Nikita Tayyip!

Nikita Kruşçev, 1956 yılında, SBKP’nin XX. Kongresinin gizli oturumunda, Stalin’in ve Stalin rejiminin bir kısım suçlarını açıkladı. Bu suçların odağında elbette 1930’lu yıllardaki Büyük Temizlik vardı. Ne var ki, o sırada Sovyet devletinin başında bulunan Nikita Kruşçev, Stalin’in ve Stalinist devletin suçlarını açıklarken seçmecilik yaptı ve Stalin’in önemli suçlarını gizledi. Buna rağmen Kruşçev’in açıklamaları pandoranın kutusunu açtı ve bütün suçlar ortalığa saçıldı.

Nikita Kruşçev neleri açıklamış, neleri örtbas etmişti? Kimleri rehabilite etmiş, kimleri rehabilite etmekten imtina etmişti?

Kruşçev, Stalin’in tasfiye ve katliamlarında sadece parti içindeki bir kesimi, esasen Stalin’in kurbanı olan Stalinistleri aklama yoluna gitmişti. Andığı isimler arasında Rodzudak gibi, politbüro üyesi, sadık Stalinistler bir hayliydi. Ama ne Troçki, ne Buharin, ne Zinovyev ve Kamenev’in,  ne de 1920’lerde Çeka’nın öldürdüğü anarşistler, sosyalist devrimciler ve Menşeviklerin adı geçiyordu. Bu insanlar rehabilite edilmemişti ve Gorbaçov dönemindeki bazı açılımlara rağmen Sovyet devleti yıkılıncaya kadar rehabilite edilmeden kaldılar. Zorla kolektifleştirme sırasında katledilen yüz binlerce köylüden de söz edilmiyordu. Bu, Kruşçev’in başında bulunduğu Sovyet devletinin katledilen bu insanların cesetleri üzerinde yükselmeye devam ettiği ve edeceği anlamına geliyordu.

Kruşçev’in 1956 yılındaki bu çıkışının iki anlamı ve amacı vardı. Birincisi, başında bulunduğu Sovyet devletini geçmişteki bir takım suçlarından arındırarak güçlendirmek; ikincisi de, kendi iktidarını sağlamlaştırabilmek için halen devlet içinde belli güç odaklarını ellerinde tutmakta olan Molotov, Malenkov, Kaganoviç gibi Stalinistleri geriletmek, hatta bu güç mevzilerinden süpürmek. Aslında olan, Stalinist rejim temelde devam ederken, onu koşullara uygun olarak revize etmek, dolayısıyla güçlendirmek çabasından ibaretti.

Tayyip Erdoğan’ın Dersim katliamıyla ilgili açıklamalarını okuyunca ister istemez Nikita Kruşçev’in 1956 yılında, XX. SBKP Kongresinde yaptığı konuşma geldi aklıma.

Tayyip Erdoğan ne yapmak istiyor? Bence, aynı Nikita Kruşçev gibi, iki amacı var. Birincisi, son dört yılda iyice hakim olduğu devleti geçmiş kirlerinden ve suçlarından mümkün olduğunca temizlemeye çalışmak; ikincisi de, devletin içinde hâlâ belli güç odaklarını ellerinde tutmaya çalışan ulusalcı-kemalistleri (dolayısıyla CHP’yi) sürüp atmak ve devleti onlardan tamamen arındırmak.

Tayyip Erdoğan da, aynı Nikita Kruşçev gibi, bazı suçları ve suçluları açığa vururken, bazı suç ve suçluları himaye ediyor. Çünkü devletin temelini oluşturan bu suçluları açıklamanın devleti çok önemli dayanaklarından mahrum edeceğinin farkında. Evet, İsmet İnönü’yü hedef alırken, örneğin Dersim katliamı sırasında başbakan olan Celal Bayar’ı hedef almamaya çaba göstermesi AKP’nin dayandığı gelenekle ilgili olabilir ama Dersim katliamının İsmet İnönü’den bile daha büyük sorumlusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün adını bile ağzına almamasının nedeni, Kemalist duyarlıklardan çekinmesinden çok, TC devletinin temeli olan Atatürk’ü yıpratmanın, şu anda üstünde oturduğu ve artık egemen olduğu devleti yıpratmak anlamına gelmesidir. Konuştuğu platformun arkasında hem kendisinin hem de Atatürk’ün dev posterlerinin asılmasının anlamı bir takiye değil, tam da budur.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Tayyip Erdoğan, devlete ne kadar hakimse o kadar da Atatürkçüdür. Bugün esasen devlete hakim olduğu düşünülürse esasen bir Atatürkçü olarak görülebilir.

Çin’de Deng Siao Ping ve taraftarları, Kültür devriminin başını çeken sıkı Maoculara karşı müthiş bir mücadele vererek onları tasfiye ettiler ve içeri tıktılar. Ne var ki, Mao’nun fikirlerine ve Kültür Devrimi deneyimine ne kadar karşı olurlarsa olsunlar, Mao’yu asla hedef almadılar. Çünkü modern Çin devletinin temelinde Mao vardı. Bugün Tien an Men meydanındaki devasa Mao portresinin ve Mao’nun naaşının hâlâ ziyarete açık olmasının anlamı budur. Devlete sahip olanlar asla o devletin temelini oluşturan “kutsal” varlıkları dinamitlemezler. Kemalistlerimiz AKP’nin böyle bir şey yapmasını boşuna bekliyorlar anlayacağınız.

CHP’nin, Tayyip Erdoğan’ın son Dersim taarruzu karşısındaki tutumu ancak “şaşkın ördek” deyimiyle açıklanabilir. Aydınlık gazetesi ulusalcı CHP milletvekillerini takdir eder, onların ulusalcı cenah tarafından desteklendiği yönünde yayınlar yaparken, Kemal Kılıçdaroğlu, bir yandan bu milletvekillerini disiplin altına almaya, bir yandan da Tayyip Erdoğan’a cevap yetiştirmeye çalışıyor. “Dersim’den sana ekmek yok” türü ucuz politikacı laflarının anlamsızlığı bir yana, eğer Kılıçdaroğlu, AKP’nin bu taarruzu Dersimlileri kazanmak için yaptığını sanıyorsa iyice yanılıyor ve olup bitenin hiç mi hiç farkında değil. Öte yandan CHP Genel Sekreteri olduğunu sandığım bir kişinin açıklamasını dinledim bu akşam. O da başka türlü bir zırvalama içindeydi. “Tayyip Erdoğan, bu gidişle Şeyh Sait’i de aklayacak” falan gibi şeyler söylüyordu.

Parti yönetenlere nasıl parti yönetileceği, nasıl siyaset yapılacağı konusunda akıl vermeye kalkışacak değilim ama insan ancak beş yaşındaki çocukların zekâsını yansıtan bu tür açıklamalarla karşılaşınca gerçekten şaşırıyor, “yahu bu akılsızlar mı yönetiyor binlerce insanı” diye şaşkınlıkla sormaktan  alıkoyamıyor kendini.

Keşke dinleselerdi de onlara biraz tavsiyelerde bulunabilseydim. Yahu kardeşim, bırakın şu kadim devletçi reflekslerinizi. Elinizde tuttuğunuz Atatürk posterlerinin falan hiçbir hükmü yok artık. Devleti kaptırdınız gitti. Ele geçirme şansınız ise hiç mi hiç yok. Parti olarak tek şansınız şu topraklarda yaşayan ezilen insanların kaderine ortak olmanız ve onların gönlünü kazanmanızdır. Bunun da tek yolu gerçekleri açık açık söylemektir.

Ben sizin yerinizde olsam, böyle iki ara bir derede inkâra kalkışacağıma, daha da gür bir sesle Dersim katliamını açığa vurur, bütün gizli arşivlerin açılmasını ister, Tayyip’i bu katliamı açıkladığı için tebrik ettikten sonra, Celal Bayar’ı gözden kaçırmak istediği ve Atatürk’ün sorumluluğundan söz etmediği için bir güzel yere çalardım. Bununla da kalmaz, Koçgiri ayaklanmasının ve Şeyh Sait isyanının kurbanlarından neden söz etmiyorsun, bu ne çift standartlılıktır diye sorardım. Ama nerde sizde o vizyon, o yürek, o metanet, o tutarlılık. Tam tersi yönde ilerlemektesiniz zavallıca.

Ah talihsiz CHP, inan ki sana acıyorum. Seni, bir süredir Nazlı Ilıcak’la ve daha genç iki konuşmacıyla çıktığı programda izlediğim ve tutarlılığına hayran kaldığım Altan Öymen gibi bir lider kurtarabilirdi ancak. Ama Altan Öymen gibilerinin büyüklüğünü göremeyecek kadar yerlerdesin.

Artık seni Altan Öymen bile kurtaramaz.

Gün Zileli

23 Kasım 2011

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

İran-Türkiye “Fay Hattı”

Artıgerçek Sarsıntılı toplumsal gelişme ve değişimlerle yeryüzündeki sarsıntılı değişimler arasında bir benzerlik olduğu düşünülebilir. İkisi …

58 Yorumlar

  1. özgürlükçü

    bu makaledende anlaşılacağı gibi değişim dönüşüm diye yutturulmaya çalışılıp aslında sistemin kendini yeniden üretip tahkim etmesinden başka bir anlamı olmayan resterasyonun kemalizmin yeni şekli neo-kemalizmden başka birşey olmadığıdır.kutsala ve olmayan ileri demokrasi gibi yalanlara soslanıp kutsallada ilişkisi aslında olmayıp vatandaşın kutsalınıda ben bilir ve ben yeniden üretirim(diyanet) diyen geleneksel vesayet düzeninin yeni bir tahkimatı açığa çıkmıştır.bu durum bile gerçek yüzleşme yapısal dönüşümlerin bu sistemin mağdurlarının(kimlik,sınıf,inanç,cinsiyet,ayrımcılık,çevre,özgürlük)politik organizasyonunun olası iktidarında mümkün olabilecektir.bu ihtimalinda iyi tanıyıp bildiğim altan öymenli chp lerde değil şimdiden toplumsal muhalefetin nüvesi olduğu iyot gibi açıkta olmasına rağmen inatla görmemeye çalıştığımız HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ ve aşağıdan yukarıya inşa edilen programı olacaktır

  2. Mısır’daki son gelişmeler üzerine…

    Mübarek Gitti! Sıra Yüksek Askeri Konsey’de!

    http://www.sosyalizm.eu/?p=3476

  3. bkz. bu sitedeki :

    Şimdi Sıra Kadetlerin Devrilmesinde

    yazısı.

  4. Zileli,bu kez RTE’ye “devleti temizliyor” sanı vermiş.
    El insaf !
    Bir de H.Berktay’ı AKP Bloğunda diye eleştiriyordunuz.
    Konu sosyalizm ve devrim düşmanlığına gelince Zileli de hemen RTE ile blok oluverdi.
    H.Berktay’ı her zaman olduğu gibi sollayıverdi.

    Şu anarşistlerimize bakınız :
    AKP’yi aklayıcı yaptılar.
    Anarşistlerde devrimciliğin izi yok.
    Anarşizm yine “Kral’ın/AKP’nin soytarısı” rolünde.

  5. “yahu bu akılsızlar mı yönetiyor binlerce insanı” demiştiniz ya. chp için inanın. aynen öyle! somut örneklerle biliyorum çünkü…

  6. anarşi? altan öymen? armed joy? (yok canım:)

  7. özgürlükçü

    anarşizmi anlayamayanlara ne zileli ne bizim anlatmamız mümkün değildir.ancak bizzat pratik hayatlarından anarşizmi yaşayarak anlayabilirler.hele hele kendi devletleri ve iktidarının insanlığın kurtuluşu sananların devlet,iktidar ve hegemonyanın ne olduğunu bilmeyenlerın anlaması çokdaha zor olabilir.yanlız zilelininde anlamakta güçlük çektiği bir konu var.o da güneşin balçıkla sıvanamayacağı gibi toplumsal muhalefetin engellenemeyıp sırasının gelemeyeceğini anlamak istemiyor.sırası gelecek ama kadetler örneği gibi değil. iktidar sırası gelecek.şu anda yapılanların esas olarak özgürlükçü kürt hareketininde içinde bulunduğu toplumsal muhalefetin tasviye çabası olup munun tam tersi sonuç doğurup ilk yerel seçimden sonra mıknatıs gibi bütün sistem mağdurlarını kendine çeken ana muhalefet ve geleceğin iktidarı olacağını anlamak için aslında anarşizmin bir çok anlayışını içinde barındıran insanlığın biriktirdiği en ileri olumlu değerlerin devlet-iktidar-sermaye hegemonyasının işlevi tükenmiş yöntemleri ile bitirilemeyip tam tersi sonuçlar doğuracağını zilelinin şimdiden görebileceği düşüncesindeyim.bu yorumu siyasetin gözümü kör etmesinden değil olabileceklerin şimdiden görülebileceği örneği olsun diye yaptım.

  8. yalnız bu cehape’ye akıl verme işi yüzümü ekşitmeme sebep oldu. chp bunları yapacak çapa da sahip değil, öyle bir siyasi altyapısı da yok, ideolojik olarak da bunun yanından geçmez. gün zileli’yi anlıyorum aslında ama bunu “chp kuyrukçuluğu” ya da “chp’den umut besleme” babında okuyabilecek solcuların sayısı haddinden fazla.

  9. BaranaS arkadaş Zileli’yi anlamamış, ya da çarpıtıyor. Erdoğan’ın devleti temizlemesi, muhalifleri devlete ve düzene entegre etmesi demektir.

  10. Takunyacılar ile Postalcıların Dersim Çekişmesi

    Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)

    Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan Partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda Dersim katliamı ile ilgili bilinen belgeleri resmi olarak açıkladı… Sanki bu belgeler yeni biliniyormuş gibi bir tavır gösterdi. Hâlbuki bu belgeler yıllardır çeşitli yayın organlarında ve birçok kitapta yayınlanmıştır.

    Üstelik M. Kemal Atatürk ile birlikte yan yana büyük bir pankartın asılı olduğu salonda Dersimle ilgili belgeleri açıklaması çok dikkatimi çekti. Hem devletin yaptığı bu katliam nedeniyle Dersim halkından özür dileyeceksin (ki, bunu çok önemsiyorum) hem de katliam emrini veren M. Kemal Atatürk ile yan yana aynı posterde olacaksın. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”

    Başbakan’ın bu duruşu benim resmi ideoloji ile ilgili olarak söylediğim “postalcılarla takunyacıların iktidar paylaşımındaki danışıklı çekişmesidir. Bunların birbirlerinden hiçbir fark yoktur” tezimi doğrulayacak niteliktedir.

    Başbakan’ın o salonda Dersimle ilgili olarak yaptığı konuşmada; kendisiyle ilgili şu olayı aktardı; “Geçmişte okuduğu bir şiir nedeniyle hakkında dava açıldığını ve yargılama sonucunda hapisle cezalandırıldığını, bu kararı veren yargıçların belli bir inanç grubuna (Alevi inancını kast ediyor) mensup olduklarını…” belirterek, Alevi halkını rencide etmiştir. Türkiye halkları açısından Başbakan’ın bu ifadesi çok tehlikeli bir durum arz etmektedir.

    Sayın Başbakan!

    Dersim katliamını yapanları deşifre edip, katliamın sorumlularının ortaya çıkması konusunda çok olumlu şeyler söylediniz. Hatta bir ara Pirim Seyit Rıza için söylediklerinizi dinleyince neredeyse gözlerimde yaş akacaktı. Gözyaşlarımı zor tuttum. Hitabetiniz çok güçlü ve rolünüzü çok muazzam oynuyorsunuz. Bu tutumunuzu alkışlıyor ve önemsiyorum.

    Ancak, bu gün o günden çok farklı değildir. İşte sizin iktidarınızda yapılan haksız baskılar;

    Önce kendimden örnek vererek başlamak istiyorum.

    Yaklaşık bir yıldır yazdığım makalelerden dolayı Tunceli Cumhuriyet Savcılığı hakkımda ondan fazla soruşturma açtı ve bu yazıların büyük bölümü dava safhasına dönüştü. Halen 3 makale ile ilgili davalar sonuçlanmış, bunlardan birisi zaman aşımından düşmüş olup, biri hakkımda verilen cezanın ertelenmesine ve birinde de 3000 TL. Para cezasını almış bulunmaktayım. Geri kalan yedi makale ile ilgili soruşturmaların sonucunu ben de hala bilmiyor ve sonuçlarını merakla bekliyorum.

    Sayın Başbakan!

    Sizin o toplantıda Seyit Rıza ile ilgili yaptığınız açıklamayı çok önemsiyorum. Fakat, madalyonun arka yüzünü de görmeniz lazım. Pirim Seyit Rıza için yazdığım bir makalemde; “Pirim Seyit Rızaya ‘eşkıya’, Sevgili Mazlum Doğan’a ‘terörist’ diyenler çok yanılıyorlar. Bu yalan ve yanlış söylemlerinden dolayı bir gün çok utanacaklardır. Fakat, iş işten geçmiş olacaktır.” Benim bu cümlelerim Tunceli C. Savcılığı’nın iddianamesine suç olarak girdi.

    İşte adı geçen savcılığın iddianamesinde yukarıdaki paragrafla ilgili suçlama: “Şüphelinin savunmasının anlatıldığı şekilde Seyit Rıza ve PKK terör örgütü kurucularından Mazlum DOĞAN’ı över mahiyette yazı yazarak üzerine atılı suçu ve suçluyu övme suçunu işlediği, bu nedenle mahkemenizde yargılamasının yapılarak TCK 215 maddesi uyarınca cezalandırılmasına, TCK 53 maddesi uyarınca hakkında güvenlik tedbirine hükmedilmesine karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunur.” (Tunceli Cumhuriyet Savcılığı; Soruşturma No : 2010 / 1389, Esas No: 2010 / 624, İddianame No : 2010 / 190)

    Ey, Başbakan!

    Bu hünerli savcılarınız size de aynı şekilde dava açabilirler mi? Nerede o cesaret onlarda! Ancak bizim gibi gariban halk çocuklarına gücü yetebilir bu “vatansever” yargıçlarınız. Nasıl olsa her zaman bir “BÖLÜCÜLÜK” bahanesiyle suçlayabiliyorlar.

    “1938 Haziran’ında, ailemden; 28 çocuk, 12 kadın,14 erkek toplam 54 kişi, “sürgün” diye yola çıkarıldı. Köy dışında birbirine bağlandı, üstüne gaz dökülerek yakıldı, canlı kalanlar süngülendi. Beş yaşında tanığı olduğum bu vahşeti 1998’de yazdığım için, “devletin ülkesi ve milleti ile bütünlüğünü bozmaktan” uzun süre mahkemelerde süründüm. (Hüseyin Akar-Başbakan ve ‘Dersimli Kardeşleri’)

    Bu gün farklı mı? Hayır. Bu gün de aynı gerekçelerle mahkemelerden sürünüyoruz. Bunun en canlı örneği benim. Bakın Tunceli C.Savcılığı’nın ileri sürdüğü gerekçeleri yukarıda açıkladım. Daha Ragıp Zarakolu’yu, Büşra Ersanlı’yı, Ahmet Şık’ı, hala cezaevinde bulunan onlarca gazeteciler… Yazmakla bu sayfaya sığmaz.

    2011 Yılı’nın 1998’den ve 1938’den ne farkı var? AKParti Genel Başkanı ve Başbakan Dersim vb. konusunda istediği kadar rol yapsın, benim gibi düşünen insanlar bu tür sahte açılımlara inanması mümkün mü?.

    Çünkü neredeyse her konuda Kur’anı ve Kemalizm’i referans olarak gösteriyorlar. Çağımızda Kur’an ve Kemalizm referans gösterilemez. Bu Türk-İslam zihniyeti değişmedikçe, evrensel bir hukuk düzeni olmadıkça demokratik bir düzenin olması mümkün değildir.

    Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişisel dürüstlüğünden hiç şüphem yoktur. “Kurt Politikacı” ulusalcı CHP’liler şu anda Kılıçdaroğlu’nun suyunu ısıtmakla meşgul oldukları için AKParti’ye karşı muhalefet yapacak zamanları kalmıyor.

    Peki, Kemal Kılıçdaroğlu bu konuda ne yapıyor? O da “KÜRT-KIZILBAŞ VE DERSİM” kimliklerini gizlemek için her türlü yola başvuruyor. Ulusalcı “KURT” CHP’lilerden ve Başbakan’dan ödü kopuyor. Galiba yakında yerini Mustafa Sarıgül’e bırakacağa benziyor. Bu ulusalcı CHP kadroları ile AKParti ile Dersim çekişmesi gayreti boşunadır.

    Sayın Kılıçdaroğlu’na sadece geçmiş olsun dileklerimi iletmekten başka bir şey söylememe gerek yok sanırım.

    Birkaç yıl önce Mersin’de bir “Bayrak Provokasyonu” yaşandı. O günkü bayrak yakma eylemini bahane eden CHP’li belediye başkanları her sokağa Türk Bayrağı asılması için düzenli olarak Türkiye’de bayrak dağıtımını yaptılar. Yine o tarihlerde birçok bayraklı miting yaptılar. Hem de on binlerce kişiyi toplayarak.

