Saray Rejiminin Nafile Zorlaması… – Fikret Başkaya

Hangi çağda olursa olsun, rıza üretmeden, gönüllü kabullenme olmadan yönetmek, iktidarı sürdürmek mümkün değildir. Sadece kaba kuvvete, çıplak şiddete, devlet terörüne dayanarak bir rejimin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Her çağda rızayı, gönüllü kabullenmeyi – egemen ideolojiyi densin- üreten de toplumun eğitimli kesimidir. Başka türlü söylersek, modern zamanlarda entelijansiya denilen kesimdir… O kesimin sayıca çok olması da önemli değildir. Saray rejimi, toplumun dinamik kesimini oluşturan eğitimli kitlenin önemli bölümünün desteğini alamıyor.  Türkiye’de 2002’den beri iktidar olan, şimdilerde Saray rejimine evrilen rejimin rıza üretme, meşruiyet üretme yeteneği yok. Geçmişi ihya etmek gibi nafile zorlamalara başvuruyor. Oysa, bu dünyada ‘geriye dönüş’ mümkün değildir. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz… Osmanlı İmparatorluğunu XXI’inci yüzyılda ihya etmek, bunca kompleksleşmiş bir toplumu Saraydan yönetmek asla mümkün değildir. Zira, bir toplumsal formasyon ne kadar kompleksleşir, çeşitlenirse, yönetmek de o derecede zorlaşır. Kaldı ki, saray, demek tanımı gereği toplum çoğunluğuna yabancılaşmak demektir…

AKP ve lideri, toplumu ‘kendinden olan- kendini destekleyen- ve muhalif olan diye ikiye bölüyor. Muhalif olan kesimi dar’ül harp sayıyor, onu düşman olanak görüyor. Tabii kendini destekleyen, ‘yandaş’ kişimi de ‘dar-ül İslam’ sayıyor ve öyle muamele ediyor.  Kendi varlığı ve iktidarıyla devletin ve toplumun varlığını ve geleceğini özdeş sayıyor. XXI’inci yüzyılda bu kafayla bir toplumu yönetmek mümkün müdür?  Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı değil midir?  

Saray rejimi geniş eğitimli (entelijansiya) kesimi -ki, toplumun dinamik kesimidir- düşman sayıyor. Tüm özgürlükleri yok ediyor, asgari hukuk diye bir şey tanımıyor, muhalefeti ‘terörist’ ilan ediyor ve öyle davranıyor. Ekonomiyi tam bir iflasa sürüklemiş durumda. Ekonomik kriz de sosyal krize dönüşmüş bulunuyor. İfade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün zerresi yok… En temel hukuk kuralları ayaklar altına alınmış durumda… Hızla büyüyen sosyal sorunlara ekolojik yıkım eşlik ediyor… Doğa utanmazca katlediliyor, yaşamın temeli aşındırılıyor. Rejim kendini bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalama temeli üzerinde var ediyor… Artık özelleştirilmemiş, paralılaşmamış, metalaşmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş hiçbir şey yok. Toplumun ‘tutkalı’ işlevi gören, insanları bir arada tutan müşterekler tasfiye edilmiş durumda… Bu tam bir sürdürülemezlik durumudur. Dolayısıyla söz konusu olan ‘kriz’ değil ‘çöküştür’. Şeyleri adıyla çağırmamak yalan söylemektir, yalanla da bir yere varmak mümkün değildir…

