İhsan Eliaçık / “MÜSLÜMANLAR PARİS’TEKİ KATLİAMI AMASIZ, FAKATSIZ LANETLEMELİ”
SÖYLEŞİ- Evrensel Gazetesi
10 Ocak 2015, Cumartesi
Söyleşiler
Erdal İMREK/İstanbul
Fransa’nın başkenti Paris’te 3 kişinin mizah dergisi Charlie Hebdo’yu basarak ‘Allahu ekber’ nidalarıyla 12 kişiyi katletmesi gündeme bomba gibi düştü. Katliamın ardından uzun zamandır şiddet, kafa kesme, infaz, esirleri köle pazarlarında satmakla anılan İslamist örgütlere dair yürüyen ‘Gerçek İslam bu mu değil mi’ tartışması bir kez daha gündeme gelirken, bir taraftan katliamı lanetleyen gösteriler ama diğer taraftan örneğin Türkiye’de hem devlet yetkilileri hem de geniş bir kitle ‘Ama batı da Müslümanları çok dışladı, onlar da İslam’la alay etti’ gibi değerlendirmeler yapıldı. Hatta Charlie Hebdo katliamını gösterip, Türkiye’de dini eleştirenleri tehdit edenler oldu. İslami camiaya ve mevcut din algısına sert eleştiriler getiren Yazar İhsan Eliaçık’la İnşa Kültürevi’ndeki ofisinde Paris saldırısını ve ardından ortaya çıkan tartışmaları, İslam’da bu tür katliamların yeri olup olmadığını, bu olaylara yol açan İslam algısını konuştuk.
Allah’ın 99 isminin yazılı olduğu büyük bir tablonun altında gerçekleşen sohbetimizde, Eliaçık, “Böylesi bir katliamı duyar duymaz, amasız, fakatsız lanetlemek lazım. Burada mazlum olan öldürülen 12 Hıristiyan, zalim olan ise Allahu ekber diye bağırıp öldüren Müslümanlardır” dedi. Egemen İslam anlayışının bu tür katliamlar yapmayı kendisine hak gören bir ortam yarattığını söyleyen Eliaçık, Türkiye için de şöyle ciddi bir uyarı yapıyor; “Türkiye’de hükümetin de desteklediği din algısı, bu tür saldırıları bizim ülkemizde de kendisine hak gören insanları açığa çıkarır. Bugün Türkiye’deki ortalama bir cemaatte mevcut din anlayışıyla eğitilen bir genç 3 gömlek sonra IŞİD’cidir.” İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajının Ebuzer’in ölümü, üç halifenin katledilmesi, Mekke, Medine’nin basılması, Kerbela’da Hazreti Hüseyin’in kafasının kesilip saraya gönderilmesiyle bittiğini söyleyen Eliaçık, “Ondan sonraki nedir; kanlı imparatorluklar tarihidir. Ele geçirme, işgal, fetih hareketleri. İslam’ın barışçıl ruhu peygamberden 50 yıl sonra bitmiştir. Dünyaya vereceğini vermiş, sonra bitmiş” diyor. Eliaçık’la İslam tarihinde kan ve şiddetin yerini, nasıl bu aşamaya gelindiğini ve günümüzde orta yerde duran büyük tehlikeyi konuştuk.
DİNLE ALAY EDİLİYORSA ORADAN GİDERSİN, O KADAR!
Doğrudan sorayım; 12 yazar ve çizerin öldürüldüğü Charlie Hebdo saldırısıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu eylemciler Müslümanlık adına hareket ediyor. 12 kişiyi öldürdükten sonra tekbir getiriyor ve ‘Müslümanların intikamını aldık’ diye bağırıyor. Dolaysıyla din kaygısıyla hareket ettikleri ortaya çıkıyor. Allah’la dalga geçildiğini ve buna karşı din kaygısıyla hareket ettiklerini söylüyor. Eğer öyleyse yaptıklarının dine uygun olması lazım. Dine uygun olması için de İslamiyet’te onun Allahı’yla, peygamberleriyle, diniyle alay edenlerin durumu nedir? Bu durumda Müslümanlar nasıl davranmalı? Bunun iyi bilinmesi gerek. Bu konuda ben cehalet, hırs ve taassup (Türkçe karşılığı: Bir düşünceye, inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başkasını düşünememe durumu, bağnazlık) içinde olduklarını düşünüyorum. Din adına hareket ediyorlar ama dinlerini bilmiyorlar. Ben Kur’an-ı Kerim’de alay konusunun geçtiği bütün bölümleri inceledim. Kur’an-ı Kerim’de yaklaşık 42 yerde dinle, Allah’la, onun elçisiyle ve hükümleriyle alay etmek, dalga geçmek konusu ele alınır. Ve burada dinle alay edenlerin öldürülmeleri ya da cezalandırılmaları gerektiğine dair hiçbir hüküm yok. Mesela Elam Suresi 68. ayet, “Alay edenleri, eğlenceye alanları gördüğün zaman onların yanından uzaklaş, konuyu değiştirene kadar da onlarla oturma” diyor. Bu kadar. Bu neyi gerektirir; fikire fikirle, yazıya yazıyla karşılık vermeyi. En fazla mizah dergisinin önünde toplanıp yapılan alayların rencide edici olduğuna dair bir bildiri okunur.
Ama onlar 12 kişiyi İslam adına katlettiklerinden emin…
Bunun Allah’ın diniyle hiçbir alakası yoktur. Birisi alay ettiği zaman adam kafasına göre adalet icra ediyor. Sinirleniyor; ‘Bunu infaz etmem lazım’ diyor, gidip onu öldürüyor. Dindar olmak böyle bir şey değil.
İSLAMIN BARIŞÇIL MESAJI KERBELA’DA BİTMİŞTİR
Paris’teki katliamdan sonra, ‘Bu tür örgütleri, İslami şiddeti batı yarattı’ diyerek topu oraya atanlar da var…
Evet, ‘Batılılar geldi bizi işgal etti, onlar da Irak’ta 1 milyon kişiyi öldürdü, öfke dolu bir kuşak doğdu, batı İslam dünyasının örgütlerini terörize etti, onların şiddete baş vurmasına yol açtı, bu örgütleri onlar yarattı’ deniyor. Ama bana göre bunun ortaya çıkan tabloya etkisi yüzde 1 bile değildir. Yüzde 99’u içeridedir. Bu görüşlere sığınanların şuna cevap vermesi gerek; İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi kim basıp ateşe verdi? İslam tarihi kan şiddet ve ayaklanmaları bastırmakla dolu. Sulh yoluyla el değiştiren bir tane iktidar yok İslam tarihinde. Hep kanlı darbe, kılıç. Sen bunu bir kere tesis edememişsin kardeşim. İslam tarihi bu açıdan kendisiyle yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir. Peygamberin bütün mesajı Kerbela’da bitmiştir. İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbela’da toprağa gömülmüştür. Ebuzer’in ölümüyle, üç halifenin katledilmesiyle, Mekke, Medine’nin basılmasıyla, Kerbela’da peygamberin torunlarının toprağın altına gömülmesi, Hüseyin’in kafasının kesilip, saraya gönderilmesiyle bu iş bitti. Ondan sonraki nedir; kanlı imparatorluklar tarihidir. Emeviler, Abbasiler, Osmanlılar… Ele geçirme, işgal, fetih hareketleri. İslam’ın barışçıl ruhu peygamberden 50 yıl sonra bitmiştir. Dünyaya vereceğini vermiş, sonra bitmiş. Sonra, devlete, imparatorluğa, ele geçirme, fethetme biçiminde klasik bir iktidara dönüşmüş.
MEVCUT İSLAM KÜLTÜRÜ ÖLDÜRMEYİ, ÇALMAYI ÖNEMSEMEYİP, TESPİH ÇEKİP, ZİKİR YAPMAYI GÖKLERE ÇIKARIYOR
Türkiye İslamcı bir parti tarafından yönetiliyor. Tayyip Erdoğan ‘Affedersiniz bana Ermeni diyenler bile oldu’ diyor. Hükümet yetkilileri azınlıklara, Alevilere dair ayrımcı bir dil kullanıyor. Ya da Vahdet gazetesi yazarı Paris’teki saldırının ardından Türkiye’den bir karikatüristi hedef gösteren tweet atıyor. Hükümet yandaşı gazeteler, yazarlar birçok kere başka dinden ya da ateist olanı hedef gösteriyor. Sizin eleştirdiğiniz İslam anlayışı Türkiye’deki ortamdan da kendisine vazife çıkarabilir mi?
Evet olabilir. Şimdi zaten Paris’teki katliamı yapan iki kardeş Mağrib kökenli. Onların beslendiği kültürle Suriye’deki, Irak’taki, Suudi Arabistan’daki, Türkiye’deki veya İslam dünyasındaki herhangi bir ülkedeki birçok cemaatin beslendiği kültür aynı. Ben buna sorgulanmamış eski İslam kültürü diyorum. Sorgulanmamış, yüzleşilmemiş, eski İslam kültürü, ‘geleneğimiz böyle’ diye nesilden nesile aktarılıyor. ‘Önceki atalarımız böyle uygun gördü, önceki alimler böyle diyor. Onların kitaplarında böyle geçiyor’ diye sorgulanmaksızın nesilden nesile aktarılıyor. Bunları sorgulayanlar da yeni din icat etmekle, modernizmin etkisinde olmakla suçlanıyor. Bu eski İslam kültürü nerede başladı; Kerbela’dan sonra kanlı iç savaşlar başladı. Sırf 91 yıllık Emevi döneminde 40’a yakın ayaklanma var; hepsi kanla bastırıldı. Abbasiler döneminde yüzlerce, Osmanlı döneminde onlarca ayaklanma kanla bastırıldı. Sadece Yavuz Sultan Selim, 40 bin Alevi’yi kesti. İslam dünyasında huzurun ve barışın geldiği, kimsenin kimseyi öldürmediği, kimseye saldırmadığı, savaşın çıkmadığı, ayaklanmanın olmadığı ve onun kanla bastırılmadığı 10 sene yok kardeşim. Bu sorgulanmamış eski İslam kültürü; bütün bu savaş tarihi, ayaklanmalar, iç savaşlar tarihi içinde yoğrularak oluşmuş bir kültür. Bu kültür diyor ki; dine girmek için sünnet olacaksın; yani kesmek. Dine girdiğin zaman namaz kılmak için kırbaç vurulur. Bütün mezheplerde içtihat. Yani dini inançları ve ritüelleri uygulamak için kişiye baskı yapılabilir. Örtünmeye zorlanabilir, 7 yaşına geldiğinde çocuk namaz kılmıyorsa dövülür. Dinden çıkan öldürülür. Bunu da koymuşlar. Hepsi bu ortamda oluşmuştur. Adam öldürmeyi, çalmayı, iftira etmeyi önemsemeyen ama tespih çekmeyi, namaz kılmayı, zikir yapmayı göklere çıkaran bir kültür bu.
