Sol ve Milliyetçilik

İletişim Yayınları, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce dizisinin sondan bir önceki cildi olan ve Sol düşünceye ayrılan 8. Cildini yayımladı (1. Cilt: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi; 2. Cilt: Kemalizm; 3. Cilt: Modernleşme ve Batıcılık; 4. Cilt: Milliyetçilik; 5. Cilt: Muhafazakârlık; 6. Cilt: İslâmcılık; 7. Cilt: Liberalizm).

1328 sayfalık bu dev ciltte, ortanın solu da dahil olmak üzere Türkiye solu, çeşitli makalelerde, Rus Devrimiyle ilişkilerinden başlanarak, TKP tarihi ve 1960’lar da dahil günümüze kadar inceleniyor; Solun, popülizmle, Kemalizmle, modernizmle, milliyetçilikle, demokrasiyle, feminizmle, anarşizmle ilişkileri ele alınıyor; Türkiye solunda, Stalinizmin, Troçkizmin, Maoizmin, Enver Hocacılığın, Che Guevara ve Castro’nun Latin Amerika solunun, Dünya 68 hareketinin, Komintern’in, Galiyev ulusal devrimciliğinin, Sovyetler Birliği’nin, Çin’in, kapitalist olmayan kalkınma yolu teorisinin, Milli Demokratik devrim teorisinin, sosyalist devrimciliğin, üç dünyacılığın, öncü savaşçılığın, sosyalist gerçekçiliğin, ATÜT teorilerinin izleri sürülüyor, Marksist ana akımın dışındaki anarşizm ayrı bir makaleyle inceleniyor; Türkiye solunda önemli roller oynamış Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi, İştirakçi Hilmi, Cami Baykurt, Bülent Ecevit, İsmail Bilen, Nazım Hikmet, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin İnan, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Doğu Perinçek, Sabiha Sertel, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Kemal Burkay gibi şahsiyetlerin portreleri çiziliyor ve ideolojik yönelimleri inceleniyor; TİÇF, HİF, TSEKP, TKP, TİP, TSİP, THKP-C, THKO, TKP-ML, TDKP, TİİKP, ÖDP gibi partiler, Kadro, Yön, MDD, Dev-Yol, Kurtuluş vb gibi hareketler ele alınıyor; Türkiye solunun, Kürtlere, Alevilere, azınlıklara bakışı gözden geçiriliyor; Türkiye solu edebiyat ve sanat açısından da irdeleniyor vb.

Elbette bu devasa cilt çeşitli açılardan okunacak ve sola ilgi duyan, merak eden yeni yeni kuşakların başta gelen başvuru kitabı olarak gelecekte de önemli bir işlev yerine getirecektir. Çeşitli açılardan okumak derken, farklı okumaları kastediyorum. Ben bu yazıda, Sol cildinin kendi açımdan bir okumasını sunacağım.

Solun Stalinizmi, Kemalizmi

ve Kalkınmacılığı

Sol cildinde yer alan yazarların konuya genelde eleştirel yaklaşmaları ve hamaset yerine irdelemeyi ilke edinmeleri, solun tarihinin ve ideolojik yönelimlerinin hakkıyla kavranmasında son derece yararlı olmuştur kanısındayım. Bu cilt, adeta, bugüne kadar sol örgütler tarafından yazılan hamasi ve monolitik resmi sol tarihine topluca verilmiş bir yanıt niteliğindedir.

Sol cildinde birçok yazar tarafından saptanan ortak noktaların en önde geleni, Türkiye solunun neredeyse başından bugüne kadar Stalinist, Kemalist ve kalkınmacı olduğudur:

“Marksizm Türk intelligentsia’sının arasına (başka birçok toplumda olduğu gibi) bir ‘ulusal kurtuluş’ ve ‘ulusal kalkınma’ reçetesi olarak girdi.” (Murat Belge, “Türkiye’de Sosyalizm Tarihinin Ana Çizgileri” s.30)

“Türkiye’de başkaldıranlar onun en ‘ortodoks’ kaynaklarına yöneldiler; Stalin’i keşfettiler. Dolayısıyla 1968 Türkiye’de Batıdaki gibi bir ‘özgürleştirme’ hareketi olmadı. Batı’da edindiği bu gibi özellikleri Türkiye’de sol tarafından küçümsendi ve reddedildi.” (Murat Belge, agm, s.36)

Fikret Başkaya, aynı konuda çizgileri daha da kalınlaştırıyor:

“TKP… Mustafa Kemal’in şahsi diktatörlüğünün ideolojik plandaki meşrulaştırıcısıydı.” (Fikret Başkaya, “Türkiye’de Sol Hareketin İdeolojik Geri Planı Üzerine Bazı Gözlemler”, s.73)

“Özellikle de Şefik Hüsnü … dönem[i] TKP’si Stalinist ve Kemalist bürokrasilerin ideolojik planda yedeği olmaktan öteye geçememişti.” (Fikret Başkaya, agm, s.73)

“Solun ideolojik-teorik dağarcığı Stalinizmle Kemalizmin melezlenmiş bir versiyonuna dayanıyordu. Sosyalist bir toplum projesinin taşıyıcısı olmaktan çok, kalkınmacıydı. Oysa, kalkınma mümkün değildir. Kalkınma denilen, son tahlilde ekonomik büyümeye verilen addır. Söz konusu ekonomik büyüme de sermayenin büyümesinden… başka bir şey değildir.” (Fikret Başkaya, agm, s.73-74)

Benzeri saptamaları, Ali Rıza Tura, aşamalı devrim ve tek ülkede sosyalizm anlayışlarından ve Kemalizmle Stalinizmin iç bağlantılarından hareketle yapmaktadır:

“Stalin’in Lenin’e atfettiği aşamalı devrim anlayışı, yani kapitalizmin geç geliştiği ülkelerde önce burjuva devriminin tamamlanması gerektiği, sosyalist devrim mücadelesine ancak bu sürecin tamamlanmasından sonra geçilmesi gerektiğini savunan anlayış, bir yandan Sovyetler Birliği’nin savunusunu dünya çapındaki devrimci mücadelelerin tartışılmaz bir görevi olarak formüle eden tek ülkede sosyalizm yaklaşımı, diğer yandan, gerek Üçüncü Enternasyonal’in gerekse buna bağlı olan TKP’nin Kemalist rejim karşısındaki politik ve ideolojik konumunu son derece özgül bir hale getirmiştir.” (Ali Rıza Tura, “Türkiye’de Troçkizm”, s. 80)

“TKP tarih sahnesinde kendi rolünü beklerken sahne arkasından Kemalist rejime aşamalı devrim senaryosuna uygun olarak oynaması gereken rolü sufle eden bir parti olma göreviyle yetinmiştir.” (Ali Rıza Tura, agm, s.80)

“Türkiye solunun bu yıllarda önemli bir bölümünün stratejik önemi haiz beklentilerinden biri olan, ilerici asker-sivil bürokrasinin 27 Mayıs darbesinin yarım bıraktığı işi sonuna dek sürdürecek bir askeri darbe hülyasının 12 Mart 1971 darbesiyle bir hüsrana dönüşmesi, bu hareketin tüm kanatlarında  önemli bir sarsıntı yaratmıştır, ama bu sarsıntı Kemalizm konusunda bir ideolojik hesaplaşmaya dönüşmediği ölçüde Stalinist ideolojiyle olan süreklilikte de bir değişikliğe yol açmamıştır.” (Ali Rıza Tura, agm, s.82)

Kemalizm-Stalinizm iç bağlantısını, daha da genişletip Bolşevizm-Kemalizm bağlantısı biçiminde ele alan Bülent Somay ise, Bolşeviklerle Kemalistlerin devletçilik anlayışının temelde farklı olmadığını saptadıktan sonra (Bülent Somay, “Türkiye Solunun Kemalizmle imtahanı”, s.652) bu ikisi arasındaki benzerliği ve iç bağlantıyı, baskıcılıklarının niteliğinde de bulmaktadır:

“Bolşevikler de Kemalistler de, politik muarızlarını ortadan kaldırırken öne sürdükleri gerekçe ‘devrim(ler)i’ korumaktı.” (Bülent Somay, agm, s.654)

Somay, bu benzerliklere vurgu yaptıktan sonra Türkiye solunun Kemalist yönelimini şöyle açıklamaktadır:

“Bu yaklaşım… Bolşevizmin başta yalnızca stratejik bir yaklaşım olarak benimsediği ulusal kurtuluşçuluğu ve zorunlu olarak üstlendiği modernizasyon işlevini öne çıkarıyordu… Bu unsurlar bir araya geldiğinde Bolşevizm ve Kemalizmin yukarıda ayrıntılı olarak tartışmış olduğumuz yapısal benzerlikleri belirleyici bir önem kazandı. Özellikle Milli Demokratik Devrim yaklaşımına sahip olan yeni sol, kendi ‘sol’ anlayışını Kemalizmden farklı temellendirmek yerine, artık ‘ortanın solu’ olarak anılacak CHP’nin ‘daha soluna’ yerleşmekle yetindi. Mücadele esas olarak ’emperyalizm’ diye tanımlanan düşmana karşı yürütülecekti, ki bu da, 1919-23 arasında Mustafa Kemal’in önderlik ettiği kurtuluş savaşının bir analogu olarak görülüyordu.” (Bülent Somay, agm, s.657-658)

Mete Tunçay da TKP’nin modernleşmeciliğini şu sözlerle eleştirmektedir:

“Türkiye’de komünistler 19. Yüzyıl başlarından beri yürütülen Batıcı çağdaşlaşma projesinin hedeflerinin çoğunu paylaşıyor, siyaset bilimi yazınına ‘savunmacı modernleşme’ diye geçmiş olan, özünde tutucu anlayışın niteliklerini taşıyorlardı.” (Mete Tunçay, “Türkiye’de Komünist Akımın Geçmişi Üstüne”, s. 355)

Yalçın Yusufoğlu ile Çağatay Anadol da sosyalizmi bir kalkınma yöntemi olarak görmenin yanlışlığına değinmektedirler:

“Ülkemizde sosyalizm konusundaki temel yanılgılardan biri 1960’lardaki yasallaşma evresinde onun bir kalkınma yöntemi gibi anlaşılması olmuştur. Oysa sosyalizm bir fakirlik ideolojisi, gerilikten kurtulmanın ve zengin bir ülke haline gelmenin yöntemi değildir.” (Yalçın Yusufoğlu-Çağatay Anadol, “TSİP: Doktriner Bir Parti Üzerine Doktriner Bir Değerlendirme”, s. 483)

Ömer Laçiner, geçmişin olumsuz mirasından kopuş iddiasında olan 1960’lar Türkiye solunun da tüm kanatlarıyla birlikte Kemalist bir askeri darbe beklentisi içinde olduğunu şöyle açılmaktadır:

“İlginç olan nokta, bu eğilimlerin hemen tümünün de, başlatacakları silahlı mücadele biçimini bir halk ayaklanmasının, halk savaşının tetikleyicisi ve örgütleyici dinamiği olacağını varsayması ve ‘devrim’i böylece teşekkül edecek bir emekçi-halk gücünün gerçekleşeceğini savunuyor olmasıdır. Ama tümü de aynı zamanda 1960’lı yıllarda hemen hiç gündemden düşmeyen ‘sol Kemalist’ bir askeri darbenin olumlu bekleyişi içindedir.” (Ömer Laçiner, “Kopuş Düşüncesi: 1960’lı Dönem Bir Kop(ama)ma mıdır?”, s.531)

Gün Zileli ve Emine Özkaya da, anarşizmin geçmişte Türkiye toprağında neden boy vermediğini inceledikleri makalelerinde aynı noktalara vurgu yapmaktadırlar:

“1960’daki sol dalga da, Türk ve Kürt entelijensiyasının, ulusal-devleti kurma ya da kurtarma ve kalkındırma geleneksel özlemlerinden bağımsız değildi… resmi Marksizm, gerek ‘üretici güçleri ilerletme’ teorisiyle, gerekse ulusal kurtuluşa, ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’na, anti-emperyalizme, ulusal devlete cevaz veren haliyle, bu özlemlere yanıt verdiği ölçüde, 1960’lı yıllarda sola açılan orta sınıf aydınların benimsediği ideolojik bir silah görevi gördü.” (Gün Zileli-Emine Özkaya, “Türkiye’de Anarşizm”, s.1158)

Sol cildinde, solda, Stalinizme karşı değil ama Kemalizme karşı eleştirel yaklaşan iki olumlu örnekten söz edildiğini belirtmeden bu konuyu kapamayalım: 1930’lu yılların Doktor Hikmet Kıvılcımlı’sı ve İbrahim Kaypakkaya.

Arif Ulaş Bilgiç, erken dönem Kıvılcımlı’nın Kemalizme karşı tavrını ve Kürt sorununda TKP’nin klasik tutumundan farklı yaklaşımını, onun Elazığ Cezaevi’ndeyken yazdığı ve 1933 yılında basılan İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) adlı kitabından alıntı vererek şöyle netleştirmektedir:

“Denilebilir ki Kürt sorunu ile ilgili yazılmış en erken kitaplardan biridir… Kemalist hareketi ‘saf Bonapartizm’ olarak niteleyen Kıvılcımlı’nın şu Kemalizm tanımı kendisinin o dönemde Kemalize yaklaşımı hakkında bir fikir verecektir:

Kemalizm (deyince), derebeyi artıkları+ tefeci sermaye+finans kapital+finans kapital devleti bloku akla gelir. Bu dört öğe birbirini tamamlayarak birbirinden ayırt edilmez bir bütün halinde kaynaşarak biricik Kemalizm sistemini yaratır. Türkiye’de Kemalizm yaşadıkça, bu dört başlı biricik soygun ve çapul canavarı köylülüğün canını ve kanını emecektir.’

Kıvılcımlı’nın bu tutumunu bir daha görmek mümkün olmayacaktır. 1951 yılında hapisten çıktığında başka saiklerle davranan, strateji çizen, hatta Kemalizmle barışık bir Kıvılcımlı karşımıza çıkacaktır.” (Ali Ulaş Bilgiç, “Doktor Hikmet Kıvılcımlı”, s.587-588)

Hamit Bozarslan ise, İbrahim Kaypakkaya ile ilgili incelemesinde, Kemalizm konusunda yakın dönem solda tek aykırı örnek olan İbrahim Kaypakkaya hakkında şöyle yazmaktadır:

“Özellikle TİİKP’den koptuktan sonra, ‘fanatik bir anti-komünizm’ olarak tanımladığı Kemalizme karşı cepheden bir saldırıya geçti ve Mustafa Kemal’in en azından bir safhasını ya da bazı yönlerini olumlu bulan geleneksel solun aksine, Kemalizmi bütünüyle karşı-devrim olarak değerlendirdi. ‘İttihat ve Terakki’deki komprador burjuvazi ve toprak ağaları’nın iktidarını devam ettiren ‘Kemalist diktatörlüğü’ ‘sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlük’ olarak tanımlayarak, ‘devrim’in hedefinin Kemalizmin ihyası değil yıkılması olduğunu dile getirdi.” (Hamit Bozarslan, “İbrahim Kaypakkaya”, s.520)

Solun Milliyetçiliği

Sol cildi yazarlarının Türkiye solunun milliyetçiliği konusundaki ortak tespitini Fikret Başkaya’nın şu sözleri özetlemektedir:

“Türkiye’deki solun başlıca zaaflarından biri de enternasyonalizmi özümleyememesi, milliyetçilik virüsünden bir türlü yakayı kurtaramamasıdır.” (Fikret Başkaya, agm, s.74)

Murat Belge’nin, Şubat 1980 tarihli Birikim dergisinde yayımlanmış ve Sol cildinde bir kere daha iktibas edilen makalesinde, bu milliyetçiliğin uluslararası kaynakları şöyle ortaya konmaktadır:

“Bugünün dünyasında iki büyük ‘sosyalist’ devlet, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti, Marksizmi tamamen millileştirmiş durumdadırlar. İki ülkenin sosyalizmlerinin bir türlü uzlaşmaması, aslında, iki ülkenin ulusal çıkarlarının uzlaşmamasından kaynaklanan bir durum. Bu iki devletin aldıkları tavırlarda, Çin’in daha açıktan milliyetçi olduğunu görüyoruz. Kendisi öyle olduktan başka, ‘üç dünya’ filan gibi temeli ulusal olan teorilerle, dünyada devrimci olmaya kalkışan herkese de milliyetçi olmayı salık vermektedir. Onun için de, çeşitli ülkelerin Çinci politik grupları, ancak kendi ülkelerinin faşistleriyle kıyaslanabilecek bir milliyetçilik tırmanmasına giriyorlar.” (Murat Belge, “Marksizmin ‘Millileşmesi’ mi, ‘Yerlileşmesi’ mi?”, s.113)

Suavi Aydın, “anti-emperyalist savaş” mantığının, solun milliyetçiliğinin içteki esas nedeni olduğuna dikkat çekmektedir:

“En ifradi örneğini Aydınlık çizgisinde görmekle birlikte, 1980 darbesinin arefesinde sol yelpaze içindeki çoğunluğun söylemindeki ağırlığın ‘anti-emperyalizm’ olduğu görülür. Bütün sol tavır, sınıf savaşından önce neredeyse topyekûn bir anti-emperyalist savaşı esas almış ve Türkiye devletiyle mücadelesini izah ederken de onun ‘kötücüllüğünü’ emperyalizmin bir uzantısı olmasından hareketle kurgulamıştır. Bunun arkasında, esasen bu devletin bir ‘anti-emperyalist’ savaş sonucunda kurulan ‘ilerici’ bir devlet olmaklığı kabulü yatmaktadır.” (Suavi Aydın, “Türkiye Solunda Özgücülük ve Milliyetçilik”, s.576)

Gökhan Atılgan, aynı noktayı, solun “yerlileşmek” kaygısıyla egemen ideolojileri “mülk” edinme güdüsüne bağlayarak şöyle ele almaktadır:

“Anlaşılan oydu ki, sol, kendisini yerlileştirmek ve kitleselleşmek kaygısıyla rakip siyasal söylemlerin merkezi kavramları konumundaki milliyetçilik ve Kemalizmi yeniden içeriklendirip kendisine mülk edinmeye yeltenmiş, böylece anti-emperyalizm ve bağımsızlıkçılığı, söyleminin merkezi kavramları olarak inşa etmeye yönelmişti.” (Gökhan Atılgan, “Anti-Emperyalizm ve Bağımsızlıkçılık (1920-1971)”, s.685)

Suavi Aydın ve Gökhan Atılgan’ın, Türkiye solunun genelde sınıf mücadelesini bir kenara koyup anti-emperyalizmi benimsemesi tespitlerini Bülent Somay da özelde 1960’lar soluna ilişkin yapmaktadır:

“1960’lar solu, mücadele çerçevesini ’emperyalizme karşı vatanseverler’ şeklinde çizerek, her şeyden önce sınıfsal yaklaşımı bir yana bırakmıştır.” (Bülent Somay, agm, s.658)

Anti-Kapitalizmi Anti-Emperyalizme

Feda Eden Sol

Bu bölüme, Gökhan Atılgan’ın şu dikkatli gözlemiyle başlayalım:

“Emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadeleyi farklı tarihsel dönemlerin işleri olarak ele almanın eninde sonunda kapitalizmin kendisiyle, milliyetçilikle ve Kemalizmle pozitif bir ilişki kuracağına ilişkin tarihsel dersin… tekerrür ettiğini görebilmek.” (Gökhan Atılgan, agm, s.703)

Gerçekten de, yazının başından beri alıntılarla ortaya koymaya çalıştığım, Solun, Kemalizminin, kalkınmacılığının ve milliyetçiliğinin temelinde yatan en önemli içsel faktörlerin başında gelmektedir emperyalizmi dışsal bir olgu olarak görmek ve kapitalizme karşı mücadele ile emperyalizme karşı mücadeleyi birbirinden kopartmak (ki bu teorinin babası da Stalin’dir). Bu yöneliş, solu, “milli” kapitalizmin ve dolayısıyla Kemalizm ve milliyetçiliğin yedek gücü haline getirmiştir. Şimdi, yine alıntılarla, 1960 sonrası sol akımları inceleyelim ve bu eğilimin solun hangi kesimlerinde, hangi teorik sapaklardan geçerek geliştiğini saptamaya çalışalım.

1960’ların solu, Sovyetler Birliği esinli, Yön ve erken dönem TİP’inin kapitalist olmayan kalkınma yolu tezi; Stalin ve Çin esinli Milli Demokratik Devrim (MDD) tezi; ve geç 1960’lar TİP’inin, kısmen Lenin ve Troçki esinli Sosyalist Devrim (SD) tezi etrafında şekillenmiştir.

1960’ların başlarında oluşan ve aralarında “tepeden inmecilik” ve “aşağıdan yukarıcılık” ya da “darbecilik” ve “parlamentoculuk” gibi bir farklılık olduğu kabul edilen Yön ve TİP, aslında “anti-emperyalist” ve “ulusalcı” söylemde çok büyük farklılıklar sergilemezler.

“Türkiye İşçi Partisi’nin temel siyasal tezlerini ve ideolojisini, özellikle 1965-66 yıllarına kadar, dönemin diğer sol hareketlerinden – örneğin Yöncülerden – ayırmak kolay değildi. 27 Mayıs 1961 Anayasası, Kemalizm, kalkınmacılık, devletçilik, sosyal adalet, kapitalist olmayan kalkınma yolu, milliyetçilik gibi başlıklarda Yön hareketi ile TİP arasında büyük bir paralellik vardı.” (Mustafa Şener, “Türkiye İşçi Partisi”, s.365)

“Yöncülerin yaptığı gibi, TİP’liler de 1960’larda verilen siyasal mücadeleyi İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor, bazen ‘milli cephe’ çağrısı bile yapıyorlardı.” (Mustafa Şener, agm, s.370)

“TİP programı, Türkiye toplumunu analiz etmede kullandığı yöntemiyle, sınıf mücadelesini esas almasıyla ve sorunların çözümünün emekçi sınıfların iktidarından geçtiğini öne sürmesiyle Marksist bir çerçeveye sahipti. Ancak program çözüm yolu olarak sosyalizmi değil, kapitalist olmayan kalkınma yolunu gösteriyordu… herhalde o yıllarda uluslararası sosyalist harekette azgelişmiş ülkelerin sosyalizmden önce kapitalist olmayan yoldan geçmesi gerektiği yönündeki hâkim anlayış da sosyalizmin yakın hedef olarak gösterilmesinde çekinceler yaratıyordu.” (Mustafa Şener, agm, s.359)

“1960’lı yılların ilk yarısında Yön hareketi de Mihri Belli de TİP de benzer bir söylemsel konfigürasyona sahipti. Üçü de emperyalizme karşı mücadele yoluyla, iktisadi ve siyasal bağımsızlığın yeniden kazanılmasını temel hareket noktası olarak almıştı.. Üçü de emperyalizme karşı iktisadi ve siyasi bağımsızlığı savunmanın sahici milliyetçilik olduğunu savunuyordu.” (Gökhan Atılgan, agm, s.684-685)

Bu konuyu irdelerken, kısaca dünya sosyalist hareketindeki değişim aşamalarına değinmekte fayda var.

Marx ve Engels, sosyalist devrimlerin ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşeceğini öngörmüşlerdi. Onların döneminde sosyalist mücadele aşağı yukarı Avrupa ülkeleriyle kısıtlı olduğundan, sanayisi az gelişmiş ve işçi sınıfı gereğince oluşmamış ülkelere ilişkin devrim sorunu çok az tartışma konusu olmuştu. Ne var ki, 20. Yüzyılın başından itibaren dünya devrim mücadelesi farklı bir seyir izledi, Marx ve Engels’in öngörmedikleri biçimde, kapitalizmin yayılma sürecini sürdürdüğü sanayisi az gelişmiş ülkelerde yayılmaya başladı. Bu ülkelerin başında Rusya geliyordu. Bu yüzden, Rus Marksistleri, sanayisi gelişmemiş bir ülkedeki devrim sorununu tartışmak ve bu konuda bir strateji geliştirmek zorunda kaldılar.

Başlangıçta Menşevikler ve Bolşevikler, Rusya’da devrimin bulunduğu aşama konusunda ortak bir noktada birleşiyorlardı. Sosyalizm madem ileri üretici güçler temelini gerektiriyordu, o halde Rusya’daki devrimin karakteri, bu ileri üretici güçler temelini gerçekleştirecek olan burjuva demokratik devrimiydi. Ne var ki, Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki ayrılık tam da bu noktadan sonra başlıyordu. Lenin, Menşeviklerden farklı olarak burjuvazinin burjuva demokratik devrime önderlik edecek kapasitede olmadığını ileri sürüyor ve dolayısıyla burjuva demokratik devrimin görevlerinin bir işçi-köylü iktidarı aracılığıyla gerçekleştirileceğini öngörüyordu. Buna rağmen, Bolşevikler ve Menşevikler arasında, devrimin ilk aşamasının burjuva demokratik devrim olacağı konusunda bir anlaşmazlık yoktu.

Bu tartışmada sadece Troçki farklı bir tez ileri sürüyordu. Troçki’nin tezi, Lenin’den de farklı olarak, burjuva demokratik devrimin görevlerinin, doğrudan bir sosyalist devrim ve işçi iktidarı aracılığıyla gerçekleştirilebileceği yönündeydi.

1917 Şubat devriminden sonra, Bolşevik Partisi’nin içinde, devrim stratejisi konusunda büyük bir tartışma yaşandı. Lenin hariç, Bolşevik Parti Merkez Komitesi’nin Stalin de içlerinde olmak üzere neredeyse tamamı, eski Bolşevik teze bağlı kaldı. Lenin ise, Nisan Tezleri‘nde eski teoriyi reddetti ve Troçki’nin tezine yaklaştı. Lenin’e göre, Şubat devrimi bir burjuva demokratik devrimdi ve bu devrimin daha ileri bir boyuta ulaşması mümkün değildi. Şimdi sıra, köylülükle ittifak yapan proletaryanın (proletarya partisinin de denebilir) iktidarı ele geçirip sosyalist devrimi gerçekleştirmesindeydi. Böylece Lenin, Troçki’yle el ele vererek, klasik Marksist devrim tanımında büyük bir devrim yapıyor ve “devrim”in tanımını, toplumsal yapıdan siyasal yapıya taşıyordu. Lenin ve Troçki’ye göre, devrim, her şeyden önce siyasal iktidarın ele geçirildiği ana göre tanımlanmalıydı. Siyasal iktidarı bir sosyalist devrimle ele geçiren proletarya uzun vadede burjuva demokratik devrimin toplumsal görevlerini tamamlayacaktı.

Stalin, Lenin’in ve olayların zoruyla bu tezi kabul etmiş gibi görünmesine rağmen, aslında klasik Marksist ve Menşevik aşamalı devrim tezine çok daha yakındı. Nitekim, Lenin’in ölümünden sonra iktidarı ele geçirince ilk yaptığı iş, eski klasik aşamalı devrim tezini Komintern’e dayatmak oldu (bunu söylerken, elbette, Lenin’in de uluslararası planda, burjuva önderliklere ağırlık veren ve aşamalar içeren ulusal kurtuluş tezleri ileri sürdüğünü ve bu yüzden örneğin Hintli Roy’la çatıştığını unutuyor değilim). Bu aşamalı devrim tezinin ilk uygulaması Çin’de ortaya kondu. Çinli komünistler, Komintern’in önerisine (ya da dayatmasına) uygun olarak, ulusal burjuva devrim aşamasının temsilcisi olarak görülen Çan Kay-Şek’in Guomintang partisine katıldılar ve bizzat Çan Kay Şek’in ağır saldırılarıyla yenilgiye uğrayarak kırsal alanlara sığınmak zorunda kaldılar.

Stalin, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, “ulusal cephe” ve “halk cephesi” politikalarıyla aşamalı devrim teorisini İspanya iç savaşına ve Avrupa’ya da uyguladı. İspanya başta olmak üzere bu uygulamaların büyük çoğunluğu yenilgiyle sonuçlandı. Böylece Avrupa’daki Komünist Partiler, bu politikaların sonucu olarak, Sovyet dış politikasının aletlerine ve kendi ülke burjuvazilerinin yedek gücüne dönüştüler.

Mao zedung, aslında kendi iktidarı ele alma pratiği, Stalin’in aşamalı devrim stratejisine aykırı olmasına, hatta kendisi bu stratejiyle savaşarak devrimi başarıya ulaştırmasına rağmen, ortodoks-Stalinist çizgiye bağlı kaldı ve bu stratejiyi milli demokratik devrim adıyla daha da allayıp pullayarak dünya devriminin stratejisi olarak ileri sürdü. Bunda, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği ile sürdürdüğü milliyetçi rekabetin rolü de inkâr edilemez. Milli demokratik devrim vurgusu, biraz da Sovyetler Birliği’nin kapitalist olmayan kalkınma yolu tezine karşı geliştirilmişti.

Sovyetler Birliği’nin kapitalist olmayan kalkınma yolu tezi, Stalin sonrası Sovyet teorisyenleri tarafından ortaya atılmış ve Sovyetler’in, sanayisi az gelişmiş ülkeler için ileri sürdüğü resmi tez haline gelmişti.[1] Bu tezin ileri sürülmesinin başlıca nedeni, “üçüncü dünya” ülkelerinde gelişen anti-emperyalist ve ulusalcı hareketler ve iktidarlardı. Sovyetler Birliği bu hareket ve iktidarların “ilerici” potansiyelini değerlendirmiş ve kendisine müttefik olabilecek bu güçlere kapitalist olmayan kalkınma yolu tezini önermişti. İşin aslı ise şuydu: Soğuk savaş döneminde bu ülkelerin ve güçlerin önünde iki kalkınma modeli durmaktaydı. Biri batının ve ABD’nin temsil ettiği kapitalist, özel mülkiyetçi kalkınma yolu, diğeri ise, Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği kapitalist olmayan, devletçi kalkınma yolu. Bu yollardan birincisini seçenler ABD ve batının, ikincisini seçenler ise Sovyetler Birliği’nin müttefiki olacaklar, kalkınma için birincinin ya da ikincinin yardımına bel bağlayacaklardı. Bu tezde, Sovyet dış politikasının yeni müttefikler kazanma yararcılığının payını görmemek mümkün değildir.

Bununla birlikte, kapitalist olmayan kalkınma yolu tezi, Stalin’in aşamacı devrim tezi ya da milli demokratik devrim tezi gibi bir “milli kapitalizm” aşaması öngörmediği için, bence Lenin ve Troçki’nin sosyalist devrim tezine nispeten daha yakın düşmektedir. Bu iki tez arasında Stalinist MDD tezi, Menşevizme, sosyal demokrasiye, sağcı reformist ve teslimiyetçi çizgiye çok daha fazla cevaz verenidir.[2]

Yeniden Türkiye’ye dönecek olursak, 1960’ların ilk yarısında, Yön ve TİP, yukarda işaret edilen tüm milliyetçi söylemlerine rağmen, kapitalist olmayan kalkınma yolu tezine yakınlıkları[3] dolayısıyla, 1960’ların ikinci yarısında hakim olan MDD çizgisine göre daha solda yer alıyorlardı.

Nitekim, Doğan Avcıoğlu’nun şu Kemalizm eleştirisine, ne MDD’cilerde, ne de bugünkü ulusalcılarda rastlamak mümkün:

Atatürk’ün etrafındaki kadro, onun ısrarla üzerinde durduğu ekonomik bağımsızlığın milli bir kapitalizm yaratmak suretiyle gerçekleştirilebileceği düşüncesine kapılmıştır. Devletçilik… halkçı bir zihniyetle yürütülmediği için bürokratik bir nitelikte kalmıştır… kısa ve sistemsiz devletçilik uygulaması, genellikle kapitalizmi geliştirme aracı olmuştur. Devlet eliyle geliştirilen kapitalist sınıf ise, toprak ağalarıyla ittifak halinde, kendini ilk fırsatta milletlerarası kapitalizmin kucağına atmıştır.” (Doğan Avcıoğlu, “Azgelişmiş Ülkelerde antiemperyalist Mücadele… Halkçı, Devletçi, Devrimci ve Milliyetçi Kalkınma Yolu”, Yön, sayı: 111, 1965. Gökhan atılgan’dan naklen, “Yön-Devrim Hareketi”, s.625-626)

Yine Avcıoğlu, MDD’cilerden farklı olarak emperyalizmi dışsal bir olgu değil, içsel bir olgu olarak görüyordu:

“Doğan Avcıoğlu’nun, Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığını ‘dışsal’ bir durum olarak değil, ülkenin hakim sınıflarıyla emperyalizm arasındaki içsel ilişkilerin bir neticesi olarak tanımlaması da onun sınıf çözümlemesi bakımından Marksizme hayli yakın bir mevkide olduğunu göstermekteydi. Doğan Avcıoğlu, bağımlılığı bir dış dayatma olarak değil, içerideki hakim sınıflar ile emperyalistler arasındaki içsel sınıf çıkarı bağının sonucu olarak görüyor [du]… Buradan çıkarılacak sonuç: Yöncülerin aralarında bir ayrıma gitmeksizin ve öncelik sonralık ilişkisi kurmaksızın iç ve dış kapitalizme karşı çıkıyor olmalarıydı.” (Gökhan Atılgan, agm, s.641-642)

Öte yandan, erken dönem TİP de, Yön gibi, kapitalist olmayan kalkınma yolunun taraftarıydı:

“TİP’liler ‘sosyalist devrim’ tezinin henüz ortaya çıkmadığı ilk yıllarda kapitalist olmayan kalkınma yolunu ülkeyi zamanla sosyalizme götürecek bir geçiş dönemi olarak kurgulamışlardı. Bu dönemde açık hedef olarak sosyalizmi gösteremeyen TİP’liler, kapitalist olmayan kalkınma yolunu daha ‘meşru’ bir alternatif olarak öne sürmüş[lerdi]” (Mustafa Şener, agm, s.389)

TİP’in “kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorisini izlemesi, MDD hareketine göre daha olumlu bir çizgide bulunmasını sağlayan faktörlerden biri olarak görülebilir. Çünkü bu teori, en azından bir “milli kapitalizm” aşaması öngörmüyor, dahası kapitalizmle emperyalizmin birbirinden kopartılmasına cevaz vermiyordu:

“Türkiye’de yerli ve yabancı sermaye arasında bir ayrım yapmamak, emperyalizmle hakim sınıflar arasındaki ilişkiyi sınıf çıkarlarına dayalı ‘içsel’ bir ilişki olarak kavramak, sermaye iktidarına karşı verilen mücadele ile emperyalizme karşı verilen mücadeleyi birlikte düşünmek anlamına geliyordu. TİP açısından, emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele, aynı tarihsel süreçte verilmesi gereken mücadelelerdi.” (Gökhan Atılgan, “Türkiye Sosyalist Hareketinde Anti-Emperyalizm ve Bağımsızlıkçılık (1920-1971), s.693-694)

MDD hareketinin önderi Mihri Belli’nin de aynı nedenle “kapitalist olmayan yol”a karşı çıkması gayet doğaldı:

“Bu adım, sosyalist bir kuruluş için zorunlu olan kapitalistleşmenin, sanayileşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktı. Zira, ‘ülkeyi sanayileştirmeden… sosyalizm olmaz’dı (Belli, 1966). Bu nedenledir ki; Mihri Belli, kapitalizmi atlayarak sosyalizme ulaşmayı hedefleyen ve Stalin sonrası SBKP kuramcıları tarafından azgelişmiş ülkeler için geliştirilen ‘kapitalist olmayan yol’ tezine karşı çıkmıştı. (Belli, 1970)” (Gökhan Atılgan, “Mihri Belli”, s.561)

Mihri Belli, MDD teziyle, solun kapitalizme karşı mücadelesini iptal eden ve dahası solun kapitalizmin yedek gücü haline gelmesine yol açan bir lider olarak tarihe geçmiştir:

“Anlaşılacağı gibi, onun [Mihri Belli’nin] tahayyülündeki MDD’nin içerideki kapitalizmle bir sorunu yoktu. İçerideki kapitalizmi vakti geldiğinde yıkmak için önce emperyalizmi ve işbirlikçilerini yenmek gerekiyordu. ‘ ‘İç sömürüyü kaldıracağım’ diyebilmek için,’ diyordu Mihri Belli, ‘mutlaka bağımsız bir ülke gerekir.’ (Belli, 1970)” (Gökhan Atılgan, agm, s.560)

“… milli demokratik devrim kuramcıları açısından, emperyalizme karşı mücadele, farklı tarihsel dönemlerin görevleri olarak beliriyordu. MDD’nin genç kuramcılarından Şahin Alpay, bu konuda şunları yazıyordu:

Anti-kapitalist mücadele, anti-emperyalist mücadeleden ayrıdır ve hiçbir zaman bir arada yürütülmez.‘ ” (Gökhan Atılgan, “Türkiye Sosyalist Hareketinde Anti-Emperyalizm ve Bağımsızlıkçılık (1920-1971), s.691)

MDD teorisi, Türkiye solunda bu kadar olumsuz izler bırakmış olmasına rağmen, içinden kendisinin “inkâr”ını da çıkartmıştır: Mahir Çayan.

Mahir Çayan, diğer teorilerinin tartışılırlığı bir yana, emperyalizmin dışsal-işgalci bir olgu olduğunu reddeden teorisiyle, bugün de Türkiye sol hareketi içinde nadide bir inci gibi parıldamaktadır:

“Mahir Çayan için aslında 3. Bunalım döneminde emperyalizm ve kapitalizm bir ve aynı şeylerdir ve anti-emperyalizm basitçe bir işgalcinin (çünkü yeni-sömürgecilik analizi çerçevesinde işgal değil, gizli işgal söz konusudur) tasfiyesi sorunu olarak görülemez.” (Süreyya T. Kozaklı, “Mahir Çayan’ın Siyasi Düşüncesi”, s.502)

“Çayan’ın devrim tasarımında, emperyalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele arasında bir ayrım yapılmamış, bu ikisi ayrı tarihsel dönemlerin görevleri olarak saptanmamıştı. ‘Anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrim’ ‘kesintisiz ve sürekli’ olacaktı (Çayan, Bütün Yazıları, Atılım Yayınları, 1992).” (Gökhan Atılgan, agm, s.693-694)

Sonuç Yerine

Sonuç yerine, yine Sol cildinden şu üç alıntıyı vermek istiyorum:

“Önümüzdeki dönemde sosyalist hareketin yeniden bir umut olabilmesi, inandırıcı bir alternatif toplum projesi ortaya koyabilmesinin koşulu, kendi geçmişiyle radikal bir hesaplaşma yapabilme yeteneğine bağlıdır.” (Fikret Başkaya, agm, s.76)

“Türkiye sosyalist hareketinin bütün ayrışma ve bölünmelerine rağmen ortak ideolojik paydasını oluşturan Stalinizmle yüzleşmesi ancak kendi Kemalist geçmişiyle yüzleşme sürecinden sonra gündeme gelebilecektir.” (Ali Rıza Tura, agm, s.83)

“Türkiye solunun… bir yeniden oluşum sürecinin etkin bir bileşeni olabilmesi, öncelikle Kemalizm ve Stalinizmle tam bir hesaplaşmayı başarmasıyla mümkündür. Resmi ideolojiden tam bağımsızlaşmadan, Stalinist pratikle hesaplaşmadan, enternasyonalizmi içselleştirmeden, demokrasinin değerini anlamadan ve onu bir yaşam biçimine dönüştürmeden, milliyetçilik virüsünden yakayı kurtarmadan bir arpa boyu yol alması mümkün değildir.” (Fikret Başkaya, agm, s.76)

Önümüzde muazzam bir düşünsel ve kültürel  devrim görevi bizleri bekliyor.

Gün Zileli
13 Ağustos 2007


[1] „Örneğin 1960 yılında Moskova’da yapılan ‚Komünist ve İşçi Partileri Temsilcileri Toplantısı’nın sonunda yayımlanan bildiride, siyasi bağımsızlığını kazanan azgelişmiş ülkelerin sömürülmekten ve yoksulluktan kurtuluşlarının tek yolunun ‚kapitalist olmayan gelişme yolu’ olduğu vurgulanmıştı.” (Mustafa Şener, „Türkiye İşçi Partisi”, s.414)

[2] [Doğan Avcıoğlu’nun]… „Azgelişmiş ülkeler için milli burjuvaziyle ittifak halinde kapitalist evrim yolundan sosyalizme ulaşmayı ‚milli demokratik devrim’ adı altında kuramlaştıran Josef Stalin’e fikri bir yakınlık duyduğu da söylenemezdi. Doğan Avcıoğlu, azgelişmiş ülkelerin ve tabii Türkiye’nin, sosyalizme gidiş yolu konusunda Lenin’in anafikrini paylaşıyordu. Nitekim kendisi, azgelişmiş ülkelerin, sosyalist ülkelerin yardımıyla ‚kapitalist gelişme safhasını atlayarak sosyalizme ulaşılabileceği’ konusunda Lenin’e duyduğu fikri yakınlığını belirtmiştir (Avcıoğlu, 1965b) Yöncülerin Türkiye’de sosyalizmin kuruluşu için önerdikleri ‚kapitalist olmayan yol’ tezi, Stalin sonrası Sovyet kuramcılar tarafından Üçüncü Dünya ülkelerine önerilen yol ile uygunluk içindeydi. Sovyet kuramcılar, sömürge ve yarı-sömürgelerde emperyalizm ve kapitalizme karşı verilen mücadeleler ve bu ülkelerde iktidara talip radikal elitlerin ortaya çıkışının da teşvikiyle geliştirdikleri ‚kapitalist olmayan yol’ teziyle, azgelişmiş ülkelerin kapitalizmi atlayarak devletçi bir yolla sosyalizme ulaşabileceklerini öngörüyorlardı.” (Gökhan Atılgan, „Yön-Devrim Hareketi”, s.635)

[3] „Amerikan emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi veren pek çok Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkesi nezdinde büyük bir prestije kavuşan SSCB, bu ülkeler için ‚kapitalist olmayan kalkınma yolu’nu öneriyordu. Bu öneriyi takip eden azgelişmiş ülkeler, bir ulusal amaç haline getirdikleri kalkınma yarışında küçümsenemeyecek mesafeler kaydediyorlardı. Yön, mevcut rejimin ve ‚hür teşebbüs’ü esas alan ülkelerin çoğunluğunun açmaza sürüklendiği bir dönemde Türkiye’ye bu modeli önermiş ve bunu somut bir program halinde neredeyse her gün işlemişti.” (Gökhan Atılgan, agm, s.599)

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Walter Benjamin’in Moskova Günlüğü

Walter Benjamin, Moskova Günlüğü, Çev: Cemal Ener, Metis 2014 (1. Basım: 2001) Walter Benjamin’in, 6 …