Direnmenin Estetiği

 

 

Peter Weiss, Direnmenin Estetiği, çev: Çağlar Tanyeri, Turgay Kurultay, YKY, Kasım 2005, 820 sayfa

 

Peter Weiss (1916-1982), bir ressam, tiyatro yazarı ve romancıdır. Türkiye’de, Salozun Mavalı adlı tiyatro oyununun yazarı olarak tanınmıştır. 1970’li yollarda yazdığı ve üç cilt halinde yayımlanan, 800 sayfalık dev eseri Direnmenin Estetiği, her ne kadar bir roman olarak nitelendirilse de, benim şahsi kanım, roman olarak görülemez. Bu eser daha çok, roman tekniği kullanılarak kaleme alınmış bir tarih kitabıdır. Daha doğrusu, bence bu kitap, 1920-1940 arasındaki son derece önemli tarihi olayları sanat tarihinin önemli eserleriyle birleştirerek ele alan bir tarih anlatımıdır.

Bir kitap çeşitli açılardan okunabilir, hele hele böyle kapsamlı ve derinlikli bir kitap için çok farklı açılardan okumalar yapılabilir. Ben bu yazıda, anlamadığım sanat olayları ve sanat tarihi ya da kitapta sayfalar boyu ayrıntılarıyla anlatılan büyük resim yapıtları hakkında ahkâm kesecek değilim elbette. Ben sadece, 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşanan son derece önemli olaylar üzerine kitapta yazılanlar üzerinde duracağım: 1917-1919 Sovyet ve Alman Devrimleri; faşizmin yükselişi; İspanya İç Savaşı; Sovyetler Birliği’ndeki Büyük Temizlik ve Alman Komünist Partisi’nin tasfiyesi; Hitler-Stalin Paktı ve antifaşistlerin GPU tarafından Gestapo’ya teslim edilmesi, bir kuşağın trajedisi.

Peter Weiss, sanat tarihinin büyük yapıtlarının anlatımıyla romanda yer alan kahramanların içinde yer aldığı tarihi olayların anlatımını ustaca birleştirmenin üstesinden gelebilmiş. Bu, gerçekten de büyük bir maharet. Buna rağmen, bir roman kurgusu yok kitapta. Romanın kurgusu, gerçek tarihi olaylar tarafından örülmüş, romanın kahramanları da bu olayları farklı açılardan değerlendiren, bunları seslendiren kişiler. Olayların bu kahramanlar tarafından değerlendirilmesi ne kadar derinse, roman kahramanları da bu derinlik içinde o kadar yok olup gitmişler. Peter Weiss’in en büyük başarısı ise, olayları yorumlayan kahramanlarını zıt karakterler olarak belirlemesi. Böylece bir olayın yorumunda birbirine zıt iki eğilimi, örneğin İspanya İç savaşındaki gelişmelerin arka planındaki Stalinist ve anarşist yaklaşım farklarını anlama olanağı bulabiliyoruz. Yazar, bu konuda mümkün olduğu kadar tarafsız kalmaya çalışmış gerçi ama yine de yüreğinin, kendisinin de dahil olduğu talihsiz bir kuşağın “devrim” adına ezilen devrimcilerinin yanında çarptığını anlamak mümkün.

 

1917-1919 Sovyet ve Alman Devrimleri

 

1917 Sovyet Devrimiyle 1919-1923 Alman devrimlerinin birbiriyle çok yakın ilişkisi olan iki kardeş devrim olduğunu, Jan Valtin’i (Karanlığın Ötesinde, çev: Gün Zileli, Kibele, 2009) çevirdiğim zaman çok derinden anlamıştım. Biri iç savaşın sonunda kazanmış ama kendi içinden yozlaşarak bir seçkinler diktatörlüğü ile sonuçlanmıştı; diğeri ise, bir dizi ayaklanmanın sonucunda yenilmiş ve bu devrimden arta kalan güçlü ve devasa Alman Komünist Partisi, 1930’larda Hitler ve  Stalin tarafından imha edilmişti.

Romanın “birinci tekil şahıs” kahramanı, daha sonra İspanya İç Savaşı sırasında, Uluslararası Tugaylara katılacak olan, entelektüel bir Alman işçisidir. Babası da Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin sol kanadında yer alan ve aslında komünistlere sempati duyduğu halde, Sosyal Demokrat Parti’yi köklü bir şekilde terk etmekte tereddüt eden bir işçidir. O zamanki süreçler daha çok işçinin babasının ağzından anlatılır. Baba, işçi sınıfının çoğunluğunun Spartakist ayaklanmanın yolundan gitmemesini şu sözlerle anlatır:

Bir Sovyet iktidarının kurulması için zamanlama yanlış olmuştu, işçi sınıfının yalnızca küçük bir bölümü Spartakistlerin taleplerini izlemiş, buna karşılık asıl kitle, üretimin yeniden işlemeye başlamasının kendi girişimlerini de güvenceye alacağı vaadinin tuzağına düşmüştü.” (s. 103)

Aslında bu sözler, bırakın “normal” zamanları, büyük tufan zamanlarında bile geniş çoğunluğun neden istikrardan yana tavır aldığını göstermesi bakımından önemlidir. Halihazır sistem ne kadar kötü olursa olsun, insanlar çalışma koşullarının tamamen ortadan kalktığı, ücretlerini bile alıp alamayacaklarının belli olmadığı bilinmeyen bir geleceğe yelken açmaktan korkmaktadırlar, içten içe devrimci girişimleri ne kadar destekliyor olurlarsa olsunlar. Buradan devrimcilerin çıkartmaları gereken önemli bir ders vardır. Eğer geniş kitlelerin yeni bir toplumsal dönüşüme omuz vermesini istiyorsanız, onların kendi geleceklerini kendi elleriyle bugünden adım adım kurdukları yeni toplumsal ilişkilerin taşlarını döşemelerini sağlamalısınız. Aksi takdirde, bırakın bir devrimi, insanlar, geleceklerini tehlikede gördükleri köklü reformlar karşısında bile muhafazakârların “koruyucu” kanatlarına sığınacaklardır. Bugün de yaşanan budur. Aslında devrimci kitlenin daima azınlıkta kalması bir kader değildir. Yeter ki, geleceğin bugünden kurulabildiğini ve yeni bir toplumun bir risk değil, aslında gerçek güvenlik toplumu olduğunu gösterebilelim. O zaman milyonlar, bütün olumlu potansiyellerini dayanışma içinde böyle bir gelecek için seferber edeceklerdir.