    Peki, bu gün niye o kitle ortada yok? O gün kendini “demokrasi militanı” olarak lanse eden emekli Yargıtay savcısı bu gün ne yapıyor? O tarihlerde Kürtlerin ve Alevilerin her demokratik istemlerini “bölücülük” olarak değerlendiren bu savcılar AKParti’ye karşı neden “dut yemiş bülbül”e döndüler? Bunların bir tek gücü Kürtlere ve Alevilere mi yetiyor?

    Takunyacılarla postalcılar ya da yeşil cüppeliler ile siyah cüppeliler bir başka deyimle külahçılarla kalpakçılar sadece yer değiştirmişlerdir. Çünkü “yok birbirimizde farkımız. Biz Osmanlı bankasıyız” reklamı gibi bir şey.

    Faşist yasalarla suçluyu suçsuzu ayırmadan yürütülen operasyonlarla halkı şiddetle sindirmek çıkar yol değildir. Bu tür baskıcı yöntemler olduğu bir sistemde tarihinizle nasıl yüzleşeceksiniz? Bırakın tarihinizle yüzleşmeyi tam tersine Türkiye’yi daha da çıkmaza sokacaktır.

    Gerçek yüzleşmeyi ABD destekli takunyacı AKParti ile postal destekli ulusalcı CHP yapamaz. Ancak demokratik-sosyalist bir cumhuriyetin inşasıyla bu yüzleşme gerçekleşebilir.

    Belki bir çok okuyucu benim bu dileğimi “NOSTALJİ” olarak görebilir. Nostaljik de olsa en azında kulağıma hoş geliyor ve umutlu olmak istiyorum.

    24.11.2011

    http://www.serbesti.net/showentry.php?sNo=26809

  11. özgürlükçü

    baranasın zileli eleştirisi tam tersten akp ile biz devletçi,darbeci,laikçi,vesayetçileri aynı görüp neden eleştiriyorsun diyor.alttan altanda hem fazladan biz laikiz ‘kan çekmesi’lazımken neden bizden taraf değilsin diyor ilaveten kendi eski iktidarını balık hafızasıyla unuttuğumuzu hesapedip yenisi benden beter neden eskiyi gerigetirmek isteyenlerden yana değilsin diyor.bilmiyorki bizim eskisinede yenisinede isyan etmekten başka özgürlükçü seçeneğimiz olduğunu anlamıyor.hala kendini halkın öncüsü devleti ben yönetirsem onlardan daha iyi yönetir hepiniz için en iyisini ben bilirim diyor unuttuğu ne bildiğini geçmiş örneklerinde gösterdiği halde ısrarla ben yeni ve başka bir şeyim diyor.ama yeni bir cümle kuramıyor bildik eski vesayetçi devletçi iktidar hegemonyasının anlayışını yeni diye satmaya çalışıyor.benimde endişem zileliye bu cenahın değişik renklerinden baskı yapıldığı yönde hiç bir ilişkinin tek taraflı çalışmadığı gerçeğinden zileninin özgürlükçü devrimci çizgiden leninist devletçi çizgiye çekilme endişesidir.tabiki ideolojimizi insanların bir biriyle ve doğayla ilişkisi üzerine inşa ettiğimizden insanlar ve onların anlayışları arasındaki ilişkiyi reddedemem ama bu ilişkinin dha çok özgürleşmemize neden olabilmesi bizi olumsuz etkilememeside önemli olmalıdır

  12. Bir kez Zileli bu yazısıyla devrim karşıtlığında konumlandığını bir kez daha açıklıyor.
    RTE’yi de aklayıcı yapıyor.
    Devrime karşı tarikatların ve aşiretlerin safında yer alıyor.

    Zileli’nin devrimlere karşı konumlanmasında ve kıyıya çekilmesindeki bireysel tercihi de böylece anlaşılmış oluyor.

    Zileli,devrimcilikte ısrar etseydi bugün Silivri Zindanlarında olacaktı.

    Ama şimdi kendi odasında yalnız oturuyor.
    RTE’ye desteğini bu bağlam içinde anlamak gerekir.

  13. Baranas kardeş,
    sen onlar gibi düşünüyon niye dışarıdasın yoksa yeterince “devrimci” değil misin?

  14. Bay Hayloo,
    Sizde büyük bir feylesof ve sosyolog yeteneği var.

  15. özgürlükçü

    silivri zindanlarına veli küçük ve saz arkadaşlarını koyduklarını toplasan 300 ü geçmez hemen devrimci deyince aklına o gelip cuma akşamı 2. dalgada kocaelinde 13 devrimci öğrenciyide ekleyince 3 bini geçen asıl devrimciler aklına gelmiyor yoksa biz senin için devletin-iktidarın dediği gibi devrimci değilde teröristmiyiz.baranas şimdi ne dedini sende iyi anladın sanırım aslında ne olduğunu benden iyi bilirsinde olduğun şeyin bu günlerde pazarı bereketsiz olduğundan gizliyerek başka bir şey diye kendini satmaya çalışıyorsun

  16. Tayyip Erdoganın burda yaptıgı chp karsı izledigi bi politikadır.Unutmayalım ki sivasıda yakan içlerinde radikal islam politaksı olan insanlardır.Hangi kitapta yazar ki bi insanın özgürlügü bi insan tarfından oterite altına alınması Nikita tayiip islamı kemalizimle modifleştirmiş yoluna devam etmektedir o da bi yola girdi ama inan oda ne yaptıgını bilmiyo hadi allah sonumuzu hayır etsinALLAHIM Bana bu dünyada devrimi göstermeyi niaz et(anarşizm)

  17. özgürlükçü ne içiyon sen hocam söyle bizde ondan içelim

  18. * Bu yazıda eksik gördüğüm kısımlar vardı. Onları kendimce ekleme amacıyla “Özdemir İnce Fiyaskosu…” yazısının altına geçenlerde birkaç yazı/yorum yapıştırdım. O yüzden bu yorumda Dersim konusuyla ilgili ekstradan bir şey söylemeyeceğim.
    * Asıl üzerinde durmak istediğim konu CHP’nin acınacak hali. Bu yazıda en çok dikkatimi çeken ayrıntı CHP’nin acınacak haliyle alakalı olan tespittir, bu çok haklı bulduğum bir tespittir. CHP’de şu an bir iki-başlılık ve iktidar boşluğu (veya yönetememe durumu) vardır. Bir tarafta eski bürokratların ve orta-sınıf şovenistlerinin koalisyonundan oluşan ex-CHP; diğer tarafta da TÜSİADcıların, TESEVcilerin, ABcilerin ve Büyük Kulüp müdavimlerinin koalisyonundan oluşan y-CHP var. Yani anlayacağınız, al birini vur ötekine…
    * Var olan bu durum iki büyük olasılığa gebedir. Birincisi, ex-CHP ile y-CHP’nin ayrışmasıdır ki bu durum şahsen benim arzulamadığım bir durumdur; bu olasılık gerçekleşirse, nurtopu gibi iki yeni sağ partiyle karşılaşırız. İkinci olasılık ise bu iki kanadın birarada kalmaya devam etmesi, partideki iki-başlılığın ve iktidar boşluğunun devam etmesidir. Bu olasılık şahsen benim daha çok arzu ettiğim bir durumdur. Çünkü CHP içersinde az önce saydığım gruplar dışında yer alan sosyal-demokrat kökenli bireyler, gençlik kolları ve alt kademelerde yer alan emekçiler var; eğer ex-CHP ile y-CHP birbirini yemeye devam ederse ve yönetememe hali sürerse, bu iki ana gruptan ayrı duran bireylerin CHP içersinde emekten yana bir “3. Cephe” oluşturma şansı artar. Siyasi yapılardaki bu tarz ikilikler ve iktidar boşlukları kimi zaman yapının özünde de ikiliği yaratan gruplardan bağımsız değişimlerin olmasına önayak olabiliyor.
    İzlemeye devam edeceğiz…

  19. Zileli'ye kötü haber

    İsviçre hükümeti göçmenlik yasasını tamamen değiştirmeye yönelik ilk adımı attı. Yeni düzenlemede sosyal yardımla geçinen ve bunu yaşam şekli haline getiren, sürekli veya çok sık işsiz kalan işsizlik yardımı alanların oturma izinleri yenilenmeyecek.

    Adalet Bakanı Simonetta Sommaruga, düzenlediği basın toplantısı ile göçmenlik yasalarında yapılan değişiklikleri açıkladı. Uyum esaslı olarak hazırlanan yeni düzenlemede, İsviçre dillerinden birini bilmek uyumun temel şartı olarak ortaya kondu. Simonetta Sommaruga, “Mevcut düzenlemede uyum sağlayanın aleyhine eşitsizlik var. Bu nedenle, yeni düzenlemede uyum sağlayanın destekleneceği bir sisteme geçildi” dedi. ilk aşaması tamamlanan, “Göçmenlik ve uyum yasası”na ilave olarak 23 mart 2012’ye kadar beş ayrı düzenleme daha yapılacağını anlatan Sommaruga, konunun her noktası ile ele alınacağını açıkladı. Oturma izni almak da yenilemek de zorlaşıyor.

  20. iyi oldu (mu?)

    bu akpli saldırganın derdi tasası Gün zileli’ye çamur atmak, yıpratmak. Gönderilmeyeceğini anlayınca başladı gene. Rezilliğe değiyor mu bari, kalsın diyen arkadaşlar?

  21. takmayın şu herifi yav.

  22. bırakın şu polis kendi pisliğinde debelensin.

  23. 20 no'lu iyi oldu (mu?)

    Kimin kim olduğunu nasıl tesbit etmektesiniz acaba?

  24. özgürlükçü

    özgürlükçünün içtiğini merak eden arkadaşa günde bir paket adıyaman tütünü içerim yaş kemale erip dokunmaya başlamadan evvelde genellikle rakı içerdim bu sıra dokunduğundan içemeyince ‘ne tanrı ne efendi’ den bu güne insanlığın biriktirdiği özgürlükçü evrensel birikimleri içmeye çalışıyorum.bazı halkın en devrimci öncülerini bu içtiklerimin kesmediğini anladım.buda benim beceriksizliğim diyerek en iyi öncülerin bilmeden krala ve ekselanslarına yaptıkları hizmeti seyrettikçe ben bu filmi görmüştümü içiyorum

  25. Erdoğan’ın ele geçirdiği devletin kutsallarına eleştiri getiremeyeceği çok doğru, ancak chp’nin de ezilenlerin ve emekçilerin sesi olamayacağı da bir o kadar açık.Baykal’ın gitmesinden sonra Kılıçdaroğlu’nun biraz da medyanın gazıyla yarattığı çakma Ecevit rüzgarı da söndü gitti.Chp bana kalırsa sosyal-demokrat bile olamaz, üstün üstlük birde Kemalist-Milliyetçi duruşu da ülkemizde solun en büyük hastalığı olmuştur, ne yazık ki sol, hala da bu hastalıktan kurtulabilmiş değil.

  26. Haklısınız Anka_kuşu, y-CHP’nin niteliği (daha doğrusu niteliksizliği :)) hakkında RED’in şu sayısında Hakan Soytemiz’in güzel bir analizi var: http://www.youblisher.com/p/152157-RED-Sayi-53/ (Bu yazıyı daha önceden bu sitede başka bir bağlamda paylaşmıştım, fakat konu yine y-CHP’den açılınca okumamış olanlar için tekrar paylaşıyorum)
    Belki bir olasılıkla CHP’nin eskisi ile yenisi arasındaki çekişme onun içinde 3. bir cephenin oluşmasını sağlar, yukarda bu olasılığa değindim, fakat bu olasılık gerçekleşse bile sosyal-demokrasinin sınırları dışına çıkabileceğini sanmıyorum.

  27. Düzeltme: “yukarda bu olasılığa değindim” dedim, yanlış oldu, bu olasılığa ‘Nikita Tayyip’ yazısına yaptığım bir yorumda değinmiştim.

  28. Düzeltme: 27 no’lu yorumda yanlışlık oldu, pardon, ondan önceki yorumda bir düzeltmeye gerek yoktu.

  29. ARAŞTIRMA ÖNERGESİ REDDEDİLDİ

    Dersim Buraya Kadarmış

    Başbakan’ın Dersim olayları için özür dilemesinin ardından BDP Araştırma Önergesi verdi ve reddedildi. bianet’e konuşan Hasip Kaplan “Özür, ancak resmi olabilir; bu da ancak meclis araştırması sonrasında olabilir” dedi.

    Işıl CİNMEN

    isilcinmen@bianet.org

    Ankara – BİA Haber Merkezi

    30 Kasım 2011, Çarşamba

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dersim olayları için “Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum” demesinin ardından Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Araştırma Önergesi verdi.

    BDP, araştırma önerisini dün (29 Kasım 2011) Meclis Genel Kurulu gündemine getirdi ve Dersim için araştırma komisyonu kurulmasını istedi.

    “Sözlü olarak yapılan özür dilemenin anlamını bulması için, birtakım adımların atılması gerekiyor. 1937-1938 yıllarında Dersim’de yaşanan olaylar ve uygulamaları hakkında Meclis’in araştırma yapmasını istiyoruz” dendi.

    Fakat Araştırma Önergesi, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) milletvekillerinin ret oyu vermesi sonucu kabul edilmedi.

    bianet’e açıklama yapan BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan, “Dersim olaylarının araştırılması için bir meclis araştırma önergesi verdik. AKP’liler de bunu reddetti. Bu kadarmış, özürle geldiğimiz nokta buymuş” dedi.

    Kaplan şunları söyledi:

    * Önergeyi sunduğumuzda bazı vekiller, ‘Burası soruşturma mekânı değil’ bile dedi. Meclis kürsüsü, konuşacak, araştıracak yerdir.

    * Özür ayaküstü olmaz. Özür, ancak resmi olabilir; bu da ancak meclis araştırması sonrasında olabilir.

    * Biz mezar yerlerinin, gösterilmesini, Seyid Rıza’nın arkadaşlarının mezar yerlerinin belirtilmesini yani geçmişle gerçekten yüzleşilmesini talep ettik. Samimi olsalardı buna ‘hayır’ demezlerdi.

    * Bu kadarmış, özürle geldiğimiz nokta buymuş. Özür dileyerek olumlu tepkileri üstlendiler, ona yaradı. Biz dört yıldır Dersim’i konu yaparız, onlar da reddeder. Bu böyle devam edecek.

    * Dün mecliste de söyledim; “Allah birdir” diye öneri getirsem, ona da karşı çıkarlar.

    Mecliste ne olmuştu?

    Önerinin aleyhinde söz alan AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner, “Burası Dersim’i konuşmanın yeri değildir” demişti.

    Kaplan ise kürsüye çıkarak cevap verdi: “Burası Dersim’i konuşmanın yeri değildir diyen milletvekili bir yanda, özür dileyen Başbakan bir yanda. Bu kürsü her şeyin yeridir. Özür dilemenin de yeridir. Bu kürsüye gelip özür dilemedikçe, bu araştırma komisyonlarına ‘evet’ demedikçe Dersim’le ilgili teklifleri geçirmediğiniz sürece, kayıp kızlar dosyasını açmadığınız sürece çelişkili bir durumda kalırsınız. Nerede konuşacaksınız? Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) mı konuşacaksınız? Bizim grubumuzun getirdiği önerge olduğu için biliyorum, ‘Allah birdir’ diye önerge versek aynen karşı çıkarsınız. Dersim’de de çuvalladınız, samimiyetsizliğiniz ortaya çıktı. Kullanacağınız oylarla samimiyetinizi göstereceksiniz.”

    Bunun üzerine Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu, “Dersim’de bir takım olaylar olduysa tarih kayıtlarına, meclis zabıtlarına bakılır. Bu kararı Meclis vermiştir. Harekâtın detayları burada mevcuttur. (Adnan) Menderes de, Celal Bayar da işin içindedir. Bugün özür dileyenlerle BDP’nin verdiği önerge aynıdır. Onun önergesi sizin Başbakanınızdan kaynaklansa da bunu kabul etmiyorsunuz. Türkiye, gerçeklere ulaşmak istiyorsa bir komisyon kurulsun” dedi.

    bianet.org

  30. Doruk pek iyi olmadi, konuyu degistirelim

    Bir sürü yazilar yazalim, tartismalar açalim, hakaretler edelim, gerçek yüzümüz ortaya çikmasin ,kendimizi lider diye lanse edelim, övünelim, sisinelim, var olmasa bile hayali yeter adamlarimizi da parlatalim, “sen beni parlat, ben seni parlatayim” yapalim, kendi kendimize geçinip gidelim, kimil zararlisi gibi kivrim kivrim kivranalim, kitapçiya gidelim, biraz kitap çalalim, tatil için para yapalim, anilari yazalim, batti balik yan gider, acilari yasayalim, top sakal birakalim.

  31. Sait Çiya/Utanç ve Onur

    Baṣbakan Erdoḡan´ın Dersim´den özür dilemesi bilinen cepheyi çok rahatsız etti. Rahatsız olanlar nispeten geniṣ bir kesim.

    İçinde solcusu da, saḡcısı da var. Alevisi, Sunnisi, Türkü, Kürdü de var. Kabul edilmesi zor ama, Dersimlisi de var.

    Neden rahatsızlar?

    Çünkü bir ṣekilde Dersim Soykırımı´nı yapan sistemle iliṣkileri var.

    Soykırımın sorgulanmasının kendilerine kadar, içine girdikleri iliṣkilere kadar uzanacaḡını düṣünüyorlar.

    Haksız sayılmazlar. Özür, iṣin temeline uygun yapılsa, çok ṣey deḡiṣecek. Çok maskeler düṣecek.

    Medeni Dersim, Barbar Kemalizme Karṣı

    Faṣistler soruyor, neden Dersim?

    Devlet niye katliam yapsın ki?

    Dersim adına konusan Kamer Genc(türk) gibilere, MHP ve CHP´nin faṣistlerine bakılırsa devlet medeniyet getiriyormuṣ, Dersimliler karṣı çıkmıṣ, Oḡuz soyundan geldiḡini söyleyen Kılıçdaroḡlu´na göre de „her devrimin baṣında böyle sıkıntılar oluyor“muṣ.

    Medeniyet nedir, barbarlık nedir?

    Örneḡin otoyollar yapan, modern sanayi tesisleri kuran, yeni silahlar üreten Hitler mi medenidir, yoksa Yahudiler, Çingeneler mi?

    Libya´yı isgal eden Mussoloni mi, yoksa çöllerde yasayan bedevi Araplar mı medenidir?

    Amerika´nın yerlileri mi medenidir, yoksa onları kırıma uḡratanlar mı medenidir?

    Medeniyet nedir?

    Tank, top, uçak, fabrika mıdır?

    Yoksa hak-hukuk, demokrasi, vijdan mıdır?

    Medeniyet tank, top, uçak, fabrika ise, en büyük medeniyet Hitlerin, Mussoloninin, köle tacirlerinin, Saddam´ın, Stalin´in, Atatürk´ün hanesine yazılmalıdır.

    Yok eḡer medeniyet hak-hukuk, vijdan, demokrasi ise, medeniyet bu deḡerleri koruyan, yasatanların hanesine yazılmalıdır.

    Dersim bu hanenin ilk sırasındadır.

    Ankara, hilenin, zorbalıḡın, iṣkencenin, daraḡaclarının merkezi iken, Dersim´de ölüm cezası dahi yoktu. En aḡır ceza, toplumun vijdanında verilirdi.

    Ankara´da diller, dinler, farklı görüṣler yasakken, Dersim çok renkli bir bahçeydi. Kimse dilinden, dininden, görüṣlerinden dolayı baskı görmezdi. Kimsenin aklına böyle bir ṣey de gelmezdi.

    Ankara korkunun merkeziydi. Tek lider her ṣeye hakimdi. Herkesten kuṣkulanır, iṣine gelmediḡini yok ederdi. Ankara´da tek lider, tek parti, hükmü olmayan ya da Atatürk´ün ve CHP merkezinin dediklerini onaylayan güdümlü bir meclis vardı. Dersim´de nerdeyse her köyün bir lideri vardı. Kararlar halkın, din adamlarının, bilirkiṣilerin katıldıḡı Cematlarda alınırdı. Liderler kendi bölgeleri ile ilgili ve ya Dersimle ilgili kararları topluma sorar, daha sonra yapılan geniṣ Cematlarda ortak kararlar alınırdı. Dersim´de demokrasi, Ankara´da İtalya ya da Almanya gibi faṣist diktatörlük vardı.

    Ankara katliamlara imza atmıṣtı. Rum techiri, Asur-Süryani Kırımı, Zaza-Kırmanç Kırımı, Zilan katliamı, Ermeni Soykırımı´nın mirası Ankara´yı daha da karanlık yapmıṣtı.

    Dersim vijdanın sembolüydü. Baht ülkesiydi. Dininden, dilinden dolayı baṣı derde girenlerin sıḡındıkları güvenli bir kaleydi. Dersim, Ermeni halkını gücü yettigince korumuṣ, ölümün pençelerinden kurtarmıṣtı.

    Niye Dersim diyenlere cevabtır.

    Neden, bir Türk dünyaya bedeldir, ne mutlu Türküm diyene anlayıṣıdır, bu memleketde Türk olmayana sadece hizmetci olmak düṣer mantıḡıdır.

