rejimi Almanya’da, Stalin despotluğu Sovyetler Birliğinde, bizdeki kadar lisana, edebiyata, sanata, mimarlığa, kültüre ve tarihe müdahale etmemişti.
Evet Efendiler, Hanımlar, siz sözde bilgili, aydın, elit geçiniyorsunuz ama yakın tarihin gerçeklerini ters yüz ediyorsunuz, halkı aldatmaya çalışıyorsunuz.
Sizin aydınlık altın çağınız aslında çok karanlık ve kanlı bir çağdır.
Millî kimlik ve kültürümüze ağır darbeler vurulmuştur.
O çağda 40 bin köyün birinde bile elektrik yoktu… Doğru dürüst yol yoktu… Çok az sayıda okul ve hastahane vardı…
Halk ihtiyaçlarını, dertlerini yüksek sesle dile getiremiyordu.
O devirde egemenlik kayıtsız şartsız halkındır sözü içi boş bir slogandan ibaretti. Tek parti vardı… Seçimler iki dereceli yapılıyordu… Halk ikinci seçmenleri seçiyor, onlar da açıkta tek partinin oy pusulalarını sandığa atıyordu… Sayım gizli yapıyor ve faşist parti yüzde yüz iktidarı kazanıyordu.
Siz o kadar delisiniz, ölçüsüzsünüz ki, bu anlattığım eski seçimleri görmüyor, bugünkü çoğulcu seçimleri kötülüyorsunuz.
İstiklal Mahkemelerini bile savunanız var. O mahkemeler adalet değil, zulüm üretmiştir. O günlerde Van milletvekili olan merhum İbrahim Arvas, hatıralarında, halkın, yakınlarını kurtarabilmek için büyük miktarda rüşvet verdiğini, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kulplu ve kulpsuz altın sikke kalmadığını yazar.
Evet, bugün ülkemizde bozukluklar vardır ama bunların hiçbiri, o sizin Altın Çağınızdaki kötülükler kadar olamaz.
1920’li yılların sonunda, 30’lu yılların başında meşhur gazeteci Arif Oruç Yarın isimli gazetesinde biraz muhalefet yapmaya kalkmış, sonunda canını kurtarabilmek Bulgaristan’a kaçmak zorunda kalmıştı.
Siz yazar, gazeteci, romancı Sabahattin Ali’yi seversiniz. Ona ne olmuştu? Bulgaristan’a kaçarken, devlet tarafından Trakya’da öldürülmüştü.
Siz Nazım Hikmeti çok seversiniz, yere göğe sığdıramazsınız. Onun başına neler gelmişti? On beş yıl zindanda yatmıştı.
Evet, sizin o yalancı Altın Çağınızda memlekette ekmek yoktu, refah yoktu, hürriyet yoktu, çoğulculuk yoktu, çalışanların sosyal hakları ve güvenlikleri yoktu, sağlık hizmetleri çok azdı, adalet yoktu, eşitlik yoktu, insan hakları yoktu…
Sizin Altın Çağınızda on bin tarihî cami, mescid, medrese, tekke, taşmektep binası, imarethane ve diğer hayrat vakfı satılmış, kiraya verilmiş yahut yıkılıp yok edilmiştir. Zalimler Müslümanların tarihî kabristanlarını bile tahrip etmişlerdi.
30’lu yıllarda bir gece, Ayaspaşa camiinde okunan yatsı ezanı, Park Oteldeki musikiye gölge düşürdüğü için, Belediye temizlik işçileri tarafından sabaha kadar yıkılıp ortadan kaldırılmıştır.
Bir tek, Üsküdar Bülbülderesindeki Sabatay Sevi Dönmeler Mezarlığına dokunmamışlardı. Nedendir acep?
Yakın tarihimizdeki bunca zulmü, terörü görmüyorsunuz; aksine bunları uygarlaşma, ilerleme, çağdaşlaşma olarak gösteriyorsunuz.
Yazıklar olsun size!
Muhammed döneminde elektrik yoktu.seçimler yoktu.parti bile yoktu.camide kim kime sozünü geçirirse.ömer taş kaynatan anneleri kendi gözüyle görmeden insanların açlıktan kırıldığını bile bilmezdi.domates yoktu.fasülye yoktu.tütün yoktu.patlıcan mısır bamya patates biber kahve bile yoktu.ya seks kölesi cariye ya direk köle olurdunuz.hürriyet yoktu ekmek yoktu.o devre altın devri yapanlar delidir.kendi uyduruk fikirlerini gerçekmiş gibi sunarlar.
Bu devleti ve düzeni yıkmak için onun dayanağı olan tarihi sorgulamak gerekir. Muhammed döneminin bugünkü güncel politik mücadeleyle ilgisi yoktur. Devletçi/Kemalist/faşist bir laik/ateist yerine bunlara karşı olan dindarları tercih ederim, ama siz bunun aksini yaparsınız anlaşılan.
Bir yanı ile “Modernleşme” her zaman her niyete yenilen bir muz haline gelebilir… Olguya ne amaçla, ne’yi anlamak ve dönüştürmek isteyip-istememenizle bakacağınıza karar vermelisiniz… “Modernite” neolitik dönem sonrası en büyük bir Devrim’dir ve yeni devrimleri de imkanlı hale getiren bir büyük sıçrayıştır…
“Ama İnsan denilen yaratığın hikayesi böyle; Modernleşme olmadan insanlaşma olmaz! Sekülerleşme olmadan…” yazmaktaki amacım, Laiklik meselesidir. Eygi gibi adamların toplumu ve insanı “dinsel dogmalar” temelinde eleştirebilme cüretinin “batı’da” hesabının görüldüğü son 200 yıla ve bu bağlamda kısaca M.Kemal’in “dinsel iktidar odaklarını tasfiye” girişimine değinmek… (Yine de bu konu eğer tartışılacaksa büyük öznellikler barındırdığı için M. Kemal üzerinden değil, genel olarak yalnızca Modernite-din-toplum- tinsellikler -burjuva toplum-devrim-teknolojinin reddi mümkün mü vb. ve üzerinden yapılmalı… Bu bütünlük içinde M. Kemal mevzusuna da sıra gelemez; gelmemeli; artık bu mevzu “çekirdek çitleme” derekesinde olacaktır.. )
“İnsan nedir?” “Modern insan nedir?” “İlksel insan tür olarak insandır ama harekete geçmemiş potansiyeli ile ne kadar insandır?” Tarihsel, evrimsel gelişme inkarı ile bir yeni hayat yapılabilir mi? İnsan kendini olduğundan daha “geri” sayarak yaşayabilir mi?