 

Faşizmin İktidara Gelişi

 

Baba, bu sefer de faşizmin Almanya’da, 1933 yılında iktidara geliş koşullarını şu sözlerle ele almaktadır:

Mart bindokuzyüzotuzüç seçiminde komünistler ve sosyal demokratlar, düşünme biçimlerini değiştirmeyi becerebilseydiler, on iki milyonluk proleter cepheyi harekete geçirme şansına sahiptiler. Ama komünist parti devrim beklentisi içindeyken, sosyal demokrat yönetim de sessiz kalma ve uyum politikasını tercih edip kendi görevini, hukuka uygun davranacak bir yönetim karşısında dürüst muhalefet rolünü üstlenmek olarak tanımlamıştı.” (s. 124)

Baba, duruma ilişkin önemli bir saptamada bulunmakla birlikte, her iki partinin birleşmesi ya da ortak bir cephe kurması olanağı konusunda yanılıyor. Bu imkânsızdı. Son derece zıt kutuplarda yer alan siyasi güçler gerektiği zaman ortak cephe kurmaya gidebilirler de, aynı kitleye liderlik etme konusunda korkunç bir rekabet içinde olan siyasi güçler asla birleşemezler. Çünkü bu, onlar için var olma ya da yok olma meselesidir. Dolayısıyla proleter kitle üzerinde rekabet iki parti açısından da vazgeçilmezdi. Görünürdeki sebepler önemli değildir. Alman Komünist Partisi’ni sevk eden güdü, devrim değil, birincil olarak Sovyetler Birliği’nin çıkarlarıydı; ikinci olarak da Alman proletaryasına tek başına kumanda etmekti. Bu iki temel güdü, bu partinin sosyal demokrasiyle uzlaşmasının önünde aşılmaz iki engeldi. Keza Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni sevk eden güdü de, yasal sınırlar içinde kalmaktan çok, sendikalar aracılığıyla üzerinde egemenlik kurduğu işçi sınıfını Alman Komünist Partisi’ne kaptırmamak ve batının liberal çizgisinden ayrılmamaktı.

Aslında bu durumdan çıkartılması gereken en büyük ders, proletaryanın kendisini temsil ettiğini farz ettiği partilere destek vermek yerine doğrudan doğruya işe kendisinin el koyması ve kendi özgür işyerleri konseylerinin koordinasyonu aracılığıyla izlenmesi gereken yolu doğrudan kendisinin belirlemesidir.

 

İspanya Yenilgisi

 

Peter Weiss, bu noktada, İspanya Devrimi’ne iki farklı bakış açısını ustaca tartıştırmaktadır. Fakat burada ilginç olan, iki zıt görüşü ileri süren roman kahramanlarının hepsinin Uluslararası Tugaylar saflarında savaşan komünistler olmalarıdır. Tartışan taraflardan biri, aynı zamanda siyasi komiser olan bir Stalinisttir; diğeri ise, anarşistleringörüşlerine yakın görüşler ileri süren, en azından onların tezlerini dile getiren bir diğer komünist. Tartışma şöyle akıp gidiyor:

Anarşistlerin zorlamayı ve özgür iradenin ezilmesini kabul etmedikleri için bastırıldıklarını söylüyordu. Bir diğeri, ama onlar özgürlükçülükleriyle savaşı yenilginin eşiğine getirmişlerdi, dedi… Ötekisi, onların yenilgisinin nedeninin bu olmadığını söyledi. Toprak ve fabrikalar eski sahiplerine geri verilmişti. Halk Ordusu, Aragonya’ya girerken kolektif çiftçilerin tarlalarına tümüyle zarar vermişti. Savunma gücünü yok eden şey becerememe değil, halk hükümetinin dağıtılması, tarım işçilerinin silahsızlandırılması olmuştu.” (s. 181)

Bu aşamada Münzer, anarşistlerin görüşünü savunarak, devrimden dönülmesiyle halk savaşının zaafa uğratıldığını, komünistlerin hedeflediği birliğin, militan işçiler kendilerini aldatılmış hissettikleri ve burjuvalarla ittifaka bir türlü güven duymadıkları için oluşamadığını dile getirdi. Başarılı bir kurtuluş savaşı, tıpkı otuzaltı Temmuzunda başarıldığı gibi, ancak proleterlerin gücüne dayanarak yapılabilirdi ama olanlardan sonra işçilerin kafası karışmıştı… Faşizme saldırırken hepsi canını vermeye hazırdı, bir burjuva devletinin ayakta tutulması uğruna kendilerini feda etmek istemiyorlardı.” (s. 207)

Mesele burada gayet açık. Anarşistler faşizmin devrimle yenileceğini ileri sürüyorlar; Stalinistler ise, faşizmin yenilmesi için devrimin durdurulması, hatta kazanımlarının da geri verilmesini savunuyorlar. Devrimin neden yenildiğinin de, Franko’nun neden kazandığının da izahı bu tartışmadadır. İşçilerin devrimci kazanımlarını faşizmle mücadele adı altında gasp ederseniz faşizme karşı savaşı da zaafa uğratırsınız. Ve zaten bırakın devrimi, Stalinistler, faşizme benzer bir baskı ortamını bizatihi Cumhuriyetçi saflarda başlatmışlardır bile.

Cephede öncelik savaşmaktı, orada dikkatimiz düşmanın üzerinde toplanmıştı, tüm enerjimiz düşmana indirdiğimiz darbelere yoğunlaşmıştı. Ama ülkenin içlerinde, gücümüzün önemli bir bölümü, birliklerin içinde olup bitenleri izlemeye ve kontrole, onları tek tip hale getirmeye ve izlenen çizgiye çekmeye yöneliyor. Polis, halk ordusu içinde bir ordu haline geldi. Gizli servis, sorgu kurumları genişleyip duruyor. Gözaltı hücrelerinin, hapishanelerin, soruşturma komisyonlarının, özel mahkemelerin sayısı günden güne artıyor. Aklımıza yatmayan ama disiplin gereği uyduğumuz talimatlar yüzünden bilincimiz dumura uğrayacak bu gidişle, dedi Münzer.” (s. 213)

Ve sonunda, Moskova’da muhaliflere yapılan muamelenin aynısı İspanya’da anarşistlere ve POUM üyesi komünistlere karşı da sahneye konur:

Nin’e işkence yapıldı. İtiraflarda bulunması isteniyordu. İfade vermeyi reddetti… Nin, Madrid’in dışına, Alcala de Henares’e götürülüp Parti’ye ait bir hapishaneye kapatılmış bulunuyordu…, dedi Marcauer.” (s. 270)

(Not: POUM lideri Andreas Nin, aynı hapishanede öldürüldü. G.Z.)