Her türden sorunlar çığ gibi büyürken, itirazların ve muhalefetin büyümesi de eşyanın tabiatı gereğidir ve büyüyor. İnsanlar işsiz, aç, geniş bir kitle de kazandığıyla geçinemiyor… Sağlık hizmetleri özelleştirildi ve artık parası olmayan, yeterli gelire sahip olmayan geniş kitleler sağlık hizmetlerine ulaşmakta zorlanıyor. Eğitim sistemi de özelleştirme kıskacında ve yerlerde sürünüyor. Sosyal hizmetler son derecede yetersiz. Covid-19 sosyal güvenceden yoksun olmanın ne demek olduğunu gösterdi… Saray rejiminin inandırıcılığı ve meşruiyeti yok…  Bu yeni durumda eski tarz muhalefetin koşulları da ortadan kalkmış bulunuyor. Dolayısıyla, muhalefetin de ‘yenilenmeye’, bildik burjuva siyasetinin dışına çıkmaya ihtiyacı var. Başka türlü söylersek muhalefetin, Saray rejiminin karşısına yeni bir paradigmayla çıkması gerekiyor… Yeni paradigma ve yeni bir perspektif olmadan bu yıkım, bu iflas tablosundan çıkmak mümkün değil.

Kapitalizm dahilinde dağ gibi biriken sorunların üstesinden gelmek mümkün değildir! Artık bunak kapitalizmin insanlara, topluma teklif edebileceği bir şey yok! Eğer işsizlik varsa, yoksulluk varsa, açlık varsa, doğa tahribatı (ekolojik yıkım, iklim krizi) pupa-yelken yol almaya devam ediyorsa, etik değerler yerlerde sürünüyorsa, yaşam anlam kaybına uğramışsa, bunun sebebi sadece mevcut iktidarların, burjuva politikacılarının  ‘yanlış politikaları ve uygulamaları’ değil, bunak kapitalizm… Zira, kapitalizm dahilinde ‘doğru politikalar’ uygulamanın koşulları artık yok… Kitleleri aldatmak, oyalamak da artık eskisi kadar kolay değil… Dolayısıyla ne ile cebelleştiğini bilmek büyük önem taşıyor… Bu, kapitalizmi aşma, yeni, farklı, başka bir şey yapma perspektifinden yoksun olanların bir şansı yok demeye gelir… Artık şeyleri adıyla çağırma zamanı gelmiş olmalıdır… Üstelik zaman da daralıyor… Eski tarz düşüncenin, politikanın bir şeye yaraması mümkün değil…

Şeyleri anlamadan değiştirmek mümkün değildir ve boşuna anlamak aşmaktır denmemiştir… O zaman düşünce tarzımızı değiştirmemiz gerekiyor. Başka türlü söylersek, bir düşünce devrimine -ideolojik kopuş densin- ihtiyaç var. Elbette bu Politik İslamcı iktidardan acilen kurtulmak gerekiyor ama sorun AKP öncesine, Covid-19 Pandemisi öncesine dönmekle çözülebilir değil… İleriye bakmak, yeni, farklı bir şey yapmak gerekiyor… Tabii yeni, farklı şeyler yapabilmek de ancak yeni bir paradigmayla, yeni bir perspektifle mümkün… Umudu büyütmenin yolu mücadeleden geçiyor. Harika dramaturg, şair Bertolt Brecht’in dediği gibi: “Mücadele edenin kazanması kesin değildir ama mücadele etmeyen daha baştan kaybetmiştir”…

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Eleştirel düşüncenin vazgeçilmezliği…

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin ya …

8 Yorumlar

  1. “Her çağda rızayı, gönüllü kabullenmeyi – egemen ideolojiyi densin- üreten de toplumun eğitimli kesimidir. Başka türlü söylersek, modern zamanlarda entelijansiya denilen kesimdir… O kesimin sayıca çok olması da önemli değildir. Saray rejimi, toplumun dinamik kesimini oluşturan eğitimli kitlenin önemli bölümünün desteğini alamıyor.”

    Evet. Mesela Saray medyasının en önde gelen kalemlerinden biri haline gelmiş olan Ahmet Hakan’ı ele alalım. Bugün CHP seçmeni sıradan bir vatandaş bile Ahmet Hakan’dan çok daha ileri ve daha entelektüeldir. Saray rejimi böyle zavallı kalemlere kaldıysa vah haline! Havuz medyasını saymıyoruz bile, burada sözkonusu olan anaakım medya.

