Çanlar romanı bizi, E. Hobsbawm’ın o “kısa yüzyılı”, 20. yy’ın ilk yarısında, Rusya, İstanbul, Paris ve İspanya’da gezintiye çıkarıyor 

“Devrilseler de imtiyazlı hayatlarını devam ettirmesini bilmişlerdi. Biz üstesinden gelememiştik bunun. Belki de sebebi, babamın aslında bir soylu değil, bir asil olmasıydı. Kimsenin önünde eğilmeyen, kimseye yalvarmayan asil karakteriydi. Tarih bu küçük detayları yazmaz.” (sf. 32)

90’lardan sonra 1917 Devrimi’nin kaybedenleri ve kaybedilenleri belgelerle yazılsa da bu henüz birçok “solcu” tarafından bilinmiyor; inkâr ediliyor veya “olur böyle” değerlendirmesiyle geçiştiriliyor. Zileli ise son romanında, kaybedilen, ülkemizde de katledilen devrimcilerin, birer insan olarak varolduklarını, onların “asil karakterlerini ” bildirmek amacıyla “Çanlar’ını” çalıyor.
*
1970’li yıllarda tartışılırdı; “sanat, sanat için mi, insan için mi?” Ve “solcu” haykırırdı; “sanat insan içindir!” Burjuvazi’ye, kapitalizme hizmet eden sanatın içine tükürür, onu hemen bir duvarın dibine, gözlerini de bağlamadan diker, ağzını bile açtırmadan kurşuna dizerdi. Anımsıyorum, bu saçma yaklaşım, zamanın dergilerinde ne de hevesle tartışılırdı. Yanıtı kolayca verilecek bir sorun üzerinde ne kadar çok konuşuluyor, acımasız bir üslup giderek yerleşiyorsa, anlaşılmalı ki, gerçekliğe aykırı bir yanıt yapılmak isteniliyor.

Elbette sanat insan içindi ama o “şey” her şeyden önce bir sanat yapıtı da olmalıydı. Düzeysiz, sığ, feodal kültüre tutsak kitlelerle, onların taşıdığı “doğal bağlarla” iletişim kurma kolaylığı, zamanın nice entelektüelini, bu tartışmada inanmadıklarını savunmaya sürüklemişti. “Halka inelim!” İnilemezdi. İnilirse “hayal” dünyası kaybolurdu. Kayboldu da! Her iki tarafın birlikte “ileride, yüksekte” bir başka düzlemde buluşması gerekirdi. Zileli Mevsimler‘de de bu “naif”, çok geç uyanılmış şaşkınlığı, yeraltı suyunun yanakları yalayan serinliği gibi hissettirmişti; son romanı Çanlar‘da da “ileride, yüksekte” buluşma adına çıtayı yükseltiyor. Çok dikkatli bir okumayı zorunlu kılıyor. Sonunda verilen emeğin karşılığı alınıyor.

Çanlar romanı ne çok çağrışımlarla birlikte okunmak zorunda.

1917 Devrimi, bir Devrim idealiyle yola çıkmış olsa da, bugünden bakıldığında sonuçları itibariyle hâlâ bir Devrim olduğu söylenebilir mi? Çanlar, Devrim idealinin nasıl da yozlaşacağını sezdiren sahneyle açılıyor. Hikâyesini Devrim ümidi ile Devletin ve “darbecilerin” öldürdüğü “asil” insanlar üzerinden kuruyor.

Bizi E. Hobsbawm’ın o “kısa yüzyılı”, 20. yy’ın ilk yarısında, Rusya, İstanbul, Paris ve İspanya’da gezintiye çıkarıyor. Bu “kısa” tarihi yapan, adları tarih kitaplarına geçmeyen karakterleri tanıtıyor. Bu karmaşık insanî halleri bir romana yedirmek için sanırım, salt zekâ yeterli gelemezdi. Duyarlılık ile harmanlanmış bir “üst bakış”, bir sanatçı ruhu kavrayışı olmasa, bu denli yalın ve bu denli yoğun bir roman mümkün olmazdı. Bunu, burada ancak Gün Zileli yapabilirdi.