Soru şu, “kendinin farkında olmayan bir varlık kendini geliştirebilir mi?” İşte insanın kendini de bir “mesele” olarak görmesi, kendi üzerine “bilimsel” düşünme yöntemleri ile analiz etme süreçleri de “modernite” içinde gerçekleşebilmiştir.. Bu anlamda kullandım sözcüğü…
Laiklik ve seküler düşünce her siyasetten önce gelmez mi?
Modernlik bir yanıyla rededilebilir ama ancak benimseyerek; inkar ile değil… İslamcılık-dincilik bu işi salt inkar ile yapanlardır! Geldikleri yer de çılgınlıktır…
22 no’lu yorumda en başında sorular yanlış sorulmuştur… Mülkiyet modernleşme öncesi de vardı… Demokrasi de “Modernite” ile imkanlı hale gelmiştir; bu da modernitenin sorunu değildir…
İnsanın “modernleşmesi”, “modernitenin” imkanlarını içselleştirmesidir; bu imkanlarla ne yapacağı da zaten günümüzün-çağın en önemli sorunudur…
“Çocuk Gelinler” Trajedisi Ve Faşizan Değerlendirmeler
Tarihe, topluma, insani olana yabancılaşmış; bilimsel düşünceden nasiplenmemiş ama kendilerini ‘her konuda akıl verecek’ konumda bulan “okur-yazarların” var olmayı yaşadıkları, egolarını olabildiğince şişirdikleri zamanlar vardır. Bu zamanlar genelde toplumda yaşanan trajik olaylardır. Kan davası, çocuk istismarı, taciz, çok eşlilik gibi kültürel, doğal, tarihsel boyutları olan trajik olayların nedenlerini sorgulamayan; olayların faillerini/mağdurlarını merkeze alıp yargılayan bu “okur-yazar” takımı”, benzer bir olay ortaya çıkıncaya dek kendilerini besleyecek malzemeyi biriktirirler. Gerçek nedenlerini bilmedikleri veya ortaya koyamadıkları bu tür olaylarda kaynağa yönel(e)miyorlar; sadece günü kurtaracak, egolarını şişirecek sloganik ve yüzeysel yaklaşımlarla geçici bir duygu seli oluşturuyorlar. Bu duygu seli, konunun gerçek nedenlerinin bilinmesine ve çözüm yollarının bulunmasına engel oluyor. Kendileri için asolan “ne kadar ilerici/çağdaş ve gelişmiş” olduklarını göstererek var olmaktır.
Bu bencilce var oluş için ise, birilerini aşağılamak, küçümsemek ve rencide etmek gerekiyor; onlar da gerekeni tereddüt etmeden yapıyorlar. Bu “elitist” ve bencil tutumları, duygu yüklü söylemlerle “sahip çıktıkları” mağdurları daha da mağdur ettiği gibi, pervasızca yaptıkları genellemelerle bir halka dair ırkçı/faşizan değerlendirmelerde de de bulunabiliyorlar.
Kürdlerle ilgili yaşanan bu tür olaylarda, “hümanist” görünümlü bu “okur-yazarlar” hemen piyasada boy gösterirler ve içlerinde var olan gizli devletçiliği/ırkçılığı büyük bir zevkle kusarlar. Bu kesimin “çağdaşlık” anlayışını en iyi yansıtan Gülsüm Bilgehan’dır. Bilindiği gibi Bilgehan, Dersim soykırımını/katliamını savunacak kadar insanlıktan uzaklaşmıştı. Bilgehan’ın soykırımı aklama gerekçesinde “çağdaşlık” olması, “çağdaş kadın”, ve “özgür kadın” kavramlarının Türkiye ve Kürdistan’da neyi ifade ettiğini, hangi anlayıştan beslendiğini göstermesi bakımından çok önemlidir.
Bilgehan, ‘Ortaçağ döneminde yaşayan Tunceliler, Türkiye’nin en eğitimli ve demokrasiye inanan insanları haline geldi’ diyerek açıkça soykırımcı yüzünü göstermişti…
“Çocuk gelinler” ile ilgili yaşanan tartışmalarda, Gülsüm Bilgehan’ın Dersim’e dair faşizan anlayışı ile Kemalist elitlerin/sol faşizmin genel olarak Kürdlere bakışı ile bire bir örtüşüyor.
Sanki bu tür olaylar genetikmiş ve sadece Kürdlere özgüymüş gibi değerlendirmelerde bulunan bu kesimler, faşizme “bilimsel” bir kılıf arayan biyolojik belirlenimcileri hiç aratmıyorlar.
İşin trajik başka bir yanı ise, Kürd “okur-yazarların” da bunlara özenmesi ve aynı anlayışı aynı tarz söylemlerle dile getirmeleridir…
Son günlerde Siirt/Pervari’de yaşanan “çocuk gelin” trajedisi, bu kesimin piyasada bir kez daha boy göstermesine vesile oldu. Yazılı ve görsel basında, özellikle de sosyal medyada bu konu bilinen söylemlerle, yaklaşımlarla işlendi/işleniyor.
Çocuk yaştaki kızlarını evlendirenlere ve onlarla evlenenlere yönelik olarak her türlü aşağılamayı yaparak (pedofili, satıcı, sapık v.s.) “vicdan rahatlatan” bu elit kesim, söz konusu benzer sorunların yaşanmaması için neler yapılabileceğine dair hiçbir somut düşünce ortaya koymadılar. Belli ki var olabilecekleri benzer başka bir olayın ortaya çıkması için büyük bir heyecanla bekleyeceklerdir.
Dünyada etkin olan pozitivist anlayış; Kemalist sol ve onların Kürdistan’a ihraç ettiği PKK’nin “özgür kadın” anlayışını da kapsayan daha genel ve daha bilinçli bir çaba ile halklara/inançlara aynı anlayışla saldırmaktadır. Kürdistan’da yaşanan olaylara “elitist” yaklaşımın düşünsel kaynağı, mekanik ilerlemeci; tepeden dayatmacı pozitivist felsefedir. Bu felsefenin politik temsilcileri (ki kendilerini, sol, sosyalst, çağdaş, ilerici v.s. tanımlamaktadırlar) genel olarak Müslüman toplumlara saldırırken, Kemalist sol ve PKK’nin Kürdleri aşağılayan yaklaşımlarını gösteriyorlar. Pozitivist felsefenin Türkiye ve Kürdistan’daki politik temsilcileri, Ortadoğu’da yaşanan olayları değerlendirirken, Batılı hocalarını aratmıyorlar.
Bu kesim, Müslüman toplumlarda yaşanan tüm olumsuzluklarda, neden olarak İslam dinini gösteriyorlar. Çok eşlilik, Küçük yaşta evlilikler, örtünme en çok eleştiri/saldırı konusu oluyor.