 

Büyük Temizlik

 

Peter Weiss’in romanında, 1930’lu yıllarda, Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen Büyük Temizlik de önemli yer tutuyor. Bu noktada roman kahramanları olup biteni tartışıyorlar, özellikle de akıl sır ermez itirafların üzerinde kafa yoruyorlar:

Marksist toplum biliminin en güçlü temsilcilerini, sosyalist düzenin en akıllı savunucularını kendilerinin bile tanıyamayacağı hale getiren nedir, dedi. Bu artık Krestinski değil. İsimsiz biri. Bunlar artık Rykov, Rakovski değiller. Oradaki kişi, faşist bir darbe hazırladığını iddia eden adam Buharin değil. Savcı Vişinski ona, siz dolaysız, çıplak faşizmin pençesine düşmüşsünüz diyordu. Evet, bu doğru, diyordu Buharin.” (s. 252)

Ama boyun eğmeyenler de vardı. Onlar, GPU bodrumlarında yok edilmişlerdi:

Kendi kişiliklerinin aşağılanmasına izin vermeyenlerin, başlarını dik tutabilenlerin, aşağıdakilerin, gerçek komünistlerin kafalarına birer kurşun sıkıldı gözlerden uzak bir yerlerde, Krestinski’de son bir kıvılcım parıldadı, sonra onun da inandığı hiçbir şey kalmadı. Yargılananların kendilerine şantajı nasıl yaptırdığını görün artık. Gerçekten işledikleri suçların hiçbirini itiraf etmiyorlar, çocuklarını, karılarını kurtarmak için.” (s. 254)

Yukardaki imha siyasetini bizzat Stalinistler de (elbette bir marifetmiş gibi) kabul ediyorlar. Jack T. Murphy’nin Stalin (çev: Celal Üster, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1976) adlı kitabından bu konuda bir alıntı yapmama izin verin:

Suçlu olduklarını gösteren kanıtlarla karşılaştıkları zaman itirafta bulunmayı reddedenler de ister istemez çıkıyordu. Dolayısıyla, bunlar açık olarak olarak yargılanmıyor, ama gene de idam ediliyorlardı.” (s. 209-210)

1900’lü yılların on yıl öncesinde ve on yıl sonrasında doğan ve kendini büyük bir dünya devrimine adayan talihsiz bir kuşak böylece içerden kırılmıştı:

Benim iddiam şudur ki, dedi Hodann, bizim kuşağı faşizmin tahribatlarından çok, Sovyetler Birliği’nin pençesine düştüğü felaket çökertti, çünkü işçi devletine bütün çocuksu inancımızla sarıldık, buna karşılık Almanya’da gelmekte olanın ne olduğunu başından beri biliyorduk.” (s. 622)

 

Hitler-Stalin Paktı

ve Alman Komünist Partisi’nin Tasfiyesi

 

1939 yılında imzalanan Hitler-Stalin Saldırmazlık Paktı’nın, II. Dünya Savaşı’nı başlattığı bilinir. Ama daha az bilinen şey, bu paktın ardından, Alman ve Polonya Komünist Partilerinin Moskova’da tasfiye edilmeleri, liderlerinin Stalinist Sovyet yönetimince öldürülmesi ve Nazi işgali altına giren ülkelerdeki komünist partilere, Moskova tarafından, Nazilerle işbirliği yapma talimatı verilmesidir. Peter Weiss’in romanından alıntılarla izleyelim:

Norveç Komünist Partisi, Sovyetler’in talimatları doğrultusunda tarafsız olduğunu ve işgal gücüyle işbirliği yapmaya hazır olduğunu açıklamıştı. Parti, karşı durmaması için halka çağrıda bulunuyordu.” (s. 589)

Aynı ihanet çizgisinin Fransa’da, Fransız Komünist Partisi ve bu partinin günlük gazetesi l’Humanite tarafından da izlendiği bilinmektedir. İhanet, sadece o ülkenin halkına karşı değildi, komünistleri ve anti-faşistleri de kapsıyordu:

Paktın ayakta kalması için muhalifler kurban ediliyor, diyordu Lindner. Böylece Kızıl Ordu’ya girmek isteyen Polonya komünistleri de geri çevrilmiş ve tıpkı Sovyetler Birliği’ne kaçan antifaşistler gibi Almanya’ya teslim edilmişlerdi.” (s. 588)

Sürgünlerin arasında pek çok Polonyalı ve Çek komünist vardı, ellerinde parti kitapçıkları hemen askeri yazılmak üzere başvuruyorlardı. Bunlar toplanıyordu, ne var ki askere alınmak üzere değil, Alman hükümetine teslim edilmek üzere.” (s. 603)

Aynı Nazi’lere teslim etme olayının ayrıntılı bir anlatımını, bu ay yayımlanacak, Margaret Buber-Neumann’ın İki Diktatörlük altında-Stalin ve Hitler’in Mahkûmu (çev: Gün Zileli, İmge, 2012) adlı anılarından da okuyacağız. Yine Margarete Buber-Neumann ve Jan Valtin’de adları geçen Alman Komünist Partisi’nin Moskova’da öldürülerek tasfiye edilen lider kadrosundaki isimlere Peter Weiss’in romanında da rastlıyoruz:

Bir yıl sonra bindokuzyüzotuzyedi Eylülünde artık herkes ne kadar uzayacağı kestirilemeyen listeye alınmıştı. Neher ajan, casus olduğu gerekçesiyle tutuklanmış, Moskova’da doğmuş olan iki yaşındaki oğlundan koparılmıştı, Neumann, Schulte, Remmele, Kippenberger, Flieg tutuklanmış ve kayıplara karışmışlardı… pek çok kişi partinin ileri gelenlerinden Münzenberger’in de sırada olduğunu söylüyordu.” (s. 137)

Politbüro üyesi Remmele kampta aklını kaybetmişti, işçi konseylerinin kurulmasından bu yana parti üyesi olan birisinin zihin ağlarını böyle darmadağın etmişlerdi. Merkez Komitenin örgütlenme sekreteri Flieg de böyle çözülmüştü, Rosa Luxemburg’un arkadaşı, Komintern’in daha ilk kongresinde yer almış olan Eberlein da aynı şekilde saf dışı bırakılmıştı. Sabahın erken saatlerinde ağır hastanın odasından çıkarılıp sürüklenerek insanı ezip geçen sorgulara götürülüşünü anımsadı. Aralarında Neumann, Schulte, Schubert ve Münzenberger’in bulunduğu eski tüfekler karşısında içini bir korku sarmıştı.” (s. 641)

Ve Margaret Buber-Neumann’ın anılarından Margaret Buber’in eniştesi, Heinz Neumann’ın bacanağı olduğunu öğrendiğimiz Willy Münzenberger’in akıbeti:

“Ekim sonunda, gazetelerde başında kanlı bir bandajla, burun deliğindeki kanülle, şişmiş ve morarmış gözleriyle Troçki’nin yüzünü gördükten iki ay sonra Münzenberger de Güney Fransa’da, Saint Marcellin yakınlarındaki Caugnet ormanında öldürülmüştü. Dağda dolaşan iki avcı yaprakların arasında, bir meşeden kopmuş bir dalın altında yarı yarıya çürümüş gövdeyi bulmuştu, boynunda tel bir halat vardı. Önce onun intihar ettiği söylendi, sonra Fransız Komünist Partisi, onun bir casus olarak yoldaşlara ihanet etmenin bedelini ödediği söylentisini yaydı. Bir süre sonra baş gösteren ve onu faşistlerin öldürdüğünü iddia eden teoriyi Hodann reddediyordu. Onun Fransız ya da Alman ajanı olduğu suçlaması gibi, Almanlar tarafından idam edildiği iddiası da inandırıcı değildi, çünkü Almanlar onu yakaladıktan sonra ya bir kampa götürürlerdi ya da Sovyetler Birliği’ne teslim ederlerdi.” (s. 607)

Eugenia Ginzburg, (Anafora Doğru, çev: Gün Zileli, Pencere, 1996) Butyrki hapishanesinde karşılaştığı dogmatik bir Staliniste boşuna, “fakat herkesin bir adama ihanet ettiğini düşünmektense, o tek adamın herkese ihanet ettiğini düşünmek daha akla uygun değil mi?” (s. 135) dememişti.

 

Gün Zileli

7 Kasım 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

         

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

17 Yorumlar

  1. Trajedi !

  2. malesef bu kitap piyaasada yok.

  3. Ve hala senin çevirini bekliyoruz.

  4. Kaybedenlerin belleği hakkında ne düşünüyorsun?

  5. Ahanda burası:

    Eğer geniş kitlelerin yeni bir toplumsal dönüşüme omuz vermesini istiyorsanız, onların kendi geleceklerini kendi elleriyle bugünden adım adım kurdukları yeni toplumsal ilişkilerin taşlarını döşemelerini sağlamalısınız. Aksi takdirde, bırakın bir devrimi, insanlar, geleceklerini tehlikede gördükleri köklü reformlar karşısında bile muhafazakârların “koruyucu” kanatlarına sığınacaklardır. Bugün de yaşanan budur. Aslında devrimci kitlenin daima azınlıkta kalması bir kader değildir. Yeter ki, geleceğin bugünden kurulabildiğini ve yeni bir toplumun bir risk değil, aslında gerçek güvenlik toplumu olduğunu gösterebilelim. O zaman milyonlar, bütün olumlu potansiyellerini dayanışma içinde böyle bir gelecek için seferber edeceklerdir.

    Burası tüm geleceğin anahtarı. Günümüzün totalde insani cevheri çarçur eden sistemini teşhir etmek de gerek. “Verimsiz” iş akış sistemleriyle, taşeronlukla, six sigmalarla, kapitalist hiyerarşiyle, el emeği gerektirmeyecek basitlikteki işler için pahalı diye makinalar yerine çalışanların kullanılmasıyla vs. birleştirmek gerek bu fikri. Devrimcilerin bugün yoğunlaşması gereken şey bu.

    Kitabı okuyamadım. Ama Almanya konusunda şu söylenebilir. İki özne varsa ve çok daha korkunç bir düşmana karşı o iki öznenin işbirliği yapma potansiyeli varsa, bir taraf istemese bile diğer taraf bu işi yaptırabilir. Yani eğer KPD isteseydi, SDP tamamen reddettiği halde yine de bir birleşik cephe kurulabilirdi. Olanaksız mı? Büyü mü? Hiç de değil. Aslında unutturulan şeylerden biri de bu.

    Neyse, hiç bir özne yek vücud olamayacağı gibi KPD de yek vücud değildi. Burada basitleştirme var bana kalırsa. Partinin üst kadrolarının tamamen SBKP emrinde olduğunu varsaysak bile, milyonlarca çalışan partiye üye veya oy veriyor. Onlarda mı SBKP’nin emrinde? Değil tabi ki. Dolayısıyla SPD için geçerli olan taktik, KPD için de geçerli olabilirdi. Ama bunun için görünür boyutta, en azından KPD’yi sıkıştıracak boyutta ve bağımsız bir politik odak daha var olması gerek. Öyle KPO gibi uçuk kaçık ya da SAP gibi salınan değil. İlla parti olması da gerekmiyor İspanya’dan öğrendiğimiz gibi. Ama ne istediğini bilen olmalı, orası kesin. Ama olmadı, olamadı… Ve şimdi şiir yazmak barbarlık.

    Almanya’da Nazilerin gelişine karşı direnişi tetiklemek, domino taşının ilkini fiskeyle düşürmek için bir CNT-FAI yeterli olabilirdi belki. Ama İspanya’da yetersizmiş. Bunu da görmek lazım. Yeterli olsaydı, ana gücü Faslılardan devşirilme bir ordunun bu kadar büyük bir örgütlenme karşısında gücü hiçe inerdi. Örnekleri ta 1917’de Kornilov ayaklanması günlerinden beri var.

    Fuar geliyor, heralde YKY fuarda elindekileri satar. Yoksa sahaflarda bile yok o kitap.

  6. Mehmet Öztürk

    Bolşevikler insanlığın en önemli ütopyasına ihanet etmişlerdir, diyen Emma Goldman’ın yazdıkları olacaklara ilişkin erken bir uyarı niteliğindeymiş.

  7. Hayret hala küfreden çıkmamış! Sıkı devrimciler uyuyor mu?!!

    Akın Evren

  8. Kaybedenlerin Belleği ve Kaybedilen Bellek!

    Yeni Harman Dergisi’nin Haziran 2011 sayısında yayımlanmıştır.

    Michel Ragon’un Paris, 1990 basımlı romanı, Kaybedenlerin Belleği, Işık Ergüden’in çevirisiyle, Ayrıntı Yayınları’ndan, geçen yıl yayımlanmıştı.

    Roman, çeşitli açılardan okunabilir. Ben onu, 20. Yüzyılın Devrim Tarihi olarak okudum. Yazar, bu tarihi, 1940’ların sonunda, Paris’te, Seine kıyısında bir yerde sahaf olarak rastladığı Fred Barthélemy’in yaşadıkları üzerinden anlatıyor. Böyle bir kişinin gerçekten yaşayıp yaşamadığı, tamamen yazarın kurgusu mu, yoksa yaşayan bir insanın gerçek anıları mı olduğu merak edilebilir elbette. Yazar, bu noktayı çok ustaca bir şekilde askıda bırakıyor. Size hem gerçeklik duygusu veriyor, hem de Fred Barthélemy’in gerçekten yaşamış bir insan olabileceğine ilişkin hiçbir ipucu vermiyor.