  2. 21. yüzyılın Hitler’i Erdoğan, Stalin’i Esad (Baas sosyalizmi), Mussolini’si Sisi’dir. Lenin ve Troçki’leri ise Chavez ve Maduro’dur.

  3. Bugünün Sülün Osman’ı da yukarıdaki Anonim’dir.

  4. Sülün Osman

    İhtilal nasıl yapılır

    Devrimlerin (revolution) temel özelliği öngörülemez olmalarıdır. Öngörülebilse zaten önlenirdi. Orduyu, polisi, istihbaratı, yargıyı, para kaynaklarını elinde tutan Devlet, yıkıcı tehdidin nereden geleceğini bilse ona göre tedbir almaz mı?

    1776 ABD’sine, 1789 Fransa’sına, 1917 (Şubat) Rusya’sına bakıyoruz. 1964 Zanzibar’ı, 1978 İran’ı, 1989 Doğu Almanya’sı, Çekoslovakya’sı, Romanya’sı, 2011 Tunus’u ile karşılaştırıyoruz. Hepsinde kurulu siyasi düzen bir halk ayaklanmasıyla tepetaklak oldu. Hiç birinde olacakları iki üç hafta önceden kestirebilen kimse duyulmadı. Rejimin devrilmesinden 24 saat önce aklı başında insanlara sorulsa muhtemelen yarıdan fazlası “mümkün değil” deyip gülerdi. Hiç birinde – bildiğimiz kadarıyla – ayaklanma örgütlü veya planlı olarak gerçekleşmedi. Hiç birinde olayları kontrol edebilecek nitelikte bir ihtilal örgütü yoktu; olanlar ihtilalden sonra belirdi. Kimsenin hedeflere ve amaçlara ilişkin dişe gelir bir fikri yoktu. Yarına ilişkin bir proje, şayet varsa, soyut birtakım hayallerden ve platonik sloganlardan ibaretti. Ortak duyguydu belirleyici olan: “Yeter artık!”

    Sonradan dönüp bakınca, rejimin direniş gücünü aylar önceden kıran, inandırıcılığını zedeleyen ipuçlarını yakalamak mümkün tabii. Fransa’da maliye bakanının istifası, Vizille Şatosu bildirisi, kralın önce meclisi toplantıya çağırıp sonra kapatmaya teşebbüs etmesi… Rusya’da Rasputin’in öldürülmesi, çariçenin gitgide olayların kontrolünü kaybetmesi… 1989’da Gorbaçov’un Almanya’dan asker çekme kararı, Macaristan’ın sınırları açması… Geriye bakınca yaklaşan fırtınanın habercileri oldukları anlaşılıyor. Ama yaşanırken bunu fark eden kaç kişi oldu? Daha doğrusu: Tarih boyunca her gün bir şekilde kıyametin yaklaştığını haber verip haksız çıkan milyonlardan farkları – varsa – neydi?

    Devrimlerin hiç birini bir “devrim örgütü” hazırlamadı. Daha ileri gidelim. Ele gelir bir devrim örgütü varsa o yerde devrim olmaz. Çünkü Devlet bilir ve tedbir alır. Bir adım daha: Varolan düzen içinde yer tutan devrim örgütü ister istemez düzenin bir parçası haline gelir; iktidar yapıları ve güç kaynakları oluşur. Hükümeti devirip başa geçse de var olan güç dengelerinde büyük yara açamaz. Bkz. Türkiye 1908.

    Hani Bolşevik Parti diyeceksiniz. Demeyin. Çarlık rejimini deviren halk ayaklanmasında RSDP’nin bilinen bir rolü yoktur. Lenin Zürich’te saçma sapan ekonomi analizleri yazmakla meşguldü; Troçki New York’ta Yidiş gazetelerine makale yetiştiriyordu; Stalin Sibirya’da sürgündeydi. Parti ancak devrimi izleyen kaos günlerinde palazlandı. Ekim ayında birkaç yüz kişilik bir kadroyla baskın yapıp Kerensky’nin geçici hükümetini devirdi. Sonra ülke çapında devlet teşkilatının (ve ordunun) yeniden kurulmasında baş rolü oynadı. Devrimin değil, olsa olsa karşı-devrimin örgütleyicisidir.

