En Büyük Terör Örgütü Devletin Kendisidir

indir (2)

Özgürlük ve Şiddet:

En Büyük Terör Örgütü Devletin Kendisidir

“Şiddetle sadece şiddeti inşa edersin”
John Steinbeck, Bitmeyen Kavga

Mesele dergisinin Ekim sayısında, “Şiddet Dosyası” içinde yayımlanan bu yazı, “PKK terör örgütü değildir” dediği için gözaltına alınan Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi ile dayanışma amacıyla, bu sitede zamanından 10 gün önce yayınlanmaktadır.

İlk insanlar en ilkel silahları, taş baltaları vb. sadece vahşi hayvanlara karşı kendilerini savunmak için yapmadılar. Aynı zamanda birbirlerini baskı altına almakta ya da baskı altına almaya çalışan birilerine karşı kendilerini savunmakta da kullandılar.

Böylece insanın şiddetle serüveni başlamış oldu.

Kitaplar dolduracak kadar kapsamlı böyle bir konuyu bir yazıda ele almak ancak ara başlıklar altında kısa değinmelerle mümkün olabilir. Ben de öyle yapmaya çalışacağım.

Şiddet ve Devlet

Zamanımızda yoğun bir propaganda ve çoğu insanı avucuna almış bir önkabul var: “Silahlı terör örgütü”.

Elbette bununla kastedilen, devlete karşı şiddet yoluyla mücadele yolunu seçmiş herhangi bir gerilla örgütü ya da silahlı mücadele veren herhangi bir örgüttür. Ne var ki, bu propaganda son derece aldatıcıdır. Çünkü en büyük ve organize terör örgütünü, yani devleti gözlerden gizlemekte, daha da kötüsü bu devletin organize şiddetini meşru göstermekte ve hatta “terörle mücadele” için vazgeçilmez olduğu fikrini kafalara yerleştirmektedir. İnsanların çoğunluğu bunu böyle kabul etmekte ve televizyon kanalları devlet saflarından ölenleri “şehit”, gerilla saflarından ölenleri “terörist” olarak takdim etmektedir.

Oysa durum tam tersidir. Yani en büyük terör örgütü devletin kendisidir. Gerilla örgütleri dünyanın her yerinde, esasen devlet terörünün sonucu bir karşı şiddet olarak ortaya çıkmışlardır. Yani eğer devlet terörü olmasaydı, gerilla şiddeti de olmayacaktı.

Şiddet ve İktidar

Ne var ki, devlet terörüne karşı örgütlenen gerilla da bir süre sonra başka bir örgütlü şiddet odağı olarak ortaya çıkar. Devlet iktidarı karşısında ezilenler adına ortaya çıkmıştır ama o da sonuçta silahlı bir şiddet örgütü olduğundan kendi alanında minyatür bir devlettir ve aynı, devlet gibi şiddet araçlarıyla kendi alanında bir iktidar kurmuştur. Onun da devlet gibi mahkemeleri, hapishaneleri, gardiyanları vardır, infaz mangaları vardır. Kendi iktidarına ve yasalarına karşı gelenleri o da devlet gibi katleder. Dolayısıyla devlete karşı özgürlüğün savunucusu olarak ortaya çıkan örgüt, kısa süre sonra, mücadele ettiği devlete benzemeye başlar ve özgürlüğe karşı konumlanır.

Şiddet, Kitle ve Kitle Mücadelesi

Devlet, şiddetini kitlelerin üzerinde uygular, kitleleri şiddet yoluyla kendine boyun eğdirir. Elbette devletin rıza mekanizmaları da vardır ama bu rıza mekanizmaları bile temelde devletin organize şiddetinden güç alır. Razı olmayanı geri planda bekleyen makineli tüfektir.

Kitle, önceleri genellikle devletin rıza mekanizmaları tarafından yönlendirilir. Ne var ki, bir süre sonra bu rıza mekanizmaları yetmez olur. O zaman devlet kitleye sivri dişlerini göstermeye başlar. Kitle, devletin şiddeti karşısında boyun eğer.

Fakat bir süre sonra şiddet de kitleyi baskı altında tutmaya yetmeyebilir, hatta bizatihi şiddet, kitlenin devlete karşı direnmesini doğurabilir. Böyle durumlarda kitle ya topluca ayaklanarak devletin şiddetine karşı koyar ya da içinden bir gerilla mücadelesinin çıkmasını sağlar.

Toplu ayaklanmalar devletin çıplak terörüyle bastırılabilir ya da bunun mümkün olmadığı koşullarda devlet geri çekilip halihazır yöneticilerini kitleye kurban eder, böylece düzeni kurtarır. Bunun da başarılı olmadığı durumlarda devlet topyekûn çöker, bunun adı devrimdir.

Kitlenin kendi içinden çıkan şiddete karşı tutumu da son derece ilginçtir. Kitle kendi içinden bir gerilla örgütlenmesi çıkartır, önce onu gizliden gizliye destekler. Gerilla gücü gerçekten yaşayan ve mücadele eden bir varlık haline geldiği zaman kitle gerilladan korkmaya başlar. Böylece kitle ile gerilla arasında bir sevgi-korku diyalektiği kurulur. Bu aşamada halkın gerillaya desteğinin korkudan mı, yoksa sevgiden mi kaynaklandığını anlayabilmek oldukça zordur. Gerilla sonunda silahlı mücadelesini başarıya ulaştırırsa kitle gerillanın zaferini kendi zaferi olarak görür ve ona destek verir. Ancak bu aşamada yeni devlet oluşmuştur artık ve gerillayı da düzenli orduya dönüştürmüştür. Bu andan itibaren gerilla da kitle de yeni devletin örgütlü ve “meşru” şiddeti tarafından yeniden baskı altına alınmıştır.

Bir de doğrudan kitle şiddeti vardır. Kitlenin baskıcı güçlere karşı öfkesi bir kitlesel şiddet halini alabilir. Bir özsavunmadan da çıkarak doğrudan devletin burçlarına ölümüne bir saldırıya dönüşebilir (1979 yılında İran Devrimi sırasında ve iki yıl önce Ukrayna’da gördüğümüz gibi). Kitlenin öfkesi korkunçtur ve şiddeti de o ölçüde korkunç olabilir. Önüne geleni yıkıp geçen bir tsunamiye dönüşebilir. Bu arada, tarihte örnekleri görüldüğü gibi, sadece devleti yıkan değil, bir başka kitleyi de (bu, duruma göre karşıdevrimciler, duruma göre o güne kadar devlete destek olmuş bir milliyet ya da mezhep olabilir) neredeyse jenosite uğratan bir kitlesel şiddet histerisine dönüşebilir.

Özgürlük-Şiddet Diyalektiği

Bu iki zıt uç sürekli olarak birbirini çağırır. Adeta nal şeklindeki iki mıknatısa benzerler. Zıt kutuplar karşı karşıya geldiğinde birbirlerini çeker, eş kutuplar karşı karşıya geldiğinde de birbirlerini iter ve dışlarlar.

Şiddet özgürlüğü nasıl çağırır? Gayet basit. Zaten şiddet özgürlüğü yok etmek için vardır ve şiddetin görünür ya da görünmez baskısı (çünkü şiddet doğrudan kendini gösterebileceği gibi, çoğunlukla şiddet korkusu olarak toplumun üzerinde bir hayalet gibi var olur) insanlarda özgürlük özlemini doğurur. Bu özlem giderek toplumsal bir cereyan halini alır ve sonunda şiddet özgürlüğü doğurur. Toplum, ya tedricen ya da çoğunlukla bir devrim yoluyla özgürlüğe yönelir. Eğer devrim olmuşsa, kapıdan ilk kovalanan, eski şiddet aygıtıyla birlikte o zamana kadar kitleyi yönlendiren özgürlük olur. Yeni bir iktidar kurulmuş ve artık özgürlüğe ihtiyacı kalmamıştır. Yeni iktidar elbette özgürlüğü bir söylem, bir kalıp olarak kullanır ama özünde özgürlük artık onun için de bir tehlikedir.

Böylece özgürlük, yıktığı eski iktidarla birlikte sürgüne gider. Ancak, özgürlüğün özü değil biçimi, devrimle işbaşına gelmiş ve aynı zamanda özgürlüğü kapı dışarı etmiş yeni devletin elinde bir süs, bir hayalet, bir propaganda aracı haline gelmiştir. Ne var ki, çevredeki eski devletler, özgürlüğün kendisinden olduğu gibi, onun hayaletinden de korkarlar. Bu hayaletin kendilerini de yok edeceğini düşünür ve özgürlüğün sadece hayali sureti olan yeni devlete karşı haçlı seferine girişirler (Sovyetler Birliği’nin ablukaya alınması örneğinde olduğu gibi). İşte bu, daha önceki sürecin tersine (yani şiddetin özgürlüğü çağırmasının tersine), yeni bir sürecin başladığının, yani özgürlüğün şiddeti çağırmasının başlangıcıdır. Artık bir hayaletten başka bir şey olmayan “özgürlük” (yani yeni diktatörlük) şiddeti üzerine çeker ve üzerine çektiği bu şiddete karşı direnmek için, kendisinin üzerine gelen şiddetten daha büyük bir şiddet uygulayarak ülke içinde gerçek özgürlüğün kırıntısını bile yok eder.
Böylece iç savaşlar dönemi başlar. Şiddeti bastırmak için şiddet. Şiddete karşı savunma için şiddet. Dış şiddetin işbirlikçileri içerde şiddet yoluyla bastırılır. Bu arada en çok bastırılan da elbette bizzat gerçek özgürlük olur. Sovyetler Birliği’ndeki 1917-1921 ve 1929-37 iç savaşlarında özgürlüğün katledilişi bunun en açık örnekleridir. Şiddet araçlarıyla donanmış yeni devlet, özgürlük adına özgürlüğü katleder. İspanya 1936-39 İç Savaşında da benzeri bir durum olmuştur. Özgürlük, İspanya’da, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi kapı dışarı edilmiş olmasa bile, İç Savaşın şiddet ortamı içinde özgürlük adına özgürlüğü bastırmıştır.

Bireysel Şiddet, Romantik Şiddet

Şiddetin esasen köleleştirici olduğu kadar özgürleştirici bir yanı olduğunu da saptamak gerekir.

Şöyle ki, silahını halkın kafasına dayamış iktidarlara yine şiddet aracılığıyla karşı çıkan örgütler, bir yanıyla kitleyi tarafsız ve pasif bir konuma sürüklerken (çünkü büyük ayaklanma dönemleri dışında kitle şiddet araçlarından yoksundur) bir yandan da kitleye cesaret verir ve ona şiddete, şiddet yoluyla karşı konabileceğini gösterebilir. Bunu gören kitle, kölece boyun eğmek yerine başkaldırının özgürleştirici etkisinin tadına varır.

Bu böyle olmakla birlikte, kitle doğrudan aktörü olmadığı mücadeleyi dışarıdan pasif bir şekilde gözlemleyen bir seyirci konumuna düştüğünden bu özgürlük duygusu da fazla uzun sürmez. Giderek kitlenin pasifleşmesi daha baksın bir hal almaya başlar.

Marksist literatürde “bireysel terör” diye bir kavram vardır. Bu, giderek sol sapma anlamına gelen “goşizm” terimiyle de ifade edilmiştir. Marksist literatürdeki “bireysel şiddet”, kitle mücadelesinden kopuk her türlü eylem biçimini kapsar. Ancak, “bireysel şiddet” denen şey, aslında tek bir kategoride toplanamaz. Örgütlü şiddet eylemleri ya da mücadelesi, kitlelerin mücadelesiyle doğrudan aynı şey olmasa bile, bu mücadelenin bir parçası da olabilir. Ayrıca örgütlenmiş şiddet eylemlerini ya da mücadelesini, kitle mücadelesiyle aynı şey olmasa bile “bireysel şiddet” olarak görmek ne derece doğrudur? Bir şiddet eylemi eğer örgütlüyse, yani bir örgüt tarafından organize ediliyorsa artık bireysel değil, kolektif bir şiddet eylemidir. Yani bir kolektif (yani örgüt) tarafından örgütlenmektedir. Nitekim, Narodnikleri kastedederek “bireysel şiddete” karşı çıktıklarını söyleyen Bolşevikler de, bu tür şiddet içeren kolektif “kamulaştırma” eylemlerine başvurmuşlardır.

Tarihte gerçek anlamda bireysel terörü temsil eden eylemler sadece 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın başlarında anarşistler tarafından ortaya konmuştur. Bu eylemler gerçekten bireysel şiddet eylemleridir, çünkü en ufak bir kolektif organizasyondan uzak, tamamen bireysel isyan duygularıyla ortaya konmuşlardır. Anarşizmin geçen yüzyılın başlarındaki devlet terörünün ve baskısının aleyhinde yürüttüğü şiddetli ve etkili propaganda o dönemin genç yüreklerini tutuşturmuş ve neredeyse bilinen bütün anarşist suikast eylemleri bu genç yüreklerin kendi başlarına ortaya koydukları eylemler olmuştur. Yani eyleme kendi başlarına karar vermiş, silahı kendi olanaklarıyla elde etmiş ve gidip suikastı tek başlarına gerçekleştirmişlerdir. Bu tür şiddete bireysel şiddet denebileceği gibi romantik şiddet de denebilir.

Romantik şiddeti gerilla savaşlarında da görebiliriz. Gerilla savaşları her ne kadar bireysel değil, örgütsel nitelikte bir mücadeleyse de, ezilenlerin tarafında yer aldığından, halihazır iktidarın despotizmine karşı direnişi temsil ettiğinden, kendi içindeki tüm baskıcılığına rağmen insanların romantik duygularına hitap eder. “Dağların özgürleştiriciliği etkisi”, “kadın gerillaların dağlardaki romantik görüntüleri” vb. bu romantizmi besleyen öğelerdir.

Özsavunma ve Şiddet

Buraya kadar yazdıklarımın yüzde sekseninden, devrimci mücadelede şiddete pek olumlu bakmadığım ama bu konuda “total retçi” de olmadığım sonucu çıkarılabilir. En azından ben dönüp yazdıklarıma baktığım zaman böyle bir sonuç çıkarıyorum.

Pasifizmin birçok değerli yanı olduğunu teslim etmekle birlikte pasifist değilim. Sonuç olarak, halkın özgürlük mücadelesinin, gerekirse şiddet yoluyla özsavunma hakkının olduğunu düşünüyorum. Bence bir devrim ve devrimci mücadele, özgürlük mücadelesi veren halk, üstüne gelen devlet güçlerine ya da devlet destekli şiddet unsurlarına karşı kendini zorunlu olarak savunma dışında kesinlikle şiddete başvurmamalıdır. Şiddet, çok nazik bir konudur. Şiddete başvuran, bir anda mazlumdan zalime dönüşebilir. Bunun en açık sonucu ise, uğruna mücadele ettiğimiz özgürlüğü kendi ellerimizle boğmamızdır.

Bu yüzdendir ki, devrimci bir örgütlenme, devrimci bir halk kitlesi, sadece, bütün canlıların en doğal hakkı olan kendini savunmak amacıyla şiddete çok denetimli bir şekilde başvurmalıdır. Örneğin, devrimi yaymak için şiddeti kullanmak son derece sakıncalıdır. Çünkü şiddet insanlarda korku yaratır, dostu düşmanı ayırt etmenizi önler, insanlarda güzel duygular yerine kötü duyguları besler, devrimci ve fedakâr insanların yerine, çıkarcı, fırsatçı, korkak ve gizlice iktidar duyguları taşıyan insanları ön plana çıkarır. Bu ise devrimin ölümü demektir. Hatta, bana kalırsa, devrimci mücadelenin geliştiği alanlarda devletin baskı aygıtlarına karşı şiddet eylemleri geliştirmek de hatadır. Böyle zamanlarda devlet aygıtlarına karşı şiddet uygulamaktansa, Marx’ın ünlü deyişini bu duruma uygulayarak söyleyecek olursak, “devletin sönümlenmesini” sağlamak çok daha doğrudur. Devlet aygıtları şiddet araçlarıyla açıkça üstünüze gelmedikçe, sivil itaatsizlik yoluyla bu devlet aygıtlarını işlemez hale getirmek, hatta bizzat devlet aygıtının silahlı unsurlarını barışçı bir propagandayla tarafımıza kazanmak en doğru yol gibi geliyor bana.
Özsavunma hangi noktada ortaya çıkar ve sınırları nedir? Devlet, derinden derine halk içinde kök salan ve fiilen ikili iktidar durumu yaratan hareketin tehlikesini gördüğü zaman topluca bir bastırma hareketine girişebilir. Böyle bir durumda bile hemen silaha karşı silahla karşı koymak doğru olmayabilir. Önce kitle seferberliği yoluna başvurmak en doğrusudur bence. Eğer kitle, davasına gerçekten sahip çıkıyorsa pasif bir direnişle bu tür saldırıları etkisiz kılma şansına sahiptir. Ne var ki devlet, böylesi bir pasif direnişe boyun eğmek istemeyecektir. Şiddet kullanarak halkın direnişini tamamen ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Hatta kullandığı bu şiddetin bir amacı da halkı karşı koymaya kışkırtmak olabilir.