Sıkça verilen bir örnekte ‘ yaklaşık 1400 yıl önce yapılmış olan bir evlilik’ ile ilgilidir. Bu günkü çocuğun, 1400 yıl önce de aynı çocuk olduğu anlayışından hareket eden bu kesim, pervasızca bir dini/inancı yargılayabiliyorlar.
Bir başka örnekleri ise, çok eşliliktir…
Toplumsal evrimin ve bu evrimle bağlantılı kültürün bir gereği olarak yaşanan bu tür olaylar, yer ve zamandan bağımsız değildir; dolayısıyla da belli bir topluma/inanca özgü değildir; toplumun etnik yapısına ve inancına kopmaz bir şekilde yapışmış ta değildir. Geçmişi, bu günün bilinciyle ve değer yargılarıyla anlamak nasıl ki olanaklı değilse, bu günün sorunlarını, geçmişin doğal kültürü, anlayışı ve inancıyla çözmek te olanaklı değildir.
Müslüman toplumlarda ve Kürdistan’da yaşanan bu tür toplumsal olayları bahane edip bir inancı ve bir halkı aşağılayan bu anlayış, ”bilimsellik” maskesi altında bilimi tahrif etmekle kalmıyor, bilim maskesi altında açıkça ırkçılık ta yapmış oluyor. Belki de sol faşizm tanımlamasına en çok denk düşen bu anlayıştır…
Bu tür olaylarda, birey oluş evreleri arasındaki farklar, geç/ergen olgunlaşma ve bunun farklı toplumlarda/kültürlerde kişiye yüklediği misyonlar hesaba katıldığında bu kadar katı değerlendirmelerin yapılamayacağı görülür. Geçmişte yaşanmış ve o zamanın değerleri bakımından doğal, ahlaki olan bir davranış, zaman ve mekân kavramı hesaba katılmadığında ve bu gün dünyada belli yerlerde (özellikle de şehirleşmiş yerlerde, çocukluk evresinin uzun olduğu koşullarda) geçerli olan standartlarla değerlendirildiğinde “ahlaksızlık” olarak nitelendirilebiliyor.
İşin ilginç yanı ise, değişimden rahatsız olan ve mevcut koşulların “avantajlarından” yararlanmayı esas alan gericilerin de, tıpkı mekanik/pozitivist anlayış gibi zaman-makanı hiçe sayan; geçmişe ait olan ve geçmişte kalması gereken bir uygulamayı referans alarak günümüze taşımalarıdır. Çok eşlilik, küçük yaştaki kız çocuklarıyla evlenmek gibi konularda, bu fırsatçı, gerici kesim “Dinimizde helaldir, dinimizde yeri vardır” diyerek sorgulanmanın önünü kesmeye çalışıyorlar.
Elitlerin tepeden ve biçimsel olarak dayattığı değişim ve bu değişime tepki gösterenlerin tepkisini örgütleyen; geçmişe kapanarak avantajlarını korumak isteyen gerici kesimlerin farklı, karşıt konumları ortaklaşıp toplumun gelişimini engelliyor. Bu “ilerici-gerici” karşıtlığı, politik alanda birbirini fazlasıyla besliyor ve üçüncü seçeneklerin hayat bulmasını zorlaştırıyor. Tabanda pek fark edilmeyen bu dolaylı işbirliği ve birbirini karşılıklı besleme, tepede çok bilinçli bir şekilde hayata geçiriliyor. Toplumda, kültürel alanda yaratılan bu karşıtlığın politikaya yansımasından beslenenler çözümün adresi olacak kadar saf değildirler. Bu nedenle, çözüm için bu iki kesim dışında arayışlara yönelmek gerekiyor.
Kürdistan’da meydana gelen bu tür olayların çözümünde birincil derecede sorumluluk alması gereken Kürdlerdir kuşkusuz. Devletin yetiştirdiği ve toplumda “aydın” olarak tanınan akademisyenlerden ve bu tür olayları politik kazanç için bir fırsat olarak kollayan politikacılardan özellikle uzak durmak gerekiyor…
Sorunların bilincinde olan Kürdler, “beyaz Türklere” özenip kendilerini tatmin etmek yerine, politik kaygıları bir kenara bırakarak toplumsal dinamikleri birlikte harekete geçirmelidirler. Sorunun tarihsel, toplumsal, kültürel boyutu dikkate alındığında, her anlayıştan kesimin içinde yer aldığı toplumsal bir kurum oluşturmak gerekiyor. Bu kurum, geçmişe ait olup bu güne uyum sağlayamayan kültürel ayak bağlarını ayıklamalıdır. Unutulmamalıdır ki kültür sabit ve değişmez değildir; canlı ve sürekli yeni öğeler alan kültür, toplumsal gelişmeyi engelleyen ve insanı rencide eden öğeleri de ait olduğu tarihte/zamanda bırakarak zenginleşir ve gelişir. Tabulaşmış hiçbir kültürel öğenin insan yaşamından daha değerli olmadığı bilinciyle hareket edildiğinde, komplekssiz ve sorunsuz bir şekilde sorunun çözümü yönünde adımlar atılabilir. Bu toplumsal yara, devlete, Kemalist elitlere ve onların Kürdistan’a ihraç ettiği anlayışı temsil eden “özgür kadınlara” bırakılmayacak kadar hayatidir.
Özellikle dindar insanların üstleneceği rol çok çok önemlidir. Bu kesimin çabaları, dini kişisel hesapları ve politik kaygıları için bir araç olarak kullananların kozlarını ellerinden alacağı gibi, dini referansların etkisinde kalan halkı da ‘geçmişe ait her uygulamanın bu güne taşınamayacağı’ gerçeğini çok iyi anlatabilirler; halkı ikna edebilirler.
(Doğayı, toplumu ve insanı değişmez olarak algılayan her düşünce ve inanç, zorunlu olarak gericileşir. Değişimin bilincinde olmak, geçmişe ait kuralların, uygulamaların mutlak ve değişmez olmadığını bilmektir, kabul etmektir.)
Kendilerini demokrat, çağdaş veya sosyalist olarak tanımlayanların da, biçimci, dayatmacı ve aşağılayıcı tutumları terk etmesi; yaşanan olayların kültürel geçmişinin bilincine varması ve “özgür kadın” projesini teşhir edip kendilerini farklı konumlandırarak halka yakın olması gerekiyor.