    Dersim´in hizmetçi olmayı kabul etmemesidir.

    Dersim, Dersim olduḡu için, Dersim gibi yasadıḡı için hedef seçilmiṣtir.

    Irk sistemine, faṣizme uymadıḡı için çıban ilan edilmis ve kesilmiṣtir.

    Hırsız, Talancı Devlet

    Yanlızca Osmanlı deḡil, Cumhuriyet´de Dersim´den vergi adı altında harac istemiṣtir. Karṣılanamayacak bedeller belirlemiṣ, alamayınca da Dersim´e talan seferleri düzenlemiṣtir. Hem Osmanlı ve hem de modern Cumhuriyet her saldırısında yalnızca köyleri, tarlaları yakıp-yıkmakla kalmamıṣ, ele gecirdiḡi taṣınabilir deḡerleri, yiyecekleri, hayvanları talan edip götürmüstür. Saldırılar arkasında sadece kan ve gözyaṣı bırakmamıṣ, açlık, sefalet de bırakmıṣtır. Halkın 10 yılda, 20 yılda biraraya getirdiḡi her ṣey talan edilmiṣtir. Binlerce keçi, koyun, sıḡır, at, katıra el konulmuṣ, bir kısmı orduya yiyecek yapılmıs, bir kısmı da saldırılara katılan Türk milislere daḡıtılmıṣtır.

    Sadece bir örnek. Devlet 1926´da Koçan bölgesine saldırıyor. Köyleri yakıp, insanları öldürmekle yetinmiyor, eline geçirebildiḡi her ṣeye el koyuyor. Genel Kurmay Belgelerinde bunun itirafları da var: „Koçusaḡı tedip harekátının baṣlangıcından bu yana, Kuzey Cephesi Birliklerinden (10., 13. Alaylar), bir subay, 31 er sehit, bir subay, 53 er yaralı verilmiṣ, ayrıca 10 er de kaybolmuṣ ve buna karṣılık asilere bir hayli zayiat verdirilmiṣ ve 1084 küçük baṣ, 342 büyük baṣ hayvan ganimet alınmıṣtı.“

    Bu nedir? Bunun adı nedir?

    Hemen her saldırıda böyle yapılmıṣtır.

    Dersim ganimet için yaḡmalanmıstır.

    Aç kalan, periman olan insanlar ölmemek için komṣu bölgelere Dersimlilerin deyimiyle qola gitmiṣlerdir. Devletin götürdügü ile, Dersimlinin canını tehlikeye atarak geri aldıkları arasında korkunç bir eşitsizlik vardır. Aynı devlet sebebi olduḡu bu durumu, Dersim´i ortadan kaldırmanın gerekçelerinden birine dönüştürmüṣtür.

    Yaşanmıṣ, büyüklerimizden dinlediḡim bir olayı anlatayım. 1926 saldırısında her ṣeyini kaybeden aṣiret üyeleri Eḡin´e, Elazıḡ´ın köylerine, Erzincan´a qola gitmiṣler. Eḡin´e gidenler milislik yapan, Dersim saldırılarıyla zenginleṣen birisinin Konaḡını basarlar. Mallarının bir kısmına el koyarlar. El koydukları mallar içinde bir inek de vardır. Qola katılan aṣiret üyelerinden birisinin çok sevdiḡi tek inegi askeri hareket sırasında ganimet olarak alınmıṣtır. Manga Bore (Zazaca´da kırmızıya yakın sarı renge bor denilir) tek varlıḡıdır. Onu kaybetmesi çok zoruna gitmiṣtir. Qola katılanlar bunu bildikleri için, inek senindir, derler. Henüz karanlıktır. Hızla bölgeden uzaklaṣırlar. Dersim daḡlarına ulaṣtıklarında safak vaktidir. Ortalık aydınlanınca fark ederler ki, inek ganimet olarak alınan Manga Bore´dir. Qola giden, kendi inegini yeniden “çalmıṣ”tır.

    Devletin her seferinde gasp ettigi binlerce hayvanı, yaktıḡı tarlaları, yıktıḡı evleri, götürdüḡü buḡdayı, yaḡı-peyniri, yiyeceḡi görmeyip, “Dersimliler de rahat durmuyorlardı” diyen faṣistlerin ve onların yalakalarının durumu budur.

    Hırsız devleti anlatacaklarına, can derdine düṣmüṣ, malı yaḡmalanmıṣ Dersimliyi suçlamaları beyin yıkamanın sonucu deḡilse, suc ortaklıḡındandır.

    Ölüm Seferleri

    Dersim´e karṣı yapılan saldırılar çok vahṣidir. Kaçamayanlar, esir düṣenler vahṣice katledilmiṣlerdir. Kadınlara tecavüz edip, öyle öldürmüslerdir. Ṣimdi bunun belgeleri tek tek yayınlanıyor. 1937-38 saldırısında ise toplu kırım yapılmıṣtır. 1937´de belli aṣiretlere karṣı yapıldıḡı söylenen hareket, 38´de tüm halkı hedef almıṣtır. Artık düsman aṣiret, yandas asiret ayrımı yoktur. Her kes hedeftir.

    Saldırıya karṣı istenilen düzeyde bir direnc de gösterilememistir. Bunun bir çok nedeni var. Birinci nedeni güçler dengesizligidir. Sivil halk ile modern ordu karṣı karṣıyadır. Silahların büyük kısmı 1936´da teslim edilmiṣtir. 1937´de hareket baṣladıḡında bunun sadece belli aṣiretlere karṣı yapıldıḡı söylenmiṣtir. Halkın önemli bir bölümü de bu inanctadır. Önceki saldırılardan tecrübe de bu yöndedir. 1938´de toplu kırım baṣladıḡında büyük çoḡunluk köylerindedir, kaçmamıṣtır. Kendilerine karıṣılmayacaḡını düṣünmektedirler. Ne varki onlar da toplu kıyımın hedefi olurlar.

    Faṣistler yer yer kırıma karṣı verilen direniṣi örnek gösterek, bakın devlete silah çekilmiṣ, devlet de karṣılık vermiṣtir, diyorlar.

    Zulüm varsa, zulme karṣı direnmek en tabii haktır.

    Dersim hazırlıksız yakalandı. Devletin, Dersim´i ortadan kaldırmak niyetinde olduḡunu farkedemedi. Etseydi de sonuç deḡiṣirmiydi, bilinmez. Kemalist rejim her seyi göze almıstı.

    Dersimlilerin karṣı direniṣleri çok doḡal, savunulması gereken tepkilerdir.

    Ne yapsalardı, hepsi sıraya girip ölüme mi gitselerdi?

    İsgal için gelen, öldüren, talan eden saldırgana karṣı direnmek kadar doḡal bir ṣey yoktur.

    Bu direniṣ de örgütlü, planlı, proḡramlı deḡildi.

    Maḡaralara, ormanlara kaçanlar bulabildikleri silahlarla kendilerini korumaya çalıṣıyorlardı.

    Saldıranı, öldüreni deḡil, kendini, çocuklarını savunmaya çalıṣanı suçlamak ancak canilere, faṣistlere yakıṣır.

    Dersim silahı nerden buldu, diyorlar?

    Bunlar kendi tarihini de bilmiyor.

    Rus isgali baṣladıḡında, Osmanlı ordusu bölgeyi boṣaltdı. Erzurum, Erzincan, Rusların eline geçti. Rus ordusu Munzur´a dayandı. Dersim´e girmek istiyorlardı. Dersimliler bu dönemde Osmanlılardan silah aldılar. Bölgeyi savundular. Geri çekilen Rus birliklerinden de silahlar ele geçirdiler. Dersimliler, Türk ordusundan önce Erzincan´a girdiler. Yani devlet vergi isterken, asker isterken vardı, Ruslar gelince kaçtı. Bölge halkını, Ruslarla baṣ baṣa bıraktı. Dersim ele geçirdiḡi silahlarla topraklarını korudu. Ki bu silahlar omuzda taṣınan piyade silahlarıydı. Büyük bir kısmını da 1936´da teslim etti.

    Yabancı Parmaḡı

    Bu parmak teorisi çok meṣhur.

    Dersim izole edilmiṣ bir durumda. Sınırda deḡil. Dıṣ devletlerle iliṣki kurmasının koṣulları yok. Bu yönde bir çaba da yok. Yabancı parmaḡı Anakara´da. Kemalist rejim, Batılı kapitalist ülkelere karṣı Sovyet kozunu, Sovyetlere karṣı da İngiltere kozunu öne çıkarıyordu. Sonradan bunun adı “denge politikası” oldu. Türk dıṣ politikası her kese yaranmak üzerine kuruluydu. Bazen de santaj yaparak istediklerini elde etti.

    Dersimliler kendilerıne karṣı gelistirilen saldırıda yabancı ülkelerden yardım isteselerdi ne olurdu?

    Hiç bir ṣey?

    Dersim, ne İngiltere, Fransa için ve ne de Sovyetler için bir anlam ifade etmiyordu. Dersim´i anlatacak, diplomasi oluṣturacak bir güç de yokdu.

    Zaten Sovyetler Kırım´a destek verdi.

    İngiltere, Fransa bu iṣle hiç ilgilenmedi.

    Suriye´den Hoybun adına gönderilen baṣvurular da Kürtlük temelinde yapılmıştı. Gerçek durumla bir alakası yoktu. Onlar hayali savaşlar çıkartıp, burdan kendilerine destek bulmaya çalıṣıyorlardı.

    Hoybun´a ve Batılı ülkelere bilgi veren Baytar Nuri´dir.

    Baytar Nuri çift taraflı çalışan birisidir. Devlet memurudur. Birinci Müfettiṣliḡin emrinde çalısmıstır. Bunun için ödüllendirilmiṣtir.Kendisi 1926´dan Suriye´ye çıktıḡı tarihe kadar Diyarbakır ve Elazıḡ´daki Kırım Merkezi´nin emrinde bir memurdur. Sonradan Suriye´de yazdıkları kendini Hoybun´a pazarlama, büyük gösterme, kabul ettirme çabasıdır.

    Biz belgeler açıklansın derken, çalıṣtırdıḡınız istihbarat elamanlarının da açıklanmasını istiyoruz.

    Dersimlilerin elbet de talepleri vardı.

    Bunu görüṣmelerde, yazıṣmalarda açıkladılar.

    Bu belgeler de açıklanmalı ki kim ne istiyordu anlaṣılsın.

    Dersim Kırımı Türk devletinin utancıdır.

    Ṣimdi yarım-yamalak da olsa bir özür dilendiḡine göre, bu utanc onura dönüṣtürülebilinir.

    Devlet geçmiṣiyle yüzleṣirse, iṣin hukukuna uygun özür dileyip gereklerini yerine getirirse, bugünkü nesil dedelerinin, babalarının utancını onura dönüṣtürebilir…..
    http://jarudiyar.com/yazarlar/1178-sait-ciya-utanc-ve-onur.html

  32. Dersim Özrü ve Onuru Kurtarma Meselesi!
    Adil Aksu

    Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1937-38 döneminde Dersim’de bir katliama imza attığı bizzat başbakan Erdoğan tarafından itiraf edildi. Erdoğan resmi arşivlere dayanarak, Dersim’de 13 bin 806 kişinin katledildiğini, on binden fazla insanın zorunlu göçe tâbi tutulduğunu, binlerce kız çocuğunun evlâtlık verildiğini söyledi. “Tarihle yüzleştiklerini, karanlıkları aydınlattıklarını” ileri sürdü ve “eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” dedi. Ardından CHP adına özür dilemesi için Kemal Kılıçdaroğlu’na seslenen Erdoğan, “bir Dersimli olarak onur duyuyorum diyorsun ya, hadi onurunu kurtar bakalım” diye seslendi. Kılıçdaroğlu’nun titrek ve gülünç cevaplarıyla ilerleyen pespaye söz düellosu, Dersim mağdurları açısından herhangi bir olumlu somut sonuç doğurmaksızın devam ediyor.
    Aslında başbakan Erdoğan’ın Dersim Katliamı konusunda CHP’ye yönelik ilk çıkışı değil bu! Erdoğan’ın ilk hamlesi referandum ve seçim öncesine denk gelmişti. Kürt sorununda “açılım” kararı alan AKP, meclisteki görüşmelerde CHP Grup Başkanvekili Onur Öymen’in sarf ettiği “Dersim’de analar ağlamadı mı?” sözleri üzerine, CHP’nin Dersim Katliamındaki rolünü tartışmaya açmıştı. Erdoğan miting meydanlarında Kılıçdaroğlu’na yüklenmiş, gerçeklerle yüzleşmesini ve CHP’nin kirli geçmişiyle hesaplaşması gerektiğini söylemişti. Ayrıca Dersim üzerinden statükocu güçlere yüklenmiş ve demokrat pozlar takınmıştı. Erdoğan’ın bu ilk çıkışı CHP’deki statükocu zihniyeti epeyce köşeye sıkıştırmış ve Alevi Kürtlerin bir bölümünün düzenle hesaplaşmasının önünü açmıştı. Fakat CHP bildik tutumundan geri adım atmamış, ne Öymen istifa etmiş ne de Kılıçdaroğlu CHP’nin Dersim Katliamındaki rolü dolayısıyla “özür” dilemişti. Erdoğan ve hükümetiyse Dersim Katliamını meydanlarda kullandıkları bir polemik düzeyinde tutmuş ve hiçbir ciddi adım atmamıştı. Dahası çöken “açılım” stratejisi yerine “milli birlik ve beraberlik” söylemi tutturulmuş, Dersim kenti de dâhil olmak üzere birçok Kürt kentinde askeri operasyonlara AKP eliyle hız verilmişti.
    Erdoğan’ın ikinci Dersim açıklamaları, dışarıda Suriye’ye yönelik tehditlerin alenen tırmandırıldığı, içeride Kürt siyasetçileri üzerinde tutuklama terörünün bir kez daha yoğunlaştığı konjonktüre denk geldi. Öncesinde Dersim Katliamının yıldönümü vesilesiyle Dersim dernekleri, sendikalar ve sosyalist partiler yıllar yılı savundukları talepleri yeniden gündeme getirdiler. Dersim arşivlerinin açılması, Dersim isminin iade edilmesi, katledilen Dersim önderlerinin mezar yerlerinin belirlenmesi ve devletin Dersim halkından özür dilemesi gerektiği, basın açıklamaları, yürüyüş ve toplantılarla dile getirildi. Fakat bütün bu talepleri hem AKP hem de CHP üç maymunu oynayarak görmezden geldi, sessiz kaldı. Bardağı taşıran son damla, CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün, “Dersim’de katliam yapıldı ve Atatürk’ün bilgisi vardı” şeklindeki açıklaması oldu. Aygün bu açıklamayı yapar yapmaz CHP’de bilindik statükocu koro sesini yükselterek Aygün’ün susturulmasını ve “istifa” etmesini istedi. Başbakan bu gelişmeler üzerine İl Başkanları toplantısında Dersim Katliamında CHP’nin rolünü yeniden gündeme getirdi ve AKP’nin yıpranan imajını parlatmak üzere yeni bir fırsat yakalamış oldu. Bu Dersim çıkışıyla devlet içindeki ağırlıkları büyük ölçüde geriletilen statükocu güçlere bir gözdağı verildiği, AKP’nin elde ettiği üstünlüğün kabul edilmesi gerektiği, aksi takdirde Dersim benzeri olaylar üzerinden daha ağır darbeler vurulacağı mesajının verildiğini de belirtmek gerekiyor. Diğer taraftan bu çıkışın, Kürt siyasetine dönük yürütülen operasyonu kamuoyunun dikkatinden kaçırmayı, gündemi değiştirmeyi ve bu arada son dönemde eleştirileri artan liberallerin de gardını düşürmeyi hedeflediğini belirtelim.
    Statükocu Kemalist çevreler ilkinde olduğu gibi ikincisinde de Erdoğan’ın açıklamalarını “bu milli birlik ve bütünlüğe indirilen bir darbedir” hezeyanları içinde eleştirdiler. Bu cenahtan yükselen eleştirilerde, “özürle” birlikte Cumhuriyete, Atatürk’e, CHP’ye düşmanlığın körükleneceği ileri sürüldü. Bu çevrelere göre devletin şerefli geçmişine gölge düşürülmüş, leke sürülmüştür. Onlara göre devlet Dersim’de katliama girişmemiş, tersine “çıbanbaşı” diyarına medeniyet götürmüştü! Dersim’de katledilenler emperyalist güçlerin maşaları, vatan haini şakilerdi! “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemine sarılan bu kesimler, tarihsel gerçeklerin üzerini örtmeye devam ediyorlar. Tarihsel gerçeklerden ölümüne korkan, gerçekler karşısında kafalarını devekuşu misali toprağın altına gömen bu devletlû beyler, Dersim Katliamı konusunda resmi politikalara yönelik en ufak eleştiriye dahi tahammül edemiyorlar.
    Diğer yandan burjuva liberallerin bir kısmı Erdoğan’ın açıklamalarına mal bulmuş mağribi gibi atıldılar. Bu açıklamaları, devletin faşist, kanlı geçmişiyle yüzleşmek, ileri demokrasi bayrağına sahip çıkmak olarak nitelendirdiler ve coşkuyla alkışladılar. Dersim’den sonra özür sırasının nice acılar yaşamış, kıyımlardan geçirilmiş Alevi, Ermeni, Rum ve Yahudilere geldiği beklentisi içine girdiler. Oysa Erdoğan’ın Dersim hamlesi kuru bir özrün ötesine geçmiş değildir. Dokuz yıllık iktidarı boyunca Erdoğan hükümeti, Dersim Katliamı konusunda atılabilecek asgari adımları bile atmamıştır. Genelkurmay arşivi başta olmak üzere devletin bütün gizli arşivleri başbakanın elinin altında bulunuyor. Neden arşivler açılmıyor ve tarihsel gerçekler gün yüzüne çıkartılmıyor? Neden Mustafa Kemal başta olmak üzere dönemin yöneticilerinin sorumluluğu açıklanmıyor? Neden Dersim halkının talepleri karşılanmıyor? Neden sadece Kılıçdaroğlu ve CHP eleştirilerek, AKP kendi üzerine düşeni yapmıyor? Neden “literatürde varsa” denilerek gönülsüzce ve yarım ağız “özür” dilenerek sorumluluktan kaçınılıyor? Aslında bu ve daha nice sorunun cevabı çok açık: Türkiye’deki burjuva rejim karanlık ve kirli bir miras üzerinde yükseldiği için düzen güçleri asla gerçek bir hesaplaşmaya giremez. Burjuva egemenliğin tarihi, dünüyle bugünüyle baskı ve katliamlar üzerine kuruludur. Bu topraklarda yaşayan gayrimüslimler, Kürtler, Aleviler kimliklerinden dolayı tüm burjuva hükümetlerin baskısı altında katliamlara uğradı, susturuldu ve yok edilmeye çalışıldı.
    Bugün Dersim’dekiler de dahil olmak üzere Kürt halkına kan kusturan Erdoğan’ın hükümeti değil midir? Geçmişle yüzleştiğini iddia eden başbakanın Kürt sorununda izlediği siyaset, ormanları yakmak, yol geçişlerini engellemek için barajlar inşa etmek, askeri operasyonlarla dağı taşı bombalamak, kimyasal silahlar kullanarak Kürt gerillalarını vahşice katletmektir. Seçimlerde kitlelerden yüksek oylar almış Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinden altısı hâlâ meclise sokulmuyor. DTP’den sonra BDP de kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılıyor. BDP’li siyasetçiler, BDP’ye üye olanlar, seçim çalışmalarına katılanlar dahi tutuklanarak siyasal mücadeleden kopartılıyorlar. KCK bahane edilerek başlatılan gözaltı dalgalarında bütün Kürtler hedef tahtasına oturtuluyor. Avukatlardan yazarlara, gazetecilerden belediye başkanlarına kadar kim varsa uyduruk delillerle zindanlara dolduruluyor. Böylesi bir dönemde “özür” dileyen Erdoğan’ın izlediği siyasetin tek parti dönemindeki CHP’nin izlediği siyasetten ne farkı vardır? Askeri bürokrasi eliyle kurulan burjuva cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kürt kentleri siyasi abluka altına alınmış ve dağlar taşlar bombalanmıştı, bugün de Kürt halkına siyasetin önü tıkanıyor ve askeri operasyonlardan medet umuluyor.
    Başbakan Erdoğan ve AKP, Dersim Katliamını diline dolayarak, CHP’ye yüklenip sözde “demokrat” imajını tazelerken, aslında tarihsel gerçeklerin kenarından dolanmaya çalışmaktadır. İnönü’yü veya üçüncü dereceden sorumlu olabilecek bakanları, Genelkurmay’ı, emniyet müdürlerini hedef tahtasına oturtmak, sorunun temelini görmemek anlamına gelir. Dersim şahsında Kürt sorunu ve Alevi inancı hakkındaki devletin resmi ideolojisi inatla gözlerden gizleniyor. Mustafa Kemal’in Dersim Katliamı konusunda verdiği emirler, sessizlik içinde geçiştiriliyor. Oysa Dersim Katliamı, 1918’den 1938’e kadar geçen 20 yıllık dönemde Kürt halkı üzerinde estirilen Hitlervari tedip ve tenkil operasyonlarının son halkasıydı. 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1926-30 Ağrı ve 1937-38 Dersim Katliamları tam kadro Kemalist devletin hükmü altında hayat buldu. Burjuva cumhuriyetin baskıcı ve katliamcı politikalarını rehber edinen sonraki hükümetler, geçmiş dönemi aratmayacak uygulamaları devam ettirdiler. Baskı ve asimilasyon, köy yakmalar ve yargısız infazlar devletin sıradanlaşan uygulamalarına dönüştü. Ancak Kürt halkının 1990’lardan itibaren geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde kitleselleştirerek yükselttiği mücadele burjuva hükümetleri köşeye sıkıştırdı ve tavizler verilmeye başlandı. Kürt kimliği, dili, kültürü üzerindeki baskılar bu mücadele sayesinde zayıflatıldı. Fakat burjuva devlet atması gereken gerçek adımları atmaya hâlâ rıza göstermiyor ve Kürt halkının haklı taleplerini zor yoluyla bastırmaya çalışıyor. Son olarak AKP hükümeti de “Kürt sorunu yoktur” incisini yumurtlayarak, tekrar inkâr söylemine dönme işareti vermiştir.
    Kürt halkını ezen burjuva devlet diğer yandan işçi ve emekçilere saldırmaktan da geri durmuyor. Halkların katili olan burjuva düzen, işçi ve emekçilerin hayatını da cehenneme çeviriyor. Siyasal ve ekonomik haklar budanıyor. Toplum bir bütün halinde burjuva rejimin darbelerine maruz kalıyor. Bu abluka Kürt ve Türk emekçilerin ortak mücadeleleriyle parçalanacak. Gerçek insanlık onurunu kurtaracak olan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir. Burjuvazinin katliamcı, baskıcı ve zorba düzeni işçi sınıfının Kürt halkına uzatacağı enternasyonalist kardeşlik eliyle parçalanacaktır.
    http://www.marksisttutum.org/dersim_ozru_ve_onuru_kurtarma_meselesi.htm

  33. Bayar, Dersim katliamı için başbakanlığa getirildi

    07 Aralık 2011

    NEBAHAT KÜBRA AKALIN-İBRAHİM VARLI

    Dersim tartışmaları olağan hızıyla devam ediyor. İktidarla ana muhalefet arasında siyasi bir çekişmeye alet edilerek bağlamından koparılmak istenen Dersim’i, bu alanda uzun süredir önemli akademik çalışmalara imza atan “Herkesin Bildiği Sır: Dersim” kitabının yazarı Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Şükrü Aslan ile konuştuk. Düşünce Tarihi, Nüfus ve İskan Politikaları, Kent Sosyolojisi dersleri veren Dr. Aslan, Dersim’in, o dönemde görev yapan politik aktörlerle bugünkü aktörler arasında ilişki kurarak açıklanabilecek kadar basit bir mesele olmadığı söylüyor.

