ogürsel / YAŞAYAN TARİH (Ulus Devlet 3)

TARİH NASIL YAZILIR?
Her toplumsal-siyasal olguya ait yazılmış üç ayrı tarih yazımı var. Yine de “hakikat” (bence) bu “üç” yazımın da dışında kalıyor. Çünkü ilk iki yazım “taraflı-faydacı” bir zihinle kotarılmış ve 3.’sü doğa-toplumsal tarihin ürünü “insanın” tinsel bütünlüğü gözardı edilerek yazılmıştır.
İlk iki “yazılama” tarzı kendini kayırma, haklılığına iman etmiş, özeleştiri içermeyen taraflı anlatılardır. Bu haliyle geçmişin “karikatürü”, öncelikle “iman” aklının sevdiği masallar gibidir.
Egemen Tarih bilimi, halihazırdaki pozisyonuna haklılık kazandırma, “mevzilerini” koruma gibi “hayati” ihtiyaçlar nedeniyle geçmişi her biçimde sahte, parçaları birbirine uyumsuz bir yap-boza döndürür. Ulusçu egemen ya da Dinci veya dinsiz Sultan’lar için tarih, günün ihtiyaçlarına göre her gün yeniden, yeniden yazılır. Alçaklıklarına meşruiyet sağlamak için, geçmişi yeniden, yeniden yazar-yazdırmayı denerler. (Bakınız “analar ağlamasından, “ne mutlu şehit annelerine.”)
Ulusal, Dinsel ya da “mazlum-İşçi sınıfı” vb. “moral verecek” tarih yazımları da kendini kayırmaktan vazgeçmez. İstenilen sonucu gerçekleştirmek üzere geçmiş, gelecek arzularına tabi kılınmıştır. “Köle”, mazlumiyete isyanını yüceltirken,” yeni kölelik biçimleri icat ettiğini” görmezden gelir.
Üçüncü Tarih yazımı, en az yüz bin yıllık insanlık halinden “can almış” Tinselliği (*) atlar. Mekanik, salt “sınıf bakış açısı” ile kurgulanmıştır. Görece “nesnel”, “gerçeğe” en yakın sayılabilirse de “insanlık hakikatini” kucaklayamadığı görülmüştür. Bu tarih kurgusunda “insan” yoktur; sınıf mücadelelerinin mekanik et-kemik yığınları anlatılır. 2. ve 3. yazım arasında sıkı akrabalık ilişkisi vardır.

Bu üç yazım da (bence) geçmişi yakınlaştırmıyor; “anılarımızı” uzaklaştırıyor. Bu haliyle bir tarihsel bilinç oldurmakta doğrudan katkı vermiyor. O zaman yaşadığımız hayatı belirleyen geçmişi/ortak insanlık “anılarımızı” işlevsel hale getirebilir miyiz? Örneğin 2. ve 3. bakış açısını kullanarak, tarihin yaşanılan gündelik hayatı nasıl yaptığını gösterebilir miyiz? Kimi filmlerde olduğu gibi, önce “son trajik olayı” göstererek, ardından “buraya nasıl gelindiğini” anlatan bir tarihsel anlatı, bir YAŞAYAN TARİH (**) kurgusu, bizi içinde yaşadığımız “hakikati” anlamaya daha çok yaklaştırır mı? Böylece yaşayan insan-insanlık da olması gerektiği gibi Tarihin içinde yerini alabilir mi? Bir tarihi yaşadığı bilincini edinebilir mi?
“ANILARA” BAKIŞ AÇILARI
1.
Çağımızda egemen tarih yazımcılığı, kurulu sistemin “çerezlerine” tav olmuş “papağan” prof. memurlarca yazılıyor. Zorbalık, katliam, entrika ve komplolarla zafer kazanmışların övüldüğü, “böyle yazıla, böyle biline” buyruğuna uygun hikâye kitapları düzenliyorlar. Bu okullarda öğretilen, bilinen, biat edilmiş tarih kurgusu.
2.
İkincisi, ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa uğrayanların dökümünün yapıldığı, yeryüzünde “cennetini” yitirmişleri kayıran, binlerce yıldır süregelen korkunç adaletsizliklerin kurbanlarını öne çıkaran tarihsel anlatılardır. Mazlumların, kendine cehennem edilmiş gezegenin “ötesinde” cennet arayan kurbanların tarihi; Din’lerin, “bilimsel sosyalizm” vb. ideolojilerin yazdırdığı tarih.
3.