Bu iki kesimin başat rol oynadığı toplumsal bir kurum, öncelikle toplumsal gerçeklikle yüzleşmekten korkmaması gerekiyor. Var olan sorunları tüm çıplaklığıyla görmesi, insanları rencide etmeden ve kişilerin yargılanmasına zemin hazırlamadan sorunun kendisine odaklanması önemlidir. Toplumda var olan sorunların üstünü örterek değil, su yüzüne çıkartarak/görünür kılarak çözebiliriz ancak. Kuşkusuz ki basına yansıyandan çok daha fazla benzer trajedi yaşanıyor ve bunu da hepimiz çok iyi biliyoruz. Önemli olan, bu tür sorunların bir halkı veya bir inancı mahkûm etmediğinin bilincinde olmak; her toplumun/inancın benzer sorunları (farklı zamanlarda) yaşadığı ve bu sorunların aşılabildiği gerçeğini görmektir. Bu yaklaşım; özentili, kompleksli ve kendi kültürüne yabancılaşmış insanların biçimsel yaklaşımını da mahkûm edecektir.
“Beyaz Türklere” özenen Kürd “okur-yazarların”, özellikle de “özgür kadın” anlayışını temsil edenlerin içinde bulunduğu kompleksli ruh halini, toplumsal gerçekliği yok sayan anlayışlarını çok iyi açıklayan (öğrencilik yıllarına ait) bir anımı paylaşmak istiyorum.
Amerika’da eğitim görmüş ve yaşadığımız coğrafyanın kültürüne yabancı olan sosyal psikoloji ders hocası, ‘Çocuk kavramını” işliyordu. Tabii ki Avrupa merkezli düşündüğü için, genel olarak geçmişte kalan toplumsal bir olguyu işlediğini sanıyordu.
Dersin hocası, ‘ Eski dönemlerde çocuk kavramının olmadığını’ söyleyerek bazı örnekler verdi.
Verdiği bir örnek, ‘eskiden 12-13 yaşında evleniyorlardı’ idi. Bu örneği verir vermez bir kız öğrenci, olanaksız bir şey duyuyormuş gibi “nasıl olur böyle bir şey” diyerek şaşkınlığını dışa vurdu. Bu “ilkelliğe” şaşıran “modern” ve aynı zamanda “politik” olan kız öğrenci, okulu bitirdikten sonra amcasının oğluyla evlendi! Öğrencinin Kürd olması, yaşadığı ilçenin de Kürdistan’ın en kapalı yerlerinden biri olması; şaşırarak tepki verdiği olaylara bizzat tanıklık etmiş olması yeteri kadar düşündürücüdür. Küçük yaşta evlilik ile amca çocuğuyla evlilik, aynı kültürün farklı yönleriydi sadece. Aslında bu tepki, kendisine ait olmayan bir duygu ve düşüncenin ürünüydü; tamamen “modern” tanımlanmasının bazı insanlarda yarattığı kompleksli kişiliğin kendisiydi.
Bu örnek, biçimsel modernliğin, toplumsal koşulları yok sayan özentilerin insanı (özellikle de politik arenada geçerli olan insan tipini) kendisine, ailesine ve toplumuna nasıl yabancılaştırdığını göstermesi bakımından ibret vericidir. Ne yazık ki bu gün bu insan tipi, Kürdistan’da özellikle söz sahibi yapılmaktadır. Kişi olarak aşamadıkları birçok sorunu “politik insan” görüntüsü altında örtbas eden bu hastalıklı insanlar, “Eşbaşkanlar” adı altında Kürdistan’ın her yerine “tayin” edilmektedirler.
“Kadın hakları”, “kadın özgürlüğü” adı altında hayata geçirilen bu uygulamanın arkasında, örgütleri, partileri aşan bir anlayışın derin aklı vardır. Tıpkı Türkiye’de “çağdaş kadın” projesinin hayata geçirilmesini sağlayan derin akıl gibi. Türkiye’de doksan yılı aşkın bir süre uygulanan ve toplumu hor gören, aşağılayan “çağdaşlık” projesinin geldiği nokta ortadayken; bu projenin olduğu gibi Kürdistan’da hayata geçirilmesinin yaratacağı tahribatları kestirmek zor olmasa gerek.
Bu biçimsel ve dayatmacı anlayış; toplumsal değişim ve gelişimi sağlayan tüm dinamikleri tahrip ettiği için, doğal değişimin/gelişimin önünü kesmektedir. Toplumsal kültürü; sabit, mutlak ve değişmez olarak görenler toplumsal gelişime ne kadar zarar veriyorlarsa, biçimsel ve dayatmacı değişimi temsil edenler da en az o kadar zarar veriyorlardır. Karşıt ama birbirini besleyen bu iki kültürel anlayış politik alan da olduğu gibi karşımıza çıkıyor. Bu nedenle, iç içe geçmiş (kültür ve siyaset) bu iki alandan birine karşı durmak, bağlantılı olan iki alana da ortak bir karşı duruş sergilemek demektir.
2010 yılında yaşanan bazı taciz, tecavüz olaylarından dolayı benzer tartışmalar yaşanmıştı. 10 Haziran 2010 tarihli ve “Çocuk İstismarı, Taciz ve Tecavüzün Kültürel Kaynakları” başlıklı yazıda, “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışının etkisiyle yüzleşmekten kaçınmamız ve bunun nedenler daha ayrıntılı olarak işlenmişti. Ayrıca, söz konusu yazıda bireyoluş evreleri arasındaki farkların nedenleri ve erken/geç olgunlaşma ile ilgili antropolojik veriler daha ayrıntılı olarak işlenmişti. Bu nedenle söz konusu yazıyı da bağlantılı olduğu için olduğu gibi paylaşmanın yararlı olacağını düşünüyorum…
Berzan BOTÎ
23.01.2014
****
http://www.nasname.com/a/cocuk-istismari–taciz-ve-tecavuzun-kulturel-kaynaklari
Çocuk İstismarı, Taciz ve Tecavüzün Kültürel Kaynakları
Türkiye’de, özellikle de Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan ve çocukları hedef alan taciz, istismar, tecavüz olaylarına gösterilen tepkilerin tümünü aynı nedene bağlamak olanaklı değildir.
Bu konudaki hassasiyetin dışavurumunun etkisiyle tepki gösterenler (özellikle de anneler, kadınlar ve Son zamanlarda çocuklar)çoğunlukta olsa da, azımsanmayacak bir kesimin de olayların yaşanmış olmasından ziyade ortaya çıkmış olmasına yönelik bir “tepki’ verdiği gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Çünkü bilinen birçok olay dışarıya yansımadığı sürece tepkisiz kalabilen kesimler; olayın ifşa olması, başkaları tarafından öğrenilmesiyle birlikte tepki göstermeye başlıyorlar. Bu iki yüzlü kesimin sayıca az olduğu varsayılsa da, bir nevi sessiz onay anlamına gelen çoğunluğun tepkisizliği, duyarsızlığı, onları azınlık olmaktan çıkarıyor ve en azından anlayış olarak egemenliklerini sürdürmelerine katkı sunuyor.