    Fred Barthélemy’in yaşamını geriye doğru izleyip çocukluk yıllarına gittiğimizde onun, sokaklarda büyümüş bir Paris yoksulu olduğunu görüyoruz. XX. Yüzyılın başlarındaki püriten Fransız anarşistlerinin (o zamanki adı Victor Kibalçiç olan meşhur Victor Serge’nin) yanında büyüyen bu Paris yoksulu, 1917 devrimiyle yeniden doğar adeta. Anarşistlerin rahle-i tedrisinde yetişen ve onların naif devrim taraftarlığını tamamen paylaşan Fred, tanıdığı bir Rus siyasi göçmeninden (bu da Vsevolod Eichenbaum’dan, yani Unknown Revolution’un yazarı, ünlü Volin’den başkası değildir) zamanında Rusça öğrenmiş olması sayesinde, devrime omuz vermek üzere Sovyetler Birliği’ne giden bir Fransız askeri heyetine katılır ve bu ülkeye vasıl olur 1918 yılının Mart ayında. Bundan sonra Fred’in kaderi tamamen değişir. Paris’teyken anarşistlerin bile fazla ciddiye almadığı bir gençten, Lenin ve Troçki’yle devrim üzerine tartışmalar yapan bir ideny anarşiste (fikir anarşisti anlamında. Ama Bolşevikler bunu, kendilerine yardımcı olan anarşistler anlamında kullanırlar.) dönüşür. Bu, bir yanıyla devrimin büyük dönüştürücülüğüne, en alttakilerin nasıl aniden en üstlere çıktığına işaret eder. Ama bir yanıyla da iktidar mevkilerinin en yoksulları bile nasıl kendine çekip yozlaştırdığına. Fred, bir Komintern görevlisi olarak bu üst makamlara çıkan bir ideny anarşist olmasına rağmen yozlaşmaz ve devrime hayatı boyunca bağlı kalır ama bu çıktığı yerin nasıl bir yozlaştırıcı olduğunu görür. Okuyucu da onunla birlikte elbette.

    Kitabı okuyup bitirdikten sonra tanıtmasını yapmak üzere çizdiğim yerleri işaretlediğimde tuhaf bir durumla karşı karşıya kaldım. 446 sayfalık kitabın neredeyse dörtte üçünü çizmiş ve işaretlemiştim. Bu durumda bu, kitabın tanıtmasını yazmak kitabı yeniden, hatta daha kapsamlı yazmak anlamına gelecekti. Çünkü roman, 1917 devrimi ve sonrasıyla bitmiyor, bu devrimin çeşitli süreçlerini, Bolşevik iktidarın uygulamalarını tamamen tarihi olayların akışına sadık kalarak konu edindiği gibi, bir de oradan 1930’lardaki İspanya devrimine geçiyor, orada da durmayıp 1968 devrimine uzanıyor. Kitapta Lenin’den Kropotkin’e, Zinovyev’den Nestor Mahno’ya, Troçki’den Angel Pestana’ya kadar bütün tarihi şahsiyetler bizzat arz-ı endam ediyor. Böyle bir kitabın dergi boyutlarında tanıtmasını yapmanın zorluğunu takdir edersiniz.

    Bu durumda yapabileceğim tek şey kalıyordu. Kitaptaki birkaç önemli noktayı konu edinmek, onların üzerinde durmak. Evet ama hangisini? O kadar çok önemli nokta vardı ki? Bir karar vermek zorundaydım.

    Romanda anlatılanlarla bugün yaşananları harmanlayarak vardığım en önemli sonuçlardan biri şu: Toplumların ve sınıfların bir belleği var ama ideolojilerin belleği yok. Daha doğrusu, ideolojiler belleksizlik üzerinde var olabiliyor, varlıklarını sürdürebiliyor. Bu, Marksizm için ne kadar doğruysa, anarşizm için de o kadar doğru.

    Anarşizmin, ta Bakunin zamanından başlayarak bir devrim romantizmi ve naifliği içinde olduğu bilinir (belki de bilinmez, özellikle anarşistler bunu bilmez. En zor olan, insanın kendisini görmesidir). Bu romantizm ve naifliğin 1917 Devrimi sırasında zirveye vardığını çok açık bir şekilde görebiliyoruz romanda. Bu yönelim, anarşistlerde karmaşık duygulara ve yönelimlere yol açmıştır. En başta, devrimi idealleştirmeyle gerçekte yaşananlar arasındaki uçurumu görmenin yarattığı büyük şaşkınlık ve hayal kırıklığı:

    “…Lokantaların yemek listesinde ekmeğin fiyatı bir rubleden biraz fazla. Karaborsadaysa on beş, yirmi rubleye satılıyor. Şekerin kilosu on iki ruble, karaborsada elli.”

    “Devrim malları paylaştırmadı mı?” diye sordu Fred. “Zenginler mülksüzleştirilmedi mi?” (s.77)

    Öte yandan, bütün hayal kırıklıklarına rağmen, devrimi yöneten (ya da körelten) Bolşeviklerden umudu kesmeme ruh hali:

    “Devrimin sonuçlarına dair ilk olumsuz izlenimlerin yerini, Fred’de yavaş yavaş olumlu etkiler almıştı. Devrim mutluluk getirmemişti, tamam; ama hâlâ dayanıksızdı, düşmanlarla çevriliydi: Batı sınırında Almanlar, içerde de isyan halinde çarlık subayları. Devrimin düşmanları öyle kalabalık, öyle düşman gözüküyorlardı ki çok yaygın sabotajlar ekonomiyi dinamitliyordu. Lenin ve Troçki, bu iki ortak… yine de devrimi, dörtnala giden koşum hayvanlarını idare eder gibi yönetiyorlardı.” (s.79-80)

    Çeka’nın anarşistlerin mekânlarına yaptığı baskınlara rağmen Bolşevikleri destekleme tutumunun devam etmesi:

    “Fred’in Komünist Parti’ye katılımı, anarşistlerin onu kardeşçe kabulüne hiç engel olmamıştı. Bunun, koşulların gerektirdiği bir katılım olduğunu Fred gibi onlar da biliyordu. Şu an Bolşeviklere karşı durmak, Beyazların oyununa gelmek olurdu. İsyankâr generaller Denikin, Wrangel ve Kolçak’ın yönettiği Çarlık birliklerine karşı Bolşeviklerle birlikte savaşan anarşist çoktu. Lenin, Sovyet propagandasını yönetmesi için Türkistan’a bir anarşisti göndermemiş miydi? Bununla birlikte, Jerzinski’nin baskınından bu yana anarşistler, bu tür ‘yanlış anlamalar’ın yenilenmesinden çekiniyorlardı.” (s.85)

    Anarşistlerin devrim naifliği öyle boyutlardaydı ki, Marksistlerin bile tereddütler taşıdığı noktada onlar Devlet ve İhtilal afyonuyla kendilerini uyuşturuyorlardı:

    “Tüm Avrupa ülkelerinde yalnızca anarşistlerin ve anarko-sendikalistlerin Rus Devrimi’ni destekliyor olması, o dönemde Ortodoks Marksist olan sosyalistlerin katılımını teşvik edici değildi. Almanya’da Rosa Luxemburg, III. Enternasyonal’e katılmayı erken buluyordu; oysa anarşist lider Erich Müsham, yoldaşlarını, devletin yok olması üzerine Lenin’in tezleri nedeniyle Sovyetlere destek olmaya davet etmişti.” (s.105)

    Bugüne gelecek olursak, anarşistlerin naifliğinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Bugün bir kısım anarşist, benzeri bir devrim naifliği içinde solun oluşturduğu yürüyüş kortejlerinin peşine takılmakta, bir kısmı parlamentoda bir ses olmak adına BDP’nin yönetimindeki sol bloku desteklemekte, özgürlük ve askeri cuntalardan hesap sorulacağı beklentisiyle sol liberallerin ya da Taraf gazetesinin yedek gücü olmaktadır. Nasıl geçmişte ideny anarşistler Bolşeviklerin destek gücü haline gelmişlerse, bugün de bir kısım “ideny” anarşist solun ya da sol blokların veya liberal solun destek gücü olabilmektedir. Temeldeki iyi niyeti görmek elbette mümkündür ama varılacak sonucun bu iyi niyetten çok uzaklara düşeceği kesindir. Kanımca anarşizmi var edecek en önemli şey, bağımsızlığıdır.

    Kaybedenlerin belleği kaybedilen bellek olmamalıdır.

    Gün Zileli

    30 Mayıs 2011

    gunzileli@hotmail.com

    Read more: http://www.gunzileli.com/2011/06/23/kaybedenlerin-bellegi-ve-kaybedilen-bellek/#ixzz2BdgbqavH

  9. özgürlükçü

    kaybedenlerin belleğini okuyup çok beğendiğimden olmalı bir yıldır kitabı hararetle önerdiğim arkadaşlarda elden ele okunuyor.zilelinin kitaptaki örnekten hareketle özellikle BDP ve HDK daki bizim gibilerin sonunun hayırlı olamayacağı tesbitine katılmıyorum.tam tersine bizdeki toplumsal muhalefetin politik organizasyonlarında sanıldığının aksine sosyalist marksist anlayışların hegemonyasının olamamasının nedenlerinden biride dünyada olduğu gibi bizdede öğrendikçe geçmiş sosyalist organizasyon pratikleri olanlar aslında ideallerinin bugünkü değerlerde özgürlükçü anarşizm olduğunu anlayıp bu organizasyonlardada anarşizmin anlayışı daha kabül gören olmaya başlamıştır.zaten toplumsal muhalefet mücadele pratiği zorunlu bir şekilde anarşizmin evrensel özgürlükçü ideallerini doğrulaması istemesekte bütün politik özneleri etkilemektedir.HDK genel kurularında yerel dinamiklerden”bütün devlet,iktidar ve hegemonyalar sorunlu olduğu gerçeğinden hareketle HDP ninpolitik iktidar talebi sorunsuz iktidarın asıl sahibi halka devredecek kurallar kurumlar gerçekleştirmek için olmalıdır”şeklinde metin önerileri olmuştur.bereketli topraklarda devletsiz yaşam inşa etmeye ve anarşizme en yakın teori ve pratikleri hedef alarak zileli ne yapmaya çalıştığını anlayamadık

  10. özgürlükçü

    kaybedenlerin belleği romanındaki anlatılanlarla emma goldmanın bolşevikler hakkındaki anlatıları örtüşmesine rağmen kitapta emmadan hiç bahsedilmemesi enteresan kitaptaki anlatıların gerçek kişilerin anıları olması izlenimi yarattığı gibi gerçekten yaşanmışların roman kurgusunda anlatımı gibi anladım

  11. O yüzüğü biri taşıyıp Orodruin’e atmalı. Frodo mrodo.

  12. gün zileli ‘nin son iki yazısı bellekle bağı koparmadan bu güne ve geleceğin kur(t)uluşuna dair bir sohbet-tartışmaya doğru yol alınmakta olduğunu düşündürüyor. asıl meselelere doğru yaklaşılıyor hissi uyandırdı bende , bu yazılar ve üzerinde konuşulanlar.
    gene de kimse kusura bakmasın, “kargadan başka kuş bilmez” misali ben pratik üzerinden takılmayı denemeyi sürdüreceğim. “eğitim sorunu” denen “sorun” hakkında, nasıl örgütlenme ve mücadele edilmesi gerektiği konusunda önerilerimi kısaca sunacağım. bu sadece bir örnek alan. diğer alanlar için de benzer şeyler düşünülebilir.
    yazılarda da işlenen şu “ulus ve devlet içi çözüm mümkün değil, çevre devletler izin vermez” fikrine katılmamak elde mi?
    neyse, gelelim konuya…
    evvela teorik bir mevzuda kısaca duralım. eğitim kavramı kendi başına sorunlu. her şeyden önce, bilen özneleri, öğretenleri temel alan,nesneleştirici bir kavram. kimse kimseye “rağmen” bir şey öğretemez. öğrenmek isteyen, gider öğreticisini bulur. eğitim değil bir özöğrenimden söz etmek gerekir. öyleyse bu iş zorun(lu)luk kaldırmaz.
    pratiğe gelince… bir konuyu çok merak ediyorum. mesela yunanistandaki anarşistler bu meselede nasıl bir çözüm üretiyor? tamam bu alanın da diğer alanlar için olduğu gibi ulus içi bir nihai çözümü yok, olamaz. ama, gene de toplumsal kurtuluş bağlamında bugünden yapılacak şeyler, denemeler olmalı herhalde…işin küresel (b)ağları bir yandan örülmeye çalışılır, gene de bir yerlerden başlamak lazım,.
    a okulunun öğrencilerin velilerle birlikte verilen mücadeleler sonucunda devlet vesayetinden bir şekilde kurtarıldığını varsayalım. (mücadelenin illa ki kanlı bıçaklı olması gerekmez. diyelim “verimsiz” bir iş yeri olarak veli ve öğrencilerce, ya da hatta daha iyisi sendikalarca satın alınma bile olabilir, diye düşünüyorum. ancak bu sendikaların da uygun dönüşümü yapmış olmaları gerekir, uzatmayım).
    ilk yapılması gerekenlerden biri devam zorunluluğunun ve sınıf hiyerarşisinin kaldırılması olmalı bence. derslik yerine atölye alanları açılabilir. örneğin her yaştan müzik ya da resim veya spor yapmak isteyenlerin gece, gündüz demeden istedikleri anda yararlanabilecekleri bu atölyelerde gerekli malzemeler bulundurulur.
    buralardaki eski öğreten, öğrenen hiyerarşisine dayalı ayrıma son vermek gerekir. okulda değil atölyede herkes öğreten, aynı zamanda herkes öğrenen olabilmelidir. kendi adıma keman çalmayı öğrenmek istediğimde, söz gelimi yeteneğini gördüğüm, tarzını takdir ettiğim beş ya da üç yaşındaki insandan öğrenmekten zevk duyarım. kimsenin de yaş kompleksine kapılacağını sanmam, eğer öğrenme isteğinde samimiyse.
    insanların yapmaktan keyif aldığı, hatta hayatının amacı kıldığı bu yetenek alanları dışında, diğer alanlar, diyelim matematik, dil ya da fizik gibi. bir kere kural olarak, kimse istemediği alanda “eğitilmeye” zorlanamaz. ancak yeteneğinden hareketle insanın örneğin notalar üzerinden matematiği ve dili öğrenmesi mümkündür.
    bütün bu işler en başta gönüllük ve zevk alma temelinde çözülebilir. siz hiç yaptığı şeyi yaşamı amacı edinmiş birinin o konuda öğrenmekten, öğretmekten bıkabileceğini düşünür müsünüz? problem çözmekten zevk duyan biri matematik öğrenmekten vazgeçemez. ve o eğer isterse matematiği flüt notaları, piyano sesleri,renkler ya da spor üzerinden öğrenebilir. yeter ki ilişkilendiği insanlarda o üstten bakışlardan kurtulabilsin.
    bu işleyişin bir maliyet bir de yönetim gibi “reel” boyutları var. bence işin cazip tarafı burası. bir meslek edinmek ya da tatmin olmak, yetenek geliştirmek isteyen, bunu maddi bedelini karşılamalı. bunun ütopyası bir imkan ve gönül işi olabilir. böylesi atölyeler birer işletmedir en nihayetinde ve ekonominin genel kurallarına tabidir. yani piyasanın işleyiş kuralları geçerliliğini burada da sürdürür, aksi düşünülse de uygulaması bizi devletli mülkiyetçi sisteme geri götürür. en can alıcı nokta burası. piyasa kurallarına tabi, para karşılığı hizmet üreten rantabl atölyeler. ancak bunların kağıt üstünde ( yasalardan ötürü ) sendikalar gibi “zorunlu” sahip-malikleri olsa da aslında herkesin ve kimsenin değil, hizmet alanların kullanım alanı olarak devlet ve mülkiyetten arındırılmış birimlerdir. idari sorunlar rotasyon usulü ile pek ala çözülebilir. sırasında her kim isterse, yönetim konularında üstüne düşeni yapar. bir cerrahın yaptığını diyelim temizlikçi yapmaz ilk anda ama, yeteneği olana bu imkan sağlandığında neden olmasın? cerrah da mesleğini seven biriyse, sırası geldiğinde temizlik işleri de yapabilir. daldan dala atlıyarak yazmamın sebebi, arifin uzun söze ihtiyaç duymadan anlayacağına olan inancım. yapılması gereken bence uzun entel vaazlar değil, bu tipten yaşam alanları yaratmak, bunun için diyelim öğrenci, veli, öğretmen kitleleriyle dirsek teması içinde yaratıcı düşünceler üretmeye çalışmak olmalı, diye düşünüyorum.
    asıl devrim bence budur. devletçi mülkiyetçi sistemin ve onun kapitalist versiyonunu bizden gasp ettiği ve bizim de artık geri almak istediğimiz hayatı, geri alabilecek basireti gösterebilmemiz.
    bukonuda daha çok şey söylenebilir ama, dediğim gibi arif olana bu kadarı yeter de artar bile.

  13. “cerrah da mesleğini seven biriyse, sırası geldiğinde temizlik işleri de yapabilir.” cümleniz bana bundan 3,5 yıl önce yazdığım
    “Beyin Ölümü” başlıklı yazımın son bölümünde yazdığım şu satırları hatırlattı:

    “Sabah uyandığımda normale dönmüştüm, yaşıyordum. Ayıktığında boş şişelere kötü kötü bakan bir ayyaş gibi, yere saçılan gazetelere bakıp, “bir daha mı” diye söylendim.

    O sırada içeri, ameliyatımı yapan genç doktor girdi, önündeki tekerlekli sehpayı itekleyerek. Yanında bir hemşireler, stajyer doktorlar ve hastabakıcılar ordusu yoktu. Türkiye’de olsa, hademe ya da hastabakıcı sanıp kimse yüzüne bile bakmazdı.

    Doktor, ellerine ince naylon eldivenler geçirip kanı dizden dışarı akıtan boruyu çıkardı. Yaralara yeniden plaster koydu. Dizi bandajladı. Eski sargıları bir çöp torbasına koyup ağzını bağladı ve sehpasını sürerek diğer hastalara doğru ilerledi.. Bütün bunları yaparken ne bir hemşire çağırdı yardıma, ne de çöp torbasını bir hastabakıcıya bağlattı.

    Az kalsın beyin ölümüme yol açacak köşe yazarlarından kurtulduğuma memnundum. Doğrusunu söyleyeyim, kronik “yeniden yapılandırmacı”lardan kurtulduğuma da. En çok sevindiğim ise, solcularımızın teorik metinlerinde çok fazla sözünü edip bir türlü hayata geçiremedikleri ya da bir yapım hatasıyla kapıkulu bürokratları ortaya salarak “gerçekleştirdikleri” “yeni insanın“, genç bir doktorun şahsında, bir yönüyle gerçekleştiğine tanık olmamdı.

    Gün Zileli

    23 Nisan 2009

    Read more: http://www.gunzileli.com/2009/04/24/beyin-olumu/#ixzz2BiaanXCP

  14. Alişer, bu söylediklerine katılamıyorum. Öncelikle uzmanlaşma hızlı olabilecek bir şey değil. Bu cerrah-temizlikçi durumunun gerçekleşebilmesi için, insan ömrünün 3-4 katına çıkması gerekiyor. 300-400 yıl yaşayacaksam o konuda da bu konuda da uzmanlaşırım. Ama daha tarım devrimiyle 30’u 50’ye, sanayi devrimiyle 50’yi 70-80’e çekebildik. Buna daha yolumuz var. Gün Zileli’nin bahsettiği şeyse, kapitalist ultra-uzmanlık mantığından geri basmaları. Kapitalizm kendi mantığı kendisi için zararlı sonuçlar verince gelecekten de geçmişten de mantık devşirecek kadar pragmatik çünkü.

