Her şeyin AKP kurmaylarınca başından itibaren planlandığı çok açık. Baktılar ki, bu iş böyle giderse #HAYIR kazanacak, oturup bir provokasyon planı yaptılar. Aynı, 7 Haziran seçimlerinde kaybettikten sonra yaptıkları gibi. AKP iktidarının, oylarını aynı seviyede tutmak veya düşmesini önlemek için gerilim ve savaştan başka bir silahı kalmamış durumda. 7 Haziran sonrası PKK ile gerilim ve savaşa oynadılar ve ne yazık ki PKK’nin karşılık vermesi sonucunda savaş planları tuttu, bu sayede 1 Kasım seçimlerini kazandılar. Artık PKK ile savaşı körükleyerek kazanacakları pek bir oy kalmadı. Zaten savaş ve gerilim devam ediyor. Bunu daha fazla tırmandırmaktan kısa vadede somut bir sonuç elde edemeyecekleri kesin. Suriye cephesi de karmakarışık ve bu cephede diyelim ki ABD ile gerilimi arttırmaktan yine kısa vadede pek bir şey elde edemeyecekleri anlaşılıyor. Şu sıra bölgede durumu stabile etmek seçim hesapları açısından en akıllıcası. Çünkü bugünkü durumun bozulması demek Türkiye’nin bölgedeki varlığının iyice dibe batması demektir ki, bu da kısa vadede referanduma fazlasıyla olumsuz yansır onlar açısından.
O halde geriye ne kalıyor? Referandum öncesinde propaganda yapmak için Avrupa’yı bakanlar aracılığıyla yol geçen hanına çevirerek Avrupa ile gerilimi ve çatışmayı alabildiğine artırmak ve bu gerilimin yarattığı milliyetçi galeyan ortamında en azından kendilerine soğuk bakan kararsız oyları taraflarına çekebilmek. Plan budur. Elbette bu planı yaparken, 13 mart 2008 tarihinde 5749 sayılı seçim kanunun 10. maddesinde yaptıkları bir değişiklikle, siyasi partilerin ülke dışında, temsilciliklerde ve gümrük kapılarında seçim propagandası yapmasını kendi elleriyle yasakladıklarını; veya yakın zamanlardaki Bulgaristan seçimlerine katılan, orada yaşayan Türklerin haklarını savunmak için kurulmuş Hak ve Özgürlükler Partisi’nin, Türkiye’de yaşamakta olan Bulgaristanlılar arasında propaganda yapmasını yasakladıklarını ya hiç hatırlamamışlardır ya da anında unutuvermişlerdir.
Önce, şu malum Kardak krizini kaşıyarak Yunanistan’a dayılandılar durup dururken. Elbette bunda, Yunanistan’ın 15 Temmuz nedeniyle kendisine sığınmış askerleri Türkiye’ye iade etmemesinin de rolü vardı ama aslında bu kışkırtma yine de referandumla ilgili sahneye konacak daha büyük bir planın parçasıydı. Bundan sonraki adımları Die Welt muhabiri Deniz Yücel’i tutuklatmak oldu. Böylece Avrupa’yı iyice kışkırtmış oldular. Hemen ardından Türkiye devletinin tüm olanaklarını kullanarak ve yukarda belirttiğim kendi yasaklarını unutarak tüm bakanlarını başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine saldılar. Merak ediyorum, bu bakanlar gerçekten neye bakmaktadırlar? İşleri güçleri yok mudur? Hani milletvekili seçimi olsa şahsi durumlarını göz önüne alıp seçim gezilerine çıkmalarını biraz daha anlayışla karşılayacağım ama örneğin Kadın işleri Bakanı’nın görevi bu ülkede her gün bir kadın (bugün de Kamile Dora adlı bir kadın kucağında çocuğuyla öldürüldü Adana’da) öldürülürken, Hollanda’ya gidip “evet” propagandası mı yapmaktır? Eskiden “kaldırım mühendisi” diye bir laf vardı. Bunlara da “kaldırım bakanı” dense yeridir!
Fakat şundan emin olabilirsiniz: yaptıkları bu çıkartma harekâtının, Avrupa ülkeleri, örneğin Almanya ve Hollanda tarafından sert bir tepkiyle karşılanacağını önceden istihbar etmişlerdi ve bunu hesap ederek giriştiler bu işe. Hesapları, Avrupa’nın Türkiyeli bakanlara karşı takınacağı olumsuz tutumdan yararlanarak milliyetçi ajitasyonu en üst düzeyine çıkartmak ve böylece hem ülke içinde hem de özellikle gurbetteki Türkiyeli seçmen nezdinde taraftar toplamak, “evet” oylarını birkaç puan arttırarak öne geçmek. Kısacası, bir anlamda 1 Kasım’a giden savaş politikası yeniden ve başka biçimlerde sahneye konmuş bulunuyor.
Bir de komik olan, kendi tutumlarına, kendi yönelimlerine ve ideolojilerine bakmadan Avrupa’yı faşistlikle, Nazilikle, polisi insanların üzerine köpekle saldırtmakla suçlamaları. İnsan önce bir kendine bakar! Kürtlere yaptığı onca zulme bakar. Gezi ayaklanması sırasında polisinin uyguladığı şiddete bakar. Melda Onur’un bugünkü, “Demek köpeklerle saldırmışlar?” tweetinde işaret edildiği gibi, daha bir ay önce akademisyenlere saldırtılan polis köpeklerinin resimlerine muhatap olacağını biraz olsun düşünür. Tayyip Erdoğan, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” sözünü hatırlatacak şekilde, “bunlar faşist, bunlar Nazi” demagojisiyle kendi üstündeki suçları başkalarına atmaya kalkışmak yerine, “bunlar saf, bunlar aptal” deseydi gerçeğe daha çok yaklaşmış olacaktı. Neden böyle diyorum?
Çünkü açıkçası Avrupa ülkelerinin, en fazla da Hollanda’nın AKP’nin oyununa geldiğini düşünüyorum. Galiba bunda birkaç gün sonra yapılacak Hollanda seçimlerinin de rolü var. Aşırı sağcı Wilders’in seçimleri kazanmaması için iktidardaki partiler “kraldan fazla kralcı” bir tutum takınmış görünüyorlar. Fakat bu da yaptıklarının AKP’nin provokasyonuna gelmek olduğu gerçeğini değiştirmez. Sadece böyle bir provokasyona neden bu kadar açık hale geldiklerinin sebeplerini izah eder.
Şundan dolayı oyuna gelmektir: düşmanınız sizin ne yapmanızı istiyorsa onu yapmayacaksınız. Ne yapmamanızı istiyorsa onu yapacaksınız. Bu, mücadelenin altın kuralıdır. AKP sizin bu sert tutumunuz karşısında ellerini mi ovuşturuyor, ajitasyonunu on misline mi çıkartıyor, iyice çığırtkanlaşıyor mu? O zaman durup düşüneceksiniz nerede hata yaptım diye. AKP’nin planı bakanlarının konuşmalarının Avrupa ülkeleri tarafından yasaklanmasıydı. Bu yasaklamayı yaparak onun ekmeğine yağ sürdünüz. Hem de birkaç tabakadan oluşan kalın bir yağ.
Birincisi, bu yolla, AKP iktidarı, üzerindeki diktatörlük, özgürlük düşmanlığı, muhalefeti bastırma, polis terörü uygulama, basın özgürlüğünü kısıtlama suçlamalarını en azından hafifletmiş oldu. Bundan sonra kendisine bu yönde gelen ve bugüne kadar altında ezildiği eleştirileri göğsünü kabartarak karşılayacak ve Hollanda’nın kendi bakanlarına, Hollanda polisinin Türkiyelilere yaptıklarını işaret edecektir.
İkincisi, bu tür uygulamaların insanların “milli gururunu” harekete geçirmesinden yararlanarak, şu anda “hayır”ın karşısında yenik durumdaki “evet” oylarına ivme vermeye ve referandumu kazanmaya bakacaktır. Zaten durum çok kritiktir. Kararsızlarda”evet”e doğru birkaç puanlık oynama referandumun sonucunu belirleyebilir. Durum böyleyken Hollanda makamlarının uygulamaları, aynı PKK’nın savaşa kabul etmesinin AKP’ye 1 Kasım’ı kazandırması gibi, AKP’ye 16 Nisan’ı kazandırabilir.
Ben Almanya’nın ve Hollanda’nın yerinde olsam, konuşturmamak, konsolosluğa sokmamak, sınır dışı etmek gibi saçma sapan ve gerçekten de AKP’den geri kalmayan baskıcı bir profil verecek uygulamalar yerine, “kaldırım bakanları”nın ya da AKP’lilerin konuşma özgürlüğüne saygı gösterir ve bu konuda onlara bir de demokrasi dersi vermiş olurdum. Eğer AKP iktidarı bir yaptırımı hak ediyorsa – ki bence ediyor – bu yaptırım özgürlükler alanında değil, ekonomi alanında olmalıydı.
Ben olsam, ellerindeki mikrofonun ses düğmesini açar, ticaret yollarının kapısını kapardım. Bakın o zaman görün siz bu “demokrasi havarileri”nin nasıl geri bastıklarını, nasıl kaçıştıklarını. Geçmişte Rusya örneğinde bunu yaşadık, gördük. Ekonomik yaptırımı görünce Putin’in önünde nasıl da diz çökmüşlerdi!
Gün Zileli
12 Mart 2017
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Çok doğru ama (çok biz-merkezci gözükme tehlikesine rağmen) şöyle bir yorum da mümkün mü acaba? AB ile AKP ortaklığı ‘Yeni’ Türkiye’ markasının yaratımında önemli bir kavşaktı. Bu son günlerdeki kayıkçı niteliği ağır basar gibi görünen kavgalar da son kavşağı başkanlıkla taçlandırmak için girişilmiş hamleler olabilir mi? Her şeyin altında Batı parmağı aramak değil niyetim ama üst-yapısal gelişmenin varlığını ‘eşitsiz gelişmeye’ borçlu olduğu dünyamızda, neden Batı Türkiye’ye ambargo uygulasın da AKP devletini zora soksun? Cevap veremiyorum. 2000’den fazla şirketi varmış burada Hollanda’nın ve onun gibi nice Avrupa ülkelerinin. Eşitsiz gelişme bazılarının refahının bazılarının sefaletine bağlı olduğu bir insanlık durumu ise ve SOL kendi gündemini dayatamıyorsa, faşist iktidarların çözülme dönemlerinde ortaya çıkan geçiş hükümetlerinde olduğu gibi, kendisini ‘genel’ ve ‘akli’ olarak sunmayı başaran ve insanlığın kör noktalarına yaptığı atıflarla, özverisiz ve bencil insanlık tipolojisiyle mutluluk vaadeden ‘liberal’ denilen statükoculuk her daim kazanacak. Özveri, düşünce ve irade dışında bütün yollar statükoculuğun (bazen demokratik, bazen Bonapartist, bazen faşist…) zaferine yol açacak.
Plan, büyük oranda hayır vereceği hemen her araştırmada ortaya çıkan MHP seçmenini hedefliyor olmalı: Avrupa ile yaşanacak gerilimin “konsolide” edeceği kesimin milliyetçiler olacağı çok açık.
Muhalif olmasına rağmen “sevmesem de benim ülkemi temsil eden bir insana yapıldı, devletimin yanında durmalıyım” diye düşünenlere: göreceksiniz ki referandumda evet çıktığı takdirde 17 Nisan’dan itibaren sözde kavga ettikleri bütün ülkelerden kapalı kapılar ardında özür dileyip hiçbir şey olmamış gibi devam edecekler, seçmenleri de hepsini unutacak. Siz de “ya hani yaptırım uygulayacaktık, neden uygulamıyoruz, biz demiştik, milli itibar vs.” deyip duracaksınız. Hatta o zaman belki size kızacaklar “barışıyoruz işte, ilişkilerimiz normalleşiyor, niye fesat çıkarıyorsunuz” diye. Siyasette dün yoktur, AKP için bırak dünü bir dakika öncesi bile yoktur. Gazına gelmeyin bunların, Hollanda’nın veya diğer ülkelerin tavrında bizlerin incinmemizi gerektirecek bir şey yok. AKP’nin üç beş oy uğruna sahneye koyduğu tiyatroya figüran olmayın.
Akepe nin kitlelerden oy alma retorigine uydurulmus bir muhalefet ile belki akepe yi geriletebilirsiniz, ama akepenin sistemini dahada güclendirerek. Bilmem anlatabildimmi.
Bana ne coni den toni den ben idam isterim asarim arkadas diyeceksin sonra begenmedigin batinin sistematigi ile onlara fasist diyeceksin. Adam da cikip dese Ulan fasiszm de bana ait demokraside sen git dogu tipi otokrat ol benim ulkemdede seni istemiyorum dese ne diycen. diyo da zaten. senin degerlerine saygi duymayan propagandami senin ulkende yapma oradaki vatandaslarimi kiskirtma hakkimi benden alirsan, avrupa sokaklarinda allahu Ekber yasasin reis diye hoykurmeme karsi cikarsan sana fasist derim. oha derler adama ki dediler. dusunun , nazilerin ingilterede Propaganda yapmalarini yasaklayan ingiliz hukumetini Fasizmle suclamasini.
Bizim muhaliflerin (Zileli de bu kafada görünüyor) kafasina göre avrupalilar söyle yapmalilar, isi gucu, kendi sistematiklerini bir yana birakip , akepe nin secim referandum oyunlarina kanmamak ve turkiyedeki muhalefeti rahatlatmak icin, avrupada fetihci edalarla gezen Reiscilerin nefret soylemine Propaganda yapmasina izin verecekler. salaklik bu. bana ne kardesim git kendi ulkende ne yaparsan yap buralara bulasma derler adama muhalefete de akepeye de.
Yukaridaki yazida Baykal usulü `muhalefet` Baykalizm mantiginin hafif etkileri görünmekte.
Ben Avusturyalilarin yerinde olsam Osmanlispora mukabil olarak Prens Eugen-sporu, Polonyalilarin yerinde olsam Sobieski-sporu kurardim.
http://www.hurriyet.com.tr/amp/halacoglundan-hukumete-elestiri-40392794
Doğru. Ben nazizmin de propaganda hakkı olduğu kanısındayım. Hollanda faşisti Wilders’in söz hakkı var zaten. Onun söz hakkı varsa bizim faşistlerin söz hakkı neden olmasın ki.
6. yoruma verilen Zileli yanitina ithafen. Herkesin Fasisti kendi ülkesine
Hollandali Fasiste karsi benim Fasistiminde söz hakki olmali . Breh Breh Breh:) Bu nasi bir Ulusalciliktir beyle:)
Mizahla karisik Matematik. Hollandali Fasistin söz Hakki, bizim fasistlerin söz Hakki denkleminde Fasistler karsilikli olarak birbirini götürür geriye BIZIM ulusalcik kalir:)
kısacası, düşmanımıza darbe indiriyor diye, onların köpekli polislerini görmezden gelmeyelim. Devlet devlettir.
Mağdur Dili ve Edebiyatı dersini bunlardan almalı
Hayır, bunun ulusalcılıkla bir ilgisi yok. Mutlak özgürlükçülükle ilgisi var. Biraz anlamaya çalışırsak. Yani ben onların söz hakkını ulusalcı olduğum için değil: 1. Onlara karşı olduğum (yani demagoji yapmalarına izin vermemek) için; 2. Özgürlükler konusunda çifte standarta karşı olduğum, yani sonuç olarak yine onlara karşı mücadele ettiğim (çünkü onlar çifte stardartın allahıdır) için savunuyorum.
özgürlükler konusunda çifte standartın acısını bireysel olarak da çekmiş birisi olarak söylüyorum bunları.
Iste simdi akepe yurdum genc erkek ogrencilerin oylarini kaybetti.
http://odatv.com/hollandaya-erasmus-iptali–1203171200.html
Zileli, Sivas katliami esnasinda, yakalim su oteli diye kiskirtici bir PROPAGANDA yapan adamin Propaganda yapma hakkini tam o esnada savunurmusunuz?
Yazınıza %100 katılmakla beraber, Hollanda özelinde, Hollanda iç-siyaseti içindeki aktörler, “RTE’nin külhanbeyi tavırlarını” provokasyon malzemesi olarak kullanıp, Wilders ve benzeri siyasi figürlerin yükselişine set çekebilmek için, RTE’nin tavırlarını kasıtlı olarak yem niyetine kullanmış da olabilirler.
Kısaca:
“İlk önce Hollanda içinde yükselme riski olan Wilders tarzı sağ-popülist figürleri biraz yavaşlatalım da, RTE’yle yaşanan bu sürtüşmeyi zamana yayararak geçiştirecek politikaları üretebiliriz. RTE, kendi ülkemizdeki (Hollanda’daki) sağın yükselişinin yavaşlatılması için önemli bir malzeme şimdilik.” diye düşünmüş de olabilirler.
Her iktidar, kendi menfaatini korumak için, her yolu dener:
RTE, 16 Nisan’ı kazanmak için her yerde, her fırsatta kabadayılık yapıyor.
Aynı anda Hollanda içindeki çeşit çeşit siyasi gruplar yaklaşan seçimlerde, Wilders ve benzerlerinin yükselişini aksatmak için, RTE’nin dayılanmasını (bilerek, isteyerek) mühimmat niyetine kullanıyor.
Analizinizi yukarıda yazdığım şekilde de dizayn edebilirsiniz sayın Zileli.
http://www.sozcu.com.tr/hayatim/magazin-haberleri/murat-kekilli-almanya-ve-hollanda-konserlerini-iptal-etti/
simdi onnar düsünsün.
http://odatv.com/-oglum-sus-iceri-atarlar–ne-atmasi-turkiye-mi-burasi…-1203171200.html
http://www.gunzileli.com/2017/03/12/hesaplar-oyunlar/comment-page-1/#comment-228379 yorumuma ek olarak, daha açık olmak adına:
Wilders, sağcı-popülist.
RTE, sağcı-popülist.
Hollanda’da yaklaşan seçimlerde, Hollanda içindeki çeşitli siyasi gruplar, “Eyyy… Hollanda halkları, bakın Wilders’dan daha beter İslamcı RTE diye bir şahıs da var bu dünyada aynı havayı soluduğumuz. Eğer RTE gibilerini istemiyorsanız, Wilders gibilerinin siyaset sahnesinde yükselmesine izin vermeyin! Oyunuzu, Wilders karşıtı diğer partilere vermeyi ihmal etmeyin!” planıyla hareket ediyor olabilir.
RTE’nin kendince 16 Nisan planları olduğuna göre, Hollanda içindeki siyasi grupların da kendi gündemleri için kendi planları var. İşte tam da bu noktada, RTE, Hollanda’da Wilders’ın yükselişinin önüne set çekmek için malzeme olarak kullanıldı.
“Ölümü (RTE’yi) gösterip, sıtmadan (Wilders’dan) vazgeçin!” gibi bir plan Hollanda iç siyasetinde, yaklaşan seçimler için kullanıldı.
şu meşhur avrupa’da yükselen aşırı sağ, ne nazi ne faşist ne de ırkçıdır.
bir defa, 20. yüzyılda sol kuramcıların kavram tahrifini ortadan kaldırmak gerekir. faşizm ırkçı değildir. faşizm aşırı milliyetçi de değildir. faşizm devletçidir. devlete itaat eden herkes etnik kökeni ne olursa olsun faşist olabilir. tarihte faşist ülkelerde kuzey afrikalılar, hatta siyahiler, müslümanlar rahatlıkla devlet kademesinde kendilerine yer bulabilmişlerdir. mussolini italyasında ve franco ispanyasında (almanların doğrudan müdahalesine dek) ırk esaslı hiçbir düzenleme yapılmamıştır.
nazizm ırkçıdır ve artık güncel bir ideoloji değildir. birkaç neo-nazi çetevari yapının bir önemi yok. siz hiç vatanını milletini seven yahudi kardeşlerim başımızın tacıdır diyen nazi gördünüz mü? birinci dünya savaşında alman ordusunda gazi olmuş, alman devletine sadık, merkez siyasi görüşleri benimsemiş yahudiler marksist yahudilerle tam olarak aynı akıbeti paylaştılar. veya amerikayı seven zenciler kardeşimizdir diyen kkk sözcüsü…
günümüzde avrupa’daki aşırı sağ partiler genellikle lgbt dostudur. doğu avrupadakiler hariç. modern kadın hakları (kürtaj, evlilik dışı ilişki, iş yaşamına katılım, gece hayatı gibi) konularda hiçbir muhafazakar yaklaşım benimsemezler. yahudilerle ilgili hiçbir olumsuz görüş paylaşmazlar. aksine ırkçı ve nazi olmadıklarını belli etmek için yahudi çevreleriyle ve israil devletiyle sıkı fıkı görünmeye çabalarlar. militarist değillerdir. daha doğrusu bir sosyal demokrat parti ne kadar militarist ise o kadar militaristtirler.
tek söylemleri, müslüman ve diğer azgelişmiş ülkelerden gelen göçmenleri istememektir. mültikültürelizm ve ab fikrinine karşı olmalarıdır. bu insanları katledeceklerini, toplama kamplarına dolduracaklarını falan da söylemezler. ülkelerine geri göndereceklerini söylerler. üstelik, islami terör eylemlerinde yüzlerce sivil öldürülmesine rağmen cami kapısına domuz bırakmak gibi önemsiz tepkiler dışında aşırı sağ kaynaklı yaygın şiddet olayı yaşanmıyor. norveçteki andreis breivik bir istisna. ancak o kitlesel aşırı sağ denilen partilerin üyesi taraftarı falan değil. yalnız kurt bir saldırgan. amerikada okul basan gençlerden farkı yok. demek istediğim, fransada le pen %25 oy potansiyeline sahip ama fransada bu büyüklükle doğru orantılı saldırgan bir aşırı sağ gençlik yapılanması milis gücü ve bunlardan kaynaklanan şiddet eylemleri falan bulunmuyor.
avrupadaki sözde aşırı sağ aslında sağ popülizmden ibaret.
Böyle bir propaganda hakkı olamaz. Yani başkalarının özgürlüklerini ve hayatlarını imhaya yönelen bir propaganda hakkından bahsediyorum. Gerçekten özgürlükçü bir toplumda bir faşist de fikirlerini açıklayabilmeli, ancak fiili şiddet çağrılarına giriştiğinde bu önlenmelidir. Elbette kolluk kuvvetleri tarafından değil benim anlayışıma göre. Özgürlükçü-devrimci insanlar tarafından.
En güzel öörneğini bu siteen görebiliriz. Siteye her görüşten insan fikrini yazabilmektedir. Şu ya da bu fikre yasak yoktur. Ama diyelim ki, anti-feminist, hatta kadın düşmanı bir yorum gelse yayınlanır da, kadınlara şiddeti savunan bir yorum gelse basılmaz. Bilmem ayrım çizgisini koyabildim mi?
Analizlerinizin neredeyse hicbirisine katilmiyorum; ama, once –Turkcenin kullanimindaki titizliginize hurmeten– sunu duzelterek baslayayim:
“Şundan dolayı oyunu gelmektir” degil; “Şundan dolayı oyuna gelmektir” olmaliydi. Cok kucuk bir harf hatasi ama yine de okurken rahatsiz ediyor.
Simdi.. gelelim neden analizlerinize katilmadigima:
Birincisi, siz –anlasilan– siyasetcilerin meydanlarda/mikrofonlara soyledikleri ile niyetlerinin/arzularinin paralel/ayni oldugunu dusunuyor ya da bekliyorsunuz.
Aradabir boyle oldugu vaki olsa dahi, iyi bir siyasetci bu tur bir hatayi pek seyrek yapar (yaparsa da, bilerek yapar).
Hem Kardak konusu hem de Almanya/Hollanda (vd) ile yakin zamanda yasamaga basladigimiz ‘gerilim’lerin sirf AKP tarafindan planlandigini ya da sirf AKP’nin isine yaradigini dusunmekteki naifligin seviyesi gozlerimi yasartiyor –o derece ‘masum’ olmak icin neler vermezdim demek istiyorum.
Soyle: Kardak krizi, solcu oldugunu iddia eden, bu iddia ile isbasina gelmis olan; fakat aksine davranmak zorunda olan ve bu yuzden de sallantida olan bir hukumete hayat opucugudur.
Bu sayede, mevcut hukumet, sadece ‘kotu Turkler’e karsi vatani cani pahasina savunan kahraman pozisyonuna gelmis degil; ayni zamanda da, Turkiye ile papaz olurlarsa, Avrupa’ya gocmen akimin tekrar baslamasi ihtimaline karsi AB fonlarindan ek yardimlar alabilen bir hukumet olmustur.
Yani, solcu iddialarina ragmen, hem Yunan sagcilarina sirin gorunebilmistir; hem de Yunanistan’in hem borc ertelemesine yardimci olmustur –ayrica, ek fonlar da almislardir. Kisacasi, halkin kursagina ek mama girmistir.
Butun bunlar da, TSK’nin birkac dandik ada etrafina birkac bot, birkac da ust duzey general gondermesi ile olmustur.
Turkiye icin cok da maliyetli olmamakla beraber, Yunanistan’a (ve hukumetine) sagladigi kazanc acisindan bakildiginda, Yunan yonetici siniflarinin Turkiye’ye medyun-u sukran oldugunu gormemek icin bakmamak gerekir.
Ayni sey, farkli acilardan, Hollanda/Almanya/Isvec vs vd icin de gecerli. Asiri sag yukseliyor. Secmene, asiri saga gerek olmaksizin, mevcut (yonetimdeki) siyasi kadrolarin da yeterince sert ve hasin olabildigini gostermek gerekiyor.
Yani, siradan ahalinin gozunde, asiri saga –cok da– ihtiyac olmadigini gosterecek bir piyesin sahnelenmesi..
Boyle bir piyeste, kotu karakter rolu icin Turkiye’den daha iyi birisini bulacaklar? Musluman ve Turk.
[Kurt ve Alevi kardeslerimiz kusura bakmasinlar; Avrupa’nin gozunde Turkiye hep ‘Musluman’ ve ‘Turk’ olarak bilinir; gelecekte de degiscek gibi degil bu.]
Turkiye’ye yonelik ‘sert’ ve ‘hasin’ tavirlar almak goruntusu sayesinde, dolayisi ile, hem irkci hem de islamofobik cevrelerin yuregini sogutmak sozkonusu oluyor..
Benzer bir sekilde, AKP de, hem Islami hem Turklugu savunmus oluyor; hem de, karsisinda iki-uc asirdir eziklik hissettigimiz Evropa’ya haddini bildirmek icin catliyor cirpiniyor oluyor..
Sonuc olarak, bu hem AKP icin hem de ilgili diger devletlerin yonetimlerindeki siyasi yapilar icin birer win-win senaryosu.
Bu tur (birden fazla ulkenin ic-siyasetinde istifadeli) oyunlar kurabilmek hic de kolay degildir.
Oyuna gelmegi sevmeyebileceginizi tahmin ederim; ama, hayatin kendisi bir oyundur; ve o oyunda ya oyun kuransinizdir; ya oyuncusunuzdur ya da oynatilan/oynanilan veya –benim gibi– seyirci..
Ve.. bir seyirci olarak, oyunun iyi kuruldugunu gorerek takdir ediyorum.
Almanya.. Hollanda.. Avrupa .. Ne kadar kışkırtıldılar? Bilmiyoruz. Ama burada evet-hayır onların sorunu değil.
Bu tiyatro “evet” için mi?
Evet için Avrupa’ya gittiler. Sınırlanma, yasaklamaya aşırı tepki verdiler. Bu adamların çok kısa vadeli çıkarlarla iş gördükleri biliniyor. Ve her ne olursa olsun, ellerindeki medya gücüyle onu lehlerine çevirme inancı var. Bu özgüvenle çıkacak her gerilim, kavgayı kendi saflarını pekiştirmeye hizmet ettirebilecek ezber sistematikleri. Bu olmazsa diğeri..
Ve daha seçimlere çok var; balık hafızalı bir kitle ile yol aldıklarını biliyorlar. Bu nedenle seçimlere yakın neler olacak? Evet’i görmezlerse… Ne “numaralar” yapılacak?
bir altın vuruş…
***
Trump’ın Türkiye ile ilgili planı hakkında bir şey okumadım. Obama başkan olduğunda Kanada’dan sonraki dış gezisini Türkiye’ye yapmıştı. Ve trump’tan ses yok. İlginç değil mi?
Bu denli zayıf bir “başkanı” ABD isteyebilir…
Rusya…
Ne gülünç. S-400 eğer Rusya ve İran ile Türkiye “dost” ise ne gereği var?
“Rusya Federasyonu’na (RF) şu bilgiler ışığında bakalım:
• Devasa topraklar ve zengin kaynaklara sahip Rusya F’nin nüfusu 150 milyondan az. GSYH’si İspanya düzeyinde.” (C.Karan)
Kılpayı bir Hayır…
elinde asker, polis dışında uyuyan nice paramiliter bulunduran Başkan’ın seçimle gönderilmesi mümkün mü?
ABD-Kürt ittifakı, klasik sağ bloku birbirine yapıştırmıyor mu? Ve bu koşullarda RTE’na eklemlenmiş bilinen eski Devlet kadroları… D. Perinçekgiller…
Bence..Siyasal süreç çok keskin, çok katı, çok acımasız hesaplaşmalardan geçecek…
“Biraz” hayır sonucu değiştirmez… sonuçta siyaset artık silah ile gerçekleşiyor…
20’ye,
Terminolojideki farklılıkları izah çabanız güzel ama bu çabanız, yaşanan olayları (siz amaçlamasanız da) yumuşatmaya da dönüştürebilir.
Şovenizm kelimesinin kökü bir insan isminden ibaret. Napolyon’un askeri “Chauvin”i model alan, kısaca “saldırgan vatanseverlik” olarak kategorize edilen terime “şovenizm” deniyor. Napolyon dönemindeki reel-politik ile 12 Mart 2017’deki reel-politik farklılık gösterse de, “şovenizm” teriminin anlamı değişmedi.
Türkiye’deki İslamcılar, “Muaviye” ismini bugün bile kullanıyor kendi politik propagandalarında. “Muaviye” öleli yüzyıllar geçti, ama gelin görün, bugünün İslamcı iktidarları güçlerini perçinlemek için gayet kullanışlı bir terim hâline dönüştürdü “Muaviye” ismini: RTE’nin konuşmalarında da sık sık duyarsınız, Seyyid Kutub’un yazılarında da sık sık karşınıza çıkar, çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar.
Günümüzde “Nazi” terimini, “faşist”, “komprador”, “Stalinist”, “politbürocu”, “jurnalci” ve benzeri yüzlerce terimi kullanmak, kök anlamını kaybetmemekle birlikte, günümüzde yaşanan olayları/a işaret etmek için yeterli, büsbütün yanlışlanmasına gerek yok.
Elbette, değişen koşullara göre yeni terimler üreyecektir (Alt-right, Alternative facts, Post-truth, Post-West, Beyaz-Zenci Türkler, Mahalle baskısı, Tatava yapma bas geç, vb.), ama bu yeni terimler, eski terimlerin hâlâ kullanılmasına engel teşkil etmez.
Hem, bugün “Nazi” terimini kullanmak, sadece “Auschwitz’deki fırınlara insan atmak” anlamıyla kısıtlı olması zorunda değil. Mesela, gazeteci Deniz Yücel’i hapse atmak, Ahmet Şık’ı, Kadri Gürsel’i hapse atmak, İrfan Değirmenci’yı mesleğinden uzaklaştırmak, Ankara Üniversitesi’ndeki akademisyenleri mesleklerinden uzaklaştırmak da, “Nazi”liktir, “faşistlik”tir, “sağ-popülizmin sırtını sıvazlamaktır”.
Bütün bu terimlerin (eskisiyle-yenisiyle) anlamlarını bilelim de, hepsini açıklamalarımızda kullanıp, diktatörlerin, özgürlük düşmanlarının planlarını çürütelim.
Merhaba Gün bey otobioğrafinizi maalesef on yıl geçikme ile okuyabildim ve gerçekten 68 ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi tebrikler… son günlerde Nasrullah Ayanın biyografisini bitirdim ve şaştım Nasıl olur da bu tip insanlar hem hayali ihraçatcı hem banker hem de solcu oluyorlar anlamadım keza Etem sancak bunu Nasıl anlamalıyız
15 e verdiginiz yanit Zileli , nazizme bile Propaganda hakkini savunuyorsunuz, ama anti Feminist bir propagandaya izin vermiyorsunuz. Sanirim kafaniz karisik.
20 yorumcu yazdiginiz konu cok önemli aslinda, avrupa nin yeni sagi konusunda dahada genisletebilirsiniz yaorumunuzu bir yazi seklinde, Liberal sol ile ne cok ortak noktalari oldugunu gorebilirler bazilari. Ve belki Kliseci dusunuslerinden kurtulabilirler.
Hollanda’ya coğrafi, kültürel ve ”yerindelik”le bakmadan, hamasi dille ucuzluk! Faşist, lale, Avrupaaa! gürültücü bağırtısı boş! Tek gerçek diktamızın algısı ise, anlayamazsınız! Oysa yalnızca gerçek şu: İslamcı akepe, yol bilmez savrulmasıyla Avrasya’ya yamandığı ve oportünist çırpınışıyla diktatörünü yaşatabilmek istediği için avrupa entelitesinde sempatisini yitirdi. Silmek, silip geçmek etik diye düşünüyorlar. Ucuz gördüklerini ayağa düşürmek taktiği. Bu arada, hayırmış evetmiş, çüklerinde değil. Hayır, Anadolu’nun problemi. Biz işimize bakarız!
……………
Biz İsviçreliler için kabul edilemez olan; buradaki özgürlük ve hukuk devletinden faydalanıp, bunların kendi ülkesinde kaldırılmasını istemektir. Bu kabul edilemez.
…………….
Blick . Isvicre
http://www.blick.ch/news/ausland/isvicrede-yasayan-tuerklere-blickin-cagrisidir-erdoganin-diktatoerlueguene-hayir-oyu-kullanin-id6359377.html
kafa karışıklığı o kadar da kötü bir şey değildir ama okuduğunuzu doğru anlamalısınız. Yukarıdaki yorumumu buraya yeniden alıyorum:
“Şu ya da bu fikre yasak yoktur. Ama diyelim ki, anti-feminist, hatta kadın düşmanı bir yorum gelse yayınlanır da, kadınlara şiddeti savunan bir yorum gelse basılmaz.”
Yani anti-feminist propagandaya izin veriliyor ama kadına şiddeti savunan bir görüşe izin verilmiyor. Biri belki buna da “kafa karışıklığı” diyebilir.
Nasrullah Ayan, biyografimi yazmış, hayret ettim doğrusu. Onun yerinde olsam böyle bir şeye teşebbüs etmezdim doğrusu. Nasrullah Ayan’ı pek tanımıyorum ama Ethem Sancak’ı tanırım. Para da iktidarda da insanı bozar.
Ayrıca çok teşekkür ederim. Şu anda da 2000-2013 arası anılarım yazıyorum.
Sorun sadece “Nazi” ve “faşist” demeleri değil.
“İslamofobi” ve “ırkçılık” kelimelerini de bunların ağzından duymak kusturuyor.
Şunun gibi mesela:
Tayyip’in tek adam sevdası mide bulandırıyor;
Ama
Atatürk ve Abdullah’a tapanların “tek adam” eleştirileri daha çok mide bulandırıyor!…
https://www.facebook.com/Nasname.Sayfasi/posts/1344000028973223
Yazının altına yine bunları savunan bir yorum gelecek mi diye merak ediyordum, tam da beklediğim kişiden geldi. Ama bu kadarını beklemiyordum.
İfade özgürlüğü konusunda Zileli’ye çatan yorumcuya bir haber:
Selahattin Demirtaş’a 5 ay hapis cezası veren mahkeme: İfade özgürlüğü sınırsız değildir
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı 5 ay hapis cezasına çarptıran Doğubeyazıt 2’nci Asliye Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında, ifade özgürlüğünün sonsuz ve sınırsız olmadığını belirterek, “Sanığın, halk iradesini yansıtan seçmenlerin oyları ile iş başına gelmiş meşru hükümetin icraat ve politikalarını ‘hükümet terörü’ olarak nitelemesi, ifade özgürlüğü ve parlamenter eleştiri hakkının çok ötesindedir” dedi.
http://www.hurriyet.com.tr/selahattin-demirtasa-5-ay-hapis-cezasi-veren-mahkeme-ifade-ozgurlugu-sinirsiz-degildir-40393268
Peki, hükümetin ve mahkemelerin “halk iradesini yansıtan seçmenlerin oyları ile iş başına gelmiş meşru partilerin politikalarını ‘teröre destek’ olarak nitelemesinin, ifade özgürlüğü ve parlamenter eleştiri hakkının çok ötesinde” olmasına ne demeli?
Ama bu soruyu sormayalım isterseniz. Çünkü bu ülkede hukukun gücü değil, “gücün hukuku” geçerli. Güçlü olan her yaptığını “hukuk” kılıfına uydurabilir, uyduruyorlar da zaten.
https://www.youtube.com/watch?v=cilk15Bmv5o
Fransa’dan ‘Türkiye-Hollanda’ açıklaması
Reuters’ın haberine göre; Fransız Dışişleri Bakanı Jean Marc Ayrault, Türkiye ile Hollanda arasında yaşanan siyasi krizle ilgili açıklamada bulundu. Ayrault, “Türkiye’nin yaptığı Nazi benzetmeleri ve faşizm uygulanıyor sözleri kabul edilemez” dedi.
Fransız Bakan, “Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne saygı duymalıdır” açıklamasını yaptı.
23 no’lu yorumcuya;
ben kavramların orijinal kökenlerine atfen tarihsel bağlamları korunarak kullanılmasının entelektüel titizliğin ötesinde pratik yararları olduğunu da düşünüyorum.
bir örnekle açıklarsam; 1979 yılında türkiye devleti, soğuk savaşa uygun şekilde anti-sol baskıcı bir karaktere sahipti. 13 ilde sıkıyönetim vardı. cinayetler ve işkenceler işleniyordu. pek çok sol yayın ve çevre yasadışı ilan edilmişti vs.
bu şartlar altında, türkiye’ye tahrif edilmiş faşizm kavramını yakıştırmak çok kolay görünüyordu ki zaten öyle oldu. rusya yanlıları hariç hemen tüm sol çevreler, türkiye’de gizli faşizm, sömürge tipi faşizm, sivil faşizm, kemalist faşizm veya düpedüz faşizm vs. olduğunu iddia ediyorlardı. zaten halihazırda faşist olan bir ülkede daha kötü ne olabilirdi ki? ama 12 eylül oldu.
şimdi mesela almanya’da afd isimli partiye onun kötülüğünü vurgulamak için nazi ve faşist dersek gerçekten nazi olan ndp isimli parti güçlendiğinde ne diyeceğiz? ultra-nazi mi? (bu arada almanyada ne afd ne de ndp nin görünürde güçlenme ihtimalleri yok)
tabi üstte yazdıklarım sadece solun pratik mücadelesi açısından zihin berraklığı sağlamayı amaçlıyor. bir de, 26 no’lu yorumcunun değindiği gibi şu anki sağ popülist partilerin daha kapsamlı bir analizi ihtiyacı var.
kavram bulanıklığının avrupa soluna ve liberallerine bir başka olumsuz getirisi de şu oldu: bildiğimiz ırkçılara en azından söylemlerinde ve görüntülerinde hiç benzemeyen siyasi hareketlere hemen ırkçı yaftası vurmak sıradan halk kitleleri nazarında ırkçılığın algısını yumuşattı ve ona bir parça meşruiyet kazandırdı. solu, göçmen sorunlarıyla ilgili hiçbir gerçek gündemi tartışmayıp sadece karşısındakini ırkçılıkla suçlayan karikatür bir tarafa dönüştürdü. oysa, en başta sol, ırkçılığın tiksindirici algısına oynayarak bu sağ hareketlerin güçlenmelerini engelleyebileceğini düşünmüştü. bu taktik bir parça ters tepti.
kavramları doğru kullanmak tek başına hiçbir toplumsal olguyu açıklamada ve ona karşı siyasi tutum takınmada yeterli olamaz. ben, sırf kavramlar doğru kullanılmadığı için bunlar yaşandı demek gibi bir indirgemeciliğe düşmek istemiyorum. sadece bu konu da işin parçası…
Kavramlar konusunda da çifte standart var. “RTE/AKP diktatörlüğü” denmesine karşı olan Necip gibiler Hollanda ve Almanya’ya Nazi ve faşist diyenlere de bir iki kelam etseler ya? Üstelik “Nazi” ve “faşist” ithamları diktatörlük ithamından daha büyüktür. Çünkü bu tür rejimler sıradan bir diktatörlükten öte bir şeydir.
yeni kitap çok güzel bir haber… Artık sizi takip ediyorum ayrıca romanlarınıza da okudum 68 in en büyük özelliği edebiyattan ve bohem kültürden gelmesidir bence… aslında eski bir tiyatrocu olarak bir oyun yazma niyetiyle araştırma yaparken kitabınızı okudum ve oyun fikrinden vazgeçtim bunu bence sizin gibi insanlar yapmalı..(.oyun 5 mayısta başlayıp 6 mayıs da bitiyordu)
Türkiye’yi yönetenlerin, bazı Batı ülkelerinde propaganda & miting talepleri, o ülkelerin merkez ve eyalet yönetimleri tarafından kabul edilmiyor.
Kişisel olarak, bu yasakların doğru olmadığı, herkesin, dünyanın her yerinde, o ülke hukukunun ve evrensel ilkelerin sınırları içinde kalmak kaydıyla konuşabilmesi gerektiği kanısındayım. İfade özgürlüğü de, diğer hak ve özgürlükler gibi, ya vardır ya yoktur. Herkes için aynı ‘tutarlılıkla’ savunulmalı.
Bu somut gerçeğin kabul edilmesi, konuşmak isteyenin niteliğinin görmezden gelinmesini gerektirmez tabii. Ne oldu da, üç beş yıl öncesine dek tüm Müslüman ülkelere örnek olacağı varsayılan bir hareketin mensuplarına, artık düğün salonu dahi tahsis edilmiyor?
Hâlihazırda Türkiye’yi yöneten ‘kadro’, dışarıdan bakıldığında, hiç de burada (Türkiye içinde) pazarlanmaya çalışıldığı gibi görünmüyor. Aklı başında bir Batılı demokrat, Türkiye’yi demokratik sistemlerin terminolojisiyle anmıyor nicedir. Kuşkusuz, AKP’liler de durumun farkında. Ancak, iktidarının ilk yıllarında batılı rejimlerin görüş ve desteğine büyük önem veren ve onların omuzlarında yükselen AKP, ufkunu artık vatan sathındaki herhangi bir kahvehanenin genel kanısıyla sınırlandırmış durumda. Takdir edersiniz ki ‘Almanlar kıskançlıktan çatlıyor’ düzeyindeki bir propaganda başka türlü açıklanamaz. Sorun şu ki, o kahvelerde okeye dönenlerin de böylesi bir düzeyi ciddiye alma olasılıkları pek yok. Herkes, Almanların bizi kıskanmayacağını bilir, düşünür!
Ne kadar sakin yazıyorum değil mi?
Sanki Türkiye’nin uygulanan, ciddiye alınan bir anayasası varmış, idare hukuk içinde hareket ediyormuş gibi.
Sanki Türkiye, ‘Tek TV, tek gazete, tek parti’ rejimine geçmemiş gibi.
Sanki 23 yıldır Başkent’i yöneten belediye başkanı, daha üç beş gün önce çoluk çocuğun darbe olasılığına karşı ‘silahlanıyor’, ‘pompalı tüfekleri eve atıyor oluşların’ takdirle anmamış gibi.
Sanki, her OHAL KHK’sinde insanlar sorgusuz sualsiz işinden gücünden edilmiyormuş gibi.
Sanki 2017 yılında klasik burjuva demokrasisinin en temel ve eski ilkelerine muhtaç kalmamışız gibi.
Sanki 16 Nisan’da bir ‘tek adamlık’ olasılığını oylamayacakmışız gibi.
Sanki…
İşte, iktidar mensupları da aynı sükûnetle yapıyor yorumlarını.
Ardından…
Binlerce yurttaşın adını OHAL KHK’lerine yazıp, yaşamlarını alt üst eden, ekmeksiz bıraktıklarının karşısına geçip gencecik insanların canlarına kıymalarını izleyen, sonrasında o insanlardan ‘kuru’ ve ‘yaş’ sıfatlarıyla söz etmeye cesaret edebilenler, dünyadan hürmet ve anlayış bekliyor.
Çünkü, burada ne yaparlarsa yapsınlar, alkışlanmaya alışmış durumdalar. Ne yaparlarsa yapsınlar. Ne söylerlerse söylesinler. Adaletsizliklerinin boyutu ne olursa olsun.
Muhterem Hocaefendi: Şak şak şak.
FETÖ: Şak şak şak.
Uçağı biz düşürdük: Şak şak şak. Hayır FÖTÖ düşürdü: Şak şak şak.
Barış süreci: Şak şak şak.
Vatan hainleri: Şak şak şak.
Van minüt: Şak şak şak. Gitmeselerdi: Şak şak şak.
Kardeşim Esad: Şak şak şak. Katil Esed: Şak şak şak…
Kuşkusuz bu ‘şak şak’ın saygı ve onaydan değil; çıkar, dalkavukluk ve çaresizlikten kaynaklandığını, er geç anlarlar.
Her neyse, gelelim içimizdeki Almanlara!
Bir iki gündür Batı’ya demokrasi ayarı verenlerin, Türkiye’de muhaliflere nasıl davrandığı sır mı?!
Türkiye’de muhalif olana baskıyı, Almanlar mı yapıyor?!
Belki de. Çok vaka var ama ben üniversiteden örnek vereyim. Bugün, birkaç istisnai ‘medeni kurumu’ bir yana bırakırsak, Türkiye üniversitelerinin herhangi birinde bir muhalifin konuşmasını kolay mı sanıyorsunuz? Ne kolayı, neredeyse imkânsız!
Şimdi, hükümetin tepkilerine bakınca, yaşadığımız koşulların yabancılar tarafından yaratıldığını düşünüyor insan. Olabilir mi? En bilinenleri hatırlatalım: Örneğin 2016 Mayıs’ta AKP’nin ‘Özgül Ağırlığı’nın Turgut Özal Üniversitesi’nde yapacağı konuşma iptal edilmişti. Bakmayın adının Özal olduğuna, İsveç kurumudur. Davranış, çok tipik İsveçli bağnazlığıydı.
Yüzlerce imzacı akademisyen? Yabancı parmağı mı dersiniz? Olur mu olur. Malum metne imza attıktan sonra Stockholm’deki evinden ayrılmak zorunda kalanlar, Kopenhag’daki üniversite odasının kapısının çarpı atılanlar, yine Kopenhag Üniversitesi tarafından sözleşmeleri yenilenmeyenler, Oslo Üniversitesi’nin tüm imzacı akademisyenleri Norveç Kralı tarafından imza edilip yürürlüğe giren bir kararnameyle atması, Londra’da akademisyenlerin evlerine polis baskını yapılması… Ne berbat işler.
Bizimkiler Almanlara çok kızgınlar. Haklılar da. Daha geçenlerde, çok sayıda üniversite ile birlikte Berlin Üniversitesi’nden de bir kararname ile 72 akademisyen atıldı. Berlin Üniversitesi’nin nükleer tıpçı rektörü daha önce de çok sayıda soruşturma açmıştı akademisyenlere. Tabii, bu kadar akademisyen atılınca Almanya’daki demokratlar tepki gösterdi. Alman sağcısı ise bildiğiniz gibiydi: ‘Alman devletinin ekmeğini yiyenler, bu devlete ihanet ederlerse, gün gelir…’ vs.
‘Berlin Siyasal’ mezunları ve eski, şöhretli hocaları ile Alman milletvekilleri, üniversite yerleşkesine gelip bir basın açıklaması yapmak istedi. Ne mümkün! Alman çevik kuvvet polisi, Alman TOMA’ları ve doğal olarak Alman kurt köpekleri, insanların içeri girmesini engelledi. Hocalar tartaklandı. Görmeliydiniz o anları. Berlin’de değil, Türkiye’de olduğunuz için bin kez şükrederdiniz!
Sözünü ettiğim soruşturmalar içinde en matraklarından birini anlatayım ki, özgürlükçü yöneticilerimizin Berlin Üniversitesi’ndeki bu çılgın işlere ve akademik özgürlüğün yok edilmesine gösterdikleri haklı tepki daha iyi anlaşılsın.
Birkaç ay önce ‘Berlin Hukuk’ta bir açık oturuma izin verilmedi. Malum, Almanya’da OHAL var ve ülke aylardır OHAL KHK’leri ile ‘Federal Meclis’ devre dışı bırakılarak yönetiliyor. OHAL’in gerekçesini anlamak mümkün kuşkusuz. Almanya’da uzunca bir süre devlet içinde örgütlenmelerine izin verilen bir tarikatın mensupları askeri darbe tezgâhlamaya çalıştı, malum.
İşte, Almanya’daki OHAL hakkında, ‘Berlin Hukuk’ta ikisi kendi hocası olmak üzere üç profesör konuşma yapacaktı. Ancak ‘Berlin Hukuk’un, aslen Bavyeralı olan dekan vekili, izin vermedi. Bunun üzerine konuşma, ‘Berlin Hukuk’un komşusu olan ‘Berlin Siyasal’da gerçekleşti. ‘Berlin Siyasal’ın insan hakları & idare hukuku hocası, salon tahsisi sorunu çözülemeyince (çünkü ‘Berlin Siyasal’ın başında da o esnada her açından bir Hollandalı vardı ve Hollandalı, iki gram akademik özgürlük uğruna başını derde sokmak istemiyordu) ek ders yapmaya karar verdi. ‘Berlin Siyasal’ın konferans salonu hınca hınç doldu. Sonuç? Çok tipik bir Alman olan Berlin Üniversitesi rektörü, ‘Berlin Siyasal’ın insan hakları hocasına soruşturma açtı. Akıl alır gibi değil! Bununla kalsa iyi. Üstüne bir de yurt dışı görevlendirme yapmıyormuş, o insan hakları hocası için. Yurt dışındaki toplantılara gidemiyormuş adam.
Bir anı ile bitsin yazı. Ki siz de iyice kavrayın İskandinav üniversitelerinin hali pür melalini.
Yıllar önce, Berlin Üniversitesi’nde rektör seçimi vardı. Ben, son derece zarif bulduğum bir adaya oy verecektim. Diğer güçlü aday için propaganda gezisi yapan bir profesörle karşılaştım koridorda. Kime oy vereceğimi sordu. Yanıtladım. Ardından şu tipik Alman tepkisini verdi: ‘Ya yapma Allah aşkına, o gidip Norveç’te yöneticilik yapsın, bize uymaz.’ Evet, ‘Berlin Siyasal’daki bir profesörün en büyük endişesi, İskandinav zihniyetiyle yönetilmekti! Neyse ki, benim oy verdiğim aday kazanmadı da, profesör ve şürekâsı, medeniyet işkencesinden kurtulmuş oldu.
Diyeceğim o ki, muhterem okur, ve sevgili muhalif akademik personel, Berlin’de yaşayıp çalışıyor olabilirdin. Şükret…
4 Mart 2017
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
‘Dünyada ve Türkiye’de Anayasa tarihi’ dersi öğretim görevlisi
(Üniversiteden, KHK’yle uzaklaştırıldı)
Avrupa iyi yapiyor.
Dünyanin hangi ülkesinin hükümeti baska ülkelere giderek adeta orada gövde gösterisi yaparak acikca babasinin yeri gibi siyasi calismalarda bulununuyor?
Bu aptal takiminin aptalligini devletin olanaklarinida kullanarak yapmasiylada gösteriyor..
Siyasi kültürü olmayan bu serseri takimina Avrupalilar haddini bildirmesini olumlu görmek gerek..Konusmasini bile bilmiyor bu züppe takimi.. Avrupada gerilim yapmasina müsaade edilemez..
“Kavramlar konusunda da çifte standart var. ‘RTE/AKP diktatörlüğü’ denmesine karşı olan Necip gibiler Hollanda ve Almanya’ya Nazi ve faşist diyenlere de bir iki kelam etseler ya?”
Bu serzenisin en az iki tane basit cevabi var:
1) Ben, sohbet seklindeki ortamlarda muhataplarima itirazlarimi dile getiririm. Ardindan da (bazan/belki) karsilikli olarak tartisiriz. RTE’nin burayi okudugunu sanmiyorum.
2) Siyasetcilerin hangi kelimeleri/terimleri hangi baglamlarda kullandiklarinin kahyasi ben degilim; secmen kitlesidir. Begenilmemis ise, bedelini sandikta oder.
“Üstelik ‘Nazi’ ve ‘faşist’ ithamları diktatörlük ithamından daha büyüktür.”
Kimin acisindan?
“Çünkü bu tür rejimler sıradan bir diktatörlükten öte bir şeydir.”
Tekrar soruyorum: Neden?
Birileri oyle buyurdugu, bize oyle ogretildigi icin mi?
Mesela, Stalin Rusya’si –Nazi ya da fasist olmadigi icin– daha mi iyiydi?
Güzel bir fikirmiş, neden bıraktınız ki. Ne güzel olurdu. Tiyatro yazarı değilim ama benim de bir oyun kitabım var: Stalin Yargılanıyor
Erdoğan’a Açık ve Adil Bir Teklif
Erdoğan Bey,
Aslında bu mektuba, “Sayın Erdoğan” diye başlamayı isterdim.
Ama bugün siz Türk devletinin başısınız.
İtikadımca insanların elinde güç ve yetki olduğunda onlara karşı olabildiğince o yetki ve gücün zorladığı hitaplardan azade olarak hitap etmek; onlara bir an gibi gelip geçici hayatta aslında bir hiç olduklarını hatırlatmak için, o kişiye konumundan soyutlayan ifadelerle hitap etmek gerektiğini düşünürüm.
Hiçbir gücünüz ve yetkiniz olmasaydı, size “Sayın Erdoğan” diye hitap edebilirdim. Ama şimdi çok büyük yetkileriniz ve gücünüz olduğu için, size sadece “Erdoğan Bey” diyebilirim.
Ayrıca böyle hitabımın sizin dayandığınız iddiasında olduğunuz İslam’a da uygun olduğunu düşünüyorum.
İlk Müslümanlar devlet denen şeyi tanımadıklarından ve hepsi de silahlı olduklarından, kimse onlara çıkıp hot zot edemiyor; etmeye kalkanı da kılıçlarıyla hizaya getireceklerini çekinmeden ifade ediyorlardı.
Sonra Emevi egemenliği ile birlikte İslam Şark despotluğunca ele geçirildi. Devlet yani silahlı adamlar ortaya çıkar ve artarken, Müslümanlar silahsızlandırıldı. Örgütsüz ve her türlü virüsün saldırısına açık derisi yüzülmüş bir çıplak et haline getirildiler. Buna paralel olarak da insanları eşitleyen, eşit haklarla donatan ilk İslam’ın özü, uydurma hadislerle vs. adım adım unutturuldu.
Buna rağmen yoksul ve emekçi halk arasında, ilk doğduğu günlerin İslam’ının silik yankıları her şeye rağmen yaşamaya da devam etti. Devletin korkutan ve cezalandıran Allah’ı karşısında ezilenlerin koruyan ve unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanların hatalarını affeden, Esirgeyip Bağışlayan bir başka Allah her şeye rağmen yaşadı.
Zaten emeğiyle geçinen insanlardaki bu derinlere işlemiş geleneklerin yüzü suyu hürmetine hala soluk alınabilecek, küçük ve giderek azalan alanlar bulunabiliyor.
İşte bütün bu gibi nedenlerle “Erdoğan Bey”.
Neyse, hitaba takmamak gerekir.
Zarfa değil mazrufa bakalım.
Önereceklerim sizin iyiliğinizedir ve kuyuya düşmüş bir insana, bulunduğu yerden çıkabilmesi için bir ip uzatmak, bir merdiven vermek gibidir.
*
Siz hızla kendiniz açısından da bir “felakete” gidiyorsunuz.
Bunu size önce göstermem gerekiyor.
Biliyorsunuz, Suriye’de Şam’da Emeviye Camisinde namaz kılmayı, yani Suriye’de var olan rejimi yıkıp yerine başka bir rejim kurmayı düşünüyordunuz.
Ama birkaç gün önce şöyle bir beyanat verdiniz:
“Bir terör örgütüyle diğerinin bertaraf edilmeyeceği de artık kabul edilmelidir. Özellikle 35 yıldır terörle mücadele eden bir ülke olarak, başta DEAŞ olmak üzere PYD, YPG, El Nusra gibi terör örgütleri bizim her an karşımızda olan terör örgütleridir. Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve milli birliğini hiç kimse tehlikeye atmamalıdır. Rusya ile eş güdüm halinde soruna adalet ve hakkaniyet temelinde bir çözüm bulunması için gayretlerimize devam edeceğiz.”
Burada önemli olan koyu ve italik yerlerdir. Bunu önceden siz tehlikeye atmıştınız.
Bu söylediklerinizi mantık sonucuna götürünce, sizin “ÖSO” namlı çetelere doğrudan, El Nusra gibilerine dolaylı desteğinizi kesmeniz gerekecektir.
Keza aynı şekilde, Suriye Hükümetinden şimdiye kadar uyguladığınız politikalar nedeniyle özür dilemeniz gerekecektir.
Yani Suriye Hükümetini bu çetelere karşı desteklemeniz gerekir ki, o güçlü Suriye Devleti ve hükümeti Kürtlere bağımsızlık ve özerklik olanağı tanımasın, eski Suriye topraklarında tekrar egemen olsun.
Söylediklerinizin mantık sonucu budur. A diyen B de der.
Peki, Esad’tan özür dileyecek misiniz?
Geçmişte bütün söyleyip yaptıklarınızdan sonra bunu yapmanız zor.
Yapsanız bile o zaman kimse sizin hiçbir sözünüze değer vermez.
Öte yandan bunu yaptığınızda, Suriye hükümet güçlerini desteklediğinizde, köşeye sıkışan ve şimdiye kadar destekledikleriniz bu şeriatçı militanlar Türkiye’ye doğru kaçacaktır.
Bunlara kapıları açsanız, sizin başınıza bela olacaklardır.
Çünkü sizler tarafından kullanılıp sonra da bir paçavra gibi kenara atıldıkları için bütün tepkilerini size yönelteceklerdir. Hiçbir ihanet cezasız kalmamalıdır diye düşünecekler ve bu yönde harekete geçeceklerdir.
O zaman Suriye Devleti ve Hükümeti ile birlikte onları sıkıştırıp imhasına katılmaktan başka yapacağınız bir şey yoktur.
Hâsılı, Suriye’deki tıkanmanız sizi çok kötü sıkıştırmış bulunuyor.
*
Bu aralar Almanya ve Hollanda gibi ülkelerle zorlayıp kışkırttığınız gerilimler de bir sürü köprünün atılmasına yol açtı.
Onlardan da özür dilemeden herhangi bir diplomatik ilişki geliştiremezsiniz.
İç politikaya yönelik olarak ve birkaç puancık evet oyu arttırabilmek için yaptıklarınız Referandum’dan evet çıksa bile önünüze getirilecektir.
Haydi Rusya’dan özür dilediniz. Rusya da çıkarına uygun geldiğinden bunu kabul etti. Ama Avrupa için durum öyle değil.
*
Öte yandan bütün bunlara rağmen büyük bir olasılıkla Referandum’dan da büyük olasılıkla #HAYIR çıkacak, hem de yukarıda sözü edilen halkın derinliklerine işlemiş ve bir türlü yok edilememiş gelenekler nedeniyle. Halk da kendi meşrebince size “Erdoğan Bey” diyecek, kendinize gelmenizi isteyecek.
*
Ve bütün bunlar bir araya gelince, siz birden bire artık sizi en çok isteyen ve destekleyen güçlerce bile artık taşınamaz bir yük haline geleceksiniz.
Aslında şimdiden öyle bir durumdasınız. Elinizdeki sınırsız güç ve yaklaşan Referandum bunun ortaya çıkmasını ve görülmesini engelliyor.
Bu durumda ister istemez sizi iki büyük tehlike bekliyor.
Birincisi, böyle varlığınızın herkes için bir yük olduğu ve yokluğunuzda herkesin ferahlayacağı durumlarda, bir şekilde çeşitli güçler sizi yok edecek eylemler ve girişimlerin, sadece gözlerini kapayarak ya da görmezden gelerek bile, gerçekleşmesine olanak sağlarlar.
Bir an düşünün, ihanete uğradığını düşünen bir El Nusra militanının ki bu sizin koruyucunuz bir polis bile olabilir.
Herkes çok ferahlayacaktır. Sadece ülke içindeki güçler değil, başka ülkeler de.
Kendi partiniz bile böyle bir şeyi isteyecektir. Hem sizden kurtulmuş; hem de sizi bir kurban olarak kahramanlaştırıp bunun rantını da yiyebilecektir.
Başında bulunduğunuz Türk Devleti’nin stratejik çıkarları isteyecektir. Çünkü siz orada olduğunuz sürece kimseyle ilişki kuramaz, kurması için de, siz devlet başkanı olduğunuzdan, özür dileseniz bile, bir devlet olarak kendini aşağılanma durumlarında bulacağından, varlığınızdan ise, yokluğunuz yeğ olacaktır.
Hâsılı siz kendinizi tam anlamıyla köşeye sıkıştırdınız. Sizin varlığınızı isteyecek kimse kalmıyor giderek.
*
Diyelim ki, böyle bir akıbetten kendinizi korudunuz.
Ama Referandum’dan sonra güç dengeleri değişecektir. Şimdiye kadar sizin gücünüzden korkup ses çıkarmayanlar kafalarını kaldıracaklardır. Yani bastığınız toprağın altınızdan kaydığını göreceksiniz.
Ve sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, bir kere ayağınız kaydığında bütün birikmiş hınçlar ve şimdiye kadar ortaya çıkarılmamış dosyalar ortaya çıkacaktır.
Büyük bir olasılıkla, bir süre sonra kendinizi uluslararası bir mahkemenin sanık saldalyesinde göreceksiniz.
Yani sizi iki alternatif bekliyor.
Biri bir suikasta kurban gitmeniz. Bu herkesin çıkarına olabilecek en temiz ve sancısız bir operasyon olur.
Diğeri, sizin tıpkı Miloseviç gibi bir mahkemeye çıkarılmanız ve orada yargılanmanız.
Tabii bir üçüncü alternatif daha var. Suudi Arabistan veya benzeri bir ülkeye kaçmanız. Ancak bu alternatif de çok zor görünüyor. Çünkü onlar sizin düştüğünüzü görence size en çok ve ilk vuranlar olacaktır.
*
İşte önerim sizi bu içinde bulunduğunuz kötü durumdan çıkarmaya, herkes için en sağlıklı yolu açmaya ve güzel bir örnek oluşturmaya yönelik.
Önerim: referandumu bile beklemeden derhal istifa etmeniz ve size yapılan suçlamalara karşı suçsuz olduğunuzu kanıtlamak ve insanların vicdanında olsun beraat etmek için yargılanmaya hazır olduğunuzu ilan etmenizdir.
Ben sıradan bir yurttaş olarak, sizin tamamen tarafsız bir mahkemede, en adil biçimde yargılanmanız için her türlü mücadeleye varım ve milyonlarca insanın da sizin adil bir şekilde yargılanmanız için çabalayacağınızdan eminim.
Size şunları garanti edebiliriz.
Örneğin bağımsız bir kurumca önerilenler içinden sizin tarafsız olabileceğini düşündüğünüz yargıçlar sizi yargılayabilir.
Siz rakiplerinize böyle bir hakkı tanımadınız ama size böyle bir hak tanınabilir.
Ama bizim de bir koşulumuz olacak tabii. Bu da sizin lehinizedir eğer gerçekten vicdanlarda beraat etmeye layıksanız. Bütün delillerin ve mahkeme safahatının tüm insanlara açık olması ve tüm mahkeme safahatının tamamen yayınlanması; tüm dosyaların tüm yurttaşlarca görülebilmesi.
*
Mahkeme sonunda herhangi bir fiili ceza almayacaksınız.
Sadece insanların vicdanında suçlanacak ve beraat edeceksiniz.
Hâsılı, size önerim, “ben bütün yetki ve gücümden azade olarak, tüm yurttaşlarımın bana yaptıklarımın hesabını sorması için, onların vicdanında beraat edebilmek için kendimi açık bir yargıya sunuyorum” demeniz.
Bunu yaptığınızda hem insanlığa çok değerli bir örnek sunmuş olursunuz; hem bu politik tıkanmanın ve toplumdaki kutuplaşmanın aşılmasını sağlarsınız, hem de kendinizi daha kötü gelişmelerin nesnesi olmaktan korumuş olursunuz.
*
Sizin çok delikanlı olduğunuz söyleniyor.
Yapın bir delikanlılık ve gösterin delikanlı olduğunuzu.
Önerim özetle böyle.
Tabii daha sağlam garantiler isteyebilirsiniz. Öneri daha somut ve ayrıntılı olarak tartışılabilir ve gerekli değişiklikler yapılabilir vs. bunlara da açıktır.
Önemli olan işin özüdür.
Emin olun bu sizin için ve bütün insanlar ve yurttaşlar için en az acılı çıkış yoludur. Ve son çıkıştır.
13 Mart 2017 Pazartesi
Demir Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2017/03/erdogana-ack-ve-adil-bir-teklif.html
“Tekrar soruyorum: Neden?
Birileri oyle buyurdugu, bize oyle ogretildigi icin mi?
Mesela, Stalin Rusya’si –Nazi ya da fasist olmadigi icin– daha mi iyiydi?”
Stalinist rejim, Nazi ve faşist rejimler türünden bir totaliter diktatörlüktür.
Sıradan bir diktatörlük ise örneğin bir Fidel Castro, Hüsnü Mübarek ya da Muammer Kaddafi’nin diktatörlüğüdür.
‘Birileri oyle buyurdugu, bize oyle ogretildigi icin mi?’
Açık yaz. ‘Birileri’ gibi muğlak kelime yazma. Kim/ler (sana göre) öyle buyuruyor, açık yaz.
‘Mesela, Stalin Rusya’si –Nazi ya da fasist olmadigi icin– daha mi iyiydi?’
Evet, daha iyiydi.
2. Dünya Savaşı sırasında, ‘asla bir araya gelmez bunlar’ denen iki güç, ABD & SSCB, Nazi savaş makinesine karşı mücadele etmek için müttefik oldu.
Mayıs 1945’den itibaren, (zaten prömiyeri yıllar önce yapılmış olan) ‘Soğuk Savaş’, saklama ihtiyacı hissedilmeden, yine her iki güç (ABD & SSCB) tarafından açık sahneye kondu. (İlk önce gel senle birlik olup şu Nazi’leri ezelim de, sonra yine kendi aramızdaki kavgayı yıllara yayarak sürdürürüz.)
Bugün:
Donald Trump adlı şarlatanı önleyebilmek için bile, ‘asla bir araya gelmez bunlar’ denen iki güç, ABD(‘deki Trump karşıtı bloklar) & Ç.H.C., bir araya gelmek için istekli olduklarına dair görüntü veriyor.
Stalin diktatörlüğü tarihin gördüğü gelmiş geçmiş diktatörlüklerin en korkuncudur. Hitler diktatörlüğü bile yanında hafif kalır.
2. dünya savaşının koşulları içinde Hitler’e karşı bir anti-faşist cephe kurulması ayrı bir mevzudur. Bu, ABD saldırganlığına karşı Saddam diktötürlüğü ile aynı cephede saf tutmaya benzer.
Stalin diktatörlüğü tarihin gördüğü gelmiş geçmiş diktatörlüklerin en korkuncudur. Hitler diktatörlüğü bile yanında hafif kalır.
2. dünya savaşının koşulları içinde Hitler’e karşı bir anti-faşist cephe kurulması ayrı bir mevzudur. Bu, ABD saldırganlığına karşı Saddam diktötürlüğü ile aynı cephede saf tutmaya benzer.
Necip ‘Mesela, Stalin Rusya’si –Nazi ya da fasist olmadigi icin– daha mi iyiydi?’ sorusuyla, Stalin Rusya’sıyla Hitler Almanya’sını kıyaslamak düzleminde sormuş. Buradan, Stalin Rusya’sının daha iyi olduğu sonucuna ulaşırız, bu, kanıtlıdır. Siz de ‘2. dünya savaşının koşulları içinde Hitler’e karşı bir anti-faşist cephe kurulmasıyla, ‘Stalin’le müttefiklik konusu’na açıklık getirmişsiniz.
‘Bu, ABD saldırganlığına karşı Saddam diktötürlüğü ile aynı cephede saf tutmaya benzer.’ Tarihte, bu ‘benzerlikler’ çoktur:
Mao’nun Çin’de yaptığı katliamları dile getirmemeye çalışarak, Richard Nixon, Mao’yla el sıkışma ‘diplomasi’sini de göstermişti. Zaten iki ülke arasında o yıllarda başlayan ‘partnerlik’, bugünlere kadar ulaşıp mevcut Çin hükümetinin Trump’a, ‘ticaret savaşının kazananı olmaz’ sözlerini söylemesine bile yol açtı.
‘Stalin diktatörlüğü(nün) tarihin gördüğü gelmiş geçmiş diktatörlüklerin en korkuncu’ olması, Nazilerin yaptığı katliamları durdurmak için, pek çok ülkenin Stalin Rusya’sıyla müttefiklik kurmasına engel olmadı. Tıpkı, dünya genelinde yükselen sağ-popülizmi dizginlemek için, Hillary Clinton cephesiyle ‘yan yana düşmek mecburiyeti (müttefik olmak değil!)’ konusunda bir problem görmeyen pek çok solcunun, ve pek çok anarşistin uyguladığı taktik gibi.
‘Sekterlik’, faşizmin yükselmesine yol açıyor.
Nazi rejimi belki bazi yönleriyle stalinkinden daha iyi olabilir.ama
Hitler tarihin en büyük kitle kaltliamcisi olarak stalinle de kiyaslanmaz.. Hitler kacik bir istisnadir..
ABD ve SSCB’nin Almanya’yı Nazilerden kurtarması iyi olmuş ise bugün de bizi bizimkilerden kurtarması neden kötü olsun bu arada?
Şurada Hillary yerine bizimkini koymalı mesela;
https://www.youtube.com/watch?v=RJL_j5P4Cqg
“Açık yaz. ‘Birileri’ gibi muğlak kelime yazma. Kim/ler (sana göre) öyle buyuruyor, açık yaz.”
Farkinda degilsiniz, belli; ama, o ‘birileri’nin arasinda siz de varsiniz: Boyle, emir kipleriyle, karakolda ifade talep edercesine buyurgan tavrinizla.
Fakat, yalniz degilsiniz: Solun neredeyse butun mahalleleri, yakin zamanlara kadar, Stalin hakkinda (hele de kamuya acik ortamlarda) negatif tek kelime edemeyenlerle dolup tasiyordu.
Simdilerde, Stalin doneminin ipligi daha bir pazara cikinca, sayilar azaldi; ama, hala da –zat-i aliniz misali– kendini hamamin namusunu korumaga memur birileri cikabiliyor.
“Evet, daha iyiydi.”
E. Bravo.
Bunu diyebildiginize gore, ya hafizaniz cok zayif, ya hic bir sey okumuyorsunuz, ya da ne dediginizi bilmiyorsunuz…
Baska bir ihtimal varsa bile ben bunlari tercih ediyor ve sizi mazur buluyorum.
Not: ABD’nin Stalin Rusyasi ile isbirligi yapmasi Stalin’i kurtarmaz; bilakis, ABD’nin –daha beter de olsa, yenemeyecegi bir ‘dusman’ yerine, yenebilcegi bir ‘dusman’ ile isbirligine girmek gibi– prensipsizligine isaret eder ve bu ABD acisindan yuzkarasidir. Daha sonralari da, ‘soguk savas’ isimli bir piyes sahneleyerek, her iki taraf da kendi paylarina ayirdiklari ulkeleri iligine kadar somurmuslerdir.
Fakat, bu, konunun ‘dis politika’ vechesidir ve konumuz o degil.
Stalin’in kendi uyrugundaki insanlara yonelik uyguladigi teror, vahset, insafsizlik, acimasizlik benim dagarcigimdaki butun kelimeleri yetersiz kiliyor. Bu acidan, Stalin, Hitler’i filan cirak cikarir.
Hangi rejimin en zalim olduğunu o rejimlerin zulümlerini yaşayanlara sormak lazım.
Eğer Cizre’de ya da Roboski’de, hatta o kadar uzağa gitmeye gerek yok Gezi’de bir yakınınızı kaybetmiş olsaydınız sizin için dünyanın en zalim rejimi AKP olurdu.
Soru sordum: Açık yaz. ‘Birileri’ gibi muğlak kelime yazma. Kim/ler (sana göre) öyle buyuruyor, açık yaz.
Emir kipiyle sormuş olmam, sorumun mahiyetini azaltmıyor.
‘Birileri’ kelimenle, kim(ler)i ima ettiğini hâlâ açıklığa kavuşturmadın.
Dedikodu yapacağına, açık açık yaz.
Solun herhangi bir mahallesinde ikamet ediyor olup olmamam, hafızamın düzeyi, hiçbir şey okuyup okumamam, başka ihtimallerin varlığı yokluğu… Hepsi, senin dedikodu neşriyatından örnekler.
Yukarıda yazdıklarım arasında: 2. Dünya Savaşı esnasında, ABD ve diğer ülkelerin Stalin Rusyası’yla müttefiklik kurmasının, Stalin Rusyası’nı kurtardığına dair hiçbir kelimem yok. Bunlar, senin, dedikodu merakının ürettikleri.
Hitler Almanyası’yla Stalin Rusyası’nı kıyasladığımızda, Hitler Almanyası’nın daha vahim bir halde olduğu sonucu ortaya çıkıyor:
Stalin Rusyası’nın koşulları Hitler Almanyası’nın koşullarından, evet, daha iyiydi.
2. Dünya Savaşı sırasında, ‘asla bir araya gelmez bunlar’ denen iki güç, ABD & SSCB, Nazi savaş makinesine karşı mücadele etmek için müttefik oldu.
Mayıs 1945’den itibaren, (zaten prömiyeri yıllar önce yapılmış olan) ‘Soğuk Savaş’, saklama ihtiyacı hissedilmeden, yine her iki güç (ABD & SSCB) tarafından açık sahneye kondu. (İlk önce gel senle birlik olup şu Nazi’leri ezelim de, sonra yine kendi aramızdaki kavgayı yıllara yayarak sürdürürüz.)
Şu soruyu ‘Mesela, Stalin Rusya’si –Nazi ya da fasist olmadigi icin– daha mi iyiydi?’ sorduğun anda ‘dış politika veçhesini’ de açmış olursun. Kendi yazdığınla çelişme.
2. Dünya Savaşı başlamadan hemen önce, Hitler ile Stalin’in kendi aralarında ‘saldırmazlık paktı’ (23 Ağustos 1939 – 22 Haziran 1941) imzaladığı, sonra, Hitler’in ataklarıyla bu paktın bozulduğu ve tarihin nasıl aktığı ortada. Tıpkı, RTE’nin Putin’e 2015’de bağırıp, 2016’da sarılması gibi.
‘Stalin’in kendi uyrugundaki insanlara yonelik uyguladigi teror, vahset, insafsizlik, acimasizlik benim dagarcigimdaki butun kelimeleri yetersiz kiliyor. Bu acidan, Stalin, Hitler’i filan cirak cikarir.’ İşte mesele burası. Hem Nazileri yenmek amacıyla müttefiklik kurmak için Stalin Rusyası’yla el sıkışılsın, hem Stalin Hitler’i yanına çırak olarak alacak kadar gaddar olsun. Tıpkı, RTE’nin gitmesini isteyen pek çok solcunun ve pek çok anarşistin, ABD başkanlık seçimleri boyunca Hillary Clinton cephesiyle yana yana duruyor olmak mecburiyetinde hissetmesi gibi, ‘tarihin sarkacı bunu gerektiriyordu, biz de yaptık. Sekterlik kötüdür.’ Sonuç: Trump kazandı.
RTE’yle ilgili niçin yazmadığın şimdi anlaşıldı. RTE’den daha gaddarları varken, RTE de bir çırak senin gözünde.
“Nazi rejimi belki bazi yönleriyle stalinkinden daha iyi olabilir. Ama Hitler tarihin en büyük kitle kaltliamcisi olarak stalinle de kiyaslanmaz.. Hitler kacik bir istisnadir..”
Ayni fikirde degilim.
Tarih, malum, galipler/muzafferler tarafindan yazilir. Hitler de –tekrar, malum– galiplerden birisi degil.
Hitler’in ‘butun zamanlarin en kotusu’ olarak pazarlanmasinin son derece makul sebepleri var; baslicalari sunlar:
Hitler’i (ve Fasizmi), ‘olabilececeklerin en kotusu’ payesine layik gormek, ve bunu biteviye tekrar etmek, digerlerinin (ozellikle ABD, Rusya ve Ingiltere’nin –Fransa da var, tabii ki) yaptiklarininin gozardi edilmesine (gozden uzak tutulmasina) ve zaman icinde unutulmasina yardimci oldu/oluyor.
Bir de, baska enteresan sebep de, Yahudiler konusu var..
Her nedense, tarihte Yahudilerin sadakatini edinmek/kazanmak (satin almak ya da elde etmek) cok onemli olagelmistir.
[‘Musluman’ Osmanli’nin Endulus’un yikilmasi esnasinda canhiras gayretle gemiler gonderip Yahudileri kurtarmasi –buna karsilik, oradaki Muslumanlar icin bir kayik bile gondermemis olmasi– ilginctir, mesela.]
Katlettigi Yahudi sayisini da her sene enflasyon katsayisi ile artirmak, onlarin kurtulmasina vesile olan ABD’ye Yahudilerin sadakatini yonlendirmekle kalmamis, zaman Hitler’i biteviye en buyuk cani olarak gostermek, bu sadakatin devamini percinlemek acisindan cok kiymetli bir maden olmustur.
Bir de, tabii ki, Almanlarin surekli baski altinda tutulmasi vardir ki; haliyle boyle bir bonus tadindan yenmez.
Bu, isin yuksek politika yanidir; ve Stalin’in ‘canilik er meydani’nda niye boy gostermemis oldugunu aciklar.
Stalin’i, Hitler ile boy olcusemez derecede cani kilan sey katildigi savaslarda kac insanin olumune yol actigi degildir.
Sudur: Stalin, kendi uyrugundaki insanlari –kendi insanlarini– sudan sebeplerle katletmistir ve bu –Hitler’e kiyasla kat be kat fazladir.
Benzer bir seyi Mao icin de soyleyebilir miyiz?
Bilmiyorum.
Sunu demek istiyorum: Cin’in yakin tarihini pek bildigimi iddia edemem. Dolayisi ile, iddiali konusamam.
Ote yandan, evet, duydugum rakamlar dogru ise [Kultur Devrimi surecinde yaklasik, ya da en az, 30 milyon insani telef edilsinden bahsediliyor], Mao daha buyuk bir cani olabilir.
Bu konuda, daha iyi bile birisi aydinlatirsa mutesekkir olurum.
Stalin Hitler den beterse , Stalin ile ittifak tarihsel bir hata demektir. Madem öyle en kötüye karsi daha az kötüyle ittifak edilmeliydi.
Stalin canisinin yanina Mao yuda eklersek, Amerikalilar ve Batililar Hitlere karsi kesinlikle yanlis bir tutum almislar demektir. Dogrusu söyle olmaliydi . Stalin ve Mao gibilere karsi tabiiki Hitler ile ittifak yapmak insanlik acisindan daha hayirlidir.
Stalinizm’in ortaya çıkışının sorumlusu Bolşevizm ya da Marksizm’in kusurlarından çok, zaten yüzyıllardır bir Şark despotluğu ve halklar hapishanesi olan Rusya’nın bu Çarlık geçmişi değil midir?
Sosyalizm de, tıpkı burjuva demokrasisi gibi, Batı’dan ithal edilince pek yürümüyor anlaşılan. Bizde de olan bu değil mi?
Nazizm’in ortaya çıkışında da Almanya’nın benzer geçmişinin payı yok mudur ayrıca?
Önceki yorumuma ilave edeyim de yanlış anlaşılmasın. Sosyalizmin ve burjuva demokrasisinin ortaya çıkış koşullarının bu ülkelerde söz konusu dönemlerde mevcut olmadığını veya en azından olgunlaşmadığını kastediyorum. Yoksa sorun Doğu veya Batı’nın “öz”ündeki geri kalmışlık veya ilerleme değildir. Çünkü bu koşullar değişebilir. Hatta aslında bütün toplumlarda esas olan ilerlemeye ve medeniyete geçişe yatkınlıktır. Zaman zaman Doğu toplumlarında gözlenen aksi durumlar konjonktüreldir, geçicidir.