    >>Dersim olayını nasıl tanımlamamız gerekir? Katliam mı, soykırım mı, yoksa Obama’nın 1915 olayları için kullandığı “büyük felaket” mi?
    Bu olayda arka arkaya saydığınız tüm tanımlamaların karşılığını bulmak mümkün. Dersim’de hepsinden izler var. Fakat tam olarak hangi kavramla ifade etmek gerekir noktasında iki husus devreye giriyor.

    >>Nedir onlar?
    Bunların bir tanesi hukuki, diğeri ise meselenin tartışılmasını bağlamından koparabilecek olan politik bakışlar. Ben bu iki alana da girmeyen bir tavırda olmak istiyorum. Yani, bunun hukuken soykırım olduğu dolayısıyla katliam ötesi bir şey olduğunu söylediğiniz zaman bu otomatikman toplumdaki pek çok kesimi tartışmanın dışında bırakıyor. Bu insani meselenin alması gereken yolu, ulaşması gereken hedefi engelliyor. Bundan endişe ediyorum. Bu nedenle bu vakıanın, bir takım kavramlara kurban edilmesinden yana değilim. Bizim önceliğimiz şu anda, yerel dilde söylenen “Dersim tertelesi”nin, kavramların dışında tartışılmasını sağlamak.

    >> İnsani trajedinin politik çekişmelere alet edilmesinden endişe ediyorsunuz. Dersimle yüzleşmek bize neden önemli?
    Cumhuriyet tarihi içerisinde Dersim çok özel bir dönem ve özel bir vaka. Dersim meselesinin açıklığa kavuşturulması 1938 öncesi ve sonrasına doğru sağlıklı bir yol almak için uygun bir olanak sağlar. Dersim meselesinde devlet ve bu toplum sahici manada yüzleşirse o zaman bütün Kürt coğrafyasında bu sistemin uyguladığı politikalarda gündeme gelecektir. Dersim bütün benzer vakalardan benzer özellikleri olan ama kendine has çok özel, özellikleri olan bir vakadır. O’nun çözülmesi, O’nun üzerinden bir yüzleşme çok öncelikli bir görevdir. Bu süreci desteklemek ve buna uygun bir dil üretmek çok önemlidir.

    >>Peki bu dil nasıl üretilecek?
    Türkiye’de sadece Dersimli kurumlar değil, hem aklı hem kalemi hem vicdanı olan herkes siyasi iktidarın Dersim meselesinde yaptığı açıklamanın devamını getirmesini istemeli ve bunun üzerine gitmelidir. İktidarın bu konuda somut adım atmasını sağlayacak bir dil, politika ve pratik üretilmelidir. Bunun önüne geçecek bir şey belki bu adımı desteklemek yerine zarar verebilir. Daha temkinli olmak ve soğukkanlı davranmakta ve daha politik tartışma malzemesi yapmadan; hakikaten devletin geçmişiyle yüzleşmesinde katkıda bulunmakta fayda var.

    >>Aynı dönemde benzer vakalar da var. Dersim’i özel kılan ne?
    Sadece İskan Kanunu’ndan bir örnek vereyim. İskan kanunlarının en kapsamlı uygulandığı yer Dersim’dir. Kürtlerin coğrafyasında pek çok insan sürgün edildi. Ama bunların içerisinde iskana muhatap olan topluluğun sayısı Dersim hadisesinde iskan edilen topluluğun belki yüzde biri bile değildir. Dersim özel bir yer. Baktığımız zaman Dersim iktidar içerisinde de özel bir mesele olarak dikkate alınmıştır. Ulusal kimliğin inşa edilmesi, dil birliği gibi projeler tartışıldığında Kürt topluluğu ile ilgili bir genel politika üretilmiş ama Dersim için artı bir politika üretilmiş. Dersim meselesinde atılacak her adımı Türkiye’nin Kürt meselesinin çözümü konusunda da ciddi bir kapı açacağı kanısındayım. Dersim bütün Kürt coğrafyası içinde sahiden özel bir yerdir.

    >>Neden? Dersim özel kılan nedir?
    Dersim’de devletin resmi belgelerine baktığımız zaman iki tane önemli tespit görüyoruz. Bunların bir tanesi hemen hemen bütün raporlara konu olan Dersim’in yola getirilmesidir; yani ‘terbiye edilmesidir.’ Bunun sebebi de Osmanlı raporlarında da yazılmıştır: Dersim’in kültürel kimliği, alevi inancı. Kürt coğrafyası içerisinde etnik kimliğinden daha ayrı ve daha baskın başka bir kimliği var: Alevi kimliği. Alevi kimliği Dersim’de bir türlü şemsiye kimlik gibidir, içinde pek çok etniği barındırır. Bu nedenle bu kimlik ciddi bir problem olarak alınmış. Dersim’deki her sorun bu kimlikle bağdaştırılmış. Bunu Abdülhamit’in hazırladığı raporlarda da böyle okuyoruz. Cumhuriyet döneminde de aslında böyle. Size çarpıcı bir örnek vereyim…

    >>Evet
    1935’te Jandarma Genel Komutanlığı’nın çıkarttığı bir kitapçık da, Dersimli aşıkların ağzından Dersimli seyitlere ve pirlere çok ağır hakaretler edilmiş. Seyitlik ve pirlik makamları bir tür şeytanla özdeşleştirilerek anlatılmış. Diyebilirsiniz ki bu genel algıyla jandarmanın ne alakası olabilir. Bu devlet politikası; genel kurmay devletin ana dinamiği jandarma da Genelkurmay’ın ana dinamiği. Bu türde bir yayın yapması bu bölgenin kültürel kimliğine yönelik algıyı yansıtıyor. Ayrıca o dönemin pek çok raporunda, gazetesinde kamu görevi yapan Naşit Hakkı Ulu gibi pek çok kişinin anlatılarında Dersim halkının inancı daima bir problem olarak ifade edilmiş. Dersim’i hedef haline getiren asıl mesele budur. Bu raporlarla hareketle söylediğim bir şeydir.

    >>Dersim olayını başbakan Necip Fazıl’dan yola çıkarak “din mazlumluğu” meselesine indirgedi… Bu yaklaşımı nasıl görüyorsunuz?
    Cumhuriyetin modernleşmeci projesi sadece Alevileri değil diğer toplumsal grupları da etkilemiştir. Dolayısıyla Necip Fazıl’ı da böyle algılamak gerek. Biraz bu hassasiyetlerin etkisi var diyorum.

    >>En büyük eleştirilerden biri de “başbakan muhafazakar sağ ideolojiyi temiz çekmeye çalışıyor” şeklinde ne dersiniz?
    Bu eleştirilerin haklı olduğunu düşünüyorum. Başbakanın kullandığı metodolojiyi problemli buluyorum. Yani bu mesele o dönemde görev yapan politik aktörlerle bugünkü politik aktörler arasında ilişki kurarak açıklanabilecek bir mesele değil. Biz biliyoruz ki o devir tek parti dönemidir, CHP eşittir devlet. Bir şey tartışılacaksa bu devletin sorumluluğunda olan bir şeydir ve böyle tartışmak gerekir. Devletin geçmişiyle yüzleşmesi gerek. Mesel o günkü Ali Çetinkaya ile bugünkü CHP arasında bir bağ kurmak normal değil, doğru değil. Politik aktörler arasında bir ilişki kurulacaksa o zaman Demokrat Parti’nin ve devamı olan partilerin Dersim’de ki sorumluluğunu da kabul etmek gerek. Çünkü biliyoruz ki Celal Bayar bu hadisenin 3 önemli aktörlerinden biridir ve üstelikte başbakan olarak doğrudan sorumlusudur. Bu demeçlerine de yansımıştır. Fevzi Çakmak da keza öyle. Bunlar DP’nin kurucu unsurlarıdır. Bu nedenle bu ilişki eğer kişiler arasında kurulacaksa DP ve devamındaki sağ partilerin de sorumluluğu var. Hatta sağ partilerin sorumluluğu daha fazladır. Çünkü Celal Bayar’ın 37’de başbakanlığa getirilmesinin temel sebebi de Dersim’dir, aslında.

    >>Nasıl?
    1937 yılının 19 Eylül’ünde o zamanın başbakanı İsmet İnönü, görünür sebep izne ayrılmak olmak üzere, görevden ayrılıyor. Yerine Celal Bayar getiriliyor. Araştırmalar esas gerekçelerin Dersim hadiseleri olduğunu gösteriyor. Cüneyt Arcayürek Süleyman Demirel’e danışmanlık yaptığı yılların anılarını yayınladığı kitabında- ki bu 8. kitaptır- anlatır. Arcayürek, Demirel’in Bayar’ın kendisine Atatürk ve Çakmak’ın İnönü’ye güvenmediklerini, bu nedenle başbakanlığı kendisine teklif ettiklerini açık yüreklilikle anlattığını aktarır. Aslında döneme ilişkin kaynaklar araştırıldığında yazılan çizilenlere bakıldığında bu net bir şekilde anlaşılabiliyor. Hatıratları, basın da çıkanları vs vs… Kişiler üzerinden bir sorumluluk, bağlantı kurulacaksa o zaman Bayar’ın takipçileri daha suçlu!

    >>Bugün günah keçisi ilan edilen İnönü görülüyor ki dönemin kadrolarına göre daha ılımlıymış?
    Gayet açık söylemek gerekiyor. İnönü 37 Dersim harekatının asli aktörüdür. Kürt raporunu yazan da İnönü’dür. Dersime yönelik stratejik planları hazırlayan da Şükrü Kaya ile birlikte İnönü’dür. İnönü hazırladığı planları adım adım uyguluyor. 18 Eylül 1937 tarihide -ki bu gazetelere de yansımıştır- bu planın artık başarıyla tamamlandığını söylüyor. Çünkü Dersim de devlete karşı gelebilecek artık kimseler kalmamıştır. Kendi ifadesiyle “şakiler” temizlenmiştir, önderleri tutuklanmıştır. Seyit Rıza ve arkadaşları o günlerde bir hafta öncesinde tutuklanmıştır ve hatta yargılanması başlamıştır. İmar hareketleri hızlı bir şekilde sürüyor, kaç okul kışla yapılmıştır, kaç silah toplanmış kaç kişi ölmüştür hepsinin dökümünü veriyor. 1 subay 29 askere karşılık, 265 Dersimli ölmüştür diyor. Kısacası 37 harekatının bilançosunu veriyor. Ve şöyle bitiriyor konuşmasını; “Dersim meselesi artık tarihe karışmıştır” diyor.

    >>Sonra ne oluyor da ayrışıyorlar?
    Bu çok çarpıcı bir cümledir. Ve bu açıklamadan 1 gün sonra görevden alınıyor. O zaman anlıyoruz ki Dersim’i daha da temizlemek gibi bir plan var. İnönü’nün dışında üretilen bir plan ve İnönü buna pek yatkın değil. İnönü devre dışı bırakılıyor. 1938’de rolünü ortadan kaldırmak için söylemiyorum ama İnönü hiçbir şeydir, sıradan biridir. Hatta kendi hayatı da tehlikelidir. Çünkü o dönemde Atatürk ile ters düşmek aynı zamanda hayati tehlike anlamına geliyor. İnönü’nün hayatı üzerine yazılanlara bakınız görürsünüz. Atatürk’ün ölümüne kadar pek rahat değil.

    >> O zaman ortada bir isyan yok
    Kesinlikle

    >>İsyan yoksa ne var? Katliam mı?
    Kesinlikle. Bayar’ın 38 katliamından hemen önce haziran ayında mecliste yaptığı bir açıklama var. Dersimliler ne istiyor diye? “Dersimliler diyorlar ki biz askere gitmiyoruz, vergi vermek istemiyoruz silah taşımak istiyoruz, bize ilişmeyin diyorlar” diyor ve konuşmasının sonunda Dersimlileri tehdit ediyor. Devletin iddiası şu oluyor dersimi vurmak için: Dersimliler devletin Dersim’e girmesini istemiyor.

    >>Öyle mi peki gerçekten?
    Hayır. Filmi geriye doğru sardığımızda halbuki devletin her boyutta dersimde olduğunu görüyoruz. Taa 1925-26’larda Dersim’de kışla karakol okul yol köprü yaptığın görüyoruz. Devletin Dersim’de olduğunun sayısız örnekleri var. Okul, köprü, kışla yol gibi faaliyetlerin devletin resmi raporlarında maliyet olarak karşılığı var. Jandarma Genel Komutanlığı’nın Dersim raporu var. Han, başbakanın da gösterdiği 100 adet basılan o meşhur rapor.

    >>O raporda/kitapta neler yazılı?
    O raporda Dersimlilerin askere gitme oranını, verilen vergi oranları, okuyan öğrenci sayısı, yol miktarı, lojman, kışla sayısı hepsinin bilgileri var. Çalışan öğretmen sayısı yapılan yol kışla okul oranları var. Raporun yazılış tarihi 1935’dir. Demek ki devlet 35’te zaten Dersimde her türlü vardı. Diyelim ki Dersimliler devletin Dersime girmesini istemiyordu, o zaman örneğin okullardan birine saldırılardı. Kışlaların yapımına engel olurlardı. Bunlara dair hiçbir şey yoktur. Hiç bir şey. Dolayısıyla isyan iddiası kocaman bir yalandır. Katliamı meşrulaştırmak için üretilmiş bir yalandı.

    İKTİDAR “BİZ ÖZRÜMÜZÜ DİLEDİK” DEYİP ADIM ATMAZSA BU TOPLUMUN ACISINI DAHA DA ARTIRIR

    >>Özrün uluslararası hukuk açısından bir bağlayıcılığı var mı?
    Hangi anlamla/alanla ilgili başvurulacağına bağlı. Mesela 38 yılında sürgüne gönderilen 47’de geri dönen ama 60’lı yıllarda karar değiştirip eski sürgün yerlerine dönen ve dönerlerken de mülkleri için dava açıp, davayı kazananlar var. Demek ki hukuken bu mümkün. Hukuki yollara bakmak lazım. İç hukuk kısıtlayıcı ise ilerlemek mümkün değilse AİHM’e gidilebilir.

    >> Kılıçdaroğlu’nun tavrını nasıl buluyorsunuz?
    CHP’nin yapısına ve o yapının getirdiği yüke bağlıyorum. Kılıçdaroğlu sırtında büyük bir yük taşıyor gibi görülüyor. Çünkü bu parti geleneksel olarak Türk milliyetçiliğini temsil ediyor. Eski olumsuz mirasın ana aktörü olan bir parti. Değişmesi hiç de kolay değil. Büyük bir direnç var.

    >>Süreç nereye evirilecek? Her sene kasım ayında dersim tartışması boy veriyor? Bir ay boyunca tartışılıp sonrasında rafa kaldırılıyor, taki bir sonraki kasıma kadar. Yine öyle mi olacak?
    Böyle ihtimaller her zaman vardır. Çünkü daha önceki krizler bunu gösterdi….

    >>Somurt adımlar atılacak mı? Dersimlilerin somut olarak yapması gerekenler nelerdir?
    Dersimliler somut talepler belirlemeli, ki sanırım bunu da yapacaklar. Bu talepleri CHP dahil tüm partilere ileterek sürecin takipçisi olmalıdırlar. Değişik partilere dağılmış ve fakat bu konulara duyarlı vekillerle temaslar sürdürmek, basın organlarıyla diyaloglar kurmak, hukuki bürolar kurmak, uluslar arası ilişkiler kurmak, bu ilişkiler üzerinden bu süreci takip etmek gibi görevleri var. Bunları da içerdeki politik aktörlerle de birlikte yaparlarsa da daha iyi bir noktaya doğru gidileceğini düşünüyorum.

    >>Başbakan özür diledi fakat bunu bir şarta bağladı; Literatürde böyle bir şey varsa! Literatürde böyle bir şey var mı?
    Var tabi. Almanya örneği var mesela. Münih yakınlarındaki Dachau kampı Alman Devleti’nin kendi yakın tarihleriyle nasıl hesaplaştığını gösteren son derece önemli ve canlı bir örnek.

    >> Peki Başbakan bunun farkında değil mi? Niçin özrü böylesi bir koşula bağladı?
    Sadece siyasi iktidarın değil bundan önceki siyasi aktörlerinde, muhalefet de dahil, hemen hemen hiçbiri bu mesele doğru bir yerde durmadığı için, biz bir bakıma herhangi bir siyasi aktörün herhangi bir açıklamasını çok önemli buluyoruz. Çünkü sessizlik ortamından geliyoruz. Böyle baktığımız zaman bunun önemli adım olduğunu ancak yeterli olmadığını düşünüyorum.

    >>Bundan sonra hem siyasi hem hukuki anlamda nelerin yapılması gerekir?
    Bugün olan şey aslında siyasi bir özürdür. Hukuki anlamda bir karşılığı olmamakla birlikte siyasi anlamda bir karşılığı var. Belki Türkiye’de algının değişmesi açısından bir karşılığı var. Başbakan’ın Türkiye’de sağ-muhafazakar kesim üzerinde ciddi bir etkisi var. Algıya yönelik bir karşılığının olduğunu söyleyebiliriz. Tabi siyaseten bir karşılığı var.
    Hukuki anlamda esas bunun bir karşılığı olmalı. Bununda belki metedolojisini iyi düşünmek gerekiyor.

    >>Ne tür bir metedoloji takip edilmeli?
    Türkiye’de, Başbakanın özrünün devamını getirilecekse devletin yapacağı ilk iş TBMM’ bir araştırma komisyonu kurmaktır. Bu komisyon Dersim 38’in hem mağdurlarıyla hem de katliamı gerçekleştiren aktörlerle görüşmeler yapmalı. Devletin şuana kadar açılmış açılmamış bütün arşivlerini titiz bir şekilde incelenmeli ve ondan sonra da ayrıntılı bir rapor çıkarılmalı. Büyük mağduriyetler var. Bu mağduriyet alanları tek tek tespit edilmeli ve resmi raporlarda yer almalı. Resmi bir araştırma komisyonu çok önemli. Bundan sonraki süreç ise bu toplumun mağdurların çocuklarından ve torunlarından oluşan toplumun talepleri de dikkate alınmalı.

