Fikret Başkaya / Yalan
Toplumun sınıflara bölünüp, devletin ortaya çıktığı dönemden sonra, yalan, hile, dalavere, aldatma, yanıltma, sinizm, egemen sınıfların etkin bir egemenlik aracına dönüştü. Lâkin, hiç bir zaman iletişim teknolojilerinin “harikalar yarattığı” son dönemdeki boyutlara çıkmamıştı. Şimdilerde enformasyon-komünikasyon-dijital teknolojiler, yalan üretmeyi ve yaymayı iyice kolaylaştırdı. Artık, belirli mahfillerde üretilen yalanlar anında dünyanın dört-bir bucağına ulaştırılıyor. Teknolojik gelişmeyle yalan da hızla gelişti. O kadar ki, medyatik yalanlar aklı başında, muhakeme yeteneğine sahip insanı utandıracak, çileden çıkaracak, isyan ettirecek boyutlara ulaştı.
Şimdilerde insanlığın nasıl bir yalan denizinde yüzdüğünü hatırlatmak için sadece iki örnek vereceğim: 1.”Terörle mücadele” retoriği; ve 2. Suriye’ye “demokrasi ihracı” yalanı.
1. Bir kere terörün ne olduğuna, teröristin kim olduğuna, terörün ve teröristin asıl yaratıcısı devletler karar veriyor. Zira, asıl terör devlet terörüdür. Eğer terörün, teröristin peşine düşmek, izini sürmek gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, yüzünüzü egemenler katına, devlete, devletlere çevirmeniz gerekir… Hepsinden önce de ABD’ ye bakmak gerekiyor… Zira terör, başta ABD olmak üzere, emperyalist, kolonyalist devletlerin elinde etkin bir jeostratejik ve jeopolitik hakimiyet aracı haline gelmiş bulunuyor. Terör, ezilen-sömürülen sınıfların mücadelesini etkisizleştirmenin, püskürtmenin son derecede etkin araçlarından biridir. Bir istisna değil, kuraldır. Önce teröristi ve terörü peydahlamak, sonra da onunla mücadele etmek hayli zamandır bir emperyalizm klasiği haline geldi… Dolayısıyla terörü yaratan da, onunla mücadele ettiğini söyleyen de aynı güç ve iktidar odakları… Mesela sıradan insanlar ABD ve Müttefiklerinin İŞİD’le mücadele ettiğini sanıyor. Oysa, başta ABD ve NATOcu müttefikleri ve onların eteğine yapışarak var olabilen uydu devletlerin terörle mücadele ettiğini söylemek abesle iştigal etmektir…
Aslında emperyalist odaklar terörle değil, reel ve muhtemel rakipleriyle (Rusya Federasyonu, Çin, İran, vb.) mücadele ediyorlar ve şimdilerde terör, o mücadelenin etkin bir aracı. Kıtlaşan enerji kaynakları, madenler ve biyolojik çeşitliliğe el koymak amacıyla devletleri çökertmenin, toplumların dokusunu parçalamanın, insanların geleceğini karartmanın bir aracı… Eğer gerçek durum böyleyse, ‘terörle mücadele’ retoriğinin reel bir karşılığı olabilir mi? ABD ve NATO’cu cephe elindeki o etkin kozu bırakır mı? Onca zahmet edip, Taliban’ı, El- Kaideyi, türevlerini, İŞİD’i, vb. yaratanlar, eğitenler, donatanlar, finanse edenler, silahlandıranlar, amaç hasıl olmadan onlardan vazgeçerler mi? Eğer gerçekten İŞİD’le mücadele niyetleri olsaydı, koskoca ABD, NATO’cu ortakları, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi şahin müttefikleri, vb. onca zamanda bir kaç on bin kişiden oluşan bir dinci terör çetesini etkisizleştiremezler miydi?