Aile içinde yaşanan bir olay komşular duymasın diye örtbas edilirken bu anlayış zincirleme olarak etkisini sürdürmektedir. Her basamak “iç sorun’ olarak gördüğü suçları, “öteki” olarak gördüğü bir sonraki basamaktan gizleme gereği duyar. Sorunla/suçla bağlantılı olarak basamaklar “öteki’ olarak gördüğü bir basamakla gerektiğinde ortaklık kurabiliyor ve daha üst basamak(lar)a karşı birlikte hareket edebiliyor. Aileden sonra, aşiret, köy, kasaba, şehir, bölge ve ülke bu zincirin halkalarıdır. Ve en son halka olarak da karşımıza BATI’ya karşı DOĞU’culuk çıkıyor.
Kapalı toplumlara özgü “kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışı, içte yaşanan olumsuzlukları dışarıya yansıtmama noktasında oldukça hassas(!) davranmayı sağlıyor. Bu nedenle de, aile içi şiddet, ensest ilişki ve çocuk istismarının en çok yaşandığı toplumlar, dışarıya karşı “küçük düşmemek’ adına sorunların üstünü örten kapalı toplumlardır.
Olayı dışarıya yansıtmama ve gizlemenin yarattığı ikiyüzlülük, olay ortaya çıktığında abartılı tepkilerle telafi edilmeye çalışılıyor. Bu nedenle, bilindiği halde sessiz kalınan suçlara, (irade dışı ) ortaya çıktıktan sonra gösterilen abartılı tepkileri bir nevi “vicdan rahatlatma’ ve “günahtan arınma’ olarak görmek mümkündür. Bağlantılı başka bir etken se, birçok toplumda, özellikle de Ortadoğu toplumlarında hala egemen olan, (olumsuzlukların özenle ayıklandığı ve mitolojilerden beslenen) kurmaca tarih anlayışıyla yüzleşme korkusudur/zorunluluğudur.
Yaşanan istismar, tecavüz ve şiddet olaylarında birincil derecede sorumlu olan devlettir kuşkusuz. Özellikle Yatılı Bölge Okulları’nın, Yetiştirme Yurtları’nın amacı ve yapısı bu tür olaylara zemin hazırlamaktadır. Asimilasyonu amaç olarak benimseyen bir devlet, insanı tarihinden, değerlerinden koparmayı olağan görüyor. Bu yaklaşım her türlü istismarı içinde barındırıyor zaten.
Ancak sorunu sadece devlet politikalarıyla açıklamaya çalışmak eksik bir yaklaşım olur ve sorunu çözme noktasında fazla ilerleme kaydedilemez.
Toplumda “söz sahibi’ bazı inanların konuya dair değerlendirmelerine bakıldığında sorunu anlamada ne kadar geri olduğumuz daha net görülür.
İmralı’dan gelen değerlendirme, “Siirt’te ortaya çıkan olayın nedeni olarak Belediye başkanlığının el değiştirmesi” yönündeydi. Bu basit yaklaşımı aratmayacak benzer bir açıklama da yine aynı anlayışın bir temsilcisi tarafından dile getirildi ve olayların nedeni olarak son zamanlarda yoğunlaşan operasyonlar gösterildi. Bazı “sosyalist’ çevrelerden gelen değerlendirmeler de bilinen “her şeyin sorumlusu vahşi kapitalizm’ teziydi. Muhafazakâr kesimin yaklaşımı ve çözümü ise, daha çok kapanmak ve geleneklere sıkı sıkıya bağlanmak yönündeydi. Bu değerlendirmelere bakıldığında farklı bir istismarla karşılıyoruz.
Bu istismar, yaşanan insanlık dışı uygulamaların nedenlerini görmek veçözüme katkı sunmak yerine her kesimin kendi politik kazanımlarını hesaplayarak olaya yaklaşmasıdır.
Görülmeyen, görülmek istenmeyen temel nedenlerden biri, “ilkel’ toplumlara özgü bazı geleneklerin, yaşam tarzlarının ve bakış açılarının günümüze taşınmasıdır.
Tarihimizle, kültürümüzle dolayız bir yüzleşme ve hesaplaşma sağlandığında ortaya çıkan olaylara bu egemen anlayış tarafından gösterilen tepkilerin daha çok “ortaya çıkmasına/bilinmesine” yönelik olduğu rahatlıkla görülür. Bütün sorunlarda olduğu gibi çocuk itismarının da engellenebilmesi, hiç olmazsa bu suçların en aza indirilebilmesi için yapılması gereken ilk iş sorunla gerçekçi bir yüzleşmedir.
Kültürümüzde içkin, çoğunluğun bilip itiraz etmediği, (kiminin itiraz edemediği) dahası belli bir kesimin bundan hoşnut olduğu ama bugün savunulamayan bazı uygulamalar/sorunlar vardır. Bu sorunlar bilinmesine rağmen dillendirilmiyor, dillendirilmediği için de çözülmüyor.
Bu gizlemede amaç, “namuslu’ ve temiz bir geçmiş algısının yerleşmesini sağlamak, gerçek tarih yerine “mit’lere” dayanan ve sadece iyi, güzel, doğru ve kahramanlığın geçtiği bir hikâyeci tarih anlayışının yerleşmesini sağlamaktır. Bu algı ve düşüncelerle şekillenmiş toplumları yönetmek, yönlendirmek her zaman daha kolay olmuştur. Bu nedenle de egemenler kitleleri yönetmek için bu kadar etkili olan bir silahı fazlasıyla kullanmaktadırlar.
Şüphesiz bu uygulamalar/sorunlar sadece toplumumuza veya Ortadoğu’ya özgü değildir. Hemen hemen her halk, bulundukları toplumsal evrimin aşamasıyla bağlantılı olarak, bu sorunları azçok yaşamıştır; bazıları yaşayıp aşmış bazıları da hala yaşıyor; tıpkı bizim gibi…
Sorunları çözebilmek için öncelikle sorunun bilinmesi, bilinmesi içinse, hangi koşullarda/neden ortaya çıktığının irdelenmesi gerekiyor. Sorunları nedensel olarak bilmek, nasıl ortadan kalkacağını bilmeyi de beraber getirebilir ancak.
Toplumumuzda ortaya çıkandan/dillendirilenden çok daha yaygın olan “çocuk istismarı’nın” birçok nedeni olsa da, (sosyal, politik, psikolojik v.s) bunlar içinde özellikli bir yere sahip olanı, “çocuk kavramı’nın” kültürümüzde gerektiği kadar yer almamış ve bu kavrama uygun davranış biçimlerini benimsememiş olmamızdır.