Önceki iki yorumda bahsettiğim nedenleri Fransız devriminin yozlaşması için de söyleyebiliriz sanırım. Bu ülkenin geçmişinde de “Devlet benim” diyen bir mutlak monarşi ve onun destekçisi Katoliklik var. Fakat mesela İngiltere’de her ikisi de farklı: Meşruti parlamenter monarşi ve Anglikanlık. Hatta daha geriye, Magna Carta’ya kadar gitmeliyiz.
Buradan başka bir sonuç da çıkıyor (konu biraz dağıldı gerçi), bir ülkede parlamenter sistem ne kadar eskiyse o kadar köklü ve dolayısıyla sağlam. Aksi halde sık sık tek parti/kişi iktidarları ortaya çıkabiliyor. Örneğin bizde parlamentonun geçmişi (kısa süren 1877/78’i saymazsak) 1908’e, İran’da 1906’ya kadar uzanıyor en fazla, fakat Avrupa ülkelerinde daha eskiye gidiyor (İngiltere ve Fransa dışındakileri tam bilmiyorum, Nişanyan’ın aktardığına göre Avusturya-Macaristan imparatorluğu ilk genel parlamentosuna 1867’de kavuşmuş mesela).
https://www.youtube.com/watch?v=XnGOZhs9k80
Liberaller, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı görüntüleri dünya genelinde izlenirken, küreselleşmenin nihai zaferini ilan ettiğinden emindiler. Oysa, 1999’da ABD’nin Seattle kentinde ‘Dünya Ticaret Örgütü toplantısına karşı’ başlayan itiraz, 1989’dan 10 yıl sonra, küreselleşmenin zaferinin çok da uzun ömürlü olmayacağını gösterdi.
1999’daki bu sert itirazdan, yine 10 yıl sonra başlayan (15 Eylül 2008) ‘küresel finansal kriz’, işlerin hiç de düşünüldüğü gibi gitmediğinin işaretiydi.
Küresel kriz sürerken, 2016’da sağ popülizmlerin yükselişi ise küreselleşmenin daha yüksek sesle sorgulanmaya başladığını ilan ediyor.
2016’da İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkış (Brexit) kararında,
ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesinde,
Ve Fransa’da Ulusal Cephe’nin yükselişinde ortak yön:
Küreselleşmenin sorgulanması, hâttâ suçlanmasıydı.
Sağ popülist liderlere bakılırsa, sorunların kökeninde, uygulanan serbest ticaret politikaları vardı. Bu politikaların sonucunda kendi ülkelerindeki işlerin, daha düşük ücretli ülkelere kayması, en büyük problemdi. Peki, bu ülkelerde yaşanan sorun, basitçe, bir ticaret politikası hatası olarak görülebilir mi?
Bazı sektörleri koruyan bir ticaret politikası formüle edilerek, geçmiş 30-40 yılın kaybedenleri, yeniden kazanmaya başlayabilecek mi?
SERMAYENİN ULUSLARARASILAŞMASI
Günümüzde sağ popülizmler tarafından kendi ülkelerindeki istihdam kayıplarının müsebbibi olarak ‘küreselleşme’ gösteriliyor. Buna göre, ticaretin, finansın ve üretimin uluslararasılaşması sonucunda çok uluslu şirketler, gelişmiş ülkelerdeki vasıfsız işçiler yerine, gelişmekte olan ülkelerdeki daha düşük ücretli işçileri istihdam etmeye yönelebildiler.
Sağ popülist liderlere göre, üretimi, düşük ücretli işçilerin olduğu ülkelere kaydırmak, şirketler için bir kârlılık öğesi olmaktan çıkarıldığında sorun çözülecektir. Bu ise, düşük ücretlerin şirketlere getirdiği avantajın, gümrük vergileri ile ortadan kaldırılması ile hayata geçecek. Ancak mesele, bir idari düzenlemeyle, ya da dış ticaret politikası dizaynı ile çözülebilecek basitlikte değil ne yazık ki.
KÜRESELLEŞME DEĞİL, ‘KAPİTALİZM’
Mesele sadece küreselleşme değil, ‘kapitalizm’in ta kendisi.
Küreselleşme sürecini duraklatacak bir ‘yeni korumacılık dönemi’nin, kapitalizmin yapısal işleyişinden kaynaklanan eşitsizlikleri ve sorunları azaltacağına dair herhangi bir veri yok elimizde.
Bir başka ifadeyle, sağ popülist liderler tarafından küreselleşmenin zararları olarak gösterilen sorunlar, aslında, kapitalizmin işleyişinin doğal sonuçları.
Nedir bunlar:
Çalışan kesimlerin büyük çoğunluğu için istikrarlı bir gelir artışının yaşanmaması,
Düşük ekonomik büyüme temposu,
Teknolojik gelişme sonucu ortaya çıkan işsizlik,
Güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaşması…
Her ne kadar hiçbir zaman saf olarak uygulanmasa da, kapitalizmin tarihsel gelişimi içerisinde, korumacılığın ya da serbest ticaretin hakim olduğu dönemler yaşandı. Ancak, korumacılığın hakim olduğu dönemler, kapitalist üretim yapısının bizatihi kendisinden kaynaklanan kriz dinamiklerini ortadan kaldırmanın uzağındadır. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde, sağ popülizmlerin vaatlerinin boş olduğu ortaya çıkacak, ‘korumacılık blöfü’ kapitalizmin sorunlarına çare olmayacak.
SOL NEREDE?
Günümüzde 35-45 yaş aralığında olanlar, kendi ebeveynlerine göre daha iyi çalışma koşullarına sahip değil ve bu kötüleşme hızlanarak devam ediyor. Sağ popülizmin, bu sürece, çalışanlar lehine müdahale etme gibi bir derdi yok.
Peki, temel iddiası bu kesimlerin sorunlarını çözmek olan ‘sol’ neden bu tabloda yok? Başka pek çok faktörün yanında şu iki sorunlu pozisyon, ‘sol’un inandırıcı bir seçenek olmasını engelliyor:
(1) Küresel teknokrasinin bir parçası haline gelmiş ve neoliberalizmi kucaklamış bir ‘3. yol sosyal demokrasisi’, tabii ki bu kesimlerin derdine derman olamayacak.
(2) Bir üretim sistemi olan ‘kapitalizm’ ile derdi olmayan, içeriksiz bir küreselleşme karşıtlığının, eninde sonunda sağ bir projenin destekleyicisi olması çok muhtemel.
Bu nedenle, neoliberal küreselleşme karşıtı hamleleri de içeren kapitalizm-içi reformları, kapitalizm sonrası alternatiflere geçişin bir aşaması olarak formüle eden yeni bir solun yokluğunda, geleceğimiz, tarihin karanlık güçlerinin insafına bırakılmış durumda.
6 Mart 2017
Doç. Dr. Ümit Akçay
Atılım Üniversitesi
İktisat bölümü öğretim görevlisi
Mesele o kadar basit değil. Dünyadaki durum kimi zaman daha belirleyici oluyor. Stalin rejuimi içeride Hitler rejimini baskı açısından ikiye katladığı halde dış saldırganlıkta Hitler en öndeydi, dolayısıyla onun o sırada esas hedef
alınması gerekiyordu. Bunu yakın tarihte Irak-ABD açısından ele alırsak daha iyi anlarız. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıktık ve objektif olarak Saddam’la müttefik durumuna geldik. Şilmdi ABD’nin iç rejimiyle Saddam rejimini karşılaştırdığımız zaman elbette ABD rejimi çok daha demokratiktir ama orada saldırgan olan ABD idi. Bu yüzden Saddam rejimi çok daha gfaddar olmasına rağmen ABD’nin saldırganlığına karşı mücadeleyi esas aldık. Sanırım olay budur.
Mesele o kadar basit değil. Dünyadaki durum kimi zaman daha belirleyici oluyor. Stalin rejuimi içeride Hitler rejimini baskı açısından ikiye katladığı halde dış saldırganlıkta Hitler en öndeydi, dolayısıyla onun o sırada esas hedef
Gün Zileli
Mart 15th, 2017 at 06:41
alınması gerekiyordu. Bunu yakın tarihte Irak-ABD açısından ele alırsak daha iyi anlarız. 2003′te ABD’nin Irak’ı işgaline karşı çıktık ve objektif olarak Saddam’la müttefik durumuna geldik. Şilmdi ABD’nin iç rejimiyle Saddam rejimini karşılaştırdığımız zaman elbette ABD rejimi çok daha demokratiktir ama orada saldırgan olan ABD idi. Bu yüzden Saddam rejimi çok daha gfaddar olmasına rağmen ABD’nin saldırganlığına karşı mücadeleyi esas aldık. Sanırım olay budur
Peki o zaman Nazizm sonrasi soguk savas yillarinda Demokratik Batiyi , Dünya çapinda yayilmaci Stalinist SSCB ye tercih etmeliydik.
Burada da durum öyle değil. SSCB Doğu Avrupa’yı işgal etmiş ve orada kendisi açısından stabile bir durum yaratmıştı. Fakat o dönemde ABD dünya jandarmalığına soyunmuştu. Yani dünyanın her tarafında işgaller vb. yoluyla efendiilik taslayan ABD idi. Fakat ABD’nin saldırganlığı SSCB içindeki gulagların örtbas edilmesini gerektirmemeliydi. J. P. Sartre bile 1956’ya kadar bu hatayı yapmıştır. Kısaca söyleyecek olursak: ABD saldırganlığına karşı SSCB ile aynı safa düşüyorduk ama SSCB’nin ve uydu ülkelerin rejimleriyleri söz konusu olduğunda da ABD ya da genel olarak .atı ile aynı safa düşüyorduk. Bu kaçınılmazdı. Stalinistlerin, Stalinizmi eleytiren devrimcilere CIA damgası vurmlarının nedeni budur. Bunu hâlâ yapıyorlar.
“Günümüzde 35-45 yaş aralığında olanlar, kendi ebeveynlerine göre daha iyi çalışma koşullarına sahip değil ve bu kötüleşme hızlanarak devam ediyor.”
Taaabi, tabi.
Isminin onune “Doç. Dr.” yaz, oturdugun yerden salla boyle.
Hangi (nadir) meslekmis o ki babasinin calisma sartlari oglundan iyiymis?
Hangi fildisi kulede yasar bu iktisat bilmemnecisi beyler?
Meral Akşener’den tartışılacak sözler
MHP’den ihraç edilen Meral Akşener, “Referandumda hayır diyen kimse olmasa, çıkan sonuç yüzde 100 evet olsa dahi bu sonucun meşruiyeti olmaz” dedi.
MHP genel başkan adaylarından Meral Akşener, sosyal paylaşım sitesi Twitter üzerinden, anayasa değişikliği referandumuna ilişkin açıklamalarda bulundu. 15 Temmuz darbe girişiminin temel sebebinin, 2010 yılındaki anayasa değişikliği olduğunu savunan Akşener, şunları kaydetti:
“Türkiye’mizin sahibi olduğu Keçi adasına Yunan Cumhurbaşkanının çıkmasına hükumet seyirci kalmıştır. Acilen gereği yapılmalıdır. Referandumda hayır diyen kimse olmasa, çıkan sonuç yüzde 100 evet olsa dahi bu sonucun meşruiyeti olmaz. 15 Temmuz kalkışmasının temel sebebi 2010 yılındaki Anayasa değişikliğidir. 15 Temmuz’da millet devleti sokaktan toplamıştır.”
http://www.hurriyet.com.tr/meral-aksenerden-tartisilacak-sozler-40395449
53-54-55’e bir ek daha
Emevilerin bir Şark despotluğu kurabilmesi de temelde onların zaten İslam öncesi Arap toplumunun egemen ve zengin ailelerinden olmalarıyla açıklanmalıdır. Fetihlerle gelen Bizans/İran etkileri ikincildir. Dolayısıyla 41’deki yazıda dediği gibi Küçükaydın’ın “Emevi egemenliği ile birlikte İslam Şark despotluğunca ele geçirildi” tespiti eksik kalıyor.
Aynı şekilde Osmanlı/Selçuklu devletleşmelerinde iç dinamikler esas, Bizans/İran etkileri ikincildir. Bu konuda Berktay şöyle diyor:
[Dolayısıyla Büyük Selçuklular için de, Osmanlılar için de imparatorlukların “dört yüz çadırlık aşiretlerden çıktığı” teorisinin doğru eleştirisi, -mealen- “Hayır, aşiretten çıkmadılar; aşiretten imparatorluk çıkmaz; nitekim sadece aşiret(ler)e değil, ulemaya da dayanıyorlardı.” demek olmuyor. Bu teorinin doğru eleştirisi, “dört yüz çadırlık aşiret”in artık saf kandaşlık düzeyindeki bir aşiret değil, içsel farklılaşma ve başkalaşım sonucu artık kendi zıddına dönüşmeye hazır bir aşiret olduğuna işaret etmektir.]
http://marksist.net/gulhan-dildar/fasizm-ve-kitle-psikolojisi.htm
zileli’nin üstteki bir mesaja yorumu:
“”Gerçekten özgürlükçü bir toplumda bir faşist de fikirlerini açıklayabilmeli, ancak fiili şiddet çağrılarına giriştiğinde bu önlenmelidir.””
komik bir önerme çünkü AİHM’nin ifade hürriyeti konusundaki kırk yıllık yerleşik içtihatını sanki yeni bir şeymiş gibi sunmuşsun. Aihm, toplumun yerleşik değer yargılarına ters, hatta şok edici düşüncelerin bile şiddeti teşvik etmemeleri kaydıyla serbest şekilde ifade edilebileceğini karar altına almıştır.
hatta ben bir adım ileri götüreyim; şiddeti olumlasa veya şiddet çağrısı içerse dahi çağrıda bulunan kişi veya seslendiği kitlenin çağrıya uygun şiddeti gerçekleştirebilecek somut araçlara sahip olmaması durumunda da ifade hürriyeti kapsamında değerlendirilmelidir şeklinde Aihm’nin azınlık görüşü mevcuttur. Yani anarşist devrimci zileli, burjuva toplumun yerleşik kurumlarının özgürlükçü anlayışlarını geriden takip ediyor 🙂
Ayrica Türkiye solu Irak in isgaline karsi cikip objektif olarak Saddam in yanina dusmedi. Bir iki akim Boyle bir tavir koydu ve Saddamcilikla suclandilar. Solun geneli fifti fiftici bir tutum alarak `objektif` olarak ABD nin yaninda yer aldi. Saddam diktatorune karsi isgali destekleyen sol gruplar bile vardi . (bu Kürtler icin iyidir diyerek) . Ayrica Zileli su `Ojektif`olarak Subjektif olarak mantigini elestrirdi benim bildigim. Isine gelince kullanivermis. Multi Methodizmin ustadi oluvermisisniz Zileli.
Meral Aksener in siyasi ideolojik aidiyeti sovenizmi malum. Ama Suriyeli mülteciler konusunda söyledikleri CHP lilerden çok daha ileride. Mealen söyle söylüyor :Bu insanlar ve cocuklari (suriyelileri kasdediyor) bir sekilde bu ülkede kalacaklar. Bu insanlarin integrasyonu cocuklarin egitimi okullastirilmasi konusunda cok ciddi bir programa ihtiyacimiz var.
CHP liler ise yabanci dusmanligi ile karisik Suriyeliler gitsin askere istemezuk propagandasi yapiyor.
İstanbul’da 18 Mart Cumartesi günü Suriye cihatçılarıyla “dayanışma” konferansı düzenlenecek. DSİP’e yakınlığıyla bilinen marksist.org sitesinde yer alan habere göre Beyoğlu’ndaki Cezayir Toplantı Salonu’nda düzenlenecek konferansa, 2010 yılındaki anayasa referandumunda “Yetmez ama evet” diyen Devrimci Sosyalist İşçi Partisi(DSİP)’nin yöneticisi Yıldız Önen de katılacak.
`Objektif `olarak DSIP ve Yildiz Onen i nasil adlandirmaliyiz?
Ein Volk, ein Reich, ein Führer
RTE: Tek millet, tek devlet, tek bayrak
Alles für Deutschland
AKP: Herşey Türkiye İçin
Yukarıdakilere ilaveten şöyle bir benzerlik de var:
Gott mit uns
RTE: (Allah’ı kullandığı bütün cümleleri, ki bunlar çok)
2015’de Anglosakson dünyada siyaset sahnesinde büyük bankaları parçalamaktan ya da finansal sektörü toplum yararına denetlemekten bahseden siyasetçiler büyük destek topladılar. Bu destek Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Bernie Sanders’ın başkan adaylığı kampanyası sürdürebilmesini, İngiltere’de de Jeremy Corbyn’in önce İşçi Partisi liderliğine gelmesi, sonra da, Tony Blair çizgisini takip eden daha piyasacı bir cepheyi 2016’da parti içinde tekrar yenilgiye uğratmasını sağladı. Görünüşte bu ayrım, Güney Avrupa’da sosyalizmden esinlenmiş, ve kitle hareketleri ile ilişkisi sorunlu olsa da, açık bir şekilde sol siyasal program savunan partilerin yerleşik partileri sallamasıyla birleşmekteydi.
Dönüşüm, ana mücadele hattının, müesses nizam temsilcileriyle buna karşı etkili muhalefet sürdüren bir sol arasında biçimlenmesi anlamına geliyordu. Söz konusu dinamik, aşılamayan ekonomik finansal krizin (15 Eylül 2008’den günümüze) yarattığı tahribatla bir arada yol alıyor, liberal demokrasi ya da yerleşik kurumsal partilerin temsil ettiği çizgiye yönelik tepkinin, sağ popülist ve faşizan hareketlere de akıtılabileceği biliniyordu. Ancak, dönüşümün bu kadar hızlı ve sarsıcı bir şekilde olması ve 2016’daki siyasi atmosferin sağ popülizmi bu ölçüde sıçratması beklenmiyordu.
Burada, popülizmi, klasik anlamıyla iktidar bloğu ve yerleşik düzen karşısında bir halk tarifine girişen ve halkın çıkarlarını kendisinin temsil ettiğini savunan siyasal hareket ve oluşumlar için kullandığımı belirtmeliyim. Popülizm, siyasetteki temel bir ayrım çizgisini düzene meydan okumak için kullanır. Kadim siyaset yapma tarzlarından birisi olduğu kadar zaman zaman yerleşilebilecek bir siyasal pozisyon olarak da değerlendirilebilir. Buna göre, res publica yani kamunun işi ve gücünün ve bunları idare eden devletin aynı zamanda halkın işi ve halkın malı (res populi) olduğuna yönelik antik Yunan ve Roma düşüncesindeki idare ve halk özdeşliği anlayışı geride kalmış, bir avuç seçkin ve zenginin tasarruflarıyla iktidar halkın karşısında bir blok haline gelmiştir. Bu gaspa, milliyetçi ya da faşizan bir söylemle karşı çıkılacağı iddia edilebildiği gibi, halkçı veya sosyalist bir programla karşı koyulacağı da söylenebilir. Nitekim sağ ve sol popülist hareketler 2008-2009 finansal krizi sonrasında güç kazanmış, ancak, makroihtiyati tedbir anlayışıyla tadilattan geçirilmiş neoliberal bir programın küresel ölçekte uygulanmasını engelleyememiştir. İktidar bloğunu ‘Troyka (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu)’ olarak tarif eden, ancak, bloğun kurucu harcı olan Avro’dan (Euro) ayrılmayı barındıran somut bir geçiş programı hazırlayamadığı için giderek PASOK’laşan SYRIZA örneğinde görülebileceği üzere, popülist unsurlar barındıran parti ya da hareketlerin ülkelerinde siyasal iktidara uzanması sistemden kopuş ya da huruç anlamına gelmemektedir. Ancak yakın dönemde sol popülizmin başarısızlıkların, piyasacı programların soldan eleştirisinin etkisini zayıflatmakta olduğunu, ya da piyasacılığın alaşağı edilmesini zorlaştırdığını teslim etmek gerek.
Sağ popülizm nereden beslendi ve ne öneriyor?
2008-2009 finansal krizi, birbiri içine geçen farklı aşamalar içinde devamlılık sergiledi. Krizin başlangıcından sonra geçen 8 sene (ABD’deki ilk konut fiyatları düşüşünü başlangıç kabul edersek 9 sene) içinde küresel kredi çöküşünün aynı zamanda bir küresel hasıla daralmasını getirdiğini, sonrasında ise Avro Bölgesi’nde parasal birliğin bütün çelişkilerinin çıplak bir şekilde açığa çıktığı bir devlet borcu krizine döndüğünü gördük. 2014 sonundan itibaren sermaye hareketlerinde ‘merkeze kaçış (örneğin, güvenilir liman olarak görülen ABD ve Almanya piyasalarına)’ ya da ‘geç kapitalistleşen ülkelere yönelimdeki zayıflama’, dünyadaki ekonomik büyümenin motoru olarak kabul edilen küresel Güney ülkelerinde istikrarsızlıklar yaşanmasına etki etti ve daha önceki dönemlere göre düşük büyüme oranları dayattı.
Emek piyasası dışına atılanların geri dönüş umudunun kalmamasının da etkisiyle işsizliğin ABD’de radikal bir şekilde düşüşü, ya da Avrupa Merkez Bankası’nın ‘miktarsal genişleme programının (quantitative easing)’ etkisiyle Avro Bölgesi’nde deflasyon riskinin bertaraf edilmesi kimseyi yanıltmamalı. Merkezde olduğu kadar küresel Güney‘de de düşük büyüme ve sermaye hareketlerinin getirdiği istikrarsızlıklar nedeniyle, küresel krizin geride kaldığını iddia etmek oldukça zor. Krizin süreğenliği, ve bunun gelir dağılımı ve çalışma koşullarındaki değişimle birlikte dayattığı travmanın oluşturduğu arka plan, sürekli olarak yerleşik iktidar aygıtlarının kapasitesinin aşınmasını getiriyor. Sol-sosyalist hareketlerin (SYRIZA hariç) iktidara uzanamamalarına neden olan hatalara göçmen krizi eklenirse eğer, sağ popülist hareketlerin 2016’daki sıçrayışı belki daha kolay açıklanabilir. Bu sıçrayış, ABD’de ve Avrupa’da siyaset sahnesinde temel bölünmeleri de yeniden şekillendirmiş görünüyor.
Son birkaç aydaki gelişmeleri bu pencereden değerlendirmek mümkündür. 8 Kasım 2016’da ABD başkanı seçilen Donald Trump, sıradan muhafazakârların tercih edeceği ‘vergi kesintisi’ ve ‘ekonomik kuralsızlaştırma’ vaatlerinin yanına, ‘beyaz Amerikalının korunması vurgusuyla yoğrulmuş bir müdahaleciliği’ ekledi. Ekonomik büyümeyi katlayacağını, bunu gümrük vergileriyle ve ticaret anlaşmalarıyla oynayarak ABD’ye ‘yıllardır kaybettikleri işleri geri getirme’ düşüncesiyle başaracağını ilan etti. ‘Amerika’yı yeniden büyük kılma (Make America Great Again)’ sloganı, yolsuz ve ahlâksız seçkinlere-müesses nizama karşı, sıradan Amerikalının haklarını koruma taahhüdünü barındırıyordu. Tipik faşizan unsurlar barındırmasına karşın sokak ayağı eksik ancak aynı oranda halkın sesi (vox populi) ve iradesini temsil iddiasında bulunan bir sağ popülizm… Bu noktada Trump’ın kabinesinin dolar milyarderlerinden mürekkep bir seçkinler geçidi sunması önemsizdir. Odaklandığımız noktada, kuralsızlaştırmacı bir neoliberalizmle altyapı harcamalarının canlandırdığı bir ekonomi öngörüsünü birbirine katan Trump’ın ekonomik programı önemlidir ancak siyasal alanı bölme yolu ve tercihi nazarında ikincil kalmaktadır.
Sağ popülizmin seslendiği kendini savunmasız hisseden çalışan sınıf ya da artık nüfus mensubuna tehlike olarak yabancı, göçmen, müslüman vb. gösterilir. Destekçisi açısından, muğlak bir müesses nizam karşısında kendi iradesini temsil edecek olan lider, ulusun eski gücünü onarırken aynı zamanda kendisini de daha güçlü kılacaktır. Sağ popülizmin yakın dönemli versiyonlarının barındırdığı ‘otoriterlik’, kamusal olanın bir azınlık tarafından ele geçirilmişliğini vurgular; kamuyu (res publica’yı ve onunla özdeşleşmiş hak ve özgürlükleri) tekrar onarmaya ya da kamusal tartışmaya girmeye yatkın değildir, aksine, kamu her yönüyle itibarsızlaştırılır, içeriği boşaltılır. Kamunun itibarsızlığı, halkın iradesinin sadece bir lider ya da bir parti (veya bir düşünme biçimi) tarafından temsil edilebileceği yönlü siyasal savlara güç sağlar.
Siyasal düzenin halkın arzuladığı şekilde kurulması çağrısı, bazı yabancıları ya da kökeni dışarıda olanları açık hedef olarak belirler. Örneğin, ABD’de Latino nüfus üzerinden yapılanın bir benzeri, sonbahar boyunca muhafazakârların başkan adayı ön seçimlerinde kendisini Fransa’da bir kez daha gösterdi. Önseçimleri sürpriz bir şekilde kazanan François Fillon, sendikaların gücünü ezme, Fransa’nın ihtişamının hakkını verecek şekilde tarih kitaplarının gözden geçirilmesi gibi taahhütlerinin de ötesinde, doğrudan göçmen sayısında sınırlandırma ve müslümanların kendiliğinden ilişkili oldukları varsayılan İslami teröre karşı mücadele vaatleriyle, çok sayıda muhafazakârın gönlüne girdi. Bu haliyle Fransa’da serbest piyasayı amentü bellemiş Fillon, ve daha korumacı bir ekonomi programı öneren faşist Marine Le Pen arasında geçmesi beklenen 2017 başkanlık yarışında ortaya çıkan resim, Trump / Trump’a karşı şeklinde özetlenebilirdi.
Siyasal alanın sağ popülizm tarafından bölünmesi biçimi sadece ABD’ye ya da Fransa’ya özgü değil:
Yolsuzluğa ve kara ekonomiye karşı savaşın parçası olarak dolaşımdaki banknotların yarısının bir geceyarısı geçersiz ilan edildiği Hindistan’da,
Muhalif zihniyet mensuplarının ülkenin en önemli sorunu olarak resmedildiği Türkiye’de,
Göçmen karşıtı politikaları eleştirenlerin ülkeyi güçsüz düşürme amacı güttüklerinin savunulduğu Macaristan’da,
Ve nice ülkede benzer bir çizginin hakimiyeti tespit edilebilir.
Çokça dillendirilen başka örnekleri bir yana koyarsak, sağ popülizmin formülü basittir: ‘Buralı olmayanı ve azınlığı öyleymiş gibi kabul ederek kamunun eşit parçası kılmak, halkın iradesine ket vurmak anlamına gelir; müesses nizamı korur, sıradan insanı tehlikelere karşı güçsüzleştirir.’
Savunma hattını nerede kurmalı?
2016 sonu itibarıyla sağ popülizmin siyaseti okuma ve bölme biçiminin çok büyük ölçekte egemenliğini tesis ettiğini ileri sürmek fazla abartı olmayacaktır. Ancak, yukarıda kısaca değinilen örneklerde, otoriterleşme ve kamusal tartışmanın boğulmasına karşı süregiden mücadelede umut verici hareketler de yeşerdi, serpildi.
Sol popülist olarak da tanımlanan, ya da ‘yeni sol’ adlandırması uygun görülen hareketlerin ekseriyeti siyasal sistemin tıkanmışlığı ve çürümüşlüğünü teslim ederken çareyi ekonomik ve finansal krizin yaralarını sarmak ve yeniden bölüşümcü politikalar aracılığıyla bir ferahlama yaratmak olarak resmetti.
Mevzubahis siyasetin zayıf noktasını, ‘bölüşüm ilişkilerine olan müdahalenin üretim alanına uzanmasındaki çekimserlik’ ve ‘alternatif ekonomik program eksikliği’ oluşturuyor. Anglosakson dünyada alıcı bulmuş birkaç siyasal talebe değinerek açıklamak gerekirse, büyük bankaların parçalanması ve finansal sektörün daha sıkı bir denetime tabi tutulması, finansal olmayan şirketler (reel sektör) ile finansal sektör arasındaki ayrımın son derece muğlaklaştığı Anglosakson ülkelerde sınırlı bir adıma işaret ediyor. Ya da demiryollarının kamulaştırılması için yıllardır süregiden kampanyalar artık ana muhalefet liderinin ağzından dökülen bir vaade dönüşse de İngiltere’de bu tarz bir kamulaştırma Londra merkezli finansal sektörün ekonomi içi ayrıcalıklarına ilişkin kapsamlı bir program olmaksızın sadece tren bilet fiyatlarının denetim altında tutulması ama ekonomide kamu ağırlığının arttırılmaması anlamına geliyor.
Kısaca, farklı hareket ve siyasal partilerin, çürümüş sistem karşısında eşitlikçi ve yeniden bölüşümcü talepleri, somut ve alternatif ekonomi politikaları eksikliğinden muzdarip bir şekilde nefeslerinin ancak ‘parçalı müdahalelere’ ve ‘sınırlı düzenlemelere’ yettiğini gösteriyor. Bu tarz bir eksiklik hafife alınabilecek bir arıza olarak görülmemeli; SYRIZA örneğinde görüldüğü üzere, müesses nizamın kendini beğenmiş temsilcilerinin ifşa edilmesi ve Troyka uzantısı politikacıların geniş kesimler nezdinde itibarsız kılınmalarına karşın, teslimiyet ve eleştirdiğinin parçası haline gelmeye uzanabilecek bir kırılganlık olarak değerlendirilmeli.
Yıkımın nedeni olarak; piyasanın dizginlenmemesi, finansal sektörün gücünün artması, seçkinlerin siyasal güçleri aracılığıyla politika yapımına doğrudan etkide bulunmaları ve demokrasinin aşınması benzeri tespitlerin haklılık payı bulunmakla birlikte, bu tarz sol itirazlar savunma hattını, ‘kontrollü piyasa’, ‘üretime destek veren siyasal irade’ ve ‘demokratikleşme’ üzerinden çekiyor. Ancak, bu hat, tam da siyasal tercihin ifade ettiği muğlaklık nedeniyle, ‘terbiye edilmiş ekonomik liberalizm’ ya da ‘tadilattan geçirilmiş yeni kurumsalcı bir neoliberalizm’ karşısında savunmasız kalıyor.
Elbette iradeci bir vurguyla, radikal sol bir siyasal programın bütün sorunların üstesinden geleceği anlamı bu ifadelerden çıkarılmamalı. Mesele, mevcut siyasal iktisadi sorunlar ve bunların kaynağı olan toplumsal örgütlenme karşısında farklı bir örgütlenmenin nüvelerini içinde barındıran siyasal talepler formüle etmek ve bunların gerçekleşmesi için gerekli ivmeyi oluşturmak. Hazır reçete yok, ama piyasacılık karşısında çekimserliğin, faşizan söylem karşısında geri durmanın bir faydası da yok.
Alternatifleri tartışmak her zamankinden önemli
‘Sağ popülizm’, kriz zemininde düzene öfkeyi faşizan bir kanala akıtırken, kamuyu (bir bütün olarak kavranan) halkın kılmaya çalışmıyor. Aksine, kamusal olarak nitelenebilecek ne varsa çöpe atmayı tercih ediyor.
Sağ popülizmin neoliberalizmden ne kadar çelişik görünse de güç devşirebilmesinin arkasında bu ortaklık bulunuyor. Tekrarlayacak olursam, gidişat karşısında içeriği daha eşitlikçi bir şekilde doldurulsa da oldukça sıradan ekonomik reformlar ya da bölüşümcü politikalar savunusu oldukça yetersiz kalıyor. Biraz öngörülü bir neoliberal ya da yeni kurumsalcı herhangi bir iktisat profesörünün önerdiklerini çağrıştıran ‘üretime teşvik’, ‘büyük finansal aktörleri denetleme’ ve ‘vergi düzenlemeleriyle yeniden bölüşüm’ daha eşitlikçi bir toplum mücadelesi için alan açabilir, ama, sorunların kaynağında yatan pratiklere ve toplumsal örgütlenme tarzına uzanmadıktan sonra, reformların yarattığı ferahlama geçici kalmaya mahkûmdur.
Söz konusu girişimler bu tarafıyla eski bir yönetim pratiğini çağrıştırmaktadır. Mezopotamya’da ilk çağdaki yarı kamusal iktidar odakları, hükümdar değişikliklerinde, ya da yedi yılda bir borçları silerek temiz bir sayfa açmaya çalışırlardı. Bu sıfırlama, borç kölesi haline gelerek çiftçilerin üretimden koparılmasının önüne geçmeye, devletin gelir kaynaklarını ve insan gücünü korumaya odaklanıyordu. Ama aynı zamanda, mükerrer pratiğin gösterdiği üzere, borçlanmaya yol açan toplumsal örgütlenmeye dokunmuyor, aslında bizzat bunu sürdürmeye hizmet ediyordu.
Çelişkileri ve tahribatı yaratan örgütlenmeyi korumaya, ıslah etmeye ihtiyacımız yok.
Sol popülizmin, ‘yeni sol’un ya da yeniden bölüşümcü itirazların savunma hattının yetersizliğini göz önünde bulundurmak, alternatif tahayyüller için her zamankinden daha önemli artık.
1 Ocak 2017
‘Mesele’ dergi
Dr. Ali Rıza Güngen
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde araştırma görevlisi
2016’da çok sayıda ülkede ‘sağ popülist’ olarak nitelenen parti ve kişilerin siyaset sahnesinde yükselişini, ‘2008-2009…2017… uluslararası finansal kriz ve dalgaları’nın bitmek bilmeyen gücüne bağlamak mümkün.
‘Çöküş’ ve takip eden ‘ekonomide düşük büyüme’, emek piyasasına dönemeyen milyonların öfkesi, ve dönenlerin çalışma koşulları birlikte ele alındığında, tepkisel bir siyasi söylemin güç kazanması için verimli bir zemin oluştuğunu görebiliyoruz.
Sağ popülizmin, neoliberalizmin tahribatından faydalanarak bir seçmen bloku oluşturduğunu, ancak, dramatik değişiklikler ihtimalini güçlendirmekle birlikte zayıflıklarının bulunduğunu ileri sürüyorum. Ekonomi politikalarının piyasacılığı, ya da kemer sıkma karşıtlığını ulusal ekonomi savunusuna indirgemesi, dünyanın farklı coğrafyalarında eşzamanlı görülen sağcı yükselişin de sınırlılığına işaret ediyor olabilir.
Bu değerlendirmede popülizmi iktidar bloku karşısında muhayyel halkın çıkarlarını savunma iddiasındakilerin başvurduğu bir siyaset tarzı olarak tanımlıyorum.
Halkın malı ve işi olması gereken idarenin bir avuç seçkin ya da müesses nizam unsurundan müteşekkil bir blokun elinde olduğu iddiasıyla çatılan siyasi pozisyonlar, popülist olarak nitelenebilir. Uluslararası finansal kriz, hem sol hem de sağ popülizmi beslerken, alternatif ve bütünlüklü program eksikliği ve neoliberal teknokrasi ile başa çıkma yetersizliği, sol popülizmi ve yeni solu yıprattı. Faturayı yabancılara, azınlıklara, göçmenlere kesen sağ popülistler ise rüzgarı arkalarında buldular.
Tahribattan avantaja
Sağ popülizmin neoliberal teknokratik yönetimlerin icraatlarından ve neoliberalizmin yarattığı, derinleştirdiği tahribatlardan faydalanması iki düzlemde gerçekleşiyor.
Bunlardan ilki, kamusal olanın değersizleştirilmesinin yarattığı manevra alanıdır. Kamusal tartışma ve kamusal bilgi üretiminin değersizliği karşısında, çalışan sınıf ya da artık nüfus mensubu yaşam koşullarının iyileştirilmesini, araştırmalar ve bilimsel bulgular ışığında kamusal tartışmalara bağlayamaz. Daha ziyade, basit formülasyonlar ile güçlü parti ya da liderin ağzından çıkacaklara bakılır. Meseleler basitleştirilir, sorunlar güçlü bir iradenin dokunuşuyla çözülecekken zaten kimsenin kusura bakmaması gerekir.
İkinci nokta ise, neoliberalizmin derinleştirdiği ‘gelir adaletsizliği’ ve ‘servet eşitsizliği’dir. Artan gelir adaletsizliği, yerinde saymak için dahi daha fazla çalışmak zorunda kalan, ya da, işsiz kaldığı sürelerde girdiği borç kapanından kurtulmasına çalıştığı süre yetmeyen emekçi açısından farklı şekillerde deneyimlenebilir. Bir ‘zenginler & muktedirler bloku’nun toplumun tepesinde yer aldığı, ve milyonlarca insanın hayatını biçimlendirdiği gerçeği, gerektiğinde bunları hizaya getirecek bir lidere ihtiyaç olduğu yönlü siyasal argümanın işini zaman zaman kolaylaştırır. Doğrudan bir bağlantı bulunmasa da, gelir adaletsizliği ve servet eşitsizliğinin, gerektiğinde, sermaye çevreleriyle halk ihtiyaçları doğrultusunda çatışma görüntüsü verecek bir siyasal figür için mümbit bir zemin oluşturduğu ifade edilebilir.*
(*Hatırlatmak gerekirse: 46 ülke arasında, 2000-2014 yılları arasında en tepedeki %1’lik kesimin servetini en hızlı arttırdığı ülkeler arasında başta Rusya, Türkiye ve Hindistan gelmektedir. Kaynak: Credit Suisse Küresel Servet Raporu, 2014)
Ekonomi politikaları
Bu avantajlar sağ popülist hareket ya da oluşumların seçim başarıları kazanması, iktidar ortağı olması ya da iktidarı biçimlendirmesine olanak tanıyor. Fakat, sağ popülistlerin savunduğu ekonomi politikaları ve bunların muhtemel sonuçları, daha alevli bir şekilde, ancak ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte tartışılmaya başlanabildi.
Her ülkede değişen güç dengesi ve siyasal-iktisadi sorunların niteliğiyle birlikte, oldukça alacalı hale gelmesine karşın, yine de sağ popülistlerin vurguladığı temel ekonomi politikası unsurlarından söz etmek mümkün. ABD’de Trump, altyapı yatırımlarını arttırarak ve ABD menşeli şirketlerin ürettiği malzemelerin kullanılması şartı getirerek, ekonomik büyüme oranını iki katına çıkarmayı hedefliyor. Halihazırda ABD’de düşmüş işsizlik oranı nedeniyle bu önlemler ücretlerin fırlamasını ve (ücret artışı kontrolü anlamına da gelen) fiyat istikrarı hedefi, FED’in (ABD Merkez Bankası’nın) faiz artışlarını beraberinde getirecek. Trump’ın vaatlerini gerçekleştirmesi kısmen Dünya Ticaret Örgütü (WTO) anlaşmalarının askıya alınmasına kadar gidebilecek bir korumacılığa da ihtiyaç duyuyor. Başta ABD olmak üzere bütün dünyada ekonomi medyasının bahsettiği belirsizlikler, ekonomi politikalarının uygulanabilmesi için gereken hukuksal alt üst oluş ve öngörülemez sonuçlarla alakalı.
Serbest ticaret ilkelerine darbe vuracak Trump planları, Fransa seçimlerinde favori adaylardan faşist Marine Le Pen’in korumacılığıyla benzeşiyor. ‘Halkın çıkarlarını küresel seçkinlere feda eden kemer sıkma’ karşısında eleştirisini zaman zaman yükselten Le Pen ve Fransa’da Ulusal Cephe, Fransız işçisini küreselleşme ve göçmenlerden koruma vurgusuyla oylarını arttırmaya çalışıyor. Ancak, Trump’ınkine benzer bu küreselleşme eleştirisi ne kadar çelişkili de olsa Fransız sermayesini koruma gerekçesiyle bir arada yürütülüyor.
Söz konusu çelişki ‘ulus’un sınıfsal bölünmüşlüğünün inkârı ve tehdit kaynağını dışarlıklı-yabancı olan şeklinde tarif etmekle sürdürülebilir. Nitekim Avrupa’nın geri kalanındaki sağ popülist partilere de bakıldığında, genellikle muhafazakâr değerleri piyasa özgürlükleri ile birlikte savundukları, ve bu ikisi arasında bir eşdeğerlik kurdukları görülüyor. Ekonomi politikası anlamında kamu harcamalarının sınırlanması ve refah devleti artığı uygulamaların gözden geçirilmesine Avro (Euro) bölgesine koyulan mesafe ekleniyor. Polonya’da ‘Yeni Sağ Kongre’, İsviçre’de ‘Halk Partisi’ ve İngiltere’de ‘Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ gibi farklı oluşumları ortak bir şekilde tanımlamaya izin veren bu unsurlara, ‘göçmen karşıtlığı’, ‘vergileri düşürme politikası’ ve ‘arz yönlü iktisata olan bağlılık’ eklenebilir.
Ancak, bu ortaklaşmaları ileri götürmek oldukça zor. Hindistan’da başbakan Narendra Modi ve Rusya’da Vladimir Putin’in paternalist mekanizmalarla sermayeyi ‘ulusal çıkar’ doğrultusunda yönlendirmeye kalktıklarını, ancak, muhafazakârlıklarını programatik bir kamu harcaması sınırlandırma tercihi ile taçlandırmadıklarını görüyoruz. Sonuçta, farklı coğrafyalarda muğlak tanımlanmış bir müesses nizam, ya da küresel düzene meydan okuyan ve toplumsal eşitsizliklerin ve sefaletin kaynağını komplolara, küresel seçkinlere, göçmenlere bağladığı ölçüde ırkçı retorikle donanan hareketler güç kazanıyor. Ancak ekonomik programları, ya piyasacılığın etkisini taşıyor, ya da kısmi müdahalelerle ‘ulusal ekonomi’nin korunmasından dem vuruyor.
Vaat ve gerçeklik
2008-2009 krizinin arka planında zemin kazanan ve/veya seçim başarılarını sürdüren siyasal hareket ve partilerin gücü dünya ekonomisinde çok taraflı anlaşmaların rafa kalktığı, ticari serbestliğin zarar gördüğü ve iki taraflı ticaret anlaşmalarının daha ön plana çıktığı bir ortam oluşmasına katkıda bulunabilir. 1930’lar dünyasındaki ‘komşusunun kuyusunu kazma’ tercihini hatırlatan korumacılık güç kazanabilir. Hâttâ ulusal ekonomileri koruma adına döviz & kur savaşları yaşanabilir.
Bu olasılıklar, 2008 kriz başlangıcından bu yana daha yüksek sesle konuşuluyor. Trump’ın seçilmesi, ABD seçimini kendilerine destek olarak okuyan Avrupalı popülistler ve Putin’in Avrupa’daki hempalarıyla münasebetleri ile birlikte ele alındığında, bir dönüm noktasında olduğumuz düşüncesi güç kazanıyor.
Ancak sağ popülizmin zayıflığını ve bu değişimin açığa çıkardığı olanakları da vurgulamak gerekli. Eğer, bir tarihsel dönemecin geçilmekte olduğunu savunacaksak, muktedirler ve müesses nizam karşıtı giderek güç kazanan söylemin tekabül ettiği öfkenin içeriğini de incelemekte fayda var.
Mevcut tepki, kapitalizm karşıtlığı anlamına gelmiyor, lakin seçkinlerin gücüne, finansal krizlere ve neoliberal tahribata işaret eden bir hiddet barındırıyor.
Sağ popülistlerin yelkenini dolduran rüzgara karşın, ekonomi politikalarının onlara oy verenleri hayal kırıklığına uğratması yüksek bir olasılık.
Küresel kapitalizmin doludizgin yol aldığına ilişkin öforinin geride kalışı sonrasında, sınıfsal bölünmüşlüklerin siyasetteki yerini ulusal çıkarlar, ayrımcı politikalar ve göçmen karşıtlığıyla ikame eden sağ popülizmin incelikli ve siyasal iktisadi bir eleştirisi, öfkenin gerçek muarızlara yönelmesini sağlayabilir.
12 Mart 2017
Dr. Ali Rıza Güngen
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde araştırma görevlisi
Fakat kendileri “cihatçı” demiyor, Suriye devrimi” ile dayanışma diyor. Buna rağmen elbette yanlış bir çizgideler. Reelpolitik AKP bile bu siyasetten dönmenin yollarını arıyor, bunlar hâlâ aynı kafada. İlk ayaklanma çıktığında belki bunun bir halk ayaklanması olduğu söylenebilirdi ama kısa sürede dünya devletlerinin bir av alanı haline dönüştü, Türkiye de dahil.
Bir karikatürden:
DanışTayyip, SayışTayyip, YargıTayyip, GenelkurMayyip
Buna benzer bir tane daha vardı.
Elbise dolabında çeşitli kıyafetler: En başta bir normal takım elbise (başbakan kıyafeti olacak), hakim veya savcı cübbeleri, general üniforması, polis üniforması vb.
Bunlara bakıp soruyor: “Bugün hangisini giysem acaba?”
Gün Zileli
Mart 16th, 2017 at 07:04
Fakat kendileri “cihatçı” demiyor, Suriye devrimi” ile dayanışma diyor. Buna rağmen elbette yanlış bir çizgideler. Reelpolitik AKP bile bu siyasetten dönmenin yollarını arıyor, bunlar hâlâ aynı kafada. İlk ayaklanma çıktığında belki bunun bir halk ayaklanması olduğu söylenebilirdi ama kısa sürede dünya devletlerinin bir av alanı haline dönüştü, Türkiye de dahil.
—
Peki hala Suriye rejimine karşı devrimi savunan ve Suriye Kürtlerinin (ve Türkiye, İran, Irak Kürtlerinin) devletleşmesini savunan, PKK/PYD’ye muhalif ve Irak Kürt yönetimine/Barzani’ye yakın Kürt ulusalcısı çevrelere ne demeli o zaman?
Kendileri Kürtlerin ülkesini “bir av alanı haline dönüştüren” işgalci Suriye, Irak, İran, Türkiye devletlerinin “dünya devletlerinin bir av alanı haline dönüşmesine” neden karşı çıkılmalı?
Zileli DSIP in günahini hafifletmek icin ugrasmis. Ama onlar buna DEVRIM diyorlarmis. Bu suclarini azaltmaz büyütür. IBDA C de Sivas gerici Katliamina Kiyam diyordu.. Suriyede olan basindan beri bir gerici katliam kalkismasidir. `özgürlükcü solcu`DSIP i kurtarma cabasi .
ABD nin karagücüne dönüsen YPG yi `objektif ` olarak nasil adlandirmaliyiz.
Suudi ler Kadinsiz kadin konferansi yapmis Hillary Killing-Ton /Soros un Femen i hec bisey yapmamis acep nedendir?
Sag Populizm kimin Dogru politikalar söylemler üretemedigi alani dolduruyor. Avrupa da Bohemlesen solun rolü ?
Anarşizmin de pek çok dalı var. Şiddet kullanan anarşist akımlarla ilgili görüşlerinizi kısaca yazar mısınız?
Conspiracy of Fire Nuclei (Conspiracy of Fire Cells olarak da bilinir) grubunu daha önce duymuş muydunuz? 2008’de Yunanistan’da eylemler yapmasıyla ünlenmiş. En son bu sabah Paris’teki IMF binasına bombalı mektup göndererek çalışanlardan bazılarının yaralanmasına sebep olmuş.
Eli kanli BAAS Diktatörlügü altinda,Bu diktatörlüge karsi Basini acma özgürlügüne sahip kadinlarin, bu özgürlügü onlarin elinden alama özgürlügü icin carpisan, ilimli ilimsiz muhalefete destek veren, Bati ülkelerinin servislerine karsi tek eylem yapmayan kadin örgütleri?
Uluslarasi göc dalgasinda Emperyalist mudahaleleri , teshir etmemeyen (`diktatörleri`desteklemek durumuna düsmemek) icin sadece mülteciler hos geldiyle yetinen bir sol sol olabilirmi? Ne yazikki bu dis mudahaleciligi elestrimeyi bile avrupa radikal sagina terk ettiler. Tipki bizde Anti Emperyalizmin (demagojik olarak) MHP ye Ulusalcilara Aydinliga terk edilmesi gibi.
Eveeet yavas yavas akepe 15 Temmuz un ne oldugunu aciklamaya basladi. Ulusalcilar, Oda tv cile vs ne diyecek merak ediyorum.
http://www.abcgazetesi.com/tskda-kemalist-kalkisma-sorusturmasi-47088h.htm
Asıl Nazi ve Faşist olan Kemalist Türkiye’dir:
Cumhuriyet gazetesinin 1930/40’lardaki manşetlerinden:
“Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya selam!”
“Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler”
Zaten “Milli Şef” = “Führer”
Bugün Türkiye hala Kemalist olduğuna göre (eğitim sistemi, ordu, isimler, resimler, heykeller vb) demek ki hala faşisttir.
Referandumdan evet cikarsa, akepe 15 Temmuz un Kemalist agirlikli bir anti akepe operasyonu oldugunu söyler ve isbatlarsa, size Feto cu demek zorundaydik ey salaklar derse heeec sasirmam:)
Bugün şiddet kullanan (silahlı) pek bir anarşist akım yoktur. Sözünü ettiğiniz örgütün anaryist olduğunu nereden çıkardınız ki. Bence değil.
devletin eski resmi ideolojisi olan atatürkçülük ile kemalizm aynı şey değildir. kemalizm, kadro dergisi, doğan avcıoğlu, uğur mumcu-ilhan selçuk çizgisi tarafından temsil edilmiş ve bugün siyasi bir temsiliyeti kalmamıştır. halk tabanı zaten yoktur. doğu perinçek asla kemalist veya atatürkçü değildir. chp’nin ulusalcı ekibi resmi atatürkçüdür.
türkiye’de kavramlar çok gelişigüzel kullanılıyor maalesef.
Dünya Halkları Kobanê’yi Kurtardı!
Milliyetçi, ilkel ve gerici Kürd Medyası ile arkasındaki tekelleşmiş emperyalist medyanın yarattığı bilgi kirliliği üzerine Kemalist Devrim Komuta Konseyi bir açıklama yapma gereği duydu. Söz konusu açıklamada ‘gördüklerinize, duyduklarınıza ve düşman tarafından tahrip edilen diğer duyu organlarınıza değil, sadece ve sadece devrim Komuta Konseyi’nin açıklamalarına inanın’ denilerek dünya devrimci halkları uyarıldı.
Açıklamada, Kobanê devrimini çarpıtmaya çalışan milliyetçi ve ilkel Kürd basınının yalanları tek tek ortaya konulmuş oldu.
İlkel bir ulus devlet kurma hayalindeki Berzani birlikleri ile Amerika öncülüğündeki emperyalist koalisyonun 5 aydır kuşatma altında tuttuğu Kobanê’nin özgürleşmesinde emeği geçen uluslararası devrimci güçlere özellikle teşekkür edildi; bütün dünyada devrimi başarıya ulaştırıncaya kadar bu dayanışmanın devam edeceği belirtildi.
Bilindiği gibi Berzani ve Amerika’nın kuşattığı Kobanê’de devrimci güçler büyük bir direniş göstererek işgale izin vermemişlerdi. SSCB öncülüğündeki Sosyalist Koalisyon uçaklarının Berzani ve Amerika mevzilerini durmadan bombalaması direnişçilere zaman kazandırmıştı.
Nikaragua-Küba-Vietnam-Filistin ve diğer sosyalist ülkelerden gelen devrimci birlikler ağır silahlarla ve Tanklarla ablukayı kırıp Kobanê’deki direnişçilerle birleşmişlerdi.
Devrimci güçler ağır silahlara sahip olduktan ve SSCB öncülüğündeki Sosyalist Koalisyon jetleri de havadan düşman mevzilerini bombalamaya başladıktan sonra zaferin geleceği belli olmuştu. Uluslararası sosyalist güçlerin kararlı mücadelesi karşısında bozguna uğrayan Berzani ve Amerika Kobanê’yi terk etmek zorunda kaldı ve 26.01.2015 günü Kobanê de devrim gerçekleşmiş oldu.
Kobanê direnişinde dünyadaki her ülkeden ve halktan savaşçılar devrim şehitleri kervanına katıldılar.
Devrim şehitleri kervanına katılanlar arasında dünya devriminin değerli öncüleri de vardı;
Bodrum tatillerini yarıda keserek sevgilileriyle birlikte Kobanê direnişine katılan Ertuğrul Kürkçü ve Bengi Yıldız, MİT sevgilisiyle birlikte direnişe katılan Gültan Kışanak’ın kızı, Abdullah Öcalan’ın üç yeğeni, Figen Yüksekdağ’ın kardeşi ve kuzeni, S.S.Önder ve altı Türkmen akrabası, Levend Tüzel, Nursel Aydoğan, Emine Ayna da şehitler kervanına katılanlardan bazılarıdır sadece…
Bu arada enternasyonalist dayanışmada, ilkellikten kurtulmuş ve sosyalist dünya görüşünü benimsemiş birkaç Kürd yoksulu da direnişe katkı sundu.
Kobanê direnişine katılan bir savaşçı, ‘aslında direnen ve savaşan biz değildik, önder Apo’nun-Lenin’in-Stalin’in, Mahir ve Deniz ile birlikte diğer sosyalist önderlerin ruhları savaştı ve direndi’ açıklamasını yaptı.
Atatürk’ün başlattığı anti emperyalist ve anti gerici devrim dalgasını Kobanê ile devam ettirmekten dolayı gururluyuz…
Dünya Sosyalist Basın Merkezi (İMCTV)
27.01.2015
****
NASNAME Notu: Yaşanan yanılsama ile birlikte varılan aptallık derecesini ironi yapmadan anlatabilmek çok zordu, bu nedenle okuyucularımıza böyle bir haber yapma gereği duyduk. İMCTV de çıkan bir haberin linkini okuyucularımızla paylaşıyoruz. Bu habere bakıldığında görülecektir ki söz konusu haber ancak ve ancak ironi ile aktarılabilir. Söz konusu haberin başlığı şöyle: ‘Kobani, Kürt ve Türk devrimcilerinin zaferidir’…
İMCTV’de çıkan haberin linki:
http://www.imctv.com.tr/2015/01/27/65891/kobani-kurt-ve-turk-devrimcilerinin-zaferidir
http://www.nasname.com/a/dunya-halklari-kobaneyi-kurtardi
Size 6dk 50sn’lik bir video gönderiyorum Gün bey:
https://www.youtube.com/watch?v=0o_MGKvYG3s
Yorumunuz nedir Bassem Youssef’ın söyledikleriyle ilgili?
83’e yapılan yorumlardan:
Yoldaşlar ! Menşevikler ne durumda acaba? Haberi olan var mı?. Lenin Finlandiya’dan yola çıktığında bana mobil den mesaj atacaktı. Niye atmadı?. Yoksa başına bir şey mi geldi?. Ayrıca Troçki’den hiç haber alamıyorum. Söylentilere göre Cizre’ye silahlı güçleriyle gelmiş. Doğru mudur?. Yoldaşlar,lütfen bu durumla ilişkin beni bilgilendiriniz. Aysel Tugluk’a söyleyin derhal Lenin’in karısı Kpruskaya ile Kobane’ye gidip kadınlar konferansı düzenlesin. Yanına İnessa Armand ile Sabahat Tuncel’i almayı ihmal etmesin. Ayrıca, Artist Sırrı’da kızıl birlikleriyle birlikte Cizre’ye gidip güçlerini Troçki’nin güçleri ile birleştirsin ve Mardin merkezine doğru ilerlesin. Rosa Luxsemburg’un alman faşistleri tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Yoldaş Duran Kalkan bu durumu derhal soruştursun. Gerekirse Alman proleteryasının başına geçip bir ihtilal yoluyla şansölye’nin iktidarını yıksın. Ve kendisini yeni şansölye ilan etsin.Cuma’ya söyleyin derhal Küba’ya hareket etsin. Castro ölüm döşeğinde ve günleri sayılı. Ölür ölmez derhal Küba proleteryasının başına geçsin. Oradaki birliklerin bir kısmını Şengal’e doğru kaydırsın. İkinci bir emre kadar Küba’yı terk etmemesini söyleyin.Yoldaş Kürkçü en kısa zamanda Kars yaylasına gidip orada Devlet Bahçeli ile görüşsün. Mümkünse Bahçeli’nin komutasındaki silahlı birliklerin bir kısmını ”emperyalistlerin işbirlikçisi” Barzani’ye karşı savaşa kaydırsın. Bizzatihi Barzani’nin kellesini alıp Ankara’da Devlet Bahçeli’nin önüne atsın. Böylece enternasyonalist dayanışmanın nadide bir pratiğini sergilemiş olsun! Yoldaş Pervin Buldan derhal Apoviç’i ziyaret etsin proleteryanın çıkarları gereği bu kezde gögsünü imzalattırsın.Yoldaş Karasu komutasındaki birlikle Meksika’ya doğru yönelsin ve Meksika işçi ve köylülerini ayaklandırsın ve oradan da Bolivya’ya ulaşsın. Bolivya dağlarında bulunan Che ile temasa geçip onu önderlik sahasında eğitime tabi tutsun. Ve pratiğini sorgulasın. Gerekirse en acımasız şekilde uygulamaya alsın! Mustafa Karasu Amerikaya gidip bir kez daha Obama’yı uyarsın.Gerekirse Obama’yı uygulamaya alsın ve Amerikan işçi sınıfını örgütleyip Beyaz Saray’ı kuşatsın. Ali Haydar Moskova’ya gitsin. Yoldaş Maksim Gorki ile ilgilensin. Onun eksikliklerini gidermeye çalışsın. Yoldaşca Selamlar. Bolşevik Merkez Komitesi adına Yoldaş Selimov Honcaos
Çağımızı ve onun en temel sorunlarını anlamak ve çözebilmek hem son derece kolaydır; hem de son derece zordur. Esher’in resimleri belyki de bu zorluğun imgesel ifadeleridir.
Bunun nedeni egemenliğin bizzat tanımların kendisi aracılığıyla kurulmuş olmasıdır.
Yani o egemenliğe karşı çıkarken bile o tanımları sorgulamadan, kabul ederek karşı çıktığınız için, o egemenliği yaymaya ve güçlendirmeye devam edersiniz.
Sizin öznel niyetleriniz ile tarihsel ve toplumsal olarak nesnel yaptıklarınız birbiriyle çelişir.
Aslında bu son iki yüz yılda Marksizm’in ve Marksistlerin kaderi bu olgu üzerinden açıklanabilir.
Çağımızın iki temel sorunu Din ve Ulus’tur (veya Ulusçuluk).
Bu iki temel sorun da aynı yapıdaki, yani tanımın kendisi aracılığıyla egemenlik diyebileceğimiz, iki “hile”ye dayanmaktadır.
Nedir hile?
Din’in ne olduğuna ilişkin egemen tanımın kendisi bizzat bir dindir, bu dinin din tanımıdır.
Aynı şekilde, Ulusun ne olduğuna ilişkin egemen tanımın kendisi bizzat ulusçuluktur ve üstüne üstlük en gerici ulusçuluk ve onun ulus ve ulusçuluk tanımıdır.
Bu nedenle de, ne dinin ne olduğu ve ne de ulusun ne olduğu anlaşılamıyor.
Dolayısıyla anlaşılamayan ve açıklanamayana karşı mücadele de edilemiyor.
Bu soyut ve kategorik ifadeleri daha somut olarak göstermeyi deneyelim.
*
Ama önce analitik ve normatif kavramlar ve tanımlar farkını görmek gerekiyor.
Normatif ve Sosyolojik tanımların farkını kısaca şemalaştıralım.
Sosyolojik Tanımlar
Toplumu AÇIKLAR
Analitiktir
Neden o kuralların koyulduğunu açıklar
Hukuki Tanımlar
Toplumu DÜZENLER
Normatiftir
Kural koyar
Normatif bir tanımı sosyolojik bir tanım gibi ele alıp toplumu açıklamaya ve bu açıklamaya göre değiştirmeye kalktığınızda, aslında o normatif tanıma uygun olarak toplumu düzenlemeye devam etmiş olursunuz.
Marksizm’in kaderi özetle bu olmuştur.
*
Bunu daha somut olarak görelim.
Modern toplumda Din, kişilerin özel sorunu, yani inanç olarak tanımlanır.
Ama bu tanım analitik ya da sosyolojik bir tanım değildir; normatif bir tanımdır, hukuki bir tanımdır.
Bu tanım özünde, bu toplumda din olarak kabul edilmek için, politik alanın dışında olmak gerekir, anlamına gelir.
Bunu anlamak son derece basittir. Örneğin Modern toplumda yaşayan biri çıkıp da ben inancıma göre yaşayacağım, dolayısıyla devlete vergi vermeyeceğim, inancıma göre Allah için fakir gördüklerime zekât vereceğim veya ben Allah’ın kanun ve kurallarına uyarım Devlet’in kanun ve kurallarına uymam. Bu devletin karar ve kanunlarını tanımıyorum dediğinde, o kişi inancına uygun davranmasına rağmen, bu davranışları inanç olarak kabul edilmez. Tutuklanır ve cezalandırılır. Çünkü bu toplum tarafından hukuken inanç olarak tanımlanmış alanın dışına çıkıp, politik alana tecavüz etmiş sayılır.
Yani normatif tanımlarla (Toplumsal ilişkileri düzenleyen tanımlarla) sosyolojik (Toplumu açıklayan, analiz eden) tanımların farkının görülmemesi ve normatif tanımların sosyolojik tanımlar olarak kabul edilmesi, sosyolojik olarak dinin ne olduğunu anlamayı (dolayısıyla değiştirmeyi) olanaksızlaştırmakla kalmaz; karşı olunduğu söylenen düzeni savunma ve yayma sonucunu da doğurur.
Bu tanım (yani dinin inanç olduğu) çerçevesinde düşünmek ve hareket etmek. Kuyudaki bir insanın kuyuya düşmemek için hep önüne bakması gibi olur. Önüne baktığı sürece, yani verili tanım içinde, dini bir inanç olarak tanımlayarak onu anlama çabasında, hiçbir zaman bir kuyuda olduğunu göremeyecektir.
Bunu şöyle de gösterebiliriz.
Bu tanıma göre, dinsiz olabilirsiniz. Ben, inançsızım ya da dinsizim dediğinizde, bu tanıma göre dinsiz olabilirsiniz. Ya da üç kişi bir araya gelip bir din kurabilirsiniz.
Ancak bu dinsizliğiniz de hukuki ya da normatif bir dinsizliktir.
Sosyolojik olarak dinsizlik mümkün değildir.
Sosyolojik olarak, ben dinsizim dediğinizde, ben dini kişilerin özel sorun, inanç olarak kabul eden dindenim demiş olursunuz.
Aynı şekilde, bir Müslüman veya Hıristiyan benim inancım veya dinim İslam veya Hıristiyanlıktır dediğinden, sosyolojik olarak, Müslüman ya da Hıristiyan olduğunu söylemiş olmaz. Ben dini kişilerin özel sorunu, inanç olarak gören dindenim demiş olur. Bu dinin bir tür Kelimei Şehadet’ini söylemiş olur.
Burada şu soru ortaya çıkar?
Sosyolojik olarak Din nedir?
Din sosyolojik olarak bir toplumun tüm üstyapısıdır. Yani din tüm toplumsal ilişkileri düzenler.
Bu durumda, dini kişisel bir sorun olarak tanımlamanın kendisi, kendi din tanımına göre, normatif olarak kendisinin din olmadığını iddia eder ama sosyolojik olarak toplumsal ilişkileri düzenlemiş olur; yani bir dindir
Tekrar edelim: sosyolojik olarak dinsiz olmak mümkün değildir; dinsiz bir toplum olamaz. Toplumsal ilişkileri düzenleyen ve topluluğun sınırlarını çeken bir üstyapı olmadan toplum olamaz.
O halde, Din’in bir inanç olarak, kişilerin özel sorunu olarak tanımlanmasının kendisi de bir dindir.
Çünkü modern toplum tam da bu tanım aracılığıyla toplumsal ilişkileri düzenler. Dikkat edelim, analiz etmez, çözümlemez, düzenler.
Ve tam da Din’in sosyolojik olarak tümüyle üst yapıdır diye tanımlanışı, bu düzenlemenin kendisinin modern toplumunun dininin ta kendisi olduğunu gösterir.
Bu toplumun üstyapısının yüzündeki peçeyi kaldırır.
Bu peçenin görülmesinin zorluğu din tanımının kendisinin bizzat bir din olmasıdır ve bu din tanımının sanki sosyolojik bir tanımmış gibi kabul edilmesidir.
*
Bu zorluğun benzeri ile Marks, Ekonomi Politik çalışmalarında karşılaşmıştır ve tam da benzeri bir şekilde sorunu çözerek, modern toplumun ekonomi temelinin (yani kapitalizmin) yüzündeki peçeyi kaldırabilmiştir.
Bu peçe de benzer ve keşfi zor bir peçeydi.
Değeri yaratan emektir deniyordu.
Ama bu kabul edildiği takdirde, kapitalist toplumdaki artı değerin kendisinin nasıl olduğu açıklanamıyordu. Çünkü emek aynı zamanda değerin kendisi olarak da tanımlanıyordu. Yoğunlaşmış emektir deniyordu. Yani Değer ya da Emek kendi kendini yaratmış gibi oluyordu.
Peki, o zaman kar veya artı değerin kaynağı ne idi?
Burada bir açıklama yapılamıyordu.
Marks’ın yaptığı tam da bu kavramsal kargaşayı ortadan kaldıran bir keşifti, değeri yaratan emek değil; işgücü denen meta, mal idi. Bu meta, yani mal tüketildiğinde ortaya çıkan şey Emek veya Değer’di.
Bu keşif ile Marks, modern toplumun temelindeki (Kapitalizm) peçeyi kaldırdı.
Ama din konusunda ve ulus konusunda yukarıda sözünü ettiğimiz iki peçe yerinde duruyordu.
Mark ve Marksistler, Din’i kişilerin özel sorunu olarak algılıyordu ve programatik taleplerini de böyle formüle ediyordu.
Aslında böylece modern toplumun dinini kabul etmiş ve egemenliğine hizmet etmiş oluyordu.
Bu yanıyla modern toplumun (kapitalizmin) dininin yayılması kapitalizme karşı olduğunu söyleyen Marksistler aracılığıyla gerçekleşmiş oluyordu. Marksistler aydınlanma fikirlerinin ve ideallerinin savunucuları ve yayıcıları olmuşlardı. Temelini eleştirip karşı oldukları sistemin (Kapitalizmin) üstyapısını yayıyor ve egemen kılıyorlardı.
Bunun ardında da egemen sınıfların karşı devrimciliği; modern (kapitalist) toplumsal ilişkilerin yayılışının ancak ezilen sınıflar aracılığıyla gerçekleşmesi olgusu vardı. Marksizm’in kapitalizme karşılığı ve ezilen sınıflardan yana tavrı, bu yayılışın bir aracı işlevi görüyordu.
Aslında bütün yeni dinler de tarih boyunca ezilen sınıfların onlara sahip çıkmalarıyla yayılmıştı. Marksizm’in yaptığı kendi iddiasının aksine tam da bu oldu.
Marksizm’in Din’i sosyolojik olarak tanımlama girişimi ise, sadece Din’in sınıf mücadelesinde bir ideoloji de, bir bayrak ta olması boyutu ile oldu.
Ama bizzat Marks’ın da belirttiği gibi, sınıflar ve sınıf mücadelesi, Marksizm’in kendi katkısı ve özüyle de ilgili değildi. Hatta Marksizm’i sınıf mücadelesi boyutuyla ele almak onu burjuvazinin kabul edebileceği bir düzeye indirgemektir.
Yani Din’i sosyolojik olarak açıklama çabası da onu sınıflar ve sınıflar mücadelesi kavramları çerçevesinde, yani burjuvazinin kabul edebileceği çerçevede kalmıştır.
Tabii bu çaba şu soruya da cevap vermiyordu:
Sınıfsız toplumlarda da din vardı. O nasıl açıklanacaktı?
Bu nedenle Marksizm, kapitalist ekonominin yüzündeki peçeyi kaldırmış ama o toplumun üstyapısının yüzündeki peçeyi kaldırmak bir yana, o peçeyi sürdürmüş, yaymış ve pekiştirmiş oluyordu.
Yani bu nedenle Marksistler aslında önerdikleri toplumsal ilişkilerle, dini kişilerin özel sorunu olarak tanımlayan modern toplumun dininin yayıcıları ve radikal savunucuları olmuşlardır.
Aslında Modern toplum yani kapitalizm aslında bizzat kapitalizmin yüzündeki peçeyi kaldırmış ve kendisine karşı mücadele etme iddiasındaki Marksistlerin çabalarıyla da dünyaya kendine uygun bir üstyapıyı yaymayı ve bunu egemen kılmayı başarmıştır.
Diğer bir deyişle, Marksist ekonomi politik ile Marksist politika arasında, dinin sosyolojik bir tanımı yapılamaması; daha doğrusu, kapitalizmin ihtiyacı olan din tanımının aynen alınması dolayısıyla bir çelişki olmuştur.
Marksizm’in bugünün dünyasında böylesine çıkmaz içinde kalışının temel nedeni budur.
İşte bizim yaptığımız temel keşif, Marks’ın başladığı işi tamamlamak; Modern toplumun üstyapısının yüzündeki peçeyi kaldırmak; bu toplumun din tanımının kendisinin bizzat din olduğunu göstermek olmuştur.
Böylece Marksizm’i Aydınlanmanın kalıntılarından temizleme işini bir adım daha ileriye götürmüşüzdür.
Ancak Marksizm’in tek çelişkisi bu olmadı.
Hem modern toplumun dininin, yani Aydınlanma’nın, en radikal yayıcıları ve savunucuları oldular. Yani devletin tüm dinler karşısında tarafsızlığını ve onun kişilerin özel sorunu olmasını savundular; hem de bu Dinin en gerici ve karşı devrimci biçiminin de (dile, tarihe vs. dayanan ulusçuluk) savunucuları ve yayıcıları oldular.
Ulusçuluk ise Aydınlanma’ya karşı bir karşı devrimdi.
Dinleri kişilerin özel sorunu olarak tanımlama, kozmopolit bir dünyada insanları eşit kılmanın aracıydı.
Ama uluslar ve ulusçuluk ise, dünyayı uluslara bölerek, insanların eşitliği yerine ulusların, yani devletlerin eşitliğini geçiriyordu. Marksizm bu karşı devrimin de yayılışının aracı oldu. 19 Yüzyılda bu çelişkide, aydınlanmanın mirası ağırlıklıydı. Yani Marksizm, aydınlanmanın demokratik ideallerinin ve toplumsal ilişkilerinin yayılmasını savunuyordu ve bunun aracı olmuştu. 20 Yüzyılda ise, özellikle Sovyetlerde Tek Ülkede Sosyalizm programında somutlaşan karşı devrimin yerleşmesiyle, fiiliyatta Marksistler en gerici biçimiyle milliyetçiliğin yayılmasının aracı oldular.
Bunun da temelinde yine, bizzat milliyetçiliğin tanımının kendisinin milliyetçilik olması bulunuyordu. Yani Marksistler milliyetçiliğe karşı savaşırlarken, milliyetçiliğin ilkesini, ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini egemen kılıyorlardı. Bu nedenle dünyadaki ulusların çoğu Marksistlerce kuruldu ya da milliyetçiler kendilerinin sosyalist olduğunu iddia etti.
Enternasyonalizm aslında, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin savunulması ve yayılmasından başka bir anlama gelemezdi ve gelmemiştir.
*
Modern toplumun üstyapısının yüzündeki ikinci peçe de ulusların ve ulusçuluğun tanımının bizzat ulusçuluk olmasıdır.
Uluslara ve ulusçuluğa en karşı olduğun söyleyenler bile, tıpkı inançsız ateistler, dinsizler olduğunu söyleyip, aslında dini inanç olarak tanımlayan ama toplumu bu ilkeye göre düzenleyen modern toplumun dininin misyonerliğin yapmaktan kurtulamayan dinsizler gibi, en gerici ulusçular olmaktan kurtulamazlar.
Çünkü onlar uluslara ve ulusçuluğa karşı olduklarını söylerken, ulustan ve ulusçuluktan anladıkları en gerici ulusçuluğun, ulus ve ulusçuluk tanımından başka bir şey değildir.
En gerici ulusçuluğun ulus tanımı, ulusların dil, din, toprak, kültür, ülkü vs. birliği (veya bunların çeşitli kombinasyonları) olduğunu söyler.
Ama bu tanımın kendisi de tıpkı dinin tanımı gibi sosyolojik bir tanım değildir. Ulusçuların ulus tanımıdır. Yani ulus olmak için bunlar olmalıdır anlamındadır.
Ulusu böyle tanımlamayı kabul edip de ulusçuluğa karşı olmak veya onunla savaşmak mümkün değildir; aksine ulusu ve ulusçuluğu yeniden üretmektir.
Hâlbuki sosyolojik olarak ulus ve ulusçuluk şöyle tanımlanabilir:
Ulusçuluk: ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini kabul etmektir.
Bu ilkeye göre örgütlenen topluluklar da uluslardır.
Bütün ulusların ve ulusçuların ortak özelliği budur.
Bu tanıma göre ulusçu olmamak için: ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek gerekir. Yani devletlerin ulus ilkesine göre tanımlanmasını reddetmek; uluslara ve devletlere karşı çıkmak ve onlara karşı savaşmak gerekir.
Ama bu tanım bir sorunu daha ortaya çıkarır.
Tanımı böyle yaptığınız anda, aslında ulusu ya da ulusal olanın nasıl tanımlandığına bağlı olarak, çok farklı ulusçuluklar da olabileceği görülebilir.
Örneğin, bir ulusu bir dinle tanımlayabilirsiniz; bir dille tanımlayabilirsiniz, ya da böyle bir dille veya bir dinle tanımlamaya karşı da tanımlayabilirsiniz.
Böylece aslında ulusçu olmadığı veya ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenlerin ulusçuluğun ulus tanımını kabul ettikleri ve ulusçuluk olmadığını söyledikleri şeyin bizzat bir ulusçuluk olduğu görülebilir.
Yani burada tıpkı dinsiz olduğunu söyleyenlerin modern toplumun dininden olduklarını söylemeleri gibi bir durum söz konusudur.
Diyelim ki, Türkiye’de bir devrim oldu ve ulusun Türklükle tanımlanmasına son verildi. Türkçe resmi dil olmaktan çıkarıldı. Herkesin ana dilinde eğitim hakkı var. Ülkenin adı diyelim ki Anadolu ve Mezopotamya veya Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti gibi bir şey oldu. Okullarda Tarih, Edebiyat derslerinde herkes tüm dillerden, eşit sayıda katılımcıyla yazılmış aynı tarihi, tıpkı aynı fiziği ve biyolojiyi okuduğu gibi, kendi dilinde okuyor. Türklük, Kürtlük, Çerkezlik, Süryanilik vs. kişilerin özel bir sorunu olarak kabul ediliyor. Devlet tıpkı din kötü olduğu gibi dil körü.
İşte siz böyle bir cumhuriyeti örneğin ulusçuluğun aşılması ve yenilmesi olarak tanımladığınızda, farkına bile varmadan en gerici ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımını kabul etmiş ve onu yeniden üretmiş olursunuz.
Çünkü onlar ulusun dille veya tarihle tanımlanmış bir birim olduğunu söylerler. Siz zımnen bu tanımı kabul ettiğiniz için onun artık ulusçuluğun aşılması olduğunu iddia edebilmektesinizdir.
Hâlbuki ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini kabul etmek ulusçuluktur tanımına göre, sizin ulusçuluk olmadığını söylediğiniz şey de bir ulusçuluktur ama bu ulusçuluk sadece ulusal olanın bir dille tanımlanmasını reddetmiş bir ulusçuluktur.
Burada iki temelden farklı ulusçuluk olduğu da görülebilir.
Birisi, ulusu bir dil, din, tarih, kültür, ırk vs. ile tanımlayan ulusçuluk ve uluslar.
Diğeri, ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlayan uluslar ve ulusçuluk.
Siz ulusu bir dille, dinle tanımlamaya karşı tanımlamanızı ulusun ve ulusçuluğun aşılması olarak tanımladığınızda, programatik olarak birinci en gerici ulusçuluğa karşı savaşmış olursunuz ama ideolojik olarak, en gerici ulusçuluğun ulus tanımını kabul etmiş, yaymış ve onun egemenliğine dolaylı olarak ideolojide hizmet etmiş olursunuz.
İşte Stalin’in tanımı egemen oluncaya kadar Marksizm’in böyle bir çelişkisi de olmuştur. Bir yandan demokratik bir cumhuriyeti, bütün dillerin, dinlerin vs. eşitliğini vs. savunmuştur ama aynı zamanda ulusları dile, dine göre tanımlanmış birimler olarak kabul etmeye, yani en gerici ulusçuluğu ideolojik olarak kabul etmeye ve yaymaya devam etmiştir.
Yine Stalinizm’in zaferinden sonra ise, bu demokratik ulusçuluk bile terk edilmiş, ulusları dile ve dine göre tanımlayan ulusçuluk savunulmuş ve uluslar kurulmuştur. Sorunda en gerici ulusçular Marksistlere, Marksistler en gerici ulusçulara dönüşmüştür.
Peki, ulusçu olmamak nasıl olur?
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddedildiği noktada ulusçu olmaktan çıkılabilir.
Yani yeryüzünde nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal devletlerin varlığına karşı çıkıldığında; politik olanın ulusal olana göre tanımlanması reddedildiğinde; yani bütün sınırlar ve devletlerin yıkılması hedeflendiğinde ulusçu olmaktan çıkılmış olunur.
Gerici ulusçuluğun (ulusu bir dille, dinle tanımlamak) ulus tanımı reddedildiğinde ise, ancak demokratik bir ulusçuluğa (ulusu bir dille, dinle tanımlamayı reddetmek) geçilmiş olur.
*
Ancak hala tanımımız, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek şeklindedir.
Buradaki “ulusal” olanın ulusçunun türüne göre değiştiğini gördük.
Ulusal olanın tanımı normatif. Ulus olmak için şunlar olmalıdır diyen ulusçuların türüne göre değişiyor bir ulusun neyle tanımlanacağı. Bu açık.
Marksizm’in birinci yanlışı bu normatif tanımlardan bir sosyolojik tanım çıkarmaya çalışmasında. Her ulusçuluk ta farklı olduğundan bir türlü bir sonuca ulaşamamasında.
Ama bir de bu tanımdaki Politik kavramına bakalım. Bu kavram analitik bir kavram mı yoksa normatif bir kavram mı?
Yani toplumu düzenleyen bir kavram mı analiz eden bir kavram mı?
Burada politik kavramı da analitik değil; normatif bir kavramdır.
Hem de bu kavram, Aydınlanma’nın özel ve politik ayrımındaki politik kavramının ta kendisidir.
Politik kavramının bir sosyolojik anlamı bir de normatif anlamı vardır.
Sosyolojik olarak politik, devlet ilişkin anlamındadır.
Normatif olarak ise, şunlar, şunlar politik olarak (devlete ilişkin olarak) kabul edilir anlamındadır.
Modem toplumun örgütlenmesi, özel ve politik diye bir hukuki ayrıma dayanıyordu. Buradaki özel de politik de normatif kavramlardır.
Bir şeyin sosyolojik olarak politik olması ile toplumun örgütlenmesinde politik olarak kabul edilmesi çok farklıdır.
Örneğin, kapitalizm öncesindeki uygarlıklarda da devletler vardı. Bu devletlerin yaptıkları sosyolojik ve analitik olarak politik olmasına rağmen; toplumun örgütlenmesinde devlete ilişkin (politik) ve özele ilişkin diye bir ayrım olmadığından, politik diye bir alan ve ayrım bulunmuyordu.
Böyle bir ayrım, Aydınlanma’nın dayandığı temel normatif ayrımdır. Aydınlanma bu ayrım aracılığıyla farklı dinlerden insanları, din senin özel sorunundur diyerek, önceki dinleri toplumsal halatı düzenlemeden çıkararak, eşit yurttaşlar yapabiliyordu.
Özel politik ayrımı, insanları eşitlemenin bir aracıydı.
Ulusçuluk ise, insanların eşitliği yerine devletlerin ve ulusların eşitliğini koyan bir karşı devrimdir.
Bu karşı devrimin birincisinde, devletin dil, din vs. körü olduğu nispeten daha demokratik bir ulusçuluk; ikincisinde ise, devletin ve ulusun bir dile, dine vs. göre tanımlandığı ikinci bir ulusçuluk egemen olmuştur.
O halde aslında ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak da aslında modern toplumun dininin normatif politik kavramına göre yapılmış bir tanım olduğundan sosyolojik bir tanım olmaktan uzaktır.