    Önümüzdeki aylar ve yıllarda dünyanın her yerinde bu konuları bol bol tartışma fırsatı olacak görünüyor, o yüzden şey ettim.

    Sevan Nişanyan

    http://nisanyan1.blogspot.com/2020/08/ihtilal-nasl-yaplr.html

  5. Sülün Osman

    “1917 olayını şöyle de okumak mümkün.

    Asıl devrim, yani rejimin ve devletin yıkılması Şubat 1917 darbesi ile başlayan kaostur. Çarlık devleti, köhnemiş bir bina gibi, kısım kısım çöktü. Lenin ve arkadaşlarının Ekim (Kasım) ayında başlattığı süreç ise karşı-devrimdir. Yıkılmış olan devlet otoritesini binbir zahmetle yeniden inşa ettiler.

    Yeni rejim elbette devrimin retoriğini bir ölçüde korumak, kendi meşruiyetini onun üzerine kurmak zorundaydı. Eski egemen sınıf zaten devrilmişti; devrileni tekmelemeye devam ettiler. “İşçi sınıfı ve köylüler” söylemini korudular. Eskisinden daha katı bir devlet kapitalizmi kurup, işçi ve köylüyü karın tokluğuna çalıştırdılar. Kırk yıla yakın süre, Çarlık rejiminin tahayyül bile edemeyeceği çapta artı değer sömürdüler.

    İhtilalden ve anarşiden en çok nefret edenlerin bir kısmı, bu nedenle Lenin ve Stalin’i en azından ehven-i şer olarak değerlendirdi. Adamlar Bolşevik molşevik, ama Rus Devletini kurtardılar, değil mi?”

    http://nisanyan1.blogspot.com/2020/07/1917-kars-devrimi.html

  6. Teşekkürler Sülün Osman. Ben de farklı şeyleri bir başka şeymiş gibi satıyor deyu düşünmüştüm. Özür diliyom.

  7. R.T. Erdoğan, AKP Genel Başkanı sıfatıyla konuşuyor. Okuyacaksınız. Konuşma metnindeki sayılar cevaplarını da belirlemek için tarafımdan verildi.

    ***

    “1- Fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemedik. Hiç kimsenin bu fikri iktidar arayışından rahatsız olmaması gerekir. Bu arayışın sona ermesi, bir ülkenin ve toplumun felaketidir. Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı gayet iyi biliyoruz.

    2- Gerçek iktidarın, fikri iktidar olduğunu biliyoruz. Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar zor bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebeyle, 18 yılda her alanda tarihi eserlere, hizmetlere imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum… Medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz. Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor.”

    ***

    Çok güzel! R.T. Erdoğan AKP Genel Başkanı olarak da böyle bir konuşma yapmamalıydı. İçeriğini açıklamadığı için R.T. Erdoğan’ın fikri iktidardan neyi kastettiğini, iktidarlarının on dokuzuncu yılında kesinlikle tahmin etme olanak ve özgürlüğüne sahibiz! Bu iktidarın ne olduğunu, iktidarlarının başından itibaren dile getirdiler:

    AKP’nin dile getirilmiş ve başından itibaren uygulanan ideolojisi Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin tam anlamıyla zıddıdır.

    ***

    Özetleyelim: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, AKP’nin kapatılması ve ilgili dönemin 71 yöneticisinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame Anayasa Mahkemesi’ne 14 Mart 2008’de sunuldu, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etti. Daha sonra AKP milletvekili olacak olan Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can, partinin kapatılmaması yönünde görüş bildirdi.