Çocuk kavramı Ortaçağ Avrupa’sında da yoktu. Kent Kültürünün gelişmesi, Rönesans, reform ve aydınlanma süreçleriyle iç içe ve bağlantılı olarak ortaya çıkan, gelişerek içeriği zenginleşen çocuk kavramı, çocukluk evresinin yasalarla belirlenmesini, toplumsal yapıdaki yeni yerleri/rolleri ve belli haklarla korunmaları gibi düzenlemeleri de beraberinde getirdi.
Çocukluk evresinin toplumdan topluma farklılık göstermesi, toplumların çocuklara yönelik davranışlarını/bakış açılarını da önemli ölçüde belirlemiştir.
Bazı toplumlarda bireyoluş evresinin kısa sürmesi, başka bir deyişle çocukların erken olgunlaşarak erişkin bir insan gibi muamele görmesi araştırmacıların/bilim insanlarının ilgisini çekmiştir. Bu ilgi özellikle 19 ve 20. Yüz yıllarda birçok araştırmaya neden olmakla kalmamış birçok tartışmayı da beraberinde getirmiş.
Bu tartışmalarda “erken/geç olgunlaşma’ nın nedenleri hem biyolojik (Briffauld gibi) hem de kültürel (Durand gibi) olarak ele alınırken; erken/geç olgunlaşma ile zeka arasında (Engels ve Gould gibi) bir bağ olup olmadığı, geç olgunlaşmanın/diğer canlılar gibi donatılmamış olarak dünyaya gelmenin insanı bir eksiklikler varlığı mı (Gehlen gibi), yoksa gelişmiş beyni sayesinde fazlalığın/avantajlı olmanın mı (Childe, Gould gibi) göstergesi olduğu üzerinde durulmuş, hatta ırkçılığa “bilimsel’ bir kılıf bulmak için bile “erken/geç olgunlaşma’ dan yararlanılmaya çalışılmıştır. (Brington ve Bolck gibi)
Batılı araştırmacıların konuya dair veri elde etme çabası onları ilk yaşam biçimlerinin hüküm sürdüğü topluluklarda çalışmaya sevk etmiştir. Çünkü “erken olgunlaşma’nın en çok görüldüğü yer, “ilkel topluluklar’ olarak adlandırılan ve ilk yaşam biçiminin egemen olduğu topluluklardır.
Farklı yaşam biçimlerinin hüküm sürdüğü coğrafyamızda konuya dair tartışmaya katılmak için başka topluluklarda veri toplama ve iddialarımızı doğrulama çabası içerisine girmemiz gerekmiyor.
Örneğin, W.Durant, “bir erkeğin, ölen kardeşinin dul karısıyla evlenmeye mecbur tutulmasını’ grup evliliğinin kalıntısı olarak görüyor ve erken olgunlaşmaya da Kızılderililerden örnek veriyor:
“Omaha Kızılderililerinde, on yaşında bir çocuğun babasının yaptığı tüm işleri yapabilecek duruma gelmesi; Akutlarda on yaşına basan bir çocuğun genellikle hayata atılması ve bazen de evlenmesi; Nijerya’da, altı ile sekiz yaşlarında çocukların büyüklerden ayrılıp bir kulübede yaşayarak, avlanıp ayrı bir yaşam sürdürmeye başlamaları, erken olgunlaşmaya/bireyoluş evresinin çok hızlı tamamlanmasına gösterilebilecek bazı örneklerdir.’ Diyor.
Birçok yaşam biçimini içinde barındıran toplumumuzda, grup evliliğinin kalıntılarını bulmak için herhangi bir araştırma yapmamız gerekmiyor; sadece çevremize bakmamız yeterlidir. Yani bu kalıntıları bulmak için ilk Yahudilerde aramamıza gerek yoktur.
Ülkemizde, özellikle de kırsal kesimde/bazı yörelerde, ölen kardeşin dul karısıyla evlenmek çok doğal hatta kaçınılmaz bir görev iken, dul kalan kadının erkeğin ailesinden ayrılarak yabancı biriyle evlenmesi genellikle yadırganan bir durumdur. Bazen daha uç örneklere de rastlıyoruz; ölen erkeğin ergin erkek kardeşi yoksa, çocuk yaştaki erkek kardeş yengesiyle (abisinin dul eşiyle) evlendirilir. Bu gerçekliği, kırsal kesimle bağı olan herkes bildiği gibi, direkt bağı olmayıp toplumu tanıma çabası olan herkes de bu bilgiyi istediğinde doğrulayabilir.
Ülkemizde grup evliliğinin kalıntılarını çok kolay bulabildiğimiz gibi, bireyoluş evreleri arasındaki farklılığı da kolaylıkla gözlemleyebileceğimiz verilere sahibiz. Araştırmacıların genellikle, Afrika’da veya Kızılderililer arasında yaptıkları çalışmalarla ortaya serdikleri verilere ulaşmak, ülkemiz insanı için kolaydır.
Kürdistan’ın kırsal kesimlerinde 12-14 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesi hala belirli çevrelerce olağan karşılanabilmektedir. Yaşadıkları ilkel koşullar gereği, doğal çevreyle sınırlı bir yaşam sürdürmek zorunda kalan çocukların “erken olgunlaşması’ ve 12 yaşlarında evlendirilmesi, ilkel düşünce biçimine göre olağandı. Ancak yaşadığımız çağda böyle bir evliliğin adı tereddütsüz tecavüzdür. Bu nedenle, böyle evliliklere izin verenler, çocukla evlenen erkekler ve sessiz kalan herkes de bu tecavüzde pay sahibidir.
Yine ilkel yaşama ait olan ve bazı Afrika kabilelerinde görülen, “Kadın Genitalinin Sakatlandırılması” uygulamasına da, ülkemizde (sınırlı da olsa) hala rastlanabiliyor. Hassas bir dönem, şimdi sırası değil, birileri kendi amaçları doğrultusunda kullanır gibi mazeretlere sığınarak bu uygulamaya sessiz kalmak suç ortaklığıdır. Ortadoğu bataklığında birçok alanda örnek olabilecek adımlar atan Güney Kürdistan yönetiminin artılarını alkışlarken, bu ilkel uygulamaya karşı yeterli çabayı sarf etmediği gerçeğini dillendirmek, eleştirmek duyarlı olmanın gereğidir.
Söz konusu üç örnek te, “ilkel’ denilen ilk yaşam biçimlerine özgü uygulamalardır. Bütün olarak baktığımızda temel sıkıntı, değişen maddi koşullara uygun olarak zihniyetimizi/eskiye ait kültürümüzü hala değiştirememiş olmamızdır.