Ulus’un sosyolojik tanımı şöyle olabilir: Aydınlanma dininin, yani özel ve politik ayrımına dayanan dinin, politik olanı ulusal olanla tanımlayan karşı devrimci biçimidir şeklinde olabilir.
Ulusu bir dille dinle tanımlayan ulusçuluk ise, bu karşı devrim içinde ikinci bir karşı devrimci biçim olarak tanımlanabilir.
O halde yaygın anlamıyla ulusçuluk, aydınlanmanın iki kere karşı devrime uğramış biçimidir; aydınlanmanın ve nispeten demokratik ulusçuluğun inkârıdır.
*
Marksistler ise, ulusun ve ulusçuluğun bu ikinci karşı devrime uğramış tanımını alarak sosyolojik bir tanımmış gibi kabul ettikleri ve ona uygun programlar geliştirdikleri için, bir yandan ulusçuluğa karşı olduklarını söylerken; diğer yandan nesnel olarak en gerici biçimiyle ulusların ve ulusçuluğun yayılmasının aracı olmuşlardır.
O halde, Marksistler, sadece modern toplumun üstyapısının yayılışının aracı değil, onun en gerici ve karşı devrimci biçimde yayılışının aracı olmuşlardır nesnel olarak.
Marksistlerin tarihsel işlevleri bu olmuştur.
İşte biz, bu din ve ulus tanımlarının bizzat kendilerinin modern toplumun dininin ve onun iki kez karşı devrime uğramış biçiminin din ve ulus tanımları olduğunu göstererek modern toplumun ve çağımızın yüzündeki peçeyi kaldırdık. Marks’ın altyapıda İşgücü ve Emek kavramlarının ayrımı ile başlattığı işi üstyapıda tamamladık.
Yaptığımız temel ve en büyük katkı budur.
*
Marksistlerin var olan Din ve Ulus kavramlarıyla kopuşmaları olmadan Türkiye’de veya Ortadoğu’da ve dünyada bir demokratik hareket veya uluslara karşı bir devrim olanaksızdır.
Bu Marksistlerin kendilerine karşı en zorlu mücadeleyi gerektirir.
Hazreti Muhammet, savaşların en kutsalı, kendi nefsine karşı savaştır derken kastettiği bu anlamda bir savaştı.
Çünkü Veda Hutbesi’nde çok açıkça görüldüğü gibi, o da yepyeni bir toplumsal düzen kurmak için savaşıyordu. Ama o yeni toplumu kuracak olanlar eski toplumun içinde çıkmışlardı ve kendilerinin bir dönüşüm geçirmesi gerekiyordu.
*
Bizim getirdiğimiz yeni teorik yaklaşım kabul edilip entelijansiyanın kafasına ve oradan da geniş kitlelere somut programlar ve de hedefler olarak yayılmadan, örneğin Türkiye ve Ortadoğu’da ulusal olanın dille, dinle tanımlanmasına son verme programı; dünyada ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine son verme hedefi kitlelerin somut bir mücadele hedefi olmadan, insanlığın bir çıkışı bulması olanaksızdır.
Bu nedenle bizim görüşlerimiz karşısında susmak; tartışmamak; ses çıkarmamak; onları anlamsız ve önemsiz göstermek vs. insanlığa karşı bir cinayetten başka bir anlama gelmemektedir.
16 Mart 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2017/03/cagmzn-en-buyuk-hilesi-tanmlar.html
–
https://3.bp.blogspot.com/-p2THC03nbb4/WMqQP6hne3I/AAAAAAADCDQ/bVgmCuvCTxMIgBtp13yMOzibpFc6_KHWwCLcB/s1600/Escher-002.jpg
Ne güzeldi eskinin zorbaları
“Her büyük sosyal değişim, ardında birilerine nostalji konusu olacak bir taze Altın Çağ bırakır” demiş Mark Lilla[1]. Altın Çağ dememiş tabii, Eden demiş. Eden’i burada cennet diye çeviremezsin, çünkü Eden “geçmişteki cennet”tir, Adem ile Havva‘nın kovulduğu yerdir. Oysa Türkçedeki cennet, gelecekteki bir saadeti ima eder.
“Nostalji umuttan daha güçlü bir itkidir” diye eklemiş. “Umut fos çıkabilir, oysa nostaljiyi yenemezsin. (Hopes can be disappointed. Nostalgia is irrefutable.)
Aklının bir köşesine yaz bunu. Toplumsal koşullar ne kadar feci olursa olsun, ve onları en nihayet sahadan silen değişim ne kadar rasyonel ve kaçınılmaz olursa olsun, birileri mutlaka çıkıp “ah, eski günler” diye gözyaşı dökecektir.
Al, Abdülhamit. İlk üç-beş yılını saymazsan berbat bir çağdı. Otuz üç sene kasvet, durgunluk, korku, yozluk ve yolsuzluk hüküm sürdü. Seveni yoktu. Nihayet devrildiğinde bütün memleket , genciyle yaşlısıyla, cahiliyle alimiyle, müslimiyle gayrimüslimiyle , delirmiş gibi bayram etti. Birkaç ay geçti, ne oldu? Anı imalatı başladı. “ Ah mirim, sabık Hakan zamanında….”
Al Stalin. Otuz yıllık iktidarı kan, katliam, açlık, savaş, ihanet ve korkuyla geçti. Öldü, dünya bir rahat nefes aldı, sonra özlemeye başladılar. İşin enteresanı, en çok özleyenler o devri hatırlayan yaşlılar değildi, diktatör öldükten sonra doğan kuşaktı. Özlemleri bir şey bildiklerinden değil, belki ana babalarını özlediklerindendi. Daha doğrusu, bugünden şikayetçi olduklarındandı. Demin not ettik, umudu inşa etmek zordur, risklidir, yenilgi ihtimali vardır. Geçmişe sığınmak daha kolay, daha güvenli.
Almanların kahir çoğunluğu daha düne kadar Hitler’i özlerdi, sanki adam ülkenin taş üstünde taş kalmamacasına yıkımına neden olmadı. İngilizler hala eski imparatorluğu özler, sanki irrasyonel ve sürdürülemez bir düzen olduğunu idrak edip kendileri tasfiye etmedi. Beni daha çok hayrete düşüren, Etiyopya’da 2000’lerden sonra çiçeklenen Haile Selassie sevgisi. Ortaçağdan kalma bir sefil serflik rejimiydi. 1970 ‘lerde devirdiler. Şimdi başkentteki Hilton’un lobisinde Haile Selassie büstü ve sergisi, gazetelerin her sayfasında mutlaka en az bir tane ulu önder HS güzellemesi.
Kemal Atatürk kültü de farklı değildir, kuşkunuz olmasın. 1930 ve 40’larda “ yarın daha güzel olacak” diye bir umut vardı, bunu inkâr edemem. O dönemi övenler belki bu açıdan bir haklılık payı ileri sürebilirler. Ama o cılız umut parıltısını saymazsan, bu ülkedeki hemen herkes için kasvet, çaresizlik ve korku yıllarıydı. Çok fazla tarih bilmene gerek yok, gazete arşivleri internette duruyor, biraz oku yeter.
Buna rağmen bugün hala birileri “ ah Atam, vah Atam” edebiyatı yapıyorsa bunu toplum psikolojisinin tuhaflıkları faslından incelemek sanırım daha doğru olur.
Gelecek korkusudur. Riskten kaçıştır. Umudu taşıyamamaktır.
[1] Mark Lilla, TheShipwrecked Mind: On Political Reaction, NYRB 2016. Lilla son yıllarda adı duyulan bir siyaset bilimci.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/ne-guzeldi-eskinin-zorbalar.html
zileli, yorum kısmında şu başka sitelerden upuzun kopyala/yapıştır makale paylaşanları basit bir scriptle ilk birkaç cümlenin görüneceği hale dönüştür.
Sağlığınız nasıl? Ayağınız tam iyileşti mi? Yürürken aksama oluyor mu? Ağrı sızı var mı?
Kalbinizin durumu nasıl? Çok ilaç almak zorunda olduğunuzu söylemiştiniz. İlaçlarınıza kolayca erişebiliyor musunuz?
Günlük taze sütlerin doğallığından kuşku duysanız bile yine de evinizde kendi yoğurdunuzu kendiniz yapıyor musunuz? Marketten hazır yoğurt mu alıyorsunuz?
Sorulara kısa cevaplar yazıp geçiştirmeyiniz, ayrıntılı cevaplayınız.
ayakta problem kalmadı.
6 ilaç alıyorum kalple ilgili.
yoğurdu kendimiz yapıyoruz.
Umarım fazla kısa olmamıştır 🙂
Şu çıkışından dolayı Baykal’a helal olsun:
“Bu kadar yetkiyi peygambere verseniz, peygamberi bozar.”
Her zamanki din istismarlığını yapan AKP tayfası yine aynı tepkiselliğini göstermiş. N. Kurtulmuş şöyle konuşmuş:
“Aksi takdirde milletimizin büyük çoğunluğunun inançlarını tahfif etmiş olur yani küçük görmüş olur. Bu da kabul edilebilir bir durum değildir.”
Ya, demek “milletimizin büyük çoğunluğu”ndan olmayanlar, yani RTE diğer AKP’lilerin nefret söylemlerine konu olan ateistler, Zerdüştler ve bazı Aleviler* hakkında söylenenler “kabul edilebilir bir durum”.
* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 10. maddede dile getirilen ifade özgürlüğünün, 9. maddede konu edilen inanç özgürlüğü gerekçesiyle hangi koşullarda kısıtlanabileceğini, bir düzine kadar içtihatla net bir şekilde tanımlamıştır. Bellibaşlı sınırlar iki tanedir. Birincisi, eğer bir inanca yönelik eleştiri, o inancın sahiplerini inançlarını ifade ve icra etmekten menedecek ölçüde kaygı ve çekince doğuracak nitelikteyse, o eleştiri hukuka aykırıdır. Örneğin, Sayın Başbakanın ateistler, Zerdüştler ve bazı Aleviler hakkındaki ifadeleri suç teşkil eder.
(Gene peygamber davası – S. Nişanyan)
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/06/gene-peygamber-davas.html
“Kendisinden bir açıklama bekliyoruz. ‘Sözlerim yanlış anlaşıldı, onu kastetmedim’ demesi, ne kastettiyse onu açık bir şekilde ortaya koyması lazım. Öyle şey olur mu? Ne demek peygamber olsa şaşar. Peygamber şaşmaz. Bizim peygamber inancımızın aslı, peygamberlerin masumiyetidir, günahsızlığıdır. Peygamberlerin hiçbirisi şaşmaz ve Hazreti Peygamber’den sonra da bir peygamber yok. Böyle bir benzetme, yanlış, batıl bir benzetmedir ve milletin inançlarını küçük düşürecek bir benzetmedir. Kabul etmiyoruz.”
Evet “Peygamberlerin hiçbirisi şaşmaz” çünkü onlar insanüstü varlıklardır. “Sizin peygamber inancınızın aslı, peygamberlerin masumiyetidir, günahsızlığıdır” yani “İlahlığıdır”.
cok uzun alintilar yerine link atsa arkadaslar
86 nolu uzun yazi Politik sosyolojik terimlerin kullanilmasini cikardiginizda geriye anlamsiz bir bir yazi kaliyor
Necip, referandumda ne diyeceksin? “Yetmez ama evet” mi?
dönemin ihtiyac duydugu örgüt nasil olmalidir. söyle olmalidir: dy+ds+hdö+mlspb
suriye rejimine saldiran onu zayiflatan her sey karsi devrimcidir
HITLER Tarihin gördügü en büyük katilidir.
Hitler demek savas demektir. Hitler demek irkcilik demektir. hitler demek ölüm dmektir. Hitler bunu acikca söyleyip yapmasi demektir..
Su konuda bu konuda Stalin den daha iyi olabilir..Stalinin rejiminin iyi yani yokmuydu? SEnin ülkende ermenileri katledilirken onlarin kirintilari ermeinstani devleti kurdu SSCB de! Bugün hala 20-30 milyon kürtlerin kürdistan ismi dahi yok TR de!!
Avrupanin sagcilari bu görüstedir.. avrupanin resmi görüsüde böyledir..
Necip beyin böyle gizli ,cekingen anti-semitist imalarini,hitleri hafifletmege calismasina sasirmadim desem yalan.. Avrupanin sagindan daha saga kayma oluncada böyle olur..
Ozgurlukcu Pentagon , Soros solcusu DSIP icin:(arada Zileliye)https://www.youtube.com/watch?v=U4C5TBYHWtQ
https://www.youtube.com/watch?v=BTEymeWWW68
https://www.youtube.com/watch?v=Jj_MtiF_z8s
“86 nolu uzun yazi Politik sosyolojik terimlerin kullanilmasini cikardiginizda geriye anlamsiz bir bir yazi kaliyor”
Ilginc.
Sundan dolayi ilginc:
Yazinin tamamini okuyamadim –sabrim yetmedi.
Bana, sanki Kucukaydin ciddi bir kafa karisikligi yasiyor gibi geldi ve yazi da, bu sebeple, terimler yahnisine donmus.
Sonra, yazinin ‘meta’si uzerinde dusununce biraz, “galiba, Kucukaydin, nihayet olgunlasiyor” dedim kendi kendime…
Nihayet, ‘din’ kavramini sadece –bildigimiz klasik sekillerde– ‘inmis/indirilmis’ vahiy veya ayetlerden murekkep bir yapi/olgu saymagi asmak arefesinde oldugu icin bocaliyor.
Ahir zaman peygamberlerinin gak-guklari ile lagaluga yavelemek yerine bu yeni safhasinin son derece pozitif bir gelismeye/degisiklige isaret ettigini dusunuyorum.
[Not: Bu uzun bir yazi oldu cikti. Vaktiniz dar ise, okumak istemeyebilirsiniz.]
“referandumda ne diyeceksin? ‘Yetmez ama evet’ mi?”
Karar vermis degilim.
Gidip oy vermek mi, hic yorulmamak mi?
Onun kararini dahi vermis degilim.
Ote yandan, ‘hangi yonde oy kullanmali?’ sorusundan once, ben, bu referandum konusunun kendisi hakkinda henuz temel soru isaretlerimi giderebilmis degilim.
Sundan dolayi:
Anayasada muhtelif degisiklikler yapmak konusu cok da yeni bir sey degil. Degisik zamanlarda, degisik partiler ya da siyasi oyuncular bunu (degisik iceriklerle) gundeme getirdiler ve bir muddet gundemde kaldi. Ardindan da, hep, bir sekilde, rafa kalkti.
Bu seferkinin oncekilerden farkli olmasi icin, aslinda, fazla bir sebep de yoktu –yani, ben tespit edemiyorum.
Sonra, durduk yerde, Devlet Bahceli bir isaret fisegi cakti ve –amiyane tabirle– top yuvarlanmaga basladi.. durdurulmaz bir momentumla, geldi geldi ve referandum halinde kapiya dayandi.
Benim asil anlamak istedigim –ve, mumkunse, munazara etmek istedigim– tarafi su:
Ne oldu bu defa boyle oldu?
Benim baktigim yerden –ve anladigim kadariyla– boyle bir seye su anda RTE’nin de ihtiyaci yoktu. Fiilen/resmen parti uyesi olmak disinda, RTE icin ciddiye alinacak bir degisiklik goremiyorum.
Ya da, soyle soyleyeyim: Mevcut anayasa, kanunlar ve mevzuatin acikca izin verdigi ya da muglak biraktigi icin mumkun kildigi seylerin disinda ilave avantaj cinsinden pek az sey var [buna asagida degiecegim; simdilik buraya bir yildiz/* koyalim.].
Geriye kalani, eskiden (simdi) imkansiz olani –muhtemel olmasa bile– mumkun kilan bazi seyler: CB’yi yargilamak filan gibi..
Baskalarini bilemem, ama, ben, boyle durumlarda/zamanlarda tedirgin kesilirim. Sahne-i siyasetin arkasina bakmak isterim; gorunmeyenlerden bir seyler cikarmak, bir tur muneccimlik yapmak zorunda kalirim.
Isabetli olup olmayacagi ayri mesele, ama insanin dogasinda var bu: Kuslarin aniden gocmege baslamasindan iskillenip kisin agir gecip gecmeyecegi uzerine kafa yormak gibi, mesela.
Simdi.. kuslar aniden goce durdu.. neden?
Ben, nacizane, bu iste ecinniler var demiyorum, tabii ki; ama, ‘iyi saatte/sihhatte olsunlar’in eli degimis oldugunu hissediyorum.
[TSK ya da MIT’i kasdetmiyorum; daha derin ve yaygin bir etkiden bahsediyorum.]
‘Aksakallilar’ da diyebilirdim; ama, basindaki ‘ak’ yanlis anlasilir diye, demiyorum.
Pardon. Uzattim. Farkindayim.
Sunu demek istiyorum: Bu referandum seysini AKP de kucaginda buldu, digerleri de.
Devlet Bahceli, partinin erimesi bahasina desteklemek; AKP de –kafa karisikligi icinde– yuklenip goturmek zorunda kaldi. Oyle goruyorum ben.
Diger partiler de, apar topar, tavir gelistirmek durumunda kaldilar.
CHP’nin neden hayir dedigini cok da anlamis degilim. Kilicdaroglu’nun gaflarina bakarsam, onlar da pek anlamis degil gibi.
Hayir diyerek eski anayasanin aynen devamina evet dediklerinin de farkinda midirlar; emin degilim. O yuzden, CHP’yi geciyorum. Fakat, yine de ilginc buluyorum.
Ote yandan, asil ilginc buldugum, HDP cenahindaki gelismeler ve HDP’nin tavri.
Durduk yerde, milletvekilleri tutuklandi filan. Sanki, ‘hayir’ diyecekleri bilindigi icin; ya da onlari ‘hayir’ demege mecbur etmek icin.. [Partinin onde gelenlerini iceri atarsaniz, ne demelerini beklersiniz?]
Iste bu noktada, yukarida yildiz/* koydugumuz konuya donuyoruz..
Yeni degisiklikle, Cumhurbaskani, idari yapilanmada bazi onemli degisiklikleri re’sen yapmak yetkisi elde ediyor.
Anlasilan, bu, Karayollari Genel Mudurlugunu Ankara’dan alip Cizre’ye gondermekten oteye yansimalari olacak turden bir sey.
Kimisi, bu tur bir yetki ile, ulkeyi eyaletlere ayirmak yetkisi verildigini iddia ediyor.
Ben, buna katilMAmakla beraber, ulkeye yeni eyaletlerin eklenmesi konusunda benzer bir kisitlamayi icermedigini dusunuyorum.
Yani, Bulgaristan’i, Yunanistan’i ya da Cecenistan’i filan bilemem de; halen yeniden haritalanmak sureci yasayan Guneyimizde ortaya cikabilecek yapilanmalara muteallik bu tur bir ihtimali kartlar arasina katiyor gibi geliyor bana.
Iste, bu noktada, HDP’nin tavrini cidden garipsiyorum. Kemalistlerin ‘kucuk olsun benim olsun’culugunu neden boylesine siddet ve kuvvet ile benimsediklerini anlamakta zorlaniyorum.
Daha onceleri burada –soru uzerine– yazmistim: Ben, etnik anlamda Turkum (Kipcak/Cepni) ve benim ne Kurtlerle ne de Araplarla (ne de digerleri ile) sorunum yok.
Kendimize guvensizligi de isaret eden ‘kucuk olsun, benim olsun’culuk yerine, ‘buyuk olsun, bizim olsun’culugu her zaman tercih ederim.
Dolayisi ile, eyaletler halinde yeni katilimlar ihtimali beni –hic, ama hic- rahatsiz etmiyor.
Beni etmiyor da, ‘bizim Kurtlerimiz’in bir kismini temsil eden HDP, acaba neden, boyle bir ihtimalden rahatsizliga isaret eden tavirlar aliyor?
Talabani ve Barzani [ayri ayri, tabii 🙂 ] Apo’ya komsu Bogaz’da birer yalida otursa kiyamet mi kopar?
Bir şeyi söylemekten kaçınmak için çok laf etmenin güzel bir örneği!
Baykal’ın peygamber benzetmesi ve topladığı tepkide bir kere daha görülen bu tür çatışmaların modern topluma özgü olmadığı gözden kaçırılmamalı.
İslam ve Hıristiyan inançları laikliğin bilinmediği din-iman çağında bile birleştirici olmaktan çok bölücü olmuştur. Daha doğrusu toplumu bir kere birleştirdikten sonra arkasından hep bölünmeler getirmiştir.
Örneğin “Meryem Tanrı anası mı İsa’nın anası mı?”, “Kuran mahluk mu kadim mi?” tartışmalarında olduğu gibi. Meryem Romalıları, Kuran Arapları bir kere birleştirdikten sonra bölmüştür.
“Bir şeyi söylemekten kaçınmak için çok laf etmenin güzel bir örneği!”
Ya da 100 no’da bahsedilen “kafa karışıklığı”
Vatansever anarşist Gün Zileli’ye selam olsun…
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar ümidi kesti, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale üstünü duman bürüdü
13 cü fırka harbe yürüdü, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale elinde toplar kuruldu
Vay bizim uşaklar orda vuruldu, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale’den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale’den çıktım başım selamet
Anafarta’ya varmadan koptu kıyamet, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni, off, gençliğim eyvah!
Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler, off, gençliğim eyvah!
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Mehmetçik Vakfınca 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin yıl dönümü dolayısıyla gazi, şehit ve gazi yakınları ile bağışçılar tarafından seslendirilen Çanakkale Türküsü’ne klip hazırladı.
http://www.ntv.com.tr/video/turkiye/sehit-yakinlari-ve-gazilerden-canakkale-turkusu,HCvltxz0zEOUw6EZ-dW9FA
https://www.youtube.com/watch?v=w8IWtmHwsxs
İskoç müzisyen Paul Dwyer, Çanakkale Türküsü klibi çekmiş.
https://www.youtube.com/watch?v=DE8MMD_ZYJU
Milliyetçilik mi, yoksa emperyal kuvvetlere başkaldırı mücadelesi mi 18 Mart 1915?
Eğer Çanakkale’de yenilen Osmanlı olsaydı, İngilizlerin şöyle bir bayrak tasarladığı söyleniyor:
http://mkhaber.com/istanbul-icin-ingiliz-somurge-bayragi/552/
https://pbs.twimg.com/media/C7J5W62XkAAHKps.jpg
https://pbs.twimg.com/media/C7J5W68XQAAnXcJ.jpg
Çanakkale savaşı emperyalist paylaşım savaşının bir parçasıydı.
“Bir şeyi söylemekten kaçınmak için çok laf etmenin güzel bir örneği!”
‘Karar vermis degilim.’in neresi Turkce degildi?
Karar verdiğinizde haberimiz olsun!
Zileli’nin 66’daki “Reelpolitik AKP bile bu siyasetten dönmenin yollarını arıyor” yorumuna ek:
“Tunus’un AKP’si” olarak bilinen akım ve siyasi parti “Nahda (Ennahda) Hareketi” lideri Raşid Gannuşi’den dönüşüm sinyali: “Müslüman demokrasisine girmek için siyasî İslam’dan çıkıyoruz.”
(Ennahda: Yeniden Doğuş Partisi, Rönesans Partisi. Kelimenin kökü Arapça “Al-Nahda”, uyanış, rönesans demek. 19. yüzyılda Mısır’da başlayan kültürel dönüşüm hareketi “Al-Nahda”, daha sonra Osmanlı’nın merkezi alanlarına kadar ulaşmış. 19. yüzyıl sonu 20. yüzyılın başlarında iki ana dala ayrılmış: Biri, İslamiyeti gelenekçi yapıda tutmayı savunan, modernleşmeye temkinli yaklaşıp nazlanarak kabul eden ve daha sonraları “Müslüman Kardeşler” hareketinin doğmasına yol açan dal. Diğer dal, Osmanlı’da “Tanzimât Reformları”nın oluşmasına zemin hazırlamış. İlerleyen yıllarda, umduklarının tersine, Osmanlı’da, İslamiyete daha uzak duran, modernleşmeyi daha çabuk kabul etmeye hazır “Jön Türkler” dalının oluşması.)
Partinin başlangıcı 1980’lere kadar gidiyor, izlediği çizgi AKP’yle aynı. Parti, “Müslüman Kardeşler” akımıyla müttefiktir.
Gannuşi’nın açıklaması, “gömlek değiştirdik biz” version 2.0 mı? Hatırlarsanız, Tayyip 2002 öncesinde şu gömlek meselesini sürekli gündeme getirirdi.
Tunus’ta şimdiye dek İslamcı diye nitelenen Ennahda Partisi, 20-22 Mayıs 2016 arasında kongresini yapmaya hazırlanırken, başkanı olan 74 yaşındaki Raşid Gannuşi, doktrinde yaşanan gözden geçirme sürecinin kapsamını Le Monde’a açıkladı.
Tunus Meclisi’ndeki en büyük gruba sahip olan hareket, kendini artık “sivil” bir siyasî parti olarak tanımlıyor. Gannuşi, 2011 Devrimi ve 2014 Anayasası’nın kabulünden beri siyasî İslam’a Tunus’ta artık gerek kalmadığını belirtiyor.
FREDERIC BOBIN: Ennahda 20-22 Mayıs’ta tarihinin dönüm noktası olabilecek bir kongre düzenliyor. Doktrinine yeni bir formülasyon getireceği ilan ediliyor. Ne olacak bu?
RAŞİD GANNUŞİ: Bu kongrenin gündem maddelerinden biri, partinin siyasî boyutu ile dinî boyutu arasındaki bağı tartışmak olacak. Ennahda’nın Müslüman ve modern uygarlık kaynakları olan siyasî, demokratik ve sivil bir parti olduğunu ileri sürüyoruz. Bu kaynaklar, modernlik ile kimlik arasındaki o karma anlayışı yansıtan 2014 Anayasası’nda bulunmaktadır. Sadece siyasî faaliyetlerde uzmanlaşan bir parti olma yönünde ilerliyoruz.
FREDERIC BOBIN: Öyleyse Ennahda tarihî kaynak olarak İslam’la arasına mesafe mi koyuyor?
RAŞİD GANNUŞİ: Bizim söylediğimiz, siyasî faaliyet ile dinî faaliyet arasındaki farklılığı açık bir biçimde iyi belirlemek gerektiğidir. Siyasî faaliyetin yeri cami değildir. Cami halkın toplandığı bir yerdir, dolayısıyla tek bir partinin faaliyetlerinde camiyi kullanması için bir sebep yok. Dinin Tunusluları birleştiren bir unsur olmasını istiyoruz; bölen değil. Bu yüzden bir imamın hiçbir siyasî partiye yönetici ya da üye olmamasını istiyoruz. Gündelik sorunları, ailelerin ve kişilerin yaşamını söz konusu eden bir parti olmak istiyoruz; kıyamet gününü ya da cenneti vs.’yi söz konusu eden değil. Dinî faaliyetin siyasî faaliyetten tamamen bağımsız olmasını istiyoruz. Siyasetçiler için çok iyi olur bu; zira böylece, dini siyasî amaçlarla kullanma suçlamasıyla karşılaşmazlar. Din için de çok iyi olur bu; böylelikle siyaset tarafından rehin alınmaz, siyasetçiler tarafından kullanılmaz.
FREDERIC BOBIN: Böyle bir sıçrama neden? Sizi bunu yapmaya iten etkenler neler?
RAŞİD GANNUŞİ: Muayyen bir olgunluk yönündeki safhaların biri bu. Batı kökenli bir adlandırma olduğu için buna muayyen bir ihtiyatla yaklaşsak bile, siyasî İslam’ı iki unsura karşı bir tepki gibi telakki ediyoruz. Bu unsurların biri diktatörlüktü. Diğeri de laik aşırılıkçılıktı. 2011 Devrimi sadece diktatörlüğe son vermekle kalmayıp laik aşırılıkçılığı da bitirdi. Tunus günümüzde demokrasiyi yaşıyor. 2014 Anayasası laik aşırılıkçılığa da dinî aşırılıkçılığa da sınırlar dayattı. Tunus’ta artık siyasî İslam’a gerek yok. Kaldı ki, bu siyasî İslam kavramı da El Kaide ve IŞİD tarafından tanınmaz hale getirilmiştir. Bu yüzden bizim savunduğumuz Müslüman demokrasisi ile aramıza daha da mesafe koymak istediğimiz aşırılıkçı cihadcı İslam arasındaki farkı iyi göstermek lüzumlu hale gelmiştir.
FREDERIC BOBIN: Sizi iyi anlıyorsak, Ennahda, siyasî İslam’dan çıkıyor mu?
RAŞİD GANNUŞİ: Müslüman demokrasisine girmek için siyasî İslam’dan çıkıyoruz. Artık siyasî İslam’ı temsil iddiasında olmayan Müslüman demokratlarız.
FREDERIC BOBIN: Bu kongre, 2011 sonunda iktidara gelişiniz ile 2014 başında ana gövdesini Ennahda’nın oluşturduğu üçlü koalisyon hükûmeti içindeki konumunuzun teşhisini de yapacak. Şimdi dönüp geriye baktığınızda, bu iktidar imtihanındaki başarısızlıklar ya da yetersizlikler ne oldu?
RAŞİD GANNUŞİ: Öncelikle, bu üçlü koalisyon dönemi fazla uzun sürdü. Anayasa’nın yazılması için bir yıl taahhüt etmiştik ve bu dönem üç yıl aldı. Hükûmete sol partileri de dahil edebilmiş olsaydık, aşırı bir kutuplaşmadan kaçınabilirdik. Geçiş dönemi demokrasisinin, istikrar dönemi demokrasisiyle aynı olmayan kendine özgü mekanizmaları olduğunu anladık. Bunu geç keşfetmemizin faturası da çok ağır oldu. İstikrar dönemi demokrasisinin basit çoğunluğa ihtiyacı vardır; oysa geçiş dönemi demokrasisi, basit çoğunluğun hayli ötesinde, mümkün olabilecek en büyük katılımı gerektirir. Sert kutuplaşmalara ve ideolojik konumlanmalara tahammülü yoktur.
FREDERIC BOBIN: Ennahda’nın Tunus’ta kadın haklarındaki kazanımlar hususunda tavrı nedir?
RAŞİD GANNUŞİ: 2014 Anayasası kadın haklarını muhafaza edip savunarak bu tartışmaya son vermiştir. Bu artık bir konu değil. “Tunus’ta kadın sorunu” diye bir mesele kalmadı. Tek sorun, kadın katılımının hâlâ sınırlı olması. Kongremizde hareket içindeki kadın katılımını artırma çağrısı olacak.
FREDERIC BOBIN: Tunus’ta kadın-erkek eşitliği üzerine bir yasa teklifi de halihazırda tartışmalara yol açıyor. Sizin tutumunuz nedir?
RAŞİD GANNUŞİ: Halk bunu tartışmıyor, elitler arasında bir tartışma bu. Halk ise bundan daha öncelikli konular olduğunu düşünüyor. Tunusluların çoğu, elitten olanlar içinde bile, bu sorunu bir oyalanma gibi telakki ediyor. Burgiba döneminden günümüze kadar bütün siyasî liderler, Kur’an tarafından, kimliğimiz ve uygarlığımız tarafından dile getirilmiş o ilkeye sâdıklar. Mirasta kadının erkeğin yarısı hissesi olması kuralını karikatürleştirmemek gerek; çok daha karmaşık.
FREDERIC BOBIN: Eşcinselliğin yasaklanmaması da Tunus’taki bazı çevreleri çalkalayan bir başka tartışma. Bunu destekliyor musunuz?
RAŞİD GANNUŞİ: Biz Tunus yasasına saygılıyız; o da bireysel özgürlüklerle kamusal alan arasında fark gözetir. İnsanların özel yaşamına ne yasa ne din karışabilir. Kamusal alanda ise yasa uygulanır. Özel alan bireysel özgürlüktür.
FREDERIC BOBIN: 2015 başından beri, eski rakibiniz Nida Tunus Partisi tarafından yönetilen bir koalisyon hükûmetinde yer alıyorsunuz. Basit bir hükûmet ortaklığı mı bu, yoksa stratejik bir ittifak mı söz konusu?
RAŞİD GANNUŞİ: Şimdilik bir hükûmet ortaklığı, ama stratejik bir ortaklığa doğru evrilebilir. Henüz o noktaya gelmedik. Hükûmete bu katılım ülkenin çıkarına. Farklı çıkarların idaresini öğreniyoruz; özellikle de bizimki gibi, siyasî kararların çok uzun zaman boyunca tek bir yerden alındığı bir ülkede. Dolayısıyla birlikte varolmayı ve farklılıkla birlikte yaşamayı öğrenmeye ihtiyacımız var.
19 Mayıs 2016
“Le Monde”
Fransızca’dan çeviren: Haldun Bayrı
“Karar verdiğinizde haberimiz olsun!”
Hic merak ve dahi endise buyurmayiniz. Kararimin ne oldugundan sizin de muhakkak haberdar olmaninizin gerektigini bilhakkin idakindeyim ve onemsiyorum, tabii ki.
http://noktahaberyorum.com/buyuk-ve-zahmetli-bir-calisma.html yazınızı okudum.
İletişim Yayınları’nın ana sitesi (http://www.iletisim.com.tr/kitap/cereyanlar/9390#.WM6hB9KGPDc) “Cereyanlar”ın 3. baskısının (Şubat 2017) piyasada olduğunu gösteriyor.
noktahaberyorum’da belirttiğiniz eksiklikler, hatalar, unutulmuş-atlanmış bilgiler 3. baskıya eklenmiş midir? Nasıl öğrenebiliriz?
Galiba sizde 1. baskı var. 3. baskıyla nasıl karşılaştırabiliriz?
Sanırım ilk baskılarda değişiklik olmayacak. Ancak diyelim ki, bundan altı altı ay sonra falan yeni baskı yapıldığında eleştiriler dikkate alınacaktır gibi geliyor bana.
Suriye’de belki AKP değil ama İsrail hala aynı yerde. Buna sayın Zileli ve ona katılan diğer yorumcular ne der merak ediyorum.
http://www.hurriyet.com.tr/liebermandan-suriyeye-tehdit-40400504
http://www.hurriyet.com.tr/rusya-ile-israil-suriye-yuzunden-karsi-karsiya-geldi-40400725
Bir de Suriye Kürtlerinin devletleşmesini bir hak olarak mı yoksa “bölücülük”, “ikinci İsrail” olarak mı görüyorlar? Devletleşmek bütün halklara helal iken bir tek Kürtlere mi haram yani?
“Devletleşmek bütün halklara helal iken bir tek Kürtlere mi haram yani?”
Kurtler dedigimiz zaman yeterince homojen bir kitleden bahsedebiliyor muyuz?
Ben, bu sorunun cevabinin evet oldugunu dusunmuyorum. Suriye Kurdistani’nda demagojik yapi nedir cok da bilmiyorum; ama Irak Kurdistani’nda en az iki ayri politik yapi var ve (her ikisi de, agirlikli olarak, Sunni olsalar bile) aralarin cok da ahenk var gibi gelmiyor. Iran Kurdistani’nda ise Kurtlerin cogunlugunun Sii oldugu soyleniyor.
Turkiye Kurdistani’nda ise durum daha da karisik. Sunni Kurtler cogunlukta olsa bile, Sunnilikten uzaklas(tiril)mis, Kemalist (ya da la-dini) bir aktif grup var.
Bu kumelerin (kitlelerin, gruplarin) her bir mensubuna sorunca herbiri ‘Kurtum’ diyordur da, bir arada yasamak acisindan zorlayici bir cikar birliginden bahsetmek kolay degil.
Dahasi, yasayan hafizada Kurtlerin kendilerine ait bir devletten de bahsedemiyoruz pek.
Bu tur teferruatlari onemsiz kilacak bir merkezi guc de yok –Anadolu’da ‘Turkler’den olusan bir Turkiye kuran bir burokrasi cinsinden. Bunu disaridan –mesela ABD ya da Israil– bir gucun saglamak ihtimali de pek gercekci degil.
Butun bunlari (ve diger detaylari) altalta/yanyana yazinca, helal/haram meselesinden maada, realist acidan boyle bir ihtimalin kartlar arasinda oldugunu dusunmuyorum.
Men çi guyem; klavyem çi guyed?..
“demagojik yapi” degil “demografik yapi” olacakti.
“Kurtler dedigimiz zaman yeterince homojen bir kitleden bahsedebiliyor muyuz?”
Peki (çok eski ve güçlü bir devlet geleneği olan İran’ı ayrı bir tartışma konusu kabul edersek) Irak ve Suriye Arapları, ve hatta Türkiye Türkleri (ve onların devletleri/merkezi bürokrasileri) dediğimiz zaman ne kadar homojen bir kitleden bahsediyoruz?
Irak ve Suriye’deki ciddi bölünmeler (her ne kadar dış müdahalelerin bunda payı olsa da etnik/mezhebi/siyasi iç çatışmalar bunun asıl kaynağıdır) malumumuz.
Türkiye’deki çatışmalar da bu ikisindeki kadar olmasa bile önemsiz sayılmaz. Hele son yıllarda, özellikle de geçen yılda olanlar, ki gelecekte de muhtemelen benzerlerini göreceğiz. Yeni bir yol ayrımına geliniyor ve iki olasılıktan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin kutuplaşma büyüyecek. Üstelik muhtemelen 15 Temmuz’da ve Gezi’de olduğundan çok daha fazla halk tabanına yayılacak.
Devletten/merkezi bürokrasiden söz etmişken şu yazı da ilginç:
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/askeri-tarih.html
Yazının asıl önemi Türkiye’nin bugünkü askeri sistemi üzerinde de düşündürtmesi.
Bugünkü sistem, yani profesyonel ordunun kaldırılıp zorunlu askerliğin getirilmesi. Bu da esasen Osmanlı döneminde Yeniçeri ve tımarlı sipahi ordularının kaldırılmasıyla başlayan bir süreç.
Bu ise aslında tımar sistemi ve devşirme sisteminin çağın gereklerine cevap verememesinin bir sonucu. Tıpkı bugün de zorunlu askerlik sisteminin, yani ordunun temelini oluşturan erlerin profesyonel olmamasının çağın ihtiyaçlarına yeterince cevap verememesi gibi. (Yakın dönemde geçilen sözleşmeli erlik ve uzman erbaşlık uygulamaları da sistemin özüne dokunmuyor.)
Bu ve benzeri durumlar (örneğin ülke geneline yayılamayan, bölgesel kalan siyasi partiler) Türkiye’de merkezi devlet yapısının pek de oturmadığının, güçlü görünmesine rağmen aslında kof olduğunun göstergeleri sayılabilir.
“ne kadar homojen bir kitleden bahsediyoruz?”
Once sunu soylemek gerektigini dusunuyorum:
Iran’daki ‘devlet gelenegi’ bence cok abartiliyor.
Evet, kurulu bir yapi var; ama, bu yapi kendisini korumak konusunda cok da mahir degil. Surekli cati degisikliklerine ugramis ve ugruyor. Gayr-i Irani hanedanlar tarafindan yonetilis tarihi, Irani olanlara kiyasla cok daha uzundur –hele de yakin tarih dikkate alinirsa.
Oradan bakarsak, Iran’daki devlet geleneginin kadrolar tarafindan degil de, (tipki princ tariminin Cin’de merkezilesmeyi dayatmasi gibi) Iran’da da devlet mekanizmasini vazgecilmez kilan bir seylerin oldugundan bahsedebiliriz. Bu, gelenek degil; bir mecburiyet sayilmali.
Bunun ticaret oldugunu dusunuyorum; ama, daha fazla detaylandirmak icin hakkinda okumam lazim. O da zaman istiyor.
Fakat, yine de, ticaret icin guvenli (asayisi berkemal tutulabilen) bir ortamin gerekliliginin tayin edici oldugunu dusundugumu not etmeliyim.
Turkiye icin de benzeri bir zorunlulugun varligindan bahsedebiliriz zannedersem.
Bunu da, iki buyuk yarilmaya verdigi tepkiye bakarak soyluyorum.
Birincisi, malum, Fetret Devri’dir. Ikincisi de, Istiklal Savasi donemleri.
Her ikisinde de, benim baktigim yerden, merkezi yonetimin tesisi konusunda ‘esraf’ (ticaret erbabi) tayin edici tavirlar almislardir.
Dagilmis (ve dolayisi ile, en azindan subaylar acisindan, artik maas alamaz hale gelmis) orduya sahip cikanlar bunlardir cunku.
Bunlar olmasa idi, ‘ulu onder’ler, ‘kurtarici’lar filan fasarya olurdu. [Yani, ‘olmasaydin olmazdik’in oznesi sandigimiz kisi(ler) degildir bence. Fakat, bu apayri bir konudur.]
Ticaret erbabinin ve ticaretin sozkonusu oldugu her yerde, haliyle, cikar catismalari da sozkonusudur. Guney ve dogumuzun, ulkenin geri kalaniyla, istenen (!) ahenk icinde olamayisinin da arka planinda bu vardir bence.
Cumhuriyetin kurulusu safhalarinda bu bolgeler (Dogu Karadeniz dahil), ticaretlerini daha cok Rusya-Iran ekseninde yapiyorlardi. Bu yuzden, ulkenin Batisi ile Dogusu arasinda empedans farklari vardi.
Bu farklar epeyi zaman devam etmekle beraber, Demir Perde’nin ortaya cikisi yuzunden, Kolomb’un Yumurtasi misali metazori cozuldu –Rusya, Ukrayna, Kirim uzerinden Trabzon, Erzurum, Iran ticareti durmak zorunda kaldi. Benzer sekilde, ulkenin Guneyi ile de, siyasi tercihler yuzunden, ticaret ancak ve ancak kacakcilik seviyelerinde devam etti ve zaman icinde onemsiz hale geldi.
Bu, bu bolgelerin fakirlesmesine yol acmakla beraber, zaman icinde, Turkiye geneli acisindan, ulkenin bu bolgelerinin (Kuzey, Dogu ve Guney) ulkenin Bati bolgesi ile entegrasyonuna katkida bulundu.
Bu entegrasyon, bence, su anda, yeterince guclu olmakla beraber, surdurulebilir olmak acisindan, ulke disindaki guneyin de dahil edilmesini gerektiriyor. Aksi halde sorunluluk devam edecek.
Simdi gelelim Turkiye’de devletin kof olup olmadigi konusunda ne dusundugume:
‘Kof Devlet’ten ne anladiginizi tam bilmiyorum; ama, benim baktigim yerden, su anda, TC –devlet olarak– bu topraklarda yasamis her devletten daha az kof durumdaddir. Buna, tabii ki, TC’nin onceki mazisi de dahildir.
Bunu da, hem Devletin maliyesinin verimligine bakarak soyluyorum; hem de asayis acisindan yeterliligine.
Dahasi, egitim, saglik vb gibi –normalde devletlerin birincil gorevleri olmayan– hizmetlerde de durum benzerdir.
Butun bularin basinda da, temel olcut olarak, devletin vatandaslarindan hangi verimlilikte vergi alabildigi gelir –aldigi her kurus/lira verginin ne kadari masraf olarak yolda kayboluyor.
Bu bakimdan, devlet, tarihinde hic olmadigi kadar verimli hale geldi. Vergiyi tabana yaymak acisindan da. Hatta, o kadar ki, luzumundan daha verimli hale geldigini bile soylemek mumkun..
Bu, cevremizdeki hicbir devletin yanina bile yaklasamadigi bir sey ve –‘kof’ olmagi bir yana birakin– devlete cok ilginc imkanlar taniyor: Buyuk yatirimlari (hizlica) yapabilmek, sosyal baglamlarda yeniden yapilandirmalar yapabilmek vb. vs.
Bu detaylari gozardi etmek bence dogru degil ve eksik degerlendirmelere yol acabilir.
“Irak ve Suriye’deki ciddi bölünmeler (her ne kadar dış müdahalelerin bunda payı olsa da etnik/mezhebi/siyasi iç çatışmalar bunun asıl kaynağıdır) malumumuz.”
Ben, oldum olasi, inanc baglamli catismalari da hep materyalist gozle incelemek taraftari oldum.
Baska bir deyisle, insanlar pastadan yeterince pay alamamadiklarini dusunuyorsa, bunu dogrudan dile getirmek yerine, ikincil unsurlari one surerler. Etnik/mezhebi catismalar da bunlardandir bence.
“Türkiye’deki çatışmalar da bu ikisindeki kadar olmasa bile önemsiz sayılmaz. Hele son yıllarda, özellikle de geçen yılda olanlar, ki gelecekte de muhtemelen benzerlerini göreceğiz.”
Turkiye’de bu tur catismalar var tabii ki –her zaman da olacak. Ama, bilmem dikkat ediyor musunuz, bu catismalarin zeminindekiler aslinda uzerlerine yapistirdigimiz etiketlerin isaret ettigi turden homojen degiller. Yani, ne (mesela) Aleviler icinden hosnutsuz olanlar, ne de (mesela) Kurtler icinde hosnutsuz olanlar, (sirasiyla) Alevilerin ya da Kurtlerin tamamini (ya da cogunlugunu) temsil ediyorlar.
Yani, evet, her kesim icinde hosnutsuzlar var ama her bir kesimin hepsi degil –aksi halde, kan govdeyi gotururdu.
Bu durum, devrimci taife icin bir hayal kirikligi olsa da, ben o goruste degilim.
“Yeni bir yol ayrımına geliniyor ve iki olasılıktan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin kutuplaşma büyüyecek.”
Kutuplasma dedigimiz sey sosyal/siyasi hayatin realitesi. Her devirde bir gerekce bulunur. O yuzden, benim baktigim yerden, ‘kutuplasma’ kelimesi bir ocu degil –bir canliligin isareti.
Ama, evet, buyuk bir yol ayrimi var onumuzde. Son 2-3 yuzyilin yerlesik yapisi catirdiyor. Bati (yani, bizim acimizdan, Avrupa ve ABD) artik basat ekonomik guc olmaktan cikti/cikiyor.
Uretim ve dolayisi ile zenginlik/refah Doguya (Hindistan, Cin ve Pasifik ulkelerine) kayiyor. Bu, Turkiye’nin de bolgeleri arasindaki iliskileri ciddi derecede etkileyecek.
Bu cercevede, Ege sahillerimizdeki ‘hayat tarzi’cilarimizin endiselerinin tamamen bos olmadigini soylemek mumkun. Ama, korkunun ecele faydasi var midir; bilemem.
“Üstelik muhtemelen 15 Temmuz’da ve Gezi’de olduğundan çok daha fazla halk tabanına yayılacak.”
Ben, sizin kadar iyimser (!) degilim. Bahsettiginiz turden sosyal ‘disturbance’lar mumkun olsa bile, daha fazla halk tababina yayilacagini pek de muhtemel gormuyorum.
Farkli kürtcenin olmasi onun zenginligini gösterir..
Dünyanin tüm dillerinde var olan olgu..
Sorunsa bu sorun kürtlerin sorunu..Almanyada bavyara,ingilterede welsh bölgesi tam anlamiyla farkli..Genede birlikteler..
Ayrica kendi aralarinda bölünme olsa ne olur?!
Kürt sorunu Türkiye sorunudur… Türkiye demokratiklesmesi ,özgürlesmesi onun cözümüyle olur..
Osmanlini altinda ki ,ki kendiside dahil hicbir ulusun bugünkü kürtlerin nufusu kadar yoktu.. Onlarin hepsine simdi türkler saygi duyuyor bagimsiz devlet olduklari icin!
Illa özgürlük.. Kibrisli türkler Türkiye bizi kurtarmis,yardim etmistir …arkasindanda Bizi ISGAL etmistir diyor..
Özgürlük bu !
AHH su gizli,puslu düsünceler..!!!
“Farkli kürtcenin olmasi onun zenginligini gösterir..
Dünyanin tüm dillerinde var olan olgu..
Sorunsa bu sorun kürtlerin sorunu.. Almanyada bavyara, ingilterede welsh bölgesi tam anlamiyla farkli..Genede birlikteler..
Ayrica kendi aralarinda bölünme olsa ne olur?!”
Ben, homojenlik olcutu olrak, hicbir zaman ‘dil’ denen seyi onemsemedim; oyle bir sey de yazmadim zaten.
Inanc kumelenmeleri biraz daha onemlidir; ama, o da bir yere kadar. Cikarlar denk gelmisse/geldiginde, bunlar da onemini kaybeder ya da onemleri azalir. Bkz. Katolik/Protestan catismalari ve daha sonra AB projesi (daha yuksek refah vaadi) altinda birlesmeleri..
[Simdi, o refah vaadi ortadan kalktikca, yine, Katolik/Protestan baglaminda ayrismak ihtimallerini de dikkate almak gerekir; o ayri.]
Konuya geri donecek olursam: Kurtlerin arasinda birlik konusunun birinci parametresi mezhep degil tabii ki; cikarlari cakismiyor.
Cakismayan cikarlarinin gorunurdeki temsilcisi mezhep tercihleri olabilir; ama, bu da –ozunde– cikara bagli bir tercihtir.
“Kürt sorunu Türkiye sorunudur… Türkiye demokratiklesmesi, özgürlesmesi onun cözümüyle olur..”
Ben, ‘demokratiklesme’, ‘ozgurlesme’ gibi kavramlarin kulaga hos gelen birer sloganik terim/kelime oldugunu dusunurum.
Bence aslolan, cok daha materyalist seylerdir: Refah ve tabana yeterince yayilan refah.. yani, herkesin karninin yeterince doymasi. Bu saglanabildigi olcude, digerleri kendiliginden gelir.
“Osmanlini altinda ki ,ki kendiside dahil hicbir ulusun bugünkü kürtlerin nufusu kadar yoktu.. Onlarin hepsine simdi türkler saygi duyuyor bagimsiz devlet olduklari icin!”
‘Bagimsizlik’ dedigimiz sey istenince –yeterince istenince bile– elde edilecek bir sey degil. Demografi ve –daha cok– cografya onemli.
Mesela, dilleri Ingilizce ile hicbir sekilde akraba bile olmayan Galler (Wales), milli kimligini edindigi 5ci yuzyildan beri bir devlet olabilmis degil. [Kral Gruffydd’un 1057’den –olum tarihi olan– 1063’e kadar (6-7 sene) Galler’in tumunden surdurebildigi hukumranligi haric.]
Benzer sekilde, Avrupa’nin geri kalan kisimlarinda da bir turlu devlet olamayan halklar vardir. Katalanlar mesela.
Kisacasi, kimlerin devlet olacagina hevesler karar vermiyor gibi.
“Illa özgürlük.. Kibrisli türkler Türkiye bizi kurtarmis,yardim etmistir …arkasindanda Bizi ISGAL etmistir diyor..
Özgürlük bu !
AHH su gizli,puslu düsünceler..!!!”
Kibrisli Turklerden bahsedince aklima hep Mao’nun “hangi otelde kaliyorlar?” sozu gelir.
Orta boy bir kasaba buyuklugunde bir topluluga ‘siz devletsiniz’ dedik onlar da inandilar.. How quaint.
Dikkat edin katalanlarin özerklik durumu var.Kürdistanin yok..
Dünyada cok devletler var kasaba büyüklügünde..Luksemburg.st.marino-üstelik italyanin ortasinda. saniyorum türki devletlerde var nerdeyse kasaba büyüklügünde..
Suda lafmi yani? 30 milyonluk nufus cografya demografi nedenlerle ancak hevesini alirmis !!?..
Birde bu bagimsizlik,özgürlük bos güzel laflar dedikten sonra!
Ne müthis bir magic kelime o! demografi izin vermezmis..
TR kuruldugunda ca 10 milyon du.Kürtlerin bagimsizligini,özgürlügünü dünya önleyemez.Üstelik Dünya destekliyor! DEsteklemek zorundadir.mecburdur..
Uluslarin ayrilip ayrilmamasina kenileri karar verir.
Gecenlerde iskoclar referandum yaptilar bunun icin.Ilginc olan tabi sizler icin dehset olan ingilizlerin bu konuda Fransiz kalmasiydi..
Sana ,bana ona,cografyaya demegrafi demogosisine sormadilar..
Karinlarini doyurursak onlari kümeste tutabiliriz?!!
Kendin ac beni nasil doyuracaksin!!
Cok haksizda degilsin su kemak mustafa olasaydida simdi ingilizler,fransizlar,italyanlar arkasinda ABD iyi doyururdu Türkleri .. Hertarafini..
Kürtlerin ortak cikari vardir. Bagimsiz,özgür bir devlet! bu Türklerinde cikaridir.yoksa bölücülük,ayrimcilik olur!
“Dikkat edin katalanlarin özerklik durumu var. Kürdistanin yok..”
Katalanlarin ‘ozerkligi’ hep oldu zaten –kontluk cinsiden. Benzer sekilde, Galler de ‘prenslik’ olageldi; bugunlerde Prens Charles’in temsil ettigi sekilde.
“Dünyada cok devletler var kasaba büyüklügünde.. Luksemburg. st.marino-üstelik italyanin ortasinda.”
Evet, dogru bunlar var. Devlet karikaturu olarak muhafaza ediliyorlar.
“saniyorum türki devletlerde var nerdeyse kasaba büyüklügünde..”
Turki’lere gitmege gerek yok ki.. Kibris var ahan suracikta… Muhtar olacak adamin devlet baskani kisvesiyle ortalikta dolastigi..
“Suda laf mi yani? 30 milyonluk nufus cografya demografi nedenlerle ancak hevesini alirmis !!?..”
Anladim. Siz, heyecanli katilimci olarak aramizda populizmi temsilen bulunuyorsunuz. Ne guzel.
30 milyon –bir yuvarlak rakam olarak– kuaga hos geliyor da; ne kadar dogru oldugunu her halde ‘CIA Factbook’a bakarak degerlendirecek degiliz.
Dahasi, her Kurtce konusana Kurt diyeceksek, aralarinda epeyi sayida (anadili baglaminda) Turkce konusan da var bunlara da –ayni zamanda– Turk mu diyecegiz? Arapca, Farsca konusanlar ne olacak?
Bu bir yana, ‘dil’in onemli olmadigini zaten soylemistim. Dolayisi ile, daha uzerinde durmayacagim.
Genel anlamda Kurt denilenlerin kendi aralarinda birlik olusturmasina pek de hizmet etmeyen temel realite, cikar birliginin olmayisidir; ki, bu, yakin zamanda degisecek gibi gorunmuyor.
O bakimdan, bu konuyu cok abartmamak bence daha isabetli olur.
“Birde bu bagimsizlik, özgürlük bos güzel laflar dedikten sonra!”
Bos laf demedim. Kulaga hos gelen sloganik (hatta romantik) laflar oldugunu dusunuyorum. Baskalari icin onemli olabilirler tabii ki.
“Ne müthis bir magic kelime o! demografi izin vermezmis..”
Eldeki ampirik veriler (ki, sosyolojinin tamami bu tur seyler uzerine bina edilir), bugune kadar bunun olmadigini gosteriyor.
O kadar ki, Osmanli paramparca edildiginde ortaya cikan boslugun kendi cografyalarina dusen kisminda dahi boyle bir seye talip olmadilar.
Bugun, Osmanli’nin sonlarinda oldugu turden, bir boslugun oldugunu dusunuyorsaniz, evet, bu tur bir imkandan bahsedebilirsiniz. Size katilmam, o ayri.
“TR kuruldugunda ca 10 milyondu. Kürtlerin bagimsizligini,özgürlügünü dünya önleyemez. Üstelik Dünya destekliyor! DEsteklemek zorundadir.mecburdur..”
Kimsenin engellemesi sozkonusu degil; zaten boyle bir sey mumkun de degil. Dogal bir sonuc olarak, bu, olacaksa, olacak.
Sorun, dogal olarak boyle bir seyin gercekten sozkonusu olup olmadigi.
“Uluslarin ayrilip ayrilmamasina kenileri karar verir.”
Bu boyledir de, oyle ‘hadi, ben gidiyorum’ diyerek de olmaz tabii. Tatli tatli oturulup, hesaplar yapilir. Giden mi daha borclu cikar kalan mi, bakilir. Ondan sonra karar verilir.
“Gecenlerde iskoclar referandum yaptilar bunun icin. Ilginc olan tabi sizler icin dehset olan ingilizlerin bu konuda Fransiz kalmasiydi..”
Iskocya, kuzayinde cikan petrol ve dogal gazin cok da onemli oldugunu dusunuyor. Elinde de sadece bu var. Sanayisi filan biteli cok oluyor.
AB fonlari ile beyler gibi yasayacagini umit ederken, bir de AB’nin de namevcut oldugunu gorduklerinde, boyle bir karari gozden gecirmek ihtiyaci duyacaklarini dusunuyorum. Ingilizler de, bu yuzden Fransiz kalmislardir saniyorum.
“Sana, bana ona, cografyaya demegrafi demogosisine sormadilar..”
Dogru. Cografya ve demografi realitedir; bu tur sorulari sormaz.
“Karinlarini doyurursak onlari kümeste tutabiliriz?!!”
Karni doyacak olanlar sadece ‘onlar’ degil ki. Herkesin karni doyarsa, herkes huzurlu ve rahat olur.
“Kendin ac beni nasil doyuracaksin!!”
Elle gelen dugun bayram. Herkes esite yakin sevide ac ise, yine sorun yok. Sorun, ucurumlarin mevcut ve bariz olmasidir.
“Cok haksizda degilsin su kemak mustafa olasaydida simdi ingilizler, fransizlar, italyanlar arkasinda ABD iyi doyururdu Türkleri .. Hertarafini..”
Yine mi geldik, bu, bitmek tukenmek bilmez kurtarici efsanelerine.. Mustafa Kemal, Kongre’de, ‘pasa, uniformani cikar da oyle siyaset yap’ ultimatomunu yediginde, iki saate varmaz, yaveri (Salih Bozok) ‘pasam siz asker degilsiniz artik, o yuzden gorevime donuyorum’ dediginde bitmisti. Bir devlet karari olarak, oradaki ordu komutani, Kazim Karabekir, yaveri ozel gorevle atamamis olsaydi, ‘kurtaricimiz’ da coktan emekligini istemis, cicek sulamakla mesgul bir tekaut asker olmustu.
Yani, demem o ki, cok abartmamak lazim. Kurtarici filan yoktu; hic de olmadi. Gorev verildi, destek olundu. Sonra da, elde kalanla yetinmegi ustun basari saydik.
“Kürtlerin ortak cikari vardir. Bagimsiz, özgür bir devlet! bu Türklerinde cikaridir.yoksa bölücülük, ayrimcilik olur!”
Bu dediklerinize inandiginiza eminim –yani, Kurtlerin ortak cikarinin bagimsizlik ve ozgur bir devlet olduguna.
Fakat, mesele sizin ya da benim inanma(n/m)iz degil ki.. Gefcekci olup olmadigini siz ya da ben tayin etmiyoruz cunku.
Bence aslolan, cok daha materyalist seylerdir: Refah ve tabana yeterince yayilan refah.. yani, herkesin karninin yeterince doymasi. Bu saglanabildigi olcude, digerleri kendiliginden gelir.
Evet, the UAE, Katar. İstersen “pek demokratik” Kuzey Kore’yi de incele.
Karınları yeterince (ve hatta çoğu zaman fazla fazla) doyan nice insan.
Ama özgürlüğü de, demokrasiyi de ara ki bulasın…
Necip’in yazdıkları Kürt sorununu sadece ekonomik bir sorun olarak gösteren resmi TC tezinin daha sofistike ifade edilmiş biçimi değil mi?
Elbette herşeyin temelinde ekonomik nedenler vardır. Ancak burada sözkonusu olan bir zümrenin kendi egemenliğini meşrulaştırmak veya karşı tarafın meşruiyetini reddetmek için yaptığı manipülasyondur.
Ekonomide refah seviyesinin yükselmesinin (ve hatta bunun vaat edilmesinin), özgürlükleri ve demokrasiyi yükseltmediğinin bir ispatı daha:
“#HAYIR” videosunda konuşan Ali Gül tutuklandı:
https://twitter.com/guclumeclisp/status/839528201747644418
http://www.diken.com.tr/erdogana-hakarette-bugun-hayir-videosu-ceken-kisi-tutuklandi/
http://t24.com.tr/video/hayir-videosu-nedeniyle-tutuklanmasi-istenen-gul-mustafa-kemale-borcumu-odemeye-gidiyorum,6166
bu tarihi referandumda türkiye halklari kendisini dünya toplum ille barisik ve evrensel degerlere dayan yoksa kavgali,kinci ve sürekli egosunu tatmin edecek bir anlayisda yasamak istedini gösterecek.
bir baska ülkenin topraklarinda propaganda kimse yapamaz!
böyle sovenist bir yaklasim hangi evrensel insan savuna bilir???
üstelik propaganda yapanlar bir dinci dikta getirmek istedi halde…….
tehditler korkutmalar dozunu artiriyor rte hersey göze almis durumda umarim türkiye halkarida,böyle insan disi bir anlayisa bir büyük hayir yarasir!
Dil çok önemli bir şeydir.
Bir çocuk ilkokula başlarken Türkçe bilmiyorsa; baskı dayatma ile öğretiliyorsa.. bu önemli bir şeydir. Bu çocuklardan kaç milyon var.. Biliyor mu?
Ülkenin “siyah” köleleri ise bu aşağılama önemli bir şeydir.
Necip gibi insanlığın çektiği acılara ve sebeplerine dair kafa yormamış insanlar, sorunları önemsizleştirerek sorumluluklarını da önemsizleştirir; bencil vicdanlarına duş aldırır.
Bu iş bitti! Ya birlikte eşit yaşayacağız… ya da ayrılarak kendi kaderlerini yaşayacaklar… Sanırım 2. seçenek bu budala Türkî politikalar ile kaçınılmazlaşacak…
“Evet, the UAE, Katar. İstersen ‘pek demokratik’ Kuzey Kore’yi de incele.”
Ilk ikisinin sorunu baska, sonuncusununki bambaska.
Ilk ikisi, cok dar bir zumreye namutenahi bolluk; geriye kalanina da ‘peynir-ekmek; artik Allah ne verdiyse’..
Sonuncusu ise tam anlamiyla garabet.. Cin’in destegiyle ayakta kalan bir diktatorluk, bir kara delik. Dogal bir olusum degil; olmasi da imkansiz.. Halkin isyan etmesini –az once dedigim gibi– Cin’in askeri destegiyle imkansiz kilan bir yapi. Bunun bir baska ornegi yok ve olamaz da zaten. Uluslarasi sidik yarisinin yarattigi bir kara delik sadece.
Dolayisi ile, bir ibret olarak belki ama bir ornek olarak uzerinde konusulacak sey degil.
“Karınları yeterince (ve hatta çoğu zaman fazla fazla) doyan nice insan.”
Ben, elimden geldigince, Turkce yazmaga calisiyorum; ama, –okuyanlarin tepkilerine bakinca– cok da basarili olamadigimi goruyorum.
Yukarida ‘Refah ve tabana yeterince yayilan refah.. yani, herkesin karninin yeterince doymasi’ demistim. Anlasilan, anlasilamamis..
Siz, Holywood filmlerine bakip ABD’nin bir cennet oldugunu sananlar misali, BAE’nin, Katar’in filan gicir gicir AVM’lerine, luks arabalarina, yatlarina filan bakip oradaki herkesin cukunun testisine denk oldugunu mu saniyorsunuz yoksa..
Arap Baharindan en cok korkanlarin basinda bunlarin geldigini; cunku, iclerinde cok genis bir kesimin kolelik sartlarinda yasadigini bilmiyorsunuz galiba.
Bu yuzden de, oralarda hersey tamam da, bir eksikligin ozgurluk ve baris ve dahi demokrasi oldugunu saniyorsunuz..
Eh.. ne diyeyim.
“Ama özgürlüğü de, demokrasiyi de ara ki bulasın…”
Bakiniz.. bunlar, bu fiyakali kelimeler, tipki Sekreterler Gunu, Ogretmenler Gunu, Kadinlar Gunu, Anneler Gunu, Babalar Gunu filan gibi –ABD’de Hallmark isimli kartpostal tekelinin sokusturdugu, ardindan da– etrafinda bir piyasanin olustugu sanal lakirdilardan ibarettir.
Baska bir deyisle, bu kelimelerle isaret edilen kavramlar, eger siz onlarin var olduguna inandirilmissa vardir; gercekte ise hic yokturlar.
Demokrasi denilen sey, cercevesi birileri tarafindan cizilen, disina cikilmasina izin verilmeyen bir rejimdir. Ozgurluk dediginiz sey de oyledir. Gucunuz varsa, cercevesini –belki– siz cizebilirsiniz; gucunuz yoksa, ozgurlukleriniz filan lafta kalir.
Ben, sizin pek de severek kullandiginiz bu propogandist, romantik, sloganik, sablonik kelimelerinizin pazarinda bir tuketici degilim.
“bir baska ülkenin topraklarinda propaganda kimse yapamaz!”
Alman Devlet Sozcusunun burayi takip ettigini tahmin etmezdim. Hos geldiniz.
Yukarida beyan ettiginiz kuralin bir saglamasini yapalim isterseniz.
Hatirlamiyor olabilirsiniz, belki; isterseniz su linke bir bakin:
http://www.hurriyet.com.tr/gaucktan-odtude-de-cok-sert-mesaj-26312339
Burada, 2014 yilinda zamanin Alman Cumhurbaskani, Gauck, Ankara’da, ODTU’de, Alman vatandaslarina degil, Turk vatandaslarina, Almanya ile ilgili seyleri degil, Turkiye ile ilgili konulari konustugunu, zamanin iktidarini pek de sert elestirdigini gorebilirsiniz.
Anlamakta zorlanabilir oldugunuzu dikkate alarak ozetleyeyim:
Alman Cumhurbaskani, Gauck, Turkiye’ye gelip Turkiye topraklarinda, Turkiye Hukumetinin aleyhinde propoganda yapti.
Kimse onu engellemedi, sinir disi etmedi. ‘Ayip ettin’ demekle yetinildi, o kadar.
Bu bir.
Ikincisi: Madem bir baska ulkenin topraklarinda propoganda yapamaz diyorsunuz –hala daha diyor musunuz, bilmiyorum gerci–, ‘Hayir’ diyenlerin propogandalarina izin verilisini nasil acikliyorsunuz?
“üstelik propaganda yapanlar bir dinci dikta getirmek istedi halde…….”
Anladim. Sizin fikir/beyan ozgurlugunden filan anladiginiz boyle bir sey: ‘Dinci’ oldugunu dusundugunuz kisilerin fikir/beyan ozgurlugu olamaz.
Yani, kimin fikir/beyan ozgurlugu olacagina siz karar vereceksiniz.
Hersey iyi hos da, Fasist egilimlerinize isaret eden oldugunda neden aliniyorsunuz?
Karsilik vermek istemiyordum ama su kücük devletlere karikatur demeniz Cok saygi duydugunuz Hitlerin konusmasi aklima geliyor.
Hitlerde encok güldügüm noktada oydu.
Polanyayi kastederek, Avrupanin önemsiz bir devleti birde bize kafa tutuyor demesiydi..
Sizler icin Dünyanin en refah icindede farkli diller,göcmenler olan Lükemburg önemsiz,karikatur devlet! Hitleride gectiniz.. O buzaman icinde bu fittirk lafi edermiydi bilmem..
Kürtlerin bagimsizliga,özgürlüge kavusmasi acaba gercek olurmu diyorsunuz..Dünyanin gercek olmadigini savunan dünya görüscüleri var..Bakin günümüze ,bakin kürt bayraminin kutlanmasina..katilin onlara gercek oldugunu görmeyebilirsiniz ama hissedersiniz..
Onlarin özgürlük,bagimsizligina kimsenin kimseye hesap vermesi gerekmiyor..Osmanlidan beri bu hep böyle oldu..Ayrilanlar ,geri gelmedi.gelmezde .hayalini bosa kurmayin..Imparatorluk heveslerini tarihe gömün.. Hitleri örnek almayin.
Konuyu Camurlastirmaga calismaniz gözden kacmiyor..Haykirin ya Kürtlerin hakli istemi var.Destekleyelim.yada Hayir vatan bölünmez hepsini gerekirse temizleyelim ermenilere yaptigimiz gibi! Baska yolu yok bunun..
Su karin doyurma politakini acikca yogozlavya yapmisti.Tereyagi politikasi adiydi..Kosovalilari tutmak icin onlari sirplardan daha cok bakti.Karnini doyurdu.Sonunda Sizinkinleriin ucaklariyla da bgenede tam bagimsizliga kavustular..üstelik kosova özerkligi oldugu halde..
!,5 milyon kosovalalilar sirplarla beraber yasiyordu..
Onlara 15 milyon kürtlerin Türkiyede özerklik hakki bile yok dedigimde..Tam hayvan kafalililar! cevabini aldim..
Resmi TC tezinin ekonomiyi kullanmasının Sosyal Darwinci tezlerin evrimi kullanmasına benzediğini de eklemeliyiz. TC egemenlerini meşrulaştıran resmi ideoloji de bir bakıma Sosyal Darwinci’dir zaten.
Evrimin veya ekonomik nedenlerin gerçek olması bunlar gerekçe gösterilerek yapılan ırkçılıkları, diktatörlükleri, soykırım ve katliamları, işkenceleri haklı mı çıkarır?
“Necip’in yazdıkları Kürt sorununu sadece ekonomik bir sorun olarak gösteren resmi TC tezinin daha sofistike ifade edilmiş biçimi değil mi?”
Hani, derler ya, ‘beni bir kisi anladi; o da yanlis anladi’..
Bu da oyle.
Sosyal konularda, hayatin kendisinde, hicbir sorun tek basina bir tek etkene kolayca indirgenemez ki. Tabii ki, cok sayida etken vardir.
Vardir da, bunlarin bir hiyerarsisi, bir silsilesi, bir onem sirasi vardir. En onde geleni tespit edip cozebilirseniz, geriye kalani ya kendiliginden cozulur ya da tahammul edilir hale geli gundemden duser.
[Dusmezse, yine en onde geleni tespit edip cozmegi denersiniz; bu dongu boyle devam eder gider. Ta ki bor sonuc alincaya ya da vazgecinceye kadar.]
Refah konusu, benim baktigim yerden, onde gelen sorundur. Bolgenin insaninin surekli batiya gocmesini, gocmek zoruretini yasamasini ben boyle degerlendiriyorum. Dolayisi ile, once cozulmesi gereken sorunun bu oldugunu soyluyorum.
Ondan sonra, sirasi gelen hangisi ise ona egilinir. Bu ayrilmak, bagimsizlik vb de olabilir.
“Elbette herşeyin temelinde ekonomik nedenler vardır. Ancak burada sözkonusu olan bir zümrenin kendi egemenliğini meşrulaştırmak veya karşı tarafın meşruiyetini reddetmek için yaptığı manipülasyondur.”
Bu da hayatin bir gercegi: Manipulasyonlar.
Ama, tek basina aciklayici olamayacaklari da asikar.
Idris-i Bitlisi’nin Yavuza yazdiklarini hatirliyorum. {Mealen} “Biz yuz Kurt beyiyiz, birbirimizin ‘Allah bir’ dediginden baska hicbir dedigine itibar etmeyiz. O yuzden de Sii Iran’a karsi birlik olamiyoruz. Gel, sen, bize bas ol”..
Benim bundan anladigim su: Kurtler cok gururlu ve ozgurluklerine ziyadesiyle duskun bir kavim.
O kadar ki, kendi beyleri bile bir digerinin otoritesini hicbir sekilde kabul etmiyor. [Yavuz’u da, ancak, bir ‘din buyugu’ olarak bir ‘bas’ sayiyorlar; o kadar.]
Yavuz da, bunun bilincinde oldugu icin, Idris-i Bitlisi’nin yonlendirmesiyle, Kurt beylerinin arasinda bir hukuk olusturuyor ve ondan daha fazlasina pek karismiyor.
Bu, 4-5 yuz sene iyi-kotu devam ediyor. Ardindan, Osmanli gidiyor, yeni birileri geliyor. Onlar pek de karismamak taraftari degil. Daha homojen (modern?) bir devlet olmak istiyor; vergi de almak istiyor, asker de. Kendi hukugunu da dayatiyor.
Film de orada kopuyor, tabii ki.
Simdi.. Bugun.. Kurtlere, ‘hadi, serbestsiniz; istediginizi yapin’ denecek olsa, Idris-i Bitlisi’nin tasvir ettigi karakteristik yerine, hepsinin bir araya gelip bir tek devlet olmak ihtimali sizce cok gercekci mi?
Yoksa, yuz Kurt beyinin herbiri kendi beyliklerini mi ilan eder acaba?
Simdi.. Buna verilebilecek cevaplardan birisi de “Sana ne?! Kurtlerin ozgurluklerini nasil kullanacagi seni neden ilgilendiryor?!” olabilir.
Boyle bir cevap mesru olmakla beraber fazlasiyla romantik olur. Yani, gercekci olmaz.
Durduk yerde herkes icin ciddi bir guvenlik/asayis problemi olacak bir gelismeye tamamen ilgisiz kalmak hic de akillica olmaz cunku.
2008’de kendi koydukları yurt dışı propaganda yasağını (298- md.94/A), 2017’de yine kendileri ihlâl eden iktidar mensupları, Cumhuriyet tarihimizde eşi benzeri görülmemiş olayların yaşanmasına neden oluyor.
Öyle boğucu bir atmosfer yaratılıyor ki, olup biteni anlamaya çalışanların, anladıkları kadarıyla eleştirenlerin dahi ‘hain’ ilan edilme olasılığı, insanların tepki vermesini neredeyse imkânsızlaştırıyor.
Örneğin, sınırda yaşananlardan daha birkaç gün önce Başbakan, TV ekranlarında Hollanda’daki seçim nedeniyle 14 Mart’tan önce bir etkinliğin mümkün olmadığını açıklamıştı.
Bunu, yani en gerçek, en sarih olanı dahi yazıp çizmekte zorlanıyor insanlar. Abdullah Gül’ün yıllarca dillendirdiği gibi, ‘insan gerçekten hayret ediyor.’ Neyse ki Sayın Bakan canını kurtardı; malum Hollanda, ülkesi sınırında siyasetçi katletmekle şöhret yapmış bir ülkedir!
Önümüzdeki haftalarda kim bilir daha nelere tanıklık edeceğiz.
Unutmadan; belli ki Allah vergisi bir ‘ilimle’ donanmış olarak dünyaya gelen AKP’liler ve yandaşların biz ölümlülerden öğrenecek bir şeyleri olduğunu hiç sanmıyorum ama keşke birileri onlara, şu ‘Nazi’ suçlamasının Museviler ve Avrupa Kıtası için ‘hakaretten çok öte’ ve dehşetli anlamları olduğunu hatırlatsa.
Tüm bu garabet yaşanırken,
‘Hayır’ kampanyası yürütenler izansız bir baskı altındayken,
Kimi siyasetçilere salon verilmez ya da verilenler iptal edilirken,
TV ve gazetelerin neredeyse tamamı sabah-akşam aynı düdüğü üflerken,
Muhalifler üniversite kampüslerine giremiyor ve onların toplantıları iptal, devlet olanakları pervasızca ‘Evet’ kampanyasına tahsis ediliyorken,
OHAL bir kez daha uzatılmışken;
İktidar mensupları hâlâ baskı altında olduklarından söz edebiliyor.
Pes diyeceğiz ama artık bütün ‘pes’ler çaresiz, memlekette. Türkiye Cumhuriyeti, daha önce hiç yaşamadığı bir deneyimle karşı karşıya. Aklı başında kim kaldıysa, milyonlarca insanı ‘uçurumdan atlaMAmaya’ ikna etmeye çalışıyor ki bu çabanın kendisi durumun vahametini sergiliyor aslına bakılırsa.
Siyasal partiler, 1961 Anayasası’ndan bugüne ‘demokratik sistemin vazgeçilmez unsurları’ olarak tanımlanıyor. Partilerin öyküsü, Batı parlamentolarında birbirlerine ‘yakın’ vekillerin birlikte hareket etmesiyle başlamıştı.
19. yüzyılda oy hakkının genişlemesi ile giderek kurumsallaşan, bugün için siyasetin vazgeçilmesi olan partiler, kitleler ile farklı araçlarla bağ kurar. Bunlardan biri, hiç kuşkusuz propaganda. Bugün garip bir biçimde ‘algı yönetimi’ denilen şey de aslında propaganda değil mi? Hakikaten, bilgiç tavırlarla ‘algı yönetimi’ olarak adlandırdıkları eylemin adı, neden propaganda değil ki? Ya da ‘propaganda’ denilen, algı yönetimi değilse, ne? Her neyse şimdi konumuz bu değil.
Partiler pek çok propaganda yol ve aracını uygulayabilir. Şunu söylemek çok yanlış olmaz: O araçlar ne olursa olsun bir siyasal partinin başarıya ulaşması, iktidara tırmanması ve orada kalabilmesi, vaatlerinin ikna ediciliğine bağlı. Yurttaşa ne sunduğuna, önerdiğine. Bir parti ya da hareket başarıya, sonu hiç de hayırlı olmayacak vaatlerle de ulaşabilir tabii. Haliyle buradaki ‘vaat’ sözcüğü zorunlu olarak bir ‘olumluluk’ içermiyor. Örneğin, Hollanda’yı protesto etmek için meyve bıçağıyla Finike portakal bıçaklayan bir kitleye idam cezası vaadinde bulunmak gibi.
AKP, 2002’den yakın zamana dek, beğenir ya da beğenmezsiniz, seçmen kitlesine vaatler sunuyordu. Bir parti her açıdan anlaşılmadan onunla mücadele edilemez. Bu nedenle, ‘Aman canım bunlar hep böyleydi zaten’ demek yerine, partinin tarihini-dönüşümünü anlamaya çalışan yazılara iltifat edilmesi gerek. Tabii bu uyarıdan yanlış bir sonuca da varmamalı.
Şöyle ki, siyasal partilerin bir ideolojisi, benimsedikleri siyasetin bir sınıfsal kökeni var. Dolayısıyla ‘hep böyle’ denilebilecek bir tarafları mevcut elbet. Buna mukabil partiler, kök saldıkları toprak aynı kalmak kaydıyla zaman içinde dönüşür. Öncelikle, varlığını uzun süre koruyanlar.
Örneğin 1950’de tek başına iktidar olan DP, CHP gibi burjuvazinin temsilcisiydi. Asker-sivil bürokrasiyi temsil eden CHP’den farklı olarak ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahiplerinin. Haliyle sınıfsal aidiyetine uygun siyaset izliyordu. Bu gerçek, DP’yi 3 döneme ayırarak incelememizi engellemiyor:
1950-54,
1954-57,
1957-60.
Bunlar yalnızca seçim aralıkları değil. DP’nin giriş, gelişme ve sonucu!
DP, yalnızca büyük kitleler tek parti iktidarında yıldığından değil, vaatleri olduğu için iktidar oldu.
Nitekim ilk döneminde ekonomi başta olmak üzere her alanda elde ettiği ‘başarılar’ (ve yaver giden şansı) nedeniyle 1954 seçimlerinde CHP’yi neredeyse ‘muhalefetten de tasfiye’ edebildi. Ne zaman ki Türkiye ve Dünya koşulları değişip çuvallamaya başladı, telaşla erken seçim (1957) kararı aldı. 1957 sonrasında artık şiddet, sansür, zorbalık ve hukuksuzluk dışında vaadi kalmamıştı.
1965’te son derece güç bir seçim sisteminde büyük başarıyla tek başına iktidar olan AP’nin de halka söyleyecek bir sözü vardı. Tabii AP 27 Mayıs’a yönelmiş halk tepkisinden de yararlandı. Tek tek tüm başarılı olmuş partileri anlatmaya gerek yok burada. Bir siyasal parti, eğer söyleyecek bir şeyi varsa caziptir. Hadi hiç olmazsa şu örneği atlamayalım: CHP çok partili yaşamda bir kez %40’ı geçti. 1977 seçiminde. Çünkü Ecevit, bir şey söylüyordu. Vaadi vardı. Yurttaşı heyecanlandırıyor, umut veriyordu. Karşılığını aldı.
Uzatmayayım. Kurulduktan çok kısa bir süre sonra ve muazzam bir iç-dış destekle 2002’de iktidara gelen (%10 baraj nedeniyle geçerli oyların neredeyse yarısının çöpe gittiği seçimde!) AKP, azgın kapitalizmin ağzı dualı temsilcisiydi. Bölgedeki Müslüman demokrat projenin, esas oğlanı. Buna kuşku yok. Uzunca bir süre gereklerini de yerine getirdi. Uzun süre diyorum, çünkü, örneğin son aylarda uygulanan ‘müsadere’ doğrusu kapitalizmin mantığıyla pek bağdaşmıyor!
2002-2007,
2007-2011,
ve 2011 sonrası AKP var.
Her dönemde kurduğu ittifakları bir sonrakinde terk eden bir parti. Şu ya da bu gerekçeyle, 2015 Haziran’ını saymazsak her seçimde oy artırdı. Takdir edilebilir ki, bazı kızgın vatandaşın dillendirdiği gibi milyonlarca seçmen geri zekâlı olduğu için oy vermedi AKP’ye! 2013’e dek doğru-yanlış, vaatleri olan bir partiydi AKP. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin milletvekillerini, bakanlarını, danışmanlarını, yazarlarını.
Yıllar içinde:
Cengiz Çandar’dan ROK’a,
New York Times övgüsünden AKİT manşetine,
Avrupa Birliği’nden Pakistan’a bir yolculuk, söz konusu olan…
Bugün artık ‘vaadi’ kalmadı AKP’nin. Şantaj malzemesi yapılan birkaç milyon mülteci ile yönlendirilen dış politika, bolca güvenlik önlemi, OHAL KHK’si ile yönetilen ülke, yurttaş kitlesinin yaklaşık yarısının her Allah’ın günü karşılaştığı hoyratlık, daha çok işsiz, daha çok mağdur, daha yoğun inanç sömürüsü vs…
İşte, 16 Nisan’da yapılacak halkoylaması açısından da aynı sorunu yaşıyor iktidar partisi ve Reis’i.
Anlatamıyorlar.
Ne yapsalar olmuyor.
Çünkü ortada anlatılacak bir şey yok.
Daha önce de yazmıştım; ancak savunan insana kötülük olsun diye hazırlanabilecek bir öneri var önlerinde.
Sonuç ne olur bilinmez. Buna mukabil bilinen, vadettiklerinin cazibesini yitirmiş olması. ‘Yetkiler tek kişide toplanırsa istikrar gelir’ ikna edici bir vaat değil. Ama ‘Kürt sorununu çözmek için süreç başlatılacak’ anlamlı bir vaatti.
Yurttaşa ulaştıracak gerçek bir sözü kalmayan partiler, kaçınılmaz olarak aynı yöntemleri dener. Enayi muamelesi yapmak, çaresizliğin sonucudur. Örneğin, şu Hollanda meselesinin, ‘kararsız seçmeni’ etkileyebileceği söyleniyor.
Öyle mi?
Yine de bunu turizmcilere, mesela Kapalıçarşı esnafına sormak gerekemez mi? ‘Zaten üç beş turist geliyordu, şimdi onlar da gelmezse yandı gülüm keten helva!’ demezler mi?
Sizce, ‘Hollanda bedel ödeyecek!’ tehditlerini ciddiye alan birileri var mıdır memlekette? Bu insanlar, ‘İyi de Rusya ve İsrail de ödeyecekti, ne oldu?’ diye sormuyorlar mıdır? Emin misiz?
Herhalde Hollanda ineklerini sınırdışı edenlerin, ‘yanlışlıkla’ Fransız Bayrağı yakanların, portakal bıçaklayanların vb. milyonlarca seçmeni temsil ettiğini düşünmüyorsunuz. Ya da ne bileyim, Dışişleri Bakanı’nın insanı dehşete düşüren şakacı üslubuyla yapıverdiği ‘lale’ göndermesi çok takdir ediliyor mudur ki? Sanmam.
Seçmene enayi muamelesi yapmamak gerekir. Yurttaş aptal değil, çıkarcıdır. Her kim, oy verecek olanın aklını fikrini küçümserse, er ya da geç kaybeder. En yarım akıllı zannettiğiniz bile, ‘Hayır diyenler teröristlerle aynı saftadır!’ propagandasını yutmaz. Yutar gibi görünenler, dâhil. Vaadi olan siyasi hareketler heyecan verir, başarır.
Olmayanlar, telaş ve kızgınlık içinde davranıp eninde sonunda kaybeder. Vaat, bir siyasal hareketin oksijenidir. Olursa ne âlâ, olmazsa…
Şarkı notu:
Hazır konu Hollanda’dan açılmışken. 12 Eylül darbesinin hemen ardından ‘turist cezbetmek’ için hazırlanan şu şarkıyı da unutmayalım:
https://www.youtube.com/watch?v=kgJ2kUyZMkM
https://www.izlesene.com/video/dusunun-antalyada-mutlu-bir-hollandali/8742110
Vakti zamanında TV’lerde, ne anlama geldiği, kimin tarafından söylediği bilinmeden dönen turistik, bir o kadar da ‘kardeşçe’ şarkı:
Kucak kucak insanlar gelmeli Türkiye’ye
Yanyana oynanmalı samba ve harmandalı
Gitar cevap vermeli şu bizim türkülere
Dünya gülümsemeli ve hep böyle kalmalı
İnsanlar bir arada hayattan zevk almalı
Düşünün Antalya’da mutlu bir Hollandalı
Türk, İtalyan, İngiliz bir Bodrum gecesinde
Rakı bardaklarında kardeşliği bulmalı
18 Mart 2017
Doç. Dr. Murat Sevinç
Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
‘Dünyada ve Türkiye’de Anayasa tarihi’ dersi öğretim görevlisi
(Üniversiteden, KHK’yle uzaklaştırıldı)
‘Ayni dili konusan 30 milyon Kurtun nasil olur da devleti olmaz?’ sorusuna biraz daha egilmek lazim.
Butun Kurtlerin ayni dili konustuklari tartisilir olsa da, acaba baska ornekler var mi acaba diye biraz bakindim.
Ayiracak cok fazla vaktim olmadigi icin sadece Hindistan yarimadasina baktim. Afrika, Cin (Asyanin geri kalani), Latin Amerika vs de incelenebilir ve eminim benzer ornekleri vardir.
Neyse.
Pakistan ve Hindistan olarak ikiye ayrilmis olan bolgede, devleti olmayan (bir kisminin da hic olmamis) sosyo-etnik gruplar asagidadir. 50 milyondan az olanlarini listeye dahil etmedim.
‘Pencabi’ler: https://en.wikipedia.org/wiki/Punjabis
Nufus: 121 milyon
Ulkeler: Pakistan, Hindistan, vd
‘Bihari’ler: https://en.wikipedia.org/wiki/Biharis
Nufus: 105 milyon
Ulkeler: Pakistan, Hindistan, vd
‘Marati’ler: https://en.wikipedia.org/wiki/Marathi_people
Nufus: 75 milyon
Ulkeler: Hindistan, vd
‘Racastani’ler: https://en.wikipedia.org/wiki/Rajasthani_people
Nufus: 70 milyon
Ulkeler: Hindistan
‘Sindhi’ler: https://en.wikipedia.org/wiki/Sindhis
Nufus: 60 milyon
Ulkeler: Pakistan, Hindistan, vd
‘Gucurati’ler: https://en.wikipedia.org/wiki/Gujarati_people
Nufus: 50 milyon
Ulkeler: Hindistan, vd
“Evrimin veya ekonomik nedenlerin gerçek olması bunlar gerekçe gösterilerek yapılan ırkçılıkları, diktatörlükleri, soykırım ve katliamları, işkenceleri haklı mı çıkarır?”
Hayir, tabii ki, hakli cikarmaz.
Fakat, bu baska bir sorunun cevabidir.
“Cok saygi duydugunuz Hitlerin konusmasi aklima geliyor.”
Hitler’e cok saygi duydugumu da nereden cikardiniz.
Ben, tersine, Stalin’in ya da Mao’nun yaninda, Hitler cirak bile sayilamaz diyorum. Bunu siz bir saygi fadesi sayiyorsaniz, o benim sorunum degil.
“Hitlerde encok güldügüm noktada oydu.
Polanyayi kastederek, Avrupanin önemsiz bir devleti birde bize kafa tutuyor demesiydi..”
Hafizami tazaleyin lutfen: Polonya kac gun icinde dusmustu?
Yoksa, siz, devletler liginde, aslolanin guzel laflar edebilmek oldugunu mu saniyorsunuz?
“Sizler icin Dünyanin en refah icindede farkli diller, göcmenler olan Lükemburg önemsiz, karikatur devlet!”
E, tabii. Luxemburg’a bir-iki defa yolum dusmuslugu de vardir (Liechtenstein’a da). Ayagimi gaz pedalindan cekmemis olsaydim, farkinda olmaksizin gecip gidebilirdim.
Eski dukaliklardan birisine devlet dedik diye Luxemburg da devlet oldu simdi. He mi?
Liechtenstein daha da komiktir.
“Kürtlerin bagimsizliga, özgürlüge kavusmasi acaba gercek olurmu diyorsunuz..”
Az once kisa bir liste aktardim buraya. En dusuk nufus 50 milyon olan baska 6 tane daha etnik grup var orada. Onlara bir bakin isterseniz.
Devlet olmak nufus ile alakali degil her zaman.
“Bakin günümüze, bakin kürt bayraminin kutlanmasina.. katilin onlara gercek oldugunu görmeyebilirsiniz ama hissedersiniz..”
Koln’de, Frankfurt’ta bu dediginiz kutlamalarin bir kismina sahit oldum. Pankartlarin esliginde davul-zurna soleninde yasanan heyecan hic de fena degildi.
Bunlar bir devlet olmak icin yeterli olsaydi, Woodstock’tan boyle nice devlet cikardi.
“Kosovalilari tutmak icin onlari sirplardan daha cok bakti. Karnini doyurdu. Sonunda Sizinkinleriin ucaklariyla da bgenede tam bagimsizliga kavustular..üstelik kosova özerkligi oldugu halde..”
Ve, sirf ‘hadi, siz bagimsiz oldunuz artik’ dediler diye Kosova’yi bir devlet mi sayiyoruz?
Beni güldürmek icinmi yaziyorsunuz?
Tamgaz gidiyorsunuz.yavas olun..Bu necip yazilar böyle..Karikatur gibi düsünceler..
Devlet dedigin güclü olmali,silahli olamali.Naziler gibi dünyaya savas acmali..Sadece gülebilecegim bu laflara diyecek lafta bulamiyorum..150 milyar ihracati olan 80 milyon TR-16 milyonluk hollandanin 450 milyar ihraciti olsada 50 binlik ordusuyla devlet sayilmaz..!
Bosuna mumla aramayin haritada..Kürtlere yapilan haksizligin benzeri yok..
Hindistanda 60(?) resmi dil var.Parlementosundada konusurlar..Bu yüzden Dünyanin en büyük demokratik ülkesi olarak bilinir..( DEMEKKI o da devlet degilmis!))
Bosuna Dunyada aramayin..Uzaya da arayin..
Kürtlere özgürlük veilmez.birbirlerini yerlermis.Tarihin derinliklerinden örnekler..
Türklerin tarihi kardes savasiyla doludur,meshurdur.Sevgili padisahlariniz aile icinde en barbar sekilde birbirlerini yediler..
Avrupada ismi cikmisti..Barbar türkler!
Genede ben bu tür irkci yaklasimlarini ciddiye almiyorum..Bunlar fasist,irkci düsüncelerdir! Kürtlerinde farkli insan oldugunu tartismak bile irkciliktir!
TR-hükümetinin sözcülügünü yapiyormussunzda haberimiz yokmus! ne hos..
Alman politikacilari sizinkinler gibi ,hadi diyarbakira,hakkariyeye gidelim gibi gelmediler.Davet üzeri geldiler.Vede herhangi bir partinin siyasi mücadelesi icin yapmadilar.. Bu reziliginzdede dünyada benzerini bulamazsiniz..
Acik ,net vede biraz vurgulamali yazmamin nedeni sizin gizli düsünceleriniz aciga cikartmakti…
Bölgenin tarihine, oradaki şehirlerin nasıl geliştiğine bir bütün olarak (yani sadece Kürtler ve diğer etnik gruplar açısından değil) bakarsak Necip’in söylediği nedenler aslında büyük ölçüde doğru. Kendisi bunları hangi amaçla (örneğin bu iktidarı veya devleti desteklemek) söylemiş olursa olsun.
Somut örnekler olarak bölgedeki bazı yerleşim yerlerinin nasıl geliştiğini bir düşünelim.
Mesela Diyarbakır, Mardin, Silvan, Hasankeyf gibi bazı yerler önce Artuklular, Eyyubiler, Akkoyunlular gibi Türkmen ve Kürt yönetimlerinin, daha sonra da bölgeye gelen Osmanlıların idari merkezi olması sayesinde kalkınmıştır.
Batman yakın dönemde Batman rafinerisiyle beraber gelişmiş bir yer. (Yani tıpkı Aliağa ya da Karabük, Kırıkkale gibi sanayi merkezi olmadan önce önemsiz yerleşim yerleri olan benzerleri gibi. Ya da limanı sayesinde gelişmeden önce böyle olan İzmir gibi.)
Bölgede en geri kalmış olan Dersim ve Hakkari gibi yerler ise bu sorunun en yoğun yaşandığı yerlerdir.
“Devlet dedigin güclü olmali,”
Dogru.
“silahli olamali.”
Yanlis.
Eger ben farkinda degilken bir utopyaya filan tasinmadiysak, evet, yanlis.
“Naziler gibi dünyaya savas acmali..”
Bu ucuz bir belalti vurustur. Godwin cekmektir.
Baskalarina savas acan tek devlet Naziler olmadigi gibi, ilk devlet de onlar degildi. Olmayacak da.
Savas dedigimiz faaliyet, diplomasi yoluyla elde edilemeyen amaclarin, bu cok pahali yontemlerle elde edilmesi tesebbusudur; o kadar.
“Sadece gülebilecegim bu laflara diyecek lafta bulamiyorum..”
Olmaya ki soyleyecek lafiniz yoktur. Oyleyse cok zorlamayin kendinizi.
“150 milyar ihracati olan 80 milyon TR-16 milyonluk hollandanin 450 milyar ihracati olsada 50 binlik ordusuyla devlet sayilmaz..!”
Degil yarim, birkac trilyon dolar da olsa ihracati, evet, hin-i hacette (nihai analizde, in the final analysis), Hollanda bir ticari liman etrafinda kumelenmis zirai/endustriyel faaliyetlerin yapildigi bir koloniden ibarettir.
Eskilerde, kolonizaysonu bizzatihi kendisinin yapabildigi zamanlarda, evet, Hollanda’nin bir gucunden bahsedebilirdik –ve, vardi da– ama, simdi, kendisi bir ticaret kolonisine indirgenmis oldugundan, nostaljik takilmalarin haricinde, Hollanda’yi cok da ciddiye almak gerekmiyor.
Almanya’nin uydusu olduklarini onlar da bildikleri icin, devlet olmak meselesini cok da dert etmiyorlar zaten. Sizin neden dert ettiginizi belki merak ederler.
“Bosuna mumla aramayin haritada.. Kürtlere yapilan haksizligin benzeri yok..”
Gene geldik romantik sizlanmalara..
Farkinda misiniz, bilmiyorum; ama, siz, boyle soyleyince, Kurtlerin tamaminin aklen balig olMAdigini (akillarinin kesmedigini) soylemis oluyorsunuz.
Daha da beteri, bir sigircik kusu misali, dunyadan bihaber, cayina ilac konulup igfal edilmisler gibi soyluyorsunuz.
Halbuki, alakasi yok.
O gun de, bugun de, hepsinin akli basindaydi. Cikarlarinin nerede oldugunun da bilhakkin idrakindeydiler.
Ayri bir devlet kurmak gibi bir niyetleri hic yoktu.
Tek/temel istekleri, 500 senedir suren imtiyazlarinin devami idi. Yani, ic islerinde ne yaptiklarina kimse karismasin, eski tas eski hamam, devam etsinler.
Bu yuzden halifeci filan kesildiler; cunku Halife (ya a Sultan) yapmisti onlarla bu anlasmayi ve basta kalsalardi devam edecekti buyuk bir ihtimal.
Bu 500 yillik ozerkligin gercekte ne getirdigine bakarsak, SIFIR goruruz. Butun bolge, Idris-i Bitlisi zamaninda nasildiysa oyle kalmis. Kurt beyleri/agalari/sihlari/melleleri keyif surmusler; marabalari somurmus durmuslar.
Butun dert de, haliyle, bu somuru duzenin devamiydi –Kurt beyleri/agalari/sihlari/melleleri acisindan.
Gecis doneminde, basinda, bu konuda bir vaat ariyorlardi ve verildi de kendilerine.
Kandirilmak, ya da haksizliga ugramak, dediginiz bu ise, evet, o kadari dogrudur.
Ama, onlar da biliyordular islerin oyle yurumeyecegini –bilmeleri gerekiyordu cunku Fransiz Devriminin uzerinden yeterince zaman gecmisti. Ama, yine de –bir umit–, elin (TC’nin) seysiyle gerdege gireceklerinin beklemis olabilirler tabii ki.
Nitekim, yurumedi de..
500 yillik ozerklik surecinde, ne egitim, ne saglik, ne bayindirlik ne de baska bir sey yapan bu taifeye sahip cikmanin cok da akillica olmadigina karar verilmis olsa gerek ki, butun bunlari devlet eliyle yapmak icin harekete gecildi.
Donum noktasi tam da burasidir: ‘Cek karsiliksiz cikinca tecavuze ugramis oldugumu anladim’ diye polise ifade veren kadin misali.. verilmis sozlerin tutulmadigindan filan sikayet eden kurt beyleri ve onlarin cevresindeki okur yazar az sayida insan..
Verilmis sozler tutulsaydi ne olacakti acaba? Benim kanaatim, su olacakti: Turkiye Kurdistani’nda Kuzey Kor benzeri bir ucube; beylerin/agalarin/sihlarin/mellelerin hukum surdugu, marabalarin da inim inledigi bir bolge..
Neredeyse tamami Turkiye okullarindan/universitelerinden mezunlar olmus kadrolarin PKK’sinin ilk is asiretlere saldirmasi gafletten mi kaynaklaniyordu saninyorsunuz?
Ya da, sozler tutulmus olsaydi, herbiri maraba dogup olecek olan bu insanlarin (PKK mensuplari ve digerleri) Kemalizme yakin durmalari onlarin su katilmamis salak olduklarindan midir?
Tabii ki, hayir.
Kemalist Devlet iskence etti (etMEmeliydi!), zulum etti (etMEmeliydi!); tamam, ama –Kurt beylerinin butun karsi duruslarina ragmen– hizmet de getirdi.
Gelinen bu noktada, devletin yanlislarinin –zaman icinde– affedilir olup olmadigi tartisilir; ama, ben, alternatifinden daha kotu olmadigini dusundugumu soyleyebilirim.
Simdi.. 2017 itibariyle, eski Kurt egemenlerinin etkisi –PKK’nin da sayesinde– kirilmis iken, temel sorunun sorulma zamani bence hayli yaklasti: Kurtlerin cikarlari kendilerinin bagimsiz bir devletinin olmasinda mi yatiyor?
Bu sorunun cevabini sadece Kurtler verebilir.
Benim acimdan ‘evet’ de ‘hayir’ da hos geldi safa geldi.
“Kendisi bunları hangi amaçla (örneğin bu iktidarı veya devleti desteklemek) söylemiş olursa olsun.”
Beni bu kadar onemsemis olmanizdan gurur mu duyayim; yoksa, oturup aglayayim mi? Kestiremedim.
Yahu, ben kimim ki, “bu iktidarı veya devleti desteklemek” icin yaziyor olabileyim.
Iktidara/devlete yariyorsa, yariyordur; yaramiyorsa, yaramiyordur.
Ne, islerine yariyor diye, beni bastaci edecekler; ne de, yaramiyor diye, siyasetlerini degistirecekler.
Ben, sadece, bir ceviz agaciyim –Gulhane parkinda.
Ya da:
Under the spreading chestnut tree
I sold you and you sold me
There lie they, and here lie we
Under the spreading chestnut tree..
“Karayolları Genel Müdürlüğü”nün açıklamasına göre, “Yap-İşlet-Devret modeli”yle inşa edilen “Osmangazi Köprüsü”nden Hazine garantisinde öngörülen günlük 40.000 araca karşılık ilk 50 günde toplam 941.282 araç geçmiş. İlk 50 günün hesabı şöyle:
Ocak 2017:
30 günde 380.814 araç geçmiş.
Şubat 2017:
20 günde 288.797 araç geçmiş.
Toplam:
50 günde 669.611 araç geçmiş oluyor.
Geçişi garanti edilen araç sayısı:
(40.000 / gün sayısı) X 50 = 2.000.000
Araç sayısı aralığı:
1.330.389
Yukarıdaki tabloya göre, ilk 50 günlük performans yıl boyunca devam edecek olursa, Hazine’den köprü işleticisine ödenecek tutar oldukça yüksek bir tutar olacak. Sonuçta, bütçe gelirleri vatandaşın vergisinden ve “ceza, kira, ecrimisil vb.” ödemelerinden kaynaklandığına göre, Osmangazi Köprüsü’nden geçsin-geçmesin her vatandaşın, kişi başına herkesin ödeyeceği bir tutar doğmuş olacak. “Yap-İşlet-Devret projesi”yle inşa edilen diğer pek çok altyapı tesisi için de benzer bir durum var.
1980’lerin ikinci yarısında “Dünya Bankası”nın (The World Bank) büyük bir buluş gibi Türkiye’ye getirip pazarladığı “Yap-İşlet-Devret projeleri” gündeme geldiğinde, dönemin Hazine yönetimi bu konuya karşı çıkmış, projelere verilen Hazine garantilerinin Türkiye’nin aleyhine çalışacağını öne sürmüş, ama bu itirazını dönemin politikacılarına dinletememişti.
O dönemde yasal altyapı hazır olmadığı için bu projeler yaygın olarak yaşama geçirilememişti. İlerleyen dönemde yasal altyapı tamamlandı ve Hazinenin satın alma garantisinin yanına bir de finansman garantisi eklendi. Bu konuya o tarihte birçok kişi gibi ben de itiraz etmiştim:
http://www.mahfiegilmez.com/2014/04/yap-islet-devret-ve-hazine-garantisi.html
Ama itirazlar bir işe yaramadı ve projeler yaşama geçirildi. Ve işte, yıllar sonra, 2017’lerde ilk sonuçlar, korktuğumuzun başımıza geldiğini ortaya koyuyor.
Daha önce de yazmıştım:
Bu güneşin altında Osmanlı’nın denemediği hiçbir finansal buluş kalmamış. Ve hepsi de acı deneyimlerle bitmiş. Ama ne yazık ki, biz, o acı deneyimlerden ders çıkarmayı bilememişiz.
Benim kuşağım “Vagon Li Şirketi”nin vagonlarını hayal meyal hatırlar. Tren garlarında bizim trenlere eklenmiş, lacivert renkli bir-iki vagon olurdu. Bunların üzerinde sarı renkle “Wagon Lits” (Compagnie Internationale des Wagons-Lits) yazardı. Bunlar trenin normal vagonlarına göre çok daha lüks vagonlardı ve yolculuk ücretleri de ona göre yüksekti.
Geçenlerde bir toplantıda, Hazine ve Dışticaret eski müsteşarı (1980’lerde Hazine Genel Müdürü ve Milletlerarası İktisadi İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği yapmış olan) Tevfik Altınok anlattı. Tevfik Altınok, 1982’de Hazine Genel Sekreteri olduktan bir süre sonra, masasına imzalanıp onaylanmak üzere bir dosya getirmişler.
Dosyanın kapağında “Vagon Li” yazıyor.
Altınok, merakla dosyayı açıp başlamış okumaya, okudukça merakı şaşkınlığa dönüşmüş.
100 yıl önce “Osmanlı Hazinesi”, “Vagon Li” şirketine, “İzmir – Aydın – Ödemiş demiryolu”nun yapımı karşılığında bir imtiyaz vermiş. Buna göre, “Vagon Li” bu yolu Osmanlı’dan herhangi bir bedel almadan yapacak, ama karşılığında, trenlere bir veya iki adet özel vagon ekleyecek. Bu vagonlar trenin diğer vagonlarına göre çok daha lüks ve dolayısıyla pahalı olacak, ve bunların geliri “Vagon Li”ye ait olacak. Anlaşmada çok önemli bir ayrıntı var: Vagonlar dolmazsa, Hazine, boş kalan yerlerin bedelini “Vagon Li”ye ödeyecek.
Tevfik Altınok, hemen, bir inceleme yaptırmış ve görmüş ki, 100 yılda bu anlaşmayla “Vagon Li”ye ödenen bedel, yapılan demiryolunun bedelinin kat kat üstünde bir bedele ulaşmış. Masasına getirilen dosyada istenen şey ise, süresi biten bu imtiyaz anlaşmasının yenilenmesiymiş.
Altınok bunu imzalaMAmış, “Vagon Li anlaşması ve imtiyaz sözleşmesi” böylece bitmiş, ve Türkiye bu ağır yükten hiç değilse o aşamada kurtulmuş.
Asıl inanılması zor olan durum şu:
Osmanlı’nın imzaladığı bu tür imtiyaz anlaşmalarıyla “Osmanlı İmparatorluğu” ve “Türkiye Cumhuriyeti” döneminde inanılmaz bedeller ödenmesine yol açan bütün bu acı tecrübeler varken, 2017 de bile, Türkiye’nin “Yap-İşlet-Devret projeleri” gibi Hazineyi büyük külfetler altına sokan yollara gönüllü olarak tekrar girmesidir.
Aynı hatayı tekrarlayarak farklı sonuç beklemekten kurtulmanın bir tek yolu var:
Akıl ve bilime dönmek ve geçmişi incelemek. Geçmişi incelemek çok önemli, çünkü “Osmanlı mali tarihi”, bu tür mucize beklentilerinin “Düyun-u Umumiye”ye dönüşmesine ve bütün o borçları “Türkiye Cumhuriyeti”nin ödemesine yol açmış acı deneyimlerle dolu.
22 Mart 2017
Dr. Mahfi Eğilmez
Hazine eski müsteşarı
Kadir Has Ünv. İktisat bölümü öğretim görevlisi
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/guvenlik-mi-ozgurluk-mu-tarts.html
Woodstock’tan boyle nice devlet cikardi.
Acaba Woodstock’a gidenlerin niyeti devlet kurmak mıydı!
Teşbihe bak çay demle! Teşbihte hatanın da olabildiği bir örnek daha! Fazla ıkınınca oluyor böyle hatalar…
“Bu cercevede, Ege sahillerimizdeki ‘hayat tarzi’cilarimizin endiselerinin tamamen bos olmadigini soylemek mumkun.”
Ekşisözlükte “laikçi finoların yaşam tarzına müdahele yalanı” diye bir başlık açan biri dindar kesime yapılan baskılardan, başörtülülerin okullara ve devlet memuriyetlerine alınmamalarından falan bahsetmiş ve ardından laiklerin yaşam tarzına kimsenin karışmadığını bazı örneklerle savunmuş. Şöyle yazmış;
şimdi laikçi sekülerlerin yaşam tarzına bakalım:
– bolca içki içmek,
– olabildiğince çıplaklık (süper mini etekler, göğüs dekolteleri, bel ve sırt dekolteleri)
– küfürlü ve müstehcen konuşma yapmak,
– mümkün olan her yerde öpüşüp yiyişebilmek,
– ramazan’da oruç tutmamak
bunların hangisine engel koyuluyor?
hiçbirisine.
neredeyse çırılçıplak geziyor, istediğiniz gibi içiyor, istediğiniz gibi konuşuyor, öpüşüyor, yiyişiyorsunuz. ramazan’da oruç tutmadığınız gibi tutanlara hakaretler savuruyorsunuz. (saat 10’dan sonra içki yasağı var diyenlere, parkta içemiyoruz diyenlere de ananas girsin. bi zahmet o saatte marketten aldığın içkiyi parkta içip de millete musallat olmayacaksın, içkini önceden al stokla böyle dertlerin olmaz. kimse alkol almanı yasaklamıyor.)
liselere mi alınmıyorsunuz?
üniversitelere mi alınmıyorsunuz?
kamuya mı giremiyorsunuz?
özel şirketlerde mi çalışamıyorsunuz?
akademiye mi sokmuyorlar?
fikir beyan ettin diye hapse mi atılıyorsun? (darbe destekçiliği ve hakaret fikir değildir)
içki içiyorsun, dekolte giyiyorsun diye terfi mi verilmiyor? işten mi atılıyorsun?
nedir bu yaşam tarzımıza müdahele ediyorsunuz yalanı.
neye müdahele edildi? niye bu kadar kolay yalan söylüyorsunuz?
bakın bu aslında her şeyi çok güzel özetliyor.
“senin yaşam tarzına müdahale eden yok. sen artık benim yaşam tarzıma müdahele edemediğin ve bir daha asla edemeyeceğin için gerginsin.”
https://eksisozluk.com/entry/65354516
gün zileli:
“Fakat burada devleti hangi parti yönetsin diye sorulmuyor ki. Tek kişi diktatörlüğüne evet mi, hayır mı diye soruluyor.
Dolayısıyla oy vermediğiniz zaman aslında diktatörlüğe evet oylarına çeyrek oy da siz eklemiş oluyorsunuz.”
sayin zileli’ye sorular:
1. referandumda iki alternatif olarak yarisan parlamenter sistem ile türk usulü baskanlik sistemini göz önünde bulundurarak soruyorum:
-calisanlar acisindan, memur, isci, issiz, emekli acisindan somut olarak ne degisecek?
2. anadili kürtce olan ve andillerini, “milli” kültürlerini yasatmayi kendilerine dert edinmis (ulusalci) kürtler icin ne degisecek?
sunni türk kimligi temelinde kurulmus t.c. ulus devletinde, bu sunni türk kimligine uymayan, kendini bu kimlik icinde eritmeye, asimile etmeye direnen, bundan dolayida devlet tarafindan ulusal güvenlige “tehdit” olarak kategorize edilen, homojen bir ulus devlet olusturmada engel olarak görülen aleviler, kürtler, ermeniler vs. gibi dini, etnik azinliklar acisindan somut olarak ne degisecek?
t.c. devleti tarafindan (hakli olarak) devlet düsmani, rejim düsmani olarak görülen ve ona göre muamele edilen komünistler, sosyalistler, anarsistler vs. acisindan somut olarak ne degisecek?
3. türk usulü baskanlik sistemi denilen sistem ile, adina demokrasi denilen sirk/tiyatronun vatandasin gözünü boyamaya yönelik bazi uygulamalari degistiriliyor.
demokrasinin cogunluk presibini/metodunu idealize edenlere, oylamaya sunulan seyin icerine degil de oylanma prensibine/yöntemine bakan zileli gibi demokrasi idealistlerine örnek: bugun türkiyede “vatandas, öcalan’i asalim mi, ne dersiniz” diye sorulsa büyük ihtimal yüzde elliden fazla “evet” cikar. simdi öcalan gibilerini idam meselesi halkin oyuna ya da parlamentonun oyuna sunuldu ve cogunluk tarafindan kabul edildi diye dogru/kabul edilebilir mi oluyor?
-irak’a, suriye’ye sinirötesi operasyon, tezkere karari meclisteki partilerin oylariyla degilde cumhurbaskani tarafindan yalniz basina alininca icerinde/özünde degisen birsey oluyor mu?
-türkiyede yasayan 80 milyon insanin hayatini etkileyen yasalar meclisteki partilerin oylariyla degilde cumhurbaskani tarafindan tek basina cikarilinca, bu yasalarin icerinde/özünde birsey degisiyor mu?
http://sendika15.org/2017/03/fetrete-dogru-ferda-koc/
Güzel bir yazı. Bu ülkede siyaset aynı zamanda bir satranç gerilimi.. keyifli…
AB-ABD’nin üzerini çizdiği RTE “devlet” için bir yük mü?
Ortadoğu siyaseti ile bağları kopartılmış TC…
ABD-Kürt ve Rusya-Kürt blokları ile “Fırat Kalkanı” operasyonu, “kalkamayan” bir iktidarsızlığın utancına dönüşmüş.
Bu durumda.. HAYIR’ın önemi .. hem de kılpayı olsa bile.. RTE nin inişini hızlandıracak.
Meşruiyetini yitirmiş olacak…
Bu sebeple olmalı… Korku büyük…
—
Soru şu…
“Sifonu çekecekler mi?” Çektiler!
Bu buradaki korkunç olasılıkları doğrudan azaltır mı?
Yazı bu soruların yanıtını da veriyor…
necip’in bazi yorumcular ile yaptigi “kürtlerin devlet kurma hakki”na dair tartisma hakkinda:
-ulusalcilik/milliyetcilik-ulus/millet fikri de bir ideolojidir; günümüz modern devletlerin ideolojik harcidir.
türkiyede anadili kürtce olan ve bundan dolayi kendini “kürt” ya da kürt ulusalcisi olarak gören sayisiz insan oldugu gibi, ayni sekilde anadili kürtce olan, türk toplumuna bir sekilde entegre olmus/edilmis, “türk” kimligini belirleyici bir üst kimlik olarak benimsemis sayisiz insan da var.
italyan bir devlet adaminin bir sözü var, aklimda kaldigi kadariyla söyle: “italya devletini kurduk, simdi sira italyan milletini/italyanlari olusturmada”
necip’in de dogru olarak tespit ettigi gibi bir ulus/millet olusturma ve devlet kurma hakki herhangi bir toplulugun nüfus sayisina bakilarak bahsedilen bir hak falan olmadigi gibi, bir ulusu/milleti meydana getiren ögeler olarak dile getirilen ortak dil, kültür, tarih, kader gibi ögeler de uydurmadir, efsanedir.
birincisi, kendi basina bir ulus/millet olma iddiasi ve devlet kurma hedefi ile meydana cikan ulusal hareketlerin önce bu hedefe yönelik kalabalik bir kitleyi peslerine takmalari lazim. yani “ulusal dava” icin ölmeye ve öldürmeye hazir hatiri sayilir bir insan kalabaligini ikna etmen lazim.
türkiye, iran, suriye ve irak kürdistanina baktigimizda kürt ulusalcilari isin bu asamasini basarmis durumdalar. yani öldürmekle bitmeyen kalabalikta bir kitleyi ulusal davaya ikna etmis durumdalar.
gelgelelim mesele bununla bitmiyor. günümüz dünyasinin her karis topragi modern ulus devletler tarafindan parsellenmis durumda; bir cakiltasi icin, deniz ortasinda ki issiz bir kayalik icin savasa tutusmaya hazir devletler aleminde yasiyoruz. yani yeni bir devlet kurmak demek, mevcut olan devletlerden biri veya birkaci ile savasa tutusmak anlamina geliyor.
yeni bir devlet kurmak mevcut “status quo”yu/sinirlari degistirmek anlamina geldigi icin dünyada söz sahibi büyük devletlerin destegi ya da en azindan izni/onayi olmadan devlet kurmak imkansizdir. günümüz kürt ulusal partilerinin amerika, rusya, AB gibi devletlerle iliskilerini bu cercevede düsünmek lazim.
parantez aciyorum, bu sayfada sürekli olarak pyd’yi amerikanin lejyonerleri olarak tanimlayan yorumcunun yaptigi, egemen ulusun, yani türk egemen ulusunun ya da suriye’de arap egemen ulusun borazanligindan baska birsey degildir. bunu da “anti emperyalizm” olarak pazarlamaya calisirlar.
necip, dogru tespitlerin yaninda isabetli olmayan seyler de yazmissin. günümüz dünyasinda devlet olmak demek belli bir toprak parcasi ve belli bir topluluk üzerinde egemenligini kurmus bir devletin diger dünya devletleri tarafindan da taninmis olmasi demektir. yeni kurulan bir devlet icin belirleyici olan tabii ki herseyden önce dünyada söz sahibi devletler tarafindan taninmaktir. bir devletin egemenliginin diger dünya devletleri tarafindan taninmasi baska birseydir, sözkonusu bu yeni devletin gücü, kuvveti baska birseydir. kosova devletini/ulusunu yöneten devlet adamlari icin hayati önemde olan sey herseyden önce diger devletler tarafindan egemenliginin taninmasidir. kosova devleti dünya devletler hiyerarsisinde kacinca ligde oynuyor, bu da ayri bir konudur, ayri tartismak lazim.
kürdistan devleti kurma hedefiyle mücadele eden kürt ulusal hareketlerinin de ilk hedefi dogal olarak herseyden önce belli bir toprak parcasi üzerinde egemenlik kurmak ve yeni bir devlet olarak diger dünya devletleri tarafindan taninmaktir. kürdistan devletinin siyasi rejimi, ekonomisi vs. nasil olur gibi konular ise ayri bir tartismanin konusudur. kürt ulusal davasina gönül vermis bir kürt milliyetcisinin slogani sudur: kürt devleti olsun isterse camurdan olsun.
milliyetci/ulusalci mantik söyle isler: bana cop vuran polis benim milletimden olursa zoruma gitmez; beni yöneten politikaci yerli/milli olursa sorun degil, yabanci olursa zoruma gider vs.
senin “kürtlerin karni doyarsa ayrilikci kürt milliyetciligi de biter” fikrin baska bir yorumcunun dogru bir sekilde tespit ettigi gibi devletin resmi tezlerini dillendiriyor. fakat bu tez de bir gercek payi da yok degil. yani ekonomik anlamda entegre olmus bir kürdistanda ayrilikci hareketin zemini zayiflar ama bitmez. ayrilikci kürt hareketlerinin taleplerine bakarsan icerigi ekonomik olmaktan cok siyasidir/kültüreldir. yani bir kürt ulusalcisi karni doydu diye anadilinde okuma yazma talebinden vazgecmez. bunun ispati: ispanyada katalanlar ac olduklari icin mi ayrilikci/bölücü fikirleri benimsediler?
“Acaba Woodstock’a gidenlerin niyeti devlet kurmak mıydı!”
Her seferinde yarim milyona yakin kisinin katildigi Woodstock’ta, hem ben hic gitmedim; hem de –gitmis olsaydim dahi– herkese sormak mumkun olmazdi zaten.
Dahasi, gitmis olsaydim, en buyuk amacim milletle mulakat yapmak da olmazdi, eminim.
Ama, gidenlerden birkac tanidigim oldu. Niyetlerinin devlet kurmak oldugunu soyleyene rastlamadim; ama, devleti yikmak isteyen ise cokmus.
Onlar da basarili olmadilar, malesef.
Frankfurt ve Koln’de benim gorduklerim, tabii ki, yarim milyon filan degildi; cok olsa 5-10 bin kisi.. Cumbus ve curcuna bakimindan Woodstock’tan pek de asagi kalir yanlari yoktu.
Devlet kurmak gibi bir niyete isaret eden bir pankart ya da slogan hatirlmaiyorum. Daha cok, ‘biji serok Apo’ filan gibi seyler vardi. Bol bol da halay.
“Teşbihe bak çay demle! Teşbihte hatanın da olabildiği bir örnek daha!”
Oyle demeyin.. Hem, nasildi o soz? Tesbihte hata yapan bir yapmayan iki sevap alirmis.. Yoksa baska bir baglamda miydi; emin degilim. Ama, olsun.
Ote yandan, ‘sex, drugs and rock-n-roll’ gibi onemli unsurlarin eksikligini saymazsak, Almanya’daki bu PKK ‘solen’leri yer yer Woodstock’u aratmiyordu da demek mumkun.
Dahasi, Turkiye’ye yonelik olum-molum gibi kelimelerin hayli yogun ve seslice dile getirildigi sloganlar haric, bariscil bile sayilabilirdiler.
Kendi insanindan en az 15 bin kisiyi katletmis bir orgutun (ve sempatizanlarinin) boylesine rahatca meydanlarinda senlikler/solenler duzenleyebilmesinden havaya yayilan ozgurluk rayihalari, Alman devletinin ve dahi halkinin demokratikliklerinin yuksek derecesine isaret ediyordu.
Bunu, bizzat yerinde gorebilmis oldugumdan dolayi son derece mesut ve bahtiyarimdir sahsen.
Bu beyinsizler bir “beyin fırtınası” yapmışlar. RTE diyor ki, “avrupalılar sokakta rahat gezemez”. Ve beynine jöle sızmış adam ne diyor. “RTE nin kılına zarar gelirse… Batı, dünya rahat kahvaltı edemez..”
Aynı şeyleri söylüyorlar. Artık Batı’yı tehdit ederek kabul arıyorlar… Geldikleri yer bu!
Demek ki.. feci durumdalar… Tehdit dışında tüm seçenekleri tüketmişler…
***
Hayatımız şöyle bir şey…
Bektaşiye “hocam” demişler. “sen anlarsın. Hangi şarap iyi?” Masada iki şişe, iki şarap dolu bardak. Hoca bir bardağı içmiş. Hemen masadaki içmediği şişeyi işaret etmiş. “Bu daha iyi.”
Hemen atılmışlar; “Aman hocam” demişler. “Bunu içmedin ki…”
“Olsun” demiş hoca… “Bundan kötü daha olamaz..”
Halimiz bu…
Bir tespit yapayım…
RTE’nin Almanya ve Hollanda çıkartması belki de öncelikle Evet oy oranını artırmayı değil, Avrupa’nın “tatlısu” politikacılarını, biat etmiş taraftarları ile tehdit ederek bir “diyalog” kanalı arayışıydı…
Kendini kanıtlama hırsı ile onları ürküterek yeni bir kabul arayışı…
“Nazi” ithamı da tükenmiş bir zihniyetin son söylemi olmalı.. İsrail’in bile reddettiği!
***
Bu son günlerde yaşanılanlar… Bayırdan aşağı yuvarlananların tutunmaya çalıştığı cılız otlar…
HAYIR!….
çıkarsa… İlginç günler yaşayacağız…
—Ozgurluk dediginiz sey de oyledir. Gucunuz varsa, cercevesini –belki– siz cizebilirsiniz; gucunuz yoksa, ozgurlukleriniz filan lafta kalir.—
Ortaya atıldığı tarih ve seçilen kelimeler farklılık gösterse de, tarihin akışında Thomas Hobbes’un meşhur ettiği “Homo homini lupus est” & “İnsan, insanın kurdudur.” söylemini bu sitede papağan gibi tekrarlayan, Charles Darwin’in teorilerini ve Herbert Spencer’ın “survival of the fittest” söylemini insan hayatına da ikame ederek kapitalizmin mutlak ve meşru olduğu iddiasına katkıda bulunmak için çırpınan, kapitalizmin müstahdemliğini yapan zibidi Necip (ve muadilleri), misyonlarına süratle devam ediyor.
Hz. Karl Marx’ı (S.A.V.) peygamber yerine koyan pek çok “solcu”nun ve “kendini solcu zanneden”in sesi, geçmişle kıyaslandığında bugün daha kısık çıkıyor, ki, bu sonuca varılması normaldir.
Karl Marx (ve arkadaşı Friedrich Engels), kapitalizmin tahlilini yapıp, tahlili izah etmekle uğraştılar. “Kapitalizme karşı olmak”la birlikte, alternatif sistemlerin sadece ama sadece kendi görüşleri çevresinde örülmesi gerektiğini dikte de etMEdiler, miras da bırakMAdılar. Ama, kapitalizmin ölümcüllüğüne karşı, asla ama asla mücadeleyi bırakMAmak gerektiği uyarısını yaptılar.
Sonrasında olanlar, yaşananlar… “Marxism” şemsiyesi altında türeyen yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce şahıs, kavram, akım, fraksiyon, siyasi parti, kitap-makale-dergi-gazete, forum, dernek, kurum, teşkilat, örgüt, cephe vb., kapitalist sisteme bukalemun gibi uyum sağlayarak hayatta kalmaya çalışıyor.
Karl Marx’ı bir “mücadele düşünürü” olarak dikkate almak başka şey,
Hz. Karl Marx’ı (S.A.V.) “cult of personality” minvalinde bağra basmak başka şey.
Bu ikisi arasında yalpalayanlar hâlâ varsa (ki var!), onlarla görüşme yürütüp kaybedecek vakit yok denecek kadar azaldı.
Şimdi, kapitalizmi “hayatın kendisi” olarak kabul eden, ve bu iddiayı yaymak için çırpınan zehirli beyinlere karşı mücadele etmek, geçmişte hiç görülmediği kadar yüksek öneme sahip.
“Serbest piyasa ekonomisi” denen zırva, “arz” ve “talep” mekanizması üzerine inşa edilmiştir.
“Arz”, tarihin hiçbir döneminde tecrübe edilmediği kadar bugün elde edilebiliyor, (nostalji meraklılarını üzmek pahasına) bugün nükleer bombalar bile patlatılsa serbest piyasa ekonomisindeki “arz” boyutu artık aksatılamaz, Amerika yeniden keşfedilemez…
Sorun, “talep”te…
Kapitalizmin çöküşünün başlangıç yılları içerisindeyiz.
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan zibidi Necip (ve muadilleri), bu sitede bir “zümre”yi temsil ediyor sadece, ötesi yok.
13 Mayıs 2014’te Manisa-Soma’da kapitalizmin işlediği cinayetle hayatını kaybeden 301 insan için, “Onlar da maden ocağında değil başka yerlerde çalışıp para kazansalardı! Mesela niçin tarlada ırgatlık yapmadılar da maden ocağında çalışmayı istediler?! Ben mi söyledim onlara ‘madene gidin ve orada ölün’ diye! Umrumda olmaz! Ben neticeye bakarım, eğer o maden şirketinin kârı istikrarlı bir şekilde artıyorsa (genel ekonomideki daralma dönemlerinde, kâr artmasa da zarar yazmayacak, ya da az zarar yazacak, kadar şirketin kendini yürütebilmesini sağlıyorsa), o şirketin sömürdüğü insan ölse ne olur ölmese ne olur! Verimlilik benim için önemlidir, bu amaçta ne kadar insan ölmesi gerekiyorsa o kadar ölebilir, kalan sağları sömürmeye devam edebilmeliyim!” ifadesini hönkürecek kadar çürümüş kimselerdir kapitalizmin müstahdemliğini yapan zibidi Necip ve (muadilleri).
Necip (ve muadilleri), “Birey(cilik) kültüne sırtlarını yaslayarak mutlak hedonizm”i savunur.
Kapitalizme karşı mücadelenin artarak yürüdüğü mekânlar, (internet, sosyal medya gibi terimlerle nitelenen sanal mecralar da dahil) yine, her zaman olduğu gibi, kapitalizmin zehrini artık daha hızlı yaydığı hayatın tam ortasındaki alanlardır.
Necip, sizce Kemalizm ne zaman Nazizm ve Komünizm gibi yıkılacak? Diğer deyişle Kemalistler bugünkü Neo-Nazi ve Komünist gruplar gibi marjinalleşecek?
Eğer böyle bir şey mümkün değilse veya olmayacaksa bu “kapitalizm”in “doğal” bir sistem olması gibi Türkiye için de Kemalizmin “doğal” bir sistem olduğu anlamına mı geliyor?
Eğer Nazizm ve Komünizmden farklı olarak tarihsel süreç içinde toplumsal evrimle yıkılacak derseniz o zaman bu tür süreçler de “doğal” sistemlerin bir özelliği değil midir?
Önceki yorumumda sorduğum son cümleyi açayım.
Nazizm ve Komünizm gibi sistemler “yapay” oldukları için hızlı kurulup hızlı yıkılmışlardır. Oysa “doğal” sistemlerde durum bunun aksidir. “Doğal” sistemlerin yıkılmaları da kurulmaları gibi tarihsel evrim süreçlerinin sonucudur.
Bir de bunlara ilaveten sizce aynı “doğal”lığın Kuzey Kore, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde bir türlü yıkılamayan sistemler için de geçerli olup olmadığını sormak isterim.
“sizce Kemalizm ne zaman Nazizm ve Komünizm gibi yıkılacak? Diğer deyişle Kemalistler bugünkü Neo-Nazi ve Komünist gruplar gibi marjinalleşecek?”
Bence soru pek de iyi formulize edilmis bir soru degil gibi. Yani, benzer olmayan seyleri mukayese ediyor.
Kemalizm, Nazizm ve/ya Komünizm gibi hayati bir butun olarak kapsamagi hedefleyen bir ideoloji ya da bir proje degil.
Olmak istemis midir, ya da ister miydi? Eminim istemistir.
Ama, ne ‘kurucusu’nun, ne de kadrosunun kalibresi (ya da icinde bulunduklari sartlar) bunun icin yeterli/elverisli idi.
O yuzden, ruzgara gore yelken basan, bir taraftan Halife ya da Sultan’a baglilik yeminleri eden, baska bir tarafa da Cumhuriyet vaadleri veren; isine geldiginde Yesil Ordu Cemiyetini (komunist) kurdurup ardindan da lagveden; demokrasi goruntusu vermek gerektigini dusundugunde de Serbest Firka filan kurdurup pesinden kapatan; vatan topraginin kutsal oldugunu dillendirip, ‘Chester Imtiyazi’ gibi –tarihte emsali gorulmemis– bir devir teslim icin kanun cikartan, sonra da –karsi taraftan revac gormeyince– ilgili kanunu kaldirtip, hic olmamis gibi davranan; kadin haklari filan konusunda fiyakali laflar eden, ardindan da kendi karisini Bakanlar Kurulu karariyla (yani, bir kararname ile) kapiya koyan.. [.. ilah..]
bir ‘sey’ler cuvali..
Boyle bir ‘sey’in yikilmasi mumkun degil; cunku, hazret, her duruma musait bir seyler yapmis/soylemis.. herseyin antitezi/’anti’si bir arada..
O yuzden, bir fikir/idoloji diye bakip ne zaman cokecegini tartismak pek de makul degil bence.
Muz gibi, ne niyetle yendigine bagli olarak degisen bir ‘sey’.
Butun muz meraklilarinin konune kibrit suyu dokmek pek de mumkun olmayacagi icin, bir sekilde hep var olacak gibi.
“Eğer böyle bir şey mümkün değilse veya olmayacaksa bu ‘kapitalizm’in ‘doğal’ bir sistem olması gibi Türkiye için de Kemalizmin ‘doğal’ bir sistem olduğu anlamına mı geliyor?”
Bu onermeye bircok acidan katilirim. Bizim ‘doga’mizda (fitratimizda, hasletimizde) herhangi konuyu dibine kadar incelemek, analaiz etmek, ardindan da titizlikle sentez etmek yok. Butun bunlar, hasb-el kader, yapilmis olsa bile, is icraya geldiginde bunlari kaale almak aliskanligi yok.
Su acidan ise katilmam: ‘Doga’miza uyuyor diye, ‘dogal’ oldugunu iddia etmek cok da isabetli degil. Su anlamda: Malum, ortunmek/giyinmek ihtiyaci (bilhassa isi kaybi yuzunden) insan dogasinda var. Var, var da, ortunmek/giyinmek amaciyla neyin kullanilacagi, nasil bir sey olacagi o ‘dogal’ligin ayrilmaz bir parcasi (mutemmim cuzu) degil.
Kemalizm, eger elbise/esvap analojisinden devam edecek olursak, bir ‘patron’ (bicki/dikis bilenler bunun anlaminin farkli oldugunu bilir) vermez; kimin borusu daha sesli otuyorsa o sene/donem kimin ne giyecegini o/onlar dayatir/belirler.
O da, tabii ki, bir muddet icin.
Daha sonra, hep beraber sitkimiz siyrilir ve baska bir sey deneriz –ya da baska bir versiyonunu.
Biz boyleyiz.
Diktatorlerimiz bile isini dogru durust yapmaz. 😉 🙂
Ben, bu topraklari, biraz da bu yuzden, seviyorum. Anarsizmin en icsellesmis mekanidir buralar.
“Nazizm ve Komünizm gibi sistemler ‘yapay’ oldukları için hızlı kurulup hızlı yıkılmışlardır. Oysa ‘doğal’ sistemlerde durum bunun aksidir. ‘Doğal’ sistemlerin yıkılmaları da kurulmaları gibi tarihsel evrim süreçlerinin sonucudur.”
Yukarida orneklerle aciklamaga calistim. Kemalizm dedigimiz sey, diger iki -izm gibi, ‘dogal’a alternatif olmak icin tesis edilmis degil. Heck, ‘tesis edilmis’ bile degil.
“Bir de bunlara ilaveten sizce aynı ‘doğal’lığın Kuzey Kore, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde bir türlü yıkılamayan sistemler için de geçerli olup olmadığını sormak isterim.”
‘Bir turlu yikilamayan’ deyisinizde bir tur acele/acilcilik seziyorum. Bunda hakli olup olmadiginizi tartismiyorum; ama, insanlik tarihi olceginde bakarsaniz, cok dar bir zaman kesitinden bahsediyor oldugumuza katilacaginizi saniyorum.
‘Her fani olumu tadacaktir’ bir emir midir, yoksa kehanet mi; bilmiyorum. Ama, eldeki amprik data, isabetli olduguna isaret ediyor.
Bunun, Kuzey Kore, Iran ve Suudi Arabistan vb vd icin de gecerli oldugunu dusunuyorum.
“İsrail’in bile reddettiği!”
Israil’in kiskancligini yanlis anliyorsunuz.
Israil reddetmiyor, kendilerinden (Yahudilerden) baska bir baglamda kullanilMAmasini istiyor.
Doğal diye bir şey yok. Aslında bütün rejimler insan doğasına aykırıdır temelde. Öte yandan, bu konularda benim Kültüralist bir bakıyım var. Yani rejimler toplumların kültürel yapısının ve düzeyinin ürünüdürler. Ne kadar ileri bir hamle yaparsanız yapın (Sovyetler Birliği), rejim gelip toplumun kültürel düzeyine uygun bir biçim alır (Stalin). Fakat bu görece böyledir. Çünkü toplumun kültürel düzeyinin bir geri yanı, bir de ileri yanı vardır. Bu nedenle, geri kültüre dayanan rejimler, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, ileri kültürel yana ayak uyduramadığı için yıkılıp gider. Ya da Çin’de olduğu gbi, yıkılmak yerine kendini toplumun kültürel düzeyine adapte eder ve yıkılmaktan kurtulur. Türkiye’deki halihazır AKP rejimi, toplumun geri kültürel yapısını temsil etmektedir. Bu nedenle, toplumun ileri kültürel yapısıyla ortalama bir uyum sağlayamadığından yıkılacaktır. Kuzey Kore’de yıkılmıyor, çünkü toplumun genel kültürel düzeyiyle rejim uyum halinde. Küba’da ve Çin’de yıkılmıyor, çünkü bu iki rejim de gevşeyerek kendilerini toplumun genel kültürel düzeyine uyumlu hale getirdiler. İran’da yıkılmıyor. Aynı nedenle.
İtalya ve Almanya, daha özel durumlar ama orada da genelde aynı şey söz konusu. Bu rejimler eğer savaşla yıkılmasaydı, toplumun iç dinamikleriyle, daha ileri kültürel yapısı tarafgından yıkılacaklardı ya da kendilerini dönüştürüp kültürel ylapıya adapte olacak, dolayısıyla bildiğimiz nazi ve faşist rejimler olmaktan bir anlamda çıkacaklardı.
150 nolu yorumcudan alinti:
“sizce Kemalizm ne zaman Nazizm ve Komünizm gibi yıkılacak? Diğer deyişle Kemalistler bugünkü Neo-Nazi ve Komünist gruplar gibi marjinalleşecek?
Eğer böyle bir şey mümkün değilse veya olmayacaksa bu “kapitalizm”in “doğal” bir sistem olması gibi Türkiye için de Kemalizmin “doğal” bir sistem olduğu anlamına mı geliyor?”
bu arkadasin dünya algisi cok enteresan, fakat merak edip sormasi sevindirici.
zileli’nin bu yorumcuya cevap olarak yaptigi “kültüralist” aciklama ise hayatin gerceklerini teget gecen, gercek hayatta karsiligi olmayan bir aciklama bicimi.
150 nolu yorumcu dikkat edilirse “kemalizm” kavramini öyle bir kullaniyor ki sanki mustafa kemal adli devlet adami dünyada esi benzeri olmayan yeni bir siyasi rejim icat etmis.
bu yorumcunun “dogal” rejimler/sistemler, “dogal olmayan” rejimler/sistemler tanimlamalarini yanlis buldugum icin, meseleyi bu kategorilerle aciklamaya calismayacam.
simdi m. kemal’in ya da kemalistlerin kurdugu t.c. devletini mercek altina alalim.
t.c. devletinin ekonomisi/ekonomi politikasi serbest/rekabetci piyasa ekonomisi denilen özel mülkiyete ve para ekonomisine dayali bir ekonomidir. kemalistler bunu izmir iktisat kongresi ile karar altina almislardir. merak edenler internette okuyabilir.
peki kemalistler sözkonusu bu ekonomiyi kendileri mi icat etmisler? hayir. avrupa’dan, amerika’dan görüp almislardir.
cumhuriyet türkiyesinde gelismis bir sermayedar sinifi -kapitalistler- olmadigi icin kemalistler ekonomi de “devletcilik” ilkesini, yani devlet eliyle ekonomiyi gelistirme politikalari izlemislerdir.
gelelim yeni kurulan t.c.’nin siyasi rejimine. cumhuriyetin, monarsi ve halifeligi kaldirip yerine ilk etapta tek partili parlamenter rejimi, sonralari cok partili parlamenter ve laik bir rejimi benimsedigi biliniyor. kemalistler bu siyasi rejimi kendileri mi icat ettiler? hayir. avrupa’dan, amerika’dan aldilar.
yeni kurulan t.c.’nin anayasa ve hukukunu avrupa devletlerinden kopye ettigini biliyoruz.
günümüz globallesmis kapitalist dünyasinda ise dünya kapitalist piyasasina entegre olmus devletlerin anayasalarina bakin birbirine ne kadar benzedigini göreceksiniz.
ayni sekilde türkiyede ki bir is sözlesmesi ile ya da bir kira kontrati ile almanyada ki is sözlesmesi ya da kira kontratini karsilastirin, temelde ayni oldugunu göreceksiniz.
avrupa’nin is piyasasi yasalari ile türkiyenin is piyasasi yasalarini karsilastirin, cogunun birbirinin kopyasi oldugunu göreceksiniz. ayni sekilde, ceza hukuku, medeni kanun vs. bunlarin cogu temelde ayni.
devletler ve toplumlar arasinda ki özgün farklari göz ardi etmeyelim fakat sanki her devletin yüzde yüz orjinal bir ekonomisi ve siyasi rejimi varmis gibi konusmak neden?
150 nolu yorumcuya yazdigim cevaba ek:
“nazizim” kavramina bakarsak. nazilein almanyada kurduklari rejimin karakteri neydi?
ekonomisi özel mülkiyete ve para ekonomisine dayali rekabetci piyasa ekonomisi, diger bir ismiyle kapitalist ekonomi.
siyasi yönetim bicimi ise tek partili parlamenter rejim. nazilerin ideolojisine gelince, almanlari üstün irk olarak gören, komünist fikri ve rusyada ki bolsevik rejimini imha edilmesi gereken bir düsman olarak kategorize eden ve bunu hayata gecirmeye calismis bir siyasi rejim.
bu sayfada “komünizm” olarak adlandirilan gecmiste ki “real sosyalist” devletlere gelince. real sosyalistler adina “plan ekonomisi” denilen özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyet/devlet mülkiyetini benimseyip, özel girisimciligi yasaklamislardi, yani kapitalist ülkelerde ki “sermayedar sinifi” bu ülkelerde yoktu. özel sektör denilen özel girisimcilerin fonsiyonunu devlet üstlenmisti. real sosyalistlerin plan ekonomisinin kapitalizmden tamamiyla farkli oldugunu söyleyemeyiz: real sosyalistlerde aynen kapitalist ekonomide oldugu gibi para’yi kullanmaya devam etmislerdir, fiyat, kar/kazanc, arti deger, banka gibi kapitalist kategorilerle ekonomiyi organize etmeye devam etmislerdir.
kapitalist ülkelerde olupta sosyalist ülkelerde olmayan tek sey borsa idi.
real sosyalistlerin siyasi yönetim bicimine, devlet organizasyonuna gelince, bunun tek partili -komünist parti- parlamenter rejim oldugu biliniyor.
“Kemalizm”in hiçbir orijinal fikri olmadığı, bu açıdan “Kemalizm” diye bir ideolojinin de aslında olmadığı ortadadır.
Peki “Kemalizm”i TC devletinin ve onun destekçisi devletçi-milliyetçi kitlenin dayanağı olan M.Kemal kültü ve Kemalist milliyetçilik, Kemalist devlet-ordu fetişizmi olarak anlarsak? Soruyu bunlar ortadan kalkabilir mi veya nasıl kalkabilir diye sorarsak?
Türkiye’de devlet, hükümet, ordu, eğitim sistemi veya kısaca sistem bunların yerine başka bir şey koyamayacağı için bunlar olmadan varlığını sürdüremez mi mesela?
Isi komediye vuran bi deli sacmasi Necipe süpriz bir destek..
Tartismadan kacmistim.Deli fikir olurda salak düsünce olmazmi..
Kendini ezilenlerin ,haksizliga ugrayanlarin yaninda gören marksist arkadas simdide Ezen Türk devletini savunuyor..!
NE mi degisir? Kürttlerin Ankaradan türkceyle yönetlemiyecegi,kendi kendilerini yönetecegi degisir..Ana dillerini,kültürlerini özgürce gelistirilebilegi degisir.Esit millet,esit insan durumuna gelme sansi degisir….
Kafa farkli degil,,marksistler kürtlerin ayni fikirde olan bir parti iktidara gelelecegini bilseler hemen desteklerdi,,Dincilerde öyle..fasist irkcilar zaten..
Ama avrupalilar,abd,Rusya (bile) gibi kayitsiz sartsiz kürt ulusunun hakli davasini destekleyeni göremiyoruz! Deliler,salaklar ülkesinde yüzüyoruz..
Rusyanin süriyede erdogana ragmen kürtlerle beraber olmasi haberi tüylerimi diken etti..
Parsel? Parsel? Kürtlerin topraklarimi? orda yasiyorlar ya! havada yasamiyorlar osmanli haritasindada oldugu gibi kürdistanda yasiyor..atatürkte 26 da kürdistan memusu demis mecliste..
Necipin görüsleri basit mhp,irkcilarinin akplesmis sekli..Hükümetin gönüllü temsilcisi burda..burda olmasinada kesinlikle karsi degilim.. hos sohbet oluyor cogu zamanda bos..
“bir ulusu/milleti meydana getiren ögeler olarak dile getirilen ortak dil, kültür, tarih, kader gibi ögeler de uydurmadir, efsanedir.”
Orta Asya’dan göç etme bir efsanedir – SABAH – 10 Aralık 2007, Pazartesi
İTÜ öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder Anadolu’nun 1071 sonrasında Türkleştiği savına karşı çıkıyor: Buradaki insanın tarihi 40 bin yıl öncesine uzanıyor..
Genetik teknolojisindeki baş döndürücü gelişmeler sadece geçmişe değil geleceğe de ışık tutuyor. DNA moleküllerinin dizilişi pek çok kişi ve ulus için hayati öneme sahip “nereden geldim” sorusuna da yanıt veriyor. Ancak Türkiye’de bu konuda kapsamlı bir araştırma yok. Amerika ve Avrupa’da Oxford gibi birkaç üniversite ve yüklü bir ücret karşılığı bazı şirketler bireysel gen incelemesi yapıyor. Bir de National Geographic dergisinin devam ettirdiği “Genografi” projesi var. Bu merkezlere son dönemde Türkiye’den de başvurular yoğunlukta. Derginin ve ilgili şirketlerin sitesine girenler bir DNA numune paketi ve şifre alıyor. Ortalama olarak 100 ile 450 dolar arası bir ücret ödeniyor. Gönderilen paketteki çubukla ağız içinin bir bölümü kazınıyor ve çubuğun üzerindeki DNA numunesine hiç dokunulmadan gönderiliyor. Merkezde bu parça inceleniyor ve başvuranın atalarının nereden geldiği tespit ediliyor. Türklerle ilgili tüm bu genetik araştırmaların sonuçlarını yakından takip eden bir isim var: İTÜ İnsan ve Toplum Bilimi bölümü öğretim üyesi, antropolog Timuçin Binder. Kaliforniya Üniversitesi’nde antropoloji (İnsan kültürü, toplumu, biyolojisi üzerine araştırmalar yapan bilim dalı) eğitimi alan Binder, ardından tarih ve genetik bilimler üzerinden akademik çalışmalar yürüttü. Genetik miras tıbbın konusu olarak bilinse de antropolojinin ilgi alanına giriyor. Binder ile Türklerle ilgili genetik araştırmaların sonuçlarını konuştuk.
GELENLER YÜZDE 10-15
* Genetik araştırmaların Türklerle ilgili ortaya çıkardığı en büyük sonuç ne?
Türkiye’de yaşayan insanların büyük bölümünün 40 bin yıl önce de bu topraklarda yaşamış olmaları. Yani Türkler 1071 yılında Anadolu’ya gelmedi hatta 40 bin yıldır buradan kıpırdamamışlar. Bu topraklara aitler, Orta Asya’dan geldiği söylenenler buralı aslında.
* Orta Asya göçü olmadı mı?
Oldu ama gelenlerin sayısı çok az. Gen araştırmaları bugün Türkiye’de yaşayan insanların ne kadarının Orta Asya kökenli olduğunu ortaya çıkartıyor. Buna göre Türkiye’nin genetik yapısı tarih öncesi dönemde bugünkü şeklini alıyor.
* Göç edenler ne kadar az?
Bu rakam ortalama yüzde 10-15 civarında. Yani Orta Asya’dan bu topraklarda yaşayanların yüzde 10-15’i gelmiş ve nüfus yapısını da değiştirememişler. Hiç de Orta Asya’dan Anadolu’ya ‘bir kısrak başı gibi uzanan’ bir durum söz konusu değil. Orta Asya göçü bir efsane. Zaten gelen az sayıdaki insanın geni de çok daha kalabalık yerli toplulukların içinde kaybolmuş. Ayrıca gelenlerin Türk mü, İranlı mı veya Afgan mı olduğunu da bilmek çok zor.
* Neden zor?
Genetik araştırmada etnik bir tanımlama söz konusu değil. Genetik dağılımın araştırılması Türklerin kökenlerinin araştırılması anlamına gelmiyor. Çünkü ‘Oğuz geni’ veya ‘Türk geni’ diye bir şey yok. Genetik araştırma her insanın kökeniyle veya soyunun bugüne kadar nerelerde bulunduğuyla ilgili veriler taşıyor.
‘TÜRKLÜK’ KÜLTÜREL KİMLİK
* ‘Türk geni yok’ derken neyi kastediyorsunuz?
Türklük bizim ürettiğimiz kültürel kimlik. Aynı şekilde Yunanlılık da Ermenilik de bir kültürel tasarım ve kurgu. Türklük daha modern bir kavram ve son 200 yılın ürünü. Bugün bu topraklarda yaşayan insanların tarihi binlerce yıl önceden başlıyor. Yani herkese Türk diyemeyiz, Türklük bugünle ilgili. Kavramları biz icat ettik, herkese Türk dedik. Bizden öncekilerin kim olduğunu bilmiyoruz bile. Biz Uygurlara Türk diyoruz ama onlar kendilerine Türk demiyor. Etnik kimliklerden çıkarak bir şeylere ulaşmak çok zor. Türk olmak için Orta Asya’dan gelmek gerekmiyor. Türklük çok daha sonra oluşmuş bir kimlik. Göçle gelenler 1100’lü yıllarda “Danişmentname” adlı bir eser yazmışlar ama içinde Türk olduklarına dair tek bir kelime yok. Türk veya Türklük kelimesini ilk kullananlar yabancılar oluyor. Bir de Göktürkler kendilerine Türk demişler.
http://arsiv.sabah.com.tr/2007/12/10/haber,3FB722F1C5C04CCEB7FC21A7BC937B4C.html
“Doğu Perinçek – Mahir Çayan” polemiği
SD taraftarlarının ihraç edildiği, tamamen MDD taraftarlarının hakim olduğu kurultayda MDD’ci kanatta da bölünmelerin sinyali verilecekti. Dev–Genç genel başkanlığı için ASD çevresinde iki ayrı görüş ortaya çıkacaktı. Mahir Çayan’ın ve Doğu Perinçek’in başını çektiği gruplar kısa adı Dev–Genç olacak olan örgütün genel başkanlığına kimin getirileceği konusunda anlaşamıyorlardı. Her iki tarafı da idare eden ve her iki tarafla da iyi geçinen Mihri Belli çözümü sağlıyordu. Mihri Belli, Çayan ve Doğu Perinçek’le yaptığı görüşmeler sonucunda iki tarafında adamı olmayan kendi adamı Atilla Sarp’ı öneriyordu. Ve bu öneri Çayan ve Perinçek tarafından da kabul edilince Atilla Sarp, Dev–Genç genel başkanı seçildi.
Sarp’ın genel başkanlığındaki yeni Dev–Genç yönetimi şu üyelerden oluştu;
Genel Sekreter İrfan Uçar,
Genel Sayman Aktan İnce,
MYK üyeleri;
Tuncay Çelen,
Ahmet Bozkurt,
Ergun Aydınoğlu,
Gün Zileli,
Oral Çalışlar,
Ömer Özerturgut.
Kendilerini Proleter Devrimciler olarak adlandıran MDD’cilerle, Sosyalist Devrimciler arasındaki mücadele yaşanırken önceden öngörülmeyen bir gelişme FKF’nin adını değiştirdiği 4. Kongrede ortaya çıkacaktı. SD’cilerin tasfiye edildiği Dev–Genç kongresinde ODTÜ ve SBF Fikir Kulüpleri delegeleriyle İstanbul DÖB’den gelen ve FKF’ye giren delegelerin oluşturduğu ve sözcülüğünü Mahir Çayan’ın yaptığı bir grup delegeyle Aydınlık dergisi yazı kurulu üyeleri Doğu Perinçek, Şahin Alpay ve Cengiz Çandar’ın sözcülüğündeki bir başka grup delegelerin arasında MDD stratejisinin kavranılması ve gençlik hareketlerinin anlamlandırılması ve işçi sınıfı hareketiyle ilişkilendirilmesi konusunda bir tartışma çıktı.
Mahir Çayan kongrede yaptığı konuşmada Doğu Perinçek’i hedef alan sözler sarf etti. Çayan Perinçek’e, “Devrimci terörle anarşizm birbirine karıştırılmaktadır, kişiliklerinde devrim yapamayanlar devrimci olamazlar.” diyerek eleştiriler yöneltmesi üzerine Doğu Perinçek kürsüde konuşan Mahir Çayan’ın üzerine yürüyerek küfürle saldırmıştı. Çayan bu hareket karşısında konuşmasını aynı çizgide sürdürmüş ve yaptığı sataşmalara yenilerini ekleyerek kürsüden inmişti. Daha sonra Doğu Perinçek bir konuşma yapmıştır. Perinçek de Çayan’ın eleştirilerine aynı üslupla cevap vermesi üzerine delegeler tarafından Doğu Perinçek’e küfürle karışık sözlü sataşmalar olmuş, Perinçek kendisine yönelik sataşmalara “bana sataşanlar mütekait devrimcilerdir. İcazetli sosyalizm yapmaktadırlar.” demişti. Perinçek’in bu sözlerine Çayan’a daha yakın olan delegelerden Atilla Sarp “eline kelepçe değmemiş biri icazetten bahsedemez” diyerek cevap vermişti.
Perinçek ve Alpay’ın, “Proletaryanın milli demokratik devrimde önderliğinin objektif şartları oluşmamıştır.” görüşünde ifadesini bulan yaklaşımlarını bir “sağ sapma” olarak niteleyen Çayan ve Aktolga, sosyalist hareketin Kemalizm’den ideolojik ve örgütsel olarak bağımsızlaştırılmasının gerektiğini vurgulayarak, bir proletarya partisi olmaksızın Kemalistlerle “Milli Cephe” kurulduğunu ilan etmenin, “hareketi, Kemalistler’in kuyruğuna takmak demek olduğunu” açıkladılar. Perinçek ve Alpay’ın, “Ecevit’in TÖS Kurultayı’nda yuhalanması, ODTÜ işgali ve sonrasında sosyal demokratlarla sosyalistler arasındaki çatışmalar” gibi hareketleri eleştirilerek bunların, “somut şartların somut tahlilini” yapamama körlüğünden kaynaklandığını ve Milli Cephe’yi ya daralttığını ya da böldüğünü; “Hareket harekettir” yaklaşımıyla girişilen boykotların “sol sapma” olduğunu dile getirmeleri üzerine çatışma tırmandı. Ortaya çıkan gerilim, ODTÜ delegesi ve Aydınlık yazı kurulu üyesi Seyhan Erdoğdu’nun çabalarıyla yatıştırıldı.
Bütün bu tartışmalar sırasında Mihri Belli, her iki tarafça da eleştirinin üzerinde tutuldu; bu konumundan yararlanan Belli, yönetimin belirlenmesinde birinci derecede etkili oldu.
Dev–Genç’i tamamen ele geçiren MDD’ci kanat arasındaki fikir ayrılıkları Dev–Genç’te yeni bölünmelerin ve çatışmaların habercisi olacaktı.
Mahir Çayan bu kongrede yaptığı uzun konuşmayla bütün delegeleri ve dinleyicileri de etkilemişti. Dönemin Dev–Genç’lilerine göre Mahir Çayan’ın yıldızı bu kongrede parlamıştı. Yaptığı uzun ve etkileyici konuşmasıyla Türk solunda lider portresini çizmiş, diğer sol çevrelere de kendini kabul ettirmişti. Özellikle Doğu Perinçek gibi kendisinden daha deneyimli ve sol hareket içerisinde daha çok tanınan polemikçi bir kişinin karşısında onu ve çevresini hedef alan konuşması, 68 kuşağına mensup Türk solunda hala konuşulagelmektedir.
nesra.org
“Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere.”
Dev-genç yönetimi tarafından oportünistlikle suçlanan PDA çevresi, Dev-Genç’in 17 Ekim 1970’de Ankara’da yapılan 5. Kongresinde, geçmişte SD’lilerin tasfiye edildiği gibi tasfiye edileceklerdi.
Dev–Genç’in perde arkasındaki lideri Mahir Çayan’ın çok sevip kullandığı bir söz bu kongreye damgasını vuracaktı. “Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere” yani Dev–Genç’in son kurultayı da uzlaşmalarla oluşan Dev–Genç yönetimlerine son veriyor, Çayan’ın sevdiği söz bu kongrede hayat buluyordu. Kıran kırana bir tartışmayla geçen kongrede Çayan taraftarları Dev–Genç’in artık tek hakimiydiler.
Dev–Genç kongresinde Mihri Belli ve Çayan liderliğindeki çevreyi “ilkesiz birlik cephesi” olarak nitelendiren PDA’cılara tepki büyüktü. Kongre salonu tamamen Çayan taraftarlarıyla doluydu. Kongrede konuşmak isteyen PDA’cılara söz hakkı verilmek istenmezken, söz hakkını alan kürsüde konuşan PDA’cılar Çayan taraftarları tarafından sloganlarla ve laf atmalarla susturulmaya çalışılmıştı.
Mahir Çayan kongrede yaptığı uzun ve tarihi konuşmayla Doğu Perinçek’i baş hedef seçerken taraftarlarını coşturmuş, müthiş hitabetiyle karizmatik bir lider gibi salona ve kürsüye hakim olurken, sayıca ve güç olarak daha az olan PDA çevresinin de tepkisini çekmişti.
Kongrenin ilk günü Oral Çalışlar’ın konuşması yarıda kesilirken Erdoğan Güçbilmez ancak bir cümle söyleyebilmişti. Yine kongrenin ikinci günü arka arkaya söz alan 6 PDA taraftarı delege ve bu çevrenin sözcüsü Doğu Perinçek’in konuşması yarıda kesilmişti. Perinçek, konuşurken saldırıya uğramıştı. Kongreyi yöneten Yusuf Küpeli, Doğu Perinçek’in elinden mikrofonu alarak konuşmasına engel olmuştu. Küpeli’nin amacı provokatif bir konuşma yapan Perinçek’in daha fazla konuşarak salondaki gerginliği arttırmasına engel olmaktı. Perinçek, Çayan taraftarlarının “hain ve oportünist” suçlamasıyla yerine oturmak zorunda kalmıştı.
Dev–Genç’in bu son kurultayı 1 Kasım 1970 tarihli PDA dergisinin 25. sayısında ağır bir şekilde eleştirilmişti. PDA çevresi, kongreyi “Işıksız kongre” olarak nitelendirirken “ilkesiz birlik cephesi” diye nitelendirdikleri grubun kendilerine şiddet uyguladığını iddia ederek Dev–Genç yönetimini oportünistlikle suçlayarak şunları söylüyorlardı:
Kurultay, devrimci hareketimizin meselelerini birçok arkadaşın kafasında bulanık bırakarak kapandı. Proleter devrimcileri kulislerde pazarlıkla hazırlanan kurultayın bu niteliğini değiştiremediler. Bu önemli görevi başaramadılar. İkinci gün arka arkaya söz sırasına giren 6 arkadaşımıza söz verilmeksizin geçilen seçimler, kulisçiliği ve “İlkesiz Birlik Cephesi”nin parçalanışını bir kere daha gözler önüne serdi. Proleter devrimci fikirler karşısında uzlaşan yönetici klikler, sandalye pazarlığında kulislerde birbirine girdi. Burjuva mevki düşkünlüğü ve burjuva örgütlerine has genci ve çürüyen tutumlar açığa çıktı. (155)
PDA’cı çevrenin önde gelen isimlerinden Gün Zileli, Dev–Genç’in son kongresinde Çayan çevresiyle aralarında geçen ideolojik ayrılıkları ve tartışmaları şöyle anlatıyor:
1970 sonbaharında MDD hareketinin adeta bir amip gibi bölünme süreci iyice hızlandı. Kırmızı Aydınlık hareketi içindeki Mahir-Yusuf kesimi ile Mihri Belli kesimi arasındaki çatlak derinleşti. Bunun yanı sıra, MDD’ci kesim içinde, başını Dr. Hikmet Kıvımcımlı’nın çektiği bir “Doktorcu” hareket hızla gelişmeye başladı. Öte yandan, PDA hareketi içinde de bazı çatlaklar su yüzüne çıktı. İstanbul’daki Robert kolejde üslenen ve başını Garbis Altınoğlu’nun çektiği bir kesim, Hindistan’daki Maocuları taklit eden “aşırı Maocu” bir eğilim oluşturmaya girişmişlerdi.
Ayrılıkların iyiden iyiye bölünmeye çevrildiği bu ortamda Dev–Genç kongresi toplandı. Bir yıl önceki kongrede, Kırmızı ve Beyaz Aydınlıkçılar, aralarındaki ayrılığı delegeler önünde nasıl açığa vurmadılarsa, bu kongrede de, Dev–Genç yönetimine hakim olan Mahir kesimi ile Mihri Belli kesimi, kongreyi “birlik” görünümü içinde geçiştirmenin yollarını aradılar. Çünkü, karşılarında, Dev–Genç içindeki gücü azalsa da önemli bir rakip vardı: PDA. PDA’yı Dev–Genç içinden bütünüyle defetmemişken açıkça kapışmak her iki kesimin de işine gelmiyordu.
Dev–Genç kongresi, Kırmızı Aydınlıkla PDA arasında bir ideolojik düello biçiminde geçti. Biz PDA’cılar, artık mücadeleyi kesin olarak kaybettiğimizi bildiğimiz Dev–Genç içinde, tabana son mesajlarımızı vermeye çaba gösterdik. Sözcülerimizden Ömer Özerturgut ve Erdoğan Güçbilmez, söz alarak, Kırmızı Aydınlıkçıların bize yönelttiği “kampus Maocuları” suçlamalarına yanıt verdiler ve Maoculuğun anlamını açıklamaya çalıştılar. Ömer Özerturgut’un konuşması oldukça etkileyiciydi, ama ne fayda. O sırada kimsenin “güzel konuşmalara” kanıp saf değiştirmeye niyeti yoktu. Yine sözcülerimizden Oral Çalışlar kürsüden görüşlerimizi savunmaya çalışırken, kürsünün arkasında duran Dev–Genç’lilerden biri, herkesin gözü önünde gelip Oral’a bir tekme attı. Biz bu davranışı protesto ettik, ama salonda çoğunluğu oluşturan Kırmızı Aydınlıkçıların, bu hoş olmayan tutumu kınamaya hiç mi hiç niyetleri yoktu.
Bizim konuşmacılardan sonra kürsüye, Kırmızı Aydınlık’ın görüşlerini açıklamak üzere Mahir Çayan çıktı. İnanmak zordur ama, Mahir Çayan kürsüde tam dört saat kalarak uzun teorik açıklamalarda bulundu. Konuşmasının bir yerinde, Mahir Çayan, PDA’nın Rusya’ya karşı düşmanca yaklaşımını eleştirirken, kongrenin yapıldığı SBF anfisinin arka taraflarından, İstanbullu bir PDA’cı delege (PDA’nın az sayıdaki delegesi sol tarafta topluca oturuyordu), “Rusya, sosyal-emperyalisttir” diye bağırdı. Bunun üzerine Mahir Çayan konuşmasının akışını keserek, bu PDA’cı delegeye şöyle seslendi: “Aptal arkadaşım, hataları ne olursa olsun hemen yanı başımızdaki sosyalist bir ülke olan Sovyetler Birliği’ne ’emperyalist’ diyemezsin.” Salonda büyük bir bir alkış koptu.
Sonunda seçimlere geçildi. Kırmızı Aydınlık, yakında patlak vereceği belli olan iç bölünmelerine rağmen seçimlere blok halinde girdi. Bu blokta, elbette Dev–Genç içinde daha büyük güce sahip olan Mahir–Yusuf kesimi ağır basıyordu ve bu ağırlık GYK listesinde de kendini gösteriyordu. Başkan adayı da Mahirci kesimden Ertuğrul Kürkçü, daha bir 1,5 yıl önce, uzun saçlı bir “hippy” olduğu gerekçesiyle Yusuf Küpeli ve Ergun Aydınoğlu tarafından bir Dev–Genç yürüyüşünden çıkarılmış, o donemin “asi genç”lerinden biriydi. Kongreden 5-6 ay kadar önce saçlarını kesip “hippy”likten vazgeçmiş, Mahir kesimine bağlı sert ve kararlı bir militan olarak temayüz etmeye başlamıştı. Dev–Genç’in Genel Sekreteri ise, lise arkadaşım Sinan Kazım Özüdoğru olacaktı.
PDA delegasyonu olarak, hiçbir kazanma şansımızın olmadığı böyle bir seçimde liste çıkartmamaya karar verdik. Listeler açıklanırken, PDA’cıların liste çıkartmaması, Dev–Genç’liler tarafından alaylı gülüşlerle karşılandı. İstanbul delegasyonundan, Mihri Belli kesimine yakın bir delege olan Mustafa Lütfü Kıyıcı, kürsüden bize, “ayıp yahu, bu kadar konuştuğunuz halde, bir liste çıkartmaya bile cesaret edemiyorsunuz” diye laf attı. Böylece, sonucu daha başından belli olan seçimler, Mahir–Yusuf kesiminin zaferiyle sonuçlandı ve 12 Mart 1971’le birlikte tarihe karışacak olan Dev–Genç’in son Genel Yönetim Kuruluyla, son Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, talihsiz bir dönemin yönetimi olarak işbaşına geçmiş oldu. (156)
Mahir Çayan çevresiyse Dev–Genç broşüründe kongreyi Yusuf Küpeli’nin kaleminden “devrimcilerle bütün oportünistlerin arasına kesin çizginin çekildiği bir oluşum” olarak görüyor PDA’cıları “şımarık küçük burjuvalar”, “Kampus Maocuları” olarak değerlendiriyordu. İşte bu broşürden PDA’cılarla ilgili bazı satırlar:
Proleter devrimci (!) Aydınlık oportünizminin bu kısa dönem içinde çizdiği büyük zikzaklar, Maoculuğun görülmemiş enteresan tipleri, entelektüel bozuntusu şımarık burjuvalara has bir Kampus “Mao”culuğudur.
Bu kurultayda kesin ideolojik yenilgiye uğrayan kampus “Mao”istleri aday çıkartmaya cesaret edebildikleri gibi, şimdi bizlere karşı olduklarını söyleyenler ne aday çıkarttılar, ne de kurultayda kalkıp tek söz söylediler. TDGF kurultayında ilk kez Ertuğrul Kürkçü başkanlığındaki Merkez Yürütme Kurulu bütün görüşlerini açıklayarak, hiçbir oportünist fraksiyona taviz vermeden ve ahbap çavuş birliklerinden herhangi biriyle anlaşmadan yönetime seçildi. (157)
Mahir Çayan çevresinin “kampüs maocuları” olarak suçladığı PDAcılar’a bir suçlama da eski tüfeklerden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan gelmekteydi. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Sosyalist” gazetesindeki yazılarında PDA çevresini “Mao kalpazanlığı” ve “CIA sosyalizmi” yapmakla suçluyordu.
Dev–Genç kongresinde tartışmalardan sonra seçimlere geçilmişti. Çayan çevresinin hazırladığı tek liste bütün delegeler tarafından kabul edilmişti.
Dev–Genç’in oluşan genel yönetim kurulu kendi içinden yeni MYK’yi şu isimlerden seçti;
Genel Başkan Ertuğrul Kürkçü,
Genel Sekreter Sinan Kazım Özüdoğru,
Üyeler;
Oğuzhan Müftüoğlu,
Zafer Kutlu,
Hüseyin Yavuz,
Levent Eren,
Fevzi Bal,
Şaban İba,
Cemal Salman Pakoğlu.
Ertuğrul Kürkçü’nün Dev–Genç genel başkanlığına seçilmesi en çok kendisini ODTÜ’den tanıyan devrimci gençlerin tepkisine sebep olacaktı. ODTÜ dışında ve sol hareket içerisinde genel başkan seçildiği tarihe kadar kimsenin tanımadığı, okuldan tanıyan solcularında “nereden buldunuz bu hippiyi” diyerek Dev–Genç yöneticilerini eleştirdikleri Kürkçü Dev–Genç’e adeta piyangodan çıkarak başkan seçilecekti.
nesra.org
“PDA’cılar, Dev–Genç’ten tasfiye ediliyor”
Dev-Genç yönetiminde yer alan her iki grubun taraftarları aralarındaki ideolojik tartışmaları çözmek ve tartışmak amacıyla 18 Ocak 1970 Pazar günü SBF’de bir araya geldiler.
Dev-Genç GYK toplantısı SBF’nin büyük anfideki toplantı salonunda gerçekleşti. Toplantıya ilgi büyüktü. Her iki tarafın taraftarları anfiyi doldurmuştu. Toplantıyı bir konuşmayla açan Dev–Genç genel başkanı Atilla Sarp konuşmasında PDA’cılara yüklendi. GYK’de çıkan itilafları bir konuşma yaptıktan sonra açıklayan Sarp, özellikle Aydınlık dergisi sahipliği için çıkan olayları anlattı. Sarp ayrıca “Proleter Devrimci Aydınlık’ın küçük burjuvaziye fazla pirim veren, bir sağ sapma olduğunu, küçük burjuva kuyrukçuluğu yaptığını, PDA ekibinin kendi aralarındaki masonik birlik sayesinde gençlik eylemlerini kendi emirlerine almaya çalıştıklarını ve pasifize etmeye kalkıştıklarını” açıkladı. (147)
Sarp’ın PDA çevresini eleştirmesinden sonra PDA’cı gruptan MYK üyeleri Gün Zileli ve Ömer Özerturgut, Türk Solu dergisinde Mihri Belli’ye ait pasajlar okuyarak Atilla Sarp’a cevap verdiler. ASD ve PDA’cılar arasındaki görüş ayrılıkları toplantı sonuna kadar devam etti. Hatta ASD’cilerden bazıları bulundukları çevrelerde PDA’cıların denetimindeki “İşçi Köylü” gazetesini sattırmayacaklarını söyledi. Dev-Genç’teki görüş ayrılıkları yeni MYK seçiminde de ortaya çıkacaktı. MYK’deki seçim sonucunda MYK üyesi 4 PDA’cı görevlerinden alınarak yerine yeni üyeler seçildi.
Seçilen üyeler;
Oktay Etiman,
Hüseyin Onur,
Ruhi Koç,
Nurettin Öztürk.
Yönetimden ayrılan PDA’cılar da şunlardı;
Gün Zileli,
Oral Çalışlar,
Aktan İnce,
Ömer Özerturgut.
Yeni MYK’de genel sekreter İrfan Uçar bu görevini Yusuf Küpeli döneminin genel sekreteri Ruhi Koç’a bırakıyordu.
ASD ve Dev–Genç içerisinde MDD çizgisindeki ayrılıklar üzerine 20 Ocak 1970’de SBF’de bir açık oturum yapıldı. Açık oturuma ASD, PDA, Dev–Genç temsilcileri katıldı.
ASD adına Vahap Erdoğdu, Seyhan Erdoğdu,
Dev–Genç adına başkan Atilla Sarp,
PDA adına ise Doğu Perinçek ve Şahin Alpay konuşmacı olurken,
toplantıyı Ahmet Say yönetiyordu.
ASD adına konuşan Vahap Erdoğdu; “Bölücülüğe izin vermeyeceklerini, küçük burjuva kuyrukçuluğunun tasfiye edildiğini, ‘Milli Demokratik Devrim’in işçi sınıfı öncülüğünde köylü hareketi olduğunu belirterek, TİP’i adına layık bir parti durumuna getireceklerini, ancak TİP’te mücadele alanı kalmazsa, proletarya örgütünün kurulabileceğini” söyledi.
PDA adına konuşan Şahin Alpay, ASD görüşünde olanları “İlkesiz Birlik Cephesi” kurmakla suçladı. Bugün dünyada “revizyonist görüş”, “Castro’cu görüş”, “Troçkist görüş” ve “Marksist-Leninist-Mao Zedung’cu görüş” olmak üzere dört görüşün olduğunu belirtti ve bunlardan ilk üçünü eleştirdi; “İlkesiz Birlik Cephesi”nde dört görüşün de yer aldığını ifade etti. Türkiye’de işçi sınıfının henüz objektif olarak öncü olmadığını ekledi.
Doğu Perinçek, “İlkesiz Birlik Cephesi”nin ideolojik öncülük demekle yetindiklerini, oysa milli demokratik devrimde ideolojik, politik ve örgütsel öncülüğün şart olduğunu; MDD’nin köylü devrimi olmayıp proleter devrimlerinin bir parçası olduğunu; proletaryanın öz örgütünün her dönemde kurulabileceğini, TİP’in ise anti–emperyalist, sosyalizm, ilerici bir küçük burjuva örgütü olduğunu, hiçbir zaman proletaryanın öz örgütü olamayacağını vurguladı.
ASD’den Seyhan Erdoğdu, PDA görüşündekilerin dünyadaki çeşitli ayırımlara kapılarak Türkiye proleter devrimci hareketini ayırma çabasında olduğunu, bunun entelektüel bir fanteziden öte gidemeyeceğini belirterek, “Amerikan kolej kampusu tipindeki Maoculuğun saflarımızda yeri yoktur.” dedi.
Dev-Genç adına konuşan Genel Başkan Atilla Sarp ise, “Türkiye proleter devrimci hareketini dört ayrı akıma mahkum ediyorlar, oysa bunlardan beşincisi, yani Türkiye tipi de olacaktır…” diyerek şabloncu olmadıklarını belirtti.
Mart 1970’e gelindiğinde Dev–Genç, merkezi bir yayın organı olan “İLERİ” dergisini çıkaracaktı. İlk sayısı Mart 1970’de son sayısı Ocak 1971’de yayınlanan “İleri”, toplam 6 sayı yayınlanmıştı. Dergi ilk sayısında Yusuf Küpeli ile bir röportaj yapıyor ve ona değişik sorular yöneltiyordu. Küpeli, TDGF ile ilişkili olan ve iki ayrı Aydınlık’ın çıkmasıyla iyice su yüzüne çıkan ayrılık hakkında ne diyorsunuz sorusuna geniş bir cevap verirken, ayrılığa neden olan PDA çevresini “küçük burjuva kökenli kişilerden oluşan sağ oportünist bir klik” hareketi olarak değerlendiriyordu.
Dev-Genç içerisindeki ASD-PDA çekişmesi tarafları sopalı, yumruklu, kavgalı baskınlara sürükleyecekti. Dev–Genç yönetimi 1970’in Mart ayında Doğu Perinçek’in liderliğindeki grubun çıkartmış olduğu PDA ve “İşçi Köylü” dergisinin satılmasını üniversitelerde engelleme kararı aldı. İlk açık tavır 4 Mart 1970 günü SBF’de sergilendi. Dev–Genç GYK üyesi Oktay Etiman yanındaki Dev–Genç militanlarıyla birlikte PDA dergisi satan Perinçek taraftarlarının ellerindeki dergilere zorla el koyuyor ve satışını yasaklıyordu. Bu olay üzerine ertesi gün kalabalık bir PDA’cı grup ellerinde dergileriyle SBF’ye tekrar dergi satışına çıkıyorlardı. Bu kez Dev–Genç genel başkanı Atilla Sarp, genel Sekreter Ruhi Koç, satışa engel oluyorlardı.
Başkan Sarp, “TDGF Merkez Yürütme Kurulunun, Proleter Devrimci Aydınlık’ı fakültelerde sattırmamak yolunda kararı olduğunu, bu kararın uygulamasına SBF’den başlayacağını, sonra diğer fakültelerde de uygulanacağını” söylüyordu. Genel Sekreter Ruhi Koç’ta, “Siz isim sahtekarlığı yapıyorsunuz. Derginizi sattırmayacağız. Ne zaman derginizin ismini değiştirirseniz, o zaman satarsınız” diyordu.
Dev–Genç yönetimini elinde bulunduran ASD taraftarlarıyla PDA taraftarları arasında 7 Mart 1970 Cumartesi günü de Ankara DTCF kantininde silahların ve bıçakların kullanıldığı bir kavga olur. Her iki gruptan bir çok öğrenci yaralanmıştı. Ankara’daki gerginlik İstanbul’a da yansımıştı. PDA çevresinin teorisyenlerinden asistan Şahin Alpay 1 Nisan 1970 Çarşamba günü İTÜ’de “Milli Demokratik Devrim ve İşçi Sınıfı” konulu bir konferans verirken Dev–Genç’in İstanbul kanadına mensup öğrenciler tarafından konuşması engellenmek istenmiş, sloganlarla kesilmeye çalışılmıştı. Azınlıkta olan PDA taraftarlarıyla Dev–Genç taraftarları arasında konferans salonunda karşılıklı yumruklaşmalar yaşanmıştı.
PDA’cılar ise “İlkesiz Birlik Cephesi” diyerek suçladıkları Dev–Genç’i, Türk Solu’nda “saflarımızdaki çekişmelerin düşmanca bir hal alması ancak emperyalizmi ve işbirlikçilerini sevindirir” diye eleştiriyorlar ve “bilimsel sosyalizme aykırı görüş ve davranışları kitleler önünde sergilemekle” suçluyorlardı.
nesra.org
“İstanbul’da Dev-Genç’liler, PDA’cılara silah çekiyor”
Yine PDA çevresinin önemli isimlerinden ve teorisyenlerinden, asistan Halil Berktay’ın İTÜ’de vereceği bir konferansta da olaylar çıkacaktı. Halil Berktay’ın “İşçi köylü ve öğrenci örgütlenmeleri, sosyalist teorinin kavranmasına ilişkin sorunlar ve Çaru Mazumdar’ın teorisi” konulu konferansında ileri sürdüğü tezlere karşı çıkan İstanbul Dev–Genç taraftarları, Berktay’ı protesto ederler. Salonda bulunan PDA çevresine mensup, başını İbrahim Kaypakkaya’nın çektiği PDA taraftarı öğrencilerle, Dev–Genç’e mensup Nahit Tören, Necmi Demir ve arkadaşları arasında kavga çıkar. Nahit Tören silahını çekerek, tavana iki el ateş eder.
Halil Berktay’ın konferansını müteakiben yapılan “İTÜ Talebe Cemiyeti” seçimlerinde de olaylar çıkacaktı. PDA çevresinden Gün Zileli, İTÜ Talebe Cemiyetinin yapılacak olan seçimine PDA’cılar olarak katılmak için liderleri Doğu Perinçek ile Ankara’dan İstanbul’a gelirler. Amaçları, PDA’cılar olarak diğer üniversitelere nazaran en güçlü oldukları İTÜ’de Dev–Genç’lilere gövde gösterisi yapmaktı. Ama işler umdukları gibi gitmedi. İTÜ seçimlerinin yapıldığı konferans salonunda Dev–Genç taraftarlarıyla PDA’cılar arasında karşılıklı slogan yarışması başlamıştı. Her iki tarafın karşılıklı olarak birbirine karşı atmış oldukları aleyhte sloganlar ortamı gerginleştirmişti. İstanbul Dev–Genç yöneticilerinden Nahit Tören, PDA taraftarlarına silah çekecekti. Olayda her hangi bir can kaybı meydana gelmese de her iki tarafın taraftarları birbirlerine sandalye ve sopalarla girmişlerdi. Bu kavganın canlı tanıklarından biri PDA çevresinden Gün Zileli anılarında bu kavgayı şöyle anlatıyor:
Öte yandan, şiddet, Dev–Genç’in kendi iç ideolojik mücadelesine de yansımaya başlamıştı. Dev–Genç içinde artık sosyalist devrimci kalmamıştı. Sosyalist Devrimciler örgütten ayrılıp kendi Sosyalist Gençlik Örgüt’lerini (SGÖ) kurmaya girişmişlerdi. Dev–Genç içindeki ideolojik kavga, Kırmızı Aydınlıkçılarla PDA’cılar arasındaydı ve o günlerde bütün hızıyla devam ediyordu. işin kötü yanı, başlangıçtaki, bir ölçüde ilerletici olduğu bile söylenebilecek hararetli tartışmalar, yerini fiili itip kakmalara, giderek dayak atmalara, silah çekmelere, silahlı tehditlere bırakmaya başlamıştı.
Bu şiddet salvosunun ilk kurbanlarından biri de bendim. SBF’deki tartışmalı bir Dev–Genç toplantısında, Dev–Genç yönetiminde hakim konumda olan ve tabanda da PDA’cıları azınlığa düşüren Kırmızı Aydınlıkçılar’ın fiili saldırısına uğradım. Bugün tartışma konusunu ve saldırının nerden kaynaklandığını bile hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, şiddetli bir tartışma sırasında benim itiraz ederek bir şeyler söylediğim, o arada ortalığın karıştığı ve eğer yanlış hatırlamıyorsam, Dev–Genç yönetim kurulu üyesi Ahmet Bozkurt’un bir sıranın üzerinden çeneme şiddetli bir tekme indirdiğiydi. Kafamda şimşekler çaktı ve bir an için yere düştüm, fakat kısa sürede toparlanıp gözlerimi açtığımda Aktan İnce’ye de aynı şekilde saldırıldığını gördüm. Neyse ki kavga çok uzun sürmedi. Ama bu kısa süreli kavgada biz PDA’cılar, ben ağır şekilde olmak üzere, Kırmızı Aydınlıkçılar’dan esaslı bir dayak yemiştik. Böylesi ölçüsüz bir şiddet, SD’ci–MDD’ci yarılması sırasında bile yaşanmamıştı. Ama daha bu açılıştı. Devamı, üst düzeylere tırmanarak gelecekti.
İTÜ Talebe Cemiyeti seçimleri gündemdeydi. Bu seçim, aynı zamanda, Kırmızı Aydınlıkçılar’la PDA’cılar arasında bir boy ölçüşme olacaktı. Çünkü, diğer üniversitelerin tersine İTÜ’de PDA’cılar hayli güçlüydü. Kırmızı Aydınlıkçılar, bu son kaleyi de PDA’cıların elinden almakta kararlıydılar. Bizim kararlılığımız da onlardan geri kalmıyordu. Bunun en iyi göstergesi, bir otobüs dolusu PDA’cının, başlarında PDA’nın lideri Doğu Perinçek olmak üzere, İTÜ’deki arkadaşlarını desteklemek üzere İstanbul’un yolunu tutmalarıydı.
İTÜ Talebe Cemiyeti seçimleri, diğer fakültelerden biraz daha farklı bir seçim sistemine sahipti. Seçim, öğrencilerin kongresi biçiminde oluyordu. Bu iş için İTÜ konferans salonu hazırlanmıştı. Salonun alt kısmını ITÜ öğrencileri doldurmuştu. Balkon kısmında ise dinleyiciler yer alıyordu. Dinleyici bölümünün sol tarafına, Ankara’dan gelen bizlerle birlikte, İstanbul’daki PDA’cılar yerleşmişti. Sağ taraf ise Kırmızı Aydınlıkçılar’la hıncahınç doluydu. Daha başından itibaren gergin bir atmosfer vardı. Kongre başlamadan, balkonun sağ bölümündeki, başını Enver Nalbantoğlu’nun ve Nahit Tören’in çektiği Kırmızı Aydınlıkçılar, bizi ima ederek, “kahrolsun Beyazlar” sloganını atmaya başladılar. Biz de şimdi içeriğini anımsayamadığım sloganlarla karşılık verdik. Kongre başladı. Yanılmıyorsam kongre başkanlığını PDA’cılar kazandı. Bu, ortamı daha da gerginleştirdi. Özellikle balkon kısmında karşılıklı laf atmalar başladı ve kısa süre sonra beklenen gerçekleşti. Ortalık bir anda karıştı. Kısa bir itişip kakışmanın ardından, hepimizi hayretten donduran bir olay meydana geldi. Kırmızı Aydınlıkçılar grubunun başında bulunan Nahit Tören, arkasında kendisini izleyen bir kaç arkadaşıyla birlikte, silahını çekerek üzerimize yürüdü ve silahını ateşledi. Bu, Kırmızı Aydınlıkçılar’la PDA’cılar arasında o zamana kadar meydana gelen çatışmalarda hiç tanık olunmamış bir şeydi. O zamana kadar tabanca türü bir silah, devrimciler arasındaki çatışmada hiç kullanılmamıştı. Çatışmanın böyle bir noktaya tırmanmasında elbette silahı çeken ve ateşleyen Nahit Tören’in büyük bireysel sorumluluğu vardı. Bunun Kırmızı Aydınlıkçılar tarafından önceden planlanmış bir olay olması ihtimali çok zayıftır. Nahit Tören, silahını önce bize, bazı arkadaşların söylediğine göre Doğu’ya doğrultmuştu. Son anda yanındaki arkadaşlarından biri eline vurdu ve silahtan çıkan kurşun tavana saplandı. Nahit Tören’in niyeti gerçekten üzerimize ateş etmek miydi bilmiyorum, ama son anda birisinin onun tabancayı tutan eline vurduğunu net bir şekilde gördüm. Arkadaşların sonradan söylediğine göre, Nahit Tören’in Doğu’ya özel bir kişisel kızgınlığı varmış. Doğu, o sıralarda başkaları için de sık sık yaptığı gibi, Nahit Tören’in “polis” olduğunu söyleyip duruyordu çevresinde. Buna ben de tanık olmuş, hatta Doğu’nun propagandasının etkisiyle Nahit’e “polis” gözüyle bakmaya başlamıştım. Söylendiğine göre, Doğu’nun kendisi hakkında söyledikleri Nahit’in de kulağına gitmiş ve bu yüzden silahı çektiğinde özel olarak Doğu’yu hedef almış. Tabii bunların hepsi spekülasyondan ibaret, doğruluk derecesini bilemem.
Nahit’in silahı patlatmasından sonra ortalık iyice karıştı. Arkadaşları, Nahit’i olay yerinden uzaklaştırmaya çatışırken iki grup arasında şiddetli bir kavga cereyan etti. Kavga sırasında Aktan İnce’yi hatırlıyorum. Aktan bizim saflarda olmakla birlikte, Kırmızı Aydınlıkçıların özel olarak saygı gösterdikleri bir arkadaştı. Aktan bu saygıdan yararlanarak Kırmızı Aydınlıkçıların arasına daldı ve kavgayı önlemek için onları geriye doğru iteklemeye çalıştı. Kırmızı Aydınlıkçılar, ona duydukları saygıdan dolayı üzerine saldırmadılar, hatta bir ölçüde durakladılar. Aktan onlara sakin olmalarını telkin etti. Zaten bir süre sonra kavga duruldu. Kongre devam etti ve Talebe Cemiyeti seçimlerini PDA’cıların adayı Tarık Almaç kazandı.
Dev–Genç’lilerle PDA’cılar arasında yine bir kavga 23 Eylül 1970 günü Dev–Genç BYK’nin İTÜ’de düzenlediği bir toplantıda meydana gelir. Dev–Genç’in düzenlemiş olduğu bu toplantıda söz almak isteyen PDA çevresine mensup İbrahim Kaypakkaya ve Gabis Altınoğlu’na İstanbul Dev–Genç yöneticileri söz vermek istemezler. Dev–Genç’lilere göre “mücadele kaçkını” PDA’cılara söz hakkı verilmesi oportünizme pirim vermek olarak görülüyordu. Başını Nahit Tören, Taner Kutluay, Zihni Çetiner, Mustafa Zülkadiroğlu’nun çektiği Dev–Genç mensuplarıyla İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları arasında karşılıklı itişme ve kakışmalar olur. Bu olayların yaşandığı toplantıda Zihni Çetiner, İbrahim Kaypakkaya’nın başına tabure ile vurarak yaralanmasına neden olmuştu.
TKP/ML kurucularından Ali Taşyapan anlatıyor:
“Bir gün İbo’yla Deniz ideolojik tartışmaya girmişti.”
“Deniz için tek bir alternatif kalırdı: İbo’yu dövmek.”
İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğinde Nisan 1972’de kurulan TKP/ML–TİKKO’nun kurucularından ve ilk MK üyelerinden biri olan Ali Taşyapan anılarını anlattığı “Kaypakkaya ile Birlikte” adlı kitabında TKP/ML–TİKKO’yu kurmalarından önce Perinçek’in liderliğinde PDA saflarında yer alırken Dev–Genç’lilerle olan kavgalarını da anlatır.
Bunlardan biri “Çapa Yüksek Öğretmen Okulu”nda, diğeri ise PDA’cı Halil Berktay’ın konuşmacı olduğu İTÜ’deki yaşanan kavgaydı. Taşyapan anılarında İbrahim Kaypakkaya’nın kafasının Dev–Gençliler tarafından nasıl yarıldığını ve Sağmalcılar Cezaevi’nde Deniz Gezmiş’ten nasıl dayak yediğinden de bahsediyordu.
Taşyapan’ın anılarında yaşanan kavgalar:
* “Milli Demokratik Devrim” tezinin ortaya çıkmasıyla birlikte sol yelpazede TİP’e karşı sol radikal bir muhalefet uç vermeye başladı. Yaklaşık bir yıl gibi kısa bir zaman içinde soldaki daha atak unsurları TİP’ten koparmayı başaran bu muhalefet, sol yelpazede radikal bir alternatif olma durumuna geldi. Eski kadrolardan Mihri Belli bir dönem bu radikal muhalefete öncülük etti, lakin sonunda radikalizm onu da solladı. Böylece sol radikalizmin öncülüğünü, 60 sonrası genç devrimci kuşak içinde sivrilen önderler üstlendi. TKP mirasından kopuk olan, TİP mirasını ise işe yaramaz görüp reddeden bu muhalefet, önder kadrosu ve tabanıyla devrimci romantizmi yaşıyordu. Devrimin karartısını ufukta görüyordu, birkaç şiddet eylemiyle gerici devletin kofluğunu kitlelerin gözü önünde sergileyip onları peşine takacağını düşünüyordu.
* Geçmişteki pratiğe bakalım: MDD tezi etrafından sol atak unsurlar belli bir güç haline geldikten sonra, tartışmalarda TİP sözcülerini susturmak, yuhalamak, bu da yetmezse pataklamak, FKF içindeki TİP taraftarlarını aynı yöntemle ekarte etmek, “Çankaya TİP kongresi”nde olduğu gibi TİP’lilere sopa çekmek, yıllarını mücadeleye vermiş Behice Boran gibi saygın ve yaşlı bir bayanın kabasını sopa darbeleriyle mosmor etmek gibi yöntemleri sol arenaya koymuşlardır. Tabiri caizse, bu yöntemle, TİP’in defteri dürülmüş ve fakat MDD tezi saflarında bir süre sonra çatlama baş gösterince, bu kez MDD kanatları bu yöntemi birbirine karşı kullanır hale gelmişlerdir. “Rüzgar eken fırtına biçer” demişler. Aynen öyle oldu. (152)
* Aydınlık’ın bölünmesi akabinde Teknik Üniversite’de, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübü kongresi oldu. Okuldaki bölünmede Aydınlık Sosyalist dergisi taraftarları çoğunluktaydı. Kurucu üyelerin hepsi PDA taraftarıydı. Kongreye bizler de katıldık. Deniz Gezmiş, Cihan Alptekin, Nahit Tören ve öbür Dev–Genç İstanbul önderleri, biz PDA’cı pasifistlere iyi bir ders vermesi için kendi görüşündeki Çapalıları bizlere karşı tam anlamıyla dolduruşa getirdiler. Ankaralı İbrahim, Necdet Dizman, hele o mitingden etkilenip devrimci olan Ali Uzun, azrail kesildi. İbo’ya dayak atma kararındaydılar. Fakat Salman Kaya’nın eli İbo’ya varmadı. “Yahu gülüm kışkırtıcı konuşmaktan vazgeç” deyip İbo’yu birkaç kez uyardı. Lakin öbürleri İbrahim’e saldırınca Salman araya girip saldırıyı önledi. Salman Kaya’nın vicdanı İbrahim’e el kaldırmaya isyan etti, Dev–Genç’in ileri gelenlerinin talimatını çiğnedi.
PDA’cılığı yüzünden İbrahim birkaç kez Dev–Genç’lilerden dayak yer. Bir iki yerde kafası yarılıp kan revan içinde kaldı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir seminerdeydik, konuşmacı Halil Berktay’dı. İstanbullu PDA’cıların çoğu oradaydı. Tabii İbrahim de. Tam seminerin ortasında Dev–Genç’in kabadayısı Nahit Tören ekibiyle çıka geldi. Konuşmacıya sataşma ve hareket başlayınca ortalık karıştı. Kabadayı takımına ilk posta koyan İbo olduğu için, dayağın fazlasını o yedi, kafası kırılıp kan içinde kaldı. Gerçekten biz İstanbul’daki PDA’cıların yüzde doksanı kavgadan çekinen kişilerdik. Yani korkaktık. Koca İstanbul’da karşı tarafın şiddetine yalnızca üç kişi kavgayla karşılık verirdi: İbrahim Kaypakkaya, Kabil Kocatürk ve Adil Ovalıoğlu. İbo’ya bir fiske değdiği zaman Kabil Kocatürk’ün canı giderdi adeta. Güçlü ve dövüşçüydü Kabil. İbrahim’e saldıranların arasına kurt gibi dalar, darmadağın ederdi. Adil de öyleydi. İnce yapılıydı, lakin cesurdu, ayrıca kavga tekniğini iyi biliyordu. Kabil ve Adil, İbo’nun koruyucuları durumuna girmişti.
İstanbul’daki devrimciler Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu basıp müdürü dövmüşlerdi. Bu olay nedeniyle İbrahim’le birlikte epey Çapalı gözaltına alındı ve İbrahim tutuklanıp Sağmacılar Cezaevi’ne konuldu. O sırada Deniz Gezmiş de Sağmalcılar da yatıyormuş. Bir gün İbo’yla Deniz ideolojik tartışmaya girmiş. Deniz, İstanbul’un bir numaralı militanıydı ve lakin düşünsel boyutta İbrahim’le boy ölçüşecek düzeyde değildi. Buna bir de İbrahim’in batıcı laflarını eklersek, kendi mantığı açısından Deniz için tek bir alternatif kalırdı: İbo’yu dövmek. O da onu yapmış, bir hamleyle İbo’ya bir iki yumruk yapıştırmış, fakat cezaevindeki devrimci tutuklular çabucak araya girip, İbo’yu fazla dayak yemekten kurtarmışlar. (153)
* Bütün bunları niye anlatıyorum? 68 kuşağına, hele de devrim uğruna can veren önderlerine sevgimizi sürdürelim, çünkü buna layıktır. Fakat bu kuşağı, bugün hayatta olmayan, ama ilerici insanların yüreğinden ılık bir sevgi misali çıkmayan önderlerini hatalardan süzülmüş bir varlık olarak görmeyelim. Derinleşerek gönlümüze ulaşan sol içi hastalıklardan bazılarının tohumu o zaman atıldı. Örneğin, günümüzde kronikleşip can alma noktasına varan, örgüt içi ve örgütler arası çelişkilerde kullanılan şiddet yönetiminin kökleri ta o günlere dek uzanmaktadır.
nesra.org
“Biz PDA’cılar, devrimci şiddetten en fazla nasibini alanlardık.” Gün Zileli
PDA’cı Gün Zileli anılarında sol içi şiddette en çok saldırıya uğrayan çevrenin kendileri olduğunu anlatıyordu.
“Yarılma” adlı kitabında Dev–Genç’le yaşadıkları polemik ve kavgalardan bahsederken örnekler de veriyordu. İşte Zileli’nin sol içi devrimci şiddetten bahsettiği “Yarılma”dan bir bölüm:
Türkiye bir darbeye doğru hızla sürüklenirken, soldaki, özellikle MDD’ci bölüntülerdeki şiddet “tutkusu” da önüne geçilmez bir sel haline gelmeye başlamıştı. Kırmızı Aydınlık hareketine yönelik bir yıl önceki “maceracı”lık eleştirileri dolayısıyla bu konuda biraz geri planda durmakla birlikte, PDA bile, bu yönde sürükleniyordu. Ben de dahil, bazılarımız artık belimizde silahla dolaşıyor, böylece, Dev–Genç’lilerin bize yönelttikleri “pasifist” suçlamasını pratikte yalanladığımızı düşünüyorduk. Hele Dev–Genç’liler! Onlar, artık silahlarını her fırsatta göstermenin yollarını aramaya başlamışlardı. Bazen, bir “zaferi” kutlamak, bazen bir şeyi “protesto” etmek için silahlarını çekip havaya ateşliyorlardı. Kimin üstünde silah var, kimin üstünde yok, gençlerin yürüyüşlerinden anlaşılır olmuştu artık.
Üstelik bir de şu, “Eskişehir marşı”ndan kırpılarak yapılma “Dev–Genç marşı” vardı!
Ey Dev–Genç’li, ey Dev–Genç’li
Savaş vakti yaklaştı
Al silahını eline! Emperyalizme karşı
denirken, bazıları bu son dizeyi “al silahı vur beline” diye söyler ve bu arada kalçalarına doğru hafifçe vurarak, bu “talimatı” zaten yerine getirdiklerini gösterir olmuşlardı.
Ortalıkta, kimsenin ne olduğunu tam olarak açıklayamadığı bir “devrimci şiddet” lafıdır dolaşıp duruyordu. Bu, bazen “faşistlerin dövülüp okullardan atılması”, bazen “polisle çatışma”, bazen olur olmaz silah gösterme ya da patlatma, bazen askeri bir darbe, bazen kırsal ya da kentsel alanlarda başlatılacak bir devrimci gerilla hareketi, bazen sağa sola bomba atma, bazen de “emperyalizmin beşinci kolu oportünistlerin dövülmesi” anlamında kullanılıyordu.
Daha önce de bir kaç kere sözünü ettiğim gibi, biz PDA’cılar, bu “devrimci şiddet”ten en fazla nasibini alanlar arasında geliyorduk. Artık Dev–Genç toplantılarında keyfi bir biçimde bize söz verilmiyor ya da sözümüz kesiliyor, bazen de tartaklanarak salonun dışına atıldığımız oluyordu.
Yusuf Küpeli’nin yönettiği SBF anfisinde ki böyle toplantılardan birinde, Doğu Perinçek söz istemiş, bunun üzerine, Yusuf Küpeli, “yeni oportünistlere söz vermiyoruz” diyerek keyfiliği zirve noktasına taşımıştı. Bu keyfilik karşısında Doğu, salondaki çoğunluğun aleyhimize olmasına ve dayak yeme ihtimalimiz bulunmasına rağmen, “senin babandır yeni oportünist, nasıl keyfi bir şekilde söz hakkımı engellersin” diyerek kürsüye yürümüş, buna rağmen, Yusuf’un, ona söz verilip verilmeyeceği konusunu salonun oyuna sunmasıyla söz hakkı, çoğunluğun oylarıyla engellenmişti.
Bir başka olay daha hatırlıyorum. Hukuk Fakültesinin konferans salonunda Hukuk Fakültesi Fikir Kulübü’nün Kongresi yapılıyordu. PDA’cıların oldukça güçlü olduğu bu Fikir Kulübü’nün üyesi olan Doğu, söz almış, kürsüde konuşuyordu. Ben ve bazı arkadaşlar, anfinin arkalarından onu izliyorduk.
Doğu, lafını esirgemeden, hatta biraz da tahrik edici bir havada Dev–Genç yönetimine yüklendikçe yükleniyordu. Bir süre sonra, herhalde Doğu’nun kışkırtıcı sözleri kendisine iletilmiş olan Dev–Genç yönetimi, başlarında Ertuğrul Kürkçü olmak üzere salona zuhur etti. Suratlarından düşen bin parçaydı. Geçip ön sıralardan Doğu’yu dinlemeye koyuldular. Bir olay çıkacağını anlamış, alarma geçmiştik. Nitekim beş–on dakika sonra tahminlerimizde yanılmadığımızı gördük. En önde Ertuğrul Kürtçü ve arkasından da diğer yöneticiler ve Dev–Genç’liler, aniden yerlerinden fırlayıp kürsüde konuşan Doğu’ya doğru hızla koşmaya başladılar. Bunu görünce bizler de kürsüye doğru koştuk, Doğu’yu korumak için.
Doğu, bu ani atak üzerine, önünde konuşma yaptığı kürsüyü kaldırıp üzerine doğru gelenlere savurdu, kendini savunma güdüsüyle. Bu arada biz de yetişmiştik. PDA’cılarla Dev–Genç’lilerden oluşan, aşağı yukarı 20 kişilik bir kalabalık, kürsünün bulunduğu yerde tekme yumruk birbirine girdi.
Bu arada ben de, arkadaşlarının arasında lakabı “Panço Villa” olan, Nail Karaçam adlı, oldukça iriyarı, Panço Villa gibi gür, uzun ve sarkık bıyıklı olan Dev–Genç’li arkadaşla yaka yakaya geldim. Onun benden iri ve güçlü olduğu tartışma götürmezdi. Üstelik ikimizin de “devrimci şiddet”in gereği olarak, “emperyalizmin soldaki uzantısı” olan karşısındaki “oportüniste” esaslı bir kaç yumruk geçirmesi gerekiyordu. Ne var ki, o benim kazağımdan, ben de onun kazağından tutmuş çekişip duruyorduk da, bir türlü birbirimize vurmaya gönlümüz elvermiyordu. Kavga kısa sürede sona erdi, taraflar birbirinden ayrıldı, Nail’le ben de birbirimizin kazaklarını bırakıp ayrıldık.
nesra.org
Soyle bir pasaj hatirliyorum bi yerlerden:
“Gibbons in his book, The Decline and Fall of the Roman Empire asks why so many religions were allowed to flourish in Rome. He answers his own question by commenting that the elite in Rome thought all religions were equally false; the common people thought they were all equally true; and the bureaucrats thought they were all equally useful.”
Meal veriyorum –estaguzubillah:
“‘Roma Imparatorlugunun Gerilemesi ve Cokusu’ isimli kitabinda, Gibbons, Roma’da o kadar cok dinin gelisip serpilmesine neden izin verildigini sorar. Ve, soruyu kendisi cevaplar: Yonetici sinifa (elitlere) gore, butun dinler palavra/fasafiso/bos idi; siradan halka gore, her bir din hakikati temsil ediyordu; burokrasiye gore de, her biri kullanisli idi.”
[Suradan da teyid edilebilir: https://en.wikiquote.org/wiki/Edward_Gibbon ]
Burada bahsi gecen dinlerin birer pagan/putperest dini oldugunu akilda tutmak gerekir –sirf tarihsel baglami dogru oturtmak acisindan; yoksa genellenemez oldugu anlamina gelmez.
Yukaridaki bu pasajda, ben, ‘burokrasi’nin pozisyonunu benimserim:
Butun inanc ve ideolojiler ‘kullanisli’dir.
Yani, herhangi birinin dominant olmasina izin verilmemek kaydiyla, hepsinin (ve herhangi birinin) ortadan kaldirilmasi dogru degildir.
Gun ola harman ola.. belki ise yarar.
Ayrica, birbileri ile mucadele etmeleri de, toplumun yonetilmesi, genel huzuru vs vb icin ‘kullanisli’dirlar.
Bundan nasi, ben, ne komunizmin, ne Nazizmin, ne Kemalizmin ne de diger ‘izm’lerin (ya da ‘din’lerin) tamamen yer ile yeksan edilmesine sicak bakmam. Herhangi biri dominant olmasinlar yeter.
157 nolu “hortlak” yorumcu,
sen yazdiklarimi yanlis anlamissin, tekrar sakin kafayla oku, seninle asagi yukari ayni fikirdeyiz. yalniz ben ulusal davalarda taraf degilim, lenin de dahil, real sosyalistlerin marxizm adina ulus ve ulusalcilik akimlarini idealize edip desteklemelerini yanlis buluyorum.
zileli’nin yaptigi gibi “kültür” denilen seyi idealize edip, birde bundan “kültüralist” teoriler üretmeyi sacmalik olarak görüyorum; dünya gercekleriyle alakasi yok.
diger yandan kürtlere ve “ezilen” bazi azinliklara, halklara ana dilinden dolayi zulüm etmeyi tabii ki insanlik disi bir is olarak görüyorum. fakat tamda bundan dolayi ulusalci fikrin savunusucu degilim, tam tersine dünyada ki melanetin kaynaklarindan biri de ulusalcilk/milliyetcilik ideolojisi ve bunun cisimlesmis hali olan modern ulus devletlerdir.
“ezilen” ulusun savunuculugunu yapmak neden yanlistir, aha ispati: yahudiler de tarih boyunca hep ezilen, horlana bir toplumdu. birde simdi ki israil devletinin icraatlarina bak!
sayin zileli’den alinti:
“Türkiye’deki halihazır AKP rejimi, toplumun geri kültürel yapısını temsil etmektedir. Bu nedenle, toplumun ileri kültürel yapısıyla ortalama bir uyum sağlayamadığından yıkılacaktır.”
zileli’nin nasil bir hayal/illüzyon dünyasinda yasadigini burda yazdiklarindan anliyoruz.
1. “kültür” kavrami soyut/sosyolojik bir kavramdir, insanlar tarafindan farkli anlasilir/yorumlanir. bundan dolayi da böylesi kavramlarla dünyayi anlamaya ve aciklamaya calisanlar dünya gerceklerini anlamayan bir “yabanci” olarak yasar ve ölürler.
2. “ileri” kültür-“geri” kültür kavramlarida tamamiyla uydurmadir. zileli’nin “geri” olarak tanimladigi kültürü 30-40 milyon akp’li islamci/müslüman kendi “öz” kültürü olarak görüyor ve sahipleniyor. laiklerin “ileri/modern” kültür olarak gördüklerini türkiye nüfusunun en yarisi “yabanci/ithal/bati özentisi kültür” olarak görüyor ve red ediyor.
alevi, ermeni vs. gibi dini, etnik azinliklarin kültürü türkiyede ki bircok insan tarafindan “sapkin/düsman vs. kültür” olarak görülüyor ve ona göre muamele ediliyor. vs. vs.
sonuc: bilincli bir insan “kültürünü” kendisi olusturur ve belirler. ya da söyle diyelim, kültür denilen sey biyolojik cinsiyet, tip/fizik gibi dogustan gelen birsey degildir; bir kader olmadigi gibi insanlarin kaderini de belirlemez. fakat anne-babadan, toplumdan her gördügünü alip benimseyen insan da “kader kurbani” olmayi bilincli tercih etmis demektir.
zileli’den alinti:
“Bu nedenle, geri kültüre dayanan rejimler, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, ileri kültürel yana ayak uyduramadığı için yıkılıp gider. Ya da Çin’de olduğu gbi, yıkılmak yerine kendini toplumun kültürel düzeyine adapte eder ve yıkılmaktan kurtulur.”
sayin zileli siz dünyada yasiyorsunuz?
sovyetler birligi denilen real sosyalist rejim bir halk ayaklanmasiyla ya da durup dururken yikilmadi. peki rejim degisikligi nasil oldu?
cevap: yine üstten, yani devleti ve toplumu yöneten/güden komünist partisi ve bu partinin o zaman ki sefi gorbacow denilen devlet adami real sosyalizmin ortaya cikardigi maddi zenginligi yeterli bulmuyordu, cünkü real sosyalistlerin sosyalizm/komünizden anladigi temel ihtiyaclarini karsilayacak kadar calisip ürettikten sonra rahat etmek, hayatin keyfini cikarmak, hobilerine/sanata/spora vs. zaman ayirmak degildi; real sosyalistler en bastan itibaren kapitalizm ile yarisma ve kapitalizmden daha fazla maddi zenginlik üretme iddiasi ve hedefiyle yola koyulmuslardi. bundan dolayida insanlari daha fazla, daha hizli, daha verimli calistirmak icin bircok yol-yönteme basvurmuslardir.
cin devletinde olan bitene gelince. cin devleti, sosyalist plan ekonomisinden kapitalist ekonomiye gecmis durumda ve su anda dünyada sayili kapitalist merkezlerden biridir. cin komünist partisi sosyalist plan ekonomisinden rekabetci piyasa ekonomisine gecisi “kontrollü” ve asamali bir sekilde yapti. sovyet lider gorbacow ise kapitalist ekonomiye paldir küldür bir gecis yaptigi icin kapitalist rusyanin ilk yillari kaos, savas, aclik ve kitlik ile gecti.
görüldügü gibi, sovyetler birligi ve cin de olan biteni “kültür” ögesiyle aciklamaya calismak sacmaliktan da öte birsey. degisen sey siyasi yönetim bicimi ve ekonomi politikalari. bunlari yapanlarda devleti ve halki yöneten siyaset sinifi. halka/vatandasa düsen rol ise manevra kütlesi (manövriermasse) olmak.
VI. Demagoji Örneği: Hitler ve Cumhuriyet gazetesi.
“Süreç içinde CHP Genel Başkanı Nazi benzetmesini, Hitler benzetmesini defalarca yaptı. Şimdi ben ona gurur duyduğu CHP tarihinden ibretlik bir vesika göstereceğim. 11 Nisan 1939 tarihli bir kararname. Aynen şu ifadeler var. ‘Alman devlet reisi Hitler’in 50. sene-i devriyesine hükümetimiz adına Ali Fuat Cebesoy’un eşliğinde, Necmettin Sadak’tan oluşan bir heyet gönderilmesi, 11.04. 1939 tarihinde onanmıştır.’ İmza reisi cumhur İsmet İnönü, imza başvekil Refik Saydam. 1932 ve 1941 tarihli iki gazeteyi gösteriyorum. Başlık: ‘Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler.’ Bundan daha önemli belge olur mu? Bitmedi, diğer bir gazete. ‘Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam’ altında İnönü’nün İtalya’ya gideceği yazıyor. İşte CHP budur. İşte CHP Genel Başkanı eğer Hitler sevdası arıyorsa, o gurur duyduğu CHP tarihine baksın orada bulur.” (3 Nisan 2012)
Burada sadece demagoji yapılmamaktadır. Aynı zamanda tüm tarih, siyaset, dış politika, yani “kemalist paradigma” karşıya alınmakta ve olabilecek en demagojik yolla yerle bir edilmektedir. Ama bu “kemalist paradigma”ya karşı bu demagojik tutum, onlarca yıldır “liberaller”, neo-liberal solcular, globalizm propagandistleri vb. kesimlerce sürdürülen kampanyaların üzerine yükselmektedir. Burada, bu “zihniyet değişimi”ni ele almayacağız. Dikkat çekmek istediğimiz, olağan bir devletin “dış politika”da izlediği çizginin demagoji konusu yapılmasıdır.
Herkesin bilebileceği gibi, diplomasi, devletler arası ilişkilerde “ikiyüzlülük”ün meşru kabul edildiği bir alandır. Bu alanda, birbirlerine “kin ve nefret” besleyen uluslar, devletler ve devlet “büyükleri”, “diplomatik nezaket gereğince” belli protokol kurallarına uyarlar Bunların arasında, “kutlama” mesajları olduğu gibi, “taziye” mesajları da yer alır. Çoğu durumda bu mesajlar “rutin” işler arasındadır ve ne gönderen açısından, ne de gönderilen açısından “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Ancak kimi durumlarda bu tür mesajlar, belli bir siyasal yönelimin ifadesi olarak da kullanılır.
1930’lu yıllar, yani II. Dünya Savaşı’nın öngünleri “gizli diplomasi”nin olanca ağırlığıyla ve gücüyle sürdürüldüğü yıllardır. Bu “gizli diplomasi” içinde Türkiye’nin ve İsmet İnönü’nün “dış politikası” tümüyle savaşa hazırlanan taraflar arasında bir yerde durmak, bir bakıma “bitaraf” kalmak olmuştur. Ancak bu “bitaraf” tutuma ve “gizli diplomasi”ye rağmen, yapılmayan tek şey, günü birlik politikalardır. Bir başka ifadeyle, bir gün “diplomatik” olmak adına birileriyle kucaklaşılırken, bir başka gün aynı kişiyi düşman ilan etmek, belki “taktik hevalım” diye düşünülse bile, “bin yıllık devlet geleneğine sahip” bir devlet için hiç de kullanılır bir araç değildir.
Recep Tayyip Erdoğan ve onun “prompter”de okuduğu metinleri yazanlar, şüphesiz II. Dünya Savaşı’nın öngünlerindeki gelişmeleri ve savaş zamanında izlenen dış politikayı biliyorlardır. Amaç, belli bir dönemin belli bir politikasını “eleştirmek” değil, bir dönemi tarihin karanlık odasına itmek olunca, kaçınılmaz olarak herşey saptırılmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın son üç yıllık “dış politika serüveni”ne bakıldığında, “Barış Ödülü” aldığı, “hararetle” kucakladığı Muammer Kaddafi’nin katledilmesindeki rolü kolayca görülecektir.
Aynı şekilde Beşir Esad’la (ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni söylemiyle “Esed”), üstelik “maailecek” “can ciğer kuzu sarması” iken, şimdi kanlı-bıçaklı olunmuştur.
Tutarlılık bir yana, en azından belli bir süre geçerli bir dış politika çizgisi bile izlenmemektedir. Herşey günü birliktir, her şey “çıkar” ekseninde günlük olarak değişebilmektedir. Bu da, “devletlerin ebedi düşmanları ve dostları yoktur, ebedi çıkarları vardır” zihniyetinin dışavurumudur.[4*]
Tüm bunların adi birer demagojiden ibaret olduğunu görmek için tarihe kısaca bakmak bile yeterlidir.
AKP “zihniyeti”nin hamiliğini yaptığı Hamas’ın ve “amaç” olarak koyduğu Kudüs’ün tarihi, faşizmle (Nazizm) doğrudan kurulmuş ilişkilerin tarihidir. Osmanlı “teba”sından büyük Abdülhamid “Han” hayranı Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin Hitler’le yaptığı görüşmeler, Nazi ordusu saflarında savaşmak için örgütlediği “islam birlikleri” arşivlerin “tozlu” sayfalarında kalmışsa da, AKP “zihniyeti”nin nelere kadir olabileceğinin en tipik örneklerinden birisidir.
Bu “müftü”nün, “Müslüman dünyasının başına gelen Osmanlı devletinin bedduasıdır. Biz müslümanlar bilhassa Araplar masum ve mazlum Osmanlı Devleti’nin bedduasına uğradık. Babasının bedduasını alan bir evlat gibi. Başımıza gelen felaketler bu yüzdendir…” dediği “rivayet” edilir. Üstelik bir dönem “Teşkilat-ı Mahsusa” ajanı olarak da görev yapmıştır. (Bugün kaç AKP’linin ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın “gençliğinde” MİT’le bağlantılı olduğu bilinmemektedir, “gizli”dir. Ama “dış alem”e yönelik faaliyet gösteren tüm şeriatçıların “Teşkilat-ı Mahsusa”yla, yani MİT’le çalıştıkları kesindir. Daha önemlisi, “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin MİT’in bir kuruluşu olduğu bilinmektedir. AKP “mehteran takımı”nın da bu derneklerde “tedrisat” eyledikleri açıktır.)
Burada “düşmanımın düşmanı dostumdur” türünden bir “taktik”in ya da “zihniyet”in varlığından söz edilebilir. Ne de olsa, Kudüs Müftüsü Yahudi düşmanıdır, Hitler de Yahudi düşmanıdır, öyleyse “dost” olabilirler. Tıpkı “üstad”ları Necip Fazıl Kısakürek’in “müzmin” Yahudi ve “kominizma” karşıtlığının onun Hitler’i “zımnen” desteklemesini sağladığı gibi.[5*]
Tüm bu örnekler, “belagatı güçlü” demagogların, aynı zamanda, birer makyavelist olduklarını gösterir. Her durumda, demagoglar geniş kitleler üzerinde etkili olabilmişlerdir. Ancak bugün Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın demagojileri sadece geleneksel sağ seçmen kitlesini etkileyebilmektedir. Sol kitle açısından bu demagojiler sadece öfke uyandırmaktadır. Ama aynı öfke, bu demagojilere “gereğince” yanıt veremediği için CHP’ye ve CHP yöneticilerine de yönelmektedir.
Asıl olan, AKP’nin demagojisinin “hedef kitlesi”nin geleneksel sağcı kitle olduğunun bilinmesidir. Bu geniş kitlelerin bu demagojinin etkisinden nasıl kurtarılacağı ise, 1965-1980 devrimci mücadelenin pratiğinde aranmalıdır.
Demagogun Demagojisi ya da Hatibin Belagatı
KURTULUŞ CEPHESİ – Mart-Nisan 2012
http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc126_5.html
Beşinci demagoji ve güdüleme unsuru, bir kez daha “Osmanlı”dan üretilmiştir. Bu da, Sokullu Mehmet Paşa’nın meşhur “sakal edebiyatı”dır.
Ankara Gölbaşı’ndaki (ki burası aynı zamanda MİT’in gerçek merkezidir) Polis Özel Harekat Daire Başkanlığı’nı (“darbeciler” tarafından bombalanmış ve 50 “şehit” verilmiş) “ziyaret” eden, “şehitler” için Kuran okutan, gösterilen “darbe belgeseli”ni izlerken “gözyaşları döken” Recep Tayyip Erdoğan şöyle konuşmuştur:
“Şu gördüğümüz bina ile bu yaptıkları tahribatla bunlar bizim sakalımızı kestiler. Unutmayın kesilen sakal çok daha gür biter. İnşallah bunun yerinde çok daha muhteşem, çok daha güzel bir eseri en kısa zamanda proje bitmiş vaziyette, inşa edeceğiz.”
Bilindiği gibi, 1571 yılında, “Haçlı donanması” İnebahtı’da Osmanlı donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu yenilgi sonrasında Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın Venedik elçisine şunları söylediği rivayet edilir: “Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı’da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar.”
Hemen hemen tüm öğrencilerin tarih kitaplarından ezbere bildiği bu sözler, birden Recep Tayyip Erdoğan’a “ilham” vermiş görünmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, “Fethullahçılar” PÖH’çüleri bombalayarak Recep Tayyip Erdoğan’ın “sakalını” tıraş etmişler; Recep Tayyip Erdoğan da devlette yaptığı tasfiyelerle “Fethullahçılar”ın “kolunu” kesmiştir! Zavallı demagog, Osmanlının çöküşünün başlangıcındaki bir olaydan başka bir demagoji konusu bulamamıştır.[5*]
[5*] Recep Tayyip Erdoğan bu “sakal edebiyatı”nın diğer bir bölümünü de 11 Mart’ta Burdur’da yaptığı konuşmada dile getirmiştir. “Bunların inlerine gireceğiz dedim. Girdik mi, girdik, girmeye devam ediyoruz” diye başladığı konuşmasını şöyle sürdürmüştür: “Buradan sesleniyorum. Osmanlı İnebahtı’da bir yenilgi yaşamıştı. Kılıç Ali Paşa komutasında o yenilgiyi yaşadığında komutan üzgündü, süzgündü, fakat Sokullu oradan gürledi. Ne dedi? ‘Paşa paşa sen bu devleti ne sanırsın. O yelkenlerin direklerini gümüşten, bütün yelkenlerini de atlastan yapmak suretiyle yolumuza devam ederiz.’”
“DARBE” RİVAYETLERİ VE DEMAGOJİLER
[Kitlenin Güdülenmesi ve Yönlendirilmesi]
KURTULUŞ CEPHESİ – Temmuz-Ağustos 2016
http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_3.html
“real sosyalistler en bastan itibaren kapitalizm ile yarisma ve kapitalizmden daha fazla maddi zenginlik üretme iddiasi ve hedefiyle yola koyulmuslardi. bundan dolayida insanlari daha fazla, daha hizli, daha verimli calistirmak icin bircok yol-yönteme basvurmuslardir.”
Buradaki temel temaya/tasvire katilmiyorum.
SSCB, “insalari daha fazla”..
Evet. Ama, sadece daha fazla sayida insani calistirmak anlaminda zorladi.
Bunun haricinde, daha hizli ya da verimli olmak gibi bir dertleri pek/hic olmadi.
Onca emek teorisi lagalugasina ragmen, SSCB’de (ve Cin’de), insan emeginin degeri ‘yok’a yakindi(r).
Boyle olunca, herhangi bir seyin maliyeti de son derece carpik cikiyordu.
Bir de, zamanin maliyet ile ilgisi ‘yok’tu.
Oyle olunca, 5 senede yapilip enerji uretmege baslayacak termik santraller yerine, 30 senede bitmeyen devasa baraj projelerine yoneldiler.
30 sene sonra bitecek barajin urettigi enerjinin birim fiyati/maliyeti (en azindan, teorik olarak) daha dusuk olacakti tabii ki; ama, 30 sene beklemenin maliyetini dikkate dahi almazsaniz.
Benzer sekilde, bilenler bilir, SSCB’de yapilan her turlu makina, Bati’daki benzerlerinden en az 3 kat daha agirdi.
Bu da, hem 3 kat daha fazla hammadde kullanmak, hem de 2-3 kat daha yavas uretmek, daha cok enerji kullanmak demekti –yani, bastan asagi verimsizlik.
Tabii ki, bunu daha ucuza satmak zorunda kaliyorlardi.
Dolayisi ile, neresinden bakarsaniz bakin, ziyan.
““kültür” kavrami soyut/sosyolojik bir kavramdir, insanlar tarafindan farkli anlasilir/yorumlanir. bundan dolayi da böylesi kavramlarla dünyayi anlamaya ve aciklamaya calisanlar dünya gerceklerini anlamayan bir “yabanci” olarak yasar ve ölürler.”
Gerçekten böyle mi? Yani bazı kültürler geri kalmaları sonucu zaman içinde ortadan kalkmaz mı yani?
–
“Esas dönüşüm Cumhuriyet’ten bir, hatta iki kuşak önce gerçekleşti. Sanatla uğraşan zümre, Batı referansını iştiyakla ve oy birliği ile benimsedi. Çünkü Osmanlı sanatı tükenmişti. Resim zaten yoktu. Edebiyat, daha 1820’lerde, Enderunlu Vasıf ve Keçecizade İzzet devrinde, tükenmişliğinin farkındaydı. Aruz ittifakla terk edildi. İbnülemin gibi bir eksantrik dahiyi saymazsan, eski Osmanlı nesrine dönmeyi savunan tek kimse çıkmadı. Hat ve tezhip sanatını sürdürmeye çalışanlar, entelektüel itibardan yoksun esnaftı. Marjinalleştikçe ucuzlayıp tükendiler.
Müzik biraz daha uzun direndi. Ama o da yaşayamadı. 1950’lere gelindiğinde Osmanlı musıkisinden geriye salya sümük bir meyhane böğürtüsü kalmıştı. Suçlusu rejim değildir. Gazi’nin son yıllarındaki kısa bir cinnet dönemi dışında, devlet radyosunda Türk halk ve “sanat” müziğine ayrılan süre, Batı müziğinden hiçbir zaman daha az olmadı. Buna rağmen yürümedi.”
“Özetlersek, Türkiye’nin misler gibi bir yerli kültürü vardı da, ne güzel yürüyüp gidiyordu da, Cumhuriyet rejimi geldi, horlayıp zorladı … yok öyle bir şey! 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri batmış bir ülke, tükenmiş bir kültür ve çıkış yolu arayan bir toplumsal elit vardı. Hoyratlıktan ileri gelen birtakım hatalar yapılsa da, sonuçta bir çözüm aradılar. Böyle buldular.”
“Batı’yı ilginç kılan şey teknolojisi değildir –o teknoloji, üç beş sene sonra, bizde de var. Yeni teknolojiyi — ve yeni fikirleri ve yeni sanatı ve yeni yönetim ve örgütlenme biçimlerinin ve yeni ticaret yollarını — üretme yeteneğidir. O yaratıcılık, “yerel kültüre” saygıyla olmaz. Saygısızlıkla olur.”
“Memleketin aydın sınıfının tamamı devlet başkanının yalakası, onun “Yeni Türkiye” davasının propagandacısı olmayı kabul ettiği gün bitmişti. Ondan sonrası Batı matı değildir. Batı cilası sürülmüş Şark despotluğudur. Yeni kisve giydirilmiş Osmanlı – yahut Timur, yahut Memluk – padişahlığıdır.
Zaten resmi söylemdeki Batı referansı da o noktadan sonra kayıplara karışır. Rejimin güncel kaygılarla itiraz ettiği bazı Osmanlı temalarından ayıklanmış bir Şark alemi, Alpaslan ve Attila’sıyla, Mevlana’sıyla, Oğuz Kağan’ıyla, Tuna’dan şimşek gibi geçen akıncılarıyla, memleketin kültür ufkunu kara kargalar gibi sarar, Ziya Gökalp’in tahayyül ettiği kültür sentezini başarıyla gerçekleştirir.”
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele.html
necip’in 164 nolu yorumundan alinti:
“Yukaridaki bu pasajda, ben, ‘burokrasi’nin pozisyonunu benimserim:
Butun inanc ve ideolojiler ‘kullanisli’dir.”
necip, seni dogru anladiysam anarsist düsünceyi kendine yakin buldugunu söylemistin.
diger yandan, devleti, egemenleri, yönetenleri, güdenleri, kumanda edenleri, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlari vs. idealize eden fikirlere sahipsin. anarsist düsünce ile düzen/devlet savunuculugunu nasil bagdastiriyorsun?
“bütün inanac ve ideolojiler kullanislidir.” bu cümleyi mercek altina alalim.
inanc ve ideolojiler hangi amac icin kullanislidir? burda kastedilen nedir?
cevap: halki, insanlari yönetmek/gütmek icin. burda kastedilen bu degil midir?
dikkat edersen sen tipki bir devlet adami gibi insanlari/halki, kurulu düzeni yikmamalari icin, isyan etmemeleri icin nasil yönetiriz, seklinde düsünüyorsun.
daha önce iran üzerine vs. yazdiklarindan biliyorum, “en berbat kurulu bir düzeni bile isyana/devrime tercih ederim” seklinde düsünceye sahipsin.
bu düsünceni “devrim demek siddet demek, kaos demek; kurulu düzeni bundan dolayi tercih ediyorum” seklinde “hümanist” bir argümanla gerekcelendirdigini önceki yazdiklarindan biliyorum.
“ben mevcut düzeni benimsiyorum” ya da “ben mevcut düzende kaymagi yiyen elit tabakaya dahilim, bundan dolayi isyan/devrim cikarima/isime gelmez” desen hay hay. gelgelelim bu sekilde gerekcelendirmiyorsun.
birincisi, kurulu düzenlerin, mevcut devlerin kurulusuna bakarsak; monarsiyi yikan fransiz devriminden tutalim A.B.D. ve T.C. gibi devletlerin kurulusuna kadar, bu yikilis ve kurulus hikayelerinin bastan sona kan ve siddet ile yazildigini göreceksin.
kan ve siddet sadece eski düzenin yikilisi ve yeni düzenin kurulusu asamasinda mi vardi? simdi hersey güllük gülüstanlik mi? hayir.
örnek: t.c. devleti kurulduktan sonra, bu devletin sinirlari icinde yasayan herkes mutlu ve memnun mu oldu? hayir. kürt isyanlarini bastirmak icin devletin basvurdugu vahsetten tutalim, rum, alevi, ermeni gibi dini, etnik azinliklara uygulanan baski ve katliam, ve günümüz pkk hareketi ve gezi isyanina kadar, bitmeyen bir isyan ve siddet zaten mevcut. yani hangi devlet oldugu önemli degil, devletin kendisi zaten siddetin cisimlesmis halidir ve devlet, siddeti üreten ve kullanan kaynagin ta kendisidir.
senin yukarda stalin ve mao hakkinda yazdiklarini okudum. zileli ile acik artirma yapar gibi “hitler mi daha cok insan öldürdü stalin ve mao mu?” tartismasi yapiyorsunuz.
ceset/ölü saymayi sacma bir tartisma yöntemi olarak görüyorum ve bu isi sen ve zileli gibi “hümanistlere” birakiyorum.
emperyalist batinin anti-komünist propagandasinin borazanliginin yapan zileli gibi solcular, diger yandan ise bati demokrasisini, avrupa ve amerika demokrasilerini idealize edip, kapitalist “muasir medeniyeti” insanligin eristigi en yüksek mertebe olarak lanse ediyorlar. zileli’nin yukarda “ileri kültür” ile kastettigi batinin demokrasi kültüründen baskasi degil.
madem ceset/ölü sayisini barbarligin ölcütü olarak aliyorsunuz, o zaman kapitalizmin tarih sahnesine cikisi ve gelisminden baslayalim. yani sömürgeci batinin asya, afrika ve amerika kitalarini sömürgelestirme sürecinde katlettigi yüz milyonlarca insandan alalim, yine bati demokrasilerinin bas rolde olduklari birinci ve ikinci dünya savaslari, ordan gelelim demokrasinin timsali A.B.D.’nin basrolde oldugu bölgesel savaslara, kore, vietnam, laos, cezayir, körfez savasi, aktuel suriye ve yemen savaslari vs. vs.
evet, necip ve zileli, ölü/ceset saymak icin bende saglam bir hesap makinesi var, size verebilirim.
simdi gelelim, necip ve zileli gibi anti-komünizm borazanligini yapanlarin göz ardi ettikleri seylere.
bolseviklerin devrim yaptigi carlik rusyasinda insanlarin yasadiklari sefaleti, vahseti burda yazmaya gerek yok, internette yeterli bilgiler var. bolseviklerin devrim yapar yapmaz 1. emperyalist dünya savasindan ve carlik rusyasinin isgal ettigi bütün topraklardan kayitsiz sartsiz geri cekildikleri biliniyor.
ayni sekilde bir cirpida hitler, stalin, mao diyenlerin, en basta da zileli’nin basvurdugu hile nedir?
cevap: ayri ayri degerlendirilmesi gereken, karsit/düsman rejimleri, asla bir kefeye konulmayacak sistemleri sanki ayni seylermis gibi, sadece ölü/ceset sayisina bakarak, yani sadece skora bakarak degerlendirmek.
bir tarafta almanlari üstün irk olarak görüp geri kalan diger insanlari köle olarak degerlendiren, ve dünyanin geri kalanini kölelestirmek icin savasa girisen, dünyayi atese veren fasist/irkci nazi rejimi var.
diger yanda hitler’in daha iktidara gelmeden “kavgam” kitabinda “her halükarda imha edilmesi gereken fikir ve rejim” olarak hedef gösterdigi komünist fikir ve bolsevik rejimi var. naziler gibi fasist, irkci, yayilmaci, saldirgan, karsidakine hayat hakki tanimayan bir karakter/icerik orda kalsin, bolsevik rejimi nazi rejimin tam karsitidir; siyasi politikalari taban tabana zittir. nazilerin fanatik derecede komünist düsmani olmalari tesadüf degildir.
ayni sekilde mao’nun devrim yaptigi cin de, mao’dan önce insanlar hangi sefil kosullaslarda yasiyorlardi, yilda kac milyon insan acliktan, hastaliklardan, siddetten, sömürüden ölüyordu; kücük ayakli kadinlari “erotik” bulan ve kizlarin ayaklarini büyümesinler diye kanatacak kadar sarip sarmayan akil almaz cehaletin pencesinde insanlar, kadinlar nasil inim inim inliyorlardi; maoist rejimin tüm bu insanlik disi hallere son verdigini… vs. vs.
evet sayin zileli, bikmadan usanmadan yaptiginiz anti-komünizm propagandasina kisa bir ara verip, birde meseleye bu yönden baksaniz diyorum.
lenin, stalin, mao gibi real sosyalistlerin yaptiklari yanlislar, uyguladiklari siddete gelince, bunu da ayri tartismak lazim, yani artik mide bulandiran stalin=hitler seklinde ki anti-komünist propaganda seklinde degilde, marxist terazide ölcerek yapmak lazim. yukarda bazi yorumlarimda yapmaya calistim zaten.
son bir sey, bu sayfada hümanist pozlar veren necip’in ve zileli’nin, diger yandan mesela necip’in mevcut düzenin/devletin siddetini/kiyimini nasil savundugu, ayni sekilde zileli’nin, muhalif oldugu rejimin yikilmasi icin gerekirse askeri darbe ve dis müdahele dahil, her yolu mübah gördügünü artik biliyoruz.
Hitler’i “Führer” olarak görüp tapmış olan Alman halkı şimdi onu ülkeyi [2. Dünya] savaş[ın]a sokup [Yahudi] soykırım[ını] yapan cani bir diktatör olarak görüyor.
M. Kemal’i “Ata” olarak görüp tapan Türk halkı ne zaman onu ülkeyi [1919/22] savaş[ın]a sokup (1. Dünya Savaşı sonunda geçici işgale uğrayan diğer ülkelerin savaşmadığını düşünürsek) [Dersim] soykırım[ını] yapan cani bir diktatör olarak görecek?
Hiçbir zaman böyle görmeyecek mi? Bu durum “ilelebet payidar” mı kalacak?
necip’in 169 nolu yorumuna cevaben:
önce bir cümlelik alinti:
“Dolayisi ile, neresinden bakarsaniz bakin, ziyan.”
real sosyalistlerin akla ve keseye ziyan ekonomi politikalarina daha baska örneklerde verebiliriz. sayet ilgi duyan okuyucular varsa bu konuda bazi seyler yazabilirim.
fakat real sosyalizm coktan tarih oldu ve hep maziyle mesgul olmak akillica bir is degil.
necip, madem konuyu ekonomik ziyan’dan actin ve bu konuda samimisin, o zaman istersen birde günümüz global dünyasinda “rakipsiz/alternatifsiz” olarak lanse edilen ve real sosyalizmin tarih sahnesinden cekilmesinden sonra nihai zaferini ilan eden rekabetci pazar ekonomisi, nami diger kapitalist ekonominin ziyanlarina da bir göz atalim.
serbest pazar ekonomisinde ekonomik üretimin aktörleri kimlerdir?
para, sermaye, kredi sahibi; isgücü/isci, makine, hammadde, bina, arazi satin alacak ya da kiralayacak maddi gücü/kredisi olan özel girisimciler. bu zümreye kamuoyunda “is dünyasi”, “özel sektör”, “sermaye-dar/kapital-ist”, “isveren” vs. dendigini, kapitalist ekonominin bu aktörlerinin örnek türkiyede tüsiad, müsiad adli cikar gruplari olarak örgütlendiklerini biliyoruz.
serbest pazar ekonomisinde faal olan girisimciler birbirlerinden bagimsiz olarak, herkes kisisel cikar ve hesap ile faaliyet yürütür ve bu ekonomik üretim faaliyeti rakiplik iliskisi ve uzlasmaz/zit cikar karsitligi temelinde olur.
bundan dolayi piyasada basarili olmus bir isverenin basarisi otomotikmen ayni sektörde faaliyet yürüten rakip isverenlerin bir ya da birkacinin basarisizligi ya da iflasi anlamina gelir.
iflas eden bir girisimcinin tüm emegi, sermayesi bosa gitmis olur. yani necip’in deyimiyle neresinden bakarsan bak ziyan. iflas eden, piyasada tutunmayan isverenin birde issiz kalan calisanlari var, o da ayri.
örnek 2. serbest piyasa ekonomisinde maddi zenginligin birim ölcüsü para’dir. insanlarin temel ihtiyaclarini karsilamalarinin olmazsa olmaz sarti yine paradir. bundan dolayi parasizlik demek sefalet, aclik, rezillik demek.
ekonomik faaliyetin tek bir amaci vardir: para kazanmak. yani bir fabrikatörün de, bir bankanin da, her sabah isine giden iscinin/memurun da hedefi para kazanmaktir.
ekonomik faaliyetin ölcüsü ve amaci para kazanmak olunca, mesela gazetelerde ara sira okuruz: domates fiyatlarinin düsüklügünden dolayi kar edemeyen pazarcilar domatesleri cöpe döktüler/imha ettiler vs.
evet, necip’in deyimiyle nerden bakarsan bak akla ve keseye ziyan.
örnek 3. rekabetci piyasa ekonomisinde faaliyet yürüten firmalar/sirketler arasinda kiran kirana bir rekabetten bahsetmistik. fiyat, kalite, sermayenin büyüklügü, reklam, imaj vs.’nin yanisira rekabetin araclarindan biride teknolojik üstünlüktür. bu teknolojik yaris/rekabet cercevesinde üretilmis bir makine/teknik, piyasada artik kar ve avantaj saglamiyorsa, daha yeni olan bir makine/teknik öncekinin yerini alir. binbir emek ile üretilen eski makine/teknik ne yapilir? hurdaya dönüstürülür. dikkat edilirse hurdaliga ayrilan makine/teknigin kaderini belirleyen ölcü nedir: kapitalist rekabette artik kar ve avantaj getirmemesi.
her yil yeni model bir cep telefonu, otomobil vs. üretiminin sebebi, önceki model telefon, otomobil ise yaramadigi icin falan degil, piyasada üretici firmaya kar saglamadigi icin. yani önceki model telefon, otomobil ne kadar saglam, ise yarar, faydali olursa olsun, üretici firmaya kar getirmiyorsa yeni model ile degistirilir. eski model teknige/makineye yatirilan emek, hammadde bir yil sonra hurdaya dönüstürülür.
evet, necip’in deyimiyle nerden bakarsan bak ziyan.
170 nolu yorumcuya cevap:
“kültür” kavrami soyut bir kavramdir, insanlar taniminda bile anlasamazlar.
örnek, din, inanc kültürün bir parcasi olarak kabul edilir degil mi?
ben dinsiz, imansiz bir ateistim, dolayisiyla kültürsüz olmus oluyorum, dogru degil mi?
yine gelenek, görenek, töre, örf, adet, falan fistik, bunlarin hepsi kültür kavraminin kapsamina girmiyor mu?
ben bu yukarda saydiklarimi da dikkate almiyorum, ben yine kültürsüz olmus oluyorum, öyle degil mi?
dünyaya “kültüralist” gözlükle bakmanin yanlisligini, sacmaligini bilmem ki anlatabildim mi?
diger yandan ne kadar cok insan dini hurafelere, tanri, melek, cin, peri gibi fantastik sacmaliklara inanirsa, adina papa, papaz, halife, hoca denilen din/inanc tüccarlarina o kadar cok mücteri/alici cikar. yani din tüccarlarinin güc/nüfuz kaynagi “dindar” denilen müsteri/alicidir.
günümüz dünya düzeninde güc/kuvvet deyince, yani devletler, toplumlar ve tek tek insanlar arasi iliskilerde belirleyici olan herseyden önce siyasi ve ekonomik güc/nüfuz degil midir?
siyasi güc demek, devlet organizasyonunda, yönetim kademelerinde koltuk/makam demektir.
örnek, tayyip erdogan kasimpasali bir kabadayi olarak kalsaydi en cok üc bes insanin gözünü korkutabilirdi, fakat bugün türkiyenin basi olarak 80 milyonun kaderine hükmediyor. tayyip’e bu gücü veren, tayyip’in sahip oldugu kültür seviyesi degil, bulundugu devlet makamidir.
bir isverenin, patronun, sefin insanlar üzerinde ki gücü ekonomiye, paraya dayanir.
devletlerarasi iliskilerde, bariscil ya da siddet iliskisi olsun, yine belirleyici olan sey, bir devletin sahip oldugu ekonomik ve askeri gücüdür. ekonomik ve askeri gücün toplami = diplomatik/siyasi güc/nüfus.
devletlerarasi iliskilerde “kültür” ancak bir maydanoz/yesillik/dekor islevi görür.
Planlı Eskitme
Selim Fuat
Nisan 2014
Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, üretilen ürünlerin daha kaliteli olması, bununla birlikte de daha uzun ömürlü olarak kullanılabilmeleri umulur. Ne var ki, kapitalistlerin piyasaya sürdüğü ürünlerin durumu bu beklentinin ne denli naif olduğunu ortaya koyar.
Garanti süresi henüz yeni dolmuş olmasına rağmen çürüğe çıkan çamaşır makineleri, buzdolapları, televizyonlar; sapasağlam görünüyor olmasına rağmen birdenbire çalışmamaya başlayan ve tamirat, parça değişikliği bedeli yenisinin fiyatından daha fazla olan yazıcılar; sürekli yapılan güncellemelerin ardından iki yılın sonunda artık yeni çıkan hiçbir programı düzgün çalıştıramadığı için ıskartaya ayrılan “akıllı” telefonlar; ilk giyişte kaçan çoraplar; bir yıl bile dayanmayan ayakkabılar… Tüm bunlar hiçkimsenin sakınamadığı “yaşamın acı gerçekleri”dir.
Bütün bunlar elbette tesadüfî değildir. Çünkü kapitalist üretim genelleşmiş meta üretimidir ve kapitalistler bu metaları bir tek motivasyonla üretirler; daha fazla kâr elde etmek ve böylece sermayelerini büyütmek için. Dolayısıyla onların amacı insanların ihtiyaçlarını karşılamak üzere daha uzun süreler boyunca kullanılacak daha kaliteli ürünler üretmek değildir. Onlar sermayelerini büyütecek ve bu büyümeyi sürekli kılacak üretim stratejilerine ve taktiklerine yoğunlaşırlar. Bunun sonucunda da daha kaliteli ve uzun süreli kullanılabilecek ürünler üretmek yerine, ürünlerini satın alanların onlara kısa süre sonra yeniden müşteri olmalarını sağlayacak şekilde bir üretimi yeğlerler. Kapitalizmi ayakta tutan seri imalatın sürdürülebilmesi kitlesel tüketimin sürekliliğine bağlıdır. Bu yüzden ürünler daha uzun süreler kullanılabilecekken belirli ve ayarlanmış bir kullanım ömrünün ardından işlevlerini yitirecek biçimde üretilirler. Bu durum kapitalistlerin bilinçli bir seçimini ifade eder ve “planlı eskitme” adıyla bilinir.[*]
Tüketime konu olan neredeyse tüm metaların tasarımında 1920’lerden bu yana giderek artan biçimde “planlı eskitme”nin çeşitli yöntemleri kullanılır. Bunu hayata geçiren endüstriyel tasarımcılar eskitme yöntemlerini ürünleri tasarlarken sistematik olarak uygularlar. Örneğin teknik ya da fonksiyonel eskitme olarak anılan yöntemde, ürünün tasarlanan ömrünü tamamlamasının ardından tekrar kullanılması için yapılacak tamirat maliyetinin yenisini alma ile neredeyse denk olması sağlanır. Yedek parça, tamir ve bakım hizmetlerinin ücretlerinin yüksek tutulması ile ürün sahibi elindekini tamir ettirmek yerine yeni ürün almaya yönlendirilir.
Sistematik eskitme ise periyodik olarak ürünlerin daha üst versiyonlarının üretilmesi ve yeni ürünün eskisine olan üstünlüklerinin vurgulanması ile yapılır. Bu durumda belirli bir dönemde kullanılamaz hale gelen bir ürün söz konusu değildir. Ama uzun süre kullanılabilmekle beraber gelişen ihtiyaçları karşılamaktan bilinçli olarak yoksun kalacak şekilde tasarlanmış ürünler yüzünden yeni ürünler satın almaya zorlanırsınız. Özellikle teknoloji geliştiren firmalar uzun dönemde piyasaya sürecekleri ürünleri önceden tasarlamakta ve en düşük özellikliden başlayarak belirli periyodlarla piyasaya kademe kademe yeni versiyonlarını sürmektedirler. Böylece piyasaya sürülen her yeni ürünle birlikte bir önceki ürün daha vasıfsız, yeni ihtiyaçları karşılamaktan daha yoksun ve daha demode hale gelmektedir. Örneğin bilgisayarınızda kullandığınız yazılımları sürekli olarak değiştirmek zorunda kalmanız bu eskitme yöntemine maruz kalmanız ile ilgilidir.
Stil eskitmesi olarak adlandırılan yöntemde ise ürün tasarımı sürekli olarak yenilenir. Otomobillerin kasalarını kısa aralıklarla yenileyen otomotiv üreticilerinin yaptığı uygulamalar bu yöntemin en çok bilinen örnekleridir. Ya da tekstil sektöründe her yıl değişen “moda” ile ürünler daha yıpranmaya fırsat bulmadan gardropların diplerine atılırlar. Ürünün çalışması için ekstra bir başka ürüne ihtiyaç duyduğu durumlarda ise tüketerek eskitme yöntemi kullanılır. Örneğin bilgisayar yazıcılarının kartuşları tükendiğinde, kartuş fiyatları yüzünden eskisi sapasağlam durduğu halde yeni bir yazıcı almak daha “makûl” olabilir.