Bu topraklarda böylesi bir romanı, neredeyse hepimizin “orta sınıf ev köpeği” hayatı beklentisini vaadeden devletçi sosyalizm için mücadeleyi devrimcilik sanan gelenek içinde yaklaşık 30 yıl bulunduktan sonra, hem de kişisel bağlarla örülmüş siyasal geçmişinden az insanda görülebilecek bir cesaretle kopabilen; geleneksel, hiyerarşik, tahakkümcü ve kasabalı “Türk solculuğunu”, evrensel sosyalizmin özünü anlayarak terkeden, özgür ve devrimci ruhunun sezgisi ile sonunda Anarşist Felsefeye ulaşmış Gün Zileli yazabilirdi.

***

Roman, Bolşevikler’den kaçan bir Rus burjuva ailesinin kızı, o zaman dokuz yaşında bulunan Yelena’nın gözünden anlatılarak başlıyor. Yelena’nın, ailesinden koparak, tek başına ulaşabildiği İstanbul’daki gençlik günleri de yine kendi ağzından, canlı ve inandırıcı olarak aktarılıyor.

Yelena’nın, sonra Yelena-Boris’in peşinden merakla, sayfalar boyu, keyifle sürükleniyor; trajik Rus tarihinin satır aralarına dek sindirilmiş kanlı gerçekliğini seziyoruz. Günümüzün bir darbecisi gibi sürekli cinayet, sürekli nefret, sürekli düşmanla yaşayan Stalin’in suikastçılarını tanıyoruz. Ta ki, romanın ortalarında, Pilgrim Apartmanına, 100 yıl sonra ikinci kez gelene dek. Burada “yolumuzu” kaybetmeye başlıyoruz.

Ben kaybettim; “başka” bir anlatı tekniğinin karmaşık labirentine girdiğimi anlayamadım. Okurken de sürekli “ne oluyor” rahatsızlığını duydum. “Anlayışsızlığım” saplantılı bir önyargı ile bu anlatı yöntemini yazardan hiç beklemiyor olmamdan mıydı?

Bu “anlayışsızlığımın” ikinci sebebi, “Ruhlara” ilişkin “standart” beklentilerimden mi kaynaklanmıştı?

Stara’nın bir ruh olabileceğini düşünürken, kafamı karıştıran “standart dışı” açıklamaları okuyordum. Stara, yiyeceklerle, küçük gaz tüpü, buzdolabıyla ilgileniyordu. Bilinçte yaratılmış olsa da “ruhlar”, koşullanmış algılarımıza göre hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir “canlandırma” ile temsil edilir-di. Ya da bir başka varlığın içine girerek, “hayat bulurdu.” Gün Zileli’nin “ruhları”, kendi gövdelerini olduğu gibi taşıyor; topallıyor, derilerinde kurşun izi taşıyor. Hatta medyum ve bir ruh olan Meziyet’in hipertansiyonu bile var. Medyum ruh, içinde başka ruhları da taşıyor. Tüyo veriyor. “Medyumdur o; farklı ruhlar girer içine…” Ama Stara’nın ruhu canlanmış yanlarındayken, yine de Meziyet’in içine giriyor. Böylesi bir “standart dışı” ruh halleri sürekli kafamı karıştırdı. Düşünüyorum; örneğin 1995’de öldürülmüş Genco evine telefon ediyor ve konuşuyorsa; bir ruh olan Duran, kanı akan bir yaralı olarak anlatılıyorsa, teknik olarak Devrim mücadelesinde öldürülmüş gençlerin adları, romanın başında mı verilmeliydi?

Tam Stara, ruh’tur diyecekken, ensesindeki kurşun izini sayfa 138’de gösteriyor. Biz bu yaranın Lubyanka zindanındaki infaza ait olduğunu sayfa 245’de öğreneceğiz. Aynı Stara, kendini öldürten Yelena, o ruhların hepsinden daha kötümser olması gerekirken, “Biraz da iyi şeylerden konuşsak” diyor ve sonra kendini öldürtmüş kadın, “Biz ne için mücadele ediyoruz; hayat için değil mi?” deyiveriyor.

N.Kidman’ın “Evdekiler” filmindeki karakterler gibi! Kendini “evde” sanan ama o evde artık bulunmayanlar!

En sonunda, Lubyanka bölümü ve en arka sayfadaki “ölüler listesi” okunduğunda roman bütünlüğünü kazanıyor. Her şey yerli yerine oturuyor; başa dönüp bir kez daha okuma arzusu duyuyorum.

  • Çanlar
  • Yazan: Gün Zileli
  • Yayınevi: İletişim Yayınları
  • Baskı tarihi: 2016
  • Sayfa yapısı: 252 sayfa