    >> Siz bu yönde bir çalışma olacağını düşünüyor musunuz? Yoksa bu özür sadece ana muhalefet partisinin köşeye sıkışması için yapılmış bir manevra olarak mı kullanılacak?
    Eğer iktidar partisi sadece ‘biz özrümüzü diledik’ diye kalırsa bu aslında o toplumun acısını kanatan daha büyük bir acı olur. Umuyorum ki yukarıda bahsettiğimiz şeyleri iktidar partisi ya da iktidar da olmayan partilerin politik aktörleri de düşünüyorlardır. Bu konu da net bir şey söylemek istemesem de kötümser değilim.

    ( birgun.net )

  34. Sayın Gün Zileli, sizin tüm yazılarınızı okumaya çalışıyorum. birçoğunu da okudum…eleştiri yazacam da hangisine yazacağıma karar veremediğim için yazmaktan vazgeçtim…diğer taraftan bu kadar saçmalayan birine yazmaya değer mi düşüncesi de ben yazmaktan asıl vazgeçiren sebep…yahu arkadaş bir insan bu kadar saçmalayabilir mi? bu kadar saçmalamak iin ya zeka özürlü olmak gerek yada art niyetli…şunu baştan söyleyim sizin “ulusal sorun” unuz stalin hakkında yazdıklarınızın TÜMÜ saçmalık değil saçmalıktan da öte..tkp,kemalizm vb. hakkındaki yazılarınızın her bir cümlesi diğeriyle çelişiyor…yüzlerce çelişki..! örneğin bir taraftan 2. dünya savaşı sonrası abd ve diğer emperyalist devletlerde komünizm korkusundan dolayı bir cadı avı başlattığından bahsediyorsunuz diğer taraftan da stalin i, sscb yi, stalin in peşine takıldığını iddia ettiğiniz komünist partileri komünist bile görmediğinizi zaten beliritiyorsunuz..ne de olsa bunlar dünya devrimin boğan bütrokratik sınıflar..vb..iyi de abd vd diğer emperyalist devletlerdeki “komünizm korkusu” ne oluyor o zaman? yoksa bizim bilmediğimiz uzaylı komünistler mi var? neyse…bu yazınızda da tayyip in devleti temizlediğinden bahsediyorsunuz…bu da bombaydı..!:) yazılarınızı leman dergisini bitirdikten sonra gülme sıkınıtısını gidermek ve daha ne tür saçmalıklar göreceğiz merağıyla okuyorum bu arada..devam edin..ilgiyle izliyoruz… bu arada solcular fethullahçı-liberallerin yanıdna saf tutuyor ha size göre..? yahu arkadaş kim bu adamlar, solcular? bu admaların onlarn safıdnaysa zaten solcu değildir..s,izin bahsettğiniz solcular kim o da anlaşılmıyor..neyse…ilgiyle okuyorum ben sizii devam edin…

  35. ilginizi uyandırabildiysem ne mutlu bana.

  36. Zaten mesele ilgi uyandirmak degil mi?

    Reklamin iyisi, kötüsü olmaz, ilgi çek de nasil çekersen çek. “Annem Can’la ilgilenmesin, benimle ilgilensin, herkes beni sevsin”

  37. Sözlü şiddet ve argo kullanımı dolayısıyla bu mesaj ne yazık ki kaldırılmak zorunda kalınmıştır.

  38. bizim polis sehpası stalinist olmaya karar vermiş galiba… eğer öyleyse tam yerini bulmuş kanımca.

  39. Cevap niteliğindeki bu mesaj da, aynı küfrü iade babında kullanmış olsa da tarafsızlık gereği kaldırılmak zorunda kalınmıştır

  40. siz sözde bilimsel küfrediyorsunuz ben direk küfrediyorum..benimki daha dürüst ve mertçe bence..o yüzden argo sözcükler kullanmakta sakınca neden görmüyorum..zira sayın zileli nin yazılarını okuyunca şu stalin saplantısından ve çarpıtmalarından dolayı insan bu noktaya geliyor…neden sonuç ilişkisi hepsi..bıktık ulan bıktık…bıktık ulan bıktık.. bıktık ulan bıktık artık stalin i ağzınıza masa başından dolamanızdan…bıktık be..! bıkma diye bişey var… bıktık..!

  41. bir taraftan taha akyol…diğer taraftan fatih altaylı…bir taraftan zaman gazetesi diğer taraftan hürriyet gazetesi..bir taraftan time gazetesi bir taraftan taraf gazetesi…bir taraftan hakkı devrim bir taraftan medevedev, putin..bir taraftan gün zileli bir taraftan emperyalistler bir taraftan tayyipoviçler…ne lan bu stalin saplantısı…!? ne korkak adamlarmışsınız…öldürmüşse öldürmüş…iyi yapmış…az yapmış…o kadar..amma hümanist kesildi ulan dünya başımıza…ortalığı pok götürüyor dünyada varsa yoksa stalin..! siz kimsiniz? nesiniz? 4 defa sibiryadan kaçmak , biçok bankayı soymak bile tek başına marifettir…hadi devrimden sonra pok etti diyelim ortalığı size göre…biraz bank souyguncularına syagı duyun arkadaş…versek bakkal soyamazsınız…!

  42. Dersim 38’de yaşananları doğru okumak… -İbrahim Utku Nar
    15 Aralık 2011 –

    Celal Bayar, 25 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesine verdiği demeçte şöyle demiştir: “Ergani’de gelecek yıl bu mevsimde saf bakır akacaktır. Dersim’de çıplak kayalar içinde bedbaht bir hayat sürmekten başka nasip bulamayacak olanlar orada bırakılmayacaktır”

    CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamaları ve sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın, yaşananlar için özür dilemesiyle tekrar aktüel bir konu haline gelen “Dersim Olayları”, yoğun tartışmaları da arkasından sürükleyerek, gündemin ana konularından biri oldu.

    Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1937-1938 yıllarında yaşananlar için, devlet adına özür dilemesi ve CHP’yi katliamın esas sorumlusu olarak göstererek, kendini genel itibariyle, bu tarz insanlık-dışı olayların karşısında duran, demokrat ve insancıl bir dünya görüşünün temsilcisiymiş gibi göstermeye çalışmasının ironisi bir yana; daha yakın zamanda, yaşadığı dönemde “Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir” diye fetva veren, Yavuz Sultan Selim’in Şeyhulislam’ı Ebu Suud’a “hakkını teslim” eden, Sivas ve Maraş katliamları ile yüzleşmekten çekinen (böyle bir derdi de olmayan), göstermelik Alevi Çalıştayları düzenleyip Alevilerin sorunları üzerine bir adım dahi atmayan RTE’nin samimiyeti epey kuşku götürmekte birlikte, partisi içinde önemli yerlerde, Madımak katliamının sanıklarının avukatlığını yapan isimlerin var olması asla bir tesadüf değildir.

    Genel itibariyle, içinde bulunduğu “gerici-piyasacı” dünya görüşünün, geleneksel olarak tarihsel süreçteki konumu, her zaman kendisinden olmayanlara karşı sistematik bir baskı kurmaya dayandığı için, AKP gibi bir partiden “ilerici” bir tavır beklemek, büyük bir yanılgı olur. R.Tayyip Erdoğan’ın, “Kürt Açılımı” ile başlayan ve sırasıyla devam eden birtakım hamlelerini bu geleneğin yapısına aykırı bir tutum olarak görmemeliyiz. Aksine, göbekten bağlı oldukları Emperyalizm’in, bölgesel ihtiyaçlarına paralel bir şekilde, yani onların direktifleri doğrultusunda atılan adımların arka planında, küresel sermayenin çıkar ilişkisi yatmaktadır. Esas itibariyle de tüm bu yapılmaya çalışılanlar; Türkiye’de etkin olan birtakım zümreleri, yeni rejimin birer unsuru haline getirme çabasından başka bir şey değildir. O konuda da, çok başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Gelenekleri itibariyle, yüzyıllar boyunca, egemenlerin karşısında yer almış olan kitlelerin, AKP gibi bir iktidarın yedek gücü haline gelmeyeceği aşikârdır.

    Dersim’de yaşananlar hakkındaki tartışmalara gelirsek eğer; olaylara sınıflar-üstü bir pencereden bakan, aydın bozması birçok kişinin, irrasyonel bir bakış açısıyla Dersim’de yaşananlar hakkında ahkâm kesmesi ve maalesef birçok kişinin, bu insanları referans alarak yanlış yönelimlere girmesi, ortada büyük bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır.

    Dersim’de olup bitenleri ve genel olarak o bölgenin sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel konumunu, tarihsel momentin akışına uygun bir şekilde, sosyal sınıf gerçekliğinin ve ekonomik determinizm yasalarının belirleyiciliğine uygun bir şekilde ele aldığımızda, yaşanan olayların, öyle basit bir şekilde tahlil edildiği gibi, “İlericiler” ve “Gericiler” arasında geçen bir mücadele olmadığını, yani bir yanda Cumhuriyetçi Burjuvazi (İlerici), diğer yanda Şeyhler-Seyitler-Tefeci Bezirgan Sermaye (Gerici) arasında geçen bir iktidar mücadelesi olmadığını görürüz.

    “Emperyalizm” çağındaki, Burjuva Devrimlerinin, mevcut şartlar gereği, “ilerici” karakteristiğinin, kısa bir süre içinde “gerici” bir konuma evrilmesi gerçeğini dikkate alırsak, Proletarya ve geniş çaplı Köylülük ittifakı ile kurulan ve bir aşama şeklinde gelişen Burjuva Devrimleri, zaten ucu Sosyalizme doğru uzandığı için “İlerici” karakteristiği daha işlevseldir, çünkü sönümlenmez. Fakat bundan başka biçimde gelişen Burjuva Devrimlerinin sonu, her zaman, karşı-devrimle taçlanmak, gericileşip-bezirgânlaşmaktır. Cumhuriyet Devrimi’nin de kaderi bu olmuştur. Yani Emperyalizme- Finans Kapital’e (Batı Gericiliği) ile Tefeci-Bezirgân Sermayeye (Doğu Gericiliği) karşı kurulmuş olan Cumhuriyet, kısa zamanda bu yönelimlerin güdümü altında ezilmiştir, egemen sınıfların yörüngesi dâhilinde “gericileşmiştir.” Bu yüzden, o dönemde yaşanan isyanların, hepsi olmasa da büyük bir çoğunluğu, çıkar çatışması ekseninde; bir yanda sömürü mekanizmasının genişletilmesi için, mevcut bölgeleri, feodal yerel güç odaklarının ittifakı dahilinde merkezi otoriteye bağlı kılma ve bu ittifakın dışında kalan diğer kapitalizm öncesi Göçebe Kandaş toplum kalıntılarının bu mevcut duruma tepkisi şeklinde gelişmiştir. Kemalist iktidar, Doğu’da kendi işbirlikçi ağa-eşraf-feodal mütegallibe takımını oluşturarak bölge üzerinde hâkimiyet kurmak için, bu unsurları kendi gücüne yedeklemişken, bu yedek gücün dışında kalan diğer feodal unsurların, mevcut duruma “çıkar çatışması” ekseninde bir tavrı söz konusudur. Ve bu tavır, tıpkı Şeyh Sait İsyanında olduğu gibi özellikle İngilizlerin de desteğiyle şiddetlenerek bir isyan şeklini almıştır.

    Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’lu yılların başında büyük bir kısmını Elazığ hapishanesinde yazdığı Yol dizisinin 5. raporu olan “Yedek Güç: Milliyet (Doğu)” adlı çalışması; Doğu bölgesinin, Kürt ulusunun sosyoekonomik, sosyo-politik, sosyo-kültürel yapısını, antik çağlardan beri bölge üzerinde egemen güç konumunda olan ve “Kapitalist” üretim tarzına geçişle birlikte kısmî ölçekte güç kaybetse de hakimiyetini sürdüren “Feodal-Derebeyi” artıkların üretim ilişkilerindeki etkin konumunu ve Kemalist iktidarın onlara karşı (olumlu-olumsuz) tutumunu net bir şekilde görmek ve idrak etmek için önem arz eden bir eser olarak karşımızda duruyor. Kürt ulusunun günümüzde de güncel bir sorun olarak var olan “ulusal ve sınıfsal” sorunlarının perde arkasında yatan tarihsel gerçekleri, diyalektik ve tarihsel maddeci metotla ele alan Kıvılcımlı, bu önemli eserinde, o dönemdeki isyanların ve uygulanan hakim politikanın genel muhtevasını şu şekilde özetler:

    “Kemalizmin Doğu illerinde varolması da karşılık olarak ancak ağalığın silahlı silahsız yardımı ve elbirliği sayesindedir. Çünkü marabalar ve yoksul köylüler arasında ağaya ya da beye karşı direnmek isteyen en ufak bir hareket üzerine ağa derhal ilçeyi, ili, hattâ daha sonra TBMM’ni haberdar eder. Köylü isyan girişimindedir. O zaman bütün jandarmalar, çevre askeri kolları, uçaklar kıpırdamak isteyen köylülüğü olduğu yerde dondurur. Hükümete karşı koymak becerisini gösteren herhangi bir isyan hareketinde derhal Kemalizmden maaş alan sadık ağalarla milis kuvvetleri ezilen Kürt halkının çevresini sarar. Kemalizm “tam name-i hazreti şehriyanna” mevlut okutarak halk hareketi kışkırtmaya kalktığı zaman, bu karşı devrimi besleyişini çalışkan Türk köylüsünün dindarlığına yüklediği gibi, Kürdistan’da ağalıkla ve köylerle kapalı ittifakını da Doğu illeri nüfusunun gericiliğiyle açıklamaktan hoşlanır.

    Gerçekte Kemalizm kurtuluş savaşı sırasında nasıl geniş ve demokratik bir köylü hareketinden korktuğu için saltanatı sonuna kadar Sultanın bizzat kendisi çekilip gidinceye kadar halka karşı bir kalkan gibi kullandıysa, tıpkı bunun gibi, bugün de Kürdistan’da gene geniş ve demokratik bir köylü hareketinin varabileceği aşamalardan ödü patladığı için, Kürdistan yoksul halkına karşı ağalığı ve beyliği kalkan gibi kullanıyor ve Kürtlüğün derebeyce parçalanışından kapitalist egemenlik çapulu adına uçsuz bucaksız bir zevk alıyor. Kürt yoksul halkı da Kemalizmin her gün sırtında oynayan satırıyla pratik bir şekilde öğretmiştir ki, Kemalizm Doğu illerinde derebeyi ve derebeyi artıklarıyla müttefiktir. Onun için cumhuriyet burjuvazisinin ara sıra kürsü yüksekliğinden derebeyliğe karşı sözde savurduğu palavralara asla kulak asmıyor. Ağalığa karşı mücadeleye geçtiği gün karşısında bütün yırtıcılığıyla Kemalist devlet aygıtını bulacağını biliyor. Onun için ağalığı kaldırayım derken daha zalim ve katmerli bir uçuruma yuvarlanma tehlikesine düşmekten korkar. Şimdiye kadar geçen deneyimler, cumhuriyet burjuvazisinin sömürgeleştirdiği Kürdistan’da, derebeyliği tuttuğundan başka bir şeyi kanıtlamamıştır.” (1)

    Fakat Dersim yöresinde ne Alman Finans-Kapitalizmin “akıl hocalığına” dayanan Kemalist Burjuvaların, ne de İngiliz ve Fransız emperyalizminin sürdürdüğü stratejik oyun ve hesapları 1937 yılına kadar tutmuştur. Çünkü yüzyıllardan beri Dersim halkı için; Dersim yöresi Coğrafya üretici güçleri bakımından “Doğal bir kale” olduğu gibi, sıkı sıkıya benimseyip yaşattıkları gelenek ve görenekleriyle İnsan ve Tarih üretici güçleri bakımından da “Kandaşlık kalesi” idi.

    Yüzyıllardan beri, yarı-özerk, yarı-otonomi şeklinde, merkezi otoriteden kısmen bağımsız ve dışa kapalı bir coğrafya olarak, kendine has ilişkileri ve çelişkileri olan “Dersim” bölgesinin nesnel yapısı ve öznel durumunu, detaylı bir şekilde irdelediğimizde; o bölgede hakim olan ilişkilerin, Kandaş örgüt yapılı göçebe orta barbar toplumun İlkel Sosyalist gelenek ve görenekli, eşitlikçi (insan ve tarih üretici güçleri) yapısının, yaşatılan kalıntıları üzerinden şekillendiğini açıkça görmekteyiz.

    Dersim halkının, bu nedenle ve bölgenin coğrafi yapısının da etkisiyle, modern ve antik çağın sömürücü egemenlerine karşı göstermiş olduğu direnç ve boyun eğmeme geleneği şanlı bir örnek daha yaratmıştır. 1937 yılına gelindiğinde ise, kaleyi içerden fethetme fırsatları da yakalayan egemen güçler, yeni gelişen teknolojik imkânlara da dayanarak silah ve zor yoluyla, ceberut yöntemlerle Dersim halkına boyun eğdirmeye çalışmıştır. Bunun sonucunda da, Cumhuriyet tarihinin en kanlı olaylarından birisi yaşanmıştır. Konu hakkında, Marksist geçinen birçok kişinin, hastalıklı bir şekilde bağlandığı klasik şabloncu bakış açısı, buna benzer diğer birçok olayda da, ezber kalıplarının gölgesinde, yanlış ve hatalı tahliller yapılmasına neden olmaktadır. Marks ve Engels’in tarihsel ilerlemenin çelişkili ve göreli karakteri hakkında söylemiş olduğu sözleri, somut ve tarihsel gerçeklikleri göz ardı ederek, kutsal bir metinden fırlamış sözler gibi, analiz edilen her olay için, aynı şekilde geçerlilik payı varmış gibi kullananların içine düştükleri skolastik konum, her olayı bol Marksist argüman kullansalar da, soyut bir zemin üzerinden ele almalarının bir sonucu olarak karşımızda durmaktadır.

    Peki Dersim’de yaşanan tüm bu olayların esas nedeni neydi? Yani, modern cumhuriyet yönetiminin esas amacı; bölgede sürekli isyan çıkaran, asker ve vergi vermeyen, merkezi otoriteyi tanımayan, bölgede egemenlik kurmuş olan, kısmen dejenere de olsa ilkel sosyalist geleneklerini koruyan aşiretleri, ağaları, şeyhleri, şıhları, seyitleri temizleyip, tarihin çarkını ileriye döndürecek bir hamle gerçekleştirerek yani bölgeyi “uygarlaştırarak”, modernize etmek miydi sadece, yoksa işin arka planında, gizlenen başka gerekçeler de mi vardı?

    Bölge üzerinde zengin krom yataklarının bulunması, Alman savaş endüstrisinin dikkatini, bölge üzerine çekmesine neden olmuştur. “1930’ların ikinci yarısında bölgede gelişen olaylar Dersim’den tüm bölgeye yayılan nüfusun tehlike olarak algılanması, bu dönemde Nazi Almanya’sıyla kurulan ticari, ekonomik ilişkilerin görünür olmayan askeri yönü krom-politikle yakından ilgilidir.” (2)

    Bu gerçeklik üzerinden, bölgede yaşanan olayları ele aldığımız da karşımıza bambaşka bir gerçeklik çıkmaktadır. “30’ların ekonomi-politiği üzerine bu Dersim meselesini bina etmek lazım. Dersim krom-politiktir. Dersim buradaki bu yapıyla ilişkilidir. Dersim, Türkiye’nin Guernica’sıdır. Şunu iddia ediyorum ben; orada mutlak surette, gene arka planda Alman askerî danışmanların, Almanya’nın diğer teknik danışmanlarının bu konuya çok büyük katkısı olmuştur.” (3)

    Dönemin başbakanı, egemen zümre Finans-Kapital’in baş mümessilli Celal Bayar, Dersim’e karşı başlanan kanlı ve kirli “Askeri Harekâtın Birinci Aşaması”nın tamamlandığı ve hemen ardından iktidar-hükümet değişikliğinin gerçekleştirildiği günlerde, 25 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesine verdiği demeçte: (…) Başbakanımızın seyahat intibaları: “Ergani’de gelecek yıl bu mevsimde saf bakır akacaktır. Dersim’de çıplak kayalar içinde bedbaht bir hayat sürmekten başka nasip bulamayacak olanlar orada bırakılmayacaktır” diyor.

    Oysa Celal Bayar’ın bu sözleri ettiği günden 31 Ağustos 1938’e kadar en hayâsız ve en acımasız bir şekilde yürütülen “İkinci aşama”daki “Askeri harekâtlar” ile “saf bakır” değil, gene Dersim halkının “kanı” oluk oluk akıtılmıştır. Onun için Blister bakır ve kromun dışarıya aktarılmasında Deutchbank’ın koçbaşlığını yapan Celal Bayar, Dersim’de yaşanan kanlı olaylardaki ana aktörlerden birisidir.