‘BU KÜLTÜR MÜSLÜMANLARIN İŞLEDİĞİ CİNAYETLER VE YEDİĞİ HALTLARI ÖRTBAS ETMEK İÇİN UYDURULDU’
Bu Emevi döneminde oluştu. Adam Kerbela Katliamını yapmış, 4 büyük dinin 4 büyük suçunu işlemiş; Öldürmek, çalmak, iftira atmak, halkı sürgün etmek. Bunların hepsini yapmış. Kelleler uçurulmuş, Hazreti Hüseyin’in kafası bedeninden ayrılıp, bedeni 3 gün boyunca özel bir atlı birlik tarafından çamurlar içinde çiğnenmiş. Kafası da saraya gönderilmiş. Şimdi bu adam bunu yapa yapa yeryüzündeki Müslümanlara nasıl halifelik iddiasında bulunacak. Bu adam halife olduğunu iddia ediyor. Halifeliğini dünyaya nasıl kabul ettirecek; burada bir dini söylem ve argüman lazım. O zaman demişler ki; ‘namaz kılanın günahı affolur. Cuma’ya gidenin haftalık günahı, günlük namaz kılanın günlük günahı, Hacca gidenin yıllık günahı, kurban kesenin yıllık günahı affolur. Yüz defa ‘Sübhanallahi ve bihamdihi’ dersen deniz köpüğü kadar günahın olsa affolur.’ Yani Kerbela’da işlediğin günahların, iç savaşlarda yaptığın katliamların, sürgünlerin, çalmaların hepsi affolur. Egemen İslam kültürü böyle oluşmuş. Bu, iç savaşlar boyunca ortaya çıkan, Müslümanların işlediği cinayetler ve yediği haltları örtbas etmek için uydurulmuş bir kültürdür. Biz buna sorgulanmamış eski İslam kültürü diyoruz.
YARIN TÜRKİYE’DE DE BİRİLERİ KENDİNDE BU HAKKI GÖRÜP İSLAM ADINA DERGİLERİ BASABİLİR
Türkiye’de egemen olan da bu kültür herhalde.
Evet budur. Bu kültür Türkiye’deki imam hatiplerde, ilahiyatlarda, Kur’an kursunda, muhafazakar cemaat ortamlarında okutuluyor. Bu şu demektir; Türkiye’deki ortalama bir cemaatte sorgulanmamış eski İslam kültürüyle yetişen bir genç 3 gömlek sonra IŞİD’cidir. Yarın Türkiye’de böyle bir ortamla karşılaştığı zaman içindeki ‘Kafirleri öldürme, kafirlerin kanını helal görme’ hortlayacaktır. Bu potansiyel Türkiye’de vardır. Muhafazakar hükümet, sorgulanmamış eski İslam kültürüyle yüzleşme olayına girmiş değil, bundan haberi bile yok. Adam ihale koşturmaktan, rant peşinde koşmaktan bunu nerede yapacak. Kendi içlerinde bunlarla yüzleşecek birileri de çıkmıyor. Yüzleşecek bir cesaret yok. Mürtedi (İslamı terk eden, dinden çıkan) öldürmek diye, adamı sünnet etmek, namaz kılmayanı kırbaçlamak, dinle alay edeni öldürmek diye bir şey yok. Siz bunları okumaya, okutmaya devam ederseniz, hükümet olarak bunu korumaya, kollamaya devam ederseniz o zaman burada da türeyecek bunlar. Aynen Paris’te olduğu gibi adam eline silahı alıp, İslam’a hakaret ettiğini düşündüğü bir dergiyi basıp, ‘Bunlar İslam düşmanı’ diye öldürebilir. Çünkü bu egemen din anlayışında kendine hak görüyor bunu. Hrant Dink’i öldürenler, Maraş’ta, Sivas’ta insanları yakanlar, öldürenler insanları ‘Haydi Allah için savaşıyoruz’ diye meydana sürenler kim? Hepsi bu kültürden beslenenler. Bunlara karşı kültürel panzehir lazım, yüzleşme lazım. Biz bunu yapmaya çalışıyoruz. İslam’ın Yenilikçileri 2-İslam Düşünce Tarihinde Yenilik Arayışları Kişiler, Fikirler, Akımlar diye her biri biner sayfa iki cilt kitap yazdım. Ben bunun entelektüel mücadelesini veriyorum. Bu yazdıklarım imam hatiplerdeki, ilahiyatlardaki, Kur’an kurslarındaki klasik egemen cemaat ortamlarındaki, sorgulanmamış eski İslam kültürünün panzehiridir. Bunların girdiği yerde o kültürün olması mümkün değil. Ama açıp okumuyorlar, cehalet içindeler. İktidara karşı çıktığımız için bizi düşman ilan ettiler. O iktidara karşı çıkıyor, Gezi’ye katıldı, bilmem ne deyip okumuyorlar, okutmuyorlar.
MÜSLÜMANLAR PARİS’TEKİ KATLİAMI AMASIZ, FAKATSIZ LANETLEMELİ
Siz egemen İslam kültürü için ‘dindar olmak böyle bir şey değil’ dediniz. Nedir peki dindar olmak?
Dindar olmak, dine bağlı olmak demek. Dinin kırmızı çizgilerini aşmamak, dinin kurallarına göre hareket etmek demek. Dinin en büyük kuralı da öldürmekle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim der ki; “Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir. Bir insanı yaşatan da bütün insanları yaşatmış gibidir.” Kur’an’da en büyük günah kan dökmek ve fesat çıkarmaktır. Bu ikisi çok büyük suçtur. 4 kitabın 4 büyük suçu vardır. Öldürmek, çalmak, yalan söyleyip iftira atmak, bir de halkı bir yerden bir yere sürmek. Bunlar Kur’an’da, İncil’de Tevrat’ta, Avesta’da, Budizm’de, Hinduizm’de, yeryüzünün bütün dinlerinde, modern insan hakları öğretilerinde suçtur. ‘Benim değerime hakaret ediyor’ diye kalkıp 12 kişiyi kurşuna dizip öldürüyorsunuz. Bu sadece o sivil insanları değil, İslam’ın kendisini, Allah’ın dinini katletmek anlamına geliyor. 12 kişiyi tarayıp öldürmek söz konusu olduğu için ‘amasız’ ve ‘fakatsız’ bu katliama tepki göstermek, lanetlemek gerekir.
ALLAH’A İNANMIYOR, ALAY EDİYOR DİYE KİMSE ÖLDÜRÜLEMEZ
Siz ‘Bu tür katliamların dinde yeri yok’ diyorsunuz. Fakat başka İslamcılar da ‘İslam’da bunun yeri var’ diyor…
Hayır kardeşim, yok. Bunlar Kur’an’a uygun değildir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’a, ahirete inanmamanın herhangi bir cezası yoktur. Peygamberi eleştirmenin de herhangi bir cezası yok. Kur’an-ı Kerim Allah’a ve peygambere inanmayanlara, alay edenlere verilen cevaplara dair diyalog sahneleriyle doludur. Bunlar herhangi bir dünyevi cezaya çarptırılmazlar. Dünyevi ceza sadece insan haklarıyla ilgili konulardadır. Birisini öldürürse, iftira atarsa, emeğini çalarsa, birisini bir yerden bir yere sürgün ederse bunlara ceza vardır. Onun dışında ‘şuna inanmıyor, şunun değeriyle alay ediyor, bunun inancını küçümsüyor’ diye hiç kimseye ceza verilemez.
Fakat bütün dünyada bugün İslam denince akla gelen şiddet, kafa kesme, katliam ve şimdi Paris’te mizahçıların öldürülmesi. ‘Gerçek İslam budur işte’ diyenler de var…
Ben de İslam tefsiri yaptım, Kur’an-ı Kerim tefsiri yazdım kardeşim. Niye bizim söylediklerimizi görmezden geliyorsun. IŞİD varsa biz de varız. Niye ‘Gerçek İslam budur’ diye bizim söylediğimizi göstermiyorsun da ısrarla onu gösteriyorsun. Ateistlerin de bu hususta bize destek olup, ‘Bak kardeşim sizin kitabınızda da böyle yazıyormuş’ diye onlara anlatmaları lazım. Ama bazı ateistler bize düşmanca tutum sergileyip, ‘Kur’an-ı Kerim senin dediğin gibi değil, IŞİD’in dediği gibi. Sen dini ambalajlayıp güzel gösteriyorsun’ diyor. Buyur kelime olarak, tefsir olarak, cümleleri tek tek koyup Arapça bilgisi olarak analiz edelim. Ben söylüyorum işte bunun dinde yeri yok.
BU KATLİAMI KINAMAYANLAR MAHALLE PUTUNA TAPANLARDIR
Paris’teki katliamı ‘Dinle alay edenin sonu budur’ diye savunanlar olduğu gibi, hiç kınamayan, sessiz kalan ya da kınayan ama ‘Batı da Müslümanları dışlıyor’, ‘İslam’ın değerleriyle alay ediyor bu yüzden böyle şeyler yaşanıyor’ diyenlere ne diyorsunuz?