Üçüncüsü duygusuz, ölü insan gövdesi üzerinde otopsi yapan bir anatomist gibi, yaşayan insanı değil cesedi “çok iyi” betimleyen, “objektif”, kanıtlara dayalı “Gerçek” Tarih. Nesnelerin, nesne insanların, sınıfsal çatışma ve iktidar savaşlarının, arada ezilen ve sanki acı çekmeyen insanın-toplumların anlatıldığı, “kuş bakışı” seyredilerek aktarılan olaylar zinciri.
4.
YAŞAYAN TARİH
Bu yöntem, “geçmiş” zamanın ve içinde bulunduğu coğrafyanın oldurduğu insanı başlangıç noktası yapabilir. Yaşanılan zaman ve insanlardan geriye giderek onu yapan “anıları” çözümleyebilir. Yüzlerce yıl önceye ait ve ölü sanılan geçmişin nice canlı dokusunun o halkın içinde yaşamayı sürdürdüğünü gösterebilir. (***) Ölçüye gelmeyen, tartışmaya açık “sosyoloji” ve “psikoloji” bu yöntemde kendine özel bir yer bulacaktır.
Örneğin Suriye, Afganistan, Pakistan vd İslam ülkelerinden milyonlarca insanın “ölüm kaçışı”, hem de “bu tarafın” aşağıladığı Hıristiyan Emperyalist Avrupa’ya akan göç olgusu üzerinden “tarihe” dönerek, Orta-Yakın Doğu’nun tarihi “yeniden” nasıl yazılabilir?
Bu yaşanılan acımasız kaskatı gerçeklik suratımız bir tokat gibi inmez mi? O “büyük” İslam Uygarlığının artık “yaşayan” bir değeri kaldı mı? Dünya ile yüzleşmemekte ısrar eden, gerçek dünyadan sürekli kaçarak “Allah’a” sığınan milyonların, şimdi Hıristiyan Avrupa’ya sığınma macerasındaki trajedi son 200 yıllık İslam Toplumları tarihini yeniden yazdırmaz mı?
Bakabileceğin kadar çocuk doğurmak, evlatlarına insan olma eğitimi yerine, “Allah Rızkını verir” ümidi ile, üç beş sure, dua öğreterek hayat karşısında gereken donanım sağlanmış olabilir mi? Kadını erkeğin eşiti, bir insan olarak görmeyen toplumun çocukları insanî, bilişsel yetenekler kazanabilir mi?
Kadere boyun eğme geleneği, yerel zorbalara da boyun eğme alışkanlığı yapar mı?
*
Bilgi çoğaldıkça Hakikat kolay gizleniyor. Bu nedenle bir yöntem olarak yaşanılandan geçmişe yönelmek egemen zihniyetin “bilgi yozlaştırma” çabasına karşı yararlı olabilir. Yaşayan Tarihi, anladığımız-sezdiğimiz kadar önümüz aydınlanabilir.
İkinci ve Üçüncü bakış açısının “sentezi” ile yaşanılanlardan geçmişe dönerek anlatılacak bir tarih yazımından söz ediyorum. Tarih bilimi, insanın-toplumun kendini yapan geçmişi, örneğin komşu kabileleri yok etmekte kendine hak vermesini; egemen zulme, sömürüye boyun eğen ama kadınları aşağılayan, öldürme ayrıcalığını kendinde görebilen erkekleri üretmiş, bu tür suçları kolayca bağışlayan bir toplumu meydana getiren tarihin, “anıların” ısrarla yazılması ile görevini yerine getirebilir.
Bu tarih bize işkenceci, katil olmaya yatkın insanları üreten toplumsal geçmişi; kabilesine “iyilik” iddiası ile iktidarı eline geçirmiş sonra zalim, yağmacı zorba bir Sultana dönüşmüş karakteri alkışlayabilen koşullanmışlıkları anlatmayı denemelidir. Bu koşullanmışlıklar var oldukça “sosyalist” tabela taşıyan “Dinsiz Sultanların” avucuna kolayca düşüldüğünü de bize SSCB örneği göstermedi mi?
“Zaman, zaman”, onlarca milyon insan birbirini boğazlamak, bombalarla katletmek üzere vahşice birbirine saldırabiliyor. Bu yalnızca o dönemin politikası, uydurulmuş yalanlar, bilinen sınıfsal açıklamalara sığmaz; yüzlerce milyon insanın bu “vahşet çağrısına” kulak vermesi, hangi acımasızlıklar tarihinin yaptığı “ruhların” eylemidir? Örneğin, tarihte en güçlü olduğu 1. Dünya Savaşı öncesi dönemde Sosyalist Devrimci hareketlerin de neredeyse tümü Milliyetçi-militarist politikalara sürüklendi. Bu sapma o dönemde tek, tek siyasal önder aşağılamaları ile açıklandı.