Şimdilerde dinci terör sadece Orta-Doğu denilen bölgeyi hedef almıyor. Nerdeyse dünyanın her yerini hedef alıyor. Zira, kapitalist sistem ‘sıkıştı’, patinaj yapıyor, çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor. Ellerinde her ‘yapısal kriz’ durumunda olduğu gibi, şiddeti, terörü,savaşı seferber etmekten başka çare yok… Onun için yapılanlara ve yapılmak istenenlere “terör” deyip geçmek, gerçek durumu hafife almak olur. Birinci ve İkinci emperyalist savaşlarda yapılanın bir benzeri gündemde. “Büyük İnsanlığa” açılmış bir savaş söz konusu… Ekseri gözden kaçan bir şey de şu: Aslında dayatılan savaşlara emperyalistler arası savaş dense de, doğrusu kapitalist-emperyalist-kolonyalist devletlerin dünya işçi sınıfına (küresel proleteryaya) karşı savaşıdır. Bunun öyle olduğunu görmek için savaşlarda kimin öldüğünü bilmek yeter… Amerikan, Alman, Fransız, Japon, vb. kapitalistleri, büyük burjuvazileri birbirleriyle savaşmazlar, bir ülkenin işçileri, köylüleri, yoksulları diğer ülkeninkilerle savaştırılır… Nitekim, harika Fransız şair Paul Valery: “Savaş, birbirlerini tanıyan ama birbirlerini katletmeyenler adına, birbirlerini tanımayanların birbirlerini katletmesidir” derken söylemek istediği bu… (La guerre, c’est le massacre de gensqui ne se connaissentpas, au profit de gensqui se connaissent et ne se massacrent pas)StanleyKubrick’in, başrolde Kirk Douglas’ın olduğu Les Sentiers de la Gloire filmi, Birinci emperyalist savaşın aslında kimler arasında geçtiğini çok iyi anlatıyor. XX. yüzyıl savaşlarının ünlü tarihçisi JacquesPauwels, Birinci Dünya Savaşına “Büyük Sınıf Savaşı” diyor, Yukarı sınıfın aşağı sınıfla(proletaryayla) savaşı olduğunu söylüyor…
Dolayısıyla, terörle mücadele söylemi ahmakları aldatmaya yarıyor ve yalanın nasıl bir ideolojik egemenlik aracı haline getirildiğini de gösteriyor…
2. Suriye’ye “demokrasi ihracı”.
ABD ve NATO’cu müttefikleri Orta-Doğudaki devletleri çökertmek istiyorlar. Bunun için de bahaneler üretiyorlar. Bahanelerden biri oradaki halkları “diktatörlerin zulmünden kurtarmak”, oraları “özgürlük ve demokrasiyle” donatmak. Sanki demokrasi, Koka-Kola, silah, cep telefonu, parfüm gibi bir şey de, bir ülkeden diğerine ihraç edilecek… Oysa demokrasi, mücadeleyle kazanılan, yaşanan ve korunan bir şeydir! Aslında oralarda demokratik standartların gelişmesi, halkların kendi kaderine sahip çıkması, kaynaklarını kendi refahları için kullanmaları, emperyalistlerin asla istemeyeceği bir şeydir. Emperyalistler, bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri, kendi kaynaklarına sahip çıkabilen, dış sömürüye ve talana izin vermeyen, gerçekten egemen, gerçekten demokratik rejimlere tahammül ederler mi?
Emperyalist saldırının başladığı 2011 yılından beri, Suriye’ye dair söylenen her şey yalandı. Aslında orada söz konusu olan, ‘kurtla-kuzu’ meselini hatırlatıyor. Saldırı büyük bir yalanla başladı ve hız kesmeden devam etti, ediyor. Bir türlü yalana doymuyorlar. 2013’de bir kimyasal silah saldırısı oldu. Anında Esad’ı suçladılar. Oysa bağımsız kişilerce bir rapor hazırlanmadan hiçbir tarafı suçlamamak gerekiyordu. Geçtiğimiz günlerde İdlip’de kimyasal silah yeniden kullanıldı, anında “Suriye ordusunun marifeti” dendi. İki savaşan tarafın söz konusu olduğu yerde nasıl oluyor da kimyasal gaz ortalığa saçılır saçılmaz hemen bir taraf suçlanıyor ve yalan anında tüm dünyaya yayılıyor? Geride kalan 6 yılda kimyasal silahı kullananın Cihatçı katiller olduğu anlaşıldı ama yalan bir kere hedefe ulaşmıştı. Kaldı ki, Suriye devletinin elindeki kimyasal silahların tamamının 2013 de imha edildiği de biliniyordu…
Suriye ordusu adım adım ülkeyi Cihatçı katillerden temizlerken, savaşta kesin üstünlüğü sağlamışken, neden kimyasal silah kullanmak gibi aptalca bir yanlış yapsın? Eğer öyleyse böylesi bir provokasyon kimin işine yarar? Sorunun cevabı belli… Köşeye sıkışan emperyalist destekli katiller güruhuna… Bir dış müdahaleye ihtiyacı olanlar onlar olduğuna göre… ABD başkanı neden çark etti, seçimler öncesinde vadettiğinin, söz verdiğinin tersini yaptı ve bir yalanı fırsat bilip, Suriye’deki El Şayrat hava üssüne saldırı emri verdi? ABD’de başkanlar, büyük sermaye tekellerinin, oligarşinin sekreteridir sadece, onların memurudurlar. Tabii Kendi sekreterleri de(bakanları) vardır ama o şeylerin seyrini değiştirmez… Kanada başbakanı JustinTrudeau, kimyasal silah kullanıldığı haberi üzerine, tarafsız-bağımsız bir komisyon kurulmadan bir şey yapılmamalı dedikten üç gün sonra ABD saldırısına tam destek verdi. Emperyalist kampta, NATO’cu cephede saldırıya karşı çıkan olmadı ama hiçbiri Tayyip Erdoğan ve Ekibi kadar saldırıyı şehvetle desteklemedi… Tabii Suudileri de unutmamak gerekir…
Modern zamanlarda tek bir savaş yoktur ki, onu bir medya yalanı öncelemesin! Tüm savaşlar hep büyük bir medya (basın) yalanının ardından başlatıldı. Uzağa gitmeye gerek yok, Vietnam savaşı, Panama, Yugoslavya, Irak, Afganistan, Libya, Suriye, Filistin ve daha niceleri medyatik yalanların ardından geldi.