Unutmayalım ki, devletin şiddeti, “haklılığını” biraz da “meşru olmayan” şiddetten alır. İşte böyle bir noktada devrim ya da halk, özgürlüklerini korumak için fiili bir özsavunmaya, gereğinde, sınırlı ve son derece denetim altında bir şiddet de içeren bir özsavunmaya girişebilir. Amaç, üstümüze gelen devlet şiddetini ayağını denk almaya davet etmekten ibaret olmalıdır. Bunun ötesine geçen ve zafer sarhoşluğu ile yaygınlaşan, dolayısıyla özsavunmadan çıkıp özsaldırıya dönüşen bir şiddete asla girişilmemelidir. Bu da, bütün geçmiş deneyimlerden görüleceği gibi, özgürlük mücadelesinin egemen şiddet aygıtlarına kurban edilmesi anlamına gelecektir.

Komplo ve Şiddet

Şiddet iki ucu keskin bir bıçaktır. Onu kullananı da her an vurabilir. Öte yandan şiddet, devletlerin istihbarat örgütlerinin başta gelen aracıdır. Daha da önemlisi bu istihbarat örgütlerinin, şiddeti, olayları istedikleri gibi manipüle etmekte son derece etkili bir araç olarak kullanmalarıdır. Öyle ki, istihbarat örgütleri, devlete karşı mücadele eden ve bu amaçla şiddeti yaygın bir şekilde kullanan örgütlerin içine sızarak veya sızmadan da olsa onlar adına birçok şiddet eylemi yapabilirler, yapmaktadırlar. Böyle durumlarda at izi it izine karışmakta, hangi şiddet eylemini gerçekten kimin, ne amaçla yaptığı bile anlaşılamaz hale gelmektedir. Sırf bu durum bile, şiddetin en kolay istismar edilebilen etkili bir araç olduğunu göstermektedir. Son zamanlarda bölgemizde yaşanan çok sayıda şiddet eylemi bunun en net kanıtını oluşturmaktadır. Özgürlük düşmanı güçler ve istihbarat örgütleri, şiddeti kendi amaçları için istedikleri gibi kullanmaktadırlar.
Geçmiş iki yüzyıllık sosyal mücadeleler de bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Yozlaşma ve Şiddet

Yukarıda yer yer değindim ama burada bir kere daha ele almak istiyorum. Şiddet, en önemli yozlaştırıcılardan biridir. Şiddet tekelini ele geçiren, hızla halktan kopar ve onun üstünde efendilik taslama hevesine kapılır. Şiddet, esasen korkuya dayandığından çevresinde cesurmuş gibi görünen, aslında korkak insanları toplar. Şiddetten korkan halk şiddet tekelini elinde tutanlara karşı ikiyüzlü bir tutum içine girer. Şiddeti elinde tutan, kendisine karşı güler yüz gösterenlere asla güvenemez, güvendiği an bunun ne büyük yanılgı olduğunu anlayacaktır. Çünkü arkasını döndüğü an, yüzüne gülenler tarafından vurulacaktır.
Şiddet, ikiyüzlü, korkak ve zalim insanlar yaratır ve bunları biriktirir. Gerçekten karakterli insanların şiddet aygıtlarıyla işi olmaz, bu aygıtların çevresinde barınmaz. Şiddetin gücünü tadan insanlar kısa süre sonra gerçek birer zorbaya dönüşürler.

Sonuç olarak şiddet, devrimci ve özgürlükçü güçlerin, sadece zorunlu özsavunma amacıyla, son derece sınırlı ve denetimli bir şekilde başvurmak dışında, kesinlikle uzak durmaları gereken kirli bir araçtır. Genelde, halkın moralini bozmaktan, devrimci güçleri bozguna uğratmaktan ve şiddeti zaten tekellerinde tutan egemenlerin her türlü provokasyonuna hizmet etmekten başka bir sonucu yoktur.

Özgürlük ve devrimi şiddet yoluyla yaşatmaya çalışmak, bir ağaca su yerine asit dökmekten farksızdır.

Gün Zileli
10 Eylül 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

1917-1918 Rusya’da Devrimden Tek Parti Diktatörlüğüne

1990-91’de SSCB çöktü ama sol hiç bir zaman neden çöktü sorusunu sormadı, tartışmaya cüret edemedi. …

29 Yorumlar

  1. “… Şiddet tekelini ele geçiren, ..(halkın) üstünde efendilik taslama hevesine kapılır. Şiddet, esasen korkuya dayandığından çevresinde cesurmuş gibi görünen, aslında korkak insanları toplar. .. Şiddeti elinde tutan, kendisine karşı güler yüz gösterenlere asla güvenemez, güvendiği an bunun ne büyük yanılgı olduğunu anlayacaktır. Çünkü arkasını döndüğü an, yüzüne gülenler tarafından vurulacaktır.Şiddet, ikiyüzlü, korkak ve zalim insanlar yaratır … Gerçekten karakterli insanların şiddet aygıtlarıyla işi olmaz, ..Şiddetin gücünü tadan insanlar kısa süre sonra gerçek birer zorbaya dönüşürler….”
    **
    tümüyle katılıyorum; ve şiddet uygulamak “zorunda” kalmış olanlar, bunu “utançla” anmalı, övünmemeli; anlatmalı; her kes sorgulamalı.. gerçekten başka yolu yok muydu… vb..

  2. sonuçta adamcağız pkk’nin de terör eylemi yaptığını söylemiş. hakkında dava açmak saçma. ara sıra terör eylemi de yapan, ama terör örgütü olmayan bir siyasî partiymiş. öyle demiş. ne var bunda?

    doğru, pkk ara sıra, bazen çoğu zaman, terör eylemi yapıyor. uykudaki polisleri, mayına basan askerleri ve sivilleri, 16 yaşında dağa kaçırıp eline silah verdiği çocukları öldürüyor. yol kesiyor ve durmayıp kaçan doktorları öldürüyor. sonra özür bile diliyor.

    sokaklarda hendek kazıyor ve ilçelerdeki hayatın durmasına sebep oluyor. kolluk güçleriyle olan çatışmalarda sivillerin de ölmesine sebep oluyor. ekmek bulamayan insanların aç kalmasına, ölen çocuğun evden çıkamamasına sebep oluyor. insanların sürekli silah sesi altında huzurlu bir hayat sürdürmesine sebep oluyor. özyönetim ilan ederek herkesin hdp-kck kurallarına uyar görünmelerine sebep oluyor. seçimlerde oy sandıklarına müdahale ederek herkesin hdp’ye geçerli oy vermesine imkan sağlıyor.

    bu örgüte ister terör örgütü desin, ister özgürlük hareketi, isterse başka bir şey. “terör eylemleri de yapan bir örgüt” demiş işte. daha ne?..

  3. PKK İÇİN ‘TERÖR ÖRGÜTÜ’ DENİR Mİ, DENMEZ Mİ?

    MAHİR’LERE, DENİZ’LERE; 1970’LERDE ‘ANARŞİSTLER’ DENİRDİ!

    Yazan: MUSTAFA ALP DAĞISTANLI
    Tarih: 20 Ekim 2015

    Şüphesiz, gazetecilik için hiçbir kelime yasak değildir, olmamalıdır. Fakat haber söz konusu olduğunda kelimeler üzerinde iki kere daha düşünmeniz gerekir. Birçok tarafı ve veçhesi olan, üstelik sıcak bir olayı aktarmaktasınızdır ve çeşitli sebeplerle etkisine çok açık olduğunuz iktidar odağının yargılarını, farkında olarak veya olmayarak nakletmeniz işten değildir. Dolayısıyla, o yargıları aktarmak, olayı aktarmanın, bilginin önüne geçebilir rahatlıkla.

    Türkiye medyasına benzer tutum alan gazeteler ve tv kanalları dünyada da var tabii, ama 200 yıllık uluslararası gazetecilik geleneğinden süzülmüş kimi ilkeler ve bazı bakımlardan eleştirsek de bu ilkelere göre gazetecilik yapmayı anayasalarına yazmış medya kuruluşları da var. Uluslararası ajanslar, bütün hatalarına rağmen, bu ilkeler ışığında hareket etmek zorundadır, kimseye hitap edemez bir noktaya gelirler yoksa. (1980’lerde, IRA eylemleri sırasında BBC (iç yayınlarda) bal gibi ‘IRA terrorists’ derken, World Service yayınlarında gazetecilik ilkelerine uyuyor ve klişe, etiket, damga kullanımına karşı çıkıyordu. Türkçe Servisi’nde PKK’ye ‘terrorist’ denmiyor, ‘rebels’ (asiler), ‘guerillas’ (gerillalar) gibi kelimeler tercih ediliyordu. ‘Terörist’ nasıl devletin diliyse ‘gerilla’ da PKK’nin dilidir ve gazetecinin ondan da kaçınması gerekir. BBC bir ara ‘silahlı Kürt militanlar’ terimini kullanıyordu ve sadece ‘PKK’ deyip geçmenin meseleyi bilmeyenler için bir açıklama olmadığı durumda doğrusu da buydu).

    Yorumlarınızda istediğiniz kelimeyi istediğiniz gibi kullanın, ama haber, sizin değer yargılarınızdan örülmüş bir şey değildir, olmamalıdır.

    DİRENİŞ HATTI OLARAK: “KELİME”

    Buradaki sorun sadece bir kelime değildir. Çünkü kelime, kelimeden daha fazla bir şeydir gazetecilikte. Kelimeler, deyimler, ifade kalıpları ve tanımlar, hükümetin, askerin, başka güç odaklarının, örgütlerin cümlesini, hatta nutkunu iletir okura. Klişe haline gelip kolayca herkese bulaşırlar.

    Türkiye’de hakim gazetecilik zihniyeti, bakmayın şimdi birçoklarının AKP hükümetine diş bilemesine, o güç odaklarının cümlesini taşır esas olarak. Gazetecinin cümlesi bir çırpıda hükümetin, askerin, polisin cümlesi oluverir; onların ağzıyla yazar gazeteci. ‘Ahmet, Ayşe’yi dövdü’ sadeliğindeki bir cümleye artık neden rastlamıyoruz da ‘Ahmet, Ayşe’yi darp etti’ diyerek polis ağzına düşüyoruz mesela? Nereden çıktıysa, hızla yayıldı ve eleştirel olmalarıyla temayüz eden kimi yazarların bile dilini kuşattı. Polisin davranışının karşısına dikilirken polisin dilini benimsedik yani!

    Dolayısıyla, kelime sorunu, baskı karşısındaki tutumdur. İlkesizliktir. Anlatım olanaklarından, açıklayıcılıktan vazgeçmektir. Klişelere sığınmaktır. ‘Terörist’ kelimesiyle Kürt sorunu örtülmek isteniyor, insan haklarını çiğneme, insanlara zulmetme meşrulaştırılıyor, hak aramak suçmuş gibi gösteriliyor…

    “ŞEYTANLAŞTIRMAK” ÇABASI

    Bu son dediğimle bağlantılı bir şey daha var: Savaşan taraflar, tarihin derinliklerinden bu yana, düşmanlarını insanlıkdışı varlıklar olarak sunar kendi taraftarlarına, onları şeytanlaştırır. Savaşı sürdürmek için gerekli nefretin, içselleştirmenin ve savaşa sürekli olarak yeni neferler kazandırmanın ilk koşuludur bu. Medya işte bu işe de yarar. Böylelikle o şiddet sarmalının sürdürülmesi için olmazsa olmaz bir rol oynar.

    Türkiye’de de medya işte bu işi gördü yıllar yılı ve hâlâ görüyor. Bu o kadar zarar verici ve yanlış bir tutumdur ki, yarınki barışın önündeki en büyük engellerden biri haline gelir o şeytanlaştırma. Savaşan taraflar araziye mayın döşerken, medya da insanların zihinlerine mayınlar döşer. Yarın öbürgün kağıt üstünde barış yapıldığında, hatta arazideki mayınlar toplandığında bile zihinlerdeki bu mayınları temizlemek mümkün olmaz; en azından çok zor olur. Einstein’ın dediği gibi yani: “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.”

    ENTELEKTÜEL NAMUSTAN KAÇIŞ

    Bu yüzden kelime kelime direnmek önemlidir, kimi durumda hayatîdir. Evet, her zaman bir baskı vardı(r), ama göğüslenemeyecek bir şey de değildi(r) bu. Bunun gibi kolay direniş noktalarında hemen ricat edince geriye hiçbir ilke kalmaz ve kalmadı.

    Medya etiği, yani gazetecilik, gerçeği arama inadı, klişelerin insanlara yaptığı fenalıklar, devletin ideolojik aygıtları gibi konularda ettikleri veya edecekleri ‘teorik’ laflarda, yazdıkları yazılarda anlaşabileceğimiz insanlar, işlerini yaparken bu direnç noktalarını gönüllüce, kolayca ve direnenleri istihzayla karşılayarak gazetecilikten ve entelektüel namustan derhal uzaklaşmayı seçti.

    “KLİŞE”LER TUZAKTIR

    Klişeler -bu arada ‘terörist’ kelimesi de- açıklayıcı değildir. Gazeteciliğin en önemli prensiplerinden biri sıfat kullanmamak, klişelerden uzak durmak, foyasını ortaya çıkarmak ve okura açıklayıcı bilgi vermektir. ‘Terörist’ demekle bunları yapmış olmazsınız. İlgilendiğiniz konuyla aranıza bir mesafe koymazsınız. Şöyle düşünün: dünya üzerinde ‘terörist’ denen birçok örgüt var ve bunların çoğu birbirine hiç benzemez. Amaçları farklıdır, yöntemleri farklıdır, bu örgütlerin doğup geliştikleri şartlar farklıdır, ideolojileri farklıdır… ‘Terörist’ diyerek birbirine hiç benzemez örgütleri özdeşlemiş olursunuz. El Kaide ile PKK arasında ne gibi benzerlikler olduğunu bir düşünün…

    İKTİDARA GÖRE ŞERBET

    Üstelik, şu son birkaç yılda daha net bir şekilde gördük ki, Türkiye medyası, hükümetlerin değişen meşrebine göre yaklaşıyor Kürt sorununa ve PKK’ye. Mesela, ‘Şu kadar PKK’li imha edilmiştir’ gibi dehşetengiz ifadeler kullanan Habertürk televizyonu, haber merkezindeki birkaç arkadaşın anlattığına göre, hükümet Kürt meselesinde bir ‘çözüm’ söylemi tutturunca ‘terörist’, ‘terörist başı’ gibi sıfatları yasakladı. Sonra hükümetten Kürt meselesiyle ilgili sert sözler çıkınca bu sıfatları tekrar tedavüle soktu. Sırf bu tutum ve durum bile bu sıfatların açıklayıcılıktan, gazetecilikten, haber vermekten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

    Tayyip Erdoğan’ın diline pelesenk ettiği, “Benim teröristim kötü, senin teröristin iyi mantığı terk edilmelidir” sözünün de hiçbir mantığı ve değeri yok, özellikle gazetecilik için… Çünkü biri için ‘terörist’ olan, başka biri için pekala ‘kahraman’ olabilir. Bu üstelik ille de devlet–örgüt karşıt bakışı için böyle değildir. Örneğin Hamas, AB ve ABD’nin ‘terör örgütleri’ listesindedir ama Türkiye için, AKP hükümeti için Hamas asla terörist bir örgüt değildir. Yine de bunlar devletlerin, siyasetin ‘kriter’leriyle yapıştırılmış etiketler. Gazetecilerin kriterleri zaten bu odaklarınkinden değişik olmalıdır ki, Hamas örneğindeki gibi ‘çelişkili’ durumlarda yalpalamasın ve herkese hitap edebilecek bir kürsüden konuşabilsin.