ULUS DEVLETİN YAŞAYAN TARİHİ
“Yaşayan Tarih” yöntemi ile ele aldığımızda ülkemizin 35 yılının özeti şudur; en azından “yöntemde-uygulamada” Ulus Devlet ve Laiklik modeli iflas etmiştir. Nasıl bir Ulus Devlet; nasıl bir Laiklik bağlamında geçmişe yolculuk yapılması gerekir? “Ben nerde hata yaptım?”
Hiç bir şey olmamış gibi, yeniden 1920’lere dönerek oradan yeniden başlamak imkânsızlığı bir yana, “akıllıca” olmayacaktır! Müslüman toplumların her bunalım döneminde “Asr-ı saadet” söylemine sarılarak, 1400 yıldır, yeniden, yeniden MS 620’ye dönmeye çalıştığı gibi!
*
Hayatta bir “şey” olur, adı sonra konulur. Nitekim Ulus Devlet de böyle oldu. 1789 Devrimi, Fransa’da çok kalabalıklaşan Paris Kenti’nin, kendiliğinden “ulus” olmuş halkının devrimi ile Ulus Devleti yaptı. Ve bu devrim ülkeye yayıldı. Sonra da bu “olgu”, tüm Avrupa ve dünyada “bana uyar mı” sorusunu umursamadan bir Merkezî İktidarı gasp eden bir Ulus Devlet “modasına” yol açtı!
Aristokrasiyi ekonomik olarak zayıflatmış ticaret ve sanayi burjuvazisi, tam da ihtiyacı olan yaşanılan coğrafyaya hakim, genişlemeye yatkın, egemenlik sağlayıcı ve emperyalizm potansiyeli taşıyan mükemmel bir ideoloji bulmuştu. Merkezî İktidarı eline geçiren her ulus Devlet, neredeyse her zaman, egemenlik sınırları içinde bulunan azınlıkları sindirerek, dilini-kültürünü dayatarak, kendi ülkesinde “Ulus, halk” adına bir “minik emperyalist” tahakküm sistemi kurdu. “Kral adına” değil de “halk” adına çok daha büyük ve derin bir baskıcı devlet sistemi kuruldu. Modern Devletler!
İlk ulus-devlet Fransa’da da, “Devrimci Fransız Ulusu kendini “une et undivisible” (tek ve bölünmez.og) ilan etmişti” … ama… Güneybatı Fransa’daki köylüler 1790 yılında ayaklanıyordu. “Çünkü Ulusal Meclisin kararını yanlış anlamışlardı. “Paris’te kullanılan bu dilin Fransızların çoğu için yabancı olduğu… Fransızca, 83 department’in en fazla 15’inde konuşuluyordu. .. otuzdan fazla lehçe tespit edilmişti.. Fransızca neredeyse sadece kentli sınıfların bildiği bir yabancı dile dönüşmüştü.” (1)
“Ulus Devlet” neredeyse her zaman bir projeydi; kendini Mutlak Monarşilerin yerine aynen oturttu; Merkezî İktidar modeli değişmedi. Bu olgunun kanıtı İngiltere’dir; Kral, kraliçe değişmeden de Modern bir burjuva devlet olunuyordu; Fransız Devriminin parlak görüntüleri, Ulus Devlet konusunda büyük yanılsamalar yarattı. “Batı Avrupa’da ulusu yaratan devlet olmuşken, Orta Avrupa’da devleti doğuran ulus olmuştu.” (2)
Örneğin Türkiye’de “Ulusu yaratan” devletti. Rum ve Kürt halkının inkârı, Ermeni tehciri politikasının devamıydı; bu bir ‘suçlama’ değil; hatta o günlerin dünyasında “bağışlanabilir” bir olgu olarak da görülebilir ama sonuçta bu “günah’ın” bedeli, hala “affedersiniz Ermeni” diyebilen ortak zihniyetin günahı, bugün her gün üzerine eklenen 50 bin “küsur (!)” delikanlının cesedi ile ödenmektedir.
Yaşanılmamış yılları ile bir genç ölü, arkasında bıraktığı çocukların darmadağın dünyası, ana-babanın kahırla yaşayacakları hayatlar sayılabilir olmadığı için devlet kayıtlarında görünmüyor. Bu derin, kıyıcı acıların diyalektiği, yol açabileceği toplumsal sonuçlar; birey üzerindeki etkiler bilinen tarih yazım yöntemlerinde pek umursanmıyor. “Siz geçmişi unutabilirsiniz ama, geçmiş sizi unutmaz!”
YÖNTEM OLARAK YAŞAYAN TARİH
Bir yöntem olarak içimizde yaşayan Tarihi keşfetmek üzere, “bugünden” kalkarak geçmişe yönelebiliriz.
2015 Türkiye’sinde yaşanılan siyasal süreçler, insanlığın birikmiş ortak aklı ile uyumsuz, yanlış/”saçma” ise “hakikatte”, “saçma” olan yaşanılanlar değil, geçmişe ait bilgilerdir. Son 35 yılda “başımıza gelenler”, 1920’lerin “kurucu ideoloji” hayalleri, hedeflerinin çok gerisinde kalındığının kanıtıdır. Ve bugün yaşanılanlar ancak ve öncelikle bu ideoloji tümü ile sorgulanarak kavranabilir. Çözüm de, bu sorgulama sürecinden doğacaktır. “Kurucu ideolojinin” iddiaları ile 80-90 yıl sonra yaşanılan siyasal derin bunalım arasındaki uçurum, egemen TC’nin anlattığı tarihi yalanlar.
“Dokusunun reddettikleri” tarafından tüm kurumları “kolayca” teslim alınmış; kuruluşundan 90 yıl sonra elli bini aşkın cinayete karşın çözülememiş olan “Ulusal Sorunuyla” bilinen, Laik, Ulus Devleti ile ilgili tarihin sahte olduğu kolayca kanıtlanır.
YAŞAYAN TARİH’İN ÇELİŞKİLERİ GÖSTERMESİ
Örneğin 1917-1953 SSCB tarihi. Şimdi her şey önümüze serili olduğu halde; Stalinistler’in ya da Troçkistler’in yazdığı; ABD veya Batı tarihçilerinin öne sürdüğü, Marksist-sınıfsal analizler… Bu konuda Gün Zileli sitesinin ilgili konuları altındaki tartışmalara bakın; dehşet içinde kalırsınız. Video kayıtlarının bile bulunduğu bir tarih nasıl bu denli faklı bilinmektedir?
Aynı şekilde 1920’li yıllar Türkiye’sini anlatan ve tümüne de “iman edilmiş” kaç farklı tarih yazımı var? Atatürkçülerin ya da Kemalistlerin yazdığı iki “aynı” tarih; mazlum, Kürt İsyancılarının yazdığı Tarih ve üçüncü “sınıf bakış açısı” ile aktarılan tarih. Her taraf kendine inanacak masallar yazıyor!
Stalin 1953’de ölür. Bir kaç yıl sonra yerine Kruşçev geçer. Hruşçov 1938-39’dan beri politbüro üyesidir. Stalin Kruşçev’le 15 yıl birlikte çok yakın çalışmıştır. Ne hoş değil mi? Stalin “şanlı, yüce”, Kruşçev revizyonist, hain! Masallara inanan çocuk aklı kanar bu tür iddialara; tarihsel süreçler konusunda ne büyük bir “diyalektik cehalet” örneğidir bu. Kruşçev hain ise, Stalin de “makbul” değildir! Stalin “şanlı-yüce” ise Kruşçev o kadar kolay aşağılanamaz! Bu “kavrayışsızlık” üzerinde parçalanmış sol siyaset kapışmaları, yalnızca bu ülkede ne çok delikanlının hayatına mal oldu.
TARİH BİLGİSİ, İŞLEVSEL OLMALIDIR.
Tarihten daha doğrusu “ortak anılarımız, birikmiş aklımızdan”, insanın-canlıların-tabiatın lehine, yaşanılacak acıları azaltma, daha mutlu birey ve toplumlar oldurma yolunda yararlanmayı öğrenmemiz gerekmektedir. Tuğla gibi kitaplar okumadan da “bir bakış açısı” bulacak işlevsel bir bilinç edinmek mümkün mü?
“Normal” bir insan içinde yaşadığı toplumsal gerçekliği, geçmişe-tarihe dair anlatılan “hikayelerden” daha fazla bilir, tanır. Sezgi ile de soruna ait bilgi edinir. Çözüme ait yanıtları “budalaca” olsa da, sorunun arkasında yatan tarihsel süreçleri göremese de yaşadığı hayata ait çelişkileri anlar.
Genelde insanlar siyasal, ekonomik veya kurumlara ait tıkanma, büyük toplumsal çalkantı, cinayetlere varan kargaşanın arkasında çok uzun bir geçmişin, davranış ve düşünce alışkanlıklarının yattığını bilmez; olguyu kolayca “yöneticilerin” sorumsuzluğuna, bencilliğine, hırsızlığına yorar. Bu koşullarda bile halâ “şanlı”, “büyük”, hayranlık verici bir tarihinin varlığına inandırılabilir. Oysa haklı olarak örneğin ondan-bundan geçinen, huysuz, geçimsiz, kavgacı, bencil, acımasız, üstü başı kirli bir “ihtiyarın” (Devletin), gençlik dönemlerinin övülmesine inanmak istemez. Birisi şöyle fısıldasa, ikirciksiz kabul eder. “Çok dedik, böyle olacağı belliydi!”
Ermeni halkının etnik temizliği ile yüzleşemeyenin, bu topraklarda en az beş bin yıllık geçmişi bulunan Kürt Halkının gerçeklerini kabullenmeyenin “huzur” arayışının budalaca olduğunu öğretecek bir tarih bakış açısı bulmamız gerekiyor!
*
Tüm İslam toplumları olduğu gibi, yoksulluk, sefalet, iç savaş koşullarında yaşıyorsa, yaşanılan geçmişe, İslamcı geleneklere, toplumsal örgütlenme, yönetim biçimlere dair bir güzelleme yapan bir tarih belli ki, yalan, sahtedir. Halâ o tarihe sığınmak, yaşanılan sorunları yalnızca ağırlaştırabilir. Artık başka bir “tarihi” yaşama iradesinin gösterilmesi gerekmektedir.