Bu fikir şundan kaynaklanıyor; İnsanlar Cenabı Hakka inandıklarını söylüyor ama hak ile hareket etmiyor. Aslında Cenabı Hakka inandıkları yok. Adama göre kendi mahallesi, kendi toprağı, kendi dindaşları, kendi ulusu, kendi partisi haktan daha önemli. Diyelim birine haksızlık yapılmış. Neye göre hareket edeceğiz; Haklı kimse ondan taraf olacağız. Haksız kimse ona karşı çıkacağız. Hak denen şeyi savunacağız. Şimdi burada 12 kişi öldürülmüş. Yaşama hakları ellerinden alınmış. Bu hakkı onların ellerinden alanların, katliamı yapanların karşısında durup, öldürülen 12 kişinin hakkını savunacağız. Ama bunu yaparsan, ‘Onlar Fransız, batılı, Hıristiyan, onlar öbür medeniyetten. Nasıl onların yanında yer alacağız’ deniyor. İyi de onların yaşama hakları ellerinden alındı. Bu hakkı onların elinden alanlar Müslüman. Yani burada mazlum Hıristiyan, zalim ise Müslüman. Mazlum batılı 12 fert, zulüm yapan Alahu ekber diye bağırıp, ‘Müslümanların intikamını aldık’ diyen, Müslümanlık adına hareket edenler. Fakat ne yazık ki insanlar haklının yanında yer almıyor. Yani mahalle putuna tapıyorlar. Kendi medeniyetinin putuna tapıyorlar. Onlardan birinin kanı dökülünce yüreği sızlamıyor. Yeryüzünün neresinde kan dökülüyor da senin için cız etmiyorsa zaten sen bana göre Müslüman olamazsın. Çünkü dökülen kanlar Allah’ın kullarının kanlarıdır. Dolayısıyla bu katliamın amasız, fakatsız, duyar duymaz lanetlenmesi gerekir. Ama cemaatla hareket edenler, bir tapınağa, camiye bağlı olanlar, içinde bulundukları medeniyeti, dini, tapınağı, toprağı, sınırları, ulusları aşarak; hak neredeyse ben oradayım diyemezler. Bunu ancak özgür ruhlu insanlar söyleyebilirler. Ve bu erdemin çok ileri düzeyidir.
CEHALET, TAASSUP VE HIRS…
Peki sizce ne olursa bu öldürmek, fethetmek ve bunu kendisine hak görmek üzerine kurulu algı yıkılır?
Bunu yapan kişilerin kurtuluş yolu, bu badireden kurtulmanın yolu kendi kitaplarına dönmeleridir. Ben Kur’an-ı Kerim’e inanmayan birine Kur’an’a uy diyemem. Ama bunlar dine göre hareket ettiklerini söylüyorlar. ‘Ben Müslüman’ım’ diyorlar. Kardeşim o zaman bu dinin bir kitabı var. Bu kitapsız bir din değil ki. Herkes kafasına göre adaleti sağlasın, dini yaysın diye bir yol çizilmemiş ki bize. Sen niye eline silah alıp da 12 kişiyi öldürüyorsun. Müslümanları kendi ana kitaplarına, abdest almadan dokunmadıkları, duvarlara astıkları kitaplarına çağırmaktan başka ve bu kitabın içinde yazan esasları insanlara göstermekten başka çaremiz yok.
Bu mümkün olacak mı sizce?
Biz bunları gösteriyoruz ama insanlar uymuyor. Uymuyorsa ne yapayım, ben bu görevimi yapmalıyım. En son Demokratik Özgürlükçü İslam diye kitap yazdım. 2003’te Adalet Devleti diye bir kitap yazdım. İslam devleti, değil adalet devleti dedim. Kur’an-ı Kerim bize ‘İslam devleti kurun’ falan demiyor. Bak işte çıktı şimdi Irak Şam İslam Devleti diyor adam. Ben o zaman söyledim. Dedim ki; Bu İslam devleti söylemi, diktatörlüğe gider. İslam devleti dediğin zaman, ibadetleri zorla yaptıran bir iktidar anlayışı ortaya çıkıyor. Namaz kılmayanı kırbaçlıyorlar. Zorla başörtüsü taktırıyorlar. İnanmayanları öteki görüyorlar. Çünkü İslam devleti, dini ritüelleri esas alan devlettir. İslam’da böyle bir şey yok. Olsa olsa bu adalet devleti olabilir. Evrensel insan haklarını, adam öldürmeyi, çalmayı, hırsızlığı, yolsuzluğu, iftira atmayı, birinin ötekine zarar vermesini engellemeye çalışan bir devlet olabilir en fazla. Hatta halk kendi kedine adaleti sağlıyorsa devlete de gerek yoktur. İnsanların kafalarının zihnen düzelmesi gerekiyor.
Bütün bu kan onlar dini anlamadıkları için mi dökülüyor?
Cehalet olunca, işin içine taassup ve hırs da girince, bu üçü birleşince adam okuduğu zaman da denileni anlamıyor. Mesela Kur’an-ı Kerim’de ‘inanmayanları nerede bulursanız öldürün’ yazdığı söyleniyor. Yok böyle bir şey kardeşim. Muhammed Suresi 4. ayet. Orada inanmayanları değil, ‘Sizinle savaşanları, sizi yok etmeyi, ülkenizi işgal etmek isteyeni, nerede bulursanız etkisiz hale getirin’ diyor. Devamında da ‘onları bağlayın, bir yerde esir tutun, insanları öldürmesine, zarar vermesine engel olun, savaş bitince de bir daha zarar vermeyeceklerine, bir yeri işgal etmeyeceklerine, adam öldürmeyeceklerine söz verirlerse fidye karşılığı yani tazminat alarak, yaptıklarını ödettirerek yahut da onu da almadan serbest bırakın’ diyor. Şimdi burada köle yapmak yok, cariye yapmak yok, öldürmek hele hele hiç yok. Yani bunu anlamak çok mu zor? Ama adamda öldürme niyeti, yok etme isteği, taassup var ya; oradaki ifadeyi ‘öldürmek’ olarak anlıyor. Öldürün demiyor kardeşim, diyemez. Eğer Kur’an-ı Kerim ‘öldürün’ diyorsa ben o kitabı bırakırım, elimden atarım ya. Dinde bunların yeri yok. İnsanlar dinlerini bilmiyor. Anlayışsız, bilinçsiz, üstelik de ihtiras, hırs ve taassupla dolu. Bu adamlara İncil’i ver, Marx’ın kitabını ver, karınca öldürmeyi dahi caiz görmeyen Buda’nın kitabını ver, onlardan da katliam çıkarır.
Hiç böyle bir ihtirası ya da sizin ifadenizle taassubu olmayan, asla eline silah alıp Allah’a inanmıyor ya da dini değerlerle alay ediyor diye birini öldürmeyi aklının ucundan geçirmeyen milyonlarca Müslüman, Paris’teki bu katliamı kınıyormuş gibi görünmüyor. Bu katliamı hak gören bir algı var sanki.
Evet var. İşte onlara bunun böyle olmadığını göstermemiz gerek. İşte bu yüzden ben bunu yapmaya çalışıyorum. Ama adam cehaletinden dinlemiyor. Ama onlar dinlemese bile en azından onlar gibi olma potansiyeli olan insanlara mani olabiliriz. Onların zihnini değiştirebiliriz. ‘Ben bunu yapamam, kimseye böyle bir ceza vermeye hakkım yok’ dedirtebiliriz.