    30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna dava konusunda açıklama yapıldı: 6 üye, partinin kapatılması, 5 üye ise kapatılmaması yönünde oy vermişti. Başkan Haşim Kılıç’ın girişimiyle yeniden oylama yapılmış ve partinin temelli kapatılmaması, fakat Hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştı.

    AKP’nin, laikliğin karşıtı eylemlerin odağı olduğu kesinmiş ama güya odaklığı çok tehlikeli boyutta değilmiş. Karara bakın ve bu gayri ciddi kararın ülkeyi uğrattığı yıkıma bakın: Felç olmuş bir devlet, iflas etmiş bir ekonomi, bozguna uğramış bir dış siyaset, çökmüş bir devlet yapısı…

    Bu totaliter ve otoriter başyücelik rejimine AYM’nin 30 Temmuz 2008 tarihli kararı yol açmıştır. Laiklik karşıtlığının azı/çoğu olmaz.

    ***

    Erdoğan “fikri iktidar” istiyor ama ne için istiyor? Devletin yönetim alfabesini A’dan Z’ye kadar ele geçirmiş, bununla yetinmiyor, üstüne fikri iktidar kahvesi de istiyor: Devlet fiilen anayasasız durumda; devlet kurumları özelleştirilmiş (AKP’lileşmiş), ilk ve ortaöğretimde Tevhid-i Tedrisat Kanunu tersine çevrilmiş ve okullar imam hatipleştirilmiş; yükseköğretim dolaylı ya da doğrudan dini vakıfların eline geçmiş; cami ve kışla AKP’nin emrine girmiş, medyanın yüzde 99’u kullaştırılmış… Bir adım sonra İslami emirlik sistemi…

    Cumhuriyetin maddi mirasını çarçur edeceksin, manevi mirasını toptan ret ve inkâr edeceksin, üstüne üstlük bir de fikri iktidar hayali kuracaksın.

    ***

    Bu durumda Din İman Masa Kasa (Tekin Yayınları) adlı kitabımın önsözünden bir alıntı yapmanın tam sırası:

    “Bir toplantıda din madrabazlarından biri CHP’nin tek parti döneminde uğradıkları zulmü konuşmacıya laf atarak hatırlatmış. Bunun üzerine konuşmacı laf atana sormuş: ‘Hangi ibadeti yapmak istedin de yapamadın? Namaz mı kılamıyordun, hacca mı gidemiyordun?’ Madrabaz, konuşmacıyı yanıtlamış: ‘İbadeti yasaklamaya gücünüz yetmez. Siz, bizi masadan ve kasadan uzak tutuyorsunuz’. ”

    ***

    Efendim, biliyorsunuz, din ve iman bezirgânlığı sayesinde 19 yıldır masa ve kasa artık ve kesinlikle AKP’nin elinde! Ama liyakatsiz insanlar masaya oturduğu için devlet yönetimi felç olmuş ve masadaki liyakatsizler yüzünden de kasa yani devlet hazinesi iflas etmiş durumda. Kasa boşalmış, boşaltılmış… Halk aç, yoksul ve perişan durumda…

    Cehalet bilimi cehaletin bilimi (9)

    Özdemir İnce

    https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/cehalet-bilimi-cehaletin-bilimi-9-1792841

  8. 20 Ekim 2020 günü, Başakşehir’deki İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi’nin açılışına katılan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan özetle şunları söylemiş:

    “Biz kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak, onun türevlerini esas kabul etmemek suretiyle, iki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. […] Sonuçta ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır. Türkiye kuru kuruya Batıcılık saplantısı yanında, yine aynı kaynağın ürünü pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine de maruz kalmış bir ülkedir.”