Lakin ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırı cephesi kan kaybetmeye devam ediyor ve edecek. Artık “köpeksiz köyde değneksiz gezme” devri kapandı. Aslında ABD, NATOcu vasalleri, Siyonist İsrail ve Suudi Arabistan gibi katıksız destekçilerinin nihai hedefi Suriye değil, İran ve tabii Rusya Federasyonu ve Çin… Lakin Suriye, İran, Rusya, Çin “karşı ittifakı” artık kolay yutulur lokma değil. ABD, bu “karşı cepheyle” cepheden bir hesaplaşmayı göze almadan bir Üçüncü Dünya Savaşını başlatamaz, bu şımarıklığı ve küstahlığı sürdüremez… Artık ‘köprülerin altından çok sular aktı… Elbette bu bildik anlamda bir Üçüncü Dünya Savaşını göze alamazlar demek değil ama öyle bir savaşın kazananı olmayacağı da bir sır değil. Tabii asıl kaybedenin kim olacağı belli: “Büyük İnsanlık” ve Canlı doğa… Elbette olup-bitenlerin ‘sayın seyircisi’ olmamak mümkün ama bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, bu ‘uzmanları’ ve bu kaşarlanmış profesyonel politikacıları dinleyerek asla mümkün değil…
“Yeni Paradigmayı Oluşturmak”
Fikret Başkaya
Öteki Yayınları
Geçerli eğilimler ve süreçler insanlığı ve uygarlığı hızla “geri dönüşü olmayan” bir eşiğe doğru sürüklüyor ve bu durum oligarşik kapitalist yağma ve talandan kaynaklanıyor. Dolayısıyla geçerli kapitalist üretim ve tüketim sürecinden çıkmadan insanlığın ve uygarlığın geleceğe, hastalıklara, aşağılanmaya, doğal çevre tahribatına vb. diğer tarafta küresel oligarşinin aşırı tüketimi eşlik ediyor ve insani, toplumsal, ekolojik sorunlar ve kötülükler de işte bu eşitliksizten kaynaklanıyor.
O halde her ülkede ve dünya ölçeğinde, özellikle de emperyalist merkezlerde şimdilerde “Güney” denilen çevre arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması, gezegen üzerindeki yaşamı güvence altına almanın vazgeçilmez koşulu haline gelmiş bulunuyor. Bu durumdan çıkmak için, birincisi; geçerli zenginlik, refah ve “mutluluk” anlayışının değişmesi gerekiyor. İkincisi; üretim ve tüketim modelinin değişmesi gerekiyor. Üçüncüsü de; son derece eşitsiz olan servet ve gelir eşitsizliğiyle malül emperyalist ülkelerde, tüketimin kayda değer ölçüde kısılması gerekiyor ki, oralardaki tüketim kayda değer imkan versin. Ve nihayet dördüncüsü de; yeryüzünün lanetlilerinin emperyalist merkezleri körü körüne taklit etme aymazlığından kurtulmaları gerekiyor. Zira, özendiklerinde özenilmeye değer pek bir şey yok…
Türkiye’de yaklaşık 90 yıldır “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma” şarkısı söyleniyor. Oysa üzerine çıkılması gereken “muasır medeniyet”, kapitalist yıkıcılıktan ve barbarlıktan başkası değil. Ekonomik büyüme sayesinde, GSYH artışıyla işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin sorun olmaktan çıkacağı, “refahın” gerçekleşeceği söyleniyor… Oysa işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin anlam yitiminin ve çirkinliğin nedeni, kapitalist büyümenin kendisi, dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusu.
Artık şifa diye sunulan ilaç çoktan hastalığın nedeni haline gelmiş durumda… E, daha çok GSHY artışı, sadece hastalığı daha da derinleştirilebilir… Bu da, daha geç olmadan yeni zenginlik, refah ve “mutluluk” tanımına, yeni bir “insan-insan”, “insan-toplum” ve “toplum-doğa” anlayışına, yeni bir yaşam tarzına ihtiyacımız olduğu anlamına geliyor.