    Sıkça söylenilegeldiği üzere, bölgedeki başıboşluğu belli bir otorite altına sokup, bölgeyi modernize etmekten ziyade, Alman Finans-Kapital’inin savaş endüstrisi için, ihtiyaç duyduğu krom ve bakır madenlerine rahatça ulaşması önündeki engellerin giderilmesi, harekâtın esas nedenlerinin başında gelmektedir. “O bölgede ormanlar var. Halk ormanları konusunda titiz ve vermek istemiyor. Ama yakacak lazım. Dersim sorunu da buradan çıktı. Dersimli ağacını vermiyordu. O ağaç olmadan, sen o madeni işletemiyorsun. “Şark Islahatı”nın temel noktalarından biri, Dersimlinin, Palulunun, o bölge insanının ağacına sahip çıkması ve vermemesidir. Vermemiştir ağacını. O bakırı eritmek için, o bakırı akıtmak için buna ihtiyaçları vardır.” (4)

    Göçebe orta barbar toplum yapısının gelenek ve göreneklerini taşıyan Dersim halkının, ilkel komünal gelenek-görenekli Kolektif Aksiyon Güçlerinin (İnsan-Tarihi Üretici Güçleri) bölgedeki hakimiyetine son vermek ve Finans Kapital – Tefeci Bezirgân sermayenin ittifakıyla maddeleşmiş devlet yapısının, bölgeyi “medenîleştirmek” adına, kapitalist hukuku bölgede işler hale getirmesi, sömürge pazarına dâhil etmesi ve Alman emperyalizminin hammadde ihtiyacını rahatça karşılaşması için dikensiz bir gül bahçesi haline dönüştürmeye kalkışmasına karşı, halkın bu egemen zümrelere ve hayasız saldırılarına karşı bir direnişi söz konusudur ve bu direnişte çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

    “Gırtlağına kadar Dersim’de yaşanan bu katliam Alman krom-politiğiyle, bakır-politikle içiçe geçmiş bir düzeneğin o bölgedeki ikinci eylemidir. Çünkü o tarihten sonra harıl harıl dışarıya kaynaklar akmıştır. Deutsche Bank, Dresdner Bank, Julius Berger demiryolunu yapan bunlar. Servet oraya akıyor zaten.”(5)

    Kaynaklar:
    (1) İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)
    (2,3,4,5) “DERSİM’38” İşbirlikçiliğin Ekonomi-Politiği adlı söyleşi – Suat Parlar & Yiğit Tuncay

    ( sendika.org )

  43. Tarihi manşetlerle CHP’ye yüklendi

    Başbakan Erdoğan, CHP’yi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu 1930’lu yılların gazete manşetlerini göstererek eleştirdi.

    TARİHİ MANŞETLERİ GÖSTERDİ
    “Bakın aynen şu ifadeleri kullanıyorlar: ‘Kafasının içinde beyin taşımayanlar, şiddet uyguluyorlar.’ Sen bu sözü AK Partililere değil, komisyon başkanı Nabi Avcı’ya bant tankını fırlatan başkanvekiline söyle. Süreç içinde CHP genel başkanı Nazi benzetmesini, Hitler benzetmesini defalarca yaptı. Şimdi ben ona gurur duyduğu CHP tarihinden ibretlik bir vesika göstereceğim. 11 Nisan 1939 tarihli bir kararname. Aynen şu ifadeler var. “Alman devlet reisi Hitler’in 50. sene-i devriyesine hükümetimiz adına Ali Fuat Cebesoy’un eşliğinde, Necmettin Sadak’tan oluşan bir heyet gönderilmesi, 11:04. 1939 tarihinde onanmıştır.” İmza reisi cumhur İsmet İnönü, imza başvekil Refik Saydam. 1932 ve 1941 tarihli iki gazeteyi gösteriyorum. Başlık: “Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler.” Bundan daha önemli belge olur mu? Bitmedi, diğer bir gazete. “Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam” altında İnönü’nün İtalya’ya gideceği yazıyor. İşte CHP budur. İşte CHP Genel Başkanı eğer Hitler sevdası arıyorsa, o gurur duyduğu CHP tarihine baksın orada bulur.”

    http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1083787&CategoryID=78#

  44. Yuzde 90 CHP çocugu

    Iste Türk solcularinin yüzde 90’i bu fasistlerin çocuklari, madden ve manen ve de halen o noktadan milim kimildamadilar.

  45. İsmet İnönü, Kemalizm ve Demokrasi

    Oktay Baran
    1 Haziran 2010

    AKP ve temsil ettiği burjuva kesim ile statükocu-devletçi burjuva kesim arasındaki iktidar savaşımı, son dönemde karşılıklı faşizm suçlamalarına sahne oluyor. Statükocu burjuvazinin ideolog ve siyasetçilerinin yanı sıra, sosyalist hareketin milliyetçi ve Kemalizm sevdalısı bir bölüğü de AKP’yi faşistlikle suçluyorlar. Erdoğan kendisini faşistlikle suçlayan CHP’ye, faşist zihniyeti AKP’de değil CHP’de ve onun geçmişinde aramaları gerektiğini söyleyip İsmet İnönü döneminin uygulamalarından kesitler sunarak karşı saldırıya geçti. İnönü’yü Hitler’e benzetmekle işe girişti, ardından M. Kemal ile İnönü arasındaki “sürtüşmelere” sözü getirdi ve nihayet Tan Matbaası baskınının CHP’nin işi olduğu gerçeğini Aziz Nesin’den aktardığı taşlamayla dile getirdi.
    Böylelikle alevlenen tartışma içerisinde ileri sürülen düşünceler, Türkiye’de yıllardır kendisini sol olarak yutturan milliyetçi-devletçi Kemalist zihniyetin ne denli tutucu ve demokratlıktan uzak, sağ siyasetçilerin ise ne denli ikiyüzlü ve ilkesiz olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Nitekim gerek Erdoğan’ın İnönü’ye dair suçlamaları için gerekse de Kemalistlerin İnönü savunusu için ileri sürdükleri argümanlar 60 yıldır tekrarlanan nakaratların bir adım ötesine bile geçmiş değildir.

    Kemalizmin günah keçisi olarak İsmet İnönü

    Türkiye’de kendisini burjuva siyasal yelpazenin sağında tanımlayan eğilimler ve İnönü dönemini yaşamış kuşakların önemli bir bölümü, İnönü’ye hiç de haksız olmayan bir biçimde büyük bir antipatiyle yaklaşmışlardır. Yoksul halk kitleleri, bilhassa İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde çektikleri ıstıraplar, içine sürüklendikleri sefalet nedeniyle İnönü’yü hiçbir zaman benimsememiştir. Ortalama bir emekçinin zihninde, savaş yılları dendiğinde, kendisi muazzam bir sefalet ve karnelere mahkûm edilmişken, ister sivil olsun ister asker, aristokratik bürokrasinin sahip olduğu olanaklar ve devlet desteğiyle semiren savaş zenginlerinden oluşan bir tablo canlanmaktadır. Böylesi bir ortamda tek parti döneminin bitişiyle burjuva siyaset sahnesine çıkan Demokrat Parti (DP) çizgisi, halkta biriken bu öfkeyi kendisine temel almış, kendisini doğal olarak iktidardaki İnönü ve CHP’nin alternatifi olarak ortaya koymuştu. Ancak daha ilk “serbest seçimler”deki şaibelerle başlayıp DP liderlerinin idam sehpasına gönderilmesiyle sonuçlanan süreçte İnönü’nün oynadığı belirleyici rol, bu siyasi rekabetin derin bir siyasi husumete dönüşmesine yol açmıştır.
    Sağ siyasal yelpazenin uçlarından “merkez”e doğru gidildikçe, bu kesimlerin Kemalizme ilişkin “eleştirileri” hepten tutarsızlaşmakta ve ilkesiz bir seçmeciliğe dönüşmektedir. “Atatürk iyidir, İnönü kötü” şeklinde formüle edilebilecek bu tutarsız yaklaşım DP’den bu yana sürdürülmektedir. Bunun birkaç nedeni var.
    Birincisi, DP çizgisinin mimarları da yıllar boyunca CHP içerisinde başbakanlık da dahil olmak üzere çeşitli görevler üstlenmiş, tek parti diktatörlüğünün yürütücüleri ve önde gelenlerindendiler. Bunlar kendilerini inkâr etme anlamına geleceğinden ötürü CHP diktatörlüğü döneminin bütününü hiçbir zaman karşılarına alamamışlardır. Ne de olsa, CHP diktatörlüğü döneminin faşizan uygulamalarında bu kadroların da sorumluluğu vardır, onların da ellerinde emekçilerin, yoksulların ve ezilen halkların kanı vardır: “Bu dönemde gerek anti-demokratik yasaların çıkartılması konusunda olsun, gerekse Türkçülüğe dayalı ırkçı ve şoven bir ideolojinin devletin resmi ideolojisi haline getirilmesi konusunda olsun, CHP içinde devletçi Kemalist bürokrasi ile liberalizm yanlısı burjuva kesim arasında ciddi hiçbir ihtilaf doğmamıştır. Tersine, daha sonra liberal giysilere bürünerek siyaset sahnesinde arzı endam edecek olan burjuva kesim, bu dönemde kendisine hamilik eden Kemalist bürokrasiyi hoş tutabilmek için elinden geleni yapmış ve onun totalitaryan eğilimlerine ses çıkarmamıştır. … Cumhuriyetin kuruluşundan 1946’ya kadar geçen çeyrek asırlık zaman diliminde, bugün yaşandığı gibi bir ‘statükocu-liberal’ çatışması pek yaşanmamıştır egemen sınıf içinde.”[1]
    İkincisi, M. Kemal gerek iktidardayken gerekse de ölümünden sonra her daim hem fiilen hem de yasal olarak bir tabu olmasına rağmen, İnönü, iktidarı feci bir seçim yenilgisiyle kaybettikten sonra büyük bir siyasal prestij kaybına uğramış ve siyasal bir tabu konumunda kalamamıştır. Bir başka deyişle, M. Kemal dokunulmazlığını sürdürürken, İnönü rahatlıkla Kemalist rejimin günah keçisi olarak hedef tahtasına oturtulabilmiştir!
    Üçüncüsü, özellikle DP iktidarının askeri bir darbeyle devrilmesinin ve idamların ardından oluşturulan rejimle birlikte, iktidara gelen sağ burjuva hükümetler, kelle korkusuyla, resmi ideoloji olan Kemalizme çok daha ihtiyatla yaklaşma ve zülfüyare pek dokunmama gereği hissetmişlerdir. Muhalefetteyken Kemalizmi eleştiren burjuva sağ partilerin, iktidara geldiklerinde bu konularda açık ve net bir duruş sergilememelerinin temelinde, iktidarda kalma kaygısının yattığı çok açıktır. Devlete yakınlaştıkça ona benzeme ve entegre olma eğilimi tüm burjuva partilerinin temel karakteristiğidir.
    Dördüncüsü, Türkiye burjuvazisi, Kemalist asker-sivil bürokrasinin himayesinde ve ağır adımlarla gelişmiştir. Uzun yıllar boyunca sınıf egemenliğini sürdürebilmek ve güvence altında tutabilmek için Kemalist bürokrasinin hamiliğine ihtiyaç duymuş, yoksul ve ezilen halktan duyduğu korku nedeniyle askeri darbelerle sürekli kesintiye uğrayan son derece güdük bir burjuva demokrasisine ve askeri bürokrasinin siyasal alan üzerindeki belirleyici ağırlığına razı gelmek zorunda kalmıştır. Yeterince palazlanıncaya kadar, Kemalist bürokrasiyi kendisinin sıradan bir hizmetkârına dönüştürecek ve Kemalizmi resmi ideoloji olmaktan çıkaracak girişimlerden uzak durmuştur. Kemalist ideolojiye karşı açıkça mücadele etmek yerine, onun “aşırılıklarını” İnönü gibilerin sırtına yıkmak, burjuvazinin ve onun sağ siyasetçilerinin kolayına gelmiştir.

    Kemalist cephe ve İnönü

    Diğer taraftan, CHP ve Kemalizm ekseninde şekillenen siyasal çizgiyi savunanların büyük bir bölümü, İnönü’ye ilişkin bu eleştirileri kabullenmemekte, İnönü’yü “Atatürk ilke ve inkılâplarının yılmaz bir savunucusu ve sürdürücüsü” olarak değerlendirmektedirler. Açıkça söylemek gerekiyor ki, burjuva solun “Atatürk ve İnönü arasında kategorik bir ayrım yapılamayacağı” şeklindeki değerlendirmesi, sağcıların değerlendirmelerinden çok daha gerçekçi ve doğrudur.
    Hakikaten de İnönü, M. Kemal ne ise oydu. Yani ikisi arasında, ait oldukları ve çıkarlarını temsil ettikleri mülk sahibi sınıflar açısından da, liderlik ettikleri rejimin yapısı bakımından da kategorik bir farklılık mevcut değildir. İnönü ve M. Kemal arasında bir kopuştan değil ancak süreklilikten bahsedilebilir, onlar halef ve seleftirler. Birbirine pek de benzemeyen kişiliklerde olmalarına, zaman zaman kimi konularda ve taktiklerde farklılaşmalarına rağmen M. Kemal ve İnönü aynı saftadırlar, aynı yolda ilerlerler ve özde aynı çizgiyi savunurlar. Nitekim İnönü, cumhuriyetin kuruluşunun ertesi gününden 1937 yılına dek, altı aylık kısa bir kesinti dışında, 14 yıl boyunca M. Kemal’in başbakanı ve rejimin ikinci adamı durumundadır. Bu açıdan “Atatürk iyidir, İnönü kötü” şeklindeki bir değerlendirmenin bir geçerliliği yoktur.
    Ama bu sahte solun haklılığı da buraya kadardır. Onlar M. Kemal ile İnönü’yü birbirinden ayırmayıp her ikisini de halk kahramanı olarak değerlendirirken, bizler, bu tarihsel kişilikleri, despot bir burjuva diktatörlüğün kurucu ve yürütücü liderleri olarak görüyoruz: “Türkiye’de burjuva cumhuriyetin, Batı’daki örneklere kıyasla daha kuruluşunda bir olağanüstü siyasal rejim gibi biçimlendiği açıktır. Devlet partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemi sona erene dek, ayrıca bir askeri darbeye gerek kalmaksızın, baskıcı bir burjuva yönetim varlığını sürdürmüştür. Dönemin mutlak siyasal iktidar aygıtı CHP, aslında düzenin çeşitli egemen unsurlarını (yüksek bürokrasiyi, büyük kentlerin ticaret ve sanayi burjuvazisini, taşradaki eşrafı, toprak ağalarını vb.) içinde toparlayan korporatist bir yapıya sahiptir. … Türkiye’nin özgün koşulları nedeniyle iktisadi ve siyasi yaşamda büyük ağırlığı olan devlet bürokrasisinin de (bu özgün konumunu belirtmek için Kemalist bürokrasi diyoruz), kapitalist gelişme belirli bir düzeye ulaşıp burjuva düzen görece olağan bir işleyişe geçene dek egemen sınıflar ittifakı içinde ayrıca vurgulanması gerekir. … Tek parti iktidarı döneminde, Kemalist bürokrasi ile milli burjuvazi (tarım, ticaret ve henüz cılız ölçeklerde de olsa sanayi alanlarında faaliyet yürüten burjuvazi) birlikte iktidar sürdürmüş ve bu iktidar bloku içinde hegemonyasını kuran Kemalist bürokrasi olmuştur.”[2]
    Besbelli ki, sahte solun, gerek M. Kemal’e gerekse de İnönü’ye düzdüğü övgüler, bu toprakların yoksul emekçileri ve ezilen halklarının değil, mülk sahibi sınıflarının ve aristokratik bürokrasinin çıkarlarını yansıtmaktadır. Tarihi şöyle bir hatırlamak, bu gerçekliği çırılçıplak ortaya serecektir.

    Irkçı, şoven, seçkinci, despot, işçi ve halk düşmanı bir rejim

    Marksizmin terimleriyle bilimsel olarak ele alındığında, Kemalist tek parti diktatörlüğü dönemini faşizmden ziyade özgün bir Bonapartizm olarak adlandırmak gerekir.[3] Diğer taraftan, ortalama bir insanın diliyle yani gündelik hayatın kavramlarıyla ifade edildiğinde, bu rejimin faşist olarak adlandırılması çok da anlaşılmaz değildir. Tek parti diktatörlüğü döneminde, ırkçı, şovenist ve militarist propagandanın yanı sıra faşizme meyleden ve ona yaklaşan uygulamalar saymakla bitmez.
    Tek parti diktatörlüğünün kurulmasında da, 30’lu yıllardaki faşizm hayranlığı ve faşist eğilimlerin güçlenmesinde de M. Kemal ve İnönü birbirlerini tamamlayan roller oynamışlardır. İnönü, M. Kemal’in “zor zamanlar”da göreve çağırıp en sert tedbirleri uygulamak için öne sürdüğü kişidir. 1925’te patlak veren Kürt isyanını bastırmak için tekrar başbakanlığa atanan İnönü, Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri ve sıkıyönetim aracılığıyla bu isyanı kanla bastırmakla kalmadı, tek parti diktatörlüğünün pekişmesinde ve kalıcılaşmasında büyük rol oynadı. Bu kanun ve uygulamalarla CHP dışındaki tüm siyasal eğilimler yasaklandı; CHP içindeki muhalif sesler tümüyle tasfiye edildi; muhalif gazete ve yayınevleri kapatıldı; işçi sınıfının hakları ortadan kaldırıldı, örgütleri kapatıldı; komünistler acımasız soruşturmalara, hapislere, sürgünlere ve katliamlara maruz bırakıldılar. “Milli Mücadele” döneminde önemli bir etkinlik kazanan komünistler, önce Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesiyle ardından da 1925-45 yılları arasında dalgalar halinde gerçekleştirilen “komünist tevkifatları” ile neredeyse tümüyle etkisiz hale getirildiler. Kürt halkı da baskı, zulüm ve katliamlardan payına düşeni fazlasıyla aldı. 1923 ilâ 1938 yılları arasında 17 Kürt ayaklanması kanla bastırılmış, on binlerce Kürt katledilmiştir. 1924 Anayasasıyla Kürtlerin varlığı inkâr edilerek imha ve asimilasyon politikaları sistematikleştirilmiştir.
    Kendisi de Bitlis’in tanınmış bir Kürt ailesinden geliyor oluşuna rağmen İsmet İnönü tam bir Kürt düşmanıdır. 22 Nisan 1925 günü Türk Ocaklarında yaptığı konuşmada ırkçı-şoven bir milliyetçiliğin çerçevesini çizer: “Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz.”
    M. Kemal’in direktifiyle yeni kurulan İnönü hükümetinde, ırkçı, şiddet yanlısı ve faşizm hayranlıklarıyla öne çıkan Mahmut Esat Bozkurt ve Recep Peker gibi şahsiyetler de, sırasıyla Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı olarak, tüm ülkenin bir zindana çevrilmesinde Kemalist rejime önemli hizmetlerde bulunurlar. 1925 ile açılan tek parti diktatörlüğü boyunca yalnızca yukarıda andığımız isimler değil, önde gelen gazeteci ve yazarlar arasında da faşizmin erdemlerinden bahsetmek moda olur. Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi başta olmak üzere pek çok yazar Hitler ve Mussolini’ye övgü düzmekte birbirleriyle yarışırlar. Gazeteler bu faşistlerin doğum günlerini bile sekiz sütuna manşetten kutlamaya başlar. Mussolini hayranı Falih Rıfkı Atay, Hitler’in “Mustafa Kemal’in ilk öğrencisi Mussolini, ikincisi benim” dediğini ballandırarak anlatır.[4] M. Kemal’in gözdelerinden Mahmut Esat Bozkurt da aynı minvalde, faşizmin ilham kaynağının Kemalizm olduğu iddiasıyla övünür: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söyler. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür.”[5]
    İnönü de ırkçılıkta bakanlarından geride değildir, “sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur” şeklindeki açıklamasıyla Kemalist rejimin ırkçı yaklaşımını açık eder.[6] Bu tür açıklamalar artık o denli patavatsız ve pervasızca ileri sürülmektedir ki, bunu bir denetim atına almak şart olur. Kabak, ırkçı ve faşist görüşleriyle öne çıkan ve ceza kanununu faşist İtalyan yasalarından derleyen Mahmut Esat Bozkurt’un başına patlar. Ağrı’daki Kürt isyanının kanla bastırılmasının ardından, “Saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur; onlar sadece ve sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler. Bu gerçeği dost, düşman, herkes dağlar bile bilmek zorundadır” şeklindeki açıklamasıyla Bozkurt, aslında resmi düşünceyi dillendirmiştir. Ne var ki, bu açıklamanın başta Rumlar olmak üzere ülkede yaşayan gayrimüslimlerden büyük tepki toplaması üzerine Bozkurt istifaya zorlanır, o artık bir safradan ibarettir!
    Aynı dönemde M. Kemal ise Türk ırkçılığına teorik bir kılıf arayışı içerisindedir. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu onun emriyle kurulur. Dünyadaki tüm dillerin kökeninde Türkçenin olduğunu ve ilk uygarlığın da Türkler tarafından kurulduğunu iddia eden safsata teoriler bu kurumlara sipariş edilir: “İşte Atatürk’ün emriyle hazırlanan ve her açıdan ırkçılık kokan ‘Güneş Dil Teorisi’ ve ‘Türk Tarih Tezi’ gibi zırvalar da böyle bir atmosferde ortaya atılmıştı. İnsanı acı bir tebessüme sevk eden ve ipe sapa gelmez ırkçı hezeyanlarla dolu olan bu ‘teori’ler bir süre sonra geri çekilmişse de, Kemalist devletin ırkçı şoven milliyetçiliği ve bu bağlamda Kürtlere yönelik baskıları ve saldırgan politikaları hep devam etmiştir.”[7]