    ‘TERÖRİST’TEN ‘SAYIN’A…

    Bir başka mesele… Bir zaman ‘terörist’ sayılan ve öyle anılan kişilerin daha sonra muteber insanlar haline gelmesi hiç de nadir bir olay değildir. Nelson Mandela, ırkçı Güney Afrika rejimi için ve onu destekleyen kimi ülkeler ve onların kimi medya kuruluşları için ‘terörist’ti; şimdi neredeyse herkes için bir ‘devrimci’, bir ‘kahraman’. Batı medyasının bazı büyük kuruluşları, ‘terörist’ diye aşağıladıkları insanlara sonra ‘Mr. President’ demek zorunda kaldıklarından bazı dersler çıkardılar.

    Ama belki daha önemlisi, Türkiye’deki bir gazete veya tv kanalı, BBC veya uluslararası haber ajansları gibi bütün dünyaya olmasa da, bütün çeşitliliğiyle Türkiye’ye seslenir. Siz kendi sınıflandırmanıza göre, haberlerinizde, diyelim PKK’ye ‘terör örgütü’ derseniz, büyük bir kitleyi, Kürtleri elinizin tersiyle itmiş, onların sizi dinlemesinin, size güvenmesinin, (peki sizin açınızdan bakalım) onlara bir şey anlatmanızın önüne geçmiş olursunuz.

    Haber verirken bir örgüte ‘terörist’ demek, bir spor haberi verirken sırf Galatasaraylısınız diye ‘Alçak Beşiktaş’ demeniz kadar saçmadır. Bu örnek size saçma gelebilir, fakat Türkiye medyasının kendine has kamplaşması içinde vardığı yer zaten somut olarak da bu saçmalık durağıdır. Yoksa mesela Star gazetesi, Gezi protestosuna katılanları kastederek, bir habere ‘Çapulcu lobisi itiraf etti’ gibi bir başlık atamazdı. Bu, artık, gazetecilik bile diyemeyeceğimiz bir yere geldiğimizin göstergesi.

    Financial Times yorumcusu Philip Stephens’in dediği gibi, ‘savaş sözcüklerinin sahte rahatlığı’na sığındınız mı gazetecilikten vazgeçiyorsunuz demektir (‘5Ne? 1Kim?’ kitabından alınmıştır)

    ‘TERÖRİZM’ TERİMİ SİYASİ SÖYLEME NASIL GİRDİ?

    ‘Terörizm’ en genel anlamıyla, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da kayda geçtiği gibi, ‘siyasi kazanç sağlamak için korku salmak amacıyla sivillere yönelik kasti ve sistematik öldürme, yaralama ve tehdit’ diye tanımlanabilir. Ne var ki, bu kavramın temel sorunlarından biri, aslında ortak kabul görmüş uluslararası bir tanımının olmaması. Tanımlamak için ilk kez 1937’de bugünkü Birleşmiş Milletler’in ilk hali olan Milletler Cemiyeti’nde bir girişimde bulunulmuş, fakat sonuç alınamamış. Terimi sistematik olarak ilk kullanan, İsrail. İsrail, 1960’larda ve ‘70’lerde Filistinlilerle ve Arap ülkeleriyle çatışmalarını terörizme karşı savaş olarak tanımlıyordu. BM’deki bütün tartışmalarda kullandığı söylem buydu.

    1970’lerin başlarında Türkiye’de de tedavüle girmemişti ‘terörist’ kelimesi. Bizim Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar, Ulaş Bardakçılar için ‘anarşistler’ deniyordu. Devletin radyosunun haberlerinde sık sık ‘anarşistler’den bahsedildiğini hatırlıyorum. Gazetelerimiz de böyle anıyordu onları.

    TARTIŞMA; BM’YE GELİYOR

    Terörizm tartışması, asıl olarak Filistinli militanların 1972’de Münih Olimpiyat Oyunları’nı basması ve İsrailli sporcuları öldürmesinin ardından Birleşmiş Milletler’de başladı. İki temel mesele vardı: terörizm ile ulusal kurtuluş hareketleri arasında bir fark olup olmadığı ve devlet terörizmi kavramının geçerliliği.

    Bu konuyla ilgili 1972, ’73, ’76 ve ‘79’da dört karar alındı. Bunlardan sonuncusu, sadece ‘ırkçı, yabancı ve kolonyal rejimlerin terörist eylemleri’ni kınıyordu.

    BM’de ABD, kendine has ve tutarlı bir pozisyonu savunuyordu. ‘Devlet terörizmi’ diye bir şeyi tanımıyordu, devletlerin terörizmle suçlanamayacağını, çünkü bu tür eylemlerin uluslararası hukukta zaten suç olduğunu ve ona göre değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Bu bakımdan da öbür Batı ülkelerinden ve İsrail’den ayrılıyordu. ABD halen (en son Aralık 2000’de) bu görüşünü BM’de savunuyor, ama fiiliyatta tam tersini yapıyor; devletleri terörist olmakla ve teröre destek vermekle suçluyor. Ve bu çelişki de Amerikan medyası dahil hiçbir yerde haber konusu olmadı, olmuyor. Avrupa ise bu konuda hep sessiz kaldı, çünkü belirsizliği çıkarına göre kullandı ve kullanıyor.

    Bu meselede bir adım daha berraklaşabilmek için BM’nin önünde 1987’den beri bir öneri duruyor: terörizmi tanımlamak ve ulusal kurtuluş hareketlerinden ayırmak için uluslararası bir konferans toplamak. Önerinin sahibi Suriye. O yıldan beri bu öneri oylandı durdu; BM üyelerinin çoğu öneri lehinde oy kullandı ama Batı karşı çıktığı için bir türlü onay alamadı. Batı tanım istemiyor, çünkü çıkarına hizmet etmiyor.

    BM’deki tartışmalar dışında, terörizmle ilgili ilk uluslararası konferans 1979’da, ikincisi de 1984’te toplandı. Her iki konferansın düzenleyicisi Jonathan Institute idi. Jonathan, bugünkü İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun abisiydi ve Entebbe Baskını’nda öldürülmüştü (Filistin Kurtuluş Örgütü militanları 1976’da Paris-Tel Aviv seferini yapan uçağı kaçırıp Uganda’nın Entebbe Havaalanı’na indirmişti. İsrail komandoları uçağa baskın yaptı, militanların hepsi ve üç rehine öldü. İsrail komandolarından ise sadece Jonathan hayatını kaybetti). Konferansın amacı, ‘uluslararası terörizme, demokratik toplumlara nasıl bir tehdit oluşturduğuna ve terör güçlerini altetmek için gerekli tedbirlere dikkat çekmek’ti.

    ABD SÖYLEMİNE GİRİYOR

    ‘Terörizm’, kelimesini ilk kez 1979’da Başkan Jimmy Carter kullandı; sadece spesifik olarak İran’daki rehine krizi için (İran İslam devriminden sonra bir grup İranlı öğrenci ABD elçiliğini basmış ve 52 Amerikalıyı 444 gün boyunca rehin tutmuş, bu da iki ülke arasında diplomatik krize yol açmıştı. Carter, rehineleri ‘terörizm ve anarşi kurbanları’ diye tanımlamıştı). ‘Terörizm’in bir terim olarak Amerikan siyasi söylemine girişini ise 1981’de göreve başlayan Başkan Ronald Reagan’a borçluyuz. Reagan bu terimi asıl olarak Güney Amerika ve İsrail dolayısıyla kullandı ve bu tarihten sonra da İsrail ile ABD aynı anlamı yüklemeye başladı.

    Reagan, ‘terörizm’ derken, asıl olarak, ABD’nin ‘arka bahçesi’ Orta ve Güney Amerika’dan bahsediyordu. ‘Arka bahçe’de kendine yakın diktatörlükleri (diktatörlüklerin hepsi ona yakındı) besliyor, sol rejimleri devirmek için de silahlı gruplara her tür desteği veriyordu. İki ülke kritikti onun zamanında: El Salvador ve Nikaragua.

    El Salvador rejimini ‘teröristler’le (FMLN) destekliyor, rejimin emrindeki ölüm tugaylarını silahla, parayla besliyordu. Nikaragua’da ise solcu Sandinista hükümetine karşı savaşan milislere, Contra’lara aynı desteği veriyordu; çünkü Sandinistler terörizme destek veren bir devletti. Bu durum, ABD Kongresi’nde Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında şiddetli tartışmalara konu oluyordu. Kimin terörist olduğu konusunda anlaşamıyorlardı. Demokratlara göre Nikaragua’da Contra’lar, El Salvador’da ise rejim teröristti. Dolayısıyla ABD bu teröristlere yardım göndermemeliydi.

    Demokratlar, teröristlere ABD desteğinin yasaklanması için yasa değişikliği teklifleri verdi, ama Cumhuriyetçi Kongre çoğunluğu bu değişiklikleri reddetti. Demokratlara göre terörist olanlar, Cumhuriyetçilere göre özgürlük savaşçısıydı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) de 1970’lerde ‘Biz terörist değiliz, özgürlük savaşçısıyız’ diyordu halbuki ve ABD’nin buna kulak astığı yoktu. Amerikan merkez medyasının yönetimle göbek bağını göstermesi bakımından ilginçtir ki, en büyük gazete New York Times, Kongre’deki bu tartışmaları asla haber bile yapmadı. Sadece solcu sayılabilecek bir köşe yazarı, Anthony Lewis, o da birkaç ay sonra, bir yazısında bu tartışmaları yazdı. Ama asla haber yapılmadı.

    ÇELİŞKİLER

    Terörizm konusunda ABD bir çelişkiler yumağı olduğu için, Dışişleri Bakanlığı’nın meşhur ‘terörist devletler’ veya ‘terörü destekleyen devletler’ listesi de bu yumağın düğümlerinden biridir. Bu liste 1979’daki bir yasa değişikliğiyle hazırlanmaya başladı. Net bir terörizm tanımına varılamadığı için bu listelerin objektif kriterlere göre hazırlandığını söylemek imkânsız. Mesela FKÖ, bir ‘terör örgütü’ydü ve ona destek veren ülkelerden biri Suudi Arabistan’dı. Ama ABD, Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden Suudi Arabistan’ı listeye almak istemiyordu. Suriye ve İran’ı ise almak istiyordu ve aldı, çünkü düşmandı onlar. Güney Yemen, Irak, Libya ve Küba da başından beri kara listedeydi. Bu listeden sadece iki ülke çıkarıldı. Bunlardan biri Güney Yemen’di; çünkü Güney ve Kuzey birleşip tek Yemen olmuştu ve Güney Yemen diye bir devlet kalmamıştı. Listeden 1982’de çıkarılan ikinci devletse Irak’tı. ABD, Irak’a silah satmak istiyordu, çünkü düşmanı İran’la savaşıyordu o sıra. Irak, 1990’da Kuveyt’i işgal edene kadar listenin dışında kaldı. Küba’nın listede olmasının ise zaten mantıklı bir gerekçesi yok (‘5Ne? 1Kim?’ kitabından özetlenmiştir).

    http://www.diken.com.tr/pkk-icin-teror-orgutu-denir-mi-denmez-mi/

  4. özgürlükçü

    nihayet epeydir zileliden beklediğimiz hem gündemi yakalayan hemde konuyu kapsamlı açıklayan güzel bir yazı olmuş.Zileliden bir miktar daha egemen hegemonik devlet-iktidar yada sömürgeci kolonyal şiddetin karşısında imha olmamak varlığını yaşamını sürdürmek kendini savunmak mümkünse bu hegemonik kolonyal sömürgecilikten kurtulup özgürleşme işlevi olan haklı şiddet diyebileceğimiz öz savunma savunusunda biraz daha empati beklerdim.Fanon seviyesinde olmasada çok özel savunma ve özgürleşme mücadelesinde şiddetin işlevi olduğunu reddetmediğini anlıyorum.

  5. Gün amca yaptığın tahlil birer uslamlamadan ibaret. Pkk terör örgütüne terör örgütü dememek için kırk takla atmışsın. Varlıkları ve nesneleri açıklamak felsefe yapmaktır.Bunu sistematize edip bilgi üretmek ise bilim yapmaktır.Hani nobel kimya ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar için ‘malesef bilimsel alanda ilerlemiş kişiler düşünsel anlamda cahil oluyor’ diyorsun ya bunu tersten okursak sen de düşünsel anlamda ilerlemiş bir kimse olmakla beraber bilimsel alanda cahil kalma sorunsalıyla ilgilensen iyi edersin. Felsefe ve bilim olmazsa yerini ideoloji alır. Mannheim bunu temellendirir, ideoloji gereklidir ama -izmler değildir der ve bilim ile felsefeyi gölgede bırakacak düzeye gelmemelidir sonucuna ulaşır. Anarşizm ya da anarko-sosyalizm hatta buna milliyetçilik de dahil bu tür ideolojileri yaşadığın çelişkilerle lümpenleştirirsin.O zaman muhafazakar devrim olgusunu açığa çıkarırsın ve alan açmış olursun. Dolayısıyla yazılarında emperyalist Abd de oldukça yaygın olan ve literatüre Ivy Lee ile geçen public relationship yani ‘halkla iliskiler’ tuzağına düşüyorsun. Algı yönlendirme,inandırma ve ikna çabaların savunduğun ideolojiyi söylem durumundan alıp bambaşka yerlere çekiyor.

  6. Yazınıza katılıyorum ve artırıyorum;Peki.! Soralım Gün ağbey;Terörist olmayan Ulusal Kurtuluş Hareketimi var;Veya şiddete bulaşmayan özgürlük hareketleri..??Ozaman ne zaman öğreneceğiz tüm buları ayırt etmesini bizler..Devletin;En basitinden kovayı milliye;Mustafa Kemal;’’Ulusun kurucu babası kahramanı’’olmak ile terörist olmak arasındaki tek farkın başarı’lı olup olmamakla ölçüldüğünü anlamak gerekir..!!nazmi kipel

  7. NAZMİ KİPEL

    Gün ağabey..Beğenerek okudum yazını!Ancak.Ne zaman öğreneceğiz tüm bunları bizler.Biz hiçmi adam olmayacağız.??
    Haa..”Teörist” bir örgüt dedik-demedik tartışmalarına bir anlam yüklemeyi…veya ayırt etmeyi…
    Dün Faşist işbirlikci hükümet İŞID,PKK THKAP C”Terörüst” dese ne olur dese-demese..Ne değişir..??Biz hiçmi akıllanmayacağız bu farkı anlamada..Bir yığın yazıyı kaleme almışın iyi güzel teşekkür ederim eline sağlık beyin fırtınası estirmişin beğenerek okudum inşallah okuyan arkadaşlarım yazılandan ders çıkartır..Peki.! Soralım şimdi;Terörist olmayan Ulusal Kurtuluş Hareketimi var”Hocam.
    En basitinden kovayı milliye;Mustafa Kemal;
    İstanbul Divan-ı Harbi tarafından terörist olarak idama mahkum edilmedi mi.?
    İsrail kurucularından Menachem Begin İngilizler tarafından Terörist olarak aranıp,başına 50,bin$ ödül konmadı mı?
    Mahir Çayan ve arkadaşları ölmeden önce terörist denmedimi..?
    Sonra,Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına asılmadan önce terörist demediler mi.?
    Hadi hepsini geçtik;
    Kürtlerin ulusal lideri konumunda olan Öcalan’a,Bebek katili,terörist dendiğini..ne tez unuttuk..bunun su anda unutulup terörizm suçundan hapiste değil mi.?
    Eeee….peki.!
    Ne zaman öğreneceğiz’’Ulusun kurucu babası-kahramanı’’olmak ile terörist olmak arasındaki tek farkın BAŞARILI OLUP OLMAKLA ÖLÇÜLDÜĞÜNÜ ne tez unuttuk.??