Almanya’da 1933’de yerleşen Irkçı Faşizm bir rastlantı değil, zorunluluktu! 19. yy. sonu ve 20. yy.’ın ilk yılları Almanya’yı adım, adım bu “kaçınılmaz” sona sürükledi. Ulusçu bir hırsla atılan her adımı, daha coşkulu-milliyetçi, militarist bir adım izledi. Alman sömürgecilerin 1900’lü yılların başında Afrika Güneybatısında yerli halka yaptığı korkunç zulüm ve katliamı umursamamış Alman Halkı bunun bedelini 40 yıl sonra ödedi. “Ne var ki, Afrikalılara çektirilen mezalimin öcü feci bir şekilde çıkacaktı. Zira ırk teorisi sömürge periferisiyle sınırlı kalamayacak kadar zehirli bir fikirdi.”(3)
*
Sahte tarih, sahte başkan üretir!
Sahte başkanların “tebaası”, geçmişi bilmez, geleceği görmez. 100 yıl önce insanlar daha dürüsttü; “Şunu mutlak bir kesinlikle biliyoruz. Daha az değerli ırklardan…ki siyahların… başka bir çok halkın daha az değerli olduğunu ancak bağnaz biri inkâr edebilir…” (4) Şu “sırat köprüsünden” geçerken, Hitler’i yapan Alman tarihinden zerre ders almamış ulus devletçiler artık açıklasın; onlar kadar dürüst olsunlar. Açıkça söylesinler. “‘Bağnazlık’ yapmayın! Kürt halkı kölemizdir, köle kalacaktır!” Herkes kendini buna göre ayarlasın; bu iyiliği olsun yapsınlar…
======================================================
(*) Toplumsal Tinsellik.. Bu sitede yazılı “ogürsel’in” ilgili makalelerine bakılabilir.
(**) YAŞAYAN TARİH Bu bakış açısı ile her olgunun tarihi yeniden, yeniden yazılabilir. Yaşanılan zamanla uyumsuz her Tarih yazımı “sahte” olarak çöpe atılmalıdır. Bu “Yaşayan Tarih’ten” yola çıkarak bir tarih bilinci oldurulması sık, sık gündeme gelecektir. daha işlevsel olabilir mi? Tarih bilinci olmayan bir insan, yönünü yitirmiş, kaybolmuştur. Sahte önderlerin, cehennem refakatçisi, yalancı “cennet” vaatçilerinin, kerameti kendinden menkul faşist ya da “sosyalist” tahakkümcülerin kolayca peşine takılacaktır.
(***) Ve bu bağlamda düşünelim; Ulus Devlet bu ülkede, bu haliyle, bir Merkezî İktidar tahakkümü dayatarak hala yaşayabilir mi?
(****) IŞİD, Taleban ve yerel zorbalardan Batıya, Avrupa’ya kaçan Müslüman göçmenlerin trajedisi önümüzde; insanlık adına utanç verici. Diğer yanda Suudi A.’nın yeni Kralı tahta geçiş kutlaması adına 35 milyar dolar dağıtmış. Bu “gerçekliklerden” yola çıkarak Müslüman dünyanın tarihi yeniden yazılmalı; bu yaşanılanlar ile uyumlu; birbirini doğrulamak zorunda olan.
_______________________________________________________