Kültürel değişimin sağlanamamasının birçok nedeni ve direnç odağı vardır. Bu direnç odaklarının başında, kültürümüzde içkin olan erkek egemen anlayışın sağladığı avantajlardan(!) vazgeçmek istemeyen kesimlerin sanıldığından çok daha fazla olmasıdır.
Başka bir direnç kaynağıysa, egemen olan din anlayışının bu tür suçları meşru gördüğü inancıdır. Bu meşruiyet, 1400 yıl önceki uygulamalar referans gösterilerek sağlanmaya çalışılıyor.
Oysa 1400 yıl önceki uygulamalar da, “erken/geç olgunlaşma’dan” bağımsız değildir. Bu nedenle, 1400 yıl öncesinin uygulamalarını bugünden bakarak mahkûm etmeye çalışmak ne kadar yanlışsa, o günün uygulamalarını bugüne taşımak ve referans almak ta o kadar yanlıştır.
Bu iki direnç kaynağını da besleyen Kültür anlayışımızdır. Kültüre genel anlamda aksiyolojik (değer yükleyici) bir yaklaşım gösterildiğinde, kültür=değer sonucuna varılır. Bu mantıktan beslenen statükocu kesim, yanlışlara karşı gelişen her türlü mücadeleyi, başkaldırıyı “değerlerimize saldırı’ olarak lanse etmekte ve girişimleri etkisiz kılabilmektedir.
Oysa her kültür/gelenek değer içermiyor.
Belli dönemlerde işlevsel olan bazı uygulamalar, değişen koşullarda toplumsal gelişmenin, özgürleşmenin önünde bir engel görevi görebiliyor. Değer içermeyen ve eskiye ait olan gelenekleri değiştirmek, aşmak ve ortadan kaldırmak özgürleşmenin zorunlu koşuludur. Bunun yanında evrensel olan ve koşullara göre biçimce değişiklik gösterse de içeriği değişmeyen Kültürel/geleneksel olan değerlerimiz vardır; dayanışma, yardımlaşma, haksızlığa karşı çıkma gibi…
Bu nedenle kültüre yaklaşımda genelleyici bir tutum yerine, artı-eksi olarak önce ayrıştırmak ve artıları aksiyolojik eksileri de fonksiyonel bir tarzda yorumlamak gerekiyor.
“Toplumsal maddi koşulların değişmesi düşünceyi de değiştirir’ tezi genel hatlarıyla doğru olsa da, bunu mekanik bir tarzda “alt yapı üst yapıyı belirler” formülasyonu şeklinde değerlendiremiyeceğimiz ortadadır. Zaten yaşadığımız “modern’ çağda “ilkel’ bir zihniyete sahip olmamız da, alt yapı-üst yapı ilişkisini mekanik bir tarzda yorumlayamayacağımızı gösteriyor.
Mekanik yorumlamakla, “kaderimize razı olma’yı da kabul etmiş oluruz. Düşünce ve maddi koşullar arasındaki diyalektik ilişkiyi, karşılıklı etkileşimi dikkate aldığımızda, maddi koşullarla parelelik arz etmeyen, değişmeyen (ki genel olarak zihniyetin değişimi maddi koşullara göre çok daha geç değişir) düşüncelerimizi/kültürümüzü değiştirmek için çaba sarf etmenin gerekliliği ortaya çıkar. Zaten genel anlamda örgütlenmek, mücadele etmek te yanlış olan bir şeyleri düzeltmek için değil mi?
Sonuç olarak;
Devletin her alanda olduğu gibi çocuk istismarında da oynadığı olumsuz rolü ve genel anlamda kapitalizmin insan dahil her şeyi pazarlanabilir meta olarak görmesinin olumsuz etkileri yanında, bizden kaynaklanan nedenler de azımsanmayacak derecededir.
Öncelikle kültürümüzden kaynaklı olumsuzluklara karşı durmak ve çocukları, kadınları istismar eden, baskı altında tutan çağdışı uygulamaları kültürümüzden ayıklamak zorundayız. İstismarı da sadece cinsel alanla sınırlandırmamak gerekiyor.
Örneğin, yine “erken olgunlaşan” ilk toplumlara özgü olan ve Ortadoğu Kültüründe yüceltilen “çocuk eylemcilerin’ (hatırlanacağı gibi Yasar Arafat, eylem yapan çocukları “küçük generallerim’ olarak tanımlamıştı) eyleme sürüklenmesi de gerçek bir istismardır ve devletin yaptığından hiç te farklı değildir.
Çünkü düşünsel olgunluğa erişmemiş, dolayısıyla vasisiz, kendi başına kendi yaşamıyla ilgili kararlar veremeyecek olan çocukları, hangi amaçla olursa olsun, kendilerine zarar verecek şekilde bir eyleme sevk etmek istismardır.
Kendi içimizdeki istismarlara karşı net bir tutum takınmadığımız sürece de devletin istismarlarına karşı etkili bir mücadeleyi zaten geliştiremeyiz. Kendi gerçekliğimizle yüzleşme cesareti gösteremezsek, tıpkı “beyaz adam’ın yerlilere bakışı gibi, “beyaz Türkler’ de egemen bakışla bizi bize ve dünyaya (işine geldiği gibi) anlatmaya devam edecek…
14 Haziran 2010
Berzan BOTÎ
http://www.nasname.com/a/cocuk-gelinler-trajedisi-ve-faiszan-degerlendirmeler
Üzer
1. İki insanın karşılıklı rızasıyla yapılan işler, üçüncü kişilere zararı yoksa kamuyu ilgilendirmez. Asıl vahim tecavüz, kamunun üzerine vazife olmayan işlere burnunu sokmasıdır.
2. Reşit olmayanların hukukunu ana baba veya vasi temsil eder. Ana baba ve vasi çocuğa karşı açık düşmanlık içinde değilse elaleme susmak düşer.
3. Aile içi cinayete ve işkenceye karşı oluşturulmuş bir müdahale hakkını çocuğun rızasına rağmen kullanmak, kamu gücünün suiistimalidir. Kanserleşmiş devletin yeni bir tezahürüdür.
4. Çocuğun hukukunu üç tane kokmuş devlet memuru ana babasından daha mı iyi koruyacak? Gülünç!
5. Adlı Tıp raporları yalandır. Adli Tıp Kurumu çürük devlet yapısının en çürük birimlerindendir.
6. Kızın “ruhsal yapısı bozulmuş” diyorlar. Neden ve nasıl bozulmuş, açıklanmadı. Acaba kendi yüzünden Hüseyin amcasının başına gelenlerden midir? Yoksa medyanın toplu tecavüzü müdür sebep?
7. Onüç yaşındaki kızları nikâhlayıp kapatmanın cezası hapis ise, Hz. Muhammed’in de hapsi gerekirdi. Aşağı yukarı bütün Osmanlı sultanlarının da.