  8. Çok iyi bir noktaya değinmişsiniz. Bilal’e veya Gün Zileli’ye anlatır gibi anlatmışsınız. Zileli’nin bilimle ve bilimsel düşünceyle, diyalektik yöntemle hiçbir alakası yoktur. Yalancı, üfürükçü, dedikoducu, tutarsız, zırcahil bir laf ebesidir. Bulunduğu her yerden ve düşünce bütünlüğünden ulvi gerekçelerle anında çark edip güzel mazeretler bulan bir keskin dönüş ustasıdır. Zleli’ye bir cevap da Richard Dawkins’den. 10 yaşındaki kızına yazdığı için Zileli de bu mektubu anlar.

    Richard Dawkins’in 10 yaşındaki kızı Juliet’e yazdığı mektup:

    “Sevgili Juliet,

    Artık on yaşına geldiğin için sana benim için önemli olan bazı şeyleri yazmak istiyorum. Bildiğimiz şeyleri nasıl bildiğimizi daha önce hiç merak ettin mi? Örneğin gökyüzündeki minik iğne uçları gibi görünen yıldızların aslında Güneş gibi muazzam ateş topları olduğunu ve çok uzaklarda olduğunu nasıl biliyoruz? Ve biz Dünya’nın, bu yıldızlardan bir tanesinin, yani güneşin etrafında dolanan daha küçük bir top olduğunu nasıl biliyoruz?

    Bu sorunun cevabı ‘kanıt’tır. Bazen bir şeyin gerçek olduğuna kanıt, o şeyi gerçekten görmek (veya duymak, hissetmek, koklamak…) anlamına gelir. Dünyanın yuvarlak olduğunu kendi gözleri ile görmek için astronotlar Dünya’dan yeteri derecede uzağa seyahat etmişlerdir. Bazen gözlerimizin yardıma ihtiyacı olur. ‘Öğlen yıldızı’ gökyüzünde parlak bir ışıltı gibi görünür fakat bir teleskopla bunun çok güzel bir top olduğunu, bizim Venüs adını verdiğimiz gezegen olduğunu görebilirsin. Doğrudan görerek (veya duyarak veya hissederek…) öğrendiğin şeylere gözlem adı verilir.

    Sıklıkla kanıt tek başına gözlemden oluşmaz fakat gözlem her zaman kanıtın arkasında yatar. Eğer bir cinayet işlenmişse çoğu durumda hiç kimse (katil ve öldürdüğü kişi hariç!) gerçekten bunu gözlemlememiştir. Fakat dedektifler, belirli bir şüpheliyi işaret edebilecek olan birçok diğer gözlemi bir araya getirebilirler. Eğer bir kimsenin parmak izi hançer üzerinde bulunanlarla eşleşirse bu onun hançere dokunduğunun kanıtıdır. O kişinin cinayeti işlediğini kanıtlamaz fakat diğer birçok kanıtla birleşince yardımcı olabilir. Bazen bir dedektif birçok gözlemi bir bütün olarak düşünür ve aniden, eğer cinayeti falanca işlemişse her şeyin yerine oturduğunu ve anlam kazandığını fark eder.

    Bilim insanları (dünya ve evren hakkında neyin gerçek olduğunu bulmakta uzman kişiler) sıklıkla dedektifler gibi çalışırlar. Neyin doğru olabileceği ile ilgili (hipotez adı verilen) bir tahmin yaparlar. Ve sonra kendilerine şöyle derler: eğer bu gerçekten doğru olsaydı şunu ve bunu görmemiz gerekirdi. Buna tahmin denir. Örneğin eğer dünya gerçekten yuvarlaksa, aynı yönde durmadan ilerleyen bir seyyahın en sonunda kendisini ilk başladığı noktada bulması gerektiğini tahmin edebiliriz. Bir doktor sana kızamık hastalığına yakalandığını söylediğinde sana bir bakış atıp kızamığı görmez. İlk bakışı ona senin kızamık olmuş olabileceğinle ilgili bir hipotez verir. Sonrasında kendisine şöyle söyler: eğer o gerçekten kızamık olmuşsa görmemiz gereken şeyler… Sonra yaptığı tahminleri gözden geçirir ve kendi gözleriyle (noktaların var mı?), elleriyle (alnın sıcak mı?) ve kulaklarıyla (nefes alırken göğsü hırıltılı biçimde ses çıkarıyor musun?) onları sınar. Sadece bu sınamaların ardından kararını verir ve ‘Çocukta kızamık olduğunu teşhis ettim’ der. Bazen doktorların gözlem yapmak için, gözlerine, ellerine ve kulaklarına yardımcı olacak kan testi veya röntgen gibi diğer testleri yapması gerekir.

    Bilim insanlarının dünya hakkında bilgiler edinmek için kanıtları kullanma yöntemi kısa bir mektupta anlatabileceğimden daha zekice ve karmaşıktır. Ama şimdi bir şeye inanmak için iyi bir sebep olan kanıttan ilerlemek ve bir şeye inanmak için üç yanlış sebep hakkında seni uyarmak istiyorum. Bunlar ‘gelenek’, ‘otorite’ ve ‘vahiy’ olarak adlandırılır.

    İlk olarak, gelenek. Birkaç ay önce yaklaşık 50 çocuk ile bir tartışma programına katılmak için televizyona çıktım. Bu çocuklar davet edilmişlerdi çünkü çeşitli farklı dinlerde yetiştirilmişlerdi. Bazıları Hristiyan olarak bazıları da Yahudi, Müslüman, Hindu veya Sih olarak yetiştirilmişti. Mikrofonu olan adam çocuktan çocuğa dolaştı ve neye inandıklarını sordu. Söyledikleri şey tam olarak ‘gelenek’ demekle kastettiğim şeyi gösterir. İnançlarının hiçbir kanıta dayanmadığı ortaya çıktı. Sadece anne babalarının ve onların anne babalarının inançlarını sergilediler. Onlara öğretilen bu inançlar da kanıtlara dayanmıyordu. Söyledikleri ‘Biz Hindular falan filana inanırız’, ‘Biz Müslümanlar şuna ve buna inanırız’, ‘Biz Hristiyanlar başka bir şeye inanırız’ gibi şeylerdi.

    Hepsi farklı şeylere inandığı için tabi ki hepsi birden haklı olamazdı. Elinde mikrofonu tutan adam bunun oldukça normal olduğunu düşünüyor gözüküyordu ve çocukları birbirlerinin farklılıklarını tartıştırmaya bile çalışmadı. Fakat göstermek istediğim nokta bu değil. Ben basitçe inançlarının nereden geldiğini sormaya çalışıyorum. Gelenekten geliyor. Gelenek, inançların büyükanne ve babalardan çocuğun anne ve babasına, onlardan da çocuğa miras bırakıldığı ve zincirin böyle sürüp gittiği anlamına gelir… veya yüzyıllar boyunca miras kalan kitaplardan. Geleneksel inançlar sıklıkla bir hiçten başlar; belki de başlangıçta bazıları bunları uydurur. Tıpkı Thor ve Zeus hakkındaki hikayeler gibi. Fakat birkaç yüzyıl boyunca aktarıldıktan sonra bunların tam da çok eski olmaları gerçeği onları çok özel görünür kılar. İnsanların yüzyıllar boyunca aynı şeye inanmış olması gibi basit bir nedenle insanlar bu şeylere inanırlar. Gelenek budur.

    Gelenek ile ilgili sorun, ne kadar uzun süre önce uydurulduğundan bağımsız olarak, hikâyenin, hala tam olarak orijinal hikâye kadar doğru veya yanlış olmasıdır. Eğer sen doğru olmayan bir hikâye uydurursan, bunun birkaç yüzyıl boyunca aktarılması onu daha fazla doğru yapmaz!

    İngiltere’deki çoğu insan Anglikan Kilisesinde vaftiz edilmiştir fakat bu Hristiyan dininin birçok mezhebinden sadece bir tanesidir. Rus Ortodoks, Roma Katolik ve Metodist kiliseleri gibi diğer mezhepler vardır. Hepsi farklı şeylere inanırlar. Yahudi ve Müslüman dinleri de biraz daha farklıdır ve değişik çeşitte Yahudiler ve Müslümanlar vardır. Birbirinden çok az bile olsa farklı şeylere inanan insanlar sıklıkla bu ayrılıklar yüzünden savaşırlar. Bu yüzden inandıkları şeye inanmak için oldukça iyi nedenleri (kanıtları) olması gerektiğini düşünebilirsin. Fakat aslında değişik inançları tamamen değişik geleneklerden kaynaklanır.

    Haydi belirli bir gelenek hakkında konuşalım. Roma Katolikleri İsa’nın annesi olan Meryem’in çok özel olduğunu ve bu yüzden ölmeyip bütün vücuduyla birlikte Cennete yükseldiğine inanırlar. Diğer Hristiyan gelenekleri Meryem’in diğer herkes gibi öldüğünü söyleyerek bu görüşe karşı çıkarlar. Bu diğer mezhepler onunla ilgili çok konuşmazlar ve Roma Katoliklerinin tersine onu ‘Cennetin Kraliçesi’ olarak adlandırmazlar. Meryem’in vücudunun Cennete yükselmesi eski bir gelenek değildir. İncil Meryem’in nasıl veya ne zaman öldüğü hakkında hiçbir şey söylemez; hatta zavallı kadın İncil’de neredeyse hiç anılmaz. Vücudunun Cennete yükseldiği inancı İsa’nın zamanından altı yüzyıl sonrasına kadar icat edilmemiştir. İlk başta bu tıpkı Pamuk Prenses benzeri herhangi bir hikâye ile aynı şekilde uydurulmuştu. Fakat yüzyıllar boyunca bir gelenek haline geldi ve insanlar bunu ciddiye almaya başladılar çünkü öykü, basitçe, çok fazla nesil boyunca aktarılmıştı. Bir gelenek ne kadar eski olursa o kadar çok insan onu ciddiye alırdı. Sonunda bu ancak 1950 gibi yakın bir tarihte resmi Roma Katolik inancı olarak kaydedildi. Fakat bu öykü 1950’de, ilk icat edildiği tarih olan Meryem’in ölümünün altı yüz yıl sonrasında olduğundan daha doğru değildi.

    Mektubumun sonunda geleneğe geri dönecek ve ona farklı bir açıdan bakacağım. Fakat bir şeye inanmak için diğer yanlış iki nedene değinmeliyim: otorite ve vahiy.

    Bir şeye inanmak için bir neden olarak otorite, önemli bir insan tarafından sana inanman söylendiği için bir şeye inanman anlamına gelir. Roma Katolik Kilisesinde Papa en önemli kişidir ve insanlar onun haklı olması gerektiğini, sadece o Papa olduğu için düşünür. Müslüman dininin bir mezhebinde önemli insanlar Ayetullahlar denilen sakallı yaşlı adamlardır. Birçok genç Müslüman, sırf uzak bir ülkedeki Ayetullahlar söyledi diye cinayet işlemeye hazırdır.

    Roma Katoliklerine sonunda Meryem’in vücudunun Cennete yollandığına inanmalarının zorunlu olduğu ancak 1950’de söylenmişti derken kastettiğim şey, 1950’de Papa’nın insanlara buna inanmaları gerektiğini söylemesiydi. Bu kadar. Papa doğru olduğunu söylüyordu, o halde doğru olmalıydı! Şimdi, muhtemelen Papa’nın hayatı boyunca söylediği bazı şeyler doğru ve bazıları da yanlıştı. Sırf o Papa olduğu için söylediği her şeye, diğer insanların söylediği birçok şeyden daha fazla inanmanı gerektirecek herhangi iyi bir sebep yok. Şimdiki Papa, takipçilerine çocuk sahibi olmak için kendilerine bir sınır koymamalarını emretti. Eğer insanlar onun otoritesine, onun istediği gibi, köle gibi, itaat etseydi sonuç aşırı nüfus yüzünden korkunç kıtlıklar, hastalıklar ve savaşlar olabilirdi.

    Tabii ki bilimde bile bazen kanıtı kendimiz göremeyiz ve başka birinin sözüne güvenmek zorunda kalırız. Kendi gözlerimle ışığın saniyede 300.000 kilometre hızla ilerlediğinin kanıtlarını görmedim. Bunun yerine bana ışık hızını anlatan kitaplara güvenirim. Bu ‘otorite’ gibi gözükür. Fakat aslında otoriteden çok daha iyidir çünkü kitapları yazan insanlar kanıtı görmüştür ve görmek isteyen herkesin kanıta istediği zaman dikkatli bir biçimde bakması tamamen serbesttir. Bu çok rahatlatıcıdır. Fakat papazlar bile Meryem’in vücudunun Cennete doğru uzaklaştığı hikâyelerine dair bir kanıt olduğunu iddia etmezler.

    Herhangi bir şeye inanmak için üçüncü bir tür kötü sebebe ‘vahiy’ ismi verilir. Eğer Papa’ya 1950’de, Meryem’in vücudunun cennete doğru kaybolduğunu nasıl bildiğini sormuş olsaydın muhtemelen sana bunun kendisine ‘vahiy’ geldiğini söyleyecekti. Kendisini odasına kapattı ve yol gösterilmesi için dua etti. Hep kendi kendine düşündü ve düşündü ve kendi içinde gittikçe daha fazla emin oldu. Dindar insanlar kendi içlerinde bir şeyin doğru olması gerektiğini hissederlerse, bunun doğru olması için hiçbir kanıt olmasa bile, bu hislerine ‘vahiy’ ismini verirler. Vahiy aldıklarını iddia edenler sadece papalar değildir. Birçok dindar insan eder. Bu, inandıkları şeylere inanmalarının temel sebeplerinden birisidir. Ama bu doğru bir sebep mi?

    Farzet ki sana köpeğinin öldüğünü söyledim. Çok üzülür ve muhtemelen ‘Emin misin? Nereden biliyorsun? Nasıl oldu?’ derdin. Şimdi şöyle bir cevap verdiğimi düşün: ‘Pepe’nin öldüğünü gerçekten bilmiyorum. Hiç kanıtım yok. Sadece içimde öldüğüne dair garip bir his var.’ Seni korkuttuğum için bana çok kızardın, çünkü içsel ‘hislerin’ tek başına bir tazı köpeğinin öldüğüne inanmak için yeterli bir sebep olmadığını bilirdin. Kanıta ihtiyaç duyarsın. Hepimizin zaman zaman içsel hisleri olur ve bazen bunların doğru olduğu bazen de olmadığı ortaya çıkar. Zaten değişik insanların zıt hisleri olduğuna göre kimin hissinin doğru olduğuna nasıl karar verebiliriz ki? Bir köpeğin öldüğünden emin olmanın tek yolu onun ölü olduğunu görmek veya kalbinin artık atmadığını duymaktır; veya onun ölü olduğuna dair gerçek bir kanıtı görmüş veya işitmiş birilerinin sana söylemesidir.

    İnsanlar bazen “içindeki derin hislere inanmalısın, aksi taktirde ‘Karım beni seviyor’ gibi şeylerden hiçbir zaman emin olamazsın” derler. Fakat bu kötü bir argümandır. Bir insanın seni sevdiğini gösteren bir sürü kanıt olabilir. Seni seven birisiyle birlikte olduğun gün boyunca birçok küçük kanıt kırıntısı görür ve işitirsin ve hepsi bir araya gelerek anlamlı bir bütün oluşturur. Bu papazların vahiy adını verdikleri his gibi sırf içsel bir his değildir. İçsel hisleri destekleyen dışsal şeyler vardır: gözlerdeki bakışlar, sesteki sevecen tonlamalar, küçük iyilikler ve kibarlıklar. Bunların hepsi gerçek kanıtlardır.

    Bazen insanlar, herhangi bir kanıta dayanmadığı halde birisinin onları sevdiğine dair kuvvetli içsel hislere sahip olurlar ve sonra büyük bir ihtimalle bu hislerin yanlış olduğu ortaya çıkar. Hiç tanışmamış olmalarına rağmen ünlü bir film yıldızının onları sevdiğine dair kuvvetli bir içsel hisse sahip olan insanlar vardır. Bu gibi insanlar ruhsal olarak problemlidir. İçsel hisler kanıtlarla desteklenmelidir. Aksi halde bunlara güvenemezsin.