    Bir ikincisi, sıradan işlerde el emeğinin ortadan kaldırılması ana işimiz olmalı. Bu işleri, yani az beceri gerektiren, sıradan işleri makinelere devretmemiz gerek. Şimdi reklam gibi olacak ama irobot diye bir ürün var piyasada. Yakında bir on yıla kalmaz elektrik süpürgesinin yerini alır. Varsın “Demir melekler” yapsın bu işleri. Şu anda kapitalizm yüzünden hala bu işleri yapıyoruz. Çünkü işgücü ucuz. Teknoloji bir bölgeden diğerine damla damla sızıyor. Çin’de herkes, merkez ülkelerde göçmenler, Türkiye’de Kürtler, geri kalan yerlerde köyden yeni göçmüşler ucuza çalışmasaydı, görürdüm ben kapitalistleri ne mükemmel icatlar için para ayırıyorlar. Ormancılık en ağır iş olduğu için bu örneği veriyorum. Yoksa Ağaoğlu da kesin bunlardan kullanıyordur.
    http://www.youtube.com/watch?v=cwwkO7m4bpY

    Ve üçüncüsü bu psikolojik altyapı olayı. Şu sıralar patolojik narsisizm en genel geçer tip. Eminim, herhangi birimizi alsalar dondurup o zamanlara gönderseler, Lem’in Yıldızlardan Dönüşü’ndeki gibi ya da Pohl’un Pısırıklar Çağı’ndaki gibi mal gibi kalırdık ortada. Çünkü biz, Oidipus’la, zihnin içinde tek birey saplantısıyla, zihin-beden ayrımıyla ya da kim bilir farkedemediğimiz daha kaç tane ontik kökenli psikolojik sakatlıkla dolu akıl hastalarıyız.

    Neden senin söylediklerine “bahaneler” üretir gibi göründüğümü herhalde anlamışsındır. Herkes dikkatini, “dışarıya”, kapitalizmden bağımsız “komünlere” veriyor. Oysa dikkatimizi kapitalizmin ta merkezine vermeliyiz. Yani dışarıda değil, içeride, büyük şirketlerin, fabrikaların içinde bu tür adacıkları kurmalıyız, diye düşünüyorum. Bu da geleceğin bio-politik insanına zıplamadan, şimdi, şu anda, burada, elimizde avcumuzla olanlarla bir şeyler yapmak demek.

    Son bir not olarak, piyasa konusunda seninle daha önce tartışmıştık. Arz-taleb’in başka bir şey, piyasanınsa devlet kontrolü olmadan yaşayamayacak bambaşka bir şey olduğunu düşünüyorum.

  15. uzmanlaşmanın genel olarak uzun bir süreç gerektiğine şüphe yok. yine de hayatta bazen istisna durumlar da olabiliyor. ummadığımız insanlarda umulmadık yetenekler bilinir.
    zaten bu örneği, iş yerlerinde ya da daha doğru bir ifadeyle yaşamsal üretim alanlarında bazı düzenlemelerin o birimin kendi iç işleyişinin sonucu olduğunu hatırlamak için, bir açıdan uzak ihtimal olarak belirttim.
    gene de bu konu, gün hocanın belirttiği haliyle daha çok bir karakter ve etik meselesi olsa gerek. konunun kapitalizmin devşirme mantığıyla ultra uzmanlıkla olan boyutunu da anlayabiliyorum.
    ama piyasanın neden devlet kontrolü gerektirdiğini, kusura bakmazsan, anlayamadım. piyasayı kendimce tanımlamaya çalışmıştım burada tekrar hatırlatayım üzerinde konuşulur belki. bence piyasa, arzın talebi olduğu kadar, talebin de arzı belirleyebildiği engelsiz ortam ve ilişki olarak anlıyorum. devlet, varlığıyla ve mülkiyete dönüşmeyi dayatarak bu ilişkiyi sakatlıyor. ayrıca silah vb rasyonel olmayan üretim sektörlerini destekleyerek ilişkinin rotasını bozuyor.
    asıl devletin varlığında piyasanın gerçekleşemeyeceğini söylemeye çalışıyorum.
    bu yüzden de gerçek özgür piyasanın anarşik bir doğası bulunduğunu savunuyorum.

  16. Bezuvar kültür ve sanat dergisinde, Rahmi Akdaş’ın “Direnmenin Estetiği” üzerine yazdığı yazı ,geçen sayıda yayınlanmaya başlanmıştı. Önümüzdeki iki sayıda da devam edecek.

  17. Aslında, “kaybedenlerin belleği” muhabbetinin özünde naiflikten ziyade örgütsüzlük ve düşünsel tembellik vardır. Örneğin Türkiye’yi ele alalım. Türkiye’de “anarşist” olduğu iddiasındaki insanlar nicel olarak çok da az değil; örneğin Facebook’ta “Anarchist” adı altında türkçe yayın yapan sayfanın takipçi sayısı 6-7bin civarı, liberter eğilimli insanlarca takip edilen iç-mihrak’ın takipçi sayısı ise 40binlerde. Geçen yıl “kara karga” dergisinin tirajının bir ara 1200ü bulduğunu duymuştum. Yani mesele “30 kişi ne yapabiliriz ki?” sıkıntısı değil. “Anarşist” etiketli insanlar, genelde ulaşabildikleri sol örgütlere ya da özgürlükçü arkadaş gibi daha bilinçlileri de “özgürlükçü sol” örgütlere dahil oluyor. Elbette, söz konusu örgütleri etkileyebilecek ölçüde hegemonik olamadıkları için de o örgütlerin politikasının savunucusu haline geliyor ve bir süre sonra tipik bir solcu parti/sendika gönüllüsü haline geliyor.
    Örgütsüz kalanlar ise Marksist kilisenin farklı mezheplerinin ve zaman zaman da Avrupacı/liberallerin teorilerini istedikleri gibi sıralayıp kullanmak dışında bir şey yapmıyorlar.

    Bu yadırganacak bir durum değil. Çoğu yerde ulaşılabilir tek bir yayın çevresi, tek bir çekirdek, tek bir squad yok. İnternet tabanlı yayınlar istikrarlı değil ve çoğu haber kopyala yapıştır yoluyla veriliyor vb. vb.. Örneğin -Türkiyeli- anarşistler arap coğrafyasındaki olaylara ve suriye konusuna nasıl bakıyor? Ben söyleyeyim, en ulaşabildiği sol örgüt/kaynak nasıl bakıyorsa öyle!

    Yunanistan’da anarşistler kendi eylem tarzlarını yarattılar ve bu geniş kesimlerce kabul görmeye başladı. Qebecte kendi gençlik kolları olduğu dahi iddia edilen CLASSE’ye -dikkat edin ideolojik yakınlık falan demiyorum- en sert eleştirileri yapmakta çekince görmediler. Türkiyelilerin umutlar 2108 aralığına ya da en kötü 2111 seneşine; artık, ne diyeyim daha :).