Bilindiği gibi İslam’ın 4 temeli var: “Kitab”. Yani “Kur’an”. “Sünnet”. Yani “hadisler”. “İcma”. Yani “Muhammed inanırlarından bir çağdaki yetkili hüküm üreticilerinin, ayet ya da hadisi göz önünde tutarak, bir konuda birleşmeleri, görüş birliği etmeleri”. “Kıyas”. Kısacası “Karşılaştırma”. Buradaki anlamıyla da “ayette ve hadiste bulunmayanı, ayette ya da hadiste bulunanla karşılaştırıp hüküm çıkarma”. Biraz daha uzun olarak: “Ayette ve hadiste bulunmayan bir konuyu, ayette ya da hadiste bulunan benzeriyle karşılaştırıp berikinin hükmünü öbüründe de görme ve ona göre uygulama” diye tanımlanabilir. Ayet ya da hadiste bulunduğu için örnek alınan konunun hükmü hangi nedene dayanıyorsa, ayet ve hadiste bulunmayan benzerinde de aynı nedenin bulunması, kıyas için şart görülür. Demek ki, gerçekte İslam’ın ana temeli 2’dir. Ayet (Kur’an) ile hadis. Bu iki temelde yalan var mı yok mu, varsa ne kadar var? Şimdi onu görelim: Önce ikincisinden (“hadis”ten) başlayalım: “Uydurma”, Türkçe Sözlük’te: “Yalan olarak düzme.” (Bkz. TDK yayınlarından Türkçe Sözlük.) Hadis uydurmacılığındaki uydurmanın anlamı da budur. (Yalana başvurarak hadis olmayanı hadis diye gösterme.) Hadis uzmanlarının kitaplarında bu konu için başlı başına bölüm ayrılmıştır.Kimileri de bu konuda ayrı kitaplar yazmışlar, uydurma hadisleri sergilemişlerdir. Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında da bu konuda kitaplar var: Yaşar Kandemir’in “Mevzû (uydurma) Hadisler” adlı kitabı örnek olarak gösterilebilir. Demek ki hadislere yalan karışmış. Karıştığı kesin, ama ne kadar? Bu sorunun karşılığını Diyanet yayınlarından bir kitapta görmek, ülkemizdeki okurlar için ilginç olabilir: Yaşar Kandemir’in kitabında da yer alan bilgilerden: “…Zâhit hadisçilerin hadise olan sevgilerinden şüphe edilemez. Maksatlarındaki samimiyet, kâbil-i inkâr değildir. Lâkin binlerce hadis uydurmak, onları Hz. Muhammed’e (s.a.v.) isnâd etmek suretiyle -şüphesiz bilmeyerek- hadis ilmini öldürmeye çalışmışlardır.” (M. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, Ankara, 1975, Diyanet Yay., s. 60. Dayandığı kaynak: Sıddîkî, Hadis Edebiyatı Tarihi, s. 67.) “Bilhassa tergîb-terhîb (özendirme, korkutma) maksadıyla binlerce hadis uyduran âbid ve zâhid kılıklı müslümanlar, bu hareketi İslam’a hizmet niyetiyle yaptıklarını ve bundan dolayı Allah’tan mükâfat beklediklerini istedikleri kadar söylesinler, şurası muhakkaktır ki İslam’a en büyük darbeyi onlar indirmişlerdir.” (Kandemir, aynı kitap, s. 193.) “…Bugün hadis takdim edilen uydurmaların çoğunu ‘vazza’lar (hadis uydurucuları) icâd etmişlerdir. Hadis uyduranların itiraflarında da görüldüğü üzere, ON BİNLERCE SÖZ, onlar tarafından belli bir maksadı ifade etmesi için bilfiil ortaya konmuştur.” (Kandemir, aynı kitap, s. 176.) “Müslümanları hayra ve iyi ameller yapmaya teşvik etmek ve dinin çirkin gördüğü kötü hareketlerden sakındırmak maksadıyla hadis diye uydurulmuş sözler, mevzû (uydurma) hadisler arasında hayli kabarık bir yekûn tutmaktadır.” (Kandemir, aynı kitap, s. 56.) “Tergîb (sevaba özendirme) için uydurulan haberlerin (hadislerin) çoğu namaz ve oruç hakkında olmakla beraber, bunlar dışında kalan diğer ibadet nevilerini de şumûlü içine alan uydurmacılık hareketinde, fezâilü’l-Kur’an’a (ayet ve surelerin okunuşlarındaki sevaplara) ayrı bir ehemmiyet verildiği âşikârdır. (…) Her sure hakkında ayrı ayrı hadis uydurmaya kalkmışlardır. Bu konuda hadis uyduranlardan biri de Meysere İbn Abdirabbih’dir. O’na: ‘Kim şu sûreyi okursa bu kadar sevap kazanır’ şeklindeki hadisi nereden aldığı sorulmuş, o da şu karşılığı vermiştir: Halkı, Kur’an okumaya teşvik etmek için ben uydurdum” (Kandemir, aynı kitap, s. 58. Dayandığı kaynaklar: Irâkî, Fethu’l-Muğîs, 1/131, Ali el Kârî Şerhu Nuhbeti’l-Fiker, İstanbul, 1327, s. 128, Şevkânî, el-Fevaidu’l-Mecmua, s. 315-317. İbnü’l- Cevzî, Kitabu’l-Mevzuat, varak 4 a; Zehebî, Mizân, 3/222.) “Zâhidler bu mevzû (hadis uydurma) dışında yalan söyleyebilecek insanlar değillerdir. Onların hali, Yahya ibn Said el-Kattan’ın (ölm. 198/813): ‘Sâlih kişileri, hadiste olduğu kadar hiçbir yerde yalancı görmedik’ sözünde en güzel ifadesini bulmuştur.” (Bkz. Kandemir, aynı kitap, s. 59.) “Fakih Ebu Bişr Ahmed ibn Muhammed el-Mervezî (ölm. 323/ 934), zamanında sünneti (hadisi) muhaliflerine karşı en çok müdafaa eden bir zât olarak bilinmektedir. Bununla beraber hadis uydurmaktan çekinmemiştir.” (Kandemir, aynı kitap, s. 59.) “Geceleri herkesten çok namaz kıldığı, gündüzleri herkesten çok oruç tuttuğu söylenen Ebu Dâvûd Süleyman ibn Amr e’n-Neha’î (ölm. III. / IX. asr.) de bu haline rağmen hadis uydurucusu olmaktan kurtulamamıştır.” (Kandemir, aynı kitap, 59-60.) “Yirmi sene hiç kimseyle konuşmadan inzivada kaldığı (köşesinde ibadet ettiği) rivayet edilen Veheb ibn Hafs (ölm. 250/864 civarı) fazilet ve takvasına rağmen hadis uydurmaktaydı.” (Kandemir, aynı kitap, s. 60.) Konuyu kavramak için bu kadarı yeterli. Şu kesin olarak ortaya çıkıyor: İslam’ın iki ana temelinden biri olan hadisler YALANLARLA dolu. Konu sürecek.
2000’e Doğru 20 Mayıs 1990, Yıl 4, Sayı 19
Geçen hafta Diyanet yayınlarından M. Yaşar Kandemir’in Mevzû Hadisler adlı kitabından alıntılar sunulmuştu. Ve görülmüştü ki, uydurma hadisler az değil. Binlercesi, İslam dinine hizmet amacıyla uydurulmuş. Hem de Tanrı korkusu taşıyan, günahlardan titizlikle sakınmalarıyla tanınan, gece gündüz ibadet ettikleri dillerde destan zahitlerce, yani koyu, çok koyu dindar müslümanlarca uydurulmuş. İnsanları İslam dinine kazandırmak ve böylece Tanrı’dan sevap elde etmek düşüncesiyle… İnsanları İslam’a kazandırma amacıyla, dince yasaklanmış görüneni de yapmanın kapısı en başta “Müellefetü’l-Kulûb”la açılmıştır. “Müellefetü’l-Kulûb”, gönülleri İslam’a kazandırılmak istenenler anlamında. Gönüllerine İslam girmemiş, ya da iyice girmemiş olanlar. İslam’a destek vermeleri istenenler. Bunlara ganimetlerden fazla pay verilmesi Muhammed’in buyruğuyla gerçekleşiyor. (Bkz. Buhârî, es-Sahih, Kitabu Farzi’l-Humus/15, 19; Diyanet yayınlarından Tecrîd, hadis no: 1296, 1299-1303; Müslüm, es-Sahih, Kitabu’z-Zekât/131-142, hadis no: 1059-1063…) Ayrıca zengin olsalar da bunlara ZEKAT verilmesi, Tevbe suresinin 60. ayetinde hükme bağlanıyor. Bunun tam anlamıyla bir “RÜŞVET” olduğunu ünlü Kur’an yorumcularından Taberî bile yazıyor. (Bkz. Taberî, Camiu’l-Beyân, 10/ 113.) Muhammed, “rüşvet verene de, alana da Tanrı lanet etsin!” demişken (Bkz. Ebu Dâvûd, Kitabu’l-Akdiyye, hadis no: 3580.) oluyor bu. (Bu konuya ilişkin daha çok bilgi için bkz. 2000’e Doğru, 22-28 Kasım 1987, s. 46-47.) Demek ki İslam’a hizmet için haram olanlar bile mubah sayılıyor. Bu durumda, yine İslam’a hizmet için yalana başvurulup hadis uydurulması doğal kabul edilebilir. Ne var ki uydurma hadislerin kimi, birçok konuda olduğu gibi, zındıkların, dinsizlerin üstüne yıkılıyor. Ünlü hadisçi İbn Haceri’l-Askalânî (ölm. 1448) “Nuhbeti’l-Fiker” adlı kitabında ve onu “şerh” eden (açıklamalar, notlar yazan) Ali el Kârî (ölm. 1605.) “şerh”inde, birçokları gibi, en başta dinsizleri (adîmü’d-dîn), zındıkları (zenâdika) suçluyorlar bu konuda. (Bkz. Şerhu Nuhbeti’l-Fiker Fi Mustalahâtı Ehli’l-Eser, İstanbul 1327, s. 126-127.) İleri sürülüp aktarılanlardan bir kesimi şöyle: “Dinsizler-zındıklar, 14 bin hadis uydurmuştur.” (Bkz. Şerhu Nuhbeti’l-Fiker, s. 127.) “Muhammed İbn Süleyman’ın boynunu vurmasını buyurduğu (öldürttüğü) Abdü’l-Kerim ibnü’l-Evcâ, yakalandığı sırada şöyle demiştir: “Tanrı’ya ant içerek söylerim ki, içinizde dört bin hadis uydurdum. Bunlarla kimi şeyi haram, kimi şeyi de helâl yapıyordum.” (Bkz. Şerhu Nuhbeti’l-Fiker, aynı yer.) Yaşar Kandemir de “İslam düşmanlarının kasıtlı olarak hadis uydurmaları” başlığı altında aynı konuda ileri sürülen savlara yer veriyor. Suçu dinsizlere yüklemek çok kolay bir şey. Üstelik, “mü’minler”, buna kolay inanırlar da. “Kâfir ve dinsizler”in yanında, savaşılan karşı inançtaki mezheplilere, “fırka”lara da suç yükleniyor. Özellikle de “şiîler”e. Yaşar Kandemir şunları yazıyor: “Muhtelif fırkalar içerisinde en çok hadis uyduranların şiiler olduğu bilinmektedir. Zira İranlı, Bizanslı, Yahudi ve diğer milletlere mensup birçok İslam aleyhtarının koyu bir şiî ve ehl-i beyt muhibbi (severi) olarak faaliyet göstermeyi durumlarına daha elverişli bulmaları sebebiyle bu rakkamların artmasında, büyük miktarda hisseleri mevcuttur…” (Kandemir, Mevzû Hadisler, Diyanet yay., s. 52.) Kandemir’in kaynaklar göstererek aktardıklarına göre, “Hanefîlik, Şafiîlik” gibi fıkıh mezheplerinin bağlılarınca da, birbirlerine karşı “hadisler uydurulmuştur”. (Bkz. Kandemir, aynı kitap s. 47-48.) Düşünün, “fıkh”a uydurma hadisler karışmış. Yani ibadetiyle, öteki hükümleriyle İslam hukuku da uydurma hadislerle hastalıklı. Bu durumda işin içinden nasıl çıkılır? Fıkıh konularında mezheplerin birbirlerine sıkça karşı çıkışlarını herkes bilir. Bu karşı çıkışların kimi, hadislerden kaynaklanır. Kimi, hadisin yorumundan; kimiyse hadisin kendisinden… Birinin öne sürdüğü hadisi öbürünün kabul etmediği görülür. Örneğin: Abdestli insanın vücudunun herhangi bir yerinden “kan çıkar ve çevresine yayılırsa” abdesti bozulur mu, bozulmaz mı? Ya da insan ağız dolusu kussa bu kusma abdestini bozar mı bozmaz mı? Bu durumlarda, Hanefî mezhebi “evet!” derken, Şafiî mezhebi “hayır” diyor. İki mezhep de karşılıklı hadis ileri sürüyor kendi görüşüne kanıt olarak. Ve birinin ileri sürdüğü hadisi öbürü kabul etmiyor. (Bkz. El-Merginânî, el-Hidâye Şerhu’l-Bidaye 1/8 ve öteki fıkıh kitapları.) Burada gösterilen hadisler uydurma olamaz mı? Ya da biri uydurma olup öteki uydurma değilse müslümanların abdest ve ibadetleri ne olur? En azından bir kesimininki bir yalan, bir uydurma üstüne kurulu olmaz mı? Dahası da var: İslam hukukunda kimi kural çok geniş kapsamlı ve genel niteliktedir. Bu türden kurallara “el-kavâidü’l-külliyye (genel kurallar)” denir. Bu kuralların kimi ayete, kimi de hadise dayandırılır. İşte bu tür hadislerden kiminin uydurma olduğunu düşünün. Yani bir hadis düşünün ki ondan bir genel kural çıkarılmış ve hukuk onun üstüne kurulmuş olsun. Var mıdır böyle hadis? Evet! İşte örneği: “Ez-zarûrât, tubîhul mahzûrât”. Anlamı: “Zor durumlar, sakıncaları (haramları) mubah (sakıncasız) yapar”. Bu, bir hadis olarak aktarılmış ve İslam hukukunun “genel ve temel kurallar”ından biri yapılmıştır. (Genel kural yapıldığını görmek için bkz. Zeynu’l-Âbidin İbn İbrahim, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Mısır, 1322, s.34.) Uydurma hadisleri olabildiğince toplamaya çalışmış hadisçilerin kitaplarında bu hadis de yer alıyor ve uydurma olduğu belirtiliyor. (Bkz. Ali el Kârî, el Mesnû’ fi Hadis’il-Mevdû, Kahire, 1984, s. 121, no: 182.) Yalanlara dayalı temeller…
2000’e Doğru 27 Mayıs 1990, Yıl 4, Sayı 20
Yalana başvurularak uydurulmuş hadislerin ne denli yaygın olduğu, müslüman hadis uzmanlarının açıklamalarında da açık seçik görülüyor. “Binlerce, on binlerce…” Üstelik her kesime yayılmış: “İnanç” kesimine, “ahlâk” kesimine, “ibadet” kesimine, türlü “hukuk” kesimine… Kısacası: İslam’ın her dalına yayılmış yalanlar, uydurmalar. Çoğu da, “İslam’a hizmet” denerek… Kime, nasıl güvenirsiniz? İki örnek üzerinde duralım: Kitabı, Diyanet yayınları arasında bulunan Yaşar Kandemir’den alıntılar yapılmıştır. Kandemir şunları yazar: “Akıl almaz masallarıyla kıssacılar, esas gayesi halkı memnun etmek, onların keselerinden altın veya gümüş para sızdırmak olan efsane ticaretçisi durumuna düştüler. Bu hedeflerine varmak için de onlar, alelâde halka taalluk edecek hikayelerin binlercesini uydurup Hz. Peygamber’e (s.a.v.) atfettiler ve onları dinleyicilerine anlattılar.” Kandemir çeşitli kaynaklar göstererek bunları yazdıktan sonra şöyle der: “Ahmed İbn Hanbel (ölm. 241/855) ile Yahya İbn Ma’în’in (ölm. 233/847) karşılaştıkları kıssacının davranışı, onların menfaatçı yönleriyle birlikte ne derece utanmaz olduklarını göstermesi bakımından ehemmiyetlidir.” Daha sonra da birçok kaynakta gördüğümüz bir öyküye yer verir. Öykünün özeti şöyle: Ünlü bir hadisçi, Ahmed İbn Hanbel’le Yahya İbn Ma’în, Bağdat’ta bir mescitte namaz kılmaktadırlar. O sırada öykülerini halka hadis diye yutturan biri, yine hadis diye bir söz aktarır. Buna da, ‘Bize Ahmed îbn Hanbel ve Yahya İbn Ma’în haber verdiler. Dediler ki…’ diyerek başlar. Öykücü uzun uzun anlatır öyküsünü, iki hadisçi de şaşkınlık içinde dinlerler. Sonra öykücüyü yanlarına çağırıp konuşurlar: Yahya-Bu anlattıklarını sana hadis diye kim söyledi? Öykücü-Ahmed İbn Hanbel ile Yahya İbn Ma’în. Bunlar söylediler. Yahya-Yahya İbn Ma’în benim. Bu yanımdaki de Ahmed İbn Hanbel. İlle de yalan söylemek istiyorsan, buna bizim adımızı karıştırma! Öykücü-Yahya İbn Ma’în’in ahmak olduğunu çoktandır duyardım; şimdi inandım ki bu doğru. Bre ahmak! Dünyada sizden başka Yahya İbn Ma’în ve Ahmed İbn Hanbel yok mu ki bana böyle diyorsun? Bu adları taşıyan 17 kişiden hadis yazmışımdır ben! Ahmed İbn Hanbel de kendi yüzünü koluyla kapatarak arkadaşına: Bırak şunu gitsin der. Öykücü de onlarla alay ederek oradan uzaklaşır.” (Bkz. Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 86) Bu aktarma, konuyla ilgili olan hemen tüm kitaplarda var. Ama ne ölçüde doğru? İşte orası belli değil. Anlatılış biçimine bakılırsa böyle bir olayın gerçekten yaşandığı kuşkulu. Yani ünlü iki hadisçinin böyle bir durumla karşılaştıklarını kesin olarak söylemek güç. Çünkü bu iki hadisçi o zaman da tanınmış kimselerdi. Bu nedenle şu sorular akla geliyor: O denli tanınmış ve ünlü oldukları halde, olayın geçtiği ileri sürülen yerde onları tanıyan hiç kimse çıkmamış mı? Buna nasıl inanılır? İki ünlü hadisçi, hadis gibi çok önem verdikleri konuda, hadis uydurmacılarını her rastladıkları yerde rezil etme çabasında bulundukları ileri sürülüp dururken kendilerini neden savunmamışlardır? Öykücünün karşısında neden yılgınlık göstermişlerdir? Onu herkesin önünde rezil edecek biçimde kimliklerini neden kanıtlamamışlardır? Uydurma biçiminde de olsa işi, mesleği hadisle ilgili olan öykücü nasıl olmuş da bu ünlü iki hadisçiyi görür görmez tanımamış? Eğer tanımışsa, nasıl olmuş da onların adını kullanarak uydurma hadisi halka anlatabilmiş? Onların gözüne baka baka bunu nasıl yapabilmiş, buna nasıl cesaret edebilmiş? Yine Kandemir, aynı kitapta, Yahya İbn Ma’în’den aktarılan bir söze yer verir. Aktarmaya göre bu ünlü hadisçi şöyle diyor: “Biz 30 ayrı tarikten (yoldan) yazmadığımız bir hadisi rivayet etmeyiz”. (Bkz. Kandemir, aynı kitap, s. 131.) Hadis uzmanları bilirler ki böyle bir şey olamaz. Kandemir de “bu ifade mübalağalı dahi bulunacak olsa…” diyor (bkz. aynı yer.) ve “mübalağalı” olduğunu düşünebiliyor. “Mübalağalı” olan, tam gerçek değildir, içinde yalan vardır. Demek ki, bu ünlü hadisçi, en azından bu sözünü doğru söylemiyor, dahası yalan söylüyor. Bir yerde, hem de önemli bir yerde yalan söyleyebilen bir kimsenin, bir başka yerde doğru söyleyebileceğine nasıl inanılır? Bir başka örnek üzerinde düşünelim: Uydurma hadisleri toplamak ve uydurmacılarla savaşmak alanında ünlü hadisçilerin kitaplarında yer alageldiğine göre: Abdülmelik ibn Mervan, yani ünlü Emevi Halifesi (halifeliği: 685-705) bir gün, Şam halkından binleriyle oturmaktadır. Yanındakilere sorar: “Irak halkının en bilgini (din bilgini) kimdir?” Onlar da birinin adını verirler. Abdülmelik o bilgine iletilmek üzere bir mektup yazar ve Şu’bî adında bir hadisçiyle gönderir. Şu’bî, Tedmür’e vardığında, orada: “Tanrı (kıyamet için) iki sur yaratmıştır…” diye başlayıp halka hadis anlatan biriyle karşılaşır. Şu’bî kendini tutamaz, karşı çıkar ve anlattığının uydurma olduğunu, Tanrı’nın “iki” değil, yalnızca “bir sur” yarattığını söyler. O sırada öğütçü ve çevresindekiler adama saldınrlar. Şu’bî diyor ki: “Vallahi yemin ederek: ‘Evet Tanrı bir değil 30 sur yarattı!’ dedim de ancak o zaman yakamı bıraktılar.” (Bkz. Celaluddin Süyûtî, Tahzîru’l-Havass, Beyrut, 1984, s. 203-204. Ve öteki ilgili kitaplar.) Burada açıkça görülüyor ki “yalancı-uydurmacı”yla savaştığı bildirilen hadisçinin kendisi de, korkuyla da olsa yalan söylüyor. Hem de antiçerek ve “Tanrı, iki falan da değil, 30 sur yarattı.” diyerek. .. Öyleyse kime, nasıl güvenilebilir? Hangi hadisçiye?
2000’e Doğru 3 Haziran 1990, Yıl 4, Sayı 21
Kimi hadisçiler, hadis uydurmacılarıyla savaşıyor görünmüşlerdir. Ama bu konuda ne ölçüde içtendirler? Bunun karşılığını vermek güç. Hadis uydurmacılarıyla savaşıyor görünenler, uydurma diye nitelediklerini toplamışlardır da. Bugün elimizde uydurma hadislerin toplandığı kitaplar vardır. Ne var ki bunlara ne ölçüde güvenilebilir? Bu konuda da kesin bir şey söylemek kolay değil.
Yalancıyı kovalayanın yalancılığı
Yalanla savaşmak için yalandan kaçınmak gerekir. Yani savaşanın kendisinde de yalan bulunmamalı. Güvenilirlik için bu, başta gelir. Oysa biz neler görüyoruz? 1-En başta bakıyoruz ki “mevzûat” yani uydurma hadisler ile ilgili ve bunları toplamış olan kitaplar kimi hadislere ilişkin yargılarda birbirini tutmuyor. En azından bu var. Yer yer alıntılar yaptığımız, Diyanet yayınlarından Kandemir’in kitabında da şu tür satırlar yer alabiliyor: “Hâkim’in Müstedrek’inin zararı, sahih (sağlam) olmayan hadisleri sahih olarak takdim etmesi olduğu gibi, İbnü Cevzî’nin Mevzûat’ının zaran da, bunun aksine, mevzû (uydurma) olmayan hadisi, mevzû saymasıdır.” (Bkz. Yaşar Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 142.) Bunu diyenin, ünlü hadisçi İbnu Haceri’l-Askalânî (ölm. 1448.) olduğu da belirtiliyor. (Kandemir’in dayanağı: Süyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, 1/279.) Yani bir hadis uzmanına (Askalânî) göre, yine önemli hadis uzmanı olan birinin (Hâkim) kitabında (el-Müstedrek) SAĞLAM OLMAYAN HADİSLER, SAĞLAM DİYE GÖSTERİLMİŞ; bir başka uzman da (İbnü’l-Cevzî), uydurma hadisleri topladığı kitabında (Kitabü’l-Mevzûat), UYDURMA OLMAYAN HADİSLERİ UYDURMA DİYE GÖSTERMİŞTİR. Her ikisi de son derece düşündürücü. Bu belirlemeye göre: Sağlam olmayana sağlam denirken, uydurma olmayana da uydurma deniyor. Yine Kandemir’in kitabına aktardıklarından: “Süyûtî (ölm. 1505), mevzû (uydurma) sayılmaması icab eden üç yüz kadar hadisin Kitabü’l-Mevzuat’ta bulunduğunu söylemektedir.” (Kandemir, aynı yer. Dayanağı: Süyûtî’nin aynı kitabı, aynı yer.) Demek ki uydurma olan sağlam hadis, ayrıca sağlam olan da uydurma hadis diye gösterilegelmiş. Hem de ilgili uzmanların kitaplarında. 2-Hadis avına çıkmış olanlar vardır. Kimi, avlayabildiği hadisi avlamış. Kimi de uydurmuş. Bu yoldakilerin kimi de, hadis uydurmacısı avında. Kandemir’in kitabında yer alan deyimiyle “sünnet koruyucusu” (bkz. s. 138), “hadislerin muhafızı” (bkz. s. 129.), aynı kitaptaki anlatımla “avının peşini bırakmayan azimli avcılar gibi…” (bkz. s. 134) uydurma hadis üreticilerinin ardında görünmüş… Ama hangi avcının asıl avlamak istediği şey nedir? Orası pek belli değil. Çünkü ne denli Allah, Peygamber, sevap-günah dense de tanık olunagelmiştir ki işin içinde çıkar var, itibar var. Bu dizide, önceki haftalarda, Kandemir’in kitabından da alıntılarla örnekler sunulmuştu. Örnekler, hadis uydurmacılarına ilişkindi. Ama avcıları durumunda görünenlerin de aynı geçerli ölçüyle, yani ’çıkar, itibar kazanma amacıyla yola koyulmadıklarını kesin söyletebilecek bir kanıt yok. Kısacası: Bu alanda herkesin her şeyi yapabileceği ve yaptığı düşünülebilir. 3-Hadis avcıları kesiminde de, hadis uydurmacılarının avcıları görünenler kesiminde de türlü çıkarların yanında türlü eğilimler de, ileri sürülenlerde etkin rol oynayagelmiştir. Bir çıkar kesiminden olan, öbür çıkar kesimine; bir eğilimden olan, öbür eğilime, bir mezhepten olan, öbür mezhepten olana iyi gözle bakmaz, bakmamıştır da. O onu, öbürü berikini karalamıştır. Örneğin “Sünnî (Ehl-i Sünnet’ten)” hadis toplayıcıları ve uzmanlan, başka fırkalardan, örneğin Şiilerden olanları genellikle sağlam bulmamışlardır. Dahası karalamışlardır. 4-Hadislerin bekçileri diye nitelenen ve uydurma hadis üretenlerin avına çıkmış görünen kimselerin kendileri de yalan söz söylemekten kurtulamamışlardır. Gerek uydurma olmayana uydurmadır ya da uydurma olana uydurma değildir diyerek; gerekse hadis belirlemelerinde gerçek olamayacak savlar ileri sürerek… Daha önce örnek sunulmuştu. Bir örnek daha: Uydurma hadis üretenleri avlama yolunda görünen hadislerin koruyucuları, kimi zaman yalancı, uydurmacı diye yakaladıkları kimseler için şöyle demişlerdir: “insanların en yalancısı (ekzebu’n-nâs)”. “Hadis uydurmacılığında o, en son basamak (ileyhi’l-muntehâ fi’l-vaz’)”. “O, yalanın direği (hüve rüknü’l-kizb)”, (Bu sözler için bkz. Kandemir, aynı kitap, s. 118.) Herhangi bir kimse için bu türden sözler söylendiğinde, söylenen sözün abartmalı olduğu bilinir. Yani bilinir ki o söz yalanla karışıktır. Çünkü hiç kimse yalanın direği olacak noktada değildir. Yine hiç kimse hadis uydurmacılığında en son basamaktadır diye nitelenemez. Ve hele insanların en yalancısı sözü hiçbir insan için söylenemez. İnsanların en yalancısının kim olduğu, nereden ve nasıl bilinebilir? Demek ki hadis uydurmacısı olarak yakalanmış olan kimse için yalancı diyenin kendisi de yalan söyleyebiliyor. Öyleyse, hangisi sağlam (sahîh), hangisi çürük ya da uydurma; kesin olarak nasıl bilinebilir? İslam dünyasında bu konuda ölçüler var kuşkusuz. Ama bunlar ne denli sağlam? Sorun burada.
2000’e Doğru 10 Haziran 1990, Yıl 4, Sayı 22
“‘Batılılar geldi bizi işgal etti, onlar da Irak’ta 1 milyon kişiyi öldürdü, öfke dolu bir kuşak doğdu, batı İslam dünyasının örgütlerini terörize etti, onların şiddete baş vurmasına yol açtı, bu örgütleri onlar yarattı’ deniyor. Ama bana göre bunun ortaya çıkan tabloya etkisi yüzde 1 bile değildir. Yüzde 99’u içeridedir. Bu görüşlere sığınanların şuna cevap vermesi gerek; İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi kim basıp ateşe verdi? İslam tarihi kan şiddet ve ayaklanmaları bastırmakla dolu.”
Problemi İslam’ın “sorgulanmamış kültürü”ne bağlamak doğru yaklaşım değil. Çünkü bu şiddet ve iktidar kültürü çok evrensel. Dini olan da dini olmayan halleri de envayi çeşit. İE burada işi İslam’ı özüne (Kuran vs.) bağlamamakta ısrarcı ama İslam’ın özünü “peygamberin 50 yıl sonrası” ile sınırlandırınca çok da bir şey kalmıyor geriye ve neredeyse İslam’ın özüne bağlayıvermiş oluyor. Gerçek mesele İslam’ın özü de değil. Ben bal gibi agresif ve katliamcı bir din olduğunu düşünüyorum, bu açıdan Museviliğe çok yakın, kabilecilik/evrenselcilik dönüşümü hariç. Hristiyanlık ise reforme bir Musevilik ve tanrının insan formunda yeryüzünde dolaşması, kölelik ve zenginliğe dair bazı tavırları ile hümanizme kapı açan bir din olarak görülebilir. Fakat bunun da bir önemi yoktur çünkü Hristiyanlık da haçlı seferleri ile, mezhep soykırımları, koloniyla katliamlar ile aslında Musevilik ve İslam’dan çok daha beter katliamlar ile dolu. İronik değil mi, en korkunç tanrı anlayışı Musevilik’te, ama içe kapalı, kabileci, kutsal topraklarla sınırlayıcı anlayış aslında diğer iki evrenselci dine kıyasla verdiği tarihsel zararı en aza indirgiyor. Demek istediğim olan bitenler dinlerin öz içerikleri veya geleneksel içerikleri ile açıklanamaz.
İE’nin dediğinin aksine, problemin kaynağı gerçekten de Müslümanlar’ın yaşadığı ülkelerin işgali, emperyalizm, Irak, Suriye, Libya, Afganistan vb. vb.’de aranmalıdır. Sudi Arabistan’ın, Pakistan’ın dünya sistemi ile ilişkisinde aranmalıdır, AKP iktidarında aranmalıdır vs. Kuran’da, veya İslam’ın tarih kütüklerinde değil.
Bu görüşe kıyasla Foti Benlisoy’un bunu vurgulayan bir çok blog yazısı isabetli.
İE’a inanmak isterdim… Kuşkusuz ki haklı yanları vardır.. Ama sonuçta 1400 yıl önceye ait toplumsal değerlerin üzerinden yükselmiş ve “total” bir din… … MÖ 2000-MS 600 yıllarına ait gelenek, bilgi birikimi… Sonuçta nasıl Hristiyanlık reforme olduysa, İE da İslami bir reforma dahil olabilir… ve güzel olur… bu çabasına katkı vermek gerektiğini düşünüyorum… Adı her ne ise ifade özgürlüğünü samimiyetle savunan, anılan biçimde cinayet, kamu hırsızlığı vb. bağışlamayan… ekonomik, bilgisel, inançsal sömürüye karşı duran… bir düşünce, din adı altında da olsa desteği hak eder bence… Kuran vs.. bile her ne derse desin… gün gelir bu kafa ile mahvolan İslamcı dünya… o zaman İE ın yorumlarına sarılır… 1400 yıl önce o şunu demiş, bu şunu demiş… Dönemsel ihtiyaç ne ise o kabul ediliyor! Din böyle! İE ın zamanının bir an önce gelmesi için “dua edelim!” .
Bu olayın dünyaya verdiği mesaj müslümanlar başkalarının fikir özgürlüğüne tahammül göstermeyen vahşiler tezlerini doğrulamadır. Bu müslümanlara değil düşmanlarına yarar sağlar. Ancak bu ülkede bunu anlayamayan binlerce insan yaşamaktadır. Aziz Nesin bir kez daha haklı çıkmıştır.Onu anmışken Sivas’ta yakılan aydınlarımızı anmadan edemeyeceğim ne yazık ki biz Fransızlar gibi sayıları milyonları bulan kitlelerle onları anamıyoruz. İleri demokraside yaşadığımızdan…
Biz bu ‘müslümanlar’ı Sivas katliamından tanıyoruz. Bu acı olay aydınlarımıza karşı yapılan ne ilk ne son katliamdır ne yazık ki. Madımak çevresinde tekbir getiren kitle orta cağ karanlığından fırlamış gibiydi.13 yaşında bir çocuğunda içinde olduğu 35 masum insanı katlettiler. Bu olayı gerçekleştiren zihniyet 12 yıldır iktidarda, ülkemiz her geçen gün orta çağ karanlığına daha fazla gömülüyor. AKP bu katliamın hesabını vermemiştir. Şimdi demokrasi havarisi kesilmeleri bizi de tüm dünyayı da aldatamaz. Ancak biz emperyalist batı ülkelerinin hem AKP’ye hem islamcı terör örgütlerine verdiği desteğin de farkındayız. Medeniyetler çatışması çıkartmak için her türlü kirli oyunun oynanmakta olduğunun da farkındayız(elbette bu C Hebdoya yapılan saldırıyı onaylamak anlamına gelmez). Ne yazık ki farkındalık yeterli olmuyor, bunu nasıl durdurabileceğimizi bilmiyoruz. Dünya bir çılgınlığa sürükleniyor.
Kuranda yazan İslam gerçekten farklı görüntü çiziyor. Bu herkesin bildiği bir konu. Fakat bu durum olumlu anlamda değil. Yani Kuran’da anlatılan İslam doğru, iyi, güzel olup da sonradan yapılan eklemeler aslını bozmuş değil. Eklemeler revizyon için yapılmış. Bu çok yaygın bir durumdur. Kuranda yazdığı biçimiyle kabul edilemeyecek bir çok konuya, mezhepler bir çok değiştirme ve süslemeler yapmışlar.
Çünkü Kuran’da sistematik bir anlatım yok. Çok önemsiz konular uzun ele alınıyor, daha kötüsü çoklukla aynen tekrarlanıyor. Bu durum Tevrat’tan alıntıların çokluğundan kaynaklanan bir durum. Bir de bu alıntılara bir orijinallik süsü vermek için çeşitli şekillerde farklı anlatma çabası işin içine girince bu durum ortaya çıkıyor. İsraillilerin kesmesi istenen bir sığırın hikayesinin çok fazla ayrıntılarla uzatılması, bir de sanırsam en uzun kısma “bakara” (sığır demektir) adının verilmesi tipik örnek. Sığırın özelliklerini dönüp dönüp tekrar ayrıntılandıracağına, sistematik bir anlatımla ortaya konan inanç sisteminin temel ilkelerini düzgünce anlatabilirdi.
Hadislere baktığınızda namaz konusu son derece önemli bir konu olarak ele alınmış. Hadislere baktığınızda Kuran namaz konusu üzerinde önemle durmuştur herhalde diyorsunuz. Fakat Kurana baktığınızda ise durum hadislerdeki gibi değil. Kuranda namaz yok iddiası tabii ki abartılı. Fakat konu şu ki Kuranda namaz konusundan imalar, bir takım atamalar, kısa geçiştirmelerle bahsediliyor. Öyle önemli bir konu görüntüsü vermiyor.
Kuran yoğunlukla ne söylenirse inanılması ve yapılması üzerine aşırı biçimde yükleme yapıyor. Okunduğu zaman tek kaygının, kendisine inanılması olduğu hemen görülüyor. Ne diyorsak kesin inanın, ne diyorsak hemen yapın, yoksa şöyle olur, böyle olur, şöyle öldürülür, şöyle yakılır, şöyle işkence edilirsiniz anlatımlarından başka pek bir şey yok.
Bu kadar uzun bir metin, çok daha sistematik ve düzgün bir anlatım içermeliydi. Herhangi bilgi sahibi bir insan otursa, çok daha düzgün, sistematik ve ne ortaya koyduğu net anlaşılır bir metin yazardı.
Bunun nedeni, mutlak itaat istenmesi ve emre amade ordular yaratılmanın amaçlanması. Korkuya dayalı bir mutlak itaat mekanizması oluşturulması. Amaçlanan bu olduğu için diğer konular son derece yüzeysel ele alınmış.
http://www.turkish-media.com/forum/topic/316872-kuranda-namaz-yokturne-zaman-nasil-kilinacagi-da-yazmaz/#entry1054922
Ebubekir’in zamanında Ömer, artık müellefet’ül-kulûba vermeye lüzum kalmadı demiş, onlara zekât verdirmemişti. 8. sûrenin (Enfâl) 41. âyet-i kerimesinde ganimetin beşte biri Allah yolunda sarfedilecek, Peygamber’e ve yakınlarına, yetimlerine, hiçbir şeyi olmayanlarına ve bu yolda savaşanlarına verilecekken bu payı kaldırmış, Mâlik b. Nüveyre’yi, Müslüman olduğu halde öldürten ve şer’i süresini beklemeden zevcesini alan Halid b. Velid’i, evvelce onun şiddetle aleyhinde bulunduğu halde, kendi zamanında bağışlamış, hac töreninden umreyi, törenden nisâ tavafını kaldırmış, Müslim’in rivâyetine göre kendi zamanında bile yapıla gelen muvakkat nikâhı yasak etmişti. Ezandan, “Hayye alâ hayr’il-amel-haydin en hayırlı işe” sözünü, halk ibâdete koyulur da savaşı boşlar diye okutmamış, bir kerede üç talak vermeyi, kadın boşamaktan halkı çekindirmek için câiz görmüş, sünnet ve nâfile namazlarda cemâat olmadığı halde terâvih namazını cemaatla kıldırmış, su bulunmadığı vakit teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiş, miras ve iddet meselelerinde içtihatlarda bulunmuştu. Daha bu çeşit birçok içtihatları olmuş, sabah ezanına “namaz uykudan hayırlıdır” sözünü katmıştı
Velid b. Ukbe’nin, Kûfe’de beytülmâli istediği gibi harcaması, şarap içtiği sabit olduğu halde kendisine had vurulmaması, Abdullah b. Mes’ud’un, Ammâr’ın dövülmesi, bunlarla beraber Ebû-Zer’in ve diğer birçok sahâbinin sürülmesi, ehliyle buluşana, kendisinden inzâl olmadıkça gusûl icâb etmediği hakkındaki fetvâsı, 46. sûrenin (Ahkaaf) 15. âyetinde haml müddetiyle çocuğun sütten kesilmesinin otuz ay, 2. sûrenin (Bakara) 233. âyetinde süt verme müddetinin tamamının iki yıl olduğu bildirilmesine göre haml müddetinin en azının altı ay olduğu anlaşıldığı halde evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadını recmettirmesi, bayram namazını dört rek’at kıldırması, seferde namazları kasretmemesi, umreyi men etmesi, bayram hutbelerinin namazdan önce okunması gibi şeyler de ashabın, Osman aleyhine dönmesine sebep oldu.
http://balaghah.net/old/nahj-htm/tur/nahjj/nehc/5bolum.htm
Bağdat’ın düşmesinden sonra Hülâgû’nun “kâfir, fakat adil sultan mı, yoksa Müslüman ama zalim sultan mı daha üstündür?” sorusuna mecliste bulunan âlimler cevap vermede tereddüt ettiklerinde İbn Tâvûs eline kalemi alıp, “kafir, ama adil sultan daha üstündür” şeklinde cevap vermiştir. Bu imza, beraberinde Abbasîlerin Müslüman olsalar da, özellikle Şiîlerin haklarını korumada başarısız olduğunu, bir yönetimin meşruiyetinin dinle doğrudan alakalı olmadığı fikrini taşımakta, böylece Abbasîlerden esirgenen yakınlık İlhanlılara gösterilmektedir.
http://www.emakalat.com/index.php/emakalat/article/viewFile/135/116
İslam’da siyasi partiler
İslam dünyası denen Müslüman coğrafyasının hâli içler acısı. Her taraf kan revan içinde. İç savaşların, darbelerin, çalkantıların ardı arkası kesilmiyor. Sebep? Dış güçler. Müslümanların her tarafta tekrarlayacağı cevabı bu. Dış güçler ezberi cehilden ilim çıkartan bir ilaç gibi. Kafası çalışmayanlarda derinlik sarhoşluğuna yolaçıyor. İçinde su olmayan havuzda atalet içinde yatan birinin stratejik diplere yaptığı gavvasane dalış hissi veriyor. Anlatması, dinlemesi hoş. Dünyayı açıklıyor. Problemlerin kaynağına iniyor. Üstelik bizi hatadan tebrie ediyor. Hareketsizlik ve sorumsuzluğa çaresizlik kılıfı giydiriyor. Kendini iyi hissetmene imkân tanıyor. Lakin, bir yalanın hoşumuza gidiyor olması, onu inanılır kılsa da söyleneni hakikat yapmıyor.
Sorsan, IŞİD nereden çıktı? Dış güçler (başta Amerika ve İsrail) kurdu diyecekler. Hadi onlar kurdu ve hilafet iddiasındaki örgütün başında onların adamı var. Peki, bu örgüte katılmak için gelen bu kadar ahmak ve enayi Müslüman nereden çıkıyor? Dünyanın dört bir yanından gelen bu Müslüman psikopatları da dış güçler mi icad etti, onlara bu garip Müslümanlık terbiyesini onlar mı verdi?
Boğazımıza kadar battığımız bu derin analizlerimiz gerçeklerden kaçmak için, kendimizden kaçmak için topu taca atmak olmasın? Efendim, ‘İslam’ı İslam’a kırdırıyorlar. Şunların arkasında bunlar, bunların da arkasında şunlar var…’ ilaahiri mazeret. Evet, bir sorumsuzluğu cerbezeyle örten bir mazeret arayışı bu. Suç hep dışarıda. Hata hep başkasında. Dış güçler böyle yirmi dört saat çalışıyorsa sen ne yapıyorsun? Ya ellerin armut topluyor ya da dış güçler analizi yapmakla meşgulsün.
Ey Müslüman, gerçekte sorumluluk almamak için dış güçlere tutunuyorsun. Dış güçlere bu kadar güç ve kontrol atfederek kendi varlığını inkâr ediyorsun. Sorumluluk sesine sağır bir taş kadar ağır, dış rüzgârda savrulan bir yaprak kadar hafifsin. Tembelliğine kader sureti giydirmişsin. Suçu kaderin üstüne atmaya çalışıyorsun. Ama suçlu olan sensin.
Müslümanlar olarak siyasi geleneğimizi sorgulamış değiliz. Siyasi partilerimize devletin kendisi, ideolojik tercihlerimize dinin kendisi muamelesi yapmakta hâlâ ısrar ediyoruz. Kendimizle yüzleşmiyoruz. Yüzleştiğimizde aşağıdaki gibi gerçekleri hazmetmek zorunda kalacağız.
İslam’da iki siyasi parti var: Sünnilik ve Şiilik. Mezhepler olarak bildiğimiz bu dinî ideolojiler hakikatte politik partilerdir. Peygamber Efendimizden sonra iktidarın nasıl ve kimde olacağı konusunda doğan görüş ayrılığı ile ortaya çıkmış bu partiler. Biri iktidar partisi. Adalet yerine düzenin, haklılık yerine iktidarın tarafında. Tarihi kendi partizan menfaatleri doğrultusunda çarpıtmaktan çekinmemiş. Yen içinde kalma ve ululemre itaat gibi teminatlar sayesinde kol kırmaktan, istibdad üretmekten geri durmamış. Diğeri muhalefet partisi. İktidara olan itirazını nefret derecesine çıkartmış. Bütün bir kültürünü muhatap olduğu mazlumiyet üzerine bina ederek hareket etmiş. Hakkaniyet ve ilkesellik bayrağını tepkiselliğin ve grup asabiyetinin gölgesinden kurtaramamış.
Ve Müslüman, dinin kendisi diye esasen kendi siyasi parti rejiminin içinde yaşamaya başlamış, buna alışmış.
İnsanın hilafetini hatırlamak yerine dünyevi halifeye dini kudsiyet atfedilmiş. Hukuk ve adalet yerine kardeşlik edebiyatları ve fitne korkuları ile düzen tutturulmaya çalışılmış. Düzen hatırına Kerbela’lar yaşanmış ve hatırlanmasın diye üstü örtülmüş. Bugün yaşadığımız kimi krizlerin temelinde işte bu siyasi partilerin dinin kendisi gibi algılanması meselesi var. Fakat bunu tartışacak cesaretimiz henüz yok. Hakikate olan saygımız, kendini iç güvenlik yasası olarak sunagelmiş bir parti disiplininin sınırları içinde mahpus durumda. Türkiye’den Yemen’e yaşadıklarımızı bir de bu açıdan anlamaya çalışalım.
*
Mücahit Bilici
http://www.taraf.com.tr/yazarlar/islamda-siyasi-partiler/
İslam tek tanrılı bir din değildir. Allah tıpkı Yunan mitolojisinde olduğu gibi baş tanrıdır yani Zeus’tur. Şeytan ise Allah’a karşı çıkmış aksi karakterli bir tanrıdır. Azrail ölüm tanrısıdır. Allah’ın baş tanrılığını tanımış ve onun emrine uyar. Cebrail vahiy getirir.
Bu tanrıların varlığı Allah’ın kudretinin sınırları olduğunu gösterir. Yoksa Allah’ın bunlara neden ihtiyacı olsun ve Şeytan’ı niçin ortadan kaldırmasın?
Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra ilk müslümanlar arasında birtakım anlaşmazlıkların çıktığı, özellikle halifelerin seçiminde tatsız olayların yaşandığı açıkça biliniyor. Bu tatsız olaylarda başkalarını suçlamanın, suçu İran’a, Hind’e, Mısır’a daha bilmem kimlere yüklemenin gereği-yararı yoktur. Suçun nerede, kimlerin tutumunda olduğu biliniyor. Üstelik Muhammed’in yakınları olan ilk dört halifeden üçünün öldürüldüğü de ortada. Öte yandan, daha sekizinci yüzyılda müslümanlar arasında inanç ayrılıkları, birer ayrı yol (mezhep) oluşturacak nitelikte belirmiş, ikiyüz yıl içinde yüzyirmiye yakın “mezhep” doğmuştur. Bunların islamı anlayışı, yorumu, uygulamaları da birbirini tutmaz, birbiriyle çelişir.
Bu “mezhep kurucuları”nın; birkaçı dışında, hepsinin başka ülkelerin yurttaşları oldukları anlaşılır. İslam inançların doğuş yeri Mekke-Medine yöresidir. Oysa “mezhep kurucuları”nın kiminin İranlı, kiminin Kuzey Afrikalı, kiminin Mısırlı, kiminin Türkistanlı bg. olduğu biliniyor. Demek bu “mezhep kurucuları”nın görüşleriyle yaşadıkları toplumsal ortamın doğal koşulları arasında içeriksel bağlantı vardır. Bir Kuzey Afrikalı düşünürün yaşam anlayışıyla Medineli’ninki bağdaşmıyor. İran, Hind, Türkistan, Çin bg. ülkelerin aydınlarında biçimlenen yaşama kuramlarıyla Yemenlinin görüşleri arasında beliren başkalık yaşama ortamının doğal sonucudur.
Ortada bilimsel bir tarih anlayışının eksikliğinden doğan düşünsel boşluklar vardır. Tutarsızlıklar, yüzeysel suçlamalar bundan kaynaklanıyor. Sözgelişi islam tarihinde “mutluluk çağı” anlamına gelen “Asr-ı saadet” diye bir dönem vardır. Osman-Ömer-Ali gibi üç halife bu dönemde öldürülmüştür. Üstelik Kur’an okurken öldürülen halife de vardır (Osman bir söylentiye göre Ömer de). Bilimsel yöntem bilincinden yoksun bir tarihçi bu olayları yüzeysel bir dille anlatıp geçer, tabanda yatan yönlendirici sorunlara inemez. Bilimde yüzeysellik yoktur, yüzeysellik ancak bilim adına ortaya atılan tutarsızlıklarda, yöntemsizliklerde vardır. Yöntem bir bilinç ürünüdür, derinlere inmeyi, eyleme-davranışa iten anlayışı kavramayı gerektirir. Bu nedenle yöntemde “alışılagelen”le yetinme, alışılageleni uygulama olmaz. Oysa bu işlem, bu bilinç aydınlığı kimi konularda (özellikle dinlerle-inançlarla ilgili olanlarda) gereksinmiyor, sorunlara yüzeysel bir alışkanlıkla yaklaşılıyor. Yukarda verilen “öldürülmüş halifeler” örneğinde gerçek böyledir.
Osmanlı döneminde toplumsal sorunlara bilimsel anlayışla yönelme diye bir tutum düşünülemezdi. “Ulema” diye nitelenen din adamları tanrının indirdiği söylenen Kur’anı değil de onunla ilgili yorumları, açıklamaları öğretir, okutur, böylece kaynaktan uzaklaşır, tanrının değil de başkalarının sözlerine dayanırlardı. Bu yüzden Osmanlı yönetiminde Kur’anla ilgisi olmayan sayısız uygulama ortaya konmuş, hepsi de islam dininde varmış gibi gösterilmiştir. Bütün bu uygulamaların arkasında bilimsel yöntem yokluğu yatmaktadır. Osmanlıların “ulema” diye nitelediği bilim adamları yüzyıllar boyunca, Osmanlı toplumunda bilimsel anlayışın doğmasını engellemiş, halkın aydınlanmasına karşı çıkmıştır. Önce bilimsel buluşlara karşı çıkan “ulema”, sonradan bu buluşların kendisine çıkar sağladığını anlayınca, onlardan yararlanmada kimseye olanak tanımaz, önce suçlar-sonra yararlanır. Bu konuları “Uygarlığın Çıkmazları, 1990” adlı çalışmamızda bütün ayrıntılarıyla incelediğimiz için burada yinelemiyoruz. Demek bütün sorun, bilimsel bir yöntemin uygulanmasında, böyle bir anlayışın doğmasıdır.
(İsmet Zeki Eyüboğlu / Alevi-Bektaşi Edebiyatı)