    İçsel sezgiler bilimde de değerlidir, fakat sadece, daha sonra kanıtlar arayarak sınayacağın fikirler vermesi için. Bir bilim adamı doğru olduğunu ‘hissettiği’ bir fikir hakkında ‘önseziye’ sahip olabilir. Tek başına bu bir şeye inanmak için iyi bir neden değildir. Ama bu belirli bir deneyi gerçekleştirme veya kanıt bulmak için belli bir yönteme başvurma amacıyla zaman harcamak için iyi bir neden olabilir. Bilim insanları fikir bulmak için her zaman içsel sezgilerini kullanırlar. Ama bunların kanıtla desteklenmediği sürece değerleri yoktur.

    Geleneğe geri dönüp ona farklı bir açıdan bakmaya söz vermiştim. Geleneğin bizim için neden bu kadar önemli olduğunu açıklamaya çalışmak istiyorum. Her hayvan, kendi türünün yaşadığı normal yerde hayatta kalmak için (evrim adı verilen süreç tarafından) inşa edilmiştir. Aslanlar Afrika düzlüklerinde hayatta kalmak için inşa edilmiştir. Kerevitler tatlı suda hayatta kalmak üzere inşa edilmişken yengeçler tuzlu suda hayatta kalmak için inşa edilmiştir. İnsanlar da hayvandır ve bizler, diğer birçok insanın doldurduğu dünyada hayatta kalmak için inşa edildik. Bir çoğumuz, aslanlar ve yengeçlerin aksine, kendi yiyeceğimizi avlamayız. Bunu diğer insanlardan satın alırız. Hatta onlar da bu yiyecekleri başkalarından almışlardır. Bir ‘insan denizi’ içinde ‘yüzeriz.’ Tıpkı bir balığın suda hayatta kalmak için solungaçlara ihtiyacı olması gibi, insanların diğer insanlarla ilgilenebilmesi için beyinlere ihtiyaçları vardır. Tıpkı denizin tuzlu suyla dolu olması gibi insanın denizi de öğrenmesi zorluklarla doludur. Örneğin dil gibi.

    Sen İngilizce konuşuyorsun ama arkadaşın Ann-Kathrin Almanca konuşuyor. Her ikiniz de kendi özel ‘insan denizinizde’ ‘etrafta yüzmenize’ uygun dilleri konuşursunuz. Dil nesilden nesile gelenekle aktarılır. Başka bir yolu yoktur. İngiltere’de Pepe bir köpektir. Almanya’da ise ein hund dur. Bu kelimelerin hiç biri diğerinden daha doğru veya daha hatasız değildir. Her ikisi de basitçe nesilden nesile aktarılmıştır. ‘İnsan denizinde etrafta yüzme’ konusunda iyi olmak için çocukların kendi ülkelerinin dilini ve kendi insanları hakkında birçok şeyi öğrenmesi gerekir; ve bu da onların muazzam miktardaki geleneksel bilgiyi kağıt havlu gibi emmek zorunda olması anlamına gelir. (Geleneksel bilginin sadece büyükanne ve büyükbabalardan anne ve babaya ve onlardan da çocuğa aktarılan şeyler olduğunu hatırla.) Çocuğun beyni geleneksel bilgileri emmelidir ve çocuktan, dilin kelimeleri gibi iyi ve yararlı geleneksel bilgiyi, cadılara, şeytanlara ve ölümsüz bakirelere inanmak gibi kötü ve aptalca geleneksel bilgiden ayırt etmesi beklenemez.

    Çocukların, geleneksel bilgiyi emmek zorunda olmaları sebebiyle, doğru veya yanlış, haklı veya haksız, büyüklerin onlara söyleyeceği her şeye muhtemelen inanacak olmaları çok acıdır, ama başka türlüsü de mümkün değildir. Yetişkinlerin onlara söylediği birçok şey doğrudur ve kanıtlara dayanır veya en azından mantıklıdır. Fakat eğer bu söylenenlerin bir kısmı yanlış, aptalca ve hatta ahlaksızcaysa çocukları bunlara da inanmaktan koruyacak hiçbir şey yoktur. Peki çocuklar büyüdüklerinde ne yaparlar? Tabi ki bunu bir sonraki çocuk nesline anlatırlar. Bu yüzden bir şeye kuvvetli bir şekilde bir defa inanıldığında (tamamen yanlış olsa ve ilk ortaya çıktığında ona inanmak için herhangi bir neden olmasa bile) o şey sonsuza kadar gidebilir.

    Dinlerde olmuş olan şey bu olabilir mi? Bir tanrı veya tanrılar olduğuna inanma, Cennete inanma, Meryem’in hiç ölmediğine inanma, İsa’nın hiç insan babasının olmadığına inanma, dualara cevap verildiğine inanma, şarabın kana dönüştüğüne inanma; bu inançların hiçbiri düzgün bir kanıta dayanmaz. Yine de milyonlarca insan bunlara inanır. Belki de bunun sebebi, her şeye inanacak kadar küçük yaştayken bunlara inanmalarının söylenmesidir.

    Milyonlarca diğer insan oldukça farklı şeylere inanırlar çünkü onlara çocukken farklı şeyler söylenmiştir. Müslüman çocuklara Hristiyan çocuklardan farklı şeyler söylenmiştir ve her iki grup da kendilerinin haklı diğerlerinin haksız olduğuna tamamen ikna olarak büyümüştür. Hristiyanlar içinde bile Roma Katolikleri, Anglikan Kilisesi insanlarından veya Episcopalcılardan veya Shakercılardan veya Quakerlerden veya Mormonlardan veya Holy Rollerlerden farklı şeylere inanırlar ve bunların hepsi de kendilerinin haklı ve diğerlerinin haksız olduğuna tamamen ikna olmuştur. Senin İngilizce, Ann-Kathrin’in ise Almanca konuşmasıyla tamamen aynı türden sebepler yüzünden farklı şeylere inanırlar. Her iki dil de kendi ülkelerinde konuşmak için doğru dildir. Fakat değişik dinlerin kendi ülkelerinde doğru olduğu doğru olamaz çünkü değişik dinler zıt şeylerin doğru olduğunu iddia ederler. Meryem Katolik Cumhuriyeti’nde canlı, Protestan Kuzey İrlanda’da ölü olamaz.

    Bütün bunlar hakkında ne yapabiliriz? Bu konuda senin bir şey yapman kolay değil çünkü sen sadece on yaşındasın. Ama şunu deneyebilirsin. Bundan sonra birisi sana önemliymiş gibi gözüken bir şey söylerse, kendi kendine şöyle düşün: ‘Bu, insanların muhtemelen kanıtlar sayesinde bildiği türden bir şey mi? veya bu, insanların sadece gelenek, otorite veya vahiy yüzünden inandığı türden bir şey mi?’ Ve bundan sonra birisi sana bir şeyin doğru olduğunu söylediğinde, neden onlara şunu sormayasın: ‘Bunun için ne gibi bir kanıt var?’ Ve eğer sana iyi bir cevap veremezlerse, umarım sana söylediklerinin tek kelimesine bile inanmadan önce çok dikkatli düşünürsün.

    Seni seven

    Baban”

  9. Zileli’nin otoriterliği içselleştirmiş tipik bir politikacı karikatürü olduğunu da eklemeliyim.

  10. Bu konunun tartışıldığı bir sitedeki yorumlardan;

    İklim-i Rum’un medeniyeti 1789’un karşısına çıkardığı problemi (bu, Sultan ve Osmanoğlu ailesi açısından bir anlamda iktidar mı asalet mi sorusuydu, iktidarı tercih ettiler) çözemedi, çözemezdi de zaten. Çünkü medeniyet ihtişamlı camiler veya katedraller yapmakla ilgili birşey değil (Sovyetler uzayda dolaştı, daha ne yapsın), birbirinden farklı iki topluluğun biri efendi, ötekisi köle olmaksızın birbirlerine zulmetmeden birarada özgürce yaşayabilmeleriyle ilgili birşey, bir tane dahi ihtişamlı eser meydana getirmeyi başaramasalar ve mağaralarda yaşasalar da olur. İklim-i Rum’un bu anlamdaki medeniyet tecrübesi yerlerde sürünüyordu. Justinianus 530’larda Nika isyanını otuzbin kişiyi öldürterek çözmüş, Kuyucu Murat Paşa 1591’de kuyular açtırmış, Kuyucuzade Mustafa Kemal Paşa 1925, 30 ve 37-38’de benzer şeyler yapmış (bu arada benim Palu’daki köyüm 1925’te içinde tek bir silahlı adam olmadığı, bütün köylü sıradan sivillerden ibaret olduğu halde tepelerden top ateşine tutulmuş, babaannem 5 yaşındaymış, kalçasına kurşun saplanmış, köyün bütün evleri yakılmış, bütün hayvanları katledilmiş, insanlar can derdinde dağlara doğru kaçarak kurtulabilmişler), Kuyucuzade Kundakçı Hasan Paşa aynı kuyu yöntemini 1991’de uygulamış, 2013’de bizim salak Erdoğan Gezi Parkı krizini aynı yöntemle çözmeye kalkmış (şu medeniyet/din vs. değiştirme muhabbetini de tartışmaya açmak lazım galiba, öyle görünüyor ki, İklim-i Rum’un medeniyeti 530’larda ne ise 1591’de de oymuş, 1930’larda da, 1990 ve 2013’te de o, galiba medeniyet denilen şey, coğrafyaya sıkı sıkıya bağlı ve değiştirilemez birşey, öyle “hadi arkadaşlar, kalkın bir medeniyet kuruyoruz” denilerek kurulamıyor, “şimdiye kadarki medeniyetimizi beğenmedim, bu medeniyeti bırakıp şu medeniyete geçelim” demekle değiştirilemiyor “ı-ıh, bu bize göre değil, eskiyi ihya edelim” denilerek ihya edilemiyor, galiba sadece kendimizi kandırmış oluyoruz bütün bunlarla, kaldı ki, 19 yy.da öze ilişkin yapılmış asıl (belki de tek) iyi iş Islahat Fermanı’ymış, salak Mahmut Padişah’ın kıyafet değiştirmesi değil; kavuğun, kaftan ve cübbenin bir günahı yoktu bence, onları çıkarıp pantolon giymekle, Kuyucu Murat Paşa’yı Tümgeneral Murat Kuyucu yapmakla problem çözülür sanıldı). Hülasa bu coğrafyada ne güçlü bir asiller sınıfı oldu (hep vardılar ama Sultan’ın ve tahtı elinde tutan o en güçlü asil ailenin karşısında korkunç derecede güçsüzdüler, en önemlisi etkileri hep kendi ülkeleriyle sınırlı kaldı, binbir çeşit politik ve fiziksel nedenin hareket imkânlarını kısıtlamasından dolayı sınırlarını aşıp, Sultan’a tabi diğer ülkelerin asilleriyle birlikte hareket edemediler – Kürt asillerinin Mağrip asilleriyle, Kırım Hanlarının Cebel-i Lübnan’ın Dürzî hükümdarlarıyla, Macaristan, Eflak ve Boğdan’ın hristiyan prenslerinin Mısır’ın Memluk beyleriyle biraraya gelip Rum Sultanı’na bir magna carta dayatmaları nehirlerin denizlerden dağlara doğru akması gibi birşeydi – dolayısıyla ülkelerinin kaderinde de söz sahibi olamadılar), burjuvazi ve/veya hür tebaa da gücünü koruyamadı, en önemli unsurlarının icabına bakıldı. Saltanatın ve hanedanın nüfuz ve itibarının (kısacası asaletinin) 19. yy.ın başlarından itibaren parça parça paymal olmasıyla saltanatın düşmesi artık bir sonvuruşa kalmıştı. O darbe Harb-i Umumî ile geldi. Ortada cenazeyi kaldırabilecek tek bir güç vardı: kul taifesi. 29 Ekim Cumhuriyetin ilanı, 1 Kasım saltanatın kaldırılması ve sonrasında da zaten hiç varolmamış hilafetin kaldırılması biraz uzun sürmüş bir cenaze töreni ve defin işlemlerinden ibaretti sadece.

    Osmanoğulları ile ilgili verilerin epey kısıtlı olduğu doğru. Ama eldeki verilere bakıldığında Osman Bey’in bir feodal senyör, daha doğrusu hizmetindeki savaşçılarla bölgeye gelip yerleşmiş bir savaş lordu olma ihtimali aşiret hikayesine nazaran çok daha güçlü görünüyor.
    Osmanlı Hanedanı’na gelince sonuçta üzerine konuştuğumuz konu altı asrı kaplıyor. Bu kadar uzun sürenin tamamı için geçerli olacak bir ilişkiden söz edemeyiz. Şöyle anlatmaya çalışayım: İlkin “Osmanlı Hanedanı’nın devlet içindeki statüsü” demişsin. Ben yine 19. yy’a gelinceye kadar devletten ziyade tahttan (ayrıca taht Osmanlı ailesinin elinde olmakla birlikte Osmanlı tahtı değil, Rum tahtı) söz etmek gerektiğini düşünüyorum. Devlet sonuçta belirli kurumlardan oluşan bir organizasyon ama taht böyle birşey değil. Tahtın otoritesi ideolojik ve pratik nedenlerden kaynaklanıyordu. Tahtın o tahtı uhdesinde tutan aileden bağımsız yaptırım gücü çok sınırlıydı. Kapıkulu Ocakları tahta bağlı bir kurum değil, Osmanlı ailesinin özel örgütü. Bu ocakların mensuplarının sadakati tahta değil, aileye. Mesela bir sultanı alaşağı ettiklerinde yine aynı aileden birini tahta çıkarıyorlar, çünkü o aile olmaksızın kendileri aslında devasa bir hiçten ibaretler; Roma/Bizans gibi değil yani (bu açıdan ben bu Üçüncü Roma muhabbetinin de içi boş bir böbürlenme olduğunu düşünüyorum, Roma bir dünyaymış, Osmanlı ise altı asır boyunca koca bir dünyayı tek bir aileye bağlama hevesiyle boşuna didinip durmuş, pratikte hiçbir zaman tam anlamıyla başarılı olamadığı gibi, bu hırsı yüzünden hem kendi çok acı çekmiş, hem de bu dünyaya çok acı çektirmiş, sonunda defolup tarihin çöplüğüne gitmesi isabet olmuş). Bu ilişkiye istisna olabilecek çok az olay var, Sokollu gibi, Köprülüler gibi, ama onlar bile tam olarak bu ilişkinin dışına çıkabilmiş değil. Söylemeye çalıştığım, gerek yönetimi altındaki ülkelerde gerekse merkezde farklı toplumsal sınıflar, çıkar grupları vs. olsa da ve Osmanlı elini ayağını hiçbir zaman tümüyle serbest hissetmemiş olsa da, ortada Osmanlı ailesinin iktidarı baskı gruplarıyla şu veya bu oranda paylaştığı herhangi bir formel zemin yoktu. I. Ahmet’e kadar daha sultanın kim olacağının bile ancak aile içi bir tür self-soykırım yöntemiyle belirlenebildiği bir olgudan söz ediyoruz. Bütün bu düzen de 1453’ten sonraya ait. 1453’ten öncesi ise aslında bir tür koalisyon gibi. Devlet diye aileden bağımsız birşeyin ortaya çıkması ve tahtın yerini alması tahtın o devlet içinde bir kuruma indirgenmesi falan, ne kadarı yapılabildiyse artık, Tanzimattan sonraya ait bir olay. Aslında Meşrutiyete ait.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2013/10/cumhuriyet-bayramnz-kutlu-olsun-gule.html

  11. Gün ağabey,teşekkürlerimi borç bilir,benim için çok faydalı bi çalışmaya imza attığınızı iletmek isterim.Özellikle bireysel ve romantik şiddet paragrafları.Devamını sabırsızlıkla bekliyorum. (kalan sağlar bizimdir)

  12. Yazıyı birkaç kez okudum. Nesnel tespitlere katılmamak mümkün değil. Teşekkürler Zileli. Ancak şiddetin, sözel-sesli terörünün de ne kadar etkin olduğunu düşünmeden edemedim. Yazılı ve görsel medyada, her gün sürünün gözünün içine baka baka estirilen terörü ve karşı şiddetin sürüden ayrılanlar tarafından küfürle ortaya konması başka bir bakış açısı değil mi… en az fiziki şiddet kadar tetikleyici, bence… Devrimci diyalektikte empati yapma geleneğini oportünizm den ayıran bir başka kavram var mı?

  13. alakasiz ilgisiz ama, kaydedin bir yere, kedinin rengi cok onemlidir.

  14. BİR RÖPORTAJ
    Jose Alberto ‘Pepe’ Mujica Cordano

    Güney Amerika’nın 3 milyon nüfuslu küçük ülkesi Uruguay’ın 2010-2014 yıllarında başkanlığını yürüttü. Eski bir Tupacamaro gerillası ve ateist olarak, sol ve sağ partilerin geniş koalisyonuna liderlik etti. Bugün 80 yaşında.
    *******************************************
    Gençliğinizde elde silah diktatörlükle mücadele eden eski bir Tupamaro gerillası bir sosyalistmişsiniz. Hakkınızda yazılan kitapta ise anarşizme daha yakın bir liberal demokrat portresi çıkıyor. Anarşizm Türkiye’de vandalizmle eş tutulur, felsefi meali bilinmez. Bu kavramlar nasıl uzlaşıyor?

    Anarşizm sorumlu olmayı ve kendi kendini yönetmeyi içerir. Ben kronik bir anarşistim. Bana göre devletin ortadan kaldırılması en hayırlısı ama yaşadığım insanlık evresi izin vermiyor. Devlet sınıfların varlığını gösterir. Birileri birilerine hükmeder.

    Anarşizmin sosyalizmden farkı sonudur. Sosyalizmde sınıflar kaybolursa devlete gerek olmadığı düşünülür. Bu bir yoldur, ama teoride. Ben hakikatte hiç görmedim. Sosyalizmi bu kadar karmaşık kılmamak, basitçe anlatmak lazım. Aslında sosyalistler insanların özgürlüğü ve eşit haklara sahip olması için mücadele verirler. Liberalizm derin anlamında anarşizm ile birleşir. Çünkü hoşgörüyü önemser, otorite karşısında bireysel değerleri öne çıkartır. Ekonomik liberalizmi karşıtırmayın. Sözünü ettiğim siyasi liberalizm. Ekonomik liberalizm elbette mülkiyeti içerir. Siyasi liberalizm ise felsefi olarak insanlık tarihi açısıdan bir üst basamaktır. İnsanlığı ileriye götürmek isteyen düşünceler bunu yadsımamalı. Özgürlüğe hakikaten saygı duyan ise anarşizmdir. Anarşizm her zaman sosyalizmi varsayar, özel mülkiyete karşıdır, insan özgürlüğünü önemser. Bu elbette sınırsızlık demek değil, sınırı başkasına zarar vermemektir. Mutlak eşitlikçilikten ise bahsetmiyorum. Çünkü sefalette eşit olmak da saçmalıktır. Ama bunlardan da uzaktayız elbette.
    ….Sağduyulu olmak, bu aklın kaynaklarından birisidir. İdeolojilere haddinden fazla değer verince sorun olur. İdeoloji hakikatin yerini aldığında kurgusal olanı yaşarsın. Hakiki şartları gözönüne alıp insanların daha iyi yaşaması için mücaele etmeli. Realiteleri dikkate almalı.
    ….
    – Siz özellikle de küçük ülkelerde özyönetim modellerinin kurulabileceğini söylüyorsunuz. Türkiye’deki Kürt hareketi de bir nevi özyönetim talebinde bulunuyor.

    İdeali budur. Özyönetime sahip olmaları gerekir. Sizde federal değil milliyetçi bir yönetim var. Çin’de mesela 30 tane ulus var. Hindistan’da da öyle. Rusya’da 100’den fazla dil olduğunu söylüyorlar. Burada da gayet güzel olabilir. Bu da birlikte yaşamanın bir yoludur. Bu olmazsa biri diğerinin üzerinde mecburen baskı kuracak. İnsanların farklılıklarını koruyarak birlikte yaşamalarının yollarını bulmak için çalışmak gerekir.
    ,,,,

    – Sizinle konuşacağımı işiten arkadaşlar, “Başımıza bir şey gelirse Uruguay sığınmacı olarak kabul eder mi” diye sordular…

    Tabii neden olmasın.

    – Türkiye’de siyasi iklim nedeniyle barış ve demokrasi cephesi şu günlerde karamsarlar. Ne mesaj verirsiniz?

    İşte de, aşkta da, politikada da mücadele etmek lazım, düştüğünde ayağa kalkıp devam etmek lazım. Asıl kaybedenler vazgeçenlerdir.

    http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/407493/Uruguay_lideri__Pepe__Mujica__Siyasi_savastan_baska_yol_yok.html

  15. Bizim için bilinenleri yazsa da bu adama belirli bir sol çevrede haksızlık edildiğini düşünüyorum.. Bugünkü yazısı..
    ****
    Ancak rasyonel gibi görünen bu, “Barbarlar kibarlara saldırıyor” yaklaşımında eksik bir nokta var:

    “Uygar Batı”nın on yıllardır Ortadoğu’yu kendi çıkarları için kana bulamaktan hiç çekinmediği gerçeği…

    Petrol için işgal edilen ülkeler, kışkırtılan mezhepler, yönetimi devirmesi için silahla beslenen radikal örgütler, sürekli sil baştan çizilen sınırlar, bölünerek yönetilen topraklar…

    Paris’teki “kibar” Fransa ile bir dönem Çanakkale’deki, sonra Cezayir’deki hoyrat

    Fransa arasında dağlar var.

    Bir ülkeye şiddet ihraç ederseniz, bir süre sonra beterini ithal etmek zorunda kalabilirsiniz. O zaman da bütün bunlardan habersiz, günahsız, masum insanlara sormak düşer:

    “Neler oluyor, lütfen söyleyin!”

    ***

    Olan şu:

    Çıkar hesaplarıyla “Büyük Ortadoğu”ya ekilen kin tohumları, yıllardır o topraklarda kanlı meyveler veriyordu. Oralarda yaşanan korkunç iç savaş, Batı başkentlerinden soğukkanlılıkla izleniyordu.

    Şimdi o ateş, Ortadoğu’dan taşıp o başkentleri de yakıyor.

    Bütün dünya savaşın cephesi haline geliyor.

    Batı başkentleri, terörle, sıkıyönetimle, sokağa çıkma yasağıyla, “güvenlik devleti”yle tanışıyor.

    Çare, Ortadoğu’ya daha çok bomba yağdırmak, içeride ırkçılığı tırmandırmak, halkları birbirine kırdırmak değil…

    Çare, bu barbarlığı doğuran öfkeyi, onun nedeni olan emperyalist hırsları, işgalcilerin adaletsizliğini görmek ve bölge halklarını hiçe sayan hiçbir hesabın tutmayacağını idrak etmek..

  16. DİP Bildirisi: Sultanahmet katliamının sorumlusu Türkiye’yi Suriyeleştiren ve mezhepçi savaş girdabına sürükleyenlerdir! AKP’dir, Erdoğan’dır!

    Devrimci İşçi Partisi
    Ocak 12, 2016

    İstanbul’un merkezi ve turistik yeri olan Sultanahmet’te DAİŞ’in patlattığı bomba sonucu 11 kişi hayatını kaybetti, onlarca yaralı var. Devrimci İşçi Partisi, bu saldırıyı kınar ve hayatını kaybedenlerin yakınlarına baş sağlığı diler. Patlamanın siyasi sorumlusu, Türkiye ve Ortadoğu’yu mezhepçi temellerde ayrıştırma gayretinde olan AKP hükümeti ve Erdoğan’dır. Türkiye’nin Suriyeleştirilmesinde yeni bir adım daha atılmıştır. Türkiye’yi mezhepçi savaş girdabının içine sürükleyen AKP hükümetinin her adımı kan ve katliamla noktalanmaktadır. AKP bu girdapta boğulabilir ancak katliamlarda hayatını kaybedenler, emekçi halklar ve masum insanlardır.

    Sultanahmet patlaması, geliyorum diyen bir saldırıdır. Devrimci İşçi Partisi, uzun bir süredir, Ortadoğu’da tekfirci-mezhepçi katillerinin sadece Irak ve Suriye’yi değil, Türkiye’yi hedeflediğini söylüyordu. AKP eliyle Türkiye’nin Suriyeleştirildiğini, Katar ve Suudi Arabistan ile birlikte Türkiye’nin bu gerici savaşın planlayıcısı olduğunu ifade ediyordu. Alman turistleri hedef alan bu alçak saldırı, Türkiye’nin Sünni bloğun reisliğine soyunurken bataklığa sürüklenmesinin bir ürünüdür. Asla bunlar Erdoğan ve AKP iktidarının gerici savaş politikasından bağımsız anlaşılamaz.

    Davutoğlu, Ankara katliamından sonra canlı bombalarla ilgili bir soruya “Elimizde canlı bombaların listesi var ama eylem yapmadan onları tutuklayamayız” diyerek büyük bir skandala imza atmıştı. Diyarbakır, Suruç ve Ankara’da patlayan bombalardan sonra kılını kıpardatmayan hükümet cephesi, bombalamadan hemen sonra saldırganın kimliğini açıkladı. AKP’nin medya aparatları, olayın büyük bir titizlikle çözüldüğünü söyleyedursun, Davutoğlu’nun sicili ve patlama çevresinde oluşan sır perdesi birçok soruyu havada bırakmaktadır. Patlama sonrası getirilen yayın yasağı, AKP’nin niyetini açığa çıkarmaktadır. Türkiye halkı sormalıdır: Davutoğlu’nun elinde olan ancak kendilerini patlatmadan onları tutuklayamayız dediği bombacılardan birisi mi İstanbul’un merkezinde masum halkı katletmiştir? Ya da Suriye sınırından elini kolunu sallaya sallaya geçen tekfirci militanlardan biri mi katliamı gerçekleştirmiştir? Davutoğlu suçludur.

    Bu katliam, Suriye’deki gerici iç savaşı, kendi siyasal ikbali adına Türkiye topraklarına taşıyan AKP’nin ürünüdür. AKP saldırının, Türkiye’nin terörizme yönelik mücadelesinin bir ürünü olduğunu ifade etmekte, AKP’nin katliamlardaki rolünü aklamaktadır. Erdoğan’ın konuşması ise tam bir akıl tutulmasıdır. Erdoğan, patlama hakkında yaptığı açıklamada, aklına gelen örgütleri saymış, yine kokteyl örgütler yaratmıştır. Bombacının Suriye uyruklu olduğunu söylemiştir. DAİŞ demekten imtina etmektedir. Konuşmasında sadece 44 saniye bombalamaya yer ayırırken, 10 dakika barış için imza toplayan akademisyenlere saldırmış ve bu bilim insanlarını hedef göstermiştir. Bu bir suçluluk psikolojisinin yansımasıdır. Katar ve Suudi Arabistan’la birlikte bölge gericiliğinin liderliğine, Sünniliğin reisliğine soyunan Erdoğan’ın, petrol uğruna kışkırttığı mezhep savaşının aktörleri, bugün Sultanhmet’te masum insanları haince katletmiştir. Erdoğan suçludur.

    Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş ise, yaşananların Suriye’deki vekalet savaşlarının yansıması olduğunu söylemektedir. Kurtulmuş, Suriye savaşında o ya da bu şekilde emperyalistlerin ve Türkiye dahil bölge ülkelerinin belli örgütleri desteklediklerini “vekalet savaşları” diyerek itiraf etmektedir. AKP kurmayları ve yazarları defalarca Türkiye’nin Suriye’de Türkmen ve Sünni tekfircilere yardım ettiğini, kolladığını söylemiştir. Numan Kurtulmuş’un vekalet dediği savaş piyonlarını besleyen AKP’dir. AKP kendi eliyle beslediği mezhepçi terörden tereyağından kıl çeker gibi sıyrılamaz. Türkiye resmi olarak DAİŞ’i terör örgütü olarak kabul etmektedir. Son olarak Musul’un Başika bölgesine tank ve asker göndererek Irak merkezi hükümetinden tepki alan Türkiye, askerlerini adım adım çekme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştı. Ne hikmetse DAİŞ, Başika’ya roket saldırısı yapıverdi. Erdoğan ve AKP “bu saldırı ne kadar haklı olduğumuzu gösterdi” diyerek saldırıyı ülkenin bölgedeki askeri varlığını muhafaza etmek amacıyla kullandı. Irak hükümeti tüm Türk askerlerinin çekilmesinde ısrar edince, yine her ne hikmetse DAİŞ’in Başika’ya yaptığı roket saldırısının propaganda videoları piyasaya sürülmüştür. AKP’nin tekfircilerle sürdürdüğü danışıklı tiyatroya kanmayalım. DAİŞ de AKP de suçludur.

    İşçi sınıfı ve ezilenler, tekfirciliğe ve onu besleyen AKP iktidarına karşı birleşmelidir. Emperyalizme karşı çıkmadan tekfirciliğe karşı mücadele edilmez. Avrupa Birliği ve ABD emperyalistleri Ortadoğu’nun dünyanın savaş merkezi olmasının bir numaralı sorumlusudur. İsrail Siyonistleri, mezhepçi savaş yaşanırken, Bağdat’ta, Beyrut’ta ve İstanbul’da bombalar patlarken ellerini ovuşturmaktadırlar. Bu savaşların ceremesini emekçi halkımız çekmektedir. Türk, Kürt, Arap ve Fars emekçiler mücadele etmeli, kendi gerici-mezhepçi iktidarlarına karşı birleşmelidir.

    Devrimci İşçi Partisi

    12.01.2015

    http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/dip-bildirisi-sultanahmet-katliaminin-sorumlusu-turkiyeyi-suriyelestiren-ve-mezhepci

  17. Türk-Kürt Ulusal Sorunu Üzerine Aykırı Düşünceler
    Garbis Altınoğlu

    Başını Erdoğan kliğinin çektiği Türk devletinin son aylarda Kürdistan il ve ilçelerinin bir bölümünde başlattığı vahşi operasyon bazı konuların yeniden düşünülmesini ve yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor. Bu saldırı dalgasının aslında adı konmamış bir savaş olduğu açık. Ama bu bir savaş ilanı olmanın ötesinde Kürt halkıyla Türk burjuva devleti -ve aynı zamanda Türk halkı- arasındaki mesafeyi derinleştirme, onu aşılamaz bir uçuruma dönüştürme girişimidir. Ve tam da bu nedenle, Türk burjuvazisi ve burjuva devleti açısından kendi bindiği dalı kesme anlamına gelmektedir. Ama sorunun bu yanı şu anki konumuz değil.

    Yaşlı, çocuk, hastalar da içinde olmak üzere yüzbinlerce insanın haftalarca, bazan bir ayı aşkın bir süre evlerine hapsedilmesi, bu insanların aç, susuz, elektriksiz ve sağlık hizmetlerinden yoksun bırakılması, sivillerin keskin nişancılar tarafından alçakça vurulup öldürülmesi, yerleşim birimleri içinde top ve tank gibi ağır silahların kullanılması, ölen gerillaların ve sivillerin cenazelerinin yakınlarına teslim edilmemesi, hatta derin dondurucularda ya da sokaklarda bekletilmesi, askeri kışlalara dönüştürülen okulların kapatılması, öğretmenlerin kovulması ve eğitim hakkının engellenmesi, operasyonlara hedef olan ilçelerin sokakların duvarlarına Kürt halkına hakaret içerikli yazı ve sloganlar yazılması, asker ve polislerin Türk bayraklı gösteriler yapmaları vb. uygulamalar başka nasıl değerlendirilebilir ki? Ama her kötülük gibi bu kötülüğün de bir iyiliğe yol açması olanaklı. Tabii bu krizin sunduğu olanağı doğru bir tarzda kullanmak ve Kürt ulusal hareketinin Türk-Kürt ilişkilerine çözüm amacıyla yıllardır savunageldiği hatalı -ve özünde gerici- stratejik yaklaşımları bir yana atıp atmaması bu hareketin önder kadrolarının duruşuna bağlı olacaktır.

    Evet, her gerçek kriz gibi bu operasyon-savaş ta içinde, Türk gericiliğine ilişkin yanılsamalara kesin bir son verme olanağını taşıyor; Türk gericiliğinin gerçek yüzünü olanca çirkinliği ve çıplaklığıyla sergilemesi, özellikle Kürt halkının siyasal öncülerinin ve Türkiye ilerici güçlerinin, üzerinde çok konuşup tartıştıkları, ancak o denli berrak bir biçimde anlamadıkları, belki de anlamak istemedikleri gerçekleri daha iyi görmelerine yardımcı olabilir. Nedir bu ölümcül yanılsama? Bu, Türk burjuva devletinin ve Türk egemen sınıfının demokratikleşebileceği ve barışçı bir nitelik kazanabileceği yanılsamasıdır. Bu, Türk ve Kürt halklarının -ve diğer halkların- bir devrim olmaksızın, Türk egemen sınıfının iktidarı ve devlet aygıtı yıkılmaksızın Türk-Kürt sorununun çözülebileceği yolundaki gerici peri masalıdır. II. Abdülhamit, Talat Paşa, Enver Paşa, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Adnan Menderes, Cevdet Sunay, Memduh Tağmaç, Süleyman Demirel, Alpaslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Kenan Evren, Turgut Özal, Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar, Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan gibi isimlerin içinden çıktığı ve damgasını vurduğu bir devlet ve onun geleneği kendisini yadsıyamaz ve tersine dönüşemez. Başka ülkeler için de geçerli olan bu yasa, Türkiye için iki kat daha fazla geçerlidir. Türkiye’nin demokratikleşmesi bir REFORM değil, DEVRİM sorunudur; yani iktidardaki büyük burjuvazinin devlet aygıtının yıkılmasından ve yerine işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin iktidarının kurulmasından geçer. Bu gerçeği unutanlar ya da gözardı edenler, uluslararası bağlantılarının da yardımıyla bazı geçici başarılar elde etseler bile er geç kafalarını duvara çarparlar. Ne yazık ki, gerek ulusal hareket ve gerekse Türkiye devrimci hareketi, geçmişte bildikleri ya da bildik gözüktükleri bu temel yasayı şimdilerde unutmuş gibidirler. Öte yandan bunun böyle olması asla; “ya hep ya hiç!” mantığıyla hareket etmek gerektiği anlamına gelmediği gibi, demokratik haklar ve reformlar elde etmek ve kitlelerin seferberliği yoluyla egemen sınıftan ve onun devletinden ekonomik ve siyasal ödünler koparmak için uğraş vermemek anlamına da gelmez.

    Kimse Türk-Kürt ilişkileri üzerinde yeterince yazılmadığını ve konuşulmadığını ileri süremez elbet. Hatta belki de bunun tam tersi sözkonusudur. Ben bu konu üzerinde sadece çok değil, belki de gereğinden fazla yazıldığı ve konuşulduğu kanısındayım. Ama bu konu üzerinde yazan ve konuşanların büyük, hatta ezici çoğunluğunun, tarihsel belleğin verilerini ve Osmanlı-Türkiye deneyimini yeterince gözönüne almadığı da bir gerçektir. Üzerinde çok yazılması ve konuşulması, mutlaka o konunun objektif ve bilimsel bir tarzda incelendiği ve gerçekten anlaşıldığı anlamına gelmez. İnsanlık tarihinde bunun pek çok örneğine rastlanabilir.

    Osmanlı-Türkiye deneyimi ve devlet geleneği gözönüne alındığında ben, Türk yöneticilerinin, Türk-Kürt sorununu barışçı yoldan ve kendi deyişleriyle “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü” korunmak suretiyle çözebilecekleri kanısında değilim ve bu son operasyon dalgasının da bunu bir kez daha kanıtladığını düşünüyorum. Kürt halkının Cumhuriyet tarihi boyunca ağır bir ulusal zulme hedef olduğu, bu nedenle bir çok kez isyan etmek zorunda kaldığı ve bu isyanların büyük bir vahşetle bastırıldığı biliniyor. Ama bu halkın, sözügeçen isyanlar arasındaki sözümona barış dönemlerinde de asla rahat etmediği, rahat bırakılmadığı unutulmamalı. Devrimci döneminde Hikmet Kıvılcımlı bu ulusal zulmü çok açık ve çarpıcı bir tarzda sergilemişti. Örneğin o, 1930’ların başlarında kaleme aldığı ve YOL adı altında topladığı çalışmasında Türk burjuva devletinin zulmünü şöyle sergiliyordu:

    “Kanlı uslandırma seferleri -ilan edilmemiş sürekli sıkıyönetim- askeri yoketme siyaseti! Kemalizmin ‘Doğu illeri’ndeki yengin taktiği budur.” (“Türkiye’de Ulusal Sorun”, YOL 2, s. 326)

    “Şimdiye kadar daima başarısızlıkla sonuçlanmış isyanlarda Kemalizmin gönderdiği uslandırma seferleri, Kürt halkını bir koyun sürüsünü kurdun parçalayışından daha yırtıcı militarist bir terörle, eline geçen Kürtleri yere kadar dişler, sonra sefer masrafı yaptım diye aynı bölgeler halkından eski zamandaki feodal iftarlarında verildiği gibi ‘diş kirası’ alır. Yani isyanın masrafını da ayrıca açlıktan yıkılan köylere ödetir.” (aynı yerde, s. 407-08)

    “Ezilen Kürt halkı hakkında İçişleri Bakanının ağzından dökülen sözler şunlardır: asiler, şakiler, çeteler, eşkiyalar… yola getirmek, amansız bir takip, birer birer yoketmek, bir tek nefer kalmayıncaya kadar hepsini tepelemek vb.” (aynı yerde, s. 409-10)

    “Bir müfreze herhangi bir ajitasyona ya da takibe çıkmasın. Artık önüne gelen köy halkı, bilsin bilmesin -büyük ağaların buyruğuyla- çala kırbaç mavzer falakasıyla birer birer işkenceden geçirilir. İşin daha kötü tarafı, Kürdistan köylerini bir afet gibi saran müfrezelerin bu işkenceleri uyguladıktan sonra, ayrıca izzet ve ikram görme haklarındandır. Dayağı yiyen

    köylü, yumurtasını, sütünü, ekmeğini, davarını da bu istilacılara yedirmek zorundadır. Karakol jandarmasının sosyal ve yönetsel bütün sorunlarda mutlak bir iktidarı vardır. Köyde karakolla köy ağası el ele işlerler. Ağa, soygununu jandarma aracılığıyla yaptırtır. Miriyvolarını karakola sevketmekle sindirir. Karakol bir kimse hakkında ağanın işaret ettiği şekilde bir tutanak düzenledi mi, artık o belgenin hükmünü bozacak yeryüzünde hiçbir güç yoktur. Büyük Millet Meclisi köylerdeki soruşturmasını jandarma aracılığıyla yaptırır. Karakol soruşturmayı isterse yapar, isterse yapmaz. Daima istediği şekilde yapar. Karakol bir Kürd’ü öldürmeye kadar yetkilidir. Kaçtı vurdum der, sorun kalmaz…

    “Asker bastığı yerde ot bitirmeyerek, bütün kuşkulandığı köyleri gazyağıyla yakmak için jandarmaya yardımcılıkla görevlidir. Örneğin, bir köyün eşkiya yataklığı ettiğinde kuşkulandı mı, köyün çevresi bombalı ve makinalı tüfekli müfrezelerle sarılır, içerdekilere çıkmaları için kısa bir süre verildikten sonra, yağlı paçavralarla ve gaz dökerek, köyün bütün canlı ve cansız mevcuduyla birlikte dumanı havaya savrulur… Köylü köyünde yalnız canını kurtarabilirse kurtarır.” (aynı yerde, s. 412-13)

    “Gerek kültür, gerekse yönetim yönünden, Kemalizmin Kürdistan’da izlediği amaç, orada bir Kürt halkının varlığını inkar etmek, bu varlığı her konuda yoketmek, ezmek ve susturmaktır. Yönetsel ve kültürel niteliğin hedefi budur.” (aynı yerde, s. 426)

    Türkiye’de devrim dalgasının yükseldiği 1960’ların sonları ve 1970’lerin başında bu durum değişmemişti. 1970 yılında Türk gericileri, silah, eşkiya ve kaçak araması bahanesiyle Kürdistan’ın bir çok ilinin köylerinde, halka terör estirmeye ve askeri komando baskınlarına giriştiler. Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın 15 Mayıs 1970’te Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a sunduğu “Kürt Raporu”nda, askerî birliklerin Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Hakkâri’deki Kürt köylerine yaptığı ve “komando baskınları” olarak adlandırılan operasyonlar şöyle anlatılıyordu:
    “Ocak ayı sonlarından bu yana Doğu’da özel askeri birliklerce tatbik edilen toplu indirme harekatına özellikle Diyarbakır, Mardin, Siirt, Hakkari yörelerinde girişilmiş ve halen eşkiya avı maskesi altında devam etmektedir. Her köy aynı saat ve aynı şekilde basılmakta, her köyde aynı işkence biçimleri uygulanmaktadır. Köyün etrafı motorlu araçlarla sarılmakta; helikopterlerle köyün üzerinde uçuşlar yapılmakta; köylülere hiçbir şey sorulmadan dövülerek, evlerinden alınarak belli alanlarda kadın-erkek ayrı ayrı toplanmaktadır. Bu özel kamp yerlerinde onlara ‘silah getirin’ denilmekte, köylü silah olmadığını söyleyince falakaya yatırılmakta, yerlerde süründürülüp koşturulmakta, piramitler kurdurularak birbirlerine bindirilmekte, bunlarla da yetinilmeyerek köylüler çırılçıplak soyundurulmakta, kadınların mahrem yerlerine el atılıp iğrenç muameleler yapılmaktadır. Bu işkencelerde ölenlerin sayısı fazladır. Çırılçıplak soyunan kadın ve erkeklerin üzerlerine su dökülerek, saatlerce kamçılanarak sehpalardan başaşağı astırılmaktadır. Bu işkenceler sonucunda intihara teşebbüs eden köylüler oldu. Yer yer çıplak edilen erkeklerin tenasül uzuvlarına (=cinsel organlarına- G. A.) ip bağlanıp kadınların eline verilerek, bu şekilde bütün köy gezdirilmektedir. Yine çırılçıplak edilen kadınların köy içinde bütün gün boyu dolaştırılmaları olayına sık sık rastlanılmaktadır. Yine bu baskınların birçoğunda köylülerden kadın istenmiş ve bunun için kadınlarını vermeyen köy halkı işkenceye tabi tutulmuştur.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 7, s. 2131-32)

    Türk gericilerinin 1984’te PKK önderliğinde başlatılan gerilla savaşını bastırmak amacıyla, 1980’li ve 1990’lı yıllarda özellikle kırsal alanlarda giriştikleri korkunç vahşet ise daha dün yaşandı. Ama bir çok şey gibi sanki bu dönemin dersleri de unutulmuş gibidir. Oysa, bu asla unutulmaması gereken tarih dilimi; Diyarbakır Cezaevi’nin Kürt tutsaklara yaşatılan bir işkence cehennemine çevrilmesine, binlerce insanın faili meçhul cinayetlerde yargısız bir biçimde infaz edilmesine, bu katledilen insanların önemli bir bölümünün cenazelerinin yakınlarına verilmemesine ve toplu mezarlara gömülmesine, gerilla cenazelerine saygısızlık edilmesine, binlerce köy ve mezranın zorla boşaltılmasına, yayla yasaklarına, yiyecek ambargolarına, Kürt köylülerinin hayvan sürülerinin yok edilmesine, bazı ilçelerin kuşatılması ve top ateşine tutulmasına, Kürdistan’ın ormanları ve doğal çevresinin yakılıp yıkılmasına, yasal Kürt partileri ve gazetelerine, Kürt aydınları ve işadamlarına saldırılara tanık olmuştu.

    Adına layık bir barış sürecinin olmazsa olmaz koşulu ya da önkoşulu, Kürt halkına karşı, sadece son onyıllarda değil, en azından 20. yüzyılın başından beri uygulanagelen ulusal zulmün en önemli uğraklarının açık ve dürüst bir biçimde tartışılması, işlenen bu ağır insanlık suçlarının hesabının verilmesi ve bu suçları gerçekleştirenlerin ve daha da önemlisi o zihniyetin ve onun bugünkü sürdürücülerinin lanetlenmesidir. Türk burjuva devletinin böyle bir tutuma gireceğinin en küçük bir belirtisinin olmadığını söylemeye bile gerek yok; tam tersine o bu sözümona barış sürecini Kürt halkını ideolojik, siyasal ve askeri bakımdan silahsızlandırmak, onu ve onun siyasal öncüsünü kendi kirli ve kokuşmuş iç ve yeni-Osmanlıcı dış politikasının basit bir aleti haline getirmek amacıyla sürdürmüştü. Bütün bunları anlamak ve -bugün için- başını Erdoğan kliğinin çektiği Osmanlı/ İttihat ve Terakki kalıntısı Türk burjuva devletinin şimdiye kadar Kürt-Türk barışı için hiçbir gerçek adım atmadığını anlamak için bir siyaset dehası olmaya gerek yoktur.

    Tarihsel deneyim şunu gösteriyor: Bir uluslar/ halklar hapishanesi, hatta mezbahası sayılması gereken Osmanlı İmparatorluğu’nun, ulusal sorunun ortaya çıktığı son ve en uzun yüzyıldan, yani 19. yüzyıldan bu yana Osmanlı-Türk egemen sınıfları HİÇBİR ulusal sorunu barışçı yoldan çözememişlerdir. Kapitalizmin görece erken geliştiği ve Batı Avrupa’daki gelişmelere ve düşünce akımlarına daha açık olan Balkan ulusları özerklik ve bağımsızlıklarına ya silahlı ayaklanma, ya Britanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve özellikle Çarlık Rusyası gibi ülkelerin askeri ve siyasal desteği ve silahlı müdahalesi ya da çoğu kez bu iki öğenin ortak işleyişi sonucunda kavuşabildiler. Bu; bağımsızlığına 1829’da kavuşan Grekler, 1868’de kavuşan Sırplar, 1878’de kavuşan Romenler ve Karadağlılar, 1885’ta kavuşan Bulgarlar ve 1912’de kavuşan -ve çoğunluğu Müslüman oldugu için Osmanlı’ya yakın duran- Arnavutlar için hep böyle oldu. Ermeni halkına gelince Osmanlı-Türk gericileri, bu halkın ulusal ve demokratik özlemlerini kesinkes reddettikleri gibi onun kendisini de 1915-16 jenosidiyle ortadan kaldırdılar. Onların, Kürt halkının 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana patlak veren -ve kimi sözcüğün gerçek anlamıyla ulusal hareket kategorisine girmeyen feodal önderlikli- ayaklanmalarına karşı takındıkları tavır ise zaten biliniyor.

    Bu bağlamda Kürt halkının ve onun siyasal öncülerinin, Türk halkının ve ilerici Türkler’in, Kuzey Kürdistan’daki bu son saldırı dalgası karşısında esas olarak sessiz kalmasına gösterdikleri tepkiler üzerinde de kısaca durmak isterim. Özünde haklı olan bu tepkiyi gösterenler, bu sessizlik ve duyarsızlığın bir dizi stratejik ve güncel faktörlerin ürünü olduğunu dikkate almalıdırlar. Bu stratejik faktörler arasında, Türk halkının da Osmanlı-Türk gericiliğinin “millet-i hakime” zihniyetini miras almış ve önemli ölçüde ona göre biçimlenmiş olduğu olgusu önemli bir yer tutar. Anadolu ve Balkanlar’ın yanısıra, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın geniş bölümlerini yüzlerce yıl boyunca yöneten bir devlet ve egemen sınıfla aynı etnisiteden olan ve kendisini -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- öyle hisseden ve hatta daha geri katmanları Osmanlı geçmişiyle övünen Türk halkının bu egemen zihniyetten etkilenmemesi düşünülemez. Şunu da söyleyebilirim: Türk halkının bu gerici zihniyetin etkisinden sıyrılması için, gerçek bir toplumsal devrim geçirmesi bile yeterli olmayabilir; büyük olasılıkla Türk halkının bu kamburdan kurtulması, böyle bir toplumsal devrimi izleyecek uzun bir ideolojik, siyasal ve kültürel savaşım ve eğitim süreci gerektirecektir.

    Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şu hususun altını çizmek isterim: Devrimci ve demokratik güçler, sadece Türkiye ve Kürdistan’da değil, dünyanın herhangi bir yerinde savaş ve silahlı çatışma olmasını, insanların ölmesini ve yaralanmasını ve yerlerinden yurtlarından olmasını istemezler. Onlar, ezilen sınıfın ya da ezilen ulusun ve onların siyasal öncülerinin zulüm ve sömürüye karşı yığınları silahlandırma ve silahlı direniş yapma hakkını asla yadsımamakla birlikte toplumların demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm yolundaki ilerlemesinin barışçı yollardan gerçekleşmesini dilerler. Ancak bütün bunlar, içinde yaşadığımız sınıflı toplumun gerçeklerini gözardı etmeyi, işçi sınıfının ve ezilen halkların tarihsel deneyiminden edinilen dersleri unutmayı ve bu gerçekleri halktan saklamayı haklı çıkarmaz ve çıkaramaz. Hele karşımızdaki, yüzlerce yıllık Osmanlı zulüm ve sömürü geleneğine yaslanan Türk burjuva devleti ise. Dolayısıyla Kürt ulusal hareketinin kendisi de şu an erişmiş olduğu noktaya binlerce şehit vererek yürütmüş olduğu gerilla savaşı sonucunda gelmiş olduğu gerçeğini unutma hakkına sahip değildir.

    Yıllardır süregelen silahlı çatışmalar Kürt halkına önemli bedeller ödetmiştir. Dolayısıyla, tüm ezilen halklar açısından meşru ve haklı olan bu barış talebi Kürt halkı için iki kez daha fazla meşru ve haklıdır. Herhalde ulusal hareketin liderleri de Kürt halkının bu talebini dikkate almakla yükümlüdürler. İçinde bulunduğumuz ve devletin saldırısıyla karakterize edilen bu taktiksel evrede bile Kürt ulusal hareketi, sahip olduğu kitle desteği, yasal mevziler, örgütsel olanaklar ve uluslararası konjonktür gözönüne alındığında savaşımı barışçı kitle eylemlerini esas alarak sürdürme olanaklarına sahiptir. BUGÜN için böylesi bir yol, bir yandan Kürt halkının daha geniş katmanlarının seferber edilmesine, bir yandan Erdoğan kliğinin ve onun devlet aygıtı içindeki bağlaşıklarının izole edilmesine ve bir yandan da Türkiye cephesinde devrimci, demokratik ve barış-yanlısı güçlerin kendilerini toparlamalarına ve geniş bir demokrasi ve barış cephesinin kurulmasına yardımcı olabilecektir. YARIN durum değişebilir elbet. Bir kez daha yinelemek gerekirse Kürt halkının barış talebi, onun ya da bir başka ezilen halkın silahlı direniş hakkıyla çelişmediği gibi, BUGÜN barışçı kitle eylemlerini öne çıkaran bir taktiksel çizgi izlemek, ulusal hareketin Türk gericilerinin alçakça saldırılarına karşı yer yer meşru özsavunma eylemleri yapmasıyla da çelişmez.

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2353-turk-kurt-ulusal-sorunu-uzerine-aykiri-dusunceler

  18. KÜRDİSTAN LİDERİ ŞEYH SAİT EFENDİNİN ANITI DAVASINA SAHİP ÇIKALIM…

    KÜRDİSTAN MİLLİ HAREKETİNİN TARTIŞMASIZ LİDERLERİNDEN BİRİ OLAN ŞEYH SAİD EFENDİNİN ANITI YARGILANIYOR.

    PİRANLI/HINISLI ŞEYH SAİT EFENDİ, KÜRDİSTAN MİLLİ HAREKETİNİN TARTIŞMASIZ LİDERLERİNDEN BİRİDİR.

    ŞEYH SAİT EFENDİ, VARTO YOLUNDA ESİR ALINDIKTAN SONRA, DEĞERLİ ÖNCÜ VE SAVAŞÇI ARKADAŞLARIYLA BİRLİKTE, İSTİKLAL MAHKEMESİ TARAFINDAN ŞEKLİ, KEYFİ, HUKUKLA ALAKASI OLMAYAN BİR YARGILAMAYLA, İDAMA MAHKÜM OLDULAR.

    ONLARIN İDAMININ, DÜNYANIN VE KÜRT MİLLETİNİN DİKKATLERİNDEN KAÇIRILMASI İÇİN DE, ACELE BİR ŞEKİLDE İDAM EDİLDİLER.

    ONLAR İDAM EDİLDİKLERİ ZAMAN: DÜNYA KÜRTLERİNİNB HEPSİ YASA BOĞULDU. KÜRDİSTAN’DA YENİ KARANLIK BİR DÖNEM BAŞLADI.

    BU KARANLIK DÖNEM, YENİ ULUSAL AYAKLANMALARLA AYDINLATILMAYA ÇALIŞILDI.

    SÖMÜRGECİ BARBAR, VANDALİST VE KATLİAMCI DEVLET, ŞEYH SAİT EFENDİ VE ARKADAŞLARININ HALK SEVGİSİNDEN VE SAHİP OLDUKLARI YÜCE BAĞIMSIZLIK İDEALİNİN YAYILMASINDAN KORKTUKLARI İÇİN, MEZARLARININ YERLERİNİ, BİZ TORUNLARINDAN VE KÜRT MİLLETİNDEN GİZLEDİLER.

    YAKIN TARİHTE, DİYARBAKIR KÜRT DERNEĞİ (KURD-KOM), KÜRT LİDERİ VE ARKADAŞLARININ MEZARLARININ YERİNİN DEVLET TARAFINDAN GÖSTERİLMESİ İÇİN: KAMPANYA BAŞLATTI.

    ONDAN SONRA DA BU TALEP, CESARET KAZANAN AİLESİ, KÜRT KANAAT ÖNDERLERİ, ŞEYH SAİT VAKFI VE BAŞKA İSMİ KÜRT OLMAYAN DERNEKLER TARAFINDAN DİLE GETİRİLDİ.

    DENGİR MEHMET FIRAT, “BEN ŞEYH SAİT EFENDİNİN TORUNU DEĞİLİM” DİYE MAHKEMEDE DAVA AÇTIĞI ZAMAN, YİNE KURD-KOM VE BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN YURTSEVER AYDINLARI VE SİYASETÇİLERİ, BİRLİKTE, “BİZ ŞEYH SAİT EFENDİNİN TORUNLARIYIZ” KAMPANYASINI BAŞLATTILAR.

    YİNE ALTINI ÇİZEREK ONUR VE GURURLA BELİRTİYORUM Kİ: BİZ ŞEYH SAİT VE ARKADAŞLARININ TORUNLARIYIZ. ONLARIN MIRASINI LAYIKIYLA SÜRDÜREMEDİĞİMİZ İÇİN DE BAŞIMIZ EĞİK DURUMDAYIZ.

    HINIS BELEDİYE BAŞKANI VE AİLESİ, SON DÖNEMDE, ŞEYH SAİT EFEMDİNİN ANITININ HINIS’TA DİKİLMESİ İÇİN BİR ÇALIŞMA BAŞLATMIŞ DURUMDALAR.

    BELEDİYE BAŞKANI VE AİLESİNİN BU ÇALIŞMASI, SÖMÜRGECİ DEVLET TARAFINDAN EŞYANIN TABİATINA UYGUNLUK İÇİNDE ENGELLENMEKLE KALINMIYOR.

    ANITI DİKMEK İSTEYENLER HAKKINDA DAVA DA AÇILMIŞ DURUMDA.

    BU KONUYLA İLGİLİ OLARAK “Tevgera Ciwanên Kurdistanê/Kürdistan Gençlik Hareketi” BÜYÜK BİR DUYARLILIK GÖSTEREK, KAMUOYUNU DUYARLI KILMAK İÇİN AÇIKLAMADA BULUNDU.

    KÜRDİSTAN GENÇLİK HAREKETİNİN BU AÇIKLAMASINI, KAMUOYUYLA PAYLAŞIREKN BAŞTA KENDİMİ VE HERKESİ BU DAVAYA SAHİP ÇIKMAYA DAVET EDİYORUM.

    ŞEYH SAİT EFENDİNİN ANITINA SAHİP ÇIKMAK MİLLİ, HAK VE HUKUK, ADALET, VİCDAN VE İNSANİ BİR GÖREVİMİZDİR.

    Amed, 19 Ocak 2016

    Şêx Seîd’in Anıtı Yargılanıyor!

    Kürdistan tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Şêx Seîd, 91 yıl önce sömürgeciler tarafından idam edilerek katledildi. Bıraktığı ulusal/kültürel miras Kürdler için çok değerli bir referans kaynağı olmaya devam ederken, aynı zamanda sömürgeci devleti huzursuz etmeye de devam ediyor. Şêx Seîd’i katleden TC, halk üzerindeki olumlu etkisini bildiği için kendisiyle birlikte yoldaşlarını bilinmeyen bir yere defnederek mezarlarını gizli tuttu/tutmaya devam ediyor.

    Bir insanın ölüsünden korkmak, o insanın toplum üzerindeki düşünsel etkisinden ve saygın kişiliğinden dolayıdır. Devlet bütün insanlık dışı uygulamalarına rağmen Kürdler ile Şêx Seîd arasında var olan güçlü bağı koparamadı; Şêx Seîd’i unutturamadı. Dahası devlet hala Şêx Seîd’in manevi varlığından korkuyor ve bu korkusunu da uygulamalarıyla gösteriyor. Bilindiği gibi devlet Şêx Seîd’in halk üzerindeki etkisini kırmak için birçok yalana başvurmuş ve her yalanı da farklı etki yapabileceği kesimlere ezberletmişti.

    Batı’ya ve “Laik” kesime “Şêx Seîd Şeriat istiyordu, gericiydi” propagandasını yapan devlet, Dindar kesime de “Bölücüydü, Ümmeti parçalıyordu” propagandasını yaparak Şêx Seîd’i etkisizleştirmeye çalıştı. Birçok kesim bu propagandadan etkilendi. Ve ne yazık ki “Kürd” olduğunu söyleyenler de bu kirli oyuna alet olup “Şêx Seîd İngiliz ajanıydı, modern Cumhuriyete karşı gerici bir ayaklanmanın başıydı” diyecek kadar düşkünleşenler oldu…

    Şêx Seîd’in devleti ürküten özelliği, Dindar ile Milli/Ulusal Kimliklerin karşıt olmadığını, aksine dindar olmanın Kürd/Kürdistan sorununa duyarlı olmayı gerektirdiğini yaşamıyla göstermiş olmasıdır. Bu duruş, hem Türk-İslam hem de sol/sosyalist ezberleri bozuyordu/bozmaya devam ediyor…

    Devletin Şêx Seîd’e tahammülsüzlüğünü ve korkusunu gösteren olaylardan biri de, hala mahkemesi devam eden ‘Şêx Seîd anıtını yapma’ girişimidir.

    Hınıs Merkezde Şêx Seîd’in anıtını yapmaya girişen ailesi, devletin (Kaymakamlığın) engeliyle karşılaştı. Bu engel, Xınıs Merkezi yerine Belediye sınırları içinde başka bir yer belirlenerek anıtın yapılmasına karar verildi. Bu yeni yere de tahammül edemeyen barbar devlet, “suç ve suçluyu övme” suçundan dolayı Hınıs Belediye Başkanı ve bir mühendis hakkında dava açtı. Söz konusu davada 15 yıl hapis istemiyle yargılanan Belediye Başkanı aynı zamanda Şêx Seîd’in torunu olan Hasan Basri Fırat’tır. Aynı davada yargılanan Mühendis de yine Şêx Seîd’in torunu olan Abdulhakim Fırat’tır. İlk duruşması 17 Aralık’ta yapılan yargılamanın ikinci duruşması ise 21 Ocak’ta Hınıs’ta görülecek.

    Açılan davada dikkat çekici nokta, İstiklal Mahkemesinin tutanaklarının mahkemeye delil olarak sunulması ve Şêx Seîd ile dava arkadaşlarının ”suçlu” olduklarının bu tutanaklara dayandırılmaya çalışılmasıdır. İstiklal Mahkemesinin Tutanaklarında, Şêx Seîd ve dava arkadaşları ‘Müstakil (Bağımsız) Kürdistan kurma girişimiyle yargılanıyorlar. Bu belgeyle devlet, kendi yalanlarını/hilelerini ve kirli propagandasını boşa çıkarmış oluyor.

    Evet, Şêx Seîd ve dava arkadaşları dinlerine son derece bağlıydılar; ama aynı zamanda Kürdlerin devletleşme hakkını tereddütsüz savunuyorlardı. Devlet de, Kürd oldukları ve Kürdlerin Ulusal haklarını savundukları için onları katletti.

    Şêx Seîd’in anıtından dolayı açılan dava, Şêx Seîd’in anısına karşı işlenen bir insanlık suçudur. Anıt dolayısıyla yargılanmak, Şêx Seîd’in anısına sahip çıkıldığı için yargılanmaktır. Devlet hem anıtı hem de anıyı yargılıyor. Şêx Seîd ve dava arkadaşlarının anısına sahip çıkmak her namuslu Kürdün tarihi sorumluluğudur.

    21 Ocak’taki duruşmada Şêx Seîd ailesini yalnız bırakmayalım! Çünkü Şêx Seîd sadece bir ailenin değil, namuslu tüm Kürdlerin büyüğüdür.

    Tevger olarak kendimizi Şêx Seîd’in torunları olarak görüyor ve diyoruz ki; Şêx Seîd’in anısını yaşatmak ve ailesiyle bu tarihi davada dayanışma içinde olmak hepimizin tarihi/vicdani ve Kürdistani görevidir.

    Bu davayı mahkûm etmek için herkesin üstüne düşeni yaparak kamuoyu oluşturmaya ve duruşmaya katılmaya davet ediyoruz…

    Tevgera Ciwanên Kurdistanê/Kürdistan Gençlik Hareketi

    17.01.2016

    İbrahim GÜÇLÜ

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2355-kurdistan-lideri-seyh-sait-efendinin-aniti-davasina-sahip-cikalim

  19. Obama’ya ’terörist’ diyen TGB’liler beraat etti

    İZMİR’in Bornova İlçesi’nde, ABD Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’ye gelişini protesto etmek için, üzerinde Obama’nın karikatürü bulunan ve ’Dünya’nın en büyük teröristi’ yazılı pankart açtıkları gerekçesiyle yargılanan Türkiye Gençlik Birliği (TGB) üyesi Ali Erdem Köz, Utku Ulaş Erdoğan ve Ferdi Tanhan, beraat etti.

    ABD Devlet Başkanı Barack Obama’nın geçen yıl Türkiye’ye gelişini protesto etmek isteyen TGB üyesi Ali Erdem Köz, Utku Ulaş Erdoğan ve Ferdi Tanhan, Bornova İlçesi Cumhuriyet Meydanı’nda, üzerinde Obama’nın karikatürü bulunan ’Dünya’nın en büyük teröristi’ yazılı pankart açtı. Üç TGB’li hakkında, ’Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’ suçundan İzmir 32’nci Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.

    Geçen 9 Şubat’ta görülen son duruşmaya, sanıklar ve avukatları Aydınlık Hukuk Bürosu’ndan Deniz Yiğitceoğlu ve Özgür Senger katıldı. TGB’liler yaptıklarının suç olmadığını savundu. Mahkemede, pankartın içeriği ve yazıları dikkate alındığında sanıkların herhangi bir sınıf, ırk, dini veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimi diğer bir kesim aleyhinde kin ve düşmanlığa tahrik ettiklerine dair delil bulunamadığı, TGB’lilerin ifade özgürlüğü kapsamında kendi görüş ve ifadelerini şiddet içermeden belirttiklerinin anlaşıldığı belirtilip beraatlerine karar verildi.

    http://www.hurriyet.com.tr/obamaya-terorist-diyen-tgbliler-beraat-etti-40055570