1. Avrupa’da Ulus Devlet H. Schulze. Literatür Y. 2005 sf 157
2. Avrupa’da Ulus Devlet H. Schulze. Literatür Y. 2005 sf 224
3. Uygarlık N.Ferguson YKY sf. 201
4. Uygarlık N. Ferguson YKY sf 200

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Büyüme Değil (Küçülme)

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”                                                                                                           Kenneth Boulding Ekonomik …

14 Yorumlar

  1. Burada da alıntılanan Erdoğan’ın “Affedersiniz Ermeni dediler” sözüyle ilgili eleştirilere bir eleştirim olacak. Erdoğan’ı bu nedenle eleştirenlerin, onun bu sözüne neden olan ırkçı-devletçi AKP muhaliflerini eleştirmemesi, hatta onları savunması ikiyüzlülük ve fırsatçılık. Erdoğan’ın kastettiği Ergenekon tutuklusu Ergün Poyraz’ın Erdoğan ve Gül’ün etnik kökenlerini araştıran ırkçı kitaplarıydı. Bu kişi Ergenekon’dan tutuklananların bazılarının hiç de masum olmadığını gösteriyor.

  2. 1 No’lu yoruma katılıyorum. E. Poyraz’ın A. Gül hakkında yazdığı kitabı okumaya başladım. İğrençti. 8-10 sayfa sonra attım elimden.

  3. Yapay tarih yaratan ideolojilerden biriyle ilgili bir yazıdan;

    “Mezhepler, ortaya çıktıktan sonra, tarihî akış içinde, temel renklerini az çok koruyabildikleri gibi, büyük transformasyonlara da uğramış olabilirler. Eğer bir mezhep doğduğu zamanki çizgisini koruyabilmiş ise, işimiz biraz daha kolay olacaktır. Fakat, kurumlaşan farklılaşmaların yeniden farklılaşmasına bağlı olarak şekillenen mezheplerin doğuş süreçlerinin aydınlatılabilmesi çok zordur. Meselâ, Haricîlik, İbâdiye kolu hariç, temel karakterini yaşayabildiği müddetçe koruyabilmiştir: Fikir ve eylemlerine bakarak Haricî fırkaları tanımak pek zor değildir. Ancak Şiiliğin doğuşu söz konusu olduğu zaman, iş gerçekten zorlaşmaktadır. Her şeyden önce, Şia, diğer fırkaların hiç birisinin yapamadığını başarmış, teşekkül ettikten sonra, erken döneme geri dönerek, Şii anlayışa uygun sun’î bir tarih oluşturmuştur. Bu gerçeği, Şii bakış açısından kaleme alınan bütün eserlerde görmek mümkündür. Öyle ki, özellikle Emeviler devrinde, neredeyse Haşimî muhalefet cephesinde tezahür eden oluşumların büyük bir kısmı sanki Şiilikmiş gibi gösterilmiştir. İşin en ilginç yönü, geçmişteki olaylarla Şiiliği irtibatlandırabilmek için uydurulan rivayetlerin büyük bir kısmı, Şii olmayan tarihçiler tarafından da hiç tereddüt duyulmaksızın benimsenmiş, kitaplarda yer almıştır. Hadis rivâyetlerinde özellikle senetler konusunda gösterilen hassasiyetin bir kısmı tarihî rivayetlerle ilgili olarak gösterilebilseydi; bugün müslümanların kafasında İslâm tarihi ile ilgili olarak var olan kaos mevcut olmazdı.
    Açıkça ifade etmek gerekirse, mevcut tarih kitaplarına dayanarak, birbiriyle taban tabana zıt tarih kitapları kaleme almak mümkündür. Çünkü, o zamanki tarih anlayışı çerçevesinde, müverrihlerin pek çoğu, bulabildiği malzemeyi olduğu gibi kitaplarına almayı tercih etmişlerdir.”

    ŞİİLİĞİN DOĞUŞU MESELESİ (Birinci Hicrî Asır)
    Prof. Dr. Hasan ONAT

    http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/781/10021.pdf

  4. Sanırım DİAYALEKTİK Tarih yazımı olmalı bunun adı. Sürekli sebep-sonuç ilişkileri içinde gel-gitlerle yazılacak bir yöntem.
    Örneğin AKP bakanı diyor ki, “batı basınına karşı Çanakkale savaşı veriyoruz.”
    1. Bu savaş sizin şahsi savaşınız; çünkü halk o Sultan tahakkümüne-ordusuna karşı savaş veriyor.
    2. Öyle acımasızsınız ki, o savaşta olduğu gibi sahipsiz insanları öldürtmekten çekinmiyorsunuz..
    3. Sizin zaferiniz yok; aynen bu “saraykale” savaşını kazansanız da teslimiyet kaçınılmazdır..
    **
    ya da o Aylan bebeğin babasına telefon… “keşke o yolculuğa çıkmasanız..”
    KEŞKE…
    Keşke Emevi camisinde namaz kılmak istemeseydiniz
    keşke Esad’ı demokratikleşme yolunda sıkıştırsaydınız
    keşke Halifelik hayalleri olmasaydı
    keşke IŞİD’e tırlarla o silahlar gitmeseydi
    keşke Kobane savaşında Kürtlerden yana olunsaydı..
    keşke İslamcılar Laisisizmi-Sekülerizmi ciddiye alsalardı
    keşke Sünni yayılmacılık hevesleri olmasaydı
    keşke mezhepleri birbirine karşı kışkırtmasaydım
    keşke orduyu bu kadar zayıflatmasaydım
    keşke Osmanlı Sultanlarını bu kadar sevmeseydim…

    gibi…

  5. önceki yorum ogürsel

  6. Türk Nedir?

    Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük” denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense, kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.
    Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.
    Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe” dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar hiç bir sorun görmediler.
    Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.
    Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz – Bizans kültüründen başka bir şey değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.
    İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?
    Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.
    Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir karakter verir.
    Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır. Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk, aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş bir ilkel sermaye birikimi vardır.
    Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.
    Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir. Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili” olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.
    26 Eylül 2000 Salı
    Demir Küçükaydın

  7. Ulusdevlet

    Ödev yetiştirme derdine düşmüş bir genç okurum “Ulusdevlet nedir” diye bula bula soracak beni bulmuş. “Ulusdevlet, meşruiyet kaynağını din, müktesep hak, fetih, sözleşme, fayda ve saire yerine ‘ulus’ adı verilen ideal varlığa dayandıran zorba çetesine verilen addır. 1800’lerden 1960’lara kadar modaydı. Şimdi medeni ülkelerde kimse yemiyor,” diye cevap yazdım. Artık bilmem, ne not alır.
    Şöyle yazsa belki hocası insafa gelip aferini çakardı:
    Her devletin temel kaygısı, hocam, itaattir. Emir verdi, ceza verdi, falanca kişi veya zümrenin çıkarına aykırı bir karar verdi: insanların buna boyun eğmesini nasıl sağlayacak? “Silah zoruyla sağlar” desen olmaz, yetmez. Emrin “haksız” olduğuna inanırlarsa direnirler, istediğin kadar silahlan baş edemezsin. Hem ayrıca, o silahları kullanacak adamların da aklı yatması lazım ki yaptıkları doğru iştir. Yoksa o silahlar tutukluk yapar, hatta yüzüne patlar.
    Şimdi, insanlarda ezelden beri “biz” ve “ötekiler” duygusu vardır. Bizimkileri seversin, ötekilere gıcık kaparsın: temel bir içgüdüdür. Bizle ötekinin ayıracı bazen aşirettir, dar veya geniş memlekettir. Bazen dildir, bazen din veya mezheptir, bazen ortak töredir. Bazen meslek ve kültürdür, siyasi inançtır, takım ruhudur. Bu aidiyet duygusu hiçbir zaman tek bir boyuta oturmaz, en ilkel zannettiğin toplumlarda bile birbiriyle çelişen, birbirine tam oturmayan birkaç ayrı aidiyet katmanı bulunur. İnsanı insan yapan da işte o çok katmanlılıktır. Çok katmanlıysan, o katmanlar arasında karar vermen gerekir; ne yapacağın belli olmaz. Değilsen zaten koyundan farkın yok.
    Ulusdevletin püf noktası, hocam, insanların aidiyet duygusunu tek boyuta indirgeyebilme ham hayalidir. Der ki, din ve mezhep farketmez; Kayserililik yahut Sivaslılık yok; takım ruhuna da ancak milli takımı tuttuğun ölçüde cevaz veririm. Bir yanda birey var, öbür yanda tek ve mutlak itaat odağı, ulus! E ulusun neyi emrettiği nereden belli olacak? Ulusun sözcüsü olan Devlet ne diyorsa o! Bu kadar yalın: bütün toplumu koyuna dönüştürme projesidir.
    Pazartesi devam edelim, olur mu?

    ***

    Ulusdevlet – II

    Ulusdevlet projesinin insanları koyuna dönüştürme projesi olduğunu anlattık dün.
    Ama bu proje hayaldir, yürümez. İnsanoğlu koyunluğa ancak bir yere kadar ayak uydurur. Çokkatmanlılığı sürekli yeniden üretir. Kimi der ki ben Avrupa insanıyım, orayı mihenk alır, verilen emirleri o kıstasa vurup sorgular. Öbürü der ki ben Müslümanım, o dediğin kitabıma uymaz. Beriki Lazlığını öne çıkarır, yahut aşiretinin emrini devletin kanunundan üstün tutar. Kimi Mor Parti’nin ulusun iradesini temsil ettiğine inanır, kimi Turuncuların. Oldu mu ortam karmakarışık?
    Sonuç şu: ulusdevlet projesi, durmaksızın vatan haini üretir. Sen insanı tek boyuta hapsetmeye çalıştıkça, insan dediğin o yaratık civa gibi elinden kaçar. Çıkar, benim sevgilim yahut çocuğum yahut vicdanım ittiğimin devletinden daha mühimdir der, ki normal duyarlığa sahip her insanın doğal duygusudur. Oysa ulusdevlet teorisi açısından baktığında bu dediği vatan hainliğinin daniskasıdır.
    İtaatin tek meşru odağı ulus=devlet ise, büsbütün koyunlaştıramadığın her insanı potansiyel vatan haini saymak zorundasın. Eyleme geçmese bile ruhunda kaypaklık vardır. Yarın “sana ölmeyi emrediyorum” dediğinde ne cevap vereceği, hangi itaat odağına boyun eğeceği belli olmaz. Bir bakmışın, memleketin yarısı bilfiil vatan haini olmuş, öbür yarısı da potansiyel vatan haini. Ulus dediğin şey senin Politbürondan ibaret imiş, o Politbüroda da kaç kişinin gizli emeller besleyen hain olduğunu bilemezsin üstelik. Artık as, asabildiğin kadar.
    Peki, hocam, burada ulus kötü şeydir, iptal edilmelidir diyor muyuz? Hayır, demiyoruz. İnsanın kendini bir yerlere ait hissetmesi neden fena olsun? Kültürünü seversin, dilini seversin, atalarını seversin, “bizimkiler”in hayrına bir şeyler yapıp mutlu olursun, onların başarılarıyla övünürsün, fena mı? Fena olan o değil, bunun tek başına, tek boyutlu insan imal etme projesine alet edilmesidir.
    Laiklik diyordun, buyur işte laikliğin en hası. Kurtar devleti tek boyutlu ulus inancından. De ki Devlet, vatandaşların dinine, mezhebine, ve ULUSUNA karışmaz. Kimsenin ulusunu üstün veya aşağı görmez. Ulus ibadetini devlet dini yapmaz. Devlet bir hizmet örgütüdür. Orada oturan herkesin faydasını gözetmekle mükelleftir, ister Türk ister Japon olsun. O kadar.
    Bunu diyebilsen, bir süre sonra bakarsın komşu ülkeler bile “biz sıkıldık bu ulusdevlet işinden, bi mahzuru yoksa bizi de alır mısınız” diye kapında sıra olmuşlar.

    ***

    Sevan Nişanyan

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/ulusdevlet/8493/
    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/ulusdevlet-ii/8528/

  8. Türk

    Eski çağda bazı Kürt aşiretleri ormanda kuru dallar üzerinde yürürken “tırak tırık turuk” gibi sesler çıkarmışlar, o yüzden Türk adını almış derler. Doğru mudur bilmem. Ne yalan söyleyeyim, böyle şeylere inanmak zormuş gibi geliyor bana, askerde beynini eğitim zayiatı vermemişsen eğer.
    Diğer olasılıklar iki tane. Biri törimek (“düzenlemek, yasamak”) fiilinden *törük = “bir töreye veya yasaya bağlı olan”. Diğeri tür (“kök, asl, soy”) adının kökünden *türük = “bir kökten veya soydan gelen”. Bundan öte kimsenin bir şey bildiği yok, tahminle yetinmek zorundayız.
    Şık bir ikilem değil mi? Sanki antropolojinin temel bir problemini örneklemek için tasarlanmış: Kavimlerin kökeni siyasi midir, etnik midir? Buyurun, iki tez, iki seçenek.
    Daha önce de sözünü ettim, aşiret ve kavim adlarının birçoğunun kökeni SİYASİ bir olaydır. En eski veya en ilkel toplumlara geri gidin, değişmez: Çeşitli boylara mensup insanlar önemli bir siyasi (veya dinî, sosyal) olay nedeniyle biraraya gelir, maceralara atılır, bir topluluk oluştururlar. Sonra bunu bir yeminle veya bir yasayla kutsallaştırırlar. “Törimek” fiilinin arkasında da sanki böyle bir hikâye varmış gibi duruyor.
    Topluluk oluşunca ne olur? İnsanlar birbiriyle evlenir, beş on kuşak sonra herkes akraba olur. Bu sefer “biz büyük bir aileyiz” fikrini temellendirmek için ortak bir ata, ortak bir soy varsaymak gerekir. Oğuz Kağan’ın 24 oğlu, Yakup’un 12 oğlu, Rojkanların 24 boyu gibi teoriler üretilir, varolan toplum çeşitliliği bunlarla tevil edilmeye çalışılır. Hele topluluğa dıştan katılanlar bu teoriyi daha büyük bir şevkle benimserler ki kimse kalkıp “sen yabancısın, bizden değilsin” diye onları üzmesin. “Türemek”ten türük sözcüğü de bu yöne işaret ediyor.
    Arapların, Yunanlıların, Cermenlerin, Slavların, Kürtlerin… aşiret ve klan adlarına bakın. Az çok anlaşılır olanların hepsi bu iki sınıftan birine girer. Daha doğrusu, gerçekten çözülebilenlerin hemen hepsi siyasi niteliktedir – Denizden Gelenler, Serbestler, Göçenler, Yağmacılar, Uzunsakallar, Çengelmızraklılar, Kızılkülahlar vb. Ama hemen hepsi efsanevi bir atadan türemiş olmayı tercih ederler, Uzunsakal Ata’nın, ya da Denizgelen Sultan’ın hikâyesini ballandıra ballandıra anlatırlar.

    ***

    Sevan Nişanyan

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/turk-2/8751/

  9. Ulus-devlet sisteminin en sorunlu parçalarından biri merkeziyetçi eğitim sistemi ve kültür politikasıdır.
    Özellikle Türkiye’de.
    Ulusal kimlik yaratma ve tarihi inkarın bir sonucu olarak eğitimde sosyal bilimler ihmal edilirken pozitif bilimler ve resim, müzik, beden eğitimi gibi dersler öne çıkarılıyor. Halbuki bunlar sadece alanında eğitim görenleri ilgilendirirken sosyal bilimler herkesi ilgilendiren ve öğretilmesi gereken bir alandır çünkü insan sosyal bir varlıktır herşeyden önce.
    Mesleki eğitimin ihmali, köy enstitülerinin kapatılması, imam-hatipler gibi gereksiz okulların açılması, herkesin lise ve üniversite okumasının toplumda kanıksanması yüzünden bütün genç nüfusun okuması, bu yüzden çalışma ve evlilik yaşının yükselmesi, bunun sonucunda aile yapısının parçalanması.
    Ulus-devlet politikasının bir aracı olan futbol sektörü.
    Kâr amaçlı bir sektör haline gelen özel okullar ve üniversiteler, dersaneler.

  10. Ah, 11 Kafan ne karışık… çalışma ve evlilik yaşının yükselmesi, bunun sonucunda aile yapısının parçalanması…”
    Özür dilerim, “geleneksel aile” tüm bu çarpık düzeni besleyen önyargıların temel kurumudur. Tüm bir toplum “aile” olmadıkça bu bencil sömürü düzeni kendini bu bilinen ailelerde yeniden, yeniden üretecek..
    İyi bak.. Bildik aileler en hasta, en şaşkın, en saçma sapan birey-insan üretiyor…

  11. Fars milliyetçisi olduğu anlaşılan şu sitede Azerilerin Türk değil Aryan kökenli olduğu savunuluyor.
    Hepsini okuyamadım ama bir yerinde (resimlerde de bunu işlemişler görüldüğü gibi) Azerilerin çekik gözlü olmamalarından dolayı Mongoloid değil Aryan olduğu savunulmuş.
    http://www.cloob.com/result/%D8%AA%D9%81%D8%A7%D9%88%D8%AA_%D8%AA%D8%B1%DA%A9_%D9%88_%D8%A2%D8%B0%D8%B1%DB%8C

  12. * Bâzı tarihçiler, İran Devleti’ni yok olmaktan, Osmanlı ve Özbek saldırıları arasında silinmekten Türkmen’e dayalı Safevî Devleti’nin esirgediğini ileri sürüyorlar. Minorsky’ye göre, İran’ı iki yanlı «Türk hücumlarının dalgaları altında boğulup gitmekten» şiî devlet kurtarmıştır. Şiîlik, parçalanmış İran’da merkezî devleti güçlendirerek bunu sağlamıştır. Minorsky, görüşünü şöyle tamamlıyor: «Temelinde İran milliyetçiliği ile hiç bir ilişkisi olmayan bu yeni doktrin (şiîlik) İranlıların… Türk okyanusu içinde erimesine karşı koyma hakkını sağlayan bir ada görevini gördü» (Persia in Iranica, s. 252). John Andrew Boyle, bu görüşü paylaşarak İran’ı Türkleşmekten Türk’ün koruduğunu belirtiyor: «İran’ı Türkleşmekten kurtaranların adları bile Türklüklerini ilân eden Türkmen şahsevenler ya da Kızılbaşlar olması ne kadar paradoksal bir gerçektir» (Belleten, Sayı 156, s. 655). Prof. Faruk Sümer’e göre ise, «Doğu Anadolu’da Türk ögesini zayıflatan» Safevî Devleti, Anadolu ile Türkistan arasında bir demirperde olmuş, Orta Asya ile Türkiye arasında her türlü ilgi ve ilişkinin kesilmesine yol açmıştır (Oğuzlar, s. 154).
    (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Birinci Kitap, s. 199)