8. 78 yaşında bir adamı 13 yıla mahkûm etmek zulümdür. Kaçma ihtimali olmayan bir adamı kelepçeyle gezdirmek terbiyesizliktir.
9. “Halk öyle istedi” diye adaleti alet etmek en büyük zulüm ve en büyük terbiyesizliktir. Hüseyin Üzmez kamuoyu yaygarasına kurban edilmiştir.
10. Hayatı boyunca linççilikle yaşamış bir adamın linç edilmesi kaderin cilvesidir. İbret almak gerekir.
*
Devam…
11. Bir şeyi ahlaken beğenmemek başka şeydir, suç ilan edip yargılamak başka şeydir. İkisinin farkını anlamadan medeni bir toplum olunamaz, aşiret olunur.
12. Devletin topluma tecavüz etmesi, ihtiyar bir adamın 13 yaşındaki kıza tecavüz etmesinden (eğer tecavüzse) daha tehlikeli ve daha zararlıdır.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2009/09/uzer.html
Bir garip modernleşme tarihi: İdama hayır, Kürtaja evet
Cemile BAYRAKTAR
Fundamentalizm, anlam olarak aşırı dindarlık, köktencilik demektir. Bu kavram pekala Hristiyanlık yahut Yahudilik ile birlikte bir tanımlama olarak kullanılabilir. Ancak bilinçli olarak antiislamistlerce İslam ile birlikte kullanılmaktadır. Hatta Nira Yuval-Davis, Gita Sahgal gibi yazarlar, bunu yaparken fundamentalizmin “Kadın bedenini kontrol etmek isteyen” bir proje olduğunu iddia ederler. Oysa proje Davis ve Sahgal söylemleridir.
Türkiye, bir garip modernleşme tarihi yaşamıştır. Oldukça jakoben bir modernleşme sürecimiz sonunda tutarsız ve tuhaf sonuçlar çıkması da oldukça olağan. Hem kendi köklerinden beslenen hem de modernleşmenin bir ideal olduğuna inanan, köküyle bağını kopartmadan modernleşmek isteyenlerce “din” konforlu ve kullanışlı bir argümandır, bu tipoloji dindar görünmekten itina ile kaçınır, kendini zihnine göre değil “din”e göre konumlandırır, bunun sonucunda ciddi bir tutarsızlık olarak ortaya çıkar.
Geçtiğimiz günlerde çok acı bir çocuk cinayeti yaşadık, bu acı “idam” tartışmalarını gündeme getirdi. Vaktiyle de “kürtaj” tartışmaları yaşamıştık, bir kesimin söylemi “Benim bedenim, benim kararım, kürtaja evet” şeklinde olmuştu. Başta CHP Milletvekili Aylin Nazlıaka olmak üzere, vaktiyle “kürtaja evet” diyen birçok ismin, “idama hayır” dediğine şahit oldum.
“İdama hayır” diyenler için idam çağdışı uygulamaydı, “yaşam hakkı kutsaldı” oysa “kürtaj” bir çeşit tercihti, kadın bunun kararını verebilirdi. Savunmaları ve söylemleri bu şekildeydi.
İdam olmalı mı, olmamalı mı? Kürtaj olmalı mı, olmamalı mı? Açıkçası bu tartışmalar başka bir bahsin konusu diye düşünüyorum. Zira mevzu kendimizi konumlandırdığımız nokta ve savunmalarımızdaki tutarsızlık! Bir kadın düşünün, bir anne düşünün kalbi atan, yaşam belirtisi göstermiş masum evladını henüz dünyaya gelmeden “öldürmenin” bir ‘cinayetin’ gereğini savunuyor, bu konuda hak talep ediyor. Aynı anne, iş cinayet işlemiş, sapık bir caniye gelince “yaşam hakkı kutsaldır” diyebiliyor. Çok merak ediyorum, bir insanı bu denli aşırı kutuplu düşünmeye kim ve ne ikna edebiliyor? Kutsal olan yaşam hakkını doğmamış evladından esirgeyen insan, bir caniden nasıl esirgemiyor? Din’e göre pozisyon almak hiç bu kadar vahim bir boyuta ulaşmamış oluyor.
Birkaç gün evvel Zaman yazarı Sahin Alpay, “idam” tartışmaları başlığında bir çocuğun katili olan bir cani ile, Mısır’da haklarında idam kararı çıkartılan binden fazla insanı aynı kefeye koymak gibi gaflette bulundu. Yani, sapık bir cani ile kendisine zulmedilen darbe karşıtlarını eşitledi. Yukarıda ifade ettiğim bir tutarsızlığı, bir düşünmezliği biz burada da gördük. Alpay’a sormak lazım, idam edilen İslamcılar olunca mı siz üç maymun tepkisi veriyorsunuz yahut sakat analojiler kuruyorsunuz?
Durumdaki tek tutarlılık ise şu; CHP ve bir Zaman yazarının mesele “din” olduğunda aynı pozisyona düşebildiği. Diğer tutarlılık ise benim değil yine Zaman’dan bir ismin, Hüseyin Gülerce’nin söylemine binaen Cemaat’in CHP’ye oy toplaması. Yani oy topladığı bir zihniyetle aynı pozisyonda, gayet tutarlı!
Bir garip Türkiye modernleşmesinde gelinen nokta bu: Dindar görünme ürküntüsüyle, hümanist olduğu iddia edilen ama tam aksi insanlık dışı olan uygulamalara dair savunmalar üretme, tutarsızlık ve vahşilik pahasına…
Yeri gelmişken; Atatürk’ün veli ahtı CHP’liler, idama karşı insanın kutsal yaşam hakkını savunurken, İstiklâl Mahkemelerince idam edilen insanların, İngiliz ajanı iftirası atılan Seyh Said’in, Dersim’de katledilenlerin yaşam hakkı için de bir şeyler söyleyebilirler mi acaba? Yoksa Sabiha Gökçen de “Benim bombam, benim kararım mı?” demişti? Yoksa o acı da her acımızda olduğu gibi dindar görünmekten, din ile ilişkilendirilmekten kaçınmayanlardan mı beklenecek, nicesi gibi…
http://www.duzceyerelhaber.com/cemile-bayraktar/24702-bir-garip-modernlesme-tarihi-idama-hayir-kurtaja-evet
“Cahil bedevilerin çocuklarını diri diri toprağa gömme vahşetlerini dinlerken tüyleri ürperen medenilerin, çocuk düşürme cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da ne kadar esef edilse azdır.”
http://www.kuranikerim.com/telmalili/tekvir.htm
–
http://www.hurriyet.com.tr/mahkeme-konteynerde-olen-bebegin-kac-saat-yasadiginin-saptanmasini-istedi-40225725