    ***

    Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na yakıştıramadığım için, yukarıdaki sözlerin sahibinin AKP Genel Başkanı olması gerektiğini düşünüyorum. AKP Genel Başkanı bir imam hatip okulu mezunudur. Siyasal İslamcı ideolojiyi “hal ve gidiş” rehberi yaptığını herkes bilmekte. Bu nedenle, 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve mevcut anayasamızın değişmez ilk dört maddesi ile 174. maddesine sempati duymadığı Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olmasından bu yana bilinen bir gerçektir.(*) Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve mevcut anayasanın değişmez ilk dört maddesi ile 174. maddesine yeminle bağlı ve bağımlıdır. Tersi düşünülemez.

    ***

    Cumhuriyetin kurucu ideolojisinde, yazı ve söz olarak, “Batılılaşmak” kavramı yer almaz. Değişim, gelişim ve ilerleme şiarı, bilindiği gibi, Atatürk’ün dile getirdiği “Muasır medeniyet seviyesi”dir. Ben buna çağının çağdaşı olmak diyorum. “Çağdaş uygarlık düzeyi”nin adresi, bu uygarlığın bulunduğu her yerdir.

    İslamcı AKP Genel Başkanı’nın “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır” iddiasını, o kuşaklardan birinin paydaşı olarak, şiddet ve hiddetle reddederim. 1930’larda doğmuş olan TC vatandaşları, her alanda, dünya ölçeklerinde kişi ve kişiliklerdir. Her alanda!

    ***

    AKP Genel Başkanı iddialarını sürdürerek: “Fikri iktidarımızı, kökü ve ruhu itibariyle bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır” diyor.

    “Bize ait olmayan uygarlık” da ne demek oluyor? Uygarlık tektir, kültür çoğuldur ama o “tek” uygarlığın içinde yer alır. Uygarlığın maddi kökü bütün insanlığa aittir. Ayrı ayrı Sümer, Hitit, Grek, Çin, Hint; Türk, Fransız, Japon, Rus, Alman, Arap uygarlıkları yoktur. Ortak Akıl olmaz ama uygarlık tek ve ortaktır. Bu tek ve ortak uygarlığı insanlığın özgür ve bağımsız akılları yaratmıştır.

    ***

    Dinler, kültürün alan ve kapsamına girerler. Kültürler gibi dinler de çoğuldur. Ulusal kültürler vardır ama ulusal uygarlık yoktur. Bunun gibi dinler uygarlıkların değil kültürlerin oluşturucusudur. Yani efendim: Musevi, Hıristiyan, Müslüman, putatapar, Hindu, Budist ve Şintoist uygarlıklar yoktur. Bir kez daha tekrarlayalım: Dinler uygarlık oluşturucuları ve yapımcıları değildir. Müslümanlar “İslam Uygarlığı” demeyi severler ama “Hıristiyan Uygarlığı” diyen ya da yazan yoktur. Dinler, kültürün parçalarıdır ve parçalarından sadece biridir.

    ***

    Çağdaşlıkla sorunu olan AKP Genel Başkanı, Türkiye’nin Batı kaynaklı pek çok sapkın ideoloji ve akımın (yani aydınlanma ve laiklik) zehrine de maruz kalmış bir ülke olduğunu ileri sürüyor ki yanlıştır. Ama daha dün “Kendimizi Avrupa’da görüyoruz, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz” dedi. Bu ne çelişki! “Zehir” olduğu iddia edilen “şey” Türkiye için hayat iksiri olmuştur. Osmanlı’nın çürümüş ümmetçi ruh ve bedeni o hayat iksiri sayesinde kimliksiz ümmetçilikten kurtulup bir ulusal kimlik kazanmıştır.

    AKP Genel Başkanı’nın, Arap âleminde bile iflas etmiş olan İslam ümmetçiliğinin muhayyel bir “fikri iktidar”ın anası olabileceğini sanması üzüntü vericidir. Dinsel inanç hiçbir şey üretmez sadece tüketir.

    ————-

    (*) M. Sever- C.Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları (Başak Yayınları, 1993)

    Cehalet bilimi cehaletin bilimi (10)

    Özdemir İnce

    https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/cehalet-bilimi-cehaletin-bilimi-10-1793285

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir