ogürsel / SİNEKLERİN UĞULTUSU

19 yıl önceydi. Gencecik çocuklar, onca ölüme karşın yine de, halaylar çekilerek otobüslere bindiriliyor; sırtlarına, yüzyılların günahı ve kabileci önyargılar yüklenerek Doğu’ya, “savaşa” gönderiliyorlardı. Savaş şiddetlendikçe, “kazanılsa” da kaybedilecek bir savaş olduğu anlaşılmıştı. Yine de gençler, o bilinen Devlet-İktidar hırsı ile ölüme gönderildiler.

“o oğullar ki bir akşam
öğretilmiş tantanalarla uğurlandı
omuzlanıp atıldılar otobüslere
safrası mıydılar ülkenin”

Devlet ve örgüt savaşta benzer vahşi yöntemleri kullanıyordu. Ama devletin imkânları çok fazlaydı; savaşın biçimini kendi belirlemişse de “Batı İnsanlarına” şeytanlaştırılmış bir PKK söylemi ile saldırıyordu. “Şeytanla” mücadelede “yumuşama”, “uzlaşma” arayışını hemen, “hainlik, sapkınlık” olarak yaftalıyor, “derin devletinin” cinayetlerine suç ortağı olmak istemeyenleri aşağılıyor, kimi önde gelen insanları suikastlerle öldürüyordu. “Kürt” sözcüğünü kullanmak tehlikeliydi; Sakıp Sabancı “Türkiye Mozaik’tir” dedi; diğeri de “ne mozayiği ulan!” Hemen sonra kardeşi Hacı Ö. Sabancı’yı “sol” militanlara öldürttü.
Devlet kirli savaşını, 15 yıl boyunca, Kürt İsyancıları ve halkına karşı tank, top, tüfek, yargısız infazlarla yürütürken, “Batıda” da aynı yoğunlukta bir milliyetçi ideolojik saldırı kotarılıyordu. Bu ideolojik tahakküm öyle korkunçtu ki, Doğuda işlediği insanlık suçlarına ortak etmek istediği Batı’ya sonunda bir “fobik reaksiyon” kazandırdı. Örneğin çocukluğunda bir bastonla, sürekli vahşice dövülmüş bir çocuk yıllar sonra, o tehlike ortadan kalkmış olsa da, baston gördüğünde nasıl anormal tepki verebilirse, Türk halkı o duruma gelmişti. “Saygı duyulası” bir zeka, bunu keşfetti!
Telefonda, polis telsizi cızırtıları, “bip-bip” sesleri eşliğinde tiyatral bir seslendirme ile “Sayın … bey, PKK SİM kartınızı kopyalamış… Sizin adınıza görüşmeler yapılmış…” deniliyor ve tuzağa düşen kolayca dolandırılıyordu. Telefonda polis sandığı adamın kendini PKK ile ilişkilendirmesi ile aksini kanıtlayıncaya dek neler yaşayabileceği dehşeti içinde kalan vatandaş, dolandırıcıların tüm komutlarını, hipnotize olmuş gibi yerine getiriyordu. Yakın zamanda bir medyatik profesörün bile bu yöntemle dolandırılabilmesi, 1980-2000 yılları arasında tüm toplum üzerinde gerçekleşmiş “psikolojik işkencelere” ait travmatik geçmişi kanıtlar.
Toplum utandırıcı bir acze kapatıldı; aczin çürüten, utanmasız yaşamaya sürükleyen yanı ile uzlaştı. Ve aynı acz, insanı öfkeye, çılgınca isyanlara da sürüklerdi; Devlet “akıllıydı!” Aczin bu kör öfkesini, milliyetçilik hırsına “körük” yaptı; isyanında haklı mazlum Kürt halkına karşı yönlendirdi. Batı için “Doğu cephesinde yeni bir şey yoktu”. Gençlere birbirleri öldürtülürken, hazcı, bencil hayat aynen devam ediyordu.

“Kent akşama hazırlanıyor
şehvetle titriyor aşağı düşmüş bıyıkları
ışıklar asfaltta açgözlü bakışlar kaldırımlarda geziyor
bir yanı alkolde
bir yanı derin uykularda yatıyor
Kasıklarda yalelli
memeler titrer, çatallarında USA Dolar
kentten gönderildiler ”

Yalnızca “Türklerin” ölüleri sayılıyordu. Kürt delikanlılarının dağ kuytularında, kaya dibinde, çalı çırpı aralarında, soluk “kanlı, katılaşmış” cesetleri üzerinde kamera gezdirenler, TV’da seslendirenler, kimi köşe yazarları, halkı, binlerce yıl öncenin, kan ve ölüm coşkusu/şehveti ile heyecanla/hazla ürperen o arkaik vahşi yaratığa döndürmek istiyordu. (Bugün de yapılmak istendiği gibi!) TV izleyicilerine sanal da olsa, “ölülerin üzerinde tepinme” imkânı veriliyordu. Kent meydanlarında işkence ve idamların seyirlik olduğu, cesetlerin parçalandığı vahşi çağlara geri dönmüştük. Devlet vahşileşip, insanlık suçları işledikçe, PKK’da bir “ayna” gibi aynı yöntemlerle karşılık veriyordu. Nice masum insanın da öldüğü katliamları kimin yaptığı belirsizleşmişti! (Bugün de olduğu gibi!)
1920’lerden bu yana toprak ağalarının, şeyhlerin, şıhların, jandarma başçavuşlarının acıma bilmeyen insafsızlığına terk edilmiş, unutulmuş, aşağılanmış, yok sayılmış “sessiz, dilsiz” bir halk yaşıyordu. PKK nasıl yargılanırsa yargılansın, Kürt halkının isyanı özünde haklı ve meşruydu.

“ya zulümdü, ya da zulüm dağlardı yolum
işsizlik açlıktı umudum, dağlardı yolum
vuruldum.
Kim işitir yaramdaki sineklerin uğultusunu
rüzgarlar getirmez mi kentlerinize
binlerce yıldır tüten kan kokusunu

Ben, binlerce yıldır
ekşi ter, insan ve hayvan kokuları sinmiş kerpiç evlerde,
uğramadığınız köylerin toz toprak avlusunda büyümüş
ağzında yuvarlanan çakıl taşları sandığınız dilde konuşan
ananın yedinci çocuğu.
O kanlı katı yüzüme iyi bak,
ne görüyorsan, ne anlatırsan
o senin kaderin olacak… (2016 YAZ)

***

Aradan 19 yıl geçti. 2015, yaz mevsimi.
1999’da Kürt İsyanının nedenlerini yenmeden, kendini “yenmiş” sayan TSK, on yıl sonra kendini hapishanede buluverdi! Ne çok ihtiyacı vardı! Ama bizzat kendisi, arkasında komplolara, adaletsizliklere, cinayetlere karşı ses çıkaramayan, kendinin yıldırdığı, sindirdiği bir halk bırakmıştı!
Ne ilginç bir tarihsel aymazlıktı ki, Kürt halkına karşı “asimetrik güç” uyguladığı için mahvolmuş TC Devletini bu sebeple kolayca ele geçirenler, selef’lerinin akıbetinden ders almamış olanlar, 2015 yazında “kendini başkan yaptırmayan” Kürt Halkına savaş açıverdi.
Devlet teröründen, utançtan, kölelikten, “askeri vesayetten” bıkmış halkın bir umutla seçtiği iktidarın 13. yılında, 90’lı yıllara geri dönüldü. O zamanlar, TSK, PKK’ya yataklık yapmasın diye köyleri yakmıştı, şimdi ise koca kentler yine kuşatılıyor, yüz bini aşkın insan 9 gün süren kesintisiz ev hapsine, açlığa, susuzluğa mahkûm ediliyor, çocuk ya da yaşlı gözetilmeden keskin nişancılarla “kuşlar gibi” avlanıyordu. “O’nu” başkan yapmadıkları için!
Halk sanki bir şeytanî tuzağa düşürülmüştü; kurtulmak istediği “kötülüklerle” hesaplaşacağını vaat edenleri iktidar ettiğini sanıyorken, onların 90’ların maske takmış insanları olduğu anlaşılmıştı; aynı iktidar ve tahakküm hırsı taşıyan adamlar! Askerî faşizm yerini, kumaş takım elbise giyenlere devretmişti.
Ve devlet’in aynası PKK, bu kanlı oyuna sanki büyük bir hevesle iştirak ediyordu. Birbirleri ile başka koşullarda tanışsalar belki çok sıkı arkadaş olabilecek insanlar, kanlı iktidar tezgahına gelerek birbirlerini öldürüyordu.
Orta çağ Avrupa’sında, yönetim Kral’ın cismanî gövdesinde gerçekleşirken, tüm iktidar, Kral’a değil, Krallığa aitti. “Kral öldü, yaşasın Kral” sloganı, var olan yönetim biçiminin, iktidarın aynen süreceğinin ifadesidir. Ne traji komiktir ki, yüzlerce yıl sonra bu ülkede iktidar salt bir kişinin ölümlü varlığına ait kılınmak istenmekte! Bu salt “cismanî” iktidar, iktidarı için gereken oy avcılığı için, güvenlik önlemleri alınmadan çıkartılan “ucuz kömür” için ölenleri bile “şehit” ilan etme cüretini, aynen krallar gibi dayatabilmektedir. “Kral için savaşın!”
“Kralın, Sultanın” şahsî iktidarı için ölenler çoğalmaktadır; bu tür ölümler “ucuzlaştıkça”, “Krallık”, gerçekliği görünmez kılmaya çalışıyor; “şehitlik” kavramını değiştiriyor! Ama.. ama… “Kralın gerçeği” ne kadar insanlık dışı olsa da, evladını yitirmiş ana babanın kanlı gözyaşları o denli insanî, dokunulamaz ve “kutsal” değil mi?

“İktidara kurban edilmiş asker, polis de şehittir
hayatın en derin o karanlık uçurumuna
çığlıklarla düşerken
ana, babanın tutunduğu
kırıldı, kırılacak o son dal da kırılmasın.
susun, bakarsın, sözler de yük olur.”

Yüz yıldır yapılmış, hep beslenmiş zehirli tohumları olmadık yerlerde yeşermiş milliyetçi önyargılar ile doldurulmuş yığınlar, yurdunda, evinde, sokağında kendi halinde yaşayan mazlum Kürt halkına da acımasızca saldırıyor; “karşıda” yarattığı nefretten emin, suçlarının tanıkları kalmasın hırsı ile topyekûn saldırı, katliam yapmaya hazır!

“O Kürt delikanlısını boş verin,
binlerce yıldır kimsesizdi,
hep dilsiz, hep kimliksiz
dert etmeyin
o sessiz, boynu bükük kavruk çocuk
yaşamaktan çok ölmeye hazır
aldığınız paranın hakkını verin,
sıkın kafasına, öldürün gitsin
arkasından ağlayan bir anası mı varmış
s.ktir edin, leşi verin, gömsün!”
***
Türk ve Kürt halkı birlikte yaşayabilir; yaşamalıdır. Bir uzlaşma noktası bulabiliriz. Birbirimizi öldürmemize gerek yok.
Yerel yönetimlerin kurulması, her kentin kendi Valisi, savcısını seçmesi, bir Türkiye Federal Cumhuriyeti, insanî, bireysel, kültürel topluluklar, inanç grupları için, geliştirilebilir bir demokrasi, elle tutulur bir özgürlüğü oldurma yolunda “devrimsi” yararlar sağlayacaktır. Şu malum milliyetçiler de bir an olsun, kendini Doğu’nun uzak bir dağ köyünde doğmuş bir Kürt çocuğu olarak görmeyi denese…

“Bir gün,
günahları fazla olanların sığındığı içkinin
sarhoşluğuna kapılmış,
kendini pislik gibi gördüğün gecelerin birinde,
annenin kucağına bırak,
Kürtçe sevilmiş, Kürtçe bakışılmış, Kürtçe öpülmüş
bir çocuk olarak.” (2015 YAZ)

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

2 Yorumlar

  1. Pardon ilk şiir 1996 yaz..

  2. Olgu olay ilişkisi olgu inkar edildikçe olayların akıntısına kapılmış konuşmalar fikri tartışmalar hep sürüp gidecek. Psikanalitik görmek istemediğimizin daha sonrasında daha yakıcı (ve rasyonun artık kontrol edemeyecek boyutlarda) geri döndüğünü söyler. Kişide durum bu olduğu gibi toplumsal olanda da aynı süreç işliyor. Evet bu konuştuklarımızı 20 yıl önce konuşsaydık yani görünür olanı görmemezlikten gelmeseydik bu gün bu kadar acı sırtımızda olmazdı. Ama hala şiddet konusunda ruh ikizi sayılarak olgunun haklılığı tüm çıplaklığıyla serimlenemiyor. Elbette şiddetin yanında olmamak gerekiyor sıfatı ne olursa olsun ama hiç bir acı hiçbir şiddet dilsiz olmak ve dilsiz bırakılmaktan daha büyük olamaz