Planlı eskitmenin etkileri de çok boyutludur ve sadece satın alınan ürünlerin kalitesizliğinin yarattığı sorunla sınırlı değildir. Bu ürünlerin sürekli olarak satın alınması için yürütülen reklâm ve propaganda kampanyalarının toplum üzerinde çok yönlü etkileri vardır. Planlı eskitmenin işleyebilmesi için kapitalistler tarafından üretilen yaygın propagandalar insanların psikolojilerini de yaşam biçimlerini de belirler. Kapitalizmin ihtiyacı olan ama toplum için akılcı olmayan bir tüketim anlayışı herkesi esir alır. Kafalarını tüketmeye takmış insanlar, burjuva medyanın bombardımanı altında, mutluluğu ve özgürlüğü, daha fazla ürünü satın alarak, ürünlerin en son modellerine sahip olarak elde edecekleri şeyler olarak algılar. Emekçiler, kapitalizmin ihtiyaç olarak benimsettiği ürünleri satın alarak tüketmek için, ömürlerini tüketir hale gelir. ABD’li bir analistin dile getirdikleri tüm sistem için bir normdur artık: “Müthiş verimli ekonomimiz, tüketimi hayat biçimimiz haline getirmemizi, alışverişi ve tüketimi kutsal törenlere dönüştürmemizi, ruhsal tatmini ve ego tatminini tüketimde aramamızı talep ediyor. Etrafımızdaki şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine, yerine yenilerinin konmasına ve çöpe atılmasına ihtiyacımız var.”
Planlı eskitmenin tarihi
Birinci emperyalist paylaşım savaşından sonraki dönemde, ardı ardına yaşanan buhranların ekonomiyi çökme noktasına getirmesi, kapitalistleri ekonomik alanda yapısal dönüşümleri gerçekleştirmeye yöneltmişti. Ekonominin çarkları dönmüyor, işsizlik inanılmaz düzeylerde seyrediyordu. Gerçeklere takla attırıp kafaları karıştırma konusunda mahir burjuva ideologların “talep yetersizliğine” bağladıkları, ama kapitalizmin döngüsel bütün büyük ekonomik krizlerinde olduğu gibi bir aşırı üretim krizi olan 1929 buhranı ile birlikte çözüm arayışları hız kazandı. “Eksik talebi” ortadan kaldırabilmek için kamusal ve bireysel harcamaları arttıracak politikalar uygulanmaya başlandı.
Planlı eskitmeye dair radikal bir öneri, Bernard London tarafından 1929 Büyük Buhranından sonra ortaya atıldı; ama uygulanmadı. London, ekonominin sürdürülebilir olması için her ürünün ömrünün kanunen belirlenmesini öneriyordu. Böylece insanlar sürekli satın almaya teşvik edilecek, “eksik talep” sorunu olmayacaktı. Ekonominin çarklarının dönmesi talebin artması ile birlikte sağlanınca istihdam sorunu da ortadan kalkacaktı. Bu öneri London’un dile getirdiği gibi yasalar zoruyla hayata geçirilemeyecekti belki ama burjuvalar ilerleyen yıllar boyunca yasalardan daha etkili yollarla bunun gerçekleşmesini sağlayacaklardı. London’a ilham veren çalışmalardan en önemlisi bir ampul kartelinin 1920’lerin başından beri sürdürdüğü çalışmalardı.
Bugün, ABD’de bir itfaiye merkezinde bulunan bir ampulün 1902 yılından bu yana kullanıyor olduğunu duyan herkes haklı olarak şaşırır. Sonuçta, teknolojinin bunca ilerlemesinden sonra bile birkaç yıl çalışandan daha kaliteli ampul bulması imkânsız insanlar için, 110 yıldan fazla süredir çalışan bir ampulün varlığına inanmak güçtür. Oysa bu durum bütünüyle gerçektir. Kabullenmesi ne denli güç olursa olsun 100 yıl önce üretilen ampuller bugünkülerden çok daha dayanıklıdır. Çünkü 20. yüzyılın başlarında üretilen ampullerin kullanım ömrü 2500 saat civarında iken, aralarında Philips’in de bulunduğu çokuluslu şirketler bir araya gelerek bir kartel oluşturmuş ve ampulün kullanım ömrünü kısaltmak için uzun süreli bir faaliyete girişmişlerdir. Phoebus Karteli denen bu oluşum kademeli olarak ampullerin ömrünü kısaltarak 1940 yılında, hedefledikleri süre olan 1000 saate düşürmüştür.
Yani, Edison’un piyasaya sürdüğü ilk ampullerin bile ömürleri 1500 saat civarında iken, kapitalizmin akıldışı sisteminin gerekleri yüzünden, mühendisler yememiş içmemiş daha kalitesiz bir ampulü nasıl üretiriz diye uğraşıp durmuşlar ve 1000 saatte çalışamaz hale gelen ampulleri insanlığa kazandırmışlardır! Bugün 100 bin saat çalışabilecek ampullerin patentleri büyük şirketlerin kasalarında saklı durmaktadır. Ama bizler sistemin selameti için 1000 saatlik ampulleri kullanmaya mahkûm ediliriz. Aslında bir tek bu örnek bile kapitalist üretimin insanlık için ne denli akıldışı hale geldiğini gayet iyi anlatır.
Planlı eskitme uygulamalarının sistematik hale getirilmeye çalışıldığı yıllardan bir çarpıcı örnek de ilk naylon çorapların başına gelenlerdir. Dupont firması 1950’lerin başında ilk naylon çorapları üretip piyasaya sürdüğünde bu çoraplar kadınlar tarafından çok beğenilir. Çünkü bu naylon çoraplar o kadar sağlamdır ki bir kadın bir çorabı ömür boyu giyebilir! Sağlamlığını göstermek için üreticiler reklâmlarında bu çorapları arabaları çekmek için kullanırlar. Ama Dupont naylon çorabı piyasaya sürdükten sonra sağlamlığı ve uzun ömrü nedeniyle kazancının sınırlandığını anlayınca ampullerin başına gelenler naylon çorabın da başına gelmeye başlar. Firma, mühendislerinden çorabı daha kısa sürede işe yaramaz hale gelecek şekilde yeniden tasarlamalarını ister. Mühendisler tasarımı değiştirirler ve firma çabucak kaçan çoraplar üretmeye başlar.
Bu örnekler özellikle 1950’li yıllardan itibaren yaygınlaşır ve sistematik hale gelir. Metalar hiçbir zaman, class=apple-converted-space> “döngüsel tüketimin” devam etmesi için dayanabilecek olandan daha uzun ömürlü üretilmez. Kapitalist ekonominin çarklarının dönmesi için her şeyin belli bir zaman dilimi içerisinde bozulması gerekir. Bugün bu durumun en ileri örnekleri ile karşı karşıyayız. Elektronik cihazlar bir yazılımla belirli bir süre çalıştıktan sonra devre dışı bırakılabiliyorlar. Yazıcılar 18000 adet çıktı aldıktan sonra işlev görmesini engelleyen bir çiple birlikte piyasaya sürülüyor ve bu sayıyı geçtikten sonra sapasağlam yazıcıyı kullanamıyorsunuz artık.
Bunların örnekleri sayısız çokluktadır ve kapitalistlerin sözcüleri bu durumu normalleştirmeye, “akılcılaştırmaya” çalışırlar. Onlara göre birkaç yılda bir otomobilleri değiştirmek, buzdolaplarını, çamaşır makinelerini, elektrik süpürgelerini yenilemek yerinde bir davranıştır. Çünkü yenilenen teknolojilerle birlikte ihtiyaçlarımız da değişir! Bunun için evde tıkır tıkır çalışan ama nedense görünümü bize artık eski gelmeye başlayan elektrik süpürgesinden kurtulup birkaç farklı özelliğe sahip olan yenisini alarak buna uyum sağlamamız gerekir. Üstelik onlara göre, ürünlerin daha çok satılmasını sağlayan her yöntem yeni istihdam olanakları da yaratacağı için “toplumsal refahı” da arttıracaktır! Bu yüzden insanların yeni ürünleri satın alması için kışkırtılması mubahtır!
Ortaya çıkan durum her yanıyla akıldışıdır. Bir tarafta işçilerin suyunun çıkarılması pahasına ortaya çıkarılmış eskitilmesi planlanmış ürünler, diğer tarafta eskitildiği için çöp haline gelmiş süresi dolmuş ürünler. Yani her yönüyle israf! Kapitalizmin “döngüsel tüketimi” sürdürme ihtiyacının aptalca sonuçları! Peki, modası geçmiş ya da süresi dolmuş ürünler çöp haline geldiğinde bu çöplere ne olur? Örneğin birkaç yılda ıskartaya çıkan bilgisayarlar, cep telefonları, kullanım dışı kalmış türlü elektronik aletlerden oluşan devasa çöp yığınları nereye giderler?
Elbette buharlaşıp yok olmazlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bu çöpler genellikle dünyanın çeşitli yoksul bölgelerine gönderilirler. Bu ülkeler oraları çöplüğe çevirerek bu dertten kurtuluverirler. Meselâ bilgisayar parçaları ve elektronik devrelerin atıklarının çok büyük kısmı Gana’ya ikinci el ürün diye “ihraç” edilir. Ancak kullanılamaz durumdaki bu ikinci el ürünler atıldıkları yerleri çöp dağlarına çevirerek tam anlamıyla bir doğa tahribatına neden olurlar. Gana’nın birçok bölgesinde nehir yatakları gibi doğal alanlar bu çöpler yüzünden geri dönülemez biçimde yıkıma uğramıştır. O bölgelerde yaşayan insanların geçimlerini sağladıkları balıkçılık benzeri faaliyetler de ortadan kalktığı için insanlar daha da yoksullaşmışlardır. Unutmamak gerekir ki bu ürünler tüketildikten sonra da devam eden insana ve çevreye yönelik tahribat aslında daha fazlasıyla bunların üretilmesi sırasında başlamaktadır. Yani aslında kapitalizmin bekası için, insanların ortaklaştırılmış kararlarıyla ve onların gerçek ihtiyaçları göz önüne alınarak üretilmemiş olan ürünler yüzünden üretimin ve tüketimin her aşamasında insanlar ve doğa tahrip edilmektedir.
Planlı eskitme türü yöntemlerin yarattığı bu sonuçları düşündüğümüzde kapitalizmin neden tarihin çöp sepetine fırlatılıp atılmasının zamanının gelip de geçtiğine dair uzun boylu sözler etmeye gerek kalmaz. Üretimi ancak insanın ve doğanın yıkımı pahasına sürdürebilen bu sistem artık her yönüyle çürümüştür. Oysa gelinen noktada üretim faaliyetinin hiç de bugün olduğu gibi akıldışı biçimde sürdürülmesi gerekmez. İşçi sınıfının üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyeti kaldırıp onları kendi devletinin mülkiyeti haline getirmesiyle başlayacak bir süreçte, üretim işçi sınıfının yönetiminde planlı hale getirilebilir. Bu plan tüm üreticilerin inisiyatifiyle oluşacağı için kapitalizmde olduğu gibi kör bir tüketim iştahıyla da sakatlanmayacaktır. İnsanlığın kapitalizm tarafından doludizgin sürüklendiği uçurumdan kurtulmasının tek yolu da budur. Bu yüzden kapitalizm insanlığı yok etmeden kapitalizm yok edilmelidir.
[*] “Planlı eskitme”yi konu alan “The Light Bulb Conspiracy” (Ampul Komplosu) adı belgeselde bu durum çarpıcı biçimde ortaya koyulmaktadır.
(Kaynak: Marksist Tutum, Nisan 2014, no: 109)
http://marksist.net/node/3435
Ulusçuların anlattığı biçimiyle uluslar yokturlar.
Örneğin Türk ulusunu ele alalım. Orta Asya’dan gelmişlerdir, Anadolu’ya 1071’de gelmişlerdir vs. şeklinde bildiğimiz bir Türk tarihi var.
Bu tarih baştan aşağı uydurmadır, fiziksel, biyolojik, olgusal hiçbir karşılıkları yoktur.
Ama işte ulusçuların olmayan bir şeyi anlatması ve onun varlığını kabul etmesi ve hatta kendini o ulustan görmesi; bir Türk devletinin olması, onun hapishaneleri, polisleri, bütün bunlar bir toplumsal bir gerçektir ve ulusları sosyolojik bir olgu olarak var kılar.
Sorun anlatılan şeyde değildir; neden öyle bir şeyin anlatıldığında ve bunun kabulündedir.
Benzer durum Tanrı ya da Allah için de geçerlidir.
soru şudur: niçin bu saçmalıklar ortaya çıkmıştır; niçin insanlar veya devletler bu saçmalıkları savunmaktadır; bu olguların ortaya çıkışını, varlığını, gücünü nasıl açıklayabiliriz?
İşte pozitivistler de, inananlar da aynı metodolojik yanlışta anlaşıyorlar: tanrıyı toplumsal bir olgu olarak ele almamakta ve onun neden var olduğunu anlamamakta, sorunu böyle koymamakta.
Sosyolojik bir olgu olarak ise, Tanrı’nın varlığı tartışma konusu olmaz. Çünkü tanrıya inananlar vardır. O halde sosyolojik bir olgu olarak tanrı da vardır.
Yani tanrının var olmadığını fizik veya biyolojiden veya epistemolojiden getirdiği argümanlarla kanıtlamaya çalışan bir pozitivistin aksine bir Marksist, Tanrı’nın var olduğunu kabul eder.
Ama tanrı var veya yok diyenlerden, tanrının nasıl bir olgu olduğu noktasında ayrılır.
Bir Marksist açısından sorun neden Allah diye bir şeyin var olduğunu, niye insanların böyle bir şeyin varlığını kabul ettiğini; kimi insanların niye ona inanmadıklarını; kimi inananlar ve inanmayanlar arasında neden aynı varsayımlara dayanan tartışmalar olduğunu vs. açıklamaktır.
(Tanrı’nın Nasıl Bir Varlık Olduğu Üzerine İnananların ve Pozitivistlerin Ortak Kabulleri / Demir Küçükaydın)
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2017/03/tanrnn-nasl-bir-varlk-oldugu-uzerine.html
Marksist arkadas, aman benimle ayni fikirde olma kardas, ben gacim.. ben herkesten kacarim..
Bu Fasist fikirlerin anarjizmi savunan necip e yakin ol..
Dünya tarihinin hicbir milleti yahudiler kadar zülme ugramamistir.. Onlari savunmazsak kimi niye savunalim?
Bu insanlar yasamak icin daha önce osmanli topraklarinda yahudi sehri kurdugu kudüze kacmalarini önlemek ne kadar cani ise onlarin orda devlet kurmalarina karsi gelmekte öyledir..Bu milleti yok olmamak icin,yasam mücadelesi verrmistir..Kuruldugu gün36 arab devleti savasa baslamistir..!
NE olacak kürtlerin hali? Simdiye kadar nasil yasadilarsa öylemi yasasin? Ben develetlere karsiyim bu yüzden yeni bir devlet daha kurulmasini istemem mi denilecek?
Sana bana kimse kürt ol.yada kürt milliyetcisi ol diye sormuyor?Konu ezilen bu ulusun ezen ulusa karsi haklarini savunmak..
Konuyu sulandirmak,farkli alanlara cekilmesin..
necip’in osmanli sevdasi ve anti-komünistligine dair:
seneee gecen sene necip ile bu sayfada osmanli imparatorlugu üzerine tartismistik. necip’in osmanli düzenini ve hanedanligini nasil idealize ettigini merak edenler bakabilirler.
necip’in osmanliya toz kondurmamak icin ileri sürdügü tezlerden biride suydu: anadoluda osmanli devletine karsi isyan eden ve osmanlinin siddetle ezdigi halk isyanlarinin sebepleri, osmanlinin ahaliden zorla topladigi harac degilmis ve kizilbas katliamlarinin da sebebi ekonomik ve mezhepsel degilmis, peki neymis efendim?
cevap: o dönemde anadoluda olumsuz iklim kosullarindan kaynakli kitlik boyvermismis, ac kalan ahali birbirini yemek icin birbirine saldirmismis, osmanli devletide asayisi saglamak icin araya girmismis.
soru: osmanli devletinin egede, karadenizde, kürdistanda yasayan köylülerden zorla harac toplamak ve savaslar icin asker devsirmek disinda, bu insanlara herhangi bir faydasi, hizmeti var miydi? yoktu.
stalin, mao deyince hemen kagit kaleme sarilan, hesap makinasi alip eski real sosyalist rejimlerde öldürülen insanlarin toplam sayisini bulmak icin matematik hesabi yapan necip, sana soruyorum: osmanlinin kurulusundan yikilisina kadar kilictan gecirdigi insan sayisini neden hic merak etmiyorsun ve hesap konusu yapmiyorsun?
carlik rusyasinin ac sefil, cahil cühela ülkesini bolsevikler, sanayilesmis, modernlesmis ve A.B.D. ile yarisan dünyanin ikinci süper gücü haline getirmediler mi?
mao öncesi emperyalist devletlerin parya muamelesi yaptigi, ortacag feodalizmi ve cehaletinin hüküm sürdügü cin devletini, maoist rejim sanayilesmis, modernlesmis ve bugün amerika ile yarisan dünyanin en büyük ikinci ekonomisi haline getirmedi mi?
internette arastir bakalim, mao öncesi cin de yilda ne kadar insan hastaliktan, savastan, diger sebeplerin yanisira ,feodal derebeylerin sömürüsünün sebep oldugu acliktan, kitliktan ölüyordu?
bu sayfada kurmussunuz anti-komünist cepheyi, önderligi de eski komünist yeni anarsist zileli’ye vermissiniz, kalecisiz kaleye hem atiyorsunuz hem tutuyorsunuz.
lafi suraya getirecem.
172. nolu yorumu buraya aliyorum:
“Hitler’i “Führer” olarak görüp tapmış olan Alman halkı şimdi onu ülkeyi [2. Dünya] savaş[ın]a sokup [Yahudi] soykırım[ını] yapan cani bir diktatör olarak görüyor.
M. Kemal’i “Ata” olarak görüp tapan Türk halkı ne zaman onu ülkeyi [1919/22] savaş[ın]a sokup (1. Dünya Savaşı sonunda geçici işgale uğrayan diğer ülkelerin savaşmadığını düşünürsek) [Dersim] soykırım[ını] yapan cani bir diktatör olarak görecek?
Hiçbir zaman böyle görmeyecek mi? Bu durum “ilelebet payidar” mı kalacak?”
sana kötü bir haberim var, evet, bu durum ne yazik ki ilelebet payidar kalacak, cünkü yanlis bir karsilastirma ve yanlis bir akil yürütmede bulunmussun.
hitler bugün almanyada “fasist bir diktatör” olarak aniliyorsa, savasi kaybettigi icin, yoksa almanlar savastan sonra birden bire “aman allahim, biz ne yaptik” deyip dogru yolu bulduklari icin degil. bismark’a neden kimse “katil” demiyor, tam tersine o’nu büyük bir devlet adami olarak görüyor.
naziler savasi kaybedince, devletlerarasi savaslarda bunun tabii ki bir bedeli oluyor. galip devletler, en basta da A.B.D., savas sonrasi kurulan yeni alman hükümetinden nazi rejimi ile arasina mesafe koymayi sart kostular.
bu sart, bati almanyanin yeni hükümetinin de isine geldi, cünkü burjuva demokrat politikacilar “biz nazilerin yaptiklarini tasvip etmiyoruz, onlar adina da üzgünüz” deyip, bu bir cümle ile dünyanin yarisini atese vermis bir devletin politikacilari olarak tekrar mesru bir devlet ve rejim hüvviyeti kazaniverdiler.
o tarihten beride alman devleti ve politikacilari halkina/vatandasina “nazileri övenin agzina aci biber süreriz” dediler, ve okul ders kitaplarinda ögrencilere nazilerin alman milletinin yüz karalari olduklari ögretilir.
npd gibi neonazi partilerinin güclenip devletin/düzenin demisbas partilerine rakip olmamalari icin, partiyi kapatma, ajan sizdirma da dahil, her türlü yol yönteme basvuruluyor.
kemalistler savunma savasi yaparken, naziler saldirgan konumundalar. alman nazi barbarlarini durdurmak icin sirf sovyetler birligi 20 milyon kayip veriyor.
kemalistler savunma savasindan, birazda bolseviklerin yüzü suyu hürmetine, galip, naziler saldiri savasindan maglup ciktilar.
sen simdi hangi mantiga dayanarak arada alaka kurdun?
belli ki sende zileli gibi bati demokrasisini idealize ediyorsun.
“seni dogru anladiysam anarsist düsünceyi kendine yakin buldugunu söylemistin.
diger yandan, devleti, egemenleri, yönetenleri, güdenleri, kumanda edenleri, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlari vs. idealize eden fikirlere sahipsin. anarsist düsünce ile düzen/devlet savunuculugunu nasil bagdastiriyorsun?”
Guzel bir soru.
Anarsizm kismiyla ilgili olarak once su, bilinen, anekdotu anlatarak baslayayim:
Adamin birisinin, otomobiliyle giderken, lastiklerinden birisi patlar. Iner, patlayan lastigi, ugrasa didine, stepne ile degistirir. Fakat, bu isin acemisidir, ve lastigi yerine takmak icin gereken o 4 civatayi (bijonu) nereye koydugunu bir turlu hatirlamaz. O yuzden, oracikta, oylece caresiz, kalakalir.
Tesaduf, yolun yan tarafi bir akil hastanesine ait genis bahcenin duvariyla cevrilidir; ve o lastik degisitirken, akilhastalarinin birisi de onu seyretmektedir.
Adamin caresizligini gordugu icin, “diger 3 tekerden birer civatayi sok, yeni taktigin tekere tak; o seni gidecegin yere kadar goturur” diye seslenir.
Bunu duyan adamimiz, once anlamaz; ama, biraz dusununce, evet, bunun –bu sartlar altinda– ideal cozum oldugunu kavrar ve uygular. Problem cozulmustur.
Fakat, saskinligi baska bir yere odaklanmistir simdi de. Akilhastasina hitaben: “Yahu, ben normalim ve disaridayim; sen akilhastasisin. Benim aklima gelmeyen cozumu sen nasil buldun?” diye sorar.
Akilhastasinin cevabi: “Ben, akil hastasiyim, deliyim; ama, aptal degilim” olur.
Simdi donelim anarsizmle baglantisina: Benim anarsizmle olan unsiyetim benim aptal olduguma delil sayilmamalidir.
Ben, anarsizmi, ne kendi hayatimin ne de toplum hayatinin yonetim veya yonlendirmesi icin bir pusula saymam. Zaten, anarsizmin de boyle bir iddiasi, projesi yoktur.
Ben, anarsizmin ‘otorite tanimazligini’ fikir planinda benimserim. Yani, hicbir fikir, ideoloji ya da kisi benim benimseyecegim fikrin ne olacagi konusunda otorite degildir.
Bir azam, bir hazret demis diye, ya da bilmemkac milyon/milyar kisi benimsemis diye, ben de oyle dusunecegim diye birsey yoktur. Umurumda bile degildir.
Simdi gelelim devlet kismina:
Daha once, hatirlarsaniz, burada ‘sehirlesme’ olgusu uzerinde sohbet etmitik. ‘Sehirlesme’nin bir ideoloji ile degil, insanin dogasinin zaman icinde ortaya cikardigi, sosyal anlamda, dogal bir evrimin bir parcasi oldugu konusunda israrci olmustum.
Devlet de bu olgunun bir parcasidir. ‘Sehirlesme’ olgusunun bir parcasidir –daha dogrusu, mutemmim cuzudur; yani, tamamlayici parcasidir.
Birisi olmaksizin digeri sozkonusu olmaz; digeri olmaksizin beriki yasamaz.
Bu iliski bu kadar basit, temel ve yavan oldugu halde, bir kesim insanin (ozellikle, kendilerine ‘solcu’ diyen insanlarin) ‘devlet’ aygitinin ideolojik bir yapilanma oldugunu dusunerek ondan uzak durmalarini –‘devlet’ aygitinin icinde yer almagi reddedislerini– ben pek de akillica bulmuyorum.
Daha samimi soyleyecek olursam, bence, bu yaklasim, akildaneliktir, aptalliktir, ahmakliktir, salakliktir.
Devlet aygiti, siz uzak duruyorsunuz diye, yok olacak degil; ama, siz uzak durursaniz, sizin biraktiginiz boslugu baskalari dolduracaktir, tabii ki.
Yani, devlet kadrolari, sizin begenmediginiz ideolojileri benimsemis insanlar tarafindan doldurulacak ve onlarin yonelendirdigi sekilde davranacaktir.
Yani, sonuc olarak, kendi salakca tercihinizle, kendi kehanetinizi yerine getirmis olursunuz.
O yuzden, ben, “devleti, egemenleri, yönetenleri, güdenleri, kumanda edenleri, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlari vs. idealize eden fikirlere sahipsin” denildiginde, muhatabimin, henuz fikren yeterince olgunlasmamis, dar ve kifayetsiz bir perspeklifle hayata ideolojik takintilarla bakan birisi oldugunu dusunurum ve uzerime alinmam.
Uzerime alinmam ama yine de –bu denli hayati bir ufuksuzlugu gordukce– uzulurum.
“bir isverenin, patronun, sefin insanlar üzerinde ki gücü ekonomiye, paraya dayanir.”
Bu, cok daha karmasik olan bir iliskiyi, luzumundan fazla basite indirgemektir.
Isverenin, patronun, sefin gucu dediginiz sey, yalin olarak paradan neset etmez; bunlarin imkanlarinin bireyin gelecegine yonelik vaadleridir asil gucleri.
Baska bir deysile, ‘imit, fakirin ekmegi’ deyisinde oldugu uzere –ki, bence, isabetli bir onermedir– hepimiz (zengin/fakir farketmez), gelecege yonelik umitlerimizi yerine getirecek oldugunu dusundugumuz (umit ettigimiz) kisi ya da kurumlarla iyerasik iliskiler kurariz.
Bu hiyerarsik iliskiler suistimale acik midir; evet. Susitimal edilirler mi; ona da evet. Ama, suistimal, herzaman tek tarafli midir? Hayir.
necip’in 181 nolu yorumundan alini:
“Bu, cok daha karmasik olan bir iliskiyi, luzumundan fazla basite indirgemektir.”
necip, basit hiyerarsi iliskilerine bile esrarengiz bir hava vermekte mahirsin.
askerlikten is hayatina kadar, yasadigimiz dünya hiyerarsik ast üst iliskileri üzerine kurulmustur.
bir komutan bir askere emir verebilirken, neden bir asker bir komutana emir veremiyor. cünkü amir veren ve emir alan iliskisi rütbe/makam ile belirlenmistir. bunun suistimale acik bir yani var ama senin iddia ettigin gibi cift yanli degil tek yanlidir.
ayni sekilde patron-isci iliskisinde de emir veren ve alan iliskisi nettir. “suistimal” dedigin sey güce/makama dayanir: bir isyerinde temizlikci erkek gidip sekreter bayana sululuk yapamaz, yaparsa da agzinin payini alir ya da aninda sutlanir, fakat sekretere cinsel tacizi yapan potron/sef olursa isin rengi degisir.
ayni seyi ögretmen-ögrenci iliskisinde de görebiliriz. ögretmenin ögrenci üzerinde ki gücü/otoritesi nerden geliyor: cünkü ögretmen bir ögrencinin gelecegini/is hayatini etkileyen ve adina not ve karne dedikleri belgeyi veren kisidir.
ögretmen-ögrenci iliskisinde “suistimal” yine olsa olsa tek tarafli olabilir. vs. vs.
necip’in 180 nolu yorumundan alinti:
“Yani, devlet kadrolari, sizin begenmediginiz ideolojileri benimsemis insanlar tarafindan doldurulacak ve onlarin yonelendirdigi sekilde davranacaktir.”
necip’in bu yazdiklarinda cocuksu bir saflik mi desem, yoksa dünya ve devlet islerinden bihaber yabacilik mi desem…
necip devlet denilen olguyu kafasinda söyle tasarliyor: devlet makamlari/koltuklari orda, kim önce davranir, o koltuga/makama oturusa, o’nun borusu öter.
böylesi bir bakis acisi devlet gerceklerinin yanindan bile gecmiyor.
örnek, t.c. devletini kuran kemalist kadro ayni zamanda bu devletin programini/anayasasini, buna devlet reson’u diyorlar, belirlemistir. cünkü her devlet gibi, t.c. devletinin kurulusunda aktiv rol oynayan siyasetciler icinde farkli fraksiyonlar söz konusu.
kemalist kadro kuracagi devlet icin batinin parlamenter laik rejimi ve serbest piyasa ekonomisini devletin programi olarak belirlemis ve anayasaya koymustur. kemalistlerin t.c.’nin devlet programi/reson’u icin hilafet/padisah yanlisi fraksiyon ile catisip, bu fraksiyonu alt ettigini biliyoruz.
bundan dolayidir ki, islamci akp’nin basa gecisine kadar t.c. devletinde “irtica” bir tehdit olarak kategorize edilmis ve laik devlet yapisini benimsemeyen islamci
kadrolar tespit edildigi anda devlet makamlarindan uzaklastirilmislardir.
islamci akp hükümeti su anda cubugu tersine cevirdi; kemalistlerden rövansi aldi.
özetle, hangi devlet oldugu önemli degil, bir devletin memur kadrosuna alinacak insanlar titizlikle secilir, “güvenlik sorusturmasi” adi ile yedi sülalesi mercek altina alinir, devlete/millete/vatana bagliligindan kusku duyulan kisiler ise alinmazlar. bu isin atama kismi. birde secilme kismi var.
bu konuda bir devlet daha da katidir, titizdir. devleti yönetme iddiasi ile siyasi bir parti kurmak isteyen bir grup, önce parti programini devlete sunar ve parti kurma izni icin basvurur. devlet, kurulacak partinin programini, devleti yikacak ya da devletin niteligini/anayasasini/programini/resonunu degistirecek bir niyet var mi yok mu acaba, seklinde inceler, uygun bulmazsa, kurulus izni vemez.
diyelim ki kurulus izni aldi. yeni kurulan siyasi bir partiyi devlet, siki gözetim altinda tutar, partinin faaliyetleri devleti huylandirirsa partiyi kapatmaktan tutalim, siyasetcileri siyasetten men etme, iceri atma, hazine yardiminda mahrum birakma, kamuoyunda “devlet/vatan düsmani bir parti” seklinde teshir edip itibardan düsürme, linc ettirme vs. gibi yol-yöntemleri kullanir.
bu uygulamanin en aktüel örnegi: HDP’ye ve secilmis kürt belediyelerine yapilanlar.
gercekler böyle iken, necip’in yukarda devlet’e dair anlattiklari bir masal gibi duruyor.
Son dönemde önce Almanya ardından da Hollanda ile yaşanan gerginlikler sonrası Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, mülteciler konusunda, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yapılan “geri kabul anlaşması”nın askıya alınabileceği sinyalini verdi. Ancak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu daha açık sözlüydü: “Çok arzu ediyorsanız, bir ‘Geri Gönderme’ anlaşmamız var, isterseniz size göndermediğimiz her ay 15 bin mültecinin önünü açalım da aklınız bir şaşırsın.”
Bu söylemler ile Türkiye, resmi ağızdan açıkça, kendi ülkesinde sığınmacı olarak bulunan insanların aslında “siyasi bir koz olarak da kullanılabileceği”ni ilan etmiş oldu!
Bu pozisyonun insanî, ahlâki ve siyasi değerlendirmesini yapmak şüphesiz önemli. Ancak bu yazıda, yeri geldiğinde uluslararası siyaset açısından bir koz olarak görülen sığınmacıların Türkiye ekonomisine etkileriyle ilgili iki gözleme yer vereceğim.
“Sığınmacı & Göçmen Emeği”nin Görünmezliği
Resmi ağızlardan yapılan açıklamalara göre, Türkiye’de 3 milyon sığınmacı var. Bunların bir kısmı kamplarda yaşıyor, bir kısmı da ağırlıkları farklı şehirlere dağılmış da olsa ülke genelinde yaşıyor ve çalışıyor.
Resmi olarak göçmen statüsünde olmayan sığınmacıların vatandaşlığa geçmeleri yönünde de net bir yol haritası yok. Dolayısıyla, hukuki bir statüleri yok. 3 milyon insanın hukuki olarak askıda kalmış bir durumda yaşamaya mahkûm edilmesi, sığınmacıların & göçmenlerin oluşturduğu bu nüfus hükümete istediği zaman hareket ettirmek için bir esneklik sağlıyor. Ancak bu “askıda kalma hâli”nin ekonomiye yansıyan sonuçları da var.
Sığınmacıların önemli bir kısmı Türkiye’de çalışmasına rağmen, askıda kalmış hukuki statüleri nedeniyle Türkiye nüfusuna dahil edilmiyorlar. Bunun en önemli sonucu, kişi başına düşen milli gelir rakamlarının olduğundan daha büyük görünmesi. Aşağıdaki grafikte, ABD doları bazında kişi başına düşen milli gelir rakamının 2009 ile 2015 arasındaki seyri var:
“Mavi” ile gösterilen, resmi rakamlar. “Dünya Bankası” verilerine göre kişi başına düşen milli gelir 2015’te, 2010 yılının gerisine düşmüş. Ama konumuz açısından önemli olan bu değil. Önemli olan, bu rakama mültecilerin eklenmesi durumunda kişi başına düşen gelirin daha da azalacak olması. Grafikteki “kırmızı” çizgi bunu gösteriyor:
Grafik ( http://bit.ly/2nTnMlP )
Grafikteki iki çizgi arasındaki fark, 2012’den itibaren başlıyor. Resmi rakamlara göre 2015’de Türkiye’de toplam 2,5 milyon sığınmacı var. Sığınmacıların hepsi bir yılda gelmediğine göre:
2014’te 2 milyon,
2013’te 1,5 milyon,
2012’de de 1 milyon olduklarını varsaydım.
Bu varsayıma dayanarak, “Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)” tarafından açıklanan resmi nüfus verilerine 2012’den itibaren sığınmacı nüfusu eklediğimizde karşımıza yukarıdaki grafik çıkıyor.
Sığınmacılar, “inşaat” ve “tekstil” gibi sektörlerde kayıt dışı da olsa çalışarak, Türkiye’de oluşan milli gelire katkıda bulunuyorlar. Ancak, resmi istatistiklerde Türkiye’nin nüfusuna dahil edilmedikleri için, kişi başına düşen gelir hesabına katılmıyorlar. Sonuçta, “gerçek durum” ile “resmi istatistiklerdeki durum” arasındaki fark giderek artıyor. Bu durum, yani milli gelir rakamlarının gerçekte olduğundan daha yüksek görünmesi, hükümetin sığınmacılara mülteci statüsü vererek vatandaşlık yolunu açmamasının gerekçelerinden biri olabilir.
Enflasyonu Dizginleme
Sığınmacıların ekonomiye etkileri, kişi başına gelirin olduğundan daha yüksek görünmesinden ibaret değil. “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB)” 2016’da yaptığı bir araştırmada, mültecilerin bölgesel dağılımı dikkate alınarak, göçün, tüketici fiyatları üzerindeki etkileri incelenmiş. Çalışmaya göre, göçmenlerin enflasyonu düşürücü etkileri var. Bu etki %2,5 düzeyinde. Çalışmada vurgulanan bir başka nokta, göçmenlerin enflasyonu düşürücü yönde etki yapmasının temel nedeninin, “daha düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakılmaları” olduğudur.
Yani resmi olarak mülteci statüsünde olmayan, hukuki statüleri askıda olan sığınmacılar, hayatta kalmak için herhangi bir sosyal hakkı olmadan, kayıt dışı olarak çalışmak zorundalar. Bu zorunluluk, “ücretler genel seviyesini (enflasyonu)” aşağıya çekecek bir etki yapıyor. Bu durum, gerek sermayedarlar gerekse hükümet açısından olumlu bir gelişme! Herhangi bir hukuki statüsü olmayan ve bu nedenle de bir sosyal hakkı olmayan geniş bir emek gücünün emek piyasasına girmesi, hem mevcut ücretlerin düşürülmesine, hem de (dolaylı olarak) enflasyonun dizginlenmesine katkıda bulunuyor.
Sonuç
Ortadoğu’da yaşanan altüst oluşun sürmesi, milyonlarca insanın yerinden edilmesiyle sonuçlandı ve bu süreç devam ediyor.
Mültecilerin daha iyi ve güvende yaşamak için Avrupa’ya ulaşmak istemeleri de bilenen bir konu. Bu nedenle AB ile Türkiye arasındaki geri kabul anlaşması, önümüzdeki dönemde önemli bir başlık olmayı sürdürecek.
Bu yazıda, artık kısa süreli ve geçici değil “kalıcı olarak” Türkiye’de bulunan göçmenlerin Türkiye ekonomisine etkileriyle ilgili iki gözleme yer verdim.
Ancak mesele çok daha kapsamlı, ve farklı siyasal, sosyolojik mekanizmaları tetikleyecek potansiyele sahip. Fırsat buldukça bu konuyu işlemeye çalışacağım.
20 Mart 2017
Doç. Dr. Ümit Akçay
Atılım Üniversitesi
İktisat bölümü öğretim görevlisi
Anarşist falan değilsin Necip, hazcısın.
Sokakta kalan 5 kişilik aile, gardıropta yaşıyor (25 Mart)
Şanlıurfa’da, 3 ay boyunca 500 lira kira ile elektrik ve su parasını ödeyemeyen hurdacı, 48 yaşındaki Veysi Hurma, ev sahibi tarafından evden çıkarılınca, kullandığı gardırobu, “Gülen adam” filminden esinlenerek 2 metrekarelik tek gözlü mobil eve dönüştürdü. Altına da 4 teker taktıran Veysi Hurma, eşi ve 5-12 yaşlarındaki 3 çocuğu ile Türk bayrağı astığı mobil evde yaşamaya başladı.
Haliliye Mahallesi’nde geçimini, atık malzemeleri toplayarak sağlayan ancak son dönemde bu işi yapmayan Veysi Hurma, birikmiş 1500 liralık kira ve su ile elektrik borcunu ödeyemeyince, ev sahibi tarafından 3 yıldır oturduğu evden çıkarıldı.
Başını sokacak bir ev bulamayan Veysi Hurma, gecekondu olaylarını protesto eden Kartal Tibet’in yönettiği Kemal Sunal’ın oynadığı “Gülen adam” filminden esinlenerek, evindeki gardırobu, 2 metrekarelik tek gözlü mobil eve dönüştürdü. İhtiyaç duyduğu malzemeleri alıp geri kalanının sokağa bırakan Veysi Hurma, eşi Dilek, çocukları 5 yaşındaki Türkan, 7 yaşındaki Mustafa ve 12 yaşındaki Mehmet Hurma ile birlikte, Türk bayrağı astığı, 4 tekerlekli 2 metre genişliğindeki mobil evde yaşamaya başladı.
Görenlerin şaşırdığı Veysi Hurma, “Kirayı ödeyemeyince sokakta kaldık. Kafamızı sokacak bir yer bulamayınca da çareyi bu şekilde seyyar ev yapmakta buldum. Birileri bize yardım edip, ev bulana kadar bu şekilde yaşamaya devam edeceğiz” dedi.
Tuvalet ihtiyaçlarını camide giderdiklerini söyleyen Dilek Hurma ise, mahalle sakinlerinin verdiği yemeklerle karınlarını doyurduklarını ifade edip tek isteğinin 3 çocuğu ile başlarını sokacakları bir ev olduğunu belirtti.
Hurma ailesinin gardırop içerisinde yaşadığını gören mahalle sakinlerinden Arif Doğan da, gördüğü manzara karşısında utandığını ifade ederek, şunları söyledi:
“Bu tür görüntüleri Kemal Sunal filmlerinden izliyorduk. Ancak bu film Şanlıurfa’da gerçek oldu. Şanlıurfa’da milyarlık evlerin yanında böyle arabada yaşayan ailelerin de var olduğuna bu yaşımda şahit oldum. Buranın ne tuvaleti, ne de ısınma durumu yok.
Çocuklar geceleri bu şekilde hastalanır. Suriyelilere nasıl yardım yapılıyorsa, bu aileye de yardım yapılmasını istiyoruz. Burası mahallemizin utancıdır. Haliliye Mahallesi, Şanlıurfa’nın en sayılı ve zengin mahallesidir. Ama günümüzde insanlar dolapta yaşıyor. Bunu görünce insanlığımızdan utanıyorum.”
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/143874104.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/-155456471.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/209373256.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/239150955.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/626268862.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/-1018711951.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/1821320328.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/-2037192896.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/2121033459.jpeg
http://www.cumhuriyet.com.tr/Archive/2017/3/25/706886_resource/2134129247.jpeg
“bundan dolayidir ki, islamci akp’nin basa gecisine kadar t.c. devletinde ‘irtica’ bir tehdit olarak kategorize edilmis ve laik devlet yapisini benimsemeyen islamci kadrolar tespit edildigi anda devlet makamlarindan uzaklastirilmislardir.”
Kendi kendinize anlattiginiz bu hikayedeki boslugu da siz yazmissiniz:
Eger ‘devlet’ dediginiz aygit bu kadar ince eleyip sIk dokyor ve bunda da sonsuza kadar basarili olabiliyorduysa, ‘islamci AKP’ nasil oldu da –sizin tabirinizle– “slamci akp hükümeti su anda cubugu tersine cevirdi; kemalistlerden rövansi aldi”?
Sundan olabilir mi acaba: Devlet dediginiz aygit, insan secmekte o kadar da yetenekli degil. Kadrolar arasinda kimin katilacagini pek de iyi belirleyemiyor.
AKP’yi bosverin; asil ornek almak gereken Cemaat’tir. Gorduk iste, adamlar, 30-40 sene icinde neredeyse devletin tamamini devralacak noktaya gelmisler.
Hem de laik ve dahi Kemalistlerin gozu onunde, burnunun dibinde.
Eger vaktinden once sah dememis olsalardi, devleti devralacaklardi da kimsenin ruhu bile duymayacakti.
Bu hikayenin kissasi sudur: Devlet kadrolari sandiginiz –iddia ettiginiz gibi– su gecirmez degildir. Ikincisi de, tamamina talip olmak cok da akillica degildir. Yesil’in vecizesini kullanmak gerekirse: “Tek basina yemeyeceksiniz; paylasmasini/paslasmasini bileceksiniz; yoksa kan kustururlar”..
Gelelim parti meselesine… HDP, malesef, cok da talihsiz bir ornek. Siyaset yapmagi bilmeyislerinden dolayi siyasetin disina dustuler. Turkiye partisi olacagim dedikten sonra, kor parmagim gozune misali, PKK’nin uzantisi gibi davranmak hangi aklin karidir? Ustelik de PKK tam da devletle papaz olmusken…
Bu kadar acemilik ancak ozel bir gayret ile olur.
“Anarşist falan değilsin Necip, hazcısın.”
Bir. Anarsist oldugumu hic soylemedim. Ben, sadece, ‘Anarsizme yakin duruyorum’ anlamina gelen seyler soyledim. Oyleyim.
Iki. Anarist olmam neden onemli. Anarsistlerin basi goge mi eriyor; bir tur kutsallik mi kesbediyorlar?
Uc. Anarsizmin tersi ‘hazcilik’ (hedonism?) midir?
“nerden bakarsan bak ziyan.”
Yazdiklariniz okudum.
Ayni seyden bahsetmedigimizi siz de, pekala, biliyorsunuz.
Adina ‘serbest piyasa’ (ki, cogu zaman bu bir ‘euphemism’dir) denen yapinin herkes icin ve herzaman mutluluk (ve maddi refah) getirmedigi konusunda hemfikiriz.
Dahasi, ‘serbest piyasa’ icindeki oyuncularin da herzaman durust ve ahlakli davranmadiklari; onlarin davranislarindan kaynaklanabilecek yanlislari duzenleyecek oldugunu umut ettigimiz kurum ve kuruluslarin da herzaman bekleneni yerine getirmedigi de hepimizce malum.
Bu faaliyetler sirasinda, birilerinin –rakiplerinin hile ve desiseleri, ya da kendi beceriksizlikleri yuzunden– basarisiz olduklari da bilinmeyen seyler degil.
Bunlardan sikayet emeniz de anormal degil –hepimiz, turlu cesitli gerekceler ile turlu cesitli sikayetler ediyoruz zaten.
Fakat, zannedersem bilerek, atladiginiz bir onemli nokta var:
Yukarida tasvir ettiginiz sey, asimptotu ‘vahsi kapitalizm’ dedigimiz (ekonomik ‘liberlizim’ de diyebiliriz galiba), ‘gucu yetenin yettigine’ turunden kontrol ve denetimin minimum/hic oldugu bir yapidir –ya da, isleyis bicimidir.
Ben, o yuzden, ozgurlukculerin yavelerine de cok fazla itibar etmem. Olcuyu kacirmamak gerekir. Yoksa, onunu nerede alacaginiz kestirilemez olur; sonuclari da umdugunuz gibi cikmayabilir.
Bu boyle de, komunizm dedigimiz cozum onerisi, insanlara mutluluk getirmek gayesiyle, daha dogrusu ‘serbest piyasa’nin yanlislarini gidermek icin, ‘merkezi planlama’ya yoneldi.
Sonuc?
Sonuc su: ‘Serbest piyasa’nin dogru oldugu degil, tabii ki; ama, ‘merkezi planlama’nin yanlis oldugu, cozum olmadigi ortaya cikti.
Yani, basladigimiz yere donduk.
Sizi bilemem; ama, bazilari, hakli olarak, “agam, biz bunca boku niye yedik” diyor soruyordur muhakkak.
“Evet, hazcıyım.” / “Hayır, hazcı değilim.” cevaplarından birini vermedin.
“Anarsizmin tersi ‘hazcilik’ (hedonism?) midir?” sorunla, her zaman yaptığın gibi, dolandın.
t.c. devlet programi ve milli güvenlik stratejisi
necip’in 186 nolu yorumuna cevaben:
t.c. devleti kurulusundan 2008 yilina kadar ordu/kemalist genareller (MGK) tarafindan yönetilmistir. bu acidan t.c.’yi en azindan 2008’e kadar “askeri devlet” olarak tanimlamak yanlis olmaz. yani türkiyede ordunun varligi bircok devlette oldugu gibi sadece “dis düsmanlara” yönelik olmamistir; kemalist ordu kendini devletin sahibi ve koruyucusu olarak görmüs, devletin varligini tehlikede gördügü an askeri darbelerle yönetime el koymus, olaganüstü hal ilan edip, parlamenter rejimi askiya almistir.
kemalist ordunun devletin milli güvenligine tehdit listesinde
1. bölücü/kürtcü akimlar
2. komünist/anarsist akimlar
3. irtica
soru: kemalist ordunun “irtica”dan kasti kimdir?
cevap: kemalist devletin laik programini degistirme niyetinde olan islamci akimlar.
irtica “tehdidinin” en bilinen ismi milli selamet partisi ve erbakan ve bu gelenegin devamcilaridir. kemalist ordu irtica tehlikesi olarak gördügü islamci akim ve partileri göz altinda tutmus, gerektiginde parti kapatmaya/yasaklamaya kadar gitmistir.
t.c.’nin kurulus asamasinda baslayan islamci devlet fraksiyonu ile laik kemalist fraksiyonun hesaplasmasi, islamci/muhafazakar fraksiyonun güclenip iktidara geldigi menderes iktidari ile acik hesaplasmaya dönüsmüs, final hesaplasmasi 2007/2008 yillarinda gerceklesmistir.
islamcilarin kemalistleri alt edip, onlarin deyimiyle 100 yillik parantezi kapatmalarinda, biri ic biri dis olmak üzere iki faktör belirleyici olmustur.
1. islamcilarin kitle/secmen/halk desteginin kemalistlere oranla cok daha fazla olmasi.
2. bas emperyalist A.B.D. 11 eylül ikiz kuleler saldirilarindan sonra ortadoguda ki anti-amerikanci islamci akimlara savas acmis, bu cercevede büyük ortadogu projesini gelistirmis, bu proje cercevesinde A.B.D. “ilimli” islami parti olarak degerlendirdigi akp’ye:
birincisi, anti-amerikanci islamci akimlara karsi amerikan dostu islami parti olarak alternatif rolü bicmis
ikincisi, iran – (saddam sonrasi) irak – esad rejimi/suriye ve hizbullah’in olusturdugu anti amerikanci sii cepheye karsi, basini akp’nin cektigi sunni cepheye güclendirme cercevesinde akp hükümetini desteklemistir.
kemalistlerle islamcilarin 2007/2008 yillarinda ki final hesaplasmasinda kemalistlerin akp’yi kapatma hamlesine amerika ve AB karsi cikmis, bundan dolayi ordu geri adim atmis, mahkemeden akp’yi kapatma karari cikmamistir.
amerika ve avrupali emperyalistlerin kemalist ordunun ipini cekip, akp’ye destek vermelerine kemalistlerin verdikleri saskin tepkiyi o dönemi takip etmis olanlar bilirler.
islamcilarin kemalistleri alt edip, ordunun dislerini cektikleri 2008 yilindan beri türk basininda “irtica” kelimesinin artik kullanilmadigini, t.c.’nin irticayi artik milli güvenlige tehdit olarak görmedigini görüyoruz. neden?
cevap: 2002’den beri irtica’nin kendisi iktidarda, onun icin. yakin zamanda degil ama uzak bir gelecekte milli güvenligi tehdit eden “laik/kemalist tehlike”den bahsedilirse sasmam.
Gençler ne bilir, ne hatırlar. Bendeniz hatırlıyorum. Tansu Çiller hanımefendi Başbakan iken bütün medya onun ismiyle, onun haberleriyle çalkalanıyordu. Tansu Çiller aşağı, Tansu Çiller yukarı. Tansu Çiller ne dedi? Tansu Çiller ne demek istiyor? Tansu Çiller ne yaptı? O ne yapmalıydı? Ne yapacak? Niçin öyle yaptı da böyle yapmadı? Yaptıkları ve yapmadıkları ne manaya geliyor?
Sonra ne oldu? Tansu Çiller unutuldu, artık ondan nâdiren bahs ediliyor. Onunla ilgili tartışmalar tavsadı. O şimdi ne aşağıda, ne yukarıda. Nisyan Ârafında.
Günlük gelip geçici hadiseler böyledir. Bir varmış, bir yokmuş.
Bu memleketin başına gelen büyük felaketlerden biri futbol dedikodusu gibi politika dedikodusu yapılmasıdır.
Bizde politika magazinleştirilmiştir.
Diğer büyük bir felaket dinî konuların magazinleştirilmesidir.
Bugünkü dedikoduların, siyaset magazinlerinin on binde, yüz binde biri bile on beş yirmi yıl sonra yaşamayacak, tedavül etmeyecektir.
Bu kadar boş, kof, gelip geçici, fâni, kararsız, sebatsız konularla on milyonlarca halkın oyalanıp afyonlanmasına zehirlenmesine acımak ve öfkelenmek gerekir.
Gazetelerimiz ve yazarlarımız ülkenin, insanlığın gerçek, temel, kalıcı gündemini konu edinmelidir.
…
Şu politikacı ile bu politikacı sert münakaşalar yaptılar… Şu Hoca bu Hocaya çok ağır şekilde verdi veriştirdi. Bir gün sonra hakkettiği şamarı yedi… Tokat gibi cevap… Ya öyle mi?
On milyonlarca halk bu haberlerle sersemlemiş vaziyettedir.
Ciddî gazeteler, yazarlar, medya niçin millî eğitim meselelerini müzakere etmiyor?
Ülkemizdeki krizlerin niçin sebeplerini araştırmıyorlar da hep neticeler üzerinde duruyorlar?
Niçin durmadan kavga ediliyor?
Problemler niçin soğukkanlılıkla ve seviyeli bir üslupla ele alınmıyor.
Niçin bu kadar yıkıcı muhalefet yapılıyor?
Bunca yağcılığa, yalakalığa, dalkavukluğa ne lüzum var?
Sövüp sayacağımıza “Hayır beyefendi öyle değil böyledir…” üslubunu niçin benimseyemiyoruz?
…
Niçin gerekçeli konuşmuyoruz?
Niçin meseleleri bütünüyle ele alamıyoruz da işimize gelen tarafları, cümleleri seçiyoruz.
Niçin empati yapamıyoruz?
Bunca kağıda, mürekkebe yazık.
Yazana yazık, okuyana yazık, memlekete, halka, devlete, boşa harcanan zamana yazık.
Çok Yazık Pek Yazık – Mehmet Şevket Eygi
http://www.haber53.com/cok-yazik-pek-yazik_m18331.html
Eygi’nin yukarda paylaştığım yazısında geçen ismi değiştirelim:
Ahmet Davutoğlu beyefendi Başbakan iken bütün medya onun ismiyle, onun haberleriyle çalkalanıyordu. Ahmet Davutoğlu aşağı, Ahmet Davutoğlu yukarı. Ahmet Davutoğlu ne dedi? Ahmet Davutoğlu ne demek istiyor? Ahmet Davutoğlu ne yaptı? O ne yapmalıydı? Ne yapacak? Niçin öyle yaptı da böyle yapmadı? Yaptıkları ve yapmadıkları ne manaya geliyor?
Sonra ne oldu? Ahmet Davutoğlu unutuldu, artık ondan nâdiren bahsediliyor. Onunla ilgili tartışmalar tavsadı. O şimdi ne aşağıda, ne yukarıda. Nisyan Ârafında.
Günlük gelip geçici hadiseler böyledir. Bir varmış, bir yokmuş.
Necip evli misin bekar mısın, emekli misin çalışıyor musun bilmiyorum. Eğer günlük hayatta da buradaki gibiysen, çevrendeki insanlara acıyorum.
Yazdıklarının gerçek olduğuna kendini inandırmışsın, dost acı söyler, demeye getiriyorsun lafı. Halbuki yazdıkların düpedüz kof antagonistlik.
175 nolu yoruma cevaben:
“planli eskitme” iddiasi neden yanlistir?
elestiri ancak dogru yapilirsa ise yarayabilir, aksi taktirde hedefi/amaci iskalar. bundan dolayi “elestiri olsun da camurdan olsun” yaklasimi yanlistir.
dogru argümanlarla elestiri, üzerinde kafa yorulmasi gereken basli basina bir konudur.
“planli eskitme” adli tez/iddianin icerigi özetle nedir?
üretici firmalar/sirketler tüketim amaciyla piyasaya sürdükleri ürünleri belli bir süre sonra bozulacak sekilde ayarliyorlar ki daha cok ürün satsinlar.
bu tezi ileri sürenler rekabetci piyasa ekonomisini nami diger kapitalist ekonomiyi elestirmek istiyorlar. böyle iddialarla ortaya cikanlar:
birincisi, kapitalist ekonominin üretim prensiplerini/yasalarini anlamadiklarini
ikincisi, böylesi bir elestiri marx’in kapital kitaplarinda yaptigi “politik ekonominin elestirisi”ne taban taban zit, ahlaki/moralist bir elestiridir: hilebaz/kandirikci kapitalistler, sirf para/kar icin kisa ömürlü ürünler piyasaya sürüyorlar.
1. böyle bir kapitalizm elestirisiyle insanlari devrime ikna edecegini sananlar/umanlar yaniliyorlar. bu elestiriye insanlarin verecegi tepki söyle olur: e o zaman devlet baba ise el koysun, sirketleri/firmalari daha fazla kontrol etsin, daha yüksek standartlar/normlar dikte etsin vs.
yani rekabetci piyasa ekonomisini devlet programi olarak benimsemis kapitalist devletler vatandas tarafindan, kendilerini korumak ve hilebaz kapitalistlere gem vurmak amaciyla görev basina cagrilir.
kapitalist ekonominin kriz dönemlerinde -örnek 2008 finans krizi- vatandasin/tüketicinin cagrilari artar: devlet baba nerdesin, ise el koysana!
2. firmalarin/sirketlerin bozulma tarihini önceden ayarladiklari mamülleri piyasaya sürdükleri iddiasi akil ve mantigin sinirlarini zorlayan bir iddiadir. neden?
üretici firmalar arasi rekabette belirleyici faktörlerden biride kalitedir. aldigi mamül üc bes gün sonra bozulan bir tüketici, salak gibi ayni mali almaya devam etmez, gider rakip firmanin malini alir. yani bozuk mali satan firma bindigi dali kesmis olur, müsteriyi rakibe kaptirir.
bu madalyonun bir yüzü. diger yüzüde söyle.
her üretici firma kaliteli hammadde kullanmak ister, fakat kaliteli hammadde demek üretim maliyetinin yükselmesi demektir, bu da yüksek satis fiyati (pahali) anlamina gelir.
demek ki yüksek kaliteli mamül üretmek rekabette avantaj getirir fakat diger yandan yüksek kaliteden kaynakli yüksek/pahali fiyat rekabette dezavantaj anlamina gelir.
peki üretici bir firma bu celiskiyi/denklemi nasil cözer?
cevap: kapitalizmde ki meslek ve ücret/gelir hiyerarsisinden kaynakli insanlarin cebine giren para miktari farklidir. bu durumu farkinda olan üreticiler hedef kitle/müsteri belirleyip, ona göre üretim yapar.
yani cebinde az parasi olana kalitesiz ama ucuz mal, cebinde bol parasi olana da görece daha kaliteli ve daha pahali mal üretir.
örnek, mercedes otomobil firmasi bircok firmaya göre daha kaliteli otomobil üretir, ona göre fiyatini da koyar.
buna karsilik opel’in mercedes’e göre düsük kalite ve ucuz araba ürettigi biliniyor.
sonuc: bir toplumda üretim faaliyeti insanlarin temel ihtiyacini karsilamak icin degil de, paraya endeksli olarak kar/kazanc amaciyla yapiliyorsa, üretimde bin bir türlü hile hurdaya bas vurulmasina sasmamak lazim.
yalniz burda elestiri konusu yapilmasi gereken olgu tek tek üreticilerin yaptiklari hile hurda degil, toplumsal üretim faaliyetinin hangi amac/prensip ile yapildigidir.
üreticilerin yaptiklari hile hurdanin pesine düsenler kapitalist devletin “hakem” rolünde olaya el koymasiyla yetinmek zorunda kalirlar.
bir üretim faaliyetinin amacina/prensibine yapilan elestiri ise paranin varligiligini/fonksiyonunu ve kapitalist ekonominin “kar/kazanc varsa üretim var yoksa yok” yasasini sorgulamaya ve degistirmeye yöneliktir.
sözün özü, kapitalist üreticilerin hile hurdasi icin kimse devrim yapip kan dökmez, böyle birsey icin siddete basvurmakta gerekmez zaten.
günümüz kapitalist devletleri binlerce yasasiyla o isi düzenliyorlar zaten; o hile hurdaya bir standart/norm mecburiyeti getirmisler zaten.
yukardaki elestiriyi yapanlarin bundan haberleri yok anlasilan.
zileli’nin “bahceli, tayyip, perincek” adli yazisinin altinda “sosyalizm mi, allah göstermesin” baslikli nisanyan’in yazisini okudum.
bu nisanyan “entellektüel lümpen”in kusursuz bir prototipi. bastan sona yüzeysellik, banallik, celiski, agzindan cikani kulagi duymayan bir “entellektüel cahil”.
yaziyi buraya alip elestirebilirdim, ama degmez.
‘Kim, yonetimi altindaki kac kisiyi katletti ya da olumune yol acti?’ sorusunun cogumuz tarafindan belki de tahmin edilemeyecek bir aktoru daha vardir: Ingiltere.
Asagidaki sitede bu rakamlari gorebilirsiniz:
https://espressostalinist.com/genocide/bengal-kitligi/
Buyuk Bengal kitligi (1769–1770): 10,000,000
Madras Sehri kitligi (1782–1783): Bilinmiyor
Chalisa kitligi (1791–1792): 11,000,000
Doji bara (Skull) kitligi (1789–1795): 11,000,000
Agra kitligi (1837–1838): 800,000
Dogu Rajputana (1860–1861): 2,000,000
Orissa kitligi (1865–1867): 1,000,000
Rajputana kitligi (1868–1870): 1,500,000
Bihar kitligi (1873–1874): Bilinmiyor
Buyuk kitlik (1876–1878): 10,300,000
Orissa, Bihar kitligi (1888–1889): 150,000
Hindistan kitligi (1896–1897): 5,000,000
Hindistan kitligi (1899–1900): 1,000,000
Bombey Baskanlik kitligi (1905–1906): 230,000
Bengal kitligi (1943–1944): 5,000,000
Bilinenlerin Toplami: 58,980,000
Yukaridaki son satirdaki kitligin –dolayisi ile, olumlerin– sorumlusunun dogrudan dogruya Winston Churchill oldugunda ilgili herkes hemfikir.
Tabii, bu sadece Hindistan’dakiler.
Bir de Afrika var. Bilmiyoruz.
Mesela, Uganda’da 1960’li yillarda 3 milyondan fazla insani Ingilizler oldurduler –hem de en asagilik yontemlerle. Bunu da bilen cok az. Google’da ara ki bulasin…
Yok.
Unutturulmus.
Akillarda birakilan ise, Ingiltere’nin (Britanya’nin) ozgurluklerin ve insan haklarinin besigi oldugudur.
“evli misin bekar mısın, emekli misin çalışıyor musun bilmiyorum. Eğer günlük hayatta da buradaki gibiysen, çevrendeki insanlara acıyorum.”
Sizin gibi, bir fikri konusmak yerine, beni konusmak isteyen acinacak tipler seyrek de olsa cevreme /siziyor/ tabii ki; ama, yuz bulamayinca baska kapiya yoneliyorlar.
Kisacasi, biraz zaman aliyor ama sorun kendiliginden cozuluyor.
“Yazdıklarının gerçek olduğuna kendini inandırmışsın, dost acı söyler, demeye getiriyorsun lafı.”
Pop psikologlar zaten yeterince berbat oluyorlar; buna bir de siber psikologluk eklenince hepsinden beter bir garabet cikiyor ortaya.
“Halbuki yazdıkların düpedüz kof antagonistlik.”
Hah.. guldum simdi. Kozmik gucler de sizi guldursun, e mi..
Birisi cikar, anarsist olmadigimi soyler; bir digeri de cikar –anarsizmin en temel karakteristiklerinden biri olan– antagonizmimi begenmez.
Yahu, once kendi aranizda bir anlassaniz nasil olur?
“islamcilarin kemalistleri alt edip, onlarin deyimiyle 100 yillik parantezi kapatmalarinda, biri ic biri dis olmak üzere iki faktör belirleyici olmustur.”
Uzunca hikayeyi yazarak zahmet etmissiniz. Kendinize degilse bile, bize –okuyanlara.
Ic faktorler, dis faktorler [uzaylilar eksik kalmis].. bir suru laf salatasi; ama, konuyla alakasi yok.
Kimse kimseyi zembille bir yere getirmiyor.
Herkes, her guc, isbirligi yapacak muhatap oyuncular arar –‘dis faktor’ icin de, ‘ic faktor’ icin de bu gecerlidir.
Yani, bir ittifak sozkonusu olacaksa, onun potansiyel taraflari mevcut olmalidir.
‘Solcular’ icin aci gercek sudur: Muhatap alinmaga degecek bir mevcudiyetleri yok ki muhatap alan olsun..
Devletten kendini dislamis, biteviye murebbiye pozlarinda haricten elaleme gazel okuyan, odun yaranin ih deyicisi konumunda, raki sofralarinda (bkz Kilicdaroglu’nun serzenisleri) devrim kotarabilecegini sanan bir gruptan bahsediyoruz..
En huzun verici olani da su: ‘En hizli solcular’ devletten olabildigince uzak durmak gerektigini savunuyorlar.
‘Miskinler tekkesi mudavimleri’ demek uzun oldugu icin ‘solcu’ diyoruz..
necip’in 196 nolu yorumuna cevaben:
günümüzde zileli’nin yaptigi gibi bir cirpida hitler, stalin, mao demek, isteyerek ve istemeyerek, neden batili emperyalistlerin soguk savas döneminden kalma anti-komünizm borazanligidir?
nazi rejimi tamamiyla saldirgan ve istilaci bir hedef ile hareket etmis ve ikinci emperyalist dünya savasinin bas aktörüdür.
bolsevik rejimi ise devrim yaptigi rusyada “ben emperyalist/istilaci devlet politikasini red ediyorum” demis, ta van, dersim’e kadar gelmis olan rus ordularini geri cekmis, carlik rusyasinin birinci dünya savasinda isgal ettigi tüm topraklardan hic bir hak iddia etmeden geri cekilmistir. bir cakiltasi, issiz bir kayalik icin savasa tutsmaya hazir, hava sahami bilmem kac saniye ihlal etti, deyip ucak düsüren kapitalist devletler aleminde, bolseviklerin yaptigi davranisin ikinci bir örnegi daha yoktur. ve isin ilginc tarafi bolseviklerin bu davranisi batili emperyalistlerin devlet anlayisina ters oldugu icin bolsevik rejimi cevreleme ve ic savas ile bogmak icin hemen harekete gecmislerdir.
emperyalist/istilaci dis politikayi en azindan ikinci dünya savasi sonuna kadar red etmis bolsevik rejimini, istilaci barbar nazi rejimi ile bir ve ayni imis gibi göstermek batili emperyalistlerin soguk savas döneminden kalma komünizmi gözden düsürme propagandasinin hilelerinden biridir.
gün zileli bu anti komünist propagandanin borazanligini soguk savas döneminde yapsaydi kesin nobel ödülü ile ödüllendirilirdi.
basta A.B.D. olmak üzere bati demokrasileri, bolsevik rejimi daha kurulmadan yikmak üzere rusyaya ordu birlikleri gönderip bolseviklere karsi hem bizzat savasmislar hem de bolsevik karsiti rus güclere askeri destek sunmuslardir.
yine maoist rejimin kendi vatandaslarini belirli bir plan, hedef dahilinde öldürdügü sistemli bir politikasi söz konusu degildir. bundan dolayi, yahudi olarak dünyaya gelmeyi bir sucmus gibi gören ve almanya ve avrupada ki yahudileri sistemli, planli bir sekilde imha eden ve diger devletleri istila/isgal amaciyla devasa bir askeri gücü harekete geciren nazi rejimini maoist rejimle bir ve ayni göstermeye calismak gercekleri carpitmaktir.
maoist rejim, “büyük atilim” ve “kültür devrimi” adiyla baslattigi ve ekonomik ve kültürel/ideolojik “gelisme/ilerleme” kampanyalarinda yanlis hesap yapmis, hedefledigi ekonomik refahi en azindan o yillarda yakalayamamis ve bu yanlis ekonomik ve siyasi politikalar sonucu cok sayida insanin kitliktan/acliktan ölümüne yol acmistir.
birincisi, burda tipki nazilerin yaptigi gibi irkci/fasist bir motivasyonla insanlari sistemli bir sekilde katletme sözkonusu degil.
ikincisi, aclik, kitlik mao öncesi cin de günlük hayatin bir parcasiydi zaten, yani maoist rejimin yol actigi bir olgu degil. bundan dolayi, maoist rejime yapilacak bir elestir varsa, ki var, yanlis ekonomik ve siyasi kampanyalarla cin de zaten var olan aclik ve kitligin o dönem önüne gecememesidir, yapilmasi gereken elestiri budur.
maoist rejimin tibet de ki politikasini mercek altina almadan önce önce su gercegi bilmak lazim:
tibet de adina dalai lama denilen din tüccarlarinin/tacirlerinin tibetlilere uyguladiklari akil almaz ekonomik sömürü ve fiziki/dini iskencenin sonucu nasil zenginlestikleri, insanlarin bu dini hurafe ve akil almaz cehaletin pencesinde nasil inim inim inlediklerini bilmek lazim. merak eden okuyuculara almanca kaynak gösterebilirim.
maoist komünist rejimin tibet’te asil hedefledigi ve son verdigi bu dini cehalet ve ekonomik sömürüdür.
bilindigi gibi dalai lama denilen din tüccari fakir fukaranin sirtindan biriktirdigi bilmem kac yüz katir altin, gümüs vs. maddi zenginligi yükleyip, sanirim 60li yillarda CIA’nin yardimiyla tibet’i terk etti.
bu dalai lama denilen ve kadinlari asagilik bir yaratik olarak gören din tüccari su anda avrupa ve amerika da devlet protokolüyle karsilaniyor, insanlar tarafindan “alim/ermis” muamelesi görüyor, milyonlarca avrupali hayrani var.
dalai lama’nin CIA’dan yillik ne kadar para aldigi ve neonaziler ve sag/irkci kesimlerle iliskilerine dair bilgiler internette mevcut.
batili emperyalistlerin dalai lama’ya bu ilgisinin sebebinin cin devletine yönelik kampanyanin bir parcasi oldugunu söylemem sanirim gereksiz olur.
eskiden komünist cin’e karsi kullanmak icin dalai lama destekleniyordu, cin rejimi artik komünist degil fakat bati demokrasilerini huzursuz eden sey, bu sefer cin devletinin önlenemez ekonomik yükselisi. yani cin, öyle de böyle de batili demokrasiler icin “bas agrisi” ve “tehdit” olarak görülmeye devam ediliyor.
necip,
bugün miskinler tekkesi müdavimleri solcular olarak bahcede alem yapacagiz, bize eslik eder misin?
menüde ateste kizarmis et ve raki, birde saz var.
…antagonizmimi begenmez.
Antagonistliğin “kof” olduktan sonra beğendirecek kimseyi bulamazsın, istersen anarşizmin bütün karakteristik özelliklerini bir paratoner gibi üzerine çek, fark etmez.
“Kapitalizm”in getirdiği söylenen açlık ve benzeri felaketlerden bahsetmişken, bir yazıda şöyle bir şey var:
http://www.geocities.ws/dersimsite/dersimsorunu.html
“Hümanizm gericilik değildir. Bence gerici olan, hayal aleminde yaşayan retorik (insanları etkilemek veya ikna etmek üzere dizayn edilmiş ancak samimiyetten uzak ve abartılar içeren dil rhetoric demek istiyorum) devrimcisi Seyfi Cengiz’in kendisidir. Seyfi Cengiz tsunamiden kurtulan Sri Lankalılara veya Endonezyalılara benzeyen Dersimliler arasında sınıfsal ayrım yapmadığım, yani felaket mağdurlarını büyük burjuvazi, küçük burjuvazi, proletarya, zengin köylüler, yoksul köylüler vb. gibi sınıfsal kategorilere ayırmadığım için beni bilim ve devrim adına ayıplıyor. Ben Seyfi Cengiz’in bu sınıfsal analiz metodunu Dersimliler için çok abes buluyorum. Dersimliler tsunami mağduru Sri Lankalılara veya Endonezyalılara benziyorlar. Pılı pırtıdan başka bir şeyi olmayan Dersimlileri sosyal sınıflara ayırarak sınıf kavgasına tutuşturmayı tasarlayan Seyfi Cengiz’i aklı selime davet ediyorum. Sırf proleter bir devrimin öncüsü olacaksınız diye tsunami mağdurlarının arasına fitne-fesat sokmayın. Ayıptır, günahtır!”
Şu paragraf da olayı iyi özetlemiş aslında:
“Ne Türkiye’de ne de Avrupa’da bu gibi “devrimciler”in bir kıymeti harbiyesi vardır. Bunların fikirlerini ve radikal retoriğini kimse ciddiye almamaktadır. Bunların marjinal dünyasına girmek bir züldür. Politika yapacaksanız politik güçlerle ilgilenmek ve onların düşünce ve programlarını esas almak zorundasınız. Politik dünyada esamesi okunmayan marjinal kişi ve gruplarla uğraşmanın mantiki, rasyonel bir açıklaması yoktur. Onun için ben bu grup ve kişilerle tartışmak istemiyorum. Benim o dünyada bir işim yoktur.”
Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
Martin Niemöller
1892-1984
“beğendirecek kimseyi bulamazsın”
Anlasilan, siz, benim begenilmek gibi bir derdim oldugunu saniyorsunuz.
Sizi sasirtayim: Umurumda degil.
“Martin Niemöller
1892-1984”
1984 – 1892 = 92… Adam 92 yasina kadar yasamis..
Nazilerden sonra 39 sene daha..
Kendisi icin gelindiginde sesini cikaran birileri olsaydi, herhalde, 192 yasina kadar yasayacakti.
lmanya’da Yunus Emre Enstitusu var galiba. Turkcenizi gelistirmek icin dusunebilirsiniz.
Bunu su sebeplerle soyluyorum:
“miskinler tekkesi müdavimleri solcular olarak”
Bir.
Ayni anlama gelen iki tamlamayi/terimi bir arada (pespese) kullanmak; yani, hem ‘miskinler tekkesi müdavimleri’ hem de ‘solcular’ demek yanlis.
“ateste kizarmis et”
Iki.
Ister ateste olsun, ister acik havada, sararmis, morarmis ya da kizarmis etten uzak durun. Dogal rengindeki etler bulun, ve kebap/kulbasti vs yapin. Ya da Turkce ogrenin.
“bahcede alem yapacagiz, bize eslik eder misin?”
‘Open-air orgy’lere artik pek de ilgi duymuyorum.
Birisi cikar, anarsist olmadigimi soyler; bir digeri de cikar –anarsizmin en temel karakteristiklerinden biri olan– antagonizmimi begenmez.
“Beğenilmek” eylemi aklının dehlizlerinde bir yerlerde kalmış, yukarıdaki cümlende kullanmışsın.
Anlasilan, siz, benim begenilmek gibi bir derdim oldugunu saniyorsunuz. Sizi sasirtayim: Umurumda degil.
Kendinle çelişiyor ve yalanlarını unutturmak için uğraşıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun: Su kadrini soyleyeyim: ‘Kiymet’ (‘deger’) icsel (intrinsic) degil, dissal (extrinsic) bir olgudur. Yani, kisi/meta kendiliginden degil, basalarinca ‘kiymet’lenir (‘deger’lenir).
“Kof”luğun paçalarından akıyor, etrafı daha fazla kirletme.
“lmanya’da Yunus Emre Enstitusu var galiba. Turkcenizi gelistirmek icin dusunebilirsiniz.”
“7. Türk halkının kafası çok çalışmıyor. IQ test sonuçları, zalimliği, süreklilik arz eden politik tercihleri, ilerici ve demokratik olan her şeyden nefret etmesi, genel okuma yazma oranı, günlük gazetelerin tirajları, kitap okuma oranı, anadilini kullanmakta zorlanması, son derece sınırlı olan kelime hazinesi vb. bunu gösteriyor. Halkların eşitliği prensibi mucibince bu gerçeği görmezlikten gelmeyiniz. Türk halkına gerçekten yardımcı olmak istiyorsanız bu gibi bir realizm şarttır.”
http://mamikiye.blogspot.com.tr/2007/01/trk-ilericilerine-aik-mektup.html
’BİZİM ANLAYIŞIMIZDA YAŞAM TARZI İLE İLGİLENMEK YOK’
Başbakan Binali Yıldırım, AK Parti hükümetlerinin kimsenin yaşam tarzına, özel hayatına, giyimine karışmadığını söyleyerek, şöyle devam etti:
“AK Parti bugüne kadar kimsenin ne giydiğine ne yediğine nasıl yaşadığına karıştı mı? Yaşam tarzına müdahale etti mi? Herkesin yemesi, içmesi ibadeti kendine. Biz memlekete bakıyoruz. Memleketin yolları mı yapılacak, okulu mu. Biz ordayız. Bizim anlayışımızda vatandaşın özel hayatı yaşam tarzı ile ilgilenmek yok. Türkiye’de istismar siyaseti son bulmuyor. Biri çıkıyor Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımızı istismar ediyor, bir başkası çıkıyor Ege’deki vatandaşlarımızın hislerini istismar ediyor, bir başkası sahil şeridini istismar ederek hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bunlar şimdi biraraya toplanmış hayır kampanyası başlattılar. Lütfen elinizi vicdanınıza koyun bu sorulara öyle cevap verin,. ne söylüyorlar ne vaad ediyorlar. Bu hayırcıların söylediği bir şey duydunuz mu? Bunlar korku siyaseti yapıyorlar. Bunlar karamsarlık pompalıyorlar. ’Evet’ çıkarsa Türkiye bölünecekmiş hadi oradan. Sen bırak Türkiye’nin bölünmesini de bölücülerin ağzıyla konuşma. Hayırcılardan hayır gelmez. Evet’te bereket var. Hizmetleri yok. Laf laf laf. Lafla peynir gemisi yürür mü? İftira, yalan, dolan. Bu ülkeyi renklere ayırarak en büyük kötülüğü yapıyorlar. Ana muhalefet partisinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, o kadar yalan söylüyor ki aşağı mahallede yalan söylüyor yukarı gelirken kendi de inanıyor. Rejim değişecek diyorlar, iftira atıyorlar. Rejim 1923 yılında cumhuriyet kuruldu ve rejimin adı kondu. Vesayet odaklarına yaslanıp milletin sırtına bindiler. O devir artık geçti.”
http://www.hurriyet.com.tr/basbakan-yildirim-evet-cikarsa-turkiye-bolunecekmis-hadi-oradan-40407719
“‘Beğenilmek’ eylemi aklının dehlizlerinde bir yerlerde kalmış, yukarıdaki cümlende kullanmışsın.”
Dehliz’lere cok fazla kafayi takmak yerine, benim o kelimeyi 3uncu sahislarin birbirlerine yonelik celiskilerini tasvir etmek amaciyla kullandigimi anlamak icin caba sarfedebilirdiniz. Anlasilan zor gelmis.
Ote yandan, ‘deger’ uzerine soylediklerimi buraya aktarmis; fakat, cok onemli bir nuansi iskalamissiniz: Kisinin kendi kendisine deger atfetmesi anlamsizdir; dogru. Ama, baska kisilerin bir kisiye deger atfetmesi de, ancak ve eger deger atfedilen kisi onlari degerli buluyorsa, bir anlam ifade eder.
Gorulen o ki, acikca ‘Umurumda degil’ dedigim halde, hala daha onemsendiginizi zannediyorsunuz.
“‘Kof’luğun paçalarından akıyor, etrafı daha fazla kirletme.”
dedi Internet’te birisi ve haliyle ben de cok onemsedim.
Di mi?
günzilelicom sitesinde kesisen yollar:
208 nolu ve yukarda “tsunami” konulu yorumu, daha dogrusu alintiyi yapan zat tunceli/dersim/mamekiyeli. bu zat’in kültürünü ve kafa yapisini anlamak icin, kendisinin beslendigi ve linkini verdigi siteden alinti yapiyorum:
“Türk halkı ahlaksız ve vicdansız bir halktır. Türk halkının ahlakını düzeltmek istiyorsanız öncelikle bu halkın soykırımları inkar etmeyi ve azınlıklardan olan insanları öldürmeyi meşru görmesini engellemeye çalışın. Bu devletin yaptığı soykırımlar doğal olarak bu halkın hanesine yazılır. Türklerin 1938’de işlediği Dersim soykırımını kabul ediniz. Türklerin Kürtlerle birlikte işlediği Ermeni ve Süryani soykırımlarını kabul ediniz.”
konuya fransiz kalanlara aciklayayim: bu yorumcu “yöresel/bölgesel milliyetci” denilen kategoriye giriyor. yani tamamiyla bir tesadüf eseri dogdugu memleketi dersim’i idealize edip, “dersim milliyetciligini” bir hayat felsefesi ve hayat kilavuzu olarak secmis. bunlar ayni zamanda “biz kürt degiliz, zazayiz/kirmanciz ya da biz kürt degiliz aleviyiz, biz dersimliler ayri/orjinal bir toplumuz/milletiz vs” diyenler
isin ilginc tarafi bu dersim milliyetcisi necip’in yazdiklarindan ama özellikle bana cevaben yazdiklarindan kendine malzeme cikarmaya calisiyor. bu malzeme genellikle necip’e destek atisi bana da elestiri anlamina geliyor. bu arkadas bana niye hasim? cünkü kendisi solcu/sosyalist düsmani, bundan dolayi kendini necip’e yakin hissediyor.
bu zat’in solcu/sosyalist düsmanligi da surdan: sosyalistlerin dersim toplumunu siniflara böldügünü, dersim toplumuna zarar verdigini, dersim toplumunun birlik bütünlügünü bozdugunu düsünüyor. yani bildigimiz milliyetci/ulusalci fikrin yöresel versiyonu. yöresel milliyetcilik de zaten ulusal milliyetciligin ön asamasi oluyor. o’nun ön asamasi da asiretcilik oluyor.
iste gün zilelicom da kesisen yollar muhafazakar/tutucu/irkci/mezhepci yol oluyor.
ben “dogru elestiri, dogru argümantasyon”a kafa yordugum icin düsücelerim kendi icinde tutarli sistematige sahip ve yazdiklarim kahvehane muhabbeti ya da kulaktan dolma bilgiler degil, arastirmaya, okumaya dayali.
bundan dolayi necip benim yazdiklarimda “acik” bulmakta zorlaniyor. necip yazdiklarimda icerik olarak elestirecek bir malzeme bulamayinca dilbilgisi hatalari aramaya basliyor. neden?
karsidakini asagilamak, ignelemek icin. bunu cok kibarca yaptigi icin bazilari anlamayabilir.
dil insanlar arasinda bir iletisim aracidir. bundan öte anlam yükleyenler dili, kültürü idealize eden bir tür “kültür milliyetcieri” oluyorlar.
yukarda yazdigim cok sayida yorum var. yeterli zaman yeterli özenti ile yazildiginda daha az hatali metinler ortaya cikarken, acele ve özentisiz yazilmis yorumlarda dogal olarak daha cok dilbilgisi hatasi oluyor. fakat simdiye kadar necip de dahil, “sen surda ne demek istemissin, yazdiklarin anlasilmiyor” diyen olmadi. demek ki anlasiliyor. benim icin de önemli olan bicim, gramer degil, icerik/mesaj.
“müdavim” kelimesi piyasadan kalkmis bir sözcüktür. benim icin önemli olan necip’in solculari “miskin” olarak nitelemesi idi, ve bunu ön plana cikarmak icin müdavim kelimesinin yanina solcular’i da ekledim.
2008 nolu dersim milliyetcisi, son söz sana. benim anadilim türkce degil. türkce yazan herkesi türk sanma.
ayrica, dersim milliyetcilerinden alintilar yapacagina bir yorum da sen yazda, hünerini görelim.
Bahsettiğin 3üncü şahıslar senin yazdığın üzerine konuşsa bile, beğenilmeyi “istemek” veya “istememek” fiillerinin kaynağı yine sende. Cümleni daha dikkatli analiz et: Birisi cikar, anarsist olmadigimi soyler; bir digeri de cikar –anarsizmin en temel karakteristiklerinden biri olan– antagonizmimi begenmez.
Taraflar (2 kişi veya fazlası) yazdıkların hakkında konuşurken, “beğenilmek” fiili aklının dehlizlerine bir yerlerde duruyor.
İşte bir “çelişkin” daha: baska kisilerin bir kisiye deger atfetmesi de, ancak ve eger deger atfedilen kisi onlari degerli buluyorsa, bir anlam ifade eder.
“dissal (extrinsic)” olanın seni kıymetli gördüğünü sanıyorsun.
Sen, “egocentric”sin. Daha sonraki aşama ise “megalomaniac”lıktır.
“bu zat’in solcu/sosyalist düsmanligi da surdan: sosyalistlerin dersim toplumunu siniflara böldügünü, dersim toplumuna zarar verdigini, dersim toplumunun birlik bütünlügünü bozdugunu düsünüyor.”
Benimle ittifak (!) olusturdugunu dusundugunuz kisinin hangi baglamda benimle ayni/benzer cizgide oldugunu ben cikaramadim.
Orasi oyle de, solcu gencligin Alevi kulturune ciddi zararlar verdigini dusunen tek zat-i muhterem sizin atifta bulundugunu kisi degil gibi.
Simdi tam hatirlamiyorum nerede okudugumu (galiba T24’teki uzun soylesilerden biriydi); ama, Alevi dedeleri, acikca, solcu genclerin Alevilige verdigi zarari baska hicbir seyin vermedigini soyluyorlardi.
Aleviligi, Cem Evlerini, ve ayinlerini/rituellerini ilkel bulduklarini, Alevi kulturunu bir butun olarak asagiladiklarini; kendi kulturlerini ogrenmek degil, unutturmak icin cabaladiklarini –dolayisiyla da, genclerin kopuk yetistigini–, bu yuzden de, inanilmaz manevi tahribatlara yol actiklarini soyluyorlardi.
Takim/taraf tutmaksizin bakinca, hakli olduklarini soylemek cok da zor degil, bence.
“ben ‘dogru elestiri, dogru argümantasyon’a kafa yordugum icin düsücelerim kendi icinde tutarli sistematige sahip ve yazdiklarim kahvehane muhabbeti ya da kulaktan dolma bilgiler degil, arastirmaya, okumaya dayali.”
Bu cumleyi “ben oyle saniyorum” diyerek daha saglam bir zemine oturtabilirdiniz; ama, yine de teslim etmeliyim, cogu katilimcidan iyisiniz. Dogruya dogru.
“bundan dolayi necip benim yazdiklarimda ‘acik’ bulmakta zorlaniyor. necip yazdiklarimda icerik olarak elestirecek bir malzeme bulamayinca dilbilgisi hatalari aramaya basliyor. neden?”
Haklisiniz. Acik havada saz calip -acemi bir Turkceyle– kebap yiyecegini yazan birisinin aslinda fevkalade muhim icerikli fikirler beyan ettigini farketmemisim. Kabahat benim –mea culpa, yani.
“yukarda yazdigim cok sayida yorum var. yeterli zaman yeterli özenti ile yazildiginda daha az hatali metinler ortaya cikarken, acele ve özentisiz yazilmis yorumlarda dogal olarak daha cok dilbilgisi hatasi oluyor.”
‘Ozen’ ile ‘ozenti’ (ve ‘ozenli’ ile ‘ozensiz’) arasinda ciddi anlam farkliliklari oldugunu, bunlarin da dilbilgisi ile degil dil bilgisi ile aciklanabilecegini soylersem gucenmezsiniz degil mi?
“‘müdavim’ kelimesi piyasadan kalkmis bir sözcüktür.”
Hangi piyasadan?
“benim icin önemli olan necip’in solculari ‘miskin’ olarak nitelemesi idi, ve bunu ön plana cikarmak icin müdavim kelimesinin yanina solcular’i da ekledim.”
Once, ‘miskin’in de tedavulden kalkmis oldugunu iddia etmediginiz icin zat-i alinize medyun-u sukran oldugumu ifade etmeme izin veriniz lutfen.
Sonra da su: Ben, gordugume bakip, dusunduklerimi acikca yaziyorum. Oteki yazida (Fikret Baskaya’nin yazdiklarinda) oldugu uzere, bulunduklari (yan gelip yatageldikleri) mevzileri savunmak adina yalvarisin icine gizlemiyorum.
Kendi fikirleri alıntı olan (sadece MarksİZM gibi bir izm’in/ideolojinin ezberlerini tekrarlayan) birinin muarızlarından alıntı yapmadan cevap vermelerini istemesi ne de tutarlıdır!
Bütün ideolojilerin temelindeki eksiklik aynıdır: İnsanların tamamını kapsayan bütünsel bir bakış açısına değil, sadece bir topluluğun (sınıfsal, cinsel, bölgesel, etnik, inançsal gibi) bakış açısına sahip olmaları.
Bu bakış açısından bakılınca her şeyin ya siyah ya da beyaz (ya da suçlu/masum, haklı/haksız, iyi/kötü, tanrı/şeytan, kurtarıcı/hain) görülmesi kaçınılmazdır.
Kapitalizm/Sosyalizm, Kapitalistler/İşçi sınıfı (ya da eşitliksiz-sınıflı toplum/eşitlikçi-sınıfsız toplum), devletler/devletlerle mücadele eden örgütler-partiler, ezen ulus-ümmet-mezhep-cinsiyet/ezilen ulus-ümmet-mezhep-cinsiyet gibi.
Kısacası, hiçbir ideoloji bu nedenle her şeye bütünsel, objektif, “dışarıdan”, tarafsız (ya da uygun görürseniz “bilimsel”) bakamaz.
* Woodstock
* ‘sex, drugs and rock-n-roll’ gibi onemli unsurlarin eksikligi
* gitmis olsaydim, en buyuk amacim milletle mulakat yapmak da olmazdi, eminim.
* Open-air orgy
Hazcı mısın Necip?
‘Gulun Adi’ isimli eserden firlamis Engizisyon papazlarinin birisi ile burada karsilasacagim pek de aklima gelmezdi.
“Hazcı mısın Necip?”
Israrla soradurdugunuz bu sorunun aslinda hic de anlamli olmadigini gormuyor musunuz?
‘Hazcilik’/’Hedonism’ dediginiz sey bir ideoloji degil; olsa olsa bir yasam bicimidir. Siz, Engizisyon papazi misali, bunu sorgulamak pesindesiniz.
Ikincisi, ‘haz’ dediginiz seyin son derece subjektif bir sey oldugunun da farkinda degilsiniz gibi gorunuyor.
Yani, baskalari icin cile olan bir sey, birileri icin ‘haz’ kaynagi olabilir.
Mesela, arkadaslar, ‘hadi, Cicek Pasajina gidip kafalari cekelim, eglenelim’ dediginde ‘yok, benim yapmam gereken seyler var’ deyip sabahlara kadar bir seyler uzerinde calismak hazcilik midir?
Ya da, pek az kimsenin ilgi duydugu matematiksel ispatlara gunler ayirabilmek?..
Veya, bir burhan ayinine istirak etmek?
Ornekler artirilabilir.
Son ornek de, salakca ve israrla ‘hazci misin?’ sorusu soran birisine sabirla cevap vermek?
Hazcilik midir?
Evetse, evet.
necip,
türk dil kurumunun internet sitesinden “özentisiz” sözcügünün anlamlarindan biri:
“Özenti olmadan, özenti gösterilmeden, özenmeden yapılan.”
gördügün gibi özentisiz ve özensiz sözcükleri ayni anlamda da kullanilabilir.
tekrar edeyim, bicime, gramere fazla takilma, icerige/mesaja bak. yazdiklarimda anlasilmayan birsey olursa sorabilirsin.
anonim 216,
sanki necip’le sahsi bir sorunun varmis gibi bir halin var. senin necip’e yaptigin gibi, ahlakci ve psikolojik elestiriyi dogru bulmuyorum.
örnek: “hazci” etiketi. insan hayattan haz almazsa yasamin bir anlami olur mu?
bir cocugun biraksan 24 saat oyun oynamak istemesi haz aldigi icin degil midir?
marx’in kabaca tasavvurunu yaptigi “komünist toplum” da aslinda temel ihtiyacini karsilayacak kadar calisip, haz/keyif alacak seylere/hobilere mümkün mertebe fazla zaman/enerji ayirmayi öngörmüstür.
para kazanma mecburiyetinin -yeterli parasi olan zengin azinligi saymazsak- insanlarin agzina takilmis bir gem islevi gördügü günümüz kapitalist toplumunda, bir taraftan haz’a/keyif’e olan ihtiyac cok fazla, cünkü insanlar calismaktan/para pesinde kosmaktan gercekten de bunaliyorlar; diger yandan bir insan calismaya ne kadar cok vakit ve enerji harcarsa haz/keyif alacak hobilere kalan zaman/enerji o kadar az olur/oluyor.
necip’ten alinti:
“Bu cumleyi “ben oyle saniyorum” diyerek daha saglam bir zemine oturtabilirdiniz;”
necip, ben arastirma da yapiyorum okuyorum da, gercekte yaptigim bir is icin neden “yaptigimi saniyorum” diyeyim.
örnek: saz calan bir insanin “ben saz caldigimi saniyorum” demesi anlamsiz olmaz mi?
dogru soru sudur: yapiyorsun, ama yaptigin isi ne kadar iyi yapiyorsun?
dise dokunur bir yorum yazmak icin önce okuma arastirma, bilgi, veri lazim. sonra o bilgiden, veriden ne anladigin ve birde hangi sonuclara vardigin önemli.
yani bu is epey bir zahmet istiyor.
kücümsemek gibi olmasin ama bu sitede yorum yazan fikir ve bilgi fukarasi bazi yorumcular “anonim” sifatinin arkasina gizlenerek birde bana tas atiyorlar. örnek, 214 nolu yorumu
“Kendi fikirleri alıntı olan (sadece MarksİZM gibi bir izm’in/ideolojinin ezberlerini tekrarlayan) birinin muarızlarından alıntı yapmadan cevap vermelerini istemesi ne de tutarlıdır!”
benim yazdiklarimda neyi nicin yanlis buluyorsun, karsi argümanini, fikrini, tezi yaz ki ortaya verimli bir fikir tartismasi ciksin. zileli’nin bu sitede yillardir anti-komünizm propagandasi ile kemiklestirdigi bu zat gibi tipler, benim yazdiklarima degil, benim mahlasimda ki “marxist” sifatina bakarak yargilamada buluyorlar.
bundan dolayida senin gibileini ciddiye almak mümkün olmuyor.
“türk dil kurumunun internet sitesinden ‘özentisiz’ sözcügünün anlamlarindan biri: ‘Özenti olmadan, özenti gösterilmeden, özenmeden yapılan.’gördügün gibi özentisiz ve özensiz sözcükleri ayni anlamda da kullanilabilir.”
Sizi cok da kinayamiyorum. Cunku, Turkcenin dogal ortaminda yasamiyorsunuz –bu tabii ki sizin kabahatiniz degil; dahasi bir kabahat de degil, sadece realite.
TDK’ya bakmak da son derece mesru tabii ki. Ama, TDK’daki memurlarin ne kadar ozen gosterdigi tartisilir.
‘Ozen’ + ‘mek’, herhangi bir seyi/isi daha da iyi yapmak icin ozel/ayri bir gayret gostermektir. Yani, eski Turkcedeki karsiligi ‘ihtimam’ gostermektir.
‘Ozen’ + ‘ti’ ise, kisinin (ya da yapilan isin) tam olarak ne oldugunu cok da anlamadigi bir seye/davranisa –acemice– benzemege calismasidir. ‘Pejorative’ bir degerlendirmeye isaret eder.
Turkcede bu tur tuzaklar coktur. Bu da onlardan biridir.
Her ne kadar ‘gez + in + ti’, ‘al + in + ti’, ‘cik + in + ti’ vb vs gibi ornekler cokca varsa da, ‘ozenti’ onlardan birisi degildir (benzer sekilde turetilmis degildir).
Cunku ‘oz + en + ti’ olarak degil [‘oz’ + ‘mek’ yoktur mesela], dogrudan dogruya ‘ozen + ti’ seklinde –nev-i sahsina munhasir– bir turevdir.
“tekrar edeyim, bicime, gramere fazla takilma, icerige/mesaja bak.”
Yok. Oyle degil. Bu dediklerinizin hepsi onemlidir. Sonucta, iletisim dedigimiz sey, eger saglikli yuruyecek ise, onceden uzerinde anlasilmis protokoller uzerinden yurur. Dil (ve onun alt detaylari), bu bakimdan, birincil onemdedir.
Sizin zimnen onerdiginiz ‘sezgicilik’ hem luzumundan fazla zahmetlidir hem de yanlis anlasilmalara fazlasiyla tesnedir.
Kisacasi, dogru anlasilmak istiyorsaniz, ozen gostermeniz gerekir –hatta sarttir.
Aklinizda bulunsun.
Erdoğan’dan Kılıçdaroğlu’na: “Külliye’ye gitmeyeceğim” demişti kuzu kuzu geldi
https://www.youtube.com/watch?v=NAHRpEqgcL4
“ben arastirma da yapiyorum okuyorum da, gercekte yaptigim bir is icin neden ‘yaptigimi saniyorum’ diyeyim.”
Iki sebebi var.
Bir. Tevazu bir olgunluk gostergesidir.
Iki. Siz, yukarida saydiginiz eylemleri eminim yapiyorsunuzdur; ama, yapilacak herseyi bilhakkin yapabildiginizi iddia edebilir misiniz?
Yani, arastirma yapmak ve okumak konusunda son sozu soyleyebileceginizi iddia edebilir misiniz?
Hic sanmiyorum. Kimse edemez cunku.
Bu baglamda, size, Ziya Pasa’dan –cok sevdigim– bir beyit yazayim:
Bir katredir ancak aldigim hep
Derya yine durmada lebalep
Ya da.. [Ingilizcesi]
The things I’ve taken are a drop, no more
The undiminished ocean still crowds the shore
Bunlar sizi acmazsa, Teslim Abdal’dan (Sivas/Sarkişla mahrecli) su turkuyu benim icin calip soylemenizi istirham edecegim.
http://www.turkuler.com/sozler/turku_gel_ha_gonul_havalanma.html
https://www.youtube.com/watch?v=8r8OqFmy8rg
“benim yazdiklarimda neyi nicin yanlis buluyorsun, karsi argümanini, fikrini, tezi yaz ki ortaya verimli bir fikir tartismasi ciksin.”
Söyleyeyim.
Marksizm (ve Leninizm, Troçkizm, Kemalizm, Ottomanizm, Muhammedanizm) gibi bütün İZM’ler adını aldıkları kişilerin (Marks, Lenin, Troçki, Kemal, Osmanlılar, Muhammed) yaşadıkları zaman ve mekanın (19. yy. Avrupası, 20. yy. başı Rusya ve Türkiyesi, 14. ve 20. yy.’lar arası Yakın Doğu’su, 7. yy. başı Arap yarımadası gibi) ürünüdürler.
Dolayısıyla, bu zaman ve mekanlar içinde yaşamayan kişilerin, söz konusu zaman ve mekanların ürünü İZM’lerin fikirlerini benimsemesi demek, kendi gerçeklerinin yerine başka (ve artık ortadan kalkmış olan) gerçekleri benimsemeleri demektir.
(Anarşizm belki bu İZM’lerin bir istisnası olabilir, ama bu da tartışmaya açıktır.)
Kapitalizm (anti-kapitalistlerin kullandığı olumsuz anlamıyla kullanacak olursak) sanayi devriminin başlangıcında nüfusun büyük bir bölümünün çok uzun süre ve kötü koşullarda, çok düşük ücretler karşılığında çalıştırıldığı bir dönenim adı olabilir. Günümüzde bu durumun (belki o dönemdeki kadar olmasa bile) devam ettiği ülkeler için de kullanılabilir.
Ancak günümüzde bu koşullarda çalışanların azınlıkta kaldığı, nüfusun büyük bir bölümünü şehirli, beyaz yakalı ve öğrenci gençlik gibi orta sınıf mensuplarının oluşturduğu, hatta zenginlerin ve üst sınıflara mensup olanların nüfustaki oranın ciddi şekilde yükseldiği, diğer ifadeyle zenginliğin yayıldığı ülkelerde ya “kapitalizm” yoktur, ya da bu kapitalizm çok büyük değişiklikler geçirmiş, adeta başka bir sistem haline gelmiş bir “kapitalizm”dir. Diğer ifadeyle bunların ikisi “aynı” kapitalizm olamaz.
kendini alim sanan kara cahiller
224 anonim,
ben yukarda farkli bircok konuda fikirlerimi yazdim. sana da dedim, “bu konular hakkinda sen de fikir beyaninda bulun ki fikir tartismasi yapalim. yani tipki necip’in ve benim yaptigim gibi, benim yorumlarimdan alinti yap ve fikirlerimi elestir.
sen bunu karsiliginda kuran ayeti gibi ezberledigin sacma sapan seyleri tekrar edip duruyorsun.
1. senin niyetin üzüm yemek degil bagciyi dövmek
2. sende fikir de sifir bilgi de sifir
3. benim yazdiklarimi okumadan anlamadan, sirf mahlasimda ki “marxist” sifatina bakarak bana satasiyorsun.
benim burda ki amacim cesitli konularda fikir tartismasi yapmak. cahil cühela ile, bos beles insanlarla kavga etmeyi zaman ve enerji kaybi olarak görüyorum fakat, cahilin cehaletini yüzüne vurmasan kendini alim sanar. onun icin bana satasirsan agzinin payini da alirsin, ona göre haberin olsun.
İddianameye göre darbecilerin Öcalan planı
Diyarbakır’da FETÖ iddianamesinde FETÖ/PDY terör örgütünün, PKK terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın öldürülerek Türkiye’de bir iç savaş çıkarılmasını planladığı önü sürüldü.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili 2 general ve 2 albayla ilgili hazırladığı iddianamede, tutuklulardan Hava Kuvvetleri Komutanlığı Genel Sekreter Yardımcısı Kurmay Albay Ali Durmuş’un Eskişehir’de görevli Pilot Yüzbaşı Yavuz İstek’i arayarak “PKK terör örgütü liderine operasyon yapılacağını” söylediği belirtildi. İddianamede, FETÖ/PDY terör örgütünün, PKK terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın öldürülerek Türkiye’de bir iç savaş çıkarılmasını planladığı önü sürüldü. Savcılık sorgusunda Öcalan’ın öldürülmesi iddiası sorulan Albay Ali Durmuş ise, “PKK elebaşına yönelik bir operasyonla ilgili Yavuz İstek’e bir beyanım olmadı. Böyle birşey zihnimden dahi geçmedi” dedi.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında Diyarbakır’da görev yapan Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı 2 general ve 2 albaya yönelik soruşturmayı yürüten savcı hazırladığı iddianamede çarpıcı ayrıntılara yer verdi. İddianamede, FETÖ/PDY terör örgütünün yapılanmasını anlatan savcı, dosyanın şüphelileri olan 2’nci Birleştirilmiş Hava Harekat Merkezi Komutanı Tümgeneral Atilla Darendeli, 8’inci Ana Jet Üs Komutanı Tuğgeneral Deniz Kartepe, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Genel Sekreter Yardımcısı Kurmay Albay Ali Durmuş ve 2’nci Birleştirilmiş Hava Hareket Merkezi Amiri Kurmay Albay Bülent Gürdoğan’ın eylemlerini yazdı.
ASKERİ HATTAN PKK LİDERİNE OPERASYON TALİMATI
Hazırlanan iddianamede, Eskişehir’de görevli Pilot Yüzbaşı Yavuz İstek’in darbe teşebbüsünden sonra verdiği çarpıcı bir ifadeye de yer aldı. İfadesinde 12 Temmuz günü Hava Kuvvetleri Komutanlığı Genel Sekreterliğinde görevli Albay Ali Durmuş’un askeri hattan telefonla kendisini aradığını belirten İstek, “PKK terör örgütü liderine yönelik bir operasyon yapılacağını, benim de birikimimden yararlanmak istediklerini söyledi” dedi.
ESKİŞEHİR’DEN DİYARBAKIR’A PİLOT GETİRTİLDİ
Şüpheli Albay Ali Durmuş’un darbe planlaması doğrultusunda Eskişehir’de Pilot Yüzbaşı Yavuz İstek’i arayarak özel görev olduğunu söyleyip, Diyarbakır’a çağırdığını belirten savcı, 15 Temmuz günü F-16’ları gasp eden pilotlardan Yavuz İstek’in de bu istek doğrultusunda kendi birliğinden izin alarak Diyarbakır’a geldiğini kaydetti. Albay Durmuş’un, 14 Temmuz günü akşam saatlerinde tarifeli uçakla Diyarbakır’a geldiğini ifade eden savcı, şüphelinin aynı gün saat 23.30 sıralarında 182’nci Filo Komutanı İbrahim Yozgat’ın odasında savaş uçaklarını gasp eden 3 pilot ile toplantı yaptığını vurguladı. Toplantıda darbe girişimi ve gasp edilen savaş uçaklarının kalkışının planlandığını ifade eden savcı, Albay Durmuş’un sonraki gün tarifeli uçakla Ankara’ya döndüğünü kaydetti.
ÖCALAN’I ÖLDÜREREK İÇ SAVAŞ ÇIKARMA PLANI
Darbe girişiminde bulunan Fethullahçı terör örgütünün İmralı’da bulunan PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ı öldürerek, Türkiye’de bir iç savaş çıkarılmasını planladığı belirtilen iddianamede, planlamayı yaptığı ileri sürülen Kurmay Albay Ali Durmuş’un bu konudaki ifadesi de yer aldı. Savcılık sorgusunda Öcalan’ın öldürülmesi konusu sorulan Albay Durmuş ifadesinde şöyle dedi: “Yavuz İstek’i geri hizmet uçuşuna davet etmedim. Sadece Diyarbakır’da olup olmadığını sordum. PKK elebaşına yönelik bir operasyonla ilgili Yavuz İstek’e bir beyanım olmadı. Böyle birşey zihnimden dahi geçmedi.”
DARBENİN HAVA KUVVETLERİ PLANLAYICISI CEZAEVİNDE TEHDİT ETMİŞ
Albay Ali Durmuş’un darbeye teşebbüsün Hava Kuvvetleri ayağının planlayıcısı olduğunu ve bu amaçla Akıncı Hava Üssünde bulunduğunu belirten savcı, gözaltına alınıp Diyarbakır’a getirilen şüphelinin burada tutuklandığını kaydetti. Darbe teşebbüsü soruşturmasında tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Yüzbaşı Ali Osman Uzun’un “Albay Ali Durmuş’un normal görev yeri Eskişehir’dir. Bu geliş sebebinin normal olmadığını düşünüyorum. Benim tahminim bu kişinin geliş sebebi yapılacak darbe girişimine ilişkin bilgi verme amaçlıdır” diye ifade verdiğini belirten savcı, Yüzbaşı Uzun’un cezaevinde Albay Ali Durmuş tarafından tehdit edildiğini kaydetti.
Tahliye edildikten sonra 12 Ekim 2016 tarihinde savcılığa yeniden ifade veren Yüzbaşı Uzun’un “Darbeye teşebbüs olayıyla ilgili 3 ay cezaevinde tutuklu kalıp, tahliye oldum. Cezaevinde dosya şüphelilerinden Ali Durmuş ve Bülent Gürdoğan ile aynı koğuşta kaldım. Ali Durmuş cezaevinde bana ‘Sen darbeyi engellemek için Başbakanlığın emriyle uçtun. Ama bak şimdi cezaevindesin. Bu hükümet devrilecek. Biz dışarı çıkacağız ama sen yine cezaevinde olacaksın’ şeklinde tehdit etti” dediğini belirten savcı, Albay Ali Durmuş ile Albay Bülent Gürdoğan’ın kendi aralarında konuşmalarında sürekli olarak hükümetin devrileceğini ve kendilerinin çıkacağını söylediğin ifade etti.
http://www.hurriyet.com.tr/iddianameye-gore-darbecilerin-ocalan-plani-40410434
İdeolojiler insanlara sahip olur. Fikirler ise onların sahip olduklarıdır. İnsanların birbirleriyle ilişkilerinde bloklar halinde ideolojiler konuştuğu zaman bir anlaşma olanağı kalmayacaktır. Oysa fikirlere sahip olan insanların anlaşma şansı her zaman daha fazladır.
Üslûb-u Beyan, Ayniyle İnsan!
Sartre “Liberal iğrenç bir sözcüktür” demişti.
Marksizm de böyle bir sözcük haline gelmeye başladı.
Bazan tersimize gelir –ters bir animiza rastlar– ve yanlis baslamis ilmek oradan orulur gider. Tatsiz baslar, tatsiz devam eder, demek istiyorum. Benim de basima gelmistir.
Marksist Arguman ile anonim yazan arkadasimizin arasindaki tartisma da bana bu ihtimali cagristiryor.
[Keske, anonim yazmak yerine, herhangi bir mahlasla yazsa herkes cok daha iyi olur gibi. Bu haliyle, kimin kime cevap verdigini takip etmek kolay olmuyor ve karisikliklara yol aciyor.]
Neyse.
Konuya doneyim –en azindan, benim ilismek istedigim kismina:
Once, Demir Kucukaydin’in yukaridaki yazisinda –kafa karisikligi dedigim– noktayi, benim anladigi sekilde, azicik acayim.
Uzun zamandir, ben, dinleri –ahiret, cennet, cehennem filan gibi detaylarini sadece dunyevi tarafini guclendirmek amacli unsurlar sayarak– bir ‘standardizasyon faaliyeti’ olarak genelleyebilecegim kanaatindeyim.
Yani, dinler, mensuplari icin dunyevi hayati duzenlemek amaci guderler –bu amacla vardirlar. Bu temel amacin disindaki detaylari teferruat sayabiliriz.
Fakat, bu ‘temel amac’i bir nirengi noktasi olarak kabul edersek, ‘mensuplari icin dunyevi hayati duzenlemek amaci guden’ tek yapinin ‘din’ler olmadigini da goruruz.
Daha dogrusu, onlara ‘din’ demiyoruz genelde.
‘Ideoloji’ diyoruz.
Klasik anlamda bilinen ‘din’lere gicik olanlarin sectigi bir kelimedir sadece.
Bu bakimdan Demir Kucukaydin’in anlatmaga calistigi seyi anlayabildigimi dusunuyorum.
Fakat, bunun devami da var:
Peygamberler, resuller filan..
Baska bir yazida, ben, adina ‘peygamber’, ‘resul’, ‘elci’ vb dedigimiz insanlarin da –bugunku terminolojideki karsiliginin– ‘devrimci’ hatta ‘solcu’ olmasi gerektigini yazmistim.
Hala daha (ve hep) ayni kanaatteyim.
[‘Vahyolunhdu’; ‘Allahtan geldi’ filan gibi aciklamalarin rasyonelitesine de cok takmamak lazim. Bu aciklamalarin bin turlu sebebi olabilir. Bir tanesi de, sorumlulugun tamamini ustlenmek istemeyis endisesi bile olabilir.]
Bu cizgide konuyu daha da detaylandirabilirim ama gerek yok bence –buradaki baska herkes de bunu yapabilir.
Fakat, daha ilginc buldugum bir baska seye isaret etmek isterim:
Dinler tarihine gozattigmiz zaman, genis topluluklari etki altina alis olan dinlerin cografyasi ile, devrin ekonomik faaaliyetlerinin canliliginin (genel anlamda zenginligin de diyebiliriz) yuksek oldugu cografyalarin cogunlukla cakistigini da gorebiliyoruz.
Ilk ve en eski olanlar Uzak Dogu dedigimiz cografyada, daha sonra da Yakin Dogu (ya da Orta Dogu) –yani, bizim cografyamiz–, hem en etkili/yaygin dinleri cikarmis; hem de cok sayida ‘peygamber’, ‘resul’, ‘elci’ vb..
Daha sonralari.. ekonomim canlilik/zenginlik Avrupa’ya (Batiya) gectigi gunden beri de Avrupa’nin (Batinin) dinleri (ideolojileri), ‘peygamber’leri, ‘resul’leri, ‘elci’leri (ideologlari, dusunurleri vs) dunyayi kasip kavurmus. Etkisi giderek azalmakta olsa bile, hala daha bu cagi yasiyoruz.
Boyle geriye cekilip, uzaktan bakinca, hem ideolojiler hem de dinler acisindan farkli bir perspektif de sozkonusudur; ve, aslinda aralarinda cok da fark olmadigi gorulebilir.
Hepsi birer standardlastirma faaliyeti urunudur ve idrakimize giydirilmis (gisydirilmis olmasini da bazan bizim istedigimiz) deli gomlekleridir.
Her birini icelemek, ve –uslubunca– elestirmek, evet; ama, herhangi birine hasim olmak bence anlamli degil.
bu sözler 229 nolu yorumcuya gelsin:
-Cahil İle Etme Sohbet Her Sözü Bir Baş İncidir
Cahilde Kem Boş Söz Çok Olur Kendisini Derya Bilir
asik dücari
-Bilgisiz bir kimse, savaş davuluna benzer, sesi çok, içi boştur. Sadi
-Cahil sual sormaz. Benjamin Disraeli
-İnsanın cahil olduğunu bilmesi, ilme atılmış ilk adımdır. Benjamin Franklin
-Cahile söz anlatmak, köre renk tarifi gibidir. İmam Evzai
böyle hocanin böyle cemaati olur
“günzileli.com cemaati” neden akil, fikir, mantik, bilgi fukarasi bir cemaattir?
hocadan kastim kimdir: gün zileli
hoca efendiyi yeterince elestirdim, elestiriyorum. birde cemaati mercek alalim.
günzileli.com cemaati zihni yoracak bir konuya asla kafa yormaz; icerikle degil sürekli olarak görüntüyle ugrasir.
benim yazdiklarimi, icerigi, konuyu, fikirlerimi degil; mahlasimda ki “marxist” etiketini tartisir.
ekonominin isleyisini, üretim prensiplerini merak etmez, ekonominin adini, sözcükleri tartisir.
kapitalist ekonomi, serbest piyasa ekonomisi, rekabetci pazar ekonomisi, adi önemli degil, bütün adlandirmalarla kastedilen günümüz ekonomisidir.
ben ekonominin ismini/adini degil, bizzat kendisini tartismak istiyorum.
fakat günzileli.com cemaati sözcüklerin kastettigi olguyu degil, sözcügün isaret ettigi olguyu adindan soyutlayarak, sözcügün kendisini tartisir; ali, ahmet, mehmet vs. isimlerini tasiyan insanlari tartismaz, bu isimleri, o insanlardan soyutlayarak, o insanlardan bagimsiz olarak bir sözcük olarak isimleri tartisir.
neden? cünkü günzileli.com cemaatinin olgular hakkinda hemen hemen hicbir bilgisi, fikri yoktur. dahasi, bilgi edinme, fikir sahibi olma, mantikli düsünme, analiz yapma, anlama, socun cikarma, bütün bunlarin hicbiri günzileli.com cemaatinin ilgi alanina girmez.
Soru gayet açık, anlaşılır.
1. “Engizisyon mahkemeleri” bugün mevcut değil.
2. Engizisyon mahkemelerinin bugün mevcut olmaması, “Gülün Adı” kitabını kendine referans almanın yolunu açmaz.
3. “Bugün mevcut olmadığına göre” engizisyon mahkemelerine dahil olmam mümkün değil (o yıllarda yaşasaydım dahil olmazdım), ve bugün mevcut olan hiçbir mahkemenin üyesi değilim.
4. Soruyu, 19 Şubat 2016’dan beri yaşamayan Umberto Eco değil, sen yanıtlayacaksın.
5. Sorunun anlamlı olup/olmadığının kararını veren sen değilsin veya bir başkası değil.
6. Kelimenin subjektif olup/olmadığını sormadım. Lüzumsuz örnek silsilenle, soruyu gözünden uzaklaştırmaya uğraşma. “Hazcı mısın Necip?” sorusunu direkt sordum, gayet açık, anlaşılır.
Sorunun etrafında dolaşma, soruya cevap ver:
* Woodstock
* ‘sex, drugs and rock-n-roll’ gibi onemli unsurlarin eksikligi
* gitmis olsaydim, en buyuk amacim milletle mulakat yapmak da olmazdi, eminim.
* Open-air orgy
Hazcı mısın Necip?
günzileli.com cemaatinin sürekli olarak bir olguyu ismindan soyutlayarak, ismi/kavrami tartismasi neden sacmaliktir?
örnek: kemalizm
ister kemalizm densin, ister atatürkcülük, istersede m. kemal’in düsünceleri/devrimleri/eseri vs. densin, kastedilen olgu ayni seydir; bundan dolayi m. kemal denilen devlet adaminin icraatlarini, fikirlerini tartismak yerine, “kemalizm, atatürkcülük” vs. gibi kavramlari iceriginden soyutlayarak tartismak sacmaligin daniskasidir.
türkiyede “kemalizm/atatürkcülük” dendiginde anlasilmasi gereken nedir?
cevap: hilafet ve monarsi ile yönetilen osmanli devletinin mirascisi olarak olarak kurulan t.c. devletinin, osmanlidan farkli olarak laik bir modern ulus devlet olarak kurulmasi. yani kemalist devletin, osmanli ile farki, ya da söyle diyelim, kemalist devletin osmanli mirasinda red edip degistirdikleri ögeler, günümüzde kemalist fraksiyon ile islamci fraksiyon arasinda kavga konusu olan ögelerdir.
hal böyleyken, kemalizmi bir devlet programi olarak görmeyip, sanki soyut bir ideoloji imis gibi tartisan günzileli.com cemaatinin yaptigi sacmalik degilse nedir?
bu kemalizm örnegini aynen marxizm, kapitalizm, sosyalizm vs. gibi örneklere de uyarlayabiliriz.
sonuc: bir olgunun, fenomenin, gercegin kendisini, icerigini, karakterini tartismak yerine, olgunun ismini tartismak, sanki öyle bir olgu yokmus gibi soyut bir felsefik kavram/ideoloji tartismasi yapanlarin yaptigi sözümona fikir tartismasinin seviyesi kahvehane muhabbeti seviyesidir; ciddiye alinacak hicbir tarafi yoktur.
necip’in 213 nolu yorumundan alinti:
“Aleviligi, Cem Evlerini, ve ayinlerini/rituellerini ilkel bulduklarini, Alevi kulturunu bir butun olarak asagiladiklarini; kendi kulturlerini ogrenmek degil, unutturmak icin cabaladiklarini –dolayisiyla da, genclerin kopuk yetistigini–, bu yuzden de, inanilmaz manevi tahribatlara yol actiklarini soyluyorlardi.
Takim/taraf tutmaksizin bakinca, hakli olduklarini soylemek cok da zor degil, bence.”
evet, insan, adina “kültür” dedigi her adet. töre, gelenek, görenegi mutlaka korunmas, yasatilmasi ve hatta gelecek kusaklara aktarilmasi gereken manevi bir “deger/emanet” olarak görüyorsa böyle düsünmesi/algilamasi normal.
“…genclerin kopuk yetistigini…”
neyden kopuk? gecmisten.
gecmisten kopmanin sakincalari ne olabilir ki?
“gecmisi” bir bag olarak bu kadar degerli kilan nedir ki acaba?
“manevi tahribat”
“maneviyat” soyut bir kavram ve bununla daha cok inanc kastediliyor anladigim kadariyla.
ben bir ateist olarak o “maneviyatin” eksikligini, özlemini hic cekmiyorum.
birincisi, herseyin satilik oldugu ve parayla ölcüldügü materyalist kapitalist toplumda “maneviyatin” ayakta “maddiyata” kafa tutmasi birat zor.
ikincisi, diger yandan insan iliskilerinin paraya/maddiyata endeskli cikar iliskileri oldugu günümüz kapitalist toplumunda “maneviyat” cogu insan icin siginilacak bir liman islevi görür.
materyalist/paraci iliskilerin soguklugunda hakli olarak üsüyen insanlarin isindiklari sicak liman oluyor maneviyat.
din ve kapitalizm, birbirini ne de güzel tamamliyorlar.
evet, maneviyat yolculari kalmasin, otobüs kalkiyor!
“‘maneviyat’ soyut bir kavram ve bununla daha cok inanc kastediliyor anladigim kadariyla.
ben bir ateist olarak o ‘maneviyatin’ eksikligini, özlemini hic cekmiyorum.”
Konuyla dolayli alakali olan bir seyle baslayayim:
Benim, Turkiye’de yasayanlar ve Turkce konusanlar olarak, kendimizden en buyuk sikayetlerimden birisi de kelimelerin anlamlarini guncelleyerek genisletemeyisimizdir.
Bunu yapmak yerine, kelimeyi eskide birakmagi, cope atmagi tercih ediyoruz.
Ben, bunu hem fakirlesmek hem de (yeni kelimeleri herkes hep ayni sekilde anlamadigi icin) anlasma zeminini –farkinda olmaksizin– tahrip etmek olarak gorurum.
‘Maneviyat’ kelimesi de bunlardan birisi.
‘Maddi/materyal olmayan seyler’ anlamina gelir ve din ve inanc ile dogrudan bir bagi yoktur –olmak zorunda degil; olsa da gam degil.
Bunu soyleyip aradan cikardiktan sonra, sizin dediklerinize doneyim:
Hangi aidiyetten (Alevi, Sunni ya da baska bir sey) olursaniz olun, sizin ‘maneviyat’ diyerek bir kenara supurdugunuz sey, icinden ciktiginiz toplumun ‘birikimi’dir.
Bu ‘birikim’in sizin de hayatinizi yonlendirmesi gerekmez, tabii ki; ama, tipki kisinin kendi ebeveyninin hayatini ve hastaliklarini (ve biyolojik zaaflarini) bilmegi reddetmesi gibidir.
Bilseydiniz tedbir alabilceginiz bir illet/hastalik aniden nuksedebilir veya telaslanmak gereken bir sey olmadigini, gecici oldugunu bilip rahat edebilirdiniz.
Bunlari bilmezseniz, ‘keske dinleseydim, ogrenseydim’ demek noktasina gelip pisman olabilirsiniz.
Baska bir deyisle, ‘maneviyat’ (yani, bence, ‘birikim’) illa ve her zaman uygulamada devam ettirilmek icin degil; bazan da yanlislarindan sakinabilmek icin bilinmelidir.
Bu bakimdan, ‘benim ihtiyacim yok; eksikligini hissetmiyorum’ demek, nasil diyeyim, akilli adamin diyecegi laf degil pek.
“birincisi, herseyin satilik oldugu ve parayla ölcüldügü materyalist kapitalist toplumda ‘maneviyatin’ ayakta ‘maddiyata’ kafa tutmasi biraz zor.”
Ben, bu cumledeki gizli/zimni onermenin dogru oldugundan hic de emin degilim: ‘Eskiden maddiyatin onemi cok daha az idi’ diyebilir miyiz?
Diyebiliriz, tabii ki –ozellikle de, eskimizi bilmez ve yerine muhayyel bir ‘la la land’ koyarsak…
“ikincisi, diger yandan insan iliskilerinin paraya/maddiyata endeskli cikar iliskileri oldugu günümüz kapitalist toplumunda ‘maneviyat’ cogu insan icin siginilacak bir liman islevi görür.”
Bunun neresi yanlis ya da zararli?
“materyalist/paraci iliskilerin soguklugunda hakli olarak üsüyen insanlarin isindiklari sicak liman oluyor maneviyat.”
Yani, zaman zaman da olsa, ise yarayan bir koru(n)ma mekanizmasi. Fena mi?
“din ve kapitalizm, birbirini ne de güzel tamamliyorlar.”
Burada kullandiginiz her iki kelimenin de kavramsal olarak ne yeni ne de eski oldugunun farkindasiniz degil mi?
“evet, maneviyat yolculari kalmasin, otobüs kalkiyor!”
Bir otobuse sigacak gibi degil ki.
Acaba Gün Zileli’ye de “bedeni ihtiyar ama beyni genç amca rolü”nü verirler mi?
Hollywood el attı: YPG saflarında IŞİD’le savaşan anarşistlerin hikayesi filme çekiliyor.
Suriye’de IŞİD’i yenmek için Halk Savunma Birlikleri’ne (YPG) katılan Amerikalı anarşistlerin hikayesi filme çekiliyor.
Daniel Espinosa’nın çekeceği filmde başrolde ABD’li oyuncu Jake Gyllenhaal oynayacak.
Hollywood Reporter’da yer alan habere göre Espinosa’nın Rolling Stone’da Seth Harp’ın “Anarşistler ve IŞİD” adlı yazısına dayanarak hazırlayacağı filmin senaryosu, gerçek hikayeden uyarlanacak.
http://www.hollywoodreporter.com/news/jake-gyllenhaal-daniel-espinosa-team-up-isis-drama-anarchists-isis-988384
http://www.rollingstone.com/politics/features/american-anarchists-ypg-kurdish-militia-syria-isis-islamic-state-w466069
Filmde Amerikalı aktivistlerin Suriye’de IŞİD’i yenmek için Kürt militanların yanına dahil olarak “anarşist bir kolektif” kurması anlatılacak.
Yapımcı Riva Marker proje hakkında şunları söyledi: “Özellikle dünyayla daha az ilişki kurduğumuz günümüzde kimlik arayışıyla ilgili konular ilgimizi çekmeye başladı. Seth’in hikayesi, en acımasız koşullarda tanıdık olan her şeyi bırakmakla ilgili.”
Filmin hazırlıklarına ne zaman başlanacağına ilişkinse bilgi verilmedi.
Film, Espinosa ve Gyllenhaal’in bir araya geldiği ilk proje değil. Gyllenhaal, Espinosa’nın 2017 yapımı “Life” adlı bilimkurgu filminde de başrolde.
http://www.diken.com.tr/filmi-yolda-ypg-saflarinda-iside-karsi-savasan-amerikali-anarsistler/
Bu referandumda ne yapalım?
Tatava mı yapalım?
#HAYIR’a basıp geçelim mi?
Hangisi?
zileli’nin yazisindan alinti:
“Her şeyin AKP kurmaylarınca başından itibaren planlandığı çok açık. Baktılar ki, bu iş böyle giderse HAYIR kazanacak, oturup bir provokasyon planı yaptılar.”
zileli bircok yazisinda oldugu gibi bu yaziyi da komplo teorisi mantigi ile yazmis; gercek hayati/toplumsal olaylari, bir roman kurgusu gibi, bir film senaryosu gibi tasarlanabilir sanan bir bakis acisi; hayati ve dünyayi anlamaktan aciz bir mantik.
“AKP iktidarının, oylarını aynı seviyede tutmak veya düşmesini önlemek için gerilim ve savaştan başka bir silahı kalmamış durumda.”
birincisi, “gerilim ve savas” bir iktidara oy/arti puan getiriyorsa, öyleyse su soruyu sorup, cevabini aramak lazim: nasil bir dünyada yasiyoruz ki, devleti yöneten siyasetciler gerilim ve savas ile insanlarin tepkisini degil, tam tersine destegini aliyorlar. kapitalist dünyada “gerilim ve savasi” bu derece “cekici” kilan nedir ki acaba?
ikincisi, zileli’nin yukarda yazdiklarini sinamadan dogru kabul edersek, mantiken söyle bir sonuca varmamiz gerekmez mi: “gerilim ve savas”a prim veren halki/vatandasi elestirmek.
zileli yukarda bunu yapiyor mu, yapmiyor.
neden: “halk” hem idealize edildigi icin hemde halk, iktidar mücadelesinde kazanilmasi gereken “manevra kütlesi-manevriermasse” oldugu icin ve zileli de iktidar mücadelesinin aktif bir tarafi oldugu icin halki elestirmek isine gelmiyor.
zileli’nin yazisindan alinti:
“Şundan dolayı oyuna gelmektir: düşmanınız sizin ne yapmanızı istiyorsa onu yapmayacaksınız. Ne yapmamanızı istiyorsa onu yapacaksınız. Bu, mücadelenin altın kuralıdır. AKP sizin bu sert tutumunuz karşısında ellerini mi ovuşturuyor, ajitasyonunu on misline mi çıkartıyor, iyice çığırtkanlaşıyor mu? O zaman durup düşüneceksiniz nerede hata yaptım diye. AKP’nin planı bakanlarının konuşmalarının Avrupa ülkeleri tarafından yasaklanmasıydı. Bu yasaklamayı yaparak onun ekmeğine yağ sürdünüz.”
hollanda’nin türkiye ile diplomatik gerilimi artirmasinin sebebi, zileli’nin de yazisinda belirttigi gibi hollanda secimleri. yani ideolojik harci ulusalcilik/milliyetcilik olan günümüz ulus devletlerinde, halka önce devlet/siyaset sinifi tarafindan bol miktarda milliyetcilik enjekte edilir; böylelikle “vatanseverlik” mevzusunda “hassaslasan” halkin bu hassas duygulari gerektigi zaman yine siyasetciler tarafindan “kasinir” ve oy’a cevrilir.
bunu tespit ettikten sonra hala zileli’nin yaptigi gibi: “hollanda akp’nin oyununa geldi” demek mantiksizligin bir ürünü degilse nedir?
yani, önce hollandada ki iktidar parisinin fasist muhalefete milliyetcilikte papuc birakmamak icin türkiye ile diplomatik gerilimi bilincli olarak tirmandirdigini dogru bir sekilde tespit edeceksin, sonra da “hollanda ki iktidar akp’nin oyununa geldi” diyeceksin.
zileli, yukarda ki alintida siyasetin kitabini yazmis günümüz “machiavelli” pozlariyla hollanda hükümetine akil satiyor; danismanlik yapiyor.
sayin zileli, hollanda ve türkiye’nin düsman oldugunu nerden cikardiniz?
hollanda ve türkiye devletleri diplomatik ve ticari iliskilere sahip iki “dost” devlettir.
siyasetin s’sini anlamamissiniz, siyasetin kitabini yazmis gibi yazi yaziyorsunuz.
zileli’nin yazisindan alinti:
“Ben Almanya’nın ve Hollanda’nın yerinde olsam, konuşturmamak, konsolosluğa sokmamak, sınır dışı etmek gibi saçma sapan ve gerçekten de AKP’den geri kalmayan baskıcı bir profil verecek uygulamalar yerine, “kaldırım bakanları”nın ya da AKP’lilerin konuşma özgürlüğüne saygı gösterir ve bu konuda onlara bir de demokrasi dersi vermiş olurdum. Eğer AKP iktidarı bir yaptırımı hak ediyorsa – ki bence ediyor – bu yaptırım özgürlükler alanında değil, ekonomi alanında olmalıydı.”
zileli burda avrupali siyasetcilere yine akil veriyor.
sözkonusu rusya, iran, küba vs. olunca ticari yaptirim ve amborgu uygulamada tereddüt etmeyen batili emperyalistler, is türkiyeye gelince neden o koz’u kullanmiyorlar.
zileli’nin avrupalilara akil satmasina bakilirsa, zileli zanediyor ki avrupalilar “ticari yaptirim” kozunu unutmuslar; hatilatiyor.
zileli, uluslararasi siyasetin s’sini bile anlamadigi icin böyle seyler yaziyor.
“ticari yaptirim, ambargo” gibi uygulamar “rakip/düsman rejim-rakip/düsman devlet” olarak kategorize edilmis rejimlere/devletlere uygulanir.
her devlet kendi basina bir egemen oldugu ve bu egemenlik rakiplerin alehinde sürekli bir genisleme egilimine ve karakterine sahip oldugu icin, devletlerarasi iliskiler ister istemez rakiplik iliskileridir.
fakat her devletin diger devletlere yapacagi muamele ile ilgili bir pusulasi vardir: dost/müttefik devlet/rejim, nötr devlet/rejim, düsman devlet/rejim vs.
t.c ile hollanda nato müttefigi degiller mi? evet.
t.c. avrupa birligi adaylik üyesi degil midir? evet.
ben, bir nato devletinin diger bir nato devletine ticari yaptirim/ambargo vs. uyguladigini görmedim, duymadim. bilen varsa söylesin.
ben, bir AB üyesi devletin diger bir AB üyesi ya da AB üyelik adayi devlete ticari yaptirim/ambargo uyguladigini görmedim, duymadim. bilen varsa yazsin.
demek ki AB tarafindan t.c.’ye ticari ambargo uygulamasinda önce atimasi gereken adimlar var: t.c.’nin nato’dan cikarilmasi, t.c.’nin AB üyelik adayliginin düsürülmesi vs.
almanya ve hollanda’nin akp bakanlarina yönelik tavrina zileli anlam verememis ve “sacma sapan” olarak degerlendirmis.
“günzileli.com cemaati”ne yönelik yukarda bir alinti yapmistim: “cahil soru sormaz.”
bunu zileli’ye söyle uyarlayabiliriz: cok bilmis soru sormaz; cünkü o zaten herseyi biliyor, herseyin cevabi kafasinda hazir.
almanya ve hollanda’nin tavrini nasil aciklamak lazim?
cevap: bu tür diplomatik tavir ve hamleler devletlerarasi güc ve hiyerarsi iliskilerini yansitir; icabinda yeniden düzenler, ya da karsidakine “sen kiminle dans ettigini farkinda misin” hatirlatmasinda bulunur.
yani hollanda ve almanya’nin t.c’ye/akp hükümetine tavri: “sen kiminle dans ettigini farkinda degilsin galiba” tavridir.
almanya ve hollanda ayni tavri diyelim ki A.B.D.’ye karsi, amerikali siyasetcilere karsi gösterebilir mi? gösteemez, sikar. cünkü karsida dünyanin bir numarali süper gücü var.
örnek: amerikan istihbarat örgütü nsa calisani, demokrasi idealisti snowden, nsa’nin insanlari, yatak odasina kadar dinlemesinden “hayal kirikligina” ugrayip itiraflarda bulunmustu.
almanya, snowden’a iltica hakki tanimadi. neden?
birincisi, A.B.D., almanya’nin iyi bir müttefigidir.
ikincisi, almanya, sirf snowden icin, A.B.D. gibi dünyanin bir numarali süper gücü ile diplomatik bir krizi göze almaz, almak istemez, biraz sikar cünkü.
Sadece son 150-200 yıla bakıp gördüğü şeylere “kapitalizm”, “emperyalizm”, “ulusçuluk” gibi yapay sistem adları veren insanlar bunların kökünü, aradaki devamlılığı göremez.
Örneğin “TC” denilen devlet, onu kuran kadroların kökeninden de anlaşılacağı üzere, “Osmanlı” denilen devletin devamıdır. Osmanlı denilen devlet ise kendi kadrolarının yanı sıra Bizansın ve Anadolu beyliklerinin kadrolarını da hizmetine aldığından aynı zamanda onların da devamıdır. Anadolu beylikleri ise büyük ölçüde “Anadolu Selçukluları” denilen devletin devamıydı. Bu beyliklerin kurucularının çoğu o devletin yöneticileriydi.
Burada bir “sistem”in zorlamasından çok doğal bir devamlılık söz konusu.
Necip’in özellikle dikkat çekmeye çalıştığı ama burada kimsenin değinmediği şehirleşme olgusu da böyledir.
Bir şehri, mesela İstanbul’u ele alalım. Önce Antik Çağ’da Byzantion olarak kurulmuş, ardından Roma ve Bizans başkenti Konstantinopolis olarak gelişmesini sürdürmüş, Osmanlı başkenti olarak daha da büyümüş, bu büyümesini cumhuriyet döneminde de sürdürmüştür.
Görüleceği üzere burada da her şey doğal akışında gelişmiş. “Kapitalizm” veya başka bir sistemin zorlamasıyla değil.
Bunlar, Necip’in daha önce birçok kez belirttiği gibi, “sistem(ler)” dediğimiz şeyin doğal bir şekilde geliştiğinin göstergeleridir.
Önceki yorumda değindiğim “doğal” şehirleşme olgusuna Türkiye’den başka örnekler:
Trabzon
Trapezos/Trapezon (Milet kolonisi, antik dönem) > Roma/Bizans> Bizans valileri Gabraslar (11./12. yüzyıllar) > Trabzon Rum İmparatorları Komnenoslar (13./15. yüzyıllar) > Osmanlılar döneminde Trabzon sancağı, ardından beylerbeyliği, ardından vilayeti
Erzurum
Theodosiopolis (Roma/Bizans, İmparator Theodosius’un adından) > Erzurum (Saltuklular > Anadolu Selçukluları > İlhanlılar > Karakoyunlular > Akkoyunlular > Osmanlılar > TC)
Malatya
Meliddu (Asur) > Melitene (Roma/Bizans) > Eski Malatya (Danişmendliler > Selçuklular > Osmanlılar) > Bugünkü Malatya (Eski Malatya yakınında 19. yüzyılda Osmanlılar tarafından kurulan yerleşim)
Antalya
Attalea (Bergama krallığından kurucusu Attalos’un adından) > Roma/Bizans > Anadolu Selçukluları> Hamitoğulları beyliği > Osmanlı > TC
Kayseri ve Sivas
Kaisarea ve Sebasteia (Roma/Bizans) > Danişmendliler > Anadolu Selçukluları > Eretna beyliği > Kadı Burhaneddin beyliği > Osmanlılar > TC
zileli’nin yazisindan alinti:
“Geçmişte Rusya örneğinde bunu yaşadık, gördük. Ekonomik yaptırımı görünce Putin’in önünde nasıl da diz çökmüşlerdi!”
akp hükümetinin ucak düsürme olayindan sonra rusya ile tekrar arayi düzeltmek icin özür dieyip tazminat ödemesinin sebebi sadece ticari kaygilar miydi? hayir.
akp hükümetinin rusya ile arayi tekrar düzeltmesinde ticari kaygilar kadar, hatta ticari hesaplardan daha cok siyasi hesaplar rol oynamistir. rusya’ya sattigin ya da rusya’dan aldigin bir mali baska bir devletten alip telafi etmek mümkün.
akp hükümetinin ucak düsürme ile yaptigi hesap, nato ve A.B.D.’yi isin icine cekmek; nato’yu suriye’ye dis müdahaleye zorlamak; esad rejimini nato eliyle yikmak, tipki libya ve kaddafi rejimine yapildigi gibi.
hesap tutmadi ve rusya t.c.’ye suriye hava ve kara sahasini kapatti. böylece t.c.’nin/akp hükümetinin “bölücü terör” ile mücade ve kürt ulusal hareketinin suriyede/rojavada statü-siyasi/kültürel otonomi elde etmesine engel olma hedefi sekteye ugradi.
akp hükümeti, rusya ile arayi tekrar düzelttikten sonra birincisi, suriye’ye havadan ve karadan giris vizesi aldi; firat kalkani operasyonu ile kuzey suriyede ki kürt kantonlarinin birlestirilmesini engelleme ve kantonlari ortadan kaldirma planini hayata gecirme firsatini yakaladi.
ikincisi, t.c., suriye ic savasinda ve ic savas sonrasi kurulacak yeni düzende oyun kurucu olarak tekrar rol alma hedefine ulasti.
anonim 243,
senin yazdiklarin benim yazdiklarimi bosa cikarmiyor, sen bosuna arada celiski ariyorsun:
1. kapitalizm, sehirlesme ve sanayilesme ile ortaya cikmis bir düzendir. bu yeni düzenin bas aktörü “burjuvazi” denilen sehirli zengin ticaret erbabidir, figüranlari da “proletarya” denilen tek sermayesi is gücü olan, köyde kendisini gecindirecek kadar topragi bile olmayan, köyden kente göc etmis baldiri ciplak yoksullardir.
2. kapitalizm, emperyalizm, ulusculuk gibi kavramlar benim gibi marxistlerin uydurduklari terimler degildir.
sen ve necip, siyaset ve ekonomi literatürünü, terimlerini, -almanca: fachliteratur/fachsprache- bilmiyorsaniz ya da kullanmiyorsaniz benim günahim ne?
örnek, alman medyasi bu kavramlari kullanmaya devam ediyor. sizin okudugunuz gazeteler, kitaplar bu terimleri kullanmiyorsa benim günahim ne?
ac vikipediada yukarda ki kavramlarin anlamina ve kökenine bak bakalim.
ali koc bile bir kapitalist olarak kapitalizm kavramini kullanmaktan gocunmuyor, senin bundan haberin yoksa, benim sucum ne?
ulusculuk demek milliyetcilik demek degil midir? türk ulusu/milleti, alman ulusu/milleti, bu söylemleri marxistler mi uydurdu?
politikacilar bu kavramlari hergün kullanmiyorlar mi?
hatta bati dillerinde cogu zaman “ulus/nation” kavrami “devlet/staat” kavrami ile ayni anlamda kullanilir. bu da günümüz devletler sisteminin “ulus devlet” karakterine isaret eder.
bunlari size anlatmaktan, ayni seyleri tekrar etmekten dilimde tüy bitti. siz ne kuru/dar/dogmatik kafali insanlarsiniz.
ey günzileli.com cemaati, allah size akil fikir ihsan etsin diyorum, baska da birsey demiyorum.
2. kapitalizm, emperyalizm, ulusculuk gibi kavramlar benim gibi marxistlerin uydurduklari kavramlar degildir.
“siyasetin s’sini anlamamissiniz, siyasetin kitabini yazmis gibi yazi yaziyorsunuz.”
Dogru soyluyorsunuz; ama, bazan –iste boyle– insan dogru soylerken haksizlik da eder.
Haksizlik ediyorsunuz, cunku –benim baktigim yerden– kabahat Gun Zileli’nin degil. O oyle bir devirde yetisti –devrimin namlunun ucunda olduguna inanilan; halkin da, cok olsa, devrime kadar tahammul edilecek gerici kitlelerden olusan onemsiz bir ayakbagi goruldugu bir donem.
Hakkini teslim etmek lazim –en azindan benim baktigim yerden–; Gun bey, tam olarak devirmeci Marksist-Stalinizme saplanmis kalmis ‘Japon Askeri’ degil; ama, onun kisiligini sekillendiren yillardan –ve icinde oldugu cevreden– kalan ustenci bakisini ve ‘aydin’/’uyanik’ saymadigi kitlelere yonelik (hadi, ‘nefret’ demeyeyim) tiksintisini cumlelerinin satir aralarindan okumamak zor degil.
Belki, hala daha, belli cevrelerde makbul karsilandigindandir; bilemem. Bu yastan sonra bazilari icin degismenin zor oldugunu da kabul etmek lazim. ‘Besikte giren tenesirde cikar’ cunku. [*]
Ote yandan, haksizlik da etmemek gerekiyor: Benim baktigim yerden, analizlerini/tahminlerini/kehanetlerini isabetsiz de bulsam, ben, Gun beyin durust oldugu kanaatindeyim.
Durustluk, cogu zaman, baska bircok seyden onemlidir.
[*: Gecen gun, Haberturk’teki bir programda, Ismail Hakki Pekin (emekli korgeneral, eski GnKur Istihbarat Daire Baskani) cok samimi bir sekilde basortulu kadin subay kavraminin kendisine cok yabanci –uzayli gibi– geldigini soyledi. Cunku, taa askeri liseden beri, ‘basortulu kadin subay’in bir tek ornegini gormemis, yillar boyunca da basortusunun ocu/gerici anlamina geldigiyle doktrine edilmis. Yadirgamasi normal.]
https://www.youtube.com/watch?v=KKmC61DmEbM
necip’in 247 nolu yorumundan alinti:
“Haksizlik ediyorsunuz, cunku –benim baktigim yerden– kabahat Gun Zileli’nin degil. O oyle bir devirde yetisti –devrimin namlunun ucunda olduguna inanilan; halkin da, cok olsa, devrime kadar tahammul edilecek gerici kitlelerden olusan onemsiz bir ayakbagi goruldugu bir donem.”
necip, devrimin namlunun ucunda görülmesi, otomotikmen halkin ayakbagi oldugu sonucuna vardirmaz. yani bu iki belirleme arasinda senin sandigin gibi direkt bir iliski yok.
“devrim namlunun ucundadir” slogani yanlis bilmiyorsam mao’ya aittir ve bununla kast edilen silahli mücadeledir.
sosyalist solun/real sosyalistlerin halk’a yaklasimi:
halk, bir yandan “halkimiz” seklinde idealize edilir, diger yandan halk, önderlik edilmesi gereken bir kütle olarak görülür.
real sosyalistlerin bunu burjuva siyasetinin “halk/millet egemenligin kaynagidir” ilkesinden kopye ettigini söylemek yanlis olmaz.
türkiyede 15 temmuz darbe girisiminden sonra akp’li siyasetcilerin halka -kendi taraftarlarina- yagdirdiklari övgüleri, verdikleri gaz’i hatirlayalim.
yine kemalistlerin “köylü milletin efendisidir”, “biz kaynasmis sinifsiz imtiyazsiz bir kütleyiz” gibi söylemlerini hatirlayalim.
türkiye sol hareketi icinde “cuntaci” egilim en cok basini dogan avcioglu ve dogu perincek’in cektigi kemalist sol icinde görülür.
gün zileli bu gelenege dahildir.
deniz gezmis, ama en cokta mahir cayan ve ibrahim kaypakkaya gelenegi cuntaciligi elestirmis ve red etmistir.
senin bakis acina gelirsek, sen türkiyeli milliyetci/muhafazakarlarin mentalitesine sahipsin.
türk milliyetci/muhafazakar bakis acisi, bugün t. erdogan da görüldügü üzere, gelenekcidir/tutucudur; osmanlinin son dönemlerinde baslayan ve kemalist devlet ile devam eden batililasma/cagdaslasma hareketini, türk/müslüman geleneginden “sapma” olarak görür ve red eder.
yani senin gibi türk muhafazakarlarinin bakis acisina sahip olanlar, sosyalist sol ile su noktada ortaklasiyorlar: halk’i ve halk kültürünü, gelenegini idealize etmek; elestiriden muaf tutmak.
“kapitalizm, emperyalizm, ulusculuk gibi kavramlar benim gibi marxistlerin uydurduklari kavramlar degildir.”
Çok doğru.
Bunlar sizin değil başkalarının uydurduğu, sizin de sorgulamadan, düşünmeden benimsediğiniz kavramlardır.
243’e
Burada kimse, tarihin akışında, kapitalizmin geçirdiği dönüşümlerin uydurma olduğunu iddia etmiyor.
1700-800’lü yıllar öncesinin kapitalizmi kötüydü, 1700-800’lü yıllar sonrası kapitalizmi daha kötü. “Kapitalizm” daha dün doğmuş, kısa pantolonlu bir çocuk değil. Burada ısrarla işaret ettiğimiz şu: 20. ve 21. yüzyılda zehrini daha hızlı yayan kapitalizm, kendini, 1700-800’lü yıllarda yaşanan dönüşümün üzerine inşa etmiştir. Bu; bilimsel bir tespittir, dönüşüm öncesini durduk yere övmek veya dönüşüm sonrasını durduk yere yermek amaçlı değildir.
“Neanderhtal”lerin döneminde:
Dünya nüfusu “milyar” seviyesine henüz ulaşmamıştı,
“Patronlar sınıfı / Emekçi sınıf” yoktu,
Seri üretim yapan fabrikalar yoktu,
“Luddite”lerin eylemlerinin başlaması için binyılların geçmesi gerekecekti,
“Smartphone”ların fiyatı henüz 4999 TL’ye ulaşmamıştı,
“SAP” yazılımı henüz icat edilmemişti,
Tayvan, Çin, Hindistan, Malezya, Meksika, Brezilya’daki “Foxconn” fabrikalarında 1.300.000 – 1.800.000 arası insan kemiklerinde ilik kalmayana kadar sömürülmeye henüz başlanmamıştı…
Bunlar gibi yüzbinlerce örnek listeleyebiliriz. Hangi döneme odaklanmanız gerektiğine daha fazla dikkat ediniz.
Tarihin akışı içinde insanların yerleşim birimlerini inceleyerek, kapitalizmin geçirdiği dönüşümleri izah etme çabanız sadece bir dal olarak işlev görür; kapitalizmin ne olduğunu, bütünüyle yerleşim birimlerinin dönüşümü üzerinden açıklayamazsınız, eksik kalır.
Ya göremediğiniz hususlar var, ya da görmezden geldiğiniz hususlar.
‘John McMurtry’ izah ediyor:
[Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü]
Şimdi, herhangi birimiz çıkıp, ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.
Bugün sahip olduğumuz, tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!
Her şey ‘John Locke’ ile başladı!
John Locke, bize ‘mülkiyet’i tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:
Bu üç basamak, ilk okuyuşta, doğru bir mekanizma gibi gözükebilir, ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne [‘mal’a veya ‘hizmet’e] sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece, hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam, her şey harika!
John Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ [‘Two Treatises of Government’, 1689] adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.
İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘Özel mülkiyetten yana mıyım? – Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken, Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda, bir tek cümle içinde!
Locke şöyle diyor:
Locke, bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…para var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!
Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz, ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!
Artık ‘başkalarına ne olacak!’ endişesi yok:
‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı!’
Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı!’
Diyor ki, ‘Para’, gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, ‘para’, israftan sorumlu tutulamaz.’
Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz! Bunların ‘bireye ve topluma etkilerinin ne olduğu’ hakkında konuşuyoruz! Locke’un birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!
Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’, Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması, ancak, sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!
Sonra bir başka ekol, ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.
Locke, ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başlamıştı,
Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!
Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte!’ dediği şu:
Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan, meşhur ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!
Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını [hangi dilde çevirisi olduğu farketmez] alıp incelediğinizde, ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin, kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! [‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776]
Smith devam ediyor:
Ve Adam Smith böylece o büyük fikriyle gelir [bu fikri, kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatMAmış, yine her zaman yaptığı gibi, satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!]:
Bilirsiniz, insanlar ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz,
Ve diğerler insanlar, bu ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire, iktisadın en temel konuları.
‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği, ekonomi disiplininin merkezi konularından biridir.
Ve Adam Smith diyor ki, ‘Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir’ [The Invisible Hand]!’
Yani, yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’, şu anda, sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuş gibi eli kulağında!
Locke’un söylediklerini hesaba katarak, mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!
Şu anda, ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş, sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!
Şimdi söyleyeceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith şöyle diyor:
Yani en kötü anlamıyla Smith, ‘evrim teorisini’ beklemektedir!
Kitabından yukarıda aktardığım bölüm, Darwin’den çok önceydi! Ve Smith, onlara, ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti bile!
Şunu görebilirsiniz:
* İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı,
* Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar şuursuzluk, vicdansızlık,
* Ve, ” ‘Görünmez el’ denen şey;
İhtiyacı karşılayacak kadar kaynak,
Kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye zırvalaması!
Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın, ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulup, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!
Bol bol, kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen [veya ‘kurnazlık!’]’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!
Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:
‘Piyasa’nın temel amacının, gerçek, dokunulabilir & fiziki olarak hissedilebilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.
Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr getirici ekonomik sektörün, neticede ‘finansal takas’ [ya da en geniş tanımıyla ‘yatırımın’] içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Smith’in yaşadığı dönemi baz alırsak, bunu anlamaması [veya öngörememesi] bir nebze makûl kabul edilebilir.
‘Finans’ kısaca, bir para biriminin kendi değerini, diğer para birimlerinin hareketleriyle belirlediği, ‘topluma [insana ve hayata] sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur!
Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak [ya da almadan], onun en temel ilkelerinden biri olan “paranın ‘ticari mal’ olarak kabul edildiği” bir teori için, böylesine anormal görünen bir kapı [yani ‘finans’ kapısı] sonuna kadar açık kaldı! Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2017… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!
Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme, ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!
Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
Bu hayâli, ticari malın, sığ – menfaatçi arayışının;
Büyülü şekilde,
Zaman geçtikçe,
Bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!
‘Economic growth’ & ‘Ekonomik büyüme’ tabirinin temelini bu oluşturur!
Yani, “Sen ilk önce kendini kurtar!
Herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak;
Ve böylece, yıllar geçtikçe refah toplumsal olarak da artacaktır!” yalanına zemin hazırlandı!
[Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünün; ‘bireycilik’i ve ‘mutlak hedonizm’i iştahla savunan siyasetçiler olduğunu hatırlayanlar vardır!]
Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’;
‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!
Aslında olan şu:
Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.
‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden, ‘daha fazla mal satılması durumunda ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYH]’ yükselirse, genel refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!
‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’, toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş!
‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız, bütün istatistik hesaplarınızı da, ‘ekonominin sağlığı nasıl gidiyor?’ ölçümlerinizi de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!
İşte, her şey apaçık ortada! Karmaşayı görüyorsunuz:
Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’, ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ diye yutturuyorlar!
En başından beri kendinizi, “‘Para’ ve ‘Hayat’ Değer Dizilerinin” tamamen birbirine zorla eklemlenmesiyle oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’ bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden, sistemi [kapitalizmi] daimi olarak besliyorsunuz!
Dolayısıyla, ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!
Bu durum, ‘sistem tıkanıklığı’dır!
Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’, bugün, geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül seviyeye yükselmiştir!
Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz müddetçe’, ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
250 nolu yorumdan alinti:
“Bunlar sizin değil başkalarının uydurduğu, sizin de sorgulamadan, düşünmeden benimsediğiniz kavramlardır.”
sözcük, kavram, terim uydurma olmaz; ama sözkonusu bir sözcügün, terimin, kavramin isaret ettigi olgu uydurma olabilir.
örnek 1. “emperyalizm”, kabaca bir devletin kendisinden daha zayif olan diger bir devleti ya da devletleri askeri, siyasi, ekonomik olarak baski altina almasi ve sömürmesidir, diyebiliriz.
mesela, dünyanin bir numarali süper gücü A.B.D.’den habersiz dünyada kus ucmaz. dünyanin her kösesinde amerikan askeri üslerine ve ticari firmalarina rastlamak mümkün.
yani böyle bir olgu var, bunu kimse inkar etmiyor, sen de etmiyorsun tahminimce. yok ediyorum diyorsan, o zaman git adana incirlik, ya da izmir nato üssüne bak.
türkiyenin amerikada askeri üssü ve askeri yokken, neden amerikanin türkiyede askeri var? bu iki devlet arasinda ki güc farkini anlayabildin mi?
simdi sana soruyorum, “emperyalizm” kavrami ile ifade edilen bu olguyu senin pasa gönlün nasil adlandirmak istiyor, buraya yaz, sana söz veriyorum, senin önerdigin terimi kullanacam.
tekrar ediyorum, bir devletin, kendisinden görece daha zayif olan baska devletleri cesitli sebeplerden dolayi “düsman rejim/devlet” ilan edip ya da dost devletleri güclü ekonomisiyle baski altina almasi, sömürmesi durumunu/olgusunu hangi terim ile aciklayabiliriz. sen bir öneri yapar misin?
derdimi anladin mi? benim sözcüklerle, terimlerle derdim yok; ben dünya hallerini anlatmak istiyorum, bunun icin de sözcük, terim lazim, ve kullaniyorum.
örnek 2. iki insan arasinda ki duygusal iliski icin hangi terim kullaniliyor? sevgi, ask vs. degil mi? sevisme halini hangi terimlerle anlatiyoruz: cinsel iliski, sex vs. degil mi?
simdi, senin gibi ne konustugunu, ne söyledigini farkinda bile olmayan “cok bilmis” biri kalkiyor söyle diyor: sevgi, ask, sex terimleri uydurmadir, sen bu terimleri sorgulamadan benimsemissin.
benim cevabim: benim terimlerle bir problemim yok, ben iki insan arasinda ki duygusal iliskiyi ifade eden durumu, olguyu anlatmak istiyorum; bu terimler yanlissa, dogru terimler hangisiyse, söyle onlari kullanayim.
örnek 3. sayet sen bu “kapitalizm” kavramini sevmediysen senin hatrin icin ben “ekonomi” ya da “günümüz ekonomisi” kavramini da kullanabilirim.
peki bununla ne degisir? hic birsey. istersen sen, ekonomiyi anlatacak “uydurma” olmayan bir kavram söyle, ben o’nu kullanayim. ne dersin?
yok eger diyorsan ki ekonomi, para, banka, ürün, üretim, tüketim vs. diye birsey yoktur, bunlar uydurmadir, o zaman, sana sormam lazim, sen hangi gezegende yasiyorsun?
senin yasadigin gezegende ekmek elden su gölden mi geliyor, yoksa senin yasadigin gezegende insanlar yemeden icmeden, dolayisiyla üretmeden tüketmeden mi yasiyorlar, ya da sen ve senin yasadigin gezegendekiler yemeden icmeden yasayan bir canli türü müsünüz?
aman allahim, yoksa ben su anda bir uzayli ile mi yazisiyorum?
uzaylilarin varligina inanmiyordum, artik inanmak zorundayim; rica etsem, yasadigin gezegenin adresini yazar misin, seni ziyarete gelecem.
isin birde üzücü ve benim icin son derece yorucu yani var ki, o da su: bu sitede, bu yorumcu gibi sacmalayan yorumculara, akli basinda biri cikipta bir cevap yazmiyor, hep ben yazmak zorunda kaliyorum.
bu sitede aklini, mantigini kullanabilen ve de biraz bilgi sahibi yorumcu ariyorum, bir iki istisna disinda bulamiyorum; mumla ariyorum ama bulamiyorum.
“Burada kimse, tarihin akışında, kapitalizmin geçirdiği dönüşümlerin uydurma olduğunu iddia etmiyor.”
Guzel. Bir ilerleme var demektir bu.
“Her şey ‘John Locke’ ile başladı!”
Yok. Iste bu olmadi. Ve, ondan sonrasi da, bunun uzerine kuruldugu icin, olmamis.
Cunku, sizin de aktardiginiz uzere:
“John Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ [‘Two Treatises of Government’, 1689] adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.”
Adamcagiz, olan biteni anlamak icin ugrasmis, cikarsadigi sonuclari da kitap halinde yayinlamis. Eminim kiymetli bir calismadir; ama, o kadar.
Gununde olan bitenin resmini cekmege calismis; ne kadar titiz egilmis olursa olsun, ancak gordugunu resmedebilmistir.
[‘Treatise’ de zaten, ‘makale’den ya da ‘teblig’den uzun bir metindir; ‘layiha’ daha iyi bir karsiliktir. Ibn Haldun’un ‘Mukaddime’sini bunlardan birisi olarak sayabiliriz.]
Ne (dunyanin en vahsi kapitalist olusumlarindan biri olan) ‘The East India Company’nin yoneticileri ‘simdi ne yapmaliyiz?’ sorusuna cevap aramak icin, ne de (dunyanin en vahsi kapitalistlerinden birisi olan) Cecil Rhodes, bir sonraki adiminin ne olacagina isaret almak icin aziz ve dahi Hz John Locke’nin yazdiklarina basvurmak ihtiyaci hissetmistir.
Dolayisi ile, abartmamak lazim.
Insanin ac gozlulugunun kitabi yoktur.
O yuzden, sorumlusu olarak bir peygamber/ideolog aramak anlamli degildir.
necip’in 253 nolu yorumundan alinti:
“Ne (dunyanin en vahsi kapitalist olusumlarindan biri olan) ‘The East India Company’nin yoneticileri ‘simdi ne yapmaliyiz?’ sorusuna cevap aramak icin, ne de (dunyanin en vahsi kapitalistlerinden birisi olan) Cecil Rhodes, bir sonraki adiminin ne olacagina isaret almak icin aziz ve dahi Hz John Locke’nin yazdiklarina basvurmak ihtiyaci hissetmistir.”
yüzde yüz dogru.
necip’in 251 nolu yorumcuya yönelik yazdigi bu cevaba aynen katiliyorum.
251 nolu yorumcu, sen teori ile pratik; yani ekonomi teorisi ile ekonimin pratigini bas üstü ceviriyorsun, bundan dolayi da bir devletin ve bir sirketin ekonomi politikalarina bakmak yerine, sürekli teori okuyorsun.
yani, kapitalist ekonominin önce teorisi yazildi sonra pratige uygulanmadi, önce yüzyillar icinde gelisen pratik vardi, senin sözünü ettigin yazarlar bu pratige bakarak teori olusturmaya calistilar; ekonominin yasalarini teoriye dökmeye calistilar.
örnek, t.c. ya da A.B.D. ekonomi bakaninin o dedigin yazarlari okudugunu sanmam; okumussa da üniversitede iktisat dersinde okumustur. fakat bir devletin ekonomi politikalari icin hicbir politikaci acip o kitaplara bakmaz.
bundan dolayi, senin, olan biteni kitaplarda ki teorilerle aciklamaya calismani cok isabetli bulmuyorum. bunun yerine, bir devletin/hükümetin ekonomi yasalarina, bir holdingin pratigine, ve hatta tüsiad, müsiad gibi kapitalist klüblerin internet sayfalarinda ki yazilara baksan, bence cok daha faydali olur.
necip’ten alinti:
“Insanin ac gozlulugunun kitabi yoktur.
O yuzden, sorumlusu olarak bir peygamber/ideolog aramak anlamli degildir.”
yüzde yüz yanlis; necip ile yollarimizin ayrildigi noktalardan biri bu:
1. acgözlülük, tokgözlülük konusunda tek tek insanlara kefil olamam, yani “insanlar dogustan iyi varlikardir” seklinde sacma bir iddia ileri sürmeyecem, fakat siyasi/ekonomik/toplumsal hadiseleri de “acgözlülük/tokgözlülük” gibi tek tek insanlarin karakter özellikleriyle aciklayamayiz.
necip’in burda görmek istemedigi/görmezden geldigi gercek nedir? bunu göstermek icin vikipediadan bir alinti yapmak zorundayim:
“1588’de Sir Francis Drake komutasındaki İngiliz donanmasının İspanya donanmasını ağır bir yenilgiye uğratmasından sonra, İngiliz ticaret gemileri okyanuslarda daha etkin faaliyet göstermeye başlayıp özellikle Hindistan seferlerine başladılar. Denizci tacirler bir araya gelip sermayelerini artırırlarken, İngiltere kraliçesi I. Elizabeth den de ayrıcalıklar almaya çalıştılar. Sonunda 31 Aralık 1600 de Doğu Hindistan Şirketi için bu ayrıcalıkları almayı başardılar. Doğu Hindistan Şirketi (İngilizce: East India Company) veya İngiliz Doğu Hindistan Şirketi[1], Doğu Hint Adaları’yla ticaret amacıyla kurulmuş olan; ama daha çok Hint altkıtasıyla ticaret yapan bir İngiliz (1707’den sonra Britanya) anonim şirketiydi. Doğu ve Güneydoğu Asya’da bir ticaret tekeli olarak ortaya çıkan şirket zamanla politik bir oluşum hâline geldi.[1] 18. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar Britanya emperyalizminin bir aracı olarak kullanıldı.[1] 19. yüzyılda Çin’deki faaliyetleri Britanya etkisinin Çin’e yayılmasında etkili oldu.[1]
Şirkete 1600 yılında kraliyet imtiyaznamesi verilmiştir,[2] bu da onu Avrupa’daki diğer Doğu Hindistan şirketleri içerisinde en eskisi yapmaktadır. Şirketin hisseleri zengin tüccarlar ve asilzadeleri aitti. Hükümetin hiç hissesi yoktu ve şirket üzerinde sadece dolaylı kontrole sahipti. Şirketin kendine ait büyük bir ordusu vardı ve bu orduyla Hindistan’ın önemli bölümünü kontrol etmekteydi.”
burda görüldügü gibi, mesele necip’in yansitmaya calistigi gibi bir takim “acgözlü” ingilizlerin icraatlari degil, bizzat britanya kralligi tarafindan yasa ile yetkilendirilen ve son kertede britanya emperyalizmine/britanyanin dünya hakimiyetine hizmet eden, bu arada kendileri de sahsen zenginlik ve güc sahibi olan kapitalist bir sirket ve bu sirketin sahipleri/aktörleri söz konusu.
necip, tek tek insanlarin icraatlarina yön veren, bu “hirsli” insanlari motive/tesvik eden, yasa ile mesruluk kazandiran, yetki veren devtet otoritesini sürekli görmezden geliyor; sözkonusu olgunun/fenomenin siyasi/toplumsal/ekonomik icerigini/karakterini göz ardi ediyor; kamerayi sürekli olarak tek tek figüran ya da aktörlere ceviriyor.
böylesi bir bakis acisina sahip olan necip, insanoglunun “kötü” tabiatina/ahlakina inaniyor; bundan dolayida hic tereddüt etmeden yönetenlerin/egemenlerin tarafinda safini belirliyor; dogustan “kötü” tabiata/ahlaka sahip insanlari da devlet/egemen bir otorite tarafindan kontrol altinda tutulmasi, gem vurulmasi gereken bir kütle olarak görüyor.
böylesi bir bakis acisinin yanlisligini göstermek icin bir baska örnek:
t.c. devleti, türk ulus devleti kimligi geregi anadili kürtce olan insanlari devletin ve milletin birlik ve bütünlügünü tehdit eden bir “tehdit” olarak kategorize etmis; buna göre muamele yapmis; asimilasyon ve katletmekle kürt sorununu cözmeye calismis; bu insanlarda ellerinden geldigince karsi koymaya calismislar, calisiyorlar.
simdi t.c. devleti “bölücü terör” ile mücadele icin kürdistanda cumhuriyetin kurulusundan beri askeri operasyonlar yapiyor.
simdi diyelim ki, devletin “bölücü terörün kökünü kurutmak” icin yetkilendirdigi ve hatta mecbur tuttugu aske ve komutanlardan biri ya da birkaci iskence ve zulümde kantarin topuzunu kacirdi ve bu basina yansidi.
ve hatta zulüm ve iskenceyi, devleti t.c.’ye vatani hizmetin geregi olarak degilde, o isten “zevk” alarak yapan birtakim asker ve komutanlarin varligini var sayalim.
necip gibi insanlarin aciklamasi hazir: “insanin kötülügünün, sadistliginin kitabi yoktur.”
dikkat edilirse necip, hikayenin öncesiyle hic ilgilenmiyor: yani t.c.’nin kurulusu, bu devletin türk ulus kimligi tercihi ve bu kimligin disinda kalan kürtlerin imha ve asimilasyonla bu kimlik icinde eritilmeye calisilmasi, bundan dolayi devletin nur topu gibi bir “kürt sorunu/ulusal sorununun” dogmus olmasini, yine devletin asker ve komutanlarina “bölücü terörün kökünü kazin, bunun icin her türlü yetkiyi ben size devlet olarak veriyorum” demesini tamamiyla göz ardi ediyor.
“dikkat edilirse necip, hikayenin öncesiyle hic ilgilenmiyor:”
Gunahimi aliyorsunuz. Baska hicbir sey icin olmasa bile, sirf bunun icin size mutesekkirim. Eksik olmayiniz.
“yani t.c.’nin kurulusu, bu devletin türk ulus kimligi tercihi ve bu kimligin disinda kalan kürtlerin imha ve asimilasyonla bu kimlik icinde eritilmeye calisilmasi, bundan dolayi devletin nur topu gibi bir ‘kürt sorunu/ulusal sorununun’ dogmus olmasini, yine devletin asker ve komutanlarina ‘bölücü terörün kökünü kazin, bunun icin her türlü yetkiyi ben size devlet olarak veriyorum’ demesini tamamiyla göz ardi ediyor.”
Bu konuda soyleyeceklerim var tabii ki. Ama, su sirada, oteki baslik altinda, Alevilik ile ilgili soyleyeceklerimi yazmak denk geldi.
Yine de, bu baglamda, TC’nin kurulusundan beri yapilagelen su yanlisin da altini cizmek isterim:
Farkinda misiniz, bilmem; ama, cok uzun zamandir (TC’nin kurulusundan beri), TC, kendi kafasindan bir ‘Turk’ prototipi cizmistir.
Bu prototipte, ‘dogulu sivesi’ ile konusan herkes ‘Kurt’tur.
[Bunun en yakin ve en canli ornegi de, Sirri Sureyya Onder olabilir herhalde. Sirf belli bir sive ile konusmagi tercih ettigi icin, ogretilen bakis geregi, cogu ‘Turk’ onu ‘Kurt’ bilir. Adam, acikca Kurt olmadigini Turk oldugunu soylemis olsa bile, bu degismez.]
70 senedir, sivesinden dolayi kendisine Kurt demekte israr ettiklerimiz –Kurt olmasalar bile– nihayet ‘degilim dedik anlamadin; oyleyse Kurtum ulan; var mi diyecegin’ noktasina getirilince, ulkenin Batisi ‘Turk’ dogusu da blok olarak ‘Kurt’ ediliverdi.
Bu da, bize, TC’nin kurucularinin biraktigi bir baska boklu degnektir.
“burda görüldügü gibi, mesele necip’in yansitmaya calistigi gibi bir takim ‘acgözlü’ ingilizlerin icraatlari degil, bizzat britanya kralligi tarafindan yasa ile yetkilendirilen ve son kertede britanya emperyalizmine/britanyanin dünya hakimiyetine hizmet eden, bu arada kendileri de sahsen zenginlik ve güc sahibi olan kapitalist bir sirket ve bu sirketin sahipleri/aktörleri söz konusu.”
Ben ‘East India Company’i ornek verdim diye, siz de o ornek uzerinden yurumek zorunda degilsiniz/degildiniz.
Eger biraz daha genis bir dagarciginiz olsaydi, benzer bir gelismenin Osmanli doneminde de oldugunu bilir ve yukarida yazdiginiz turden senaryolarin hic de oyle sarayin ya da devletin dogrudan ve taammuden gerceklestirdigi seyler olmak zorunda olmadigini anlayabilirdiniz.
Sunu demek istiyorum:
1300’lerin sonlarindan itibaren, yaklasik 100-150 yil boyunca, Anadolu’da ‘Levent’ler (‘Levanten’ degil, ‘Levent’ler) fenomeni yasanir.
Bu sudur: Anadolu’da artan nufusun bir kismi, is bulamadigi icin, daha iyi gelir elde edecegini dusundugu icin, Ege sahilleri uzerinden, korsanlik yapan cesitli ‘reis’in yanina ‘levent’ yazilmaga baslar.
O donemlerde, Akdeniz, bir ‘Turk Golu’ filan degildir. Hatta, Osmanli’nin dogru durust bir donanmasi bile var sayilmaz.
Bu ‘reis’ler, Akdeniz’de ticaret yapan diger ulkelerin (Venedik, Ceneviz dahil, digerlerinin) ticaret filolarina saldirir; onlardan elde ettikleri ganimeti de kendi aralarinda paylasirdi. Bu bakimdan, ‘levent’ler icin fena bir gecim kaynagi sayilmazdi.
Insan kaynaginin ezici cogunlugunu Osmanli topragindan (Anadolu’dan) temin etmek disinda, Osmanli devleti ile bir iliskileri de yoktu.
Iliskileri yoktu, tabii ki; ama, sagladiklari istihdam sayesinde Anadolu’da issizligi azaltiyorlar ve bu da refah ve huzura katki sagliyordu.
Ayrica, bu ‘reis’lerin baskinlar yapip zarar verdikleri devletler, ‘gecse gecse, bunlara sizin sozunuz gecer’ diyerek Osmanli’ya basvuruyor ve bu da Osmanli’nin itibarini artiriyordu.
Bu isin arkaplan tarafi; konuylailgili tarafi da su:
Bu ‘reis’ler, zaman icinde, Misir’in Batisindaki Akdeniz sahilini ele gecirdiler. Oralari yonetmege basladilar.
Fakat, devlet olmak, devlet yonetmek, hem pahali hem de mesakkatli/sIkIcI bir is oldugundan, buralari Osmanli devletinin yonetimine devretmek ve kendileri de birer maasli memur olmagi tercih ettiler.
[Tipki, gunumuzde ‘startup’ kurup, kendisi dahil, sirketi buyuk bir sirkete satmak/devretmek gibi.]
Barbaros’larin ve diger ‘reis’lerin hikayesinin arka plani budur.
Goruldugu uzere, devletin ya da sarayin dogrudan bir katkisi yoktur.
Var olan, o faaliyete talip siradan insanlardir.
Ve, evet, acgozlu olduklarini da varsayabiliriz –gemicilik gecmisi olmayan bir hayattan (Anadolunun iclerinden) gelip, korsanlikla hayatini kazanmak icin boyle bir durtunun gerekli oldugunu varsaymak abarti olmaz cunku.
Simdi.. geri donecek olursak, ‘East India Company’nin hikayesi de benzerdir. Cecil Rhodes’inki de.
Kisacasi, once empeyalizm gelmedi. Once, karni ac olan insanlarin bir sekilde imkan bulup o imkanlari da sonuna kadar zorlamasi geldi.
Devletler ise, son derece makul sayilacak sekilde, basarili olan bu yapilanmalara ortak oldular –sonradan.
[Not: Turkce Wikipedia’ya cok da itibar etmeyin. ‘Initially the government owned no shares and had only indirect control.’ cumlesini ‘Hükümetin hiç hissesi yoktu ve şirket üzerinde sadece dolaylı kontrole sahipti.’ diye yazip birakmak durustluk degil. Basinda ‘Baslangicta’ olmaliydi ve bu onemli bir detaydir.]
253
253
—Yok. Iste bu olmadi. Ve, ondan sonrasi da, bunun uzerine kuruldugu icin, olmamis.—
Olmuş, ama senin işine gelmediği için kıvırıyor gibi yapıyorsun. (İlerleyen cümlelerde sebebini anlayacaksın.)
—Adamcagiz, olan biteni anlamak icin ugrasmis, cikarsadigi sonuclari da kitap halinde yayinlamis. Eminim kiymetli bir calismadir; ama, o kadar. Gununde olan bitenin resmini cekmege calismis; ne kadar titiz egilmis olursa olsun, ancak gordugunu resmedebilmistir.—
Aynen yazdığın gibi. Kısaca “uydurmamıştır.” Karl Marx, Ibn Khaldun ve yüzbinlercesi nasıl “tespit”le uğraşıp anlatmışlarsa; John Locke da (Adam Smith de) öyle yapmıştır. 251 no’da aktarılan metnin “bütününü okuMAdığın için”, şu kısmı atlamışsın:
Bu sitede bahsi geçen (ve henüz bahsedilmeyen) “metinlerin” hiçbiri, durduk yere uydurulmuş, birer “kural listesi” değil (aralarında, kural dikte etmeye teşne metinler de mevcuttur, metinlerin insicamı bozulmasın diye bu dikte etmeye teşne kısımlar elenmez, eğer bu metinleri okuyan akıl anlamaya istekliyse, nereleri tespit, nereleri dikte etmeye teşne, farkı anlar, ve, “kapitalizme karşı mücadele” söylemleri birer uyarıdır, dikte etmeye meraklı olmak değildir). Eğer 251 no’daki metinde aktarılan alıntıyı oluşturan kişinin isminin önündeki rütbelere kafanı takmak yerine, “ne anlatılıyor?” ona kafa yorarsan, bu sitede sürdürdüğümüz görüşmelerin içeriğiyle uyumlu olduğunu (nihayet) idrak edip; metni oluşturan kişinin “ideolog”, “kural koyucu”, “saviour & kurtarıcı” vb. nitelemelere kavuşmak için can atMAdığını görürsün. Sen, ambalajı analiz ede ede halüsinasyonlara yelken açıyorsun, ambalajın içindeki metnin ne olduğunu dikkatle incelemeyi kasten atlıyorsun.
Israrla görmezden geldiğin, hasır altı etmek için çırpındığın husus şu:
Yaşanan her dönüşüm (yanlış da olsa doğru da olsa, fazla da olsa eksik de olsa, dolaylı da olsa doğrudan da olsa), sonraki dönüşümler için basamak işlevi görür. Günümüzde (2-3 Nisan 2017’de) yaşanan kapitalizm, 1700-800’lü yıllardaki dönüşümün üzerine inşa edilmiştir. Bu (1700-800’lü yıllardaki) dönüşüm öncesinden kalan kırıntılar, bugün de yer kaplamaya devam etmekte fakat yavaş yavaş unutulmaya yüz tutmaktadır. Mevcut kapitalist sistemi (kapitalizmin bugünkü nehir yatağını); John Locke’un, Adam Smith’in, Friedrich Hayek’in, Murray Rothbard’ın, Ludwig von Mises’in, Walter Edward Block’un, Ayn Rand’ın, Milton Friedman’ın (etc.) beyinlerinden yayılan zehirler doldurmaktadır. Sen kabul etsen de, etmesen de; bugünkü kapitalizm hakkındaki “olgu” budur, bugünkü kapitalizm hakkındaki “gerçek” budur.
—Ne (dunyanin en vahsi kapitalist olusumlarindan biri olan) ‘The East India Company’nin yoneticileri ‘simdi ne yapmaliyiz?’ sorusuna cevap aramak icin, ne de (dunyanin en vahsi kapitalistlerinden birisi olan) Cecil Rhodes, bir sonraki adiminin ne olacagina isaret almak icin aziz ve dahi Hz John Locke’nin yazdiklarina basvurmak ihtiyaci hissetmistir.—
“Hz” John Locke’un yazdıklarına başvurma ihtiyacı hissetMEdiklerine eminiz, çünkü, böyle bir kimse yok. Bu şahsın isminin başında “Hz” payesinin olMAdığını bilecek kadar akıllı insanlar(dı).
Öte yandan, “Düşünür” John Locke’un yazdıklarına başvurma ihtiyacı hissedip/hissetmediklerine dair elimizde (henüz) net bir kanıt yok.
Biz de, “hissedip/hissetmediklerine dair elimizde (henüz) net bir kanıt yok” diyerek, mühim bir noktaya işaret ediyoruz:
Sen (her zaman yaptığın gibi), peşin peşin, “hissetMEmişlerdi” iddianı yaymaya istekli olduğunu göstererek; bizleri şaşırtmadın. Ne yazdık yukarıda, hatırlatalım: “Yaşanan her dönüşüm (yanlış da olsa doğru da olsa, fazla da olsa eksik de olsa, dolaylı da olsa doğrudan da olsa), sonraki dönüşümler için basamak işlevi görür. Günümüzde (2-3 Nisan 2017’de) yaşanan kapitalizm, 1700-800’lü yıllardaki dönüşümün üzerine inşa edilmiştir.” The East India Company’nin yöneticileri de, Cecil Rhodes da, William Avery Rockefeller Sr. da, John Davison Rockefeller Sr. da, Mayer Amschel Rothschild da, Jamsetji Nusserwanji Tata da (etc.); doğrudan veya dolaylı olarak, 1700-800’lü yıllardaki dönüşümün bizzat içinde olmuş veya dönüşümden hemen sonraki on-yıllarda semirmişlerdir. John Locke, Adam Smith, Thomas Robert Malthus (vb.’leri) sayfa sayfa tespit yazmış olabilir, bir önceki cümlede geçen “semiren isimler (patronlar, sermayedarlar)”, o kitaplar yazılmamış olsaydı bile, o kitapların yazılmasına vesile olan “dönüşümün” bizzat uygulayıcıları idi. Önce “Pratik (kapitalizmin geçirdiği dönüşüm, sermayedarların icraatları)” ve sonra “Teori (tespit metinleri, kitapları)” bir araya geldi; “lego” böylece tamamlandı. Senin, Cecil Rhodes ile Locke’un (veya Smith’in), birbirlerinden çok farklı düşünen insanlar olMAdığını, farklı kulvarların insanları olMAdığını bilecek kadar akıllı bir şahıs olduğuna eminiz, kapitalizmin müstahdemliğini yapan Necip (ve muadilleri). Rhodes gibiler “sömürünün kralı” olur, Locke gibiler de bu tespitleri yaza yaza “Sömürü, meşrudur! Bitkiler ve hayvanlar aleminde güçlünün güçsüzü sömürdüğü düzen, insan hayatında da geçerli olmalıdır!” zırvasını rasyonalize etmeye uğraşır!
—Dolayisi ile, abartmamak lazim.—
“Gerçekleri” haykırmak, abartmak değildir. Senin “abartmak” olarak anlaman, sana özgüdür, o kadar.
—Insanin ac gozlulugunun kitabi yoktur. O yuzden, sorumlusu olarak bir peygamber/ideolog aramak anlamli degildir.—
Bu sayfada kimsenin, peygamber/ideolog aradığı yok.
“İnsanın aç gözlülüğü”nü kendine dayanak noktası yapıp, sömürmesi ve sömürülmesini meşru görmen, ve bunu ısrarla savunman; temel problemdir. 13 Mayıs 2014’te Manisa-Soma’da kapitalizmin işlediği cinayetle hayatını kaybeden 301 insan için:
ifadesini hönkürecek kadar çürümüş kimselerdir kapitalizmin müstahdemliğini yapan Necip (ve muadilleri).
Cecil Rhodes = Necip
“a- Tarihin/toplumun gelişim yasalarını ve bireyin düşünsel gelişimini yok sayıyorlar; tarihi ve toplumu durağan, ölü, hareketsiz ve bireyin düşüncesini de donmuş kabul ediyorlar.
b- Sovyetler Birliğinin çöktüğünü, dağıldığını ve bu dağılmadan birçok yeni devlet kurulduğunu kabul etmiyorlar; iki süper güç ve yandaşları ikileminin/karşıtlığının yok olduğunu görmüyorlar…
c- Dünyada oluşan yeni dengeler gereği yeniden ve daha incelikli bir anlayışla paylaşımın başladığını, bu yeni “post modern” anlayış gereği farklı kültürlere yaşam hakkı tanındığını görmüyorlar/bilmiyorlar…
d- Ortadoğu’yu yeniden şekillendiren güçlerin sermayeye güvenli alanlar yaratmak istediği, bu güvenli alanların yaratılması için gelişen toplumsal talepleri dikkate alarak biçimsel de olsa bazı demokratik adımlar attığı ve bu nedenle de kendi yarattıkları diktatörleri bizzat kendilerinin ortadan kaldırdığını görmüyorlar/yok sayıyorlar…”
PKK Olmasaydı! – Nasname
http://www.nasname.com/a/pkk-olmasaydi
Necip’in ne demek istediğini anlamış olan başka biri yok mu burada?
İnsanın doğuştan bencil, kötü olduğunu söyleyen yok.
Adam diyor ki bütün bunlar kapitalİSTlerin suçu, kapitalİZMin değil.
Karşı taraf ne diyor? Bunlar kapitalİSTlerin değil kapitalİZMin suçu. Yani herkes özünde masum, her şey kapitalİZMin suçu.
Bu mantığa göre her türlü melanetin sorumlusu insanlar değil kapitalizmdir. Sadece ekonomik sömürü, yolsuzluk, hayali ihracat, siyasi suçlar, devlet terörü ve ayrımcılığı vb. değil tüm adi suçlar böyledir.
Cinayeti işleyen katil değil kapitalizm, tecavüz eden tecavüzcü değil kapitalizm, hayvanlara eziyet eden kapitalizm… bu böyle gider. Ne de olsa insan özünde kötü değil, onu kötülüğe sevk eden kapitalizm çünkü.
Adam diyor ki bütün bunlar kapitalİSTlerin suçu, kapitalİZMin değil.
Çeşitlendiriniz:
Adam diyor ki bütün bunlar faşİSTlerin suçu, faşİZMin değil.
Adam diyor ki bütün bunlar stalinİSTlerin suçu, stalinİZMin değil.
Adam diyor ki bütün bunlar islamİSTlerin suçu, İslamın değil.
Adam diyor ki bütün bunlar komünİSTlerin suçu, komünİZMin değil.
Adam diyor ki bütün bunlar anarşİSTlerin suçu, anarşİZMin değil.
Sözünüzü unutmayın, “kötülüğe sevk eden kapitalizm çünkü”.
Akımlar, ideolojiler, dinler, düşünceler, eylemler ve benzerleri durup dururken ortaya çıkmadı. “Pratik ve ardından “Teori”.
Birbirinin gerekçesi olan, birbirini tamamlayan durumları idrak edemezseniz; (-ist) ile (-izm) leri ayrı ayrı şeyler olarak düşünüp yanlış sonuçlara ulaşabilirsiniz.
“İnsanın doğuştan bencil, kötü olduğunu söyleyen yok.”
Evet. Fakat, herkeste ayni derecede var mi, bilemem; ama, ‘insan’in icinde, disari vurulmagi bekleyen bir ‘damar’ da var gibi.
Bu baglamda, aklima ‘Stanford Prison Experiment’ (‘Stanford Hapishane Deneyi’) geliyor.
https://en.wikipedia.org/wiki/Stanford_prison_experiment
Linkten de okunabilecegi gibi, kisaca tarihcesi, amaclari soyle:
Stanford Universitesinde, insanlarin kendilerine baskalari tarafindan verilen roller cercevesinde ortaya cikan kudret silsilesinde nasil davranacaklarini incelemek icin bir deney yapilir.
Bu deneyde, bir kisim ogrenciye ‘mahpus’, diger bir grup ogrenciye de ‘gardiyan’ rolu verilir. Bir de, tabii ki, deney icin hazirlanmis bir hapishane vardir –okulun bodrum katinda idi yanlis hatirlamiyorsam.
Bu deneyin ilgincligi surada:
Normal ve siradan birer universite ogrencisi olan gardiyanlardan bazilari, sadece otoriterlik rolune burunmemis, daha da beteri, bunu, psikolojik iskence edecek noktalara tasimislardir.
Daha da ilginc olani, ‘mahpus’larin bir kismi, rollerini o kadar icsellestirmisler ki, psikolojik iskenceye itiraz bile etmemisler.
Hepsi itiraz etmemis degil tabii ki; iclerinden itiraz edenler olmus ve deneyi terketmisler. Bu yuzden de, 15 gun icin planlanmis olan deney, 6nci gununde bitirilmek zorunda kalinmistir.
[Butun teferruatlarini yazacak degilim; ilgilenen, Internette arastirip inceleyebilir. Bir de, biyografik bir film yapildi bu konuda The Stanford Prison Experiment (2015) http://www.imdb.com/title/tt0420293/ Bu da seyredilebilir.]
Bu deney, psikolji dunyasini derinden sarsmistir. Kimisi deneyin yanlis planlandigini soylemis, kimisi yanlis icra edildigini.
Ama, baska herhangi birisi cikip, daha iyi planlanmis (ya da icra edilcek olan) benzer bir deney yapmaga dahi tesebbus etmemis. Siradan insanin icinden ‘canavar’ cikarmak anlamina gelebilen boyle bir deneyden korkmuslar.
Vu tur seyler, akademia tarafindan sasirtici bulunsa dahi, bizim icin pek de oyle degil.
Malum, “Cingeneye beylik vermisler, once babasini asmis” [Cingeneler alinmasin] diye bir laf vardir.
Kisiye verilen (ya da kendini icinde buldugu) rol cercevesinde nasil da farkli davranabildigini anlatmak acisindan iyi bir ozetlemedir.
Bu baglamda, aklima, buradan –bu siteden– bir anekdot geliyor.
Normal olarak, her ‘magdur’a (kendisinin ‘magdur’ saydigina) yardim etmek isteyen bir kisilik yansitan Gun Zileli, yillaaaar once yasamis oldugu bir olayi anlatmisti:
Aydinlik’in Taksim’deki burosunun onunden –icinde Ulkuculere ait gazete balyalari olan– bir otomobili durdurmus kapida nobet bekleyenler ve otomobildeki 2 genci apar topar iceri almislar.
Ardindan da, Aydinlik’in ust yonetimi (Zileli dahil) kendi aralarinda toplanip ‘islerini bitirelim mi?’ minvalinde bir mahkeme kurmuslar…
Genclerin ‘isini bitirmek’ karari vermemisler, cok sukur; ama, bunun ciddi ciddi konusulmus olmasi bile onemlidir.
Bu tur seylerin, ozellikle o donemlerde, hem sag hem sol hem de devlet kadrolarinda rastlanmamis oldugunu soylemek cok iddiali olur; sadece ne kadar yaygin oldugunu –rakamsal anlamda– bilmiyoruz.
Uzatmayayim: Ben, hic bir zaman, insanin kategorik olarak, ‘iyi’ oldugunu dusunmedim. Insani ‘kotu’lestirenin de –tek basina– ‘sistem’ oldugu kanaatinde olmadim.
Firsat buldugunda, ya da firsati yaratabilecegini dusundugunde, herhangi bir insanin bu tur davranislar sergileyebilecegi kanaatindeyim. ‘Sistem’ buna katkida bulunabilir mi; evet, tabii ki. Ama, tek basina belirleyici degil.
Belki geçmişte değil ama günümüzde sistem karşıtlığı veya antikapitalizmin değinmediği bir alan var ve bu önemli bir eksikliktir.
Herkesin bildiği gibi insanlar diğer canlılar veya daha doğrusu hayvanlar gibi her şeyden önce 1) yemek, içmek, barınmak, doğa etkilerinden korunmak, 2) üremek zorundadırlar. Bu ihtiyaçların karşılanması süreci “sistem” dediğimiz yapının temelini oluşturur, diğer deyişle bütün sistemler bunların üzerine kurulmak zorundadır.
Bu ihtiyaçlardan birincisinin (beslenme, barınma vb. yani kısaca geçim) sistemde neden olduğu sonuçların varlığını (devlet, zor, sınıflar, sömürü, açlık gibi) herkes kabul ediyor, burada sorun yok. Sorun karşıt tarafların bu konuda birbirlerini suçlamalarında.
Günümüzde bu ihtiyaçlardan ikincisinin (üreme, yani aile ve onun da temeli olan karşı cinsle ilişkiler) karşılanmasına yönelik süreç sistem karşıtlığının kastettiğim eksikliğini oluşturuyor. Çünkü günümüz gençliğinin önemli bir bölümü ilk ihtiyaçların (yani geçimin) neden olduğu sömürüyü, zoru ve şiddeti yaşamadıkları halde bu ikinci ihtiyacın neden olduğu sorunlarla karşı karşıyadır. Özellikle de bu kuşaktan eş/sevgili bulamayan (ama geçim konusunda bir sıkıntısı olmayan, dolayısıyla sistem umurlarında olmayan) erkeklerin bu sorunları sistem karşıtlığının/antikapitalizmin değinmediği bir alandır.
Necip, aşağıdaki satırların yazarıdır:
14 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 2
14 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 7
14 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 3
14 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 6
15 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 11
16 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 13
16 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 15
16 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 16
16 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 17
16 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 19
17 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 23
18 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 25
19 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 28
25 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 30
Aslında geçim de (yani meslekler, “sınıf” yerine meslek veya işbölümü demek daha somut ve net bir ifade) sistem karşıtlarının zayıf olduğu bir konu. Sisteme karşı çıkarken insanların neyle geçineceklerine de değinmiyorlar.
Kapitalist sistemi ayakta tutan unsurlar olan yaygın meslekleri (veya sınıfları) bir düşünelim:
Silahlı kuvvetler, devlet memurlukları, devlet ve siyaset adamlığı, partiler.
Halkı kendi çıkarları doğrultusunda şekillendiren devlet ve sermaye medyası, onlar için çalışan gazeteciler, muhabirler, köşe yazarları gibi kesimler. Zileli’nin bir yazısında kullandığı deyimle “ne yazık ki sonradan köşe yazarlığı gibi kötü bir mesleğe intisap” eden Özdemir İnce gibi. “Kendisi şairdir … esasen de şair olarak tanınır” ama artık buradan geçinemediği için bu yolu tercih etmiştir.
Kapitalizmin afyonu işlevini gören futbol, televizyonda izdivaç, magazin vb gibi saçma programlar, sağlığa zararlı olan sigara-tütün-nikotin (ve bunlar kadar olmasa da alkol) üretimi, dağıtımı ve satışı ile ilgili bütün sektörler (bunları satan esnafa kadar), uyuşturucu, pornografi, lüks tüketim malları ve bunun gibi akla gelebilecek diğerleri.
Şimdi bütün bunlar kaldırılırsa yerlerine ne konacak? Birşeylerin konması lazım. Çünkü bu durumda bunlarla geçinen insanların başka şeylerle geçinmesi gerekecek.
Sistem karşıtlarının bu konuda çok ayrıntılı ve somut çözüm önerilerinin olması gerekir.
262 ve 268’e
262’ye
Burada hiçkimse, insan bünyesinin zorunlu ihtiyaçları sebebiyle gösterdiği davranışların varlığını-yokluğunu tartışmıyor. Ya anlamadığınız, ya da anlamazdan geldiğiniz husus şu:
(Genellikle) bitkiler ve hayvanlar aleminde güçlünün güçsüzü sömürdüğü (çoğu zaman da yendiği, öldürdüğü) düzenin aynısının insanda da “olması gereken” bir düzen olduğu, bu düzeni sorgulamanın hayatın normal (doğal) ahengine & işleyişine beyhude karşı çıkmak olduğu, irrasyonel olduğu söylemini savunup; bütün bu savunmalarını “verili durumu degistirmek mumkun olmayacagi icin, sadece hayal kirikliklarimizi tescil etmis oluruz” zırvasıyla paketleyerek kapitalizme dayanak noktası oluşturduğunu zannedenlerin hokkabazlıklarını ya anlamıyorsunuz, ya da anlamazdan geliyorsunuz. “Doğadaki düzen”le, “insanların düzeni” arasında benzerlikler çoktur, ama, asla aynı değildir, olMAmalıdır. Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonların kendi içindeki sömürü düzenini, Afrika’daki aslanların hem soydaşlarını hem diğer hayvanları sömürdüğü düzeni (ve benzerlerini); insan hayatına da ikame edemezsiniz. (İkinci çoğul şahıs eki kullanarak sanki sadece size işaret ediyormuşuz gibi anlaşılabilir; eğer siz de ikame edilmesi gerektiğini savunuyorsanız [tıpkı kapitalist Necip gibi] hatalısınız. Savunmuyorsanız, uyarılarımızı üzerinize almanıza gerek yok.)
“Sömürü”nün feriştahı olan kapitalist sistemi izah çabanızda; “üreme ihtiyacı”nı merkeze koyarak açıklamanız da eksik kalır, tıpkı yerleşim birimlerinin (kabile, ev, sokak, mahalle, köy, kasaba, şehir vb.) doğuşunu, evrilişini merkeze koyup kapitalist sistemi açıklamanızdaki eksiklik gibi.
İlk olarak; şunu dikkatle incelemenizi tavsiye ediyoruz:
İkinci olarak; şunu dikkatle incelemenizi tavsiye ediyoruz:
‘Gabor Maté’ izah ediyor:
[Uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi,
Çocukların gelişim süreci ve ‘stres’ üzerine eğitim veren Kanadalı doktor]
Üçüncü olarak; şunu dikkatle incelemenizi tavsiye ediyoruz:
Son olarak;
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadillerinin) tuzaklarına düşmeyiniz.
Necip (ve muadilleri):
“Sömürü özgürlüğü (serbestliği)”ni savunur,
“Birey(cilik) kültüne sırtını yaslayıp mutlak hedonizmi” savunur,
“Darwinism” konseptini ve Herbert Spencer’ın “survival of the fittest” söylemini birer manivela gibi kullanarak kapitalist sistemin mutlaklığı ve meşruluğu iddiasını yaymaya uğraşır,
(İnsanlar arasında da var olduğunu iddia ettikleri) piramitin tepe noktalarında “güçlülerin”, alt basamaklarında güç mücadelesinde başarısız olanların yerleşmesi gerektiği düzeni, hayata dayatırlar.
Necip (ve muadillerinin) safsataları:
[1]
[2]
“İnsanın aç gözlülüğü”nü kendilerine dayanak noktası yaparlar, sömürmesi ve sömürülmesini meşru görürler, ve bunu ısrarla savunurlar Necip (ve muadilleri). 13 Mayıs 2014’te Manisa-Soma’da kapitalizmin işlediği cinayetle hayatını kaybeden 301 insan için:
ifadesini hönkürecek kadar çürümüş kimselerdir kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri).
Cecil Rhodes = Necip
269’a yanıtı için teşekkürler.
Yalnız bir yerde itiraz edeceğim. “[B]unun akşamdan sabaha, bugünden yarına nasıl olacağı hususunda (belki bir nebze) acelecilik içinde” olmaktan ziyade, bunların gerçekleştirilme imkanıyla ilgili şüphelerim nedeniyle böyle sormuştum. Çünkü toplumun gelişim ve değişim süreçleri zaten aceleye gelemez, bir “evrim” sürecinin ürünüdürler.
(Öte yandan “devrim” ve “devrimcilik” kavramlarında “evrim”in aksine bir “acelecilik” hissedilmiyor mu? Tabii “aşamalı devrim” gibi sol-içi tartışmalar örnek gösterilerek böyle olmadığı ileri sürülebilir. O yüzden konu gereksiz yere uzamasın diye burada keselim en iyisi.
Bunların dışında yerine başka bir şey konmadıkça bir şeyin ortadan kaldırılamayacağına ilişkin tarihten aklıma gelen iki örneği de burada not etmek isterim:
1) Tütüne, içki ve meyhanelere -hatta şarap üretiminde kullanılmasın diye üzüme-, kahve ve kahvehanelere en sert yasağı koyup buna uymayanlara şiddet uygulayan 4. Murat.
Bu yollardan geçinen insanlara başka geçim kaynakları yaratamadığı için bunları ortadan kaldıramamıştır.
2) Kerbela’ya ve Hüseyin’in türbesine saldırıp yağma ve katliam yapan Vehhabiler, onlardan önce türbeyi yıktırıp ziyaretini yasaklayan bazı Abbasi halifeleri.
Bunlar da bölgenin geçim kaynaklarını hedef aldıkları için başarısız olmaya mahkumlardı. Çünkü Kerbela bu sayede bir inanç merkezi olarak gelişmiş bir şehirdi, önceden orada kayda değer bir yerleşim yoktu. Türkiye’de bu şekilde ortaya çıkan Eyüp/İstanbul ve Hacıbektaş/Nevşehir gibi.)
270’e
—bunların gerçekleştirilme imkanıyla ilgili şüphelerim nedeniyle böyle sormuştum. Çünkü toplumun gelişim ve değişim süreçleri zaten aceleye gelemez, bir “evrim” sürecinin ürünüdürler.—
“Şüpheler”iniz olmasını anlayışla karşılıyoruz, bizler de yıllar evvel “kapitalizmin ölümcüllüğü”nü idrak ettiğimizde hemen değiştirmeye eğilim gösterdik, sonra, tecrübe ede ede, “kendiliğindenci” başlangıçların, mücadelenin kapısının önüne geldik. Ama bunun da; bir tür “tembelliğe”, bir tür “kaderciliğe”, bir tür “yağmurun yağmasını beklemek gibi keşke şu başlangıç da gelse artık” bekleyişlerine, bir tür “eylemsizliğe” yöneltme riski olduğunu gözlemledik. “Kendiliğinden” başlangıçlar, tamam, kabul; ama “insan” denen şeyin “düşünmek, karar almak” gibi bir özelliği de var. Kapitalizme karşı mücadele başlangıcının “kendiliğinden” olması muteber olmakla birlikte, (dünya genelinde) bu başlangıç anının birikmesi, köpürüp taşması için, kapitalizmin katliamlarının (SOMA’daki kapitalizm katliami gibi) daha fazla duyulması için, sistemin ölümcüllüğünün nihayet yaygın bir şekilde sorgulanmaya başlanması için koltuklarımızda oturup tespitler sıralamakla yetinmemeli; hareket halinde, istekli olmalıyız.
“Kendiliğindencilik” meselesini daha net izah etmek adına, yukarıdaki açıklamanızda; “imkan” ve “evrim süreci” üzerinde duracağız.
“Kapitalizmin ölümcüllüğünün daha çok duyurulması”nı, “Leninist” akımda pek meşhur “öncü cephe, öncü savaşı (vanguardism, revolutionary vanguardism)” kavramı önüne getirip linç etmeye namzet olanlar, “kendiliğindenci” yaklaşımın (prematüre doğum gibi) risk taşıdığını iddia ederler:
Bir kısmı, sadece sol mücadele tarihi içinde benzeşimler kurmak merakları sebebiyle,
Bir kısmı, “kusursuz” halk denen şeyin olmadığını unutarak,
Bir başka kısmı, sırf çamur sıçratmak sebebiyle hareket ediyor,
Bir başka kısmı da, (sizin de hatırlattığınız) “aşamalı devrim” gibi ifadeleri dile getiriyor (o kadar çok ki; Troçki “Sürekli Devrim”, Mihri Belli “Milli Demokratik Devrim”, kırsaldan kente doğru devrim, kentten kırsala doğru devrim, Almanya “Rote Armee Fraktion (Baader-Meinhof)”, Uruguay “Tupamaros”…)
Hepsine teşekkür ediyor ve yolumuza devam ediyoruz.
Devrim ve devrimcilik çok geniş hacimli kavramlar; (“acelecilik” babında) kaplumbağa hızından başlayın çita hızına kadar, hız seviyeleri üzerine tartışabilir, bomboş metinlerle yazışıp kendimizi tüketebiliriz.
Kısaca, işaret ettiğimiz tehlike şu:
İçinde yaşadığımız bir bina (“Dünya”) var ve bu bina alev alev yanıyor (Cecil Rhodes’un gaddarlığı, SOMA, 2007-2017 Yunanistan, Occupy Wall Street, Bangladeş-Kamboçya-Laos-Filipinler’in barut fıçısı hâline gelmesi, Black Lives Matter, Trump-Putin-Xi Jinping fillerinin tepişmesi, RTE diktatörlüğü referandumu, Suriye’deki emperyalist savaş, NSA dinlemelerini Edward Snowden’ın ifşa etmesi, Foxconn fabrikalarındaki işçilerin intiharları, çeşitlendirin çeşitlendirebildiğiniz kadar…) Artık, 1700’lü, 1800’lü yıllarda da değiliz. Kapitalizm, tarihin en dehşet cinayetlerinden (ister insana yönelik, ister hayvana, ister bitkiye…) birini daha işliyor, fakat bu kez, tarih (“evrim”in adeta bir doktrin hâline getirilmesi!) tekerrür etmek zorunda değil; geçmişte yapılan hataları bugün de (yarın da) tekrar etmeye mahkûm değiliz.
Şunu sormak isteyebilirsiniz; “tüm kötülüklerin kaynağı kapitalizm mi?” Hayır, “tüm” kötülüklerin değil. Fakat çok büyük bölümünün kaynağının kapitalizm olduğunu görmemek, duymamak, bilmemek, hissetmemek için “insan olmamak” gerekir. “İnsanın aç gözlü olması”nı %100 önleyemeyiz; fakat, kapitalizmi yok edebiliriz.
“Evrim”, bilimin en nadide yapıtaşlarından biri olmasıyla birlikte, kapitalizmin işlediği cinayetlere karşı mücadelede bir tür “baraj” gibi kullanılamaz; bu, en başta, Charles Darwin’in çabalarına saygısızlık etmek olur.
Kapitalizme karşı mücadelede, “evrim süreci”ni set & duvar olsun diye yolun ortasına dikmek; gün gelir, “evrim süreci”nin kendisini de kökünden bitirir. Kapitalizm, dünyayı cayır cayır yakıyor; “evrim süreci”nin devam etmesini istiyorsak, kapitalizme karşı mücadeleyi arttırmaya istekli olabilmeliyiz.
“4. Murat” çağının aynısı bugün mevcut değil, yarın da olmayacak.
“Kerbela” çağının aynısı bugün mevcut değil, yarın da olmayacak.
Eyüp-İstanbul, Hacıbektaş-Nevşehir nasıl “evrim geçire geçire” kurulduysa; yarın, yeni yerleşim birimleri (kim bilir, belki “Mars”ta) elbette kurulacak.
“Tarih”i kimsenin çöp kutusuna gönderdiği yok, tarihten daima ders alacağız.
İsteyen “devrim” der, isteyen “devrimcilik” der, isteyen “hız testi” yapabilir, isteyen tarihin her sayfasından örnekleri çıkarıp çıkarıp bu sayfaya getirip bir bir yazabilir… Ortada, apaçık, devasa bir tehlike var, ve en dehşet saçan anlarından birinin içindeyiz: Kapitalizm.
Geçmişte yapılan hataları bugün de (yarın da) tekrar etmeye mahkûm değiliz.
Eğer “kurtarıcı” bekleyenler varsa; hiçbir kurtarıcı gelmeyecek. Kapitalizmi yıkmak için “acele” etmek zorunda değiliz; fakat, mücadelenin “kendiliğinden” başlaması için, beklemek değil, daha aktif olmak zorundayız.
İçinizde “yeni şüpheler” beslemenize gerek yok; kapitalizme karşı sürdürdüğümüz mücadele esnasında, kaldırdığımız sistemin yerine yapıları bir bir inşa edeceğiz. (SSCB, Küba, “Mao & Çin Halk Cumhuriyeti” ve diğer örnekleri, yine, papağan gibi tekrarlayanlar olursa [ki varlar]; onlara “bye bye” diyoruz.)
Kapitalizmi ortadan kaldırmazsak; kapitalizm, “evrim süreci”ni de yok edecek. Eğer en büyük şüphelerinizden biri “evrim sürecinin sekteye uğraması” ise; kapitalizm, şu an en tehlikeli tehdit düzeyine ulaşmış durumda.
Kapitalizm ≠ “Evrim Süreci”
Howard Zinn’in uyarısını tekrar hatırlatıyoruz:
“Kapitalizmi ortadan kaldırmazsak; kapitalizm, ‘evrim süreci’ni de yok edecek. Eğer en büyük şüphelerinizden biri ‘evrim sürecinin sekteye uğraması’ ise; kapitalizm, şu an en tehlikeli tehdit düzeyine ulaşmış durumda.”
Bu dogru degil.
Once, tekrar etmek bahasina, ‘kapitalizm’ dedigimiz sey bir ‘sistem’ degil –bunu unutmamak lazim; bir olgu.
Bu ‘olgu’da, bireylerin maruz kaldigi sartlari optimize etmek yok; tersine, ‘survival of the fittest’ diye aciklayabilcegimiz bir /kiran kirana/ mucadele var.
Tipki, dogadaki baska herhangi bir evrim surecinde oldugu uzere.
Buna karsilik, mesela ‘sosyalizm’, bireylerin maruz kaldigi sartlari optimize etmek gibi bir amaca sahiptir.
Bu, cok merhametli bir yaklasim olmakla beraber, ayni zamanda evrim icin gerekli olan zorlayici sartlari da minimize etmek anlamina gelir.
O acidan da, evet, ya evrimi durdurmak ya da geciktirmek demektir.
Bu boyledir de, malum, ‘evrim’in isleyebilmesi icin, edinilen bilginin bir sonraki nesle aktarilmasi gerekir.
‘Vahsi kapitalizm’ dedigimiz –kontrolden cikmis– prosesin sorunu da tam olarak budur: Yol actigi (imkan tanidigi) tekelcilikler yuzunden, diger oyuncularin birikimlerini bir sonraki nesle aktaramadan (ekonomik anlamda) piyasadan cekilmek –yok olmak– zorunda kalmasi.
Bence engellenmesi gereken budur: Bir nesilden uzun bir zamana yayilabilecek olan tekellerin olusmasinin engellenmesi.
272
—‘kapitalizm’ dedigimiz sey bir ‘sistem’ degil, bunu unutmamak lazim; bir olgu. Bu ‘olgu’da, bireylerin maruz kaldigi sartlari optimize etmek yok; tersine, ‘survival of the fittest’ diye aciklayabilcegimiz bir -kiran kirana- mucadele var. Tipki, dogadaki baska herhangi bir evrim surecinde oldugu uzere.—
Yanlış.
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri); kapitalizmi savunmaya ciyak ciyak devam etmenin hiçbir etkisi yok.
Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonların kendi içindeki sömürü düzenini, Afrika’daki aslanların hem soydaşlarını hem diğer hayvanları sömürdüğü düzeni (ve benzerlerini); insan hayatına da ikame edemezsin.
Sen (ve muadillerin);
“Sömürü özgürlüğü (serbestliği)”ni,
“Birey(cilik) kültüne sırtını yaslayıp mutlak hedonizmi”,
“Darwinism” konseptini ve Herbert Spencer’ın “survival of the fittest” söylemini birer manivela gibi kullanarak kapitalist sistemin mutlaklığı ve meşruluğu iddiasını yaymaya uğraşan ölümcül bir kişisin.
—mesela ‘sosyalizm’, bireylerin maruz kaldigi sartlari optimize etmek gibi bir amaca sahiptir. Bu, cok merhametli bir yaklasim olmakla beraber, ayni zamanda evrim icin gerekli olan zorlayici sartlari da minimize etmek anlamina gelir. O acidan da, evet, ya evrimi durdurmak ya da geciktirmek demektir.—
“Sosyalizm”in, evrim sürecine etkilerinin ne olduğunu tartışmıyoruz; o defter on yıllar önce kapandı, kapanmadığını sananlar rüya görmeye devam etse de.
Evrim sürecinin önünde duran, mevcut hâlde, en tehlikeli tehdit: “Kapitalizm”dir. Sen kabul etsen de etmesen de; tehlike budur.
—‘Vahsi kapitalizm’ dedigimiz (kontrolden cikmis) prosesin sorunu da tam olarak budur: Yol actigi (imkan tanidigi) tekelcilikler yuzunden, diger oyuncularin birikimlerini bir sonraki nesle aktaramadan (ekonomik anlamda) piyasadan cekilmek (yok olmak) zorunda kalmasi. Bence engellenmesi gereken budur: Bir nesilden uzun bir zamana yayilabilecek olan tekellerin olusmasinin engellenmesi.—
Kapitalizm, başlıbaşına, “ölüm saçan zehirdir”.
“Vahşi” kapitalizm = İnsanları bağırta bağırta sömürür ve öldürür.
“Vahşi olmayan” kapitalizm = İnsanları az bağırtarak, sessiz sessiz sömürür ve öldürür.
“Vahşi” kapitalizm / “Vahşi olmayan” kapitalizm ayrımı;
Senin gibi, kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patronun (Necip’in) kendi poposunu kurtarmak için icat ettiği bir yumuşatıcıdır, o kadar.
—‘evrim’in isleyebilmesi icin, edinilen bilginin bir sonraki nesle aktarilmasi gerekir.—
İşte tam da bu sebeple; “kapitalizmi yok edeceğiz”. Çünkü edinilen bilginin sonraki nesillere aktarılmasını engellemek için, kapitalizm, ölüm saçıyor.
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri); “Survival of the fittest” konseptini, insan hayatına da ikame edemezsin:
=== 1 ===
KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:
=== 2 ===
KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:
=== 3 ===
KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:
“Evrim süreci”nin sekteye uğramadan yoluna devam edeblimesl için, kapitalizmin kökünü kazıyacağız; bu hengâme içinde sen de kurtulacaksın, teşekkür etmeni beklemiyoruz.
Peki, kapitalizmi doğal bir toplumsal evrim sürecinin bir parçası olarak kabul edersek, bu onun zamanla daha iyi bir sisteme dönüşerek ortadan kalkabileceği anlamına gelir mi? Böyle bir şey olmayacaksa bile bu imkan dahilinde olabilir mi?
Örneğin, mutlak monarşilerin burjuva demokrasilerine (meşruti parlamenter monarşilere ve çok partili burjuva demokratik cumhuriyetlere) dönüşebilmeleri gibi.
Ya da, Osmanlı gibi katı merkeziyetçi Asya despotluklarında bile adem-i merkeziyet anlamında bir tür feodalizmin/derebeyliğin (örn; 18. yy. sonu – 19. yy. başındaki ayanlar) ortaya çıkabilmesi gibi.
“Peki, kapitalizmi doğal bir toplumsal evrim sürecinin bir parçası olarak kabul edersek, bu onun zamanla daha iyi bir sisteme dönüşerek ortadan kalkabileceği anlamına gelir mi? Böyle bir şey olmayacaksa bile bu imkan dahilinde olabilir mi?”
Ben dedim diye olacak ya da olmayacak degil, tabii ki. 🙂
Ama, bir kisisel kanaat olarak, dogadan da ornek alarak/vererek sunu soyleyebilirim zannedersem:
Insanlar da, butun canlilar gibi, kaynaklara erisimin ve kaynaklardan istifade etmenin zorluk/kolaylik derecesine bagli olarak kendi aralarinda sert/yumusak rekabetler yasarlar.
Yani, malum, beslenme, barinma vb vs gibi ihtiyaclarin karsilanmasinda ciddi sorun varsa, kendi aralarinda kavga ve/ya savas yaparlar.
Bu cerceveden bakarsak, bu tur temel ihtiyaclarin buyuk olcude (ve yaygin olarak) karsilandigi cografyalarda, insanlarin cok daha az sert rekabet sergilediklerini gorebiliriz. [1]
Bunu saglam bir ampirik veri sayabilirsek, evet, zamanla –iyilestirmeler devam eder ve yayginlasirsa– (cok) daha mulayim bir ‘kapitalism’in yasanacagini ummak cok da abarti sayilmayabilir. [2]
Tam da bu noktada bir teorik soru daha cikar onumuze: Zorlayici sartlarin kaldirilmasi (hafifletilmesi) ‘evrim’in durdurulmasi (ya da yavaslatilmasi) anlamina gelmez mi?
Eger gelirse, daha az (ya da daha yumusak) rekabet saglamak icin gosterecegimiz her gayret, aslinda, insan irkinin ortadan kalkmasina hizmet mi edecek?
Uzerinde ayrica dusunulmege, tefekkur edilmege, deger bir sorudur bu, bence.
—-
[1: Bu durumun ne kadar hassas/narin oldugunu, yakin zamanda gocmenlere karsi ne denli sert davranabildiklerine bakarak gorebiliriz. Konforlarina halel getirmek ihtimali olan en ufak bir seye karsi bile acimasiz olabiliyorlar. Back to square one.. ]
[2: Gocmenlere verilen tepkiye baktigimizda, tehlikenin algisi –kuvveden fiile cikmamis olsa bile– cok sert tepkilere yol acabiliyor. Dolayisi ile, daha mulayim bir ‘kapitalism’in gerceklesmesi icin, insanlara sadece daha rahiv/konforlu bir ortam degil; o ortamin surdurulebilirlik garantisi de gerekiyor. Bu garantiyi saglamak hic de kolay degil gibi..]
274’e
Yukarıdaki yorumcuların birkaçı; “yerleşim birimlerinin tarih boyunca geçirdiği dönüşümler” ile kapitalizm arasında kısıtlı & limitli & bütünü açıklamayan bağ kurarak izah etmeye çabaladı, olmadı, eksik kaldı, ki eksik kalmaya mahkûmdur. Şu cevabı vermiştik: “Tarihin akışı içinde insanların yerleşim birimlerini inceleyerek, kapitalizmin geçirdiği dönüşümleri izah etme çabanız sadece bir dal olarak işlev görür; kapitalizmin ne olduğunu, bütünüyle yerleşim birimlerinin dönüşümü üzerinden açıklayamazsınız, eksik kalır. (251 no’lu metnimizden)”
Yine yukarıdaki yorumculardan biri; “üreme ihtiyacı” ile kapitalizm arasında kısıtlı & limitli & bütünü açıklamayan bağ kurarak izah etmeye çabaladı, olmadı, eksik kaldı, ki eksik kalmaya mahkûmdur. Şu cevabı vermiştik: “‘Sömürü’nün feriştahı olan kapitalist sistemi izah çabanızda; ‘üreme ihtiyacı’nı merkeze koyarak açıklamanız da eksik kalır, tıpkı yerleşim birimlerinin (kabile, ev, sokak, mahalle, köy, kasaba, şehir vb.) doğuşunu, evrilişini merkeze koyup kapitalist sistemi açıklamanızdaki eksiklik gibi. (269 no’lu metnimizden)”
Şimdi de şu soru geldi:
—Peki, kapitalizmi doğal bir toplumsal evrim sürecinin bir parçası olarak kabul edersek, bu onun zamanla daha iyi bir sisteme dönüşerek ortadan kalkabileceği anlamına gelir mi? Böyle bir şey olmayacaksa bile bu imkan dahilinde olabilir mi?—
“Kapitalizm”in, zamanla, daha iyi bir sisteme dönüşeceği yönünde tahminler yapmaya yeltenmek; özellikle içinden geçmekte olduğumuz şu çetrefilli zaman diliminde, rasyonel değil. Çünkü elimizde; kapitalizmin kötü bir sistem olduğuna dair kanıtlar var, ve bu kanıtlar gizli-saklı da değil.
“Kapitalizm”, “sosyalizm” vb. akımlar, fizik-kimya yasalarına göre işleyen, hayat döngüleri fizik-kimya yasalarına göre belli, tanımlı olan akımlar değil; “insan davranışları” denen mühim etkeni göz ardı edemezsiniz. Kapitalizm, H2O gibi “su”yu oluşturan bir yapı değil ki; zamanla iyi yönde veya kötü yönde, kendi kendine evrilip, ömrünü tamamlayıp buharlaşsın, kendini yok etsin.
İnsanın içindeki “sömürmek (ve sömürülmek)” denen eylemin varlığından beslenen yegâne sistemin adı “kapitalizm”dir. İnsanın aç gözlü olmasını bütünüyle engelleyemeyiz, insanın sömürmeye eğilimli özelliklerini bütünüyle kaldıramayız; fakat bütün bunlardan beslenip, ve hâttâ bunları körükleyip kuvvetini perçinlemeye çırpınan “kapitalizm”i yok etmeye mecburuz. Kapitalizmin katliamları yıllardır ortadayken, ve en dehşet saçan seviyesine 20. ve 21. yüzyıllarda ulaşmışken, kapitalizmin işlediği bütün bu cinayetleri sanki hiç yaşanmamış sayıp, yarınlara güvenle bakamayız. “Kapitalizmin kötü yanlarını görmeyelim de iyi yanlarını görelim” ifadesinin tuzağına düşmek; kerizliğin doruk noktası olur.
Artık, kendimizi sürekli kandırmaktan, sürekli ahmak olmaktan vazgeçebilmeliyiz; Manisa-Soma’da kapitalizmin işlediği cinayetle hayatlarını kaybeden 301 insan gibi daha nice insanın (ve hayvanın, ve bitkinin…) ölümüne son vermek bizim elimizde; kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip’in (ve muadillerinin) elinde değil. Unutmayın; patron Necip gibiler sadece ama sadece kâr marjlarını arttırmayı düşünür, başka şey düşünmez. Patron Necip gibiler, eğer kâr marjları azalıyorsa, insan katletmekten geri adım atmazlar; ne yazık ki öldürmeye meyilli kimselerdir Necip gibiler. İspat isterseniz, işte size ispat:
Artık 1700’lü, 1800’lü yıllarda da değiliz.
Günümüzde en ölümcül seviyelerinden birine ulaşmış olan kapitalizm; hem “insan” isimli türü, hem diğer bütün yaşam formlarını yok edecek. Ne cevap vermiştik, hatırlatalım: “Şunu sormak isteyebilirsiniz; ‘tüm kötülüklerin kaynağı kapitalizm mi?’ Hayır, ‘tüm’ kötülüklerin değil. Fakat çok büyük bölümünün kaynağının kapitalizm olduğunu görmemek, duymamak, bilmemek, hissetmemek için ‘insan olmamak’ gerekir. ‘İnsanın aç gözlü olması’nı %100 önleyemeyiz; fakat, kapitalizmi yok edebiliriz. (271 no’lu metnimizden)”
—Örneğin, mutlak monarşilerin burjuva demokrasilerine (meşruti parlamenter monarşilere ve çok partili burjuva demokratik cumhuriyetlere) dönüşebilmeleri gibi. Ya da, Osmanlı gibi katı merkeziyetçi Asya despotluklarında bile adem-i merkeziyet anlamında bir tür feodalizmin-derebeyliğin (örn; 18. yy. sonu – 19. yy. başındaki ayanlar) ortaya çıkabilmesi gibi.—
Bu açıklamanızda ise; kapitalizmi, (yine “sadece”) bir tür “yönetim şekli” kalıbı içinde tanımlayıp, bu şekli başka şekillere soktuğumuzda hayatın düzelme olasılığı artabilir, gibi “tek dokunuşla kesin çözüm” devasa bir sonuca ulaşıyorsunuz.
Yanılıyorsunuz.
Görmediğiniz ya da göremediğiniz husus şu; kapitaizmin, en ince kılcal damarlarımızda dolaşıyor olduğu. Kapitalizmi yok etmek; yukarıdan aşağı yönlü (yani “tepeden inmeci”) taktikle değil, aşağıdan yukarı yönlü (yani “kılcal damarlarımızda dolaşan kapitalizmi söküp ata ata”) olur.
İster krallık olsun, ister imparatorluk olsun, ister düklük olsun, ister padişahlık olsun, ister başkanlık sistemi olsun, ister politbüro diktatörlüğü olsun, ister monarşi olsun, ister parlamenter sistem olsun (ve diğerleri) fark etmez; günümüzdeki kapitalizm, her tür yönetim şekli içinde kuluçka merkezleri kurup, zehrini hayatın her tarafına yayabilecek kadar kuvvetli bir adaptasyon özelliğine sahiptir. Bunun günümüzdeki en açık örneğini incelemek isterseniz; “Çin Halk Cumhuriyeti”ne dikkatle bakınız: Resmiyette komünist yönetim şekli ile yönetildiği söylense de; pratikte, kapitalizmin en ölümcül uygulamalarının yaşandığı ülkelerden biridir Çin (sömürülen nüfus sayısını baz aldığımızda, belki de ilk sıradadır).
Çin’in yaptığı, en genel tabir ile; “devlet kapitalizmi”dir.
ABD’nin yaptığı ise “özel sektör kapitalizmi”dir (tabii ki, ABD federal devletinin himayesi altında ve dünya genelindeki emperyalist planlarının çerçevesi içinde).
21. yüzyıldayız.
“Devlet” mekanizması, artık, “gücü” tek başına temsil etmiyor. Bunu aslında siz de biliyorsunuz. “Şirketokrasi” de var!
“Devlet” denen mekanizmayı (solcuların hepsi olmasa da büyük çoğunluğu), “hep en metropollerde, yükseklerde yükseklerde” olan bir yapı gibi tahayyül edip, insanlara da bu şekilde pazarlamaya uğraşıyor. “Devlet” isimli yapıyı oluşturan birçok mikrolar & parçacıklar vardır, ve bu yapılar en ince yaşamsal damarlarımıza sızmış durumdadır. Sadece Ankara’yı hedef almakla, sadece Moskova’yı hedef almakla, sadece Washington’ı hedef almakla, sadece Londra’yı hedef almakla, sadece Yeni Delhi’yi hedef almakla, sadece Berlin’i hedef almakla veya sadece Beijing’i hedef almakla, “devlet” denen yapıya karşı mücadele yürütemezsiniz, yetmez, eksik kalır.
En temelden, mikroların & parçacıkların en yaygın olduğu tabandan başlaya başlaya, insanların gündelik hayatlarından başlaya başlaya, mücadele ede ede, çarpışa çarpışa, “dağı, tabandan yukarıya yönlü erite erite”, devlete köstek olabilirsiniz. 21. yüzyılda olduğumuza göre, insanların gündelik hayatlarında “şirketler” en geniş yeri kapladığına göre, kapitalizm isimli ölüm saçan zehrin kuluçka merkezleri olan “şirketlere” karşı mücadele etmezseniz, “devlete de” diz çöktürtemezsiniz.
Bu sitede görüşlerini yazan ziyaretçilerin çoğu:
“Kapitalizm” kelimesini duyunca, aklına ilk önce; “Sam Amca” veya “ABD-Washington’daki Beyaz Saray”,
“Komünizm” kelimesini duyunca, aklına ilk önce; “Lenin’in top-keçi sakalı”, “Stalin’in bıyığı” veya “Moskova-Kremlin” geliyor.
Şimdi bir dakika durun, derin nefes alın, acele etmeyin.
Ciddi ciddi düşünün:
Kapitalizm, sizin her sabah (çoğu zaman cumartesi-pazar da dahil. Vardiyalı çalışanlar var ise, “gececiler” de dahil) sömürmek ve sömürülmek için gittiğiniz “kamu sektörüdür” veya “özel sektördeki şirketlerdir”.
İlk önce:
“Kendi” günlük hayatınızın en ince hücrelerine zehir gibi yayılmış “kapitalizmi” ilk sıraya koyunuz. “Washington-Beyaz Saray” ile “Moskova-Kremlin’e” sonra kafa yorarsınız.
İlk önce:
Burnunuzun ucunda, b*ka batırıldığınız, her gün temerküz ettiğiniz “kapitalizme” bakın. “Washington-Beyaz Saray” ile “Moskova-Kremlin’e” sonra kafa yorarsınız.
Yönetim şekilleri değişir, iktidarlar değişir, siyasetçiler değişir… Ama sizi iliklerinize kadar sömüren kapitalist şirketiniz (kapitalizm var olduğu müddetçe) iflas bile etse, bukalemun gibi renk atıp başka bir sektörde dirilir, sizi sömürmeye yine devam eder! İlk önce, kendi gündelik hayatınızda, sizi istihdam eden şirketinize karşı mücadele gücünüzü biriktirin; Ankara siyasetine – Washington siyasetine – Moskova siyasetine daha sonra kafa yorarsınız!
“Şehirleşme” olgusunu, kapitalizmin nasıl zehirlediği ile ilgili analiz ve uyarıları dikkatle incelemenizi tavsiye ediyoruz:
Bu tartışmaların gösterdiği bir şey var. İnsanları asıl çileden çıkaran kötülüklerin (burada: kapitalizmin) varlığından çok, bunların doğal karşılanması (burada: kapitalizmin doğal bir sistem sayılması), kimsenin “kötülük” olarak görmememesidir. Kötülüklerin (insanların tamamı tarafından olmasa bile) kötü kabul edildiği ve bunlara karşı çıkıldığı durumda varlıkları bu kadar rahatsız edici değildir.
Örneğin, asıl dehşet verici olan, Ermeni ve Dersim gibi soykırımların kendilerinden çok, bunların inkar edilmesi, önemsiz görülmesi, mazur gösterilmesi ve hatta soykırım yapılanların bunu hak ettiklerinin söylenmesidir.
(Cinsiyet, kadın-erkek ilişkileri kaynaklı sorunlarda da aynısı geçerli. Örneğin, eş bulamayan erkeklerden bünyeleri buna katlanamayan bazıları için, asıl çileden çıkartıcı şey, bu durumdan çok, bunun insanların çoğunun umrunda olmaması, doğal karşılanması, kötü görülse bile eş bulamayanların kendi sorumluluğu sayılmasıdır. Buna kadınların durumundan da bir benzetme yapılabilir. Kadın için tecavüz neyse bu erkekler için de yalnızlık böyledir. Tecavüze böyle bakan, kötü gördüğü halde sorumlunun tecavüzcü değil kendisini savunamayan kadın olduğunu savunan bir düşünceye de katlanılamaz. Ya da cinayet, darp, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık gibi olayları kötü gördüğü halde kendisini savunamayan kurbanların sorumluluğu sayan düşünce gibi.)
“İster krallık olsun, ister imparatorluk olsun, ister düklük olsun, ister padişahlık olsun, ister başkanlık sistemi olsun, ister politbüro diktatörlüğü olsun, ister monarşi olsun, ister parlamenter sistem olsun (ve diğerleri) fark etmez”
Aradaki farklar önemsiz midir?
En gelişmiş parlamenter sistemler ile mesela bir S.Arabistan ile K.Kore?
İdam cezasının kalktığı ülkeler ile uygulandığı, hele keyfi biçimde uygulandığı ülkeler. Yaşları değiştirilerek idam edilen Erdal Eren ve Seyit Rıza gibi.
Daha önemlisi bir tarafta idamı insan haklarına aykırı bir insanlık suçu gören kitleler. Diğer tarafta mitinglerde “idam isteriz” diye bağıran kitleler, onları “inşallah” diye yanıtlayan liderler.
Bir tarafta zorunlu askerliğin tamamen kalktığı ülkeler. Diğer tarafta vicdani ret hakkını, hatta askerliğe alternatif sivil kamu hizmeti hakkını bile tanımayan ülkeler.
Bazen bir soruyu tersinden sormak da yararlı olabilir.
“Kapitalizm doğal bir düzen midir?” sorusunu tersinden soralım:
Kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışmak doğaya aykırı, akıntıya kürek çekmek kabilinden, aşırı zor, olağanüstü çaba gerektiren bir uğraş mıdır?
“Daha önemlisi bir tarafta idamı insan haklarına aykırı bir insanlık suçu gören kitleler.”
Konuyu ‘insan haklari’ gibi fiyakali bir etiket uzerinden degil de, sozkonusu toplumun, islenmis olan herhangi bir sucu o kadar da onemsemez bir noktaya gelmis olup olmadigi cercevesinde degerlendirmek bence daha dogru olur.
Yani, toplum, canice islenmis olsa bile, sozkonusu sucun hem pek de yaygin olmadigina hem de (bu yuzden) kendi refah veya huzuruna tehdit teskil etmedigine inaniyorsa, o suca idam cezasi vermenin gerekli olmadigina hukmeder.
Bir ornekle aciklamak gerekirse: Zengin birisinin evini soyup, mesela, bin liralik bir sey calanin pesine dusmeyebilir o evin sahibi. Ama, ayni meblagin fakir birisinin evinden calinmasi halinde, fakir ev sahibi fevran eder; hirsizin yakalanip en sert sekilde cezalandirilmasini ister.
Bence biraz da boyledir bu isler. ‘Insan haklari’ filan gibi seyler ise, genelde, konjonkturel ve kulaga hos gelen etiketlerdir. Refah seviyesinin yuksek oldugu toplumlarin reklam amaciyla kullandigi etiketler…
“Diğer tarafta mitinglerde ‘idam isteriz’ diye bağıran kitleler, onları ‘inşallah’ diye yanıtlayan liderler.”
Bunu anlamak cok da zor olmasa gerek: Sozkonusu toplum, kendini, yukaridaki ornekteki ‘fakir evsahibi’ orneginde oldugu uzere, ziyadesiyle cani yanmis (zarar gormus) hissediyor ve/ya refah ve huzuruna acik ve yakin bir tehdit oldugunu dusunuyor. ‘Lider’, bu durumda, baska ne diyecek?
“Bir tarafta zorunlu askerliğin tamamen kalktığı ülkeler. Diğer tarafta vicdani ret hakkını, hatta askerliğe alternatif sivil kamu hizmeti hakkını bile tanımayan ülkeler.”
Zorunlu ya da degil, ‘askerlik’ dedigimiz sey de, benzer sekilde, tehdit ihtimaline karsi savunma amacli vardir. Ilk sebebi budur.
Eger tehdit devam ediyorsa, askerlik de, haliyle, gerekli olacaktir. Zorunlu ya da gonullu olmasi ise, hangi sayida ya da yogunlukta asker gerektigine bagli olarak, seceneklerden birisi olur.
[Tehdit az ise, herkesin asker olmasi gerekmez; isteyen, gonullu olur. Ya da, teknolojik imkanlariniz ongorulen tehditleri savusturmak icin yeterli ise, daha az sayida asker ihtiyaciniz olur; zorunlu askerlik anlamsiz olacagi icin, isteyen, gonullu olur.]
‘Vicdani ret’ dedigimiz sey de, eger gonullu askerlik imkani verebiliyorsaniz, sunabileceginiz bir secenek olur, tabii ki. Yani, bir luksun uzantisi olarak bir baska luks..
“Kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışmak doğaya aykırı, akıntıya kürek çekmek kabilinden, aşırı zor, olağanüstü çaba gerektiren bir uğraş mıdır?”
Sizi bilmem; ama, ben, uzun zamandir ne palto giyer oldum, ne de kaskol filan gibi seyler. Halbuki, ayni sehirde yasiyorum.
Bunu farkettigimde, uzerinde azicik dusundum. Sebebini de buldum: Bunca zaman icinde, sehre dogalgaz geldi; herkes kullaniyor ve bunun sonucunda sehrin uzerinde bir ‘termal kubbe’ olustu.
Bu termal kubbe, iklim degisikliklerini daha az hissetmemize yol acti –en azindan, artik, soguklar asiri soguk olmuyor; olsa bile, birkac gun bile surmuyor.
Bu surec epeyi uzun bir zaman aldi. Yani, aniden olmadigi icin, cogumuza ‘dogal gibi geliyor; ama, ‘dogalgaz’in –isminde ‘dogal’ olsa bile– sehre gelisi ‘dogal’ degil. Buyuk ve masrafli bir gayret sonucunda getirildi.. [1]
Uzatmayayim: Bu ornek, ‘kapitalizm’in de etkilerini azaltmak babinda kullanilabilirdir bence.
Bu amacla ugrasi vermek bence yanlis degil.
Yanlis olan, ‘kapitalizm’i –antromorphize ederek– dusman ilan etmek. ‘Kapitalizm’e karsi ‘cihat’ ilan etmek.
[1: ‘Dogalgaz’in sonsuz olmadigini biliyoruz. Tukendigi zaman ne yapacagiz? Sehrin termal kubbesi basimiza coktugunde, palto/kaskol gunlerimize donmekten baska ne alternatifimiz var/olacak?]
“(Osmanlı yazarlarından Veysi) Habname adlı en ünlü yapıtında I. Ahmet ile Büyük İskender’i düşünde gördüğünü anlatır. Dönemin toplumsal, ekonomik bozukluklarından yakınan padişaha İskender, dünyanın Adem’den beri aynı durumda olduğunu açıklar; ancak yapıt, bu kötülüklerin iyi ahlaklı, yetenekli görevlilerin işbaşında bulunmasıyla ortadan kalkacağını da dile getirir.”
Adım Adım Osmanlı Tarihi 1520-1648
277 ve 278’e
—Örneğin, asıl dehşet verici olan, Ermeni ve Dersim gibi soykırımların kendilerinden çok, bunların inkar edilmesi, önemsiz görülmesi, mazur gösterilmesi ve hatta soykırım yapılanların bunu hak ettiklerinin söylenmesidir.—
Ermeni ve Dersim soykırımlarının; (bu soykırımların işlenmiş olduğunu kabul edenler için de etmeyenler için de) sadece ama sadece birer malzeme olarak kullanıldığı; o yıllarda yaşanan ölümler hakkında, gerçekleri oturup konuşmak, tartışmak için sarih ve dingin hâllerin (ne yazık ki) olmadığı aşikâr. İsyanınızda haklısınız.
İnsanların cinsiyetlerine bin yıllardır biçilen rolleri, bu sayfada dişe dokunur şekilde görüşmek; en azından şimdilik mümkün gözükmemekte. Güçlülerin egemenliği yönünde adalet dağıtıldığı zaman; hem güçsüz hem mağdur olanların isyan etmesi normaldir, isyan etmekte %100 haklılardır. Dünya genelinde; en başta kadınların çektiği eziyet konusu ile ilgili, yine ne yazık ki, güçlülerin egemenliği yönünde hareket edilmektedir. (Şunu soranlar olabilir; “Peki, güçlüler de hakkaniyetsizliğe uğrarsa?” Cevap: Ne yazık ki, istisnalar kaideyi bozamıyor! Güçlüler de mağdur olduğunda, adaletin “adilce” dağıtıldığı anlar; tarihte, pek azdır. Adaletin dağıtılması gerektiği zamanlarda, güçlülere uygulanan imtiyazların örneği çoktur tarihte. Bugün de değişen bir şey yok!)
(Not: Şahsınızın, cinsiyet rolleri babında yazdıkları, spesifik olarak “bazı erkeklerin yaşadığı yalnızlıklar sebebiyle, kendilerini tutamayıp, azgınlaşabilmesi” ifadeniz; üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olmakla birlikte, bu kadar spesifik bir konuyu getirip bu sayfaya yazmanız, kapitalizmin sosyo-ekonomik hegemonyası hususuyla [şimdilik] şu yönde ilişkilendirilebilir: Pornografinin de “parasal anlamda kâr etmek” amaçlı hareket ettiği, erkeklerin, kadınların, ve diğer bütün cinsiyetlerin hazcı eğilimlerini tatmin etmek için istismar edildiği şüphe götürmez bir gerçek. Şahısların öz iradeleriyle cinsel ilişkiye girmesi bir tarafa; şahısların, kapitalist sistemin mahkûm etmesi sebebiyle, öz iradeleri dışında, cinsel ilişki yolu ile para kazanmaya mecbur bırakılması başka tarafa. İkisini birbirine karıştırMAmalısınız. Kapitalist sistem, bu noktada, parasal yönden etken bir konumda olmakla beraber; gelenekler, töreler, toplumlardaki normlar & algılar da etkendir. Bütün bunlardan da tek tek bahsedip, konuyu uzatmıyoruz.)
Dünya genelinde, insanların beynine kodlanmış (bu sayfada saymakla bitiremeyeceğimiz) doktrinler sebebiyle; bahsettiğiniz hakkaniyetsizliklerin [gündeme ara ara gelse bile] kısa zamanda unutulması, çekilen çilelerin boyutunu göstermesi bakımından yüksek öneme sahiptir. Howard Zinn’in aşağıda okuyacağınız uyarısını dikkate almazsak;
Hem kapitalizmin katliamları mazur görülmeye devam edilir,
Hem Ermeni & Dersim soykırımları mazur görülmeye devam edilir,
Hem (en başta “kadınlar” olmak üzere) şahısların cinsiyetleri üzerinden vuku bulan eziyetler, işlenen cinayetler mazur görülmeye devam edilir:
—Aradaki farklar önemsiz midir? En gelişmiş parlamenter sistemler ile mesela bir S. Arabistan ile K. Kore? İdam cezasının kalktığı ülkeler ile uygulandığı, hele keyfi biçimde uygulandığı ülkeler. Yaşları değiştirilerek idam edilen Erdal Eren ve Seyit Rıza gibi. Daha önemlisi bir tarafta idamı insan haklarına aykırı bir insanlık suçu gören kitleler. Diğer tarafta mitinglerde “idam isteriz” diye bağıran kitleler, onları “inşallah” diye yanıtlayan liderler. Bir tarafta zorunlu askerliğin tamamen kalktığı ülkeler. Diğer tarafta vicdani ret hakkını, hatta askerliğe alternatif sivil kamu hizmeti hakkını bile tanımayan ülkeler.—
Yönetim şekilleri arasındaki nüanslar; yerine göre önemli, yerine göre önemsizdir. Bu sayfada, üzerinde önemle durduğumuz husus “kapitalizmin, her tür yönetim şekline adaptasyonu” olduğundan; ülkelerin yönetim şeklinin, kapitalizm için önemli olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. [Bkz: “Çin Halk Cumhuriyeti”nin; resmiyette komünist yönetim şekli ile yönetildiği iddiası, fakat pratikte, dünyanın en ölümcül kapitalist uygulamalarının yaşandığı ülkelerden biri olması.]
Suudi Arabistan (Krallığı),
(Kuzey) Kore (Demokratik Halk Cumhuriyeti),
Çin (Halk Cumhuriyeti),
Amerika (Birleşik Devletleri),
Rusya (Federasyonu),
Birleşik Krallık (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı),
Hindistan (Cumhuriyeti),
İran (İslam Cumhuriyeti),
Almanya (Federal Cumhuriyeti),
Türkiye (Cumhuriyeti)…
Bütün ülkelerin adını tek tek yazmanıza gerek yok, parmaklarınızı boşuna yormayın. Ülkelerin “demokratlık seviyeleri”ni tek tek analiz etmeye kalksak; bu sitenin veritabanı bu kadar ağır bir yükü taşıyamayabilir.
Erdal Eren, Özgecan Aslan, Seyit Rıza, Necdet Adalı, Mehmet & Fadime Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Medeni Yıldırım, Ali İsmail Korkmaz, Ahmet Atakan, Hasan Ferit Gedik, Berkin Elvan, Burak Can Karamanoğlu, Münevver Karabulut, Yasin Börü, Mahir Çayan, Tahir Elçi, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Deniz Gezmiş, Abdi İpekçi, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Hrant Dink, Sevag Şahin Balıkçı, Festus Okey, İbrahim Kaypakkaya, Mustafa Pehlivanoğlu, Sarai Sierra, Dicle Koğacıoğlu, Pippa Bacca, Ceylan Önkol… Daha yazmaya devam edebiliriz, kalplerimiz parçalana parçalana…
“İdam” meselesine karşı mücadele etmek, sadece “zorunlu askerlik” garabetine değil “askerlik”e karşı topyekûn mücadele etmek; tıpkı, kapitalizme karşı mücadele etmek gibi, uzun erimli süreçlerdir, akşamdan sabaha, bugünden yarına çözülecek problemler değildir. Yine, Howard Zinn’in uyarısını dikkatle okumanızı, anlamanızı umuyoruz.
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri); “Survival of the fittest” konseptini, insan hayatına da ikame etmeye çırpınır. 280 ve 281’de yazdığı bütün cümleler, bu konsept üzerine inşa edilmiştir. “Güçlünün hegemonyası altında”, devletlerin (ve elbette şirketokrasinin) söylemleri doğrultusunda kendi zırvalarını bir bir sıralar. Patron Necip gibilerinin tuzaklarına dikkat ediniz. Bütün zırvalarının temelini oluşturan, şu kısımdır: —Kendi refah veya huzuruna tehdit teskil etmedigine inaniyorsa, o suca idam cezasi vermenin gerekli olmadigina hukmeder.— (Bu zırvanın tersi de, patron Necip gibiler için geçerlidir: “Kendi refah veya huzuruna tehdit teskil ettigine inaniyorsa, o suca idam cezasi vermenin gerekli olduguna hukmeder.”) “Survival of the fittest” konseptinin yanında; “insan hakları”, “demokrasi”, “idam karşıtlığı” gibi mücadelelerin kıymeti yoktur, insanın kendi canını koruması (ve kurtarması) için kıran kırana savaşması, bu savaş esnasında “başkalarını ezmesi, sömürmesi, öldürmesi normal olandır” ifadesi vardır patron Necip’in (ve muadillerinin) aklında.
279’a
—Bazen bir soruyu tersinden sormak da yararlı olabilir. “Kapitalizm doğal bir düzen midir?” sorusunu tersinden soralım: Kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışmak doğaya aykırı, akıntıya kürek çekmek kabilinden, aşırı zor, olağanüstü çaba gerektiren bir uğraş mıdır?—
Hakkınızda yanılıyor olabiliriz, eğer yanılıyorsak düzeltirsiniz: Anlayabildiğimiz kadarıyla; sizin, “kapitalist sistem”le pek derdiniz yok gibi.
Soruyu “tersinden” sormaya gerek duymayacak kadar gerçek “kapitalizmin katliamlar tarihi” apaçık ortadayken; problemin kendisiyle mücadele etmek gerekirken, niçin çevresinde dolana dolana enerjimizi tüketelim.
“Kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışmak doğaya aykırı, akıntıya kürek çekmek kabilinden, aşırı zor, olağanüstü çaba gerektiren bir uğraş mıdır?” Zorluk dereceleri; kapitalizmin, hayatın bütün kılcal damarlarında ne ölçülerde hegemonya kurmuş olduğuyla ilgilidir.
Eğer “şirketokrasi”ye karşı mücadele temelinde başlayacaksanız; hem “işverenleri” hem “işçileri”, geleceğin nasıl olacağı konusunda bilgilendirebilmeniz, yetmez, güven telkin edebilmeniz gerekir. Bu süreç, aşırı zordur; ama olabilir, gerçekleşebilir. Akşamdan sabaha, bugünden yarına başlayabilecek kadar “basit ve hızlı”; asla değildir.
Son kez hatırlatıyoruz;
Şunu sormak isteyebilirsiniz; “tüm kötülüklerin kaynağı kapitalizm mi?” Hayır, “tüm” kötülüklerin değil. Fakat çok büyük bölümünün kaynağının kapitalizm olduğunu görmemek, duymamak, bilmemek, hissetmemek için “insan olmamak” gerekir. “İnsanın aç gözlü olması”nı %100 önleyemeyiz; fakat, kapitalizmi yok edebiliriz.
Howard Zinn’in uyarısını anlamaya gayret ediniz:
Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri); doğalgazı en çok tüketmeyi şart koşan kapitalist sistemin yılmaz neferleri olduğundan, popoları üşümeye başladığında ağızlarından çıkaracakları mızmızlanma seslerinin kısık olması gerekir. Manisa-Soma’da kapitalizmin işlediği cinayetle giden 301 insanı umursamayan Necip (ve muadilleri); doğalgaz tükendiğinde kendi popolarını üşütmeyecek kadar soğukkanlı davranıp soğuğu hissetmediklerini zannedebilir, veya kalın (kış mevsiminde özellikle yünlü) kıyafetler giyip, bol bol konserve kuru fasulye yiyerek, os(u)ra os(u)ra ısınmayı deneyebilirler.