    Kemalist rejimin faşizmle flörtü

    1923 İzmir İktisat Kongresinde liberal kapitalist çizginin benimsenmesine rağmen, bu doğrultuda istenen ekonomik ilerlemenin sağlanamaması ve 1929 yılında tüm dünyayı kasıp kavuran Büyük Buhran, Kemalist bürokraside yeni arayışlara yol açmıştır: “1930’lara gelindiğinde, Kemalist bürokrasinin gözünde artık liberalizmin eski itibarı kalmamıştı. Köken olarak zaten despotik bir devlet geleneğinden gelen ve totalitarizme eğilimli olan Kemalist bürokrasi için, İtalya ve Almanya’daki totaliter rejimler önemli bir cazibe merkezi oluşturuyordu. Bu totaliter rejimlerin Avrupa’da estirdiği faşizm ve Nazizm rüzgârları, totaliter eğilimli Kemalist yönetici kadroları güçlü bir biçimde etkilemişti. Bu etkilenme, Kemalist yönetici kadroların ırkçılık ve faşizm kokan bu yıllardaki söylemlerinde, faşist devletlerin yasalarından aktardıkları yasa maddelerinde (örneğin meşhur 141-142. maddelerin İtalyan Ceza Yasasından aynen alınması gibi) ve de genel olarak Kemalist devletin siyasal ve ideolojik açılımlarında kendini göstermektedir.”[8]
    Faşist İtalya ve Stalinist Rusya’da sağlanan iktisadi ilerlemeler, Kemalistlerin de gözlerini bu ülkelere çevirmesini beraberinde getirmiştir. Sınıfsal doğaları bambaşka da olsa, her iki ülkede de otoriter, şefe ve onun tek parti diktatörlüğüne dayanan, anti-demokratik ve devletin ekonomide belirgin bir ağırlığı olduğu yönetimler hüküm sürüyordu. Dönemin tüm dünyada hâkim eğilimi de bu yöndeydi. Bu dönemde M. Kemal’in teşvikleriyle Başbakan İnönü öncülüğündeki Türk heyetleri önceleri İtalya ve SSCB’ye, 1930’ların ortalarında da faşist Almanya’ya geziler düzenliyorlardı. Rusya gezilerinin de katkısıyla İnönü devletçilik politikalarına ağırlık verilmesini savunuyordu. 1932’de İktisat Bakanlığına atanan ve liberal görüşleriyle tanınan Celal Bayar ile aralarındaki ekonomi politikalarına ilişkin tartışmalar da böylece başlar. İnönü, ekonomik gelişmenin devlet eliyle sağlanmasının yalnızca mümkün değil gerekli olduğunu savunur. Onun otoriter zihniyetinde, bu yaklaşım, devletin ve partinin tüm toplumsal ve siyasal yaşam üzerinde olduğu gibi ekonomik yaşam üzerinde de tam denetiminin zorunlu koşuludur, aksi durumda liberalizm bürokrasinin denetimi dışında bir burjuvazinin gelişiminin önünü açacaktır! Fabrikaların büyük kentlerde yoğunlaşmaması, bu fabrikalarda çalışacak işçilerin yarı köylü kalmaları hedeflenmelidir, çünkü aksi takdirde bürokrasinin denetimi dışında bir işçi sınıfı da ortaya çıkacaktır! Sınıfları, sınıf mücadelesi ve sınıf örgütlenmesini reddedip yasaklayan bu korporatist yaklaşım (ki günün faşist rejimlerinin tipik bir özelliği idi) doğrultusunda ilerleyen yıllarda Köy Enstitülerini de uygulamaya sokacaktır İnönü.[9]
    Faşist eğilimler, devletin ve partinin yapısı hususunda çok daha belirgindir. Örneğin, İnönü’yle birlikte yurtdışı gezilerine katılmış olan M. Kemal’in yakın arkadaşlarından gazeteci ve milletvekili Falih Rıfkı Atay, Mussolini’yi ve onun faşist İtalya’sını öve öve bitiremiyor, Türkiye’nin onu örnek almasını salık veriyordu. 1932’de İnönü’yle birlikte İtalya’ya giden CHP Genel Sekreteri Recep Peker de, İtalyan devlet aygıtı ve faşist parti hakkında ayrıntılı bilgiler ediniyor ve dönüşünde CHP’yi faşist ilkeler temelinde reorganize edecek yeni tüzük hazırlıklarına girişiyordu. Bu tüzük taslağı biraz törpülendikten sonra 1935 Kurultayında kabul görmüş ve parti ile devlet özdeşleşmesini daha da pekiştiren düzenlemeler hızla hayata geçirilmiştir. Kemalizm sistematik bir ideoloji haline getirilmiş, “altı ok” icat edilip bunlar CHP programının yanı sıra anayasaya da eklenmişti: “CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde parti-hükümet-devlet iç içe geçmiş ve özdeşleşmişti. CHP’nin 1935’teki kongresinde, ‘Türkiye toplumunun tüm bireyleri’ parti üyesi sayılmış, toplumun manevi varlığının ifadesi olan ‘ulus’un parti içinde toplandığı, partinin ‘ulus’ ve dolayısıyla devlet anlamına geldiği söylenmişti. Hatta 1936 tarihli bir genelgeyle partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atanmıştı. Böylesi bir korporatizmle birleşen devletçi ve bürokratik muhafazakârlık, resmi ideolojinin faşizan fikirlerle ne denli örtüştüğünün göstergesidir.”[10]

    “Milli Şef” dönemi

    Bu faşist eğilim, M. Kemal’in ölümüyle zayıflamamış, günün uluslararası koşullarına bağlı olarak daha da güçlenmiştir. M. Kemal’in 1927 yılında CHP’nin “değişmez genel başkanı” ilan edilmesi gibi, onun ölümünün ardından toplanan CHP kongresinde İsmet İnönü de, M. Kemal’i “Ebedi Şef” kendisini ise CHP’nin “değişmez genel başkanı” ve “Milli Şef” olarak ilan ettirmişti: “İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye, ‘tek parti, tek millet, tek lider’ sloganıyla sembolize edilen faşizan bir bürokratik yönetim biçiminin işleyişine tanık olacaktı.”[11] İnönü, faşist İtalya’dan devşirilmiş tüzük ve sıfatlarla tüm devlet yetki ve otoritesini kendi ellerinde toplamış, neredeyse faşist bir diktatör olarak ortaya çıkmıştı. Faşist Mussolini’nin “Il Duce” unvanından uyarlanan “Milli Şef” unvanının şu anlama geldiği anlatılıyordu: “Milli Şef yol göstericidir. … Milli Şefin sözleri herkes için bir ders, sonsuz bir ilham hazinesidir. Herkesin göremediğini gören, gelecekteki hadiseler hakkında en ehliyetli bir yetkiliymişçesine isabetli karar veren bir kişidir. Fert olarak bizim her zaman berraklıkla göremediğimiz esaslara parmak basan son derece açık ve doğru gören insandır. Türk milleti tek kalp, tek emel ve tek aşk halinde Milli Şefin etrafında birleşmiştir. Milli Şef konuştuğunda yalnızca kuvvetli bir parti başkanı ve çelik iradeli bir devlet başkanı değil, aynı zamanda bütün millet konuşur. Çünkü, Şefin sesi Türk milletinin sesidir. Türk yurdunda bir aile reisi samimiyeti, sevgi ve emniyet havası yaratan Milli Şef, Türk ailesinin tabii reisidir. Türk milleti onu babası kabul etmiştir. Milli Şef değişmez ve sorumsuzdur. Milli Şefin sık sık değişmesi partinin otoritesine zarar vereceği gibi, milletin şefi olmuş bir kişinin her dört senede bir şefliğinin devam edip etmeyeceğinin görüşülmesi onun otoritesine zarar verecektir. Bu sebeple Milli Şef değişmezdir. Milli Şefin insana hayret veren; zihin kuvvetlerinin meydana gelişinde ve onun mütefekkir oluşunda esaslı amil elbette yaratılışındaki başkalık ve üstünlüktür.”[12]
    Aynı zaman diliminde para ve pullardan Atatürk resminin çıkartılıp İnönü resminin konulmasını da İnönü aynı despotik ve faşist zihniyetle, dönemin başbakan yardımcısına şöyle izah ediyordu: “Atatürk gibi eşsiz bir kahramana halef olmuştum. Benim için en büyük tehlike onun gölgesi altında erimek ve ezilmek idi. Devlet icraatının bütün sorumluluğu bana ait olmalıydı. Bunun için de kudretim neyse benim damgamı taşıyacak bir dönemin başladığının belli olması gerekiyordu. Paralara resim nakşedilmesi tarihten gelen bir devlet kudreti ve hâkimiyeti geleneği idi.”
    Burjuva solculara bakılacak olursa, İnönü, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşına girmekten kurtaran barışsever ve tarafsız bir liderdi. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. İnönü’yü savaşa katılmaktan alıkoyan en önemli faktör SSCB’den duyduğu korkudur. Nazi Almanya’sının savaşın ilk döneminde kazandığı başarılar, TC rejimini Nazi Almanya’sına daha da yaklaştırmıştı. TC’nin egemenleri, Nazi Almanya’sının zafer kazanmasına dönük tutkulu arzuları ile SSCB’nin savaştan galip çıkabileceğine ilişkin büyük endişeleri arasında sıkışıp kalmış, savaşta Nazilerin tarafında olduklarını açıkça ilan edememiştir. Ama bu durum TC egemenlerini, faşist Almanya ile gayrı-resmi bir ittifak kurmaktan ve özellikle Sovyet topraklarındaki Alman işgalini el altından desteklemeye çalışmaktan alıkoymamıştır. TC savaşa resmen girmemesine rağmen, uyguladığı savaş ekonomisi politikalarıyla halkı canından bezdirmiştir.
    Bu dönem boyunca bir taraftan vergi üzerine vergi çıkarılıp halk açıkça soyulurken, diğer taraftan enflasyonist uygulamalarla da dolaylı olarak yağmaya tâbi tutuluyordu. Savaşa dahil olan ülkelerin birçoğunda bile hayat pahalılığı yüzde 20 ilâ 25 oranında artarken, savaşın dışında kalmakla övünen Türkiye’de bu oran yüzde 500’lere yaklaşıyordu. Devletin ürettiği birçok temel madde piyasa değerinin 8 ilâ 10 katı arasında değişen değerlerle satılıyor, vergi borçlarını ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderiliyordu. İşçi sınıfı üzerindeki baskılar ve sömürü katlanarak artmış, faşist Almanya’daki uygulamalar Türkiye’ye taşınmıştı: “1940 yılında uygulamaya sokulan Milli Korunma Kanunu, 1936 yılında işçilere verilen bazı temel hakları ortadan kaldırmakla işe başlamıştı. Kadın ve çocukların çalışmasıyla ilgili İş Kanunundaki bazı hükümler bu dönemde askıya alındı. İşçilerin hafta tatili hakkı ellerinden alındı ve zorunlu bir sebep olmadıkça işlerinden ayrılmaları da yasaklandı. Maden ocakları civarında yaşayan köylülere, belirli bir süre maden ocaklarında çalışma mecburiyeti getirildi. 3 Nisan 1944’de çıkarılan bir kanunla işverenlere, işçileri işyerine bağlamak amacıyla zor kullanma hakkı tanındı. Bir mazeret göstermeksizin işinden ayrılan işçilerin bulunup zorla işyerine getirilmeleri ve bunun için yapılan masrafın da işçinin gündelik ücretinden kesilmesi kabul edildi.”[13]
    Milli Şefin Nazizmden etkilenerek giriştiği bir diğer uygulama da, ırkçılığı apaçık olan Varlık Vergisi Kanunu idi (1942). CHP içindeki Nazi hayranı bakanların ve en başta da başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun gayretleriyle ülke içindeki gayrimüslimlere dönük olarak hazırlanan bu vergilendirme politikasıyla, serveti olmayan ve hatta dar gelirli sayılabilecek gayrimüslimlere bile ödeyemeyecekleri zaten belli olan çok yüksek vergiler çıkarılmıştı. Bu vergiyi ödeyemeyen binlerce insan Erzurum Aşkale’deki taş ocaklarına ve çalışma kamplarına gönderilmiş ve orada yok edilmişlerdir. Bu uygulamalarla, gayrimüslimlerin varlıklarının pek çoğu Türk zenginlerinin eline geçmiş, bir anlamda sermayenin Türkleştirilmesi süreci yaşanmıştır.
    Tüm bunlar yetmezmiş gibi sıkıyönetim uygulamalarının, sosyalistlere karşı tutuklama kampanyalarının arkası kesilmemiş, diğer taraftan apaçık ırkçı, Turancı ve kafatasçı düşüncelerin önü tümüyle açılmıştır: “Bu dönemde Nazi Almanya’sı Türkiye’deki faşistleri siyasi ve mali yönden desteklemiş, devlet içindeki etkinliklerini arttırmaları için çaba sarf etmiştir. Türkiye’nin dış politikası da görünürde tarafsız ama gerçekte Alman yanlısı olduğundan, faşist kadrolar önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. İhracat ve ithalatta Almanya’ya öncelik tanınıyor, halk açlıktan kırılıp kuyruklarda sefillik çekerken buğday ve çeşitli gıda maddeleri Almanya’ya ihraç ediliyordu. Hatta ‘milli şef’ İnönü Alman büyükelçisi Von Papen’e, komünizme karşı mücadelede ve SSCB konusunda ortak politikalara sahip olduklarını, Alman ordularının Sovyetler’i yenmesi maksadıyla Türkî bölgelerdeki ‘kandaşları’ ile görüşeceklerini ve Alman ordularına yardımcı olmalarına aracılık edeceklerini söylüyordu. Hükümetten üst düzey bürokratlara kadar pek çok kişi açıkça Nazi yanlısı fikirler ileri sürmekten çekinmiyordu. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsnü Erkilet gibi isimlerin Nazi yanlısı tutumlarının yanı sıra Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gibi birçok gazete de Pan-Turanist ve ırkçı bir temelde Nazi Almanya’sının propagandasını yapıyordu. Saraçoğlu, ‘ben Türkçü bir başbakanım… Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir’ diye konuşuyordu. Burjuva devlet bir yandan kendini Nazi Almanya’sına ispatlamak için TKP’lilere ve solculara kan kustururken, diğer yandan askeri-sivil okullara yahut devlet dairelerine alınacak kişilerde ‘Türk ırkından olmak’ gibi şartlar aranmaya başlanıyor, ders kitaplarında açıkça Turancılık-ırkçılık propagandası yapılıyordu.”[14]
    Faşist Alman ordularının Stalingrad’da yenilgiye uğraması ve ABD’nin Normandiya çıkartmasıyla birlikte savaşın gidişatı da değişmiş ve Milli Şef iktidarı ancak ondan sonra rotayı ABD ve müttefiklerine doğru kırmıştır. Bu kez, Müttefiklere yaltaklanma politikası sonucunda mahkeme yollarını tutanlar, yıllarca devlet tarafından beslenen faşistler olacaktı (“Turancılık Davası”).
    Savaşın bitiminin ardından, TC, ABD’ye, SSCB’ye yanaşmayacağını göstermek için sosyalistleri bir kez daha sindirmeye girişti. Komünizm karşıtı mitinglerin ardından, CHP’nin kışkırtıp organize ettiği linç taburları Tan Matbaası baskınıyla sosyalistlerin üzerine salındı. “Kahrolsun komünistler” şeklinde uluyanların arasında, sonraki dönemlerin meşhur sağcı siyasetçileri olacak şahısların yanı sıra İlhan Selçuk gibileri de vardı, hepsinin ellerinde de Atatürk ve İnönü posterleri! Kısa süre sonra, bu matbaanın sahipleri olan Sabiha ve Zekeriya Sertel’in ardından Sabahattin Ali de tutuklandı. Yeni kurulmuş Türkiye Sosyalist Partisi de birkaç ay içinde kapatıldı. Tek parti diktatörlüğü bitmesine bitmişti, ama egemen sınıfın emekçi halka reva gördüğü demokrasi ancak bu kadardı.

    “Çok partili sistemin mimarı”

    Yine burjuva solculara bakılacak olursa, İnönü, Türkiye’de çok partili sistemin ve demokrasinin mimarıdır. Dolayısıyla Kemalistlerin çizdiği tabloya baktığımızda karşımıza demokrat, barışsever ve solcu bir İnönü görüntüsü çıkmaktadır. Bu tablonun gerçeklikten ne denli uzak olduğunu gördük. İnönü, tıpkı selefi gibi, otoriter-despot, militarist, şoven, ırkçı ve statükocudur.
    İnönü’nün çok partili burjuva sistemin önünü açtığı doğrudur, ne var ki, bunu demokratlığından ötürü değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası konjonktürün ve savaştan galip çıkan ülkelerin basınç ve dayatmaları sonucunda yapmak zorunda kalmıştı. Almanya’nın başını çektiği faşist bloka karşı altı yıl boyunca demokrasi ve özgürlük sahte söylemiyle savaşan Müttefiklerin savaştan galip çıkmasıyla, 1930’lu yıllar boyunca dünyada esen faşizm rüzgârı yerini demokrasi rüzgârına bırakmıştı.
    Faşizmin yenilgisiyle birlikte gerek Avrupa’da gerekse Asya ülkelerinde işçi hareketi ve ulusal kurtuluş hareketleri yükselişe geçmiş, İtalya, Yunanistan, Fransa, Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın birçok ülkesinde devrimci durumlar ortaya çıkmıştı. Gerek ABD’nin gerekse de SSCB’nin tüm engelleme girişimlerine rağmen Çin’de devrim zafere ulaşmıştı. Bu koşullarda, savaştan zaferle çıkan emperyalist güçler, dünya halklarına vaat ettikleri demokrasiyi bir çırpıda gündemden kaldıramazlardı. İnönü yönetimi, savaş sonrası oluşan uluslararası konjonktürün basıncı altında ve yanı başındaki SSCB’den duyduğu korkuyla ABD şemsiyesi altına sığınmak istiyordu. Türk egemen sınıfı, bu amacına ulaşmak için, ABD’nin istediği değişiklikleri yapmak zorunda idi. Bunların başında da çok partili sisteme geçilmesi yer alıyordu. Bu uluslararası basınç ülke içinde artan huzursuzlukla birleşerek İnönü yönetimini ya istenen değişiklikleri belli ölçülerde hayata geçirmek ya da tümden rejimin bekasını tehlikeye atmak gibi bir seçimle karşı karşıya bırakmış ve “ihtiyatlı diplomatik devlet adamı” İnönü, tercihini güya demokrasiden yana yapmıştı.
    Bu basınçlar altında 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçimler gerçekte tam bir düzmece idi. Seçimlerde oylar açık oy yöntemiyle kullanılmış, oy sayımları ise gizli yapılmıştı! Demokratik bir seçimin olmazsa olmaz ilkesi olan “gizli oy, açık tasnif” ilkesi, Kemalist rejimde “açık oy, gizli tasnif” şekline bürünüvermiş ve doğal olarak seçimin galibi CHP oluvermişti. Dört yıl sonraki 1950 seçimlerinde ise DP yüzde 52’lik bir oy oranıyla CHP’nin iktidarına son verdi. Tek parti diktatörlüğü boyunca kendileri dışında hiçbir siyasal eğilime tahammül edemeyen, her türlü muhalefeti kanla ve idam sehpalarında yok eden bir zihniyeti, çeyrek asrın ardından çok partili sisteme geçmeyi kabul etmek zorunda kaldı diye demokratlıkla taltif eden garabet bir anlayış bugün halen savunulabiliyor. İşte Kemalist solculuğun hali pür melâli!

    [1] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IV, Marksist Tutum, Mayıs 2008
    [2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay, s.233-4
    [3] Bu konuda detaylı bir analiz için bak: Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme
    [4] F. R. Atay, Çankaya, c.1, s.205
    [5] M. E. Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.137, Altın K.
    [6] Milliyet, 31 Ağustos 1930
    [7] Mehmet Sinan, agm
    [8] Mehmet Sinan, agm
    [9] İlkay Meriç, Efsaneleştirilen Köy Enstitüleri ve Gerçekler, Marksist Tutum, Nisan 2008
    [10] Kerem Dağlı, Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi /1, Marksist Tutum, Aralık 2006
    [11] Mehmet Sinan, agm
    [12] bkz. Osman Akdere, Milli Şef Dönemi, İz Yayınları
    [13] Mehmet Sinan, agm
    [14] Kerem Dağlı, agm

    http://www.marksist.net/oktay_baran/ismet_inonu_kemalizm_ve_demokrasi.htm

  46. ‘Seyit Rıza’nın itibarı iade edilsin’

    CHP Milletvekili Hüseyin Aygün, idam edilen Dersimli Seyit Rıza ve arkadaşlarının itibarlarının iadesi için harekete geçti.

    ANKARA – CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, “Seyit Rıza ve arkadaşlarının itibarlarının iadesini” öngören kanun teklifi hazırladı.

    Aygün’ün teklifi, “1937’de idam edilen Seyit Rıza ve oğlu Resik Hüseyin, Uşene Seyit, Aliye Mirze Sili, Civrail Ağa, Hasan Ağa, Fındık Ağa ve Hesene İbrahim’in itibarlarının iade edilmesini” içeriyor.

    Teklifin gerekçesinde, “Dersim 1938 büyük bir katliamdır. Etkileri bugün de devam etmektedir” denilerek, 15 Kasım 1937’de Elazığ Örfi Mahkemesi kararıyla idam edilen Seyit Rıza ve 7 kişinin, bu yıl içinde ortaya çıkan yeni resmi belgelerle, masumiyetinin kanıtlandığı ifade edildi.

    Gerekçede, “Teklifimizde amaç; 75 yıl sonra da olsa idam edilenlerin halk nezdinde zaten var olan itibarlarının resmen iadesi ile bir haksızlığın ortadan kaldırılmasıdır. Böylece Dersim’de 1937-1938’de öldürülen tüm insanlarımızın ruhları bir parça rahat edecektir” denildi.

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Seyit Rıza’nın ismini en son partisinin TBMM Grup Toplantısı’nda anmıştı.

    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için “patolojik vaka” nitelendirmesinde bulunan Başbakan Erdoğan, şöyle konuştu:

    “Büyük bir vakarla ipe götürülürken Seyit Rıza şunu söylemiştir; ‘Evladı Kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır, günahtır, cinayettir’. Seyit Rıza idamından 70 yıl sonra bile hatırlanırken o dönem zalimlerle işbirliği yapan Seyit Rıza’nın kardeşinin oğlunu hiç kimse hatırlamıyor. CHP Genel Başkanı bir Seyit Rıza olmak yerine, Seyit Rıza’nın en azından izinden gitmek yerine işte o işbirlikçilerle hareket etmeyi, Dersim’in üzerine örtmeyi tercih etmiştir.”

  47. Soykırımcıların itibarı ve ülkesini işgale karşı savunanların itibarı

    Ahmet Aydın

    02. 01. 2013

    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu, Dersim Soykırımı konusunda uzun süre ağzında gevlediği „arşivler açılsın“ söylemini ilerletti ve sonuç olarak meselenin tartışılmasını “tarihçilere bırakalım” noktasına geldi. Bu çizgi, TC’nin Ermeni Soykırımı meselesi karşısında gelşitirdiği “Tarih tartışmalarını tarihçilere bırakalım” resmi söyleminin, Dersim meselesine uygulanmasından ibarettir. Anlaşılıyor ki, CHP, Kılıçtaroğlu sonrasında geliştirilen gözboyama taktiklerini bir yana bırakıp, söylemde de yeniden 30’lu yılların Kemalist çizgisine dönüyor.

    Bu dönüşümün diğer bir işaretini, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin, 2013 Bütçesi üzerinde yapılan görüşmeler sırasında yaptığı konuşmada görüyoruz. Hamzaçebi, isim vermeden parti arkadaşı Hüseyin Aygün’ün „Seyit Rıza’nın itibarının iadesi“ ile ilgili verdiği teklife değinmiş ve Seyit Rıza’yı ve Dersim Halkı’nı kendince aşağılamaya çalışmış.

    Söyle demiş Hamzaçebi:

    “Cumhuriyet’in kurucu iradesiyle problemi olanların başkaları nezdinde itibarı olabilir ama CHP nezdinde itibarı yoktur. Olmayan itibarın iadesi diye de bir konu CHP’nin gündeminde bulunmamaktadır.” (20. 12. 2012 , 2013 Bütçe görüşmeleri)

    Kelimeleri özenle seçilerek yapılan bu konuşma, Dersim Soykırımı’nı gerçekleştiren „Cumhuriyet’in kurucu iradesi“ni pervasızca savunmanın ötesinde, soykırım zihniyetini devam ettirme tavrını açıga vuran bir konuşmadır. Bu konuşmanın, Kemal Kılıçtaroğlu’nun onayı alınmadan yapıldığını düşünmek mümkün değildir.

    Öncelikle Hamzaçebi ile hemfikir olduğumuz noktaları belirtmeliyiz.

    Doğrudur, Dersim Halkın’nın „Cumhuriyet’in kurucu iradesiyle“ sorunu var. Ancak aramızdaki bu sorunun kaynağı bizatihi, cumhuriyetin kuruluş felsefesidir. Bu felsefe cumhuriyetin kurucusunun Dersim’e bakışını açığa vuran şu sözlerinden okunabilir: “Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir. ” (Mustafa Kemal,1936 yılındaki Meclis açılışındaki konuşması) Demek ki, Hamzaçebi’nin kurduğu cümleyi düzeltmemiz gerekiyor, işin doğrusu „Cumhuriyet’in kurucu iradesi“nin ve onun kurduğu cumhuriyetin Dersim’le bir sorunu var.

    Yine, doğrudur, TC nezdinde itibarlı olanın bizim nezdimizde, bizim için itibarlı olanın bu devletin nezdinde itibarı olmaz. Bilindiği gibi, Hitler ve Nazi rejimi nezdinde Yahudilerin ve Komünistlerin, buna karşın, Yahudiler ve Komünistler nezdinde de, Hitlerin ve Nazilerin hiç bir itibarı yoktu.

    Ancak, Hamzaçebi’nin unuttuğu bir sey var. Nazilerle Yahudiler veya Dersim Halkı ile TC arasındaki itibar meselesi, iki karşıt cephe veya hareketin ilişkileri ile sınırlı, subjektif bir değerlendirmeden ibaret değildir. Bu karşıt duruşların, bir de, insanlığın evrensel değerleri içinde ve toplumsal ilerleme sürecinde bir yeri ve karşılığı vardır. İşte bu yer, bir hareketin veya bir kişinin eyleminin ve duruşunun tarihsel-toplumsal niteliğini ve değerini ortaya koyar ve esas olarak itibar değeri oradan okunur.

    Bugün insanlık, Nazizmi ve Hitleri soykırımcı ve cani olarak mahkum etmiş, buna karşın Yahudileri ve komünistleri faşizm mağduru mazlumlar olarak sahiplenilmiştir. Demek ki, Nazilerin, Yahudi ve komünistleri itibarsız görmelerinin tarih ve evrensel insanlık değerleri açısından hiç bir değeri yoktur.

    Hamzaçebi’nin Seyit Rıza’yı itibarsz görmesi olayını da, benzer bir tarihsel-sosyal işleyiş içinde degerlendirmek gerekiyor.

    Özellikle, 1937-38 yılları arasında TC ve Kemalistlerin Dersim Halkı’na yaptıklarını, genel anlamda; bu Cumhuriyetin kuruluş felsefesini, iradesini ve eylemlerini; tarih ve insanlığın evrensel değerleri içinde nereye oturtmalıyız?

    Bilindiği gibi; Ermeni Soykırımı bugün hemen hemen tüm dünya tarafından bir insanlık suçu olarak kabul edilip lanetlenmektedir. Bu cumhuriyetin kurucuları, 1915 Ermeni Soykırımı’nı düzenleyen Osmanlı döneminin İttihat ve Terakki Partisi’nin devamcılarıdırlar. Türk milliyetçiliği ideolojisi, Türk şovenizmi, sömürgeci siyaset ve Sünni İslam geleneği bu hareketlerin ortak paydasıdır.

    Dün olduğu gibi bugün de, TC ve CHP, dünyanın bir insanlık suçu olarak kabul ettiği Ermeni Soykırımı gerçegini inkar etmektedirler. Bu güçler, Ermeni Halkı’nın acısını görme ve paylaşma „insanlığını“ bile göstermemişlerdir. Bu tavır, soykırım noktasında Ittihat ve Terakki’nin arkasında durmak anlamına gelir.

    İttihat ve Terakki ile ideolojik-siyasl ve örgütsel bağları olan CHP kurucuları Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Fevzi Cakmak; bu partinin çizgisini sürdürerek, 1921’de Koçgiri’de, 1925’de Piran’da ve 1937-38 yılları arasında Dersim’de çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlı binlerce sivilin hunharca öldürülmesi emrini verdiler.

    Yine bu Cumhuriyet „Kürt, Kırmanc-Zaza yoktur, Kürtçe, Zazaca yoktur“ diyerek Kürt Ulusu’nun, Kırmanc-Zaza Halkı’nın ve dahası diger etnik grupların varlığını inkar edip, en insani hak ve özgürlüklerini kullanmalarını engelledi.

    Bu Cumhuriyet, Anadoludaki farklı inanaçları, dilleri, kültürleri asimile edip, tek bir millet yaratmaya çalıştı. Yani Anadoluyu bir halklar mezarlığına dönüştürmeye çalıştı.

    Bu Cumhuriyet isimleri bile yasakladı.

    Bu Cumhuriyet, Mustafa Suphi ve 15 arkadaşını, Trabzon milletvekili Ali Şükrü ve Sabahattin Ali gibi yazarları faili meçhul tarzda katletti.

    Bu Cumhuriyet farklı idelojileri ve politik hareketleri yasaklayıp, Nazim Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi farklı düşünen insanları zindanlara attı.

    Bu liste istenildigi kadar uzatilabilir ancak, fazlasına gerek yok, bu sicil TC’yi ve onun kurucularını Naziler ve Hitler’le aynı yere oturtmaktadır.

    Peki, Seyit Riza ne yapmıştır ?

    O, Dersim’i işgal etmeye çalışan Türk Ordusu’na karşı direnmiştir. Yani, ülkesi işgallle karşı karşıya olan her insanın yapması gerkeni yapmıştır. Biliyoruz ki, isgalci sömürgecilere karşı kendi ülkesini ve değerlerini savunanlar, her dönem, haklı olarak insanlık nezdinde büyük bir saygı görmüşlerdir.

    İşte, Cumhuriyetinin « kurucu iradesi » ile Dersim Ulusal Direnisi’nin önderi Seyit Rıza’nin itibar durumu yukardaki gibidir.

    Bir kaç söz de bu itibar tiyatrosunu ortaya atıp, sonra kuzu sesszliğine bürünen Hüseyin Aygün’e söylemeliyiz. Hüseyin Aygün’ün derdi Seyit Riza’nin itibarı değildir. O sadece kendisini gündeme taşıyacak atraksiyonlarla ilgilidir. Hüseyin Aygün yeniden seçilmek için bir yandan Dersimllerin ruhunu okşayan, diğer yandan Kemalistleri mennun eden birbirine zıt tavırlar geliştiriyor. Yani, hem mazlumun hem de zalimin avukatı rolüne soyunuyor. Bu oyun yürümez.

    http://dersimzaza.com/website/index.php?option=com_content&view=article&id=92:soykrmclarn-itibar-ve-uelkesini-igale-kars-savunanlarn-itibar&catid=1:manset-haber-content-slide-show-ii

  48. Dersim Soykırımı; Mağdurları Saygıyla Anıyoruz…

    Dersim Soykırımı, tarihin TC barbarlığına bir kez daha tanıklık ettiği bir soykırımdır. Kürd Alevilerin soykırıma uğradığı Dersim’de, halk adına konuşan bazı politik çevreler bilinçli olarak Alevileri Kürdlüklerinden koparma çabası içindedirler. Şüphesiz ki bu anlayış devlet kaynaklıdır ve Kürdlerin ulus olmaktan kaynaklanan haklarını yok saymak istemenin bir oyunudur.

    Devlet ve devletçiler ile birlikte kendilerine “sol,sosyalist” diyen bazı çevreler de Alevi Kürdleri ulusal kimliklerinden kopararak sadece inanç kimlikleriyle anmaktadırlar.

    Aynı çevreler Êzidi Kürdleri de Kürdlüklerinden arındırmak sadece inançlarıyla anmaktadırlar. Bu oyunda amaç, Kürdleri sadece bir tek inanç ile sınırlamak ve farklı inançlar arasında çelişki yaratarak Kürdlerin ulusal birlik oluşturmalarının önüne geçmektir. Devletin bu çirkin oyununa alet olmayan, hem Kürdlüklerine hem de Aleviliklerine birlikte sahip çıkan onurlu insanların çabası bu oyunu bozacaktır.

    Dersim Soykırımı; tarihin gördüğü en sistemli ve en bilinçli soykırımlardan biridir. Hitler’e esin kaynağı olan Dersim Soykırımı’nda amaç bir halkın varlığını ortadan kaldırmaktı. Soykırım mağduru bir halkın adına politika yapanların soykırımcı devleti “demokratikleştirmekten” söz etmesi ve bu soykırımcı zihniyetle “ortak vatanda” karar kılması en az soykırımın kendisi kadar trajiktir.

    Tarih, TC ve tüm soykırımcı zihniyetleri mutlaka mahkûm edecektir. Dersim ve tüm soykırımlarda yaşamlarını yitirenleri saygıyla anarken, TC ve tüm soykırımcı devletlerle birlikte bu soykırımcı devlet politikalarını aklayanları da lanetliyoruz…

    Özgür Bireyler Topluluğu

    04.05.2014

    http://www.nasname.com/a/dersim-soykirimi-mgdurlari-saygiyla-aniyoruz

  49. Sn. Zileli, Davutoğlu’nun Dersim açıklamaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bahçeli’nin gösterdiği faşizan reaksiyon (1930’lu yıllarda Dersim’de patlak veren isyan ve ihanet kalkışmasını Kerbela gibi İslam tarihinin en hassas ve en acıklı hadisesiyle ilişkilendirmek bir defa Ehl-i Beyt’in aziz hatırasına ağır bir hakarettir. Davutoğlu Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Yezidle bir ve aynı görmüş; canileri, teröristleri, o devrin PKK’lılarını Efendimizin kutlu torunu Hz. Hüseyin ile eşdeğer tutmuştur), keza Ulusal Kanal’ınki (Gerici Dersim ayaklanmasının bastırılmasını ”Kerbela”ya benzetti) muhalefetin de AKP’den farkı olmadığını göstermiyor mu?

    Başbakan Ahmet Davutoğlu, Hacı Bektaş’taki Dersim sözlerini eleştiren MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye, “Tek parti dönemi zulümlerinin sahiplenmek sizin için zillettir. En çok rahmetli Türkeş’e ızdırap verirsiniz. Dersim’de katliam yapanlar, rahmetli Türkeş’i, tabutluklara soktular” diyerek yanıt verdi.
    “TEK PARTİ DÖNEMİ ZULÜMLERİNİ SAHİPLENMEK MHP İÇİN ZİLLETTİR”
    Hacı Bektaş’ta Dersim ile ilgili sözlerini eleştiren Bahçeli’ye de yanıt veren Davutoğlu, “Dünkü hitabımızdan sonra sayın Bahçeli rahatsız olmuş ve bir açıklama yapmış. Özür dilememi istemiş. Buradan sayın Bahçeliye söylüyorum. Tek parti dönemi zulümlerinin sahiplenmek sizin için zillettir. Gerekiyorsa CHP sahip çıksın, yoksa en çok rahmetli Türkeş’e ızdırap verirsiniz. Dersim’de katliam yapanlar, 1944 3 Mayıs’ında rahmetli Türkeş’i, Nihal Atsız’ı, bugün MHP’nin ideolojik arka planını oluşturan en önemli isimleri tabutluklara soktular. O zaman onları o tabutluklara sokanlar Kazım Alöç ismini veriyorum. Sayın Bahçeli git ve oku Kazım Alöç’in iddianamesini. Diyor ki ‘Bunların Vatana ihanetleri sabittir. Bu vatan hainlerini her halde Pera Palas’ta ağırlayacak değildik. Tabii ki tabutluklarda ağırlayacaktır. Onların müstahak oldukları zulümdür’ Ey Bahçeli ister zulüm Dersim’de yapısın, ister senin öncülerine tabutluklarda yapılsın, biz zulmün her birine karşı çıkarız” şeklinde konuştu.

    http://www.milliyet.com.tr/davutoglu-ndan-bahceli-ye-tek-parti-istanbul-yerelhaber-464121/

  50. Arınç’ın bu açıklamasını da -Arınç’ın diğer birçok açıklamasını ve AKP iktidarını olumlamadan- olumlu buluyorum;

    Arınç: Çerkes Ethem hain değildir

    Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç eşi Münevver Arınç ile birlikte, Merinos Kültür ve Kongre ve Merkezi’nde düzenlenen ’8’nci Kafkas Diasporası Yılın En İyileri’ ödül törenine katıldı.
    Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin desteği ile Kafkas Diasporası, Bursa Çerkes Kültür Derneği, Bursa Dostluk Kulübü tarafından gerçekleştirilen törende konuşan Başbakan Yardımcısı Arınç, eşinin de Çerkes olduğunu hatırlatarak, başarısının ardından eşinin yer aldığını söyledi.
    Türkiye’de Çerkes Ethem’in vatan haini olarak tanıtılmasına yönelik eleştirilere de yanıt veren Arınç, “Türkiye’de hiçbir vatansever, resmi ideolojiye kendini kaptırmış 3-5 kişi dışında Çerkes Ethem’e hain diyemez. Çerkes Ethem, gerçekten İstiklal mücadelesinde varını, yoğunu ortaya koymuş bir insandır. Allah rahmet eylesin. Asil bir insan, gerçek bir Çerkes olduğu için de kendisine tanınan bazı haklarına ve imkanları reddetmek asaletini de göstermiştir. 1936’da çıkan yasa veya kararlara rağmen o yargılanıp aklanmayı, milletin vicdanında tertemiz olmayı arzu etmiş. Ama bu bugüne kadar gerçekleşmemiş. Bence bu parlamentoda bulunup da Çerkes olduğunu iddia eden milletvekilleri için büyük bir ayıptır. Bir kanun teklifine gerek olmayabilir, ama bir meclis araştırması komisyonu kurulması çok isabetli olur. Yani önümüzde çok az bir zaman kaldı. Yetişir mi yetişmez mi bilmiyorum ama bir meclis araştırma komisyonu kurulsa, tarihi araştırsa sonunda Çerkez Ethem’in ne kadar masum olduğu, milletini seven ne kadar büyük bir vatansever olduğu, istiklal mücadelesinde vatanı için hayatını nasıl ortaya koyduğu apaçık ortaya çıkacaktır. Bunu bir fikir olarak söylüyorum. Şuanda meclis araştırmasından başka bir faaliyet aklıma gelmedi. Bugünden sonra bunu gerçekleştirmek üzere talimat vereceğim. Bu konuda parlamentoda hangi arkadaşımızı olursa bir 20 kişi imza atacak. Çerkes Ethem komisyonunu hep beraber kurar ve sonucunu hep birlikte alkışlarız” dedi.
    Çerkeslerin misafirperver, temiz ve onurlu insanlar olduğunu söyleyen Arınç, yaşlılara, kadınlara saygılı, dostlarına vefalı olduğunu kaydetti.
    Konuşmaların ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a, Kafkas Diasporası Oğuz Berk tarafından ’Yılın Siyasetçisi’ ödülü verilerek kalpak takıldı. Bülent Arınç, daha sonra Çerkes Ethem’in yeğeni Güner Kuban ve Kazım Taymaz’ın kızı Zuhal Taymaz’a Kafkas Diasporası Onur ödüllerini takdim etti.
    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27544012.asp

  51. Kesinlikle aldanmamak gerekir. MHP’nin ve Ulusal kanal’ın ne olduğu biliniyor, onun üstünde durmaya gerek yok. AKP ise, Kürt meselesinde sıkıştığı için şimdi yeni tür açılımlara hız vererek yıpranan “açılımlar” imajını ve mahyajını yenilemeye çalışıyor. Roboski’de köylülerin üstüne bomba yağdırmakta bir an bile tereddüt etmeyenlerin Dersim’deki köylülerin katledilmesine üzüldüğüne inanmak saflık olur.

  52. Arınç’ın konuşması da bu bağlamda ele alınmalıdır. “Halkların dostu” imajını tazelemeye çalışıyorlar, çünkü Kürt meselesinde fena halde çuvalladılar. Ben bunların sahtekârca yalakalıklarına kesinlikle yüz verilmemesinden yanayım. Zuhal Taymaz’ın da ödülü kabul etmesini kınıyorum. Keza Alecvi açılımı toplantısına giden alevileri de.

  53. Dersim-Kerbela benzetmesiyle ilgili;

    *

    Araplar ülkemizi soykırımla işgal etti, kürtleri ve öncelikle kadınlarımızı, çocuklarımızı köle pazarlarında sattı. Bizlerse 1400 yıla yakın zamandır hala Kerbela’nın yasını tutuyor, Hasan ve Hüseyin’e ağıtlar diziyoruz. Oysa onları öldürenler de araplardı.

    Türklerin yakın zamanda rum halkına uyguladığı vahşeti tersyüz etmekle kalmadık, türk ağzıyla “kahpe yunan” diyerek saygısızlığın ve haksızlığın büyüğüne iştirak ettik. Yetmedi Çanakkale ağıtları dizdik ve hala diziyoruz. Allah-u Ekber dağlarına “giderken zoları, dönüşte ise loları” bitireceğini ilan ve itiraf eden ittihatçı ordunun kayıplarına ağladık, yırtındık.

    http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/04/bugun-24-nisan-ermenistan-yerinde.html

  54. Devlet Bahçeli’ye: Bu alçaklık yanına kalmaz
    Seyfi Cengiz

    Nevşehir’de düzenlenen “4. Uluslararası Hacıbektaş Aşure Günü”nde konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Dersim soykırımına ilişkin sözleri (“Dersim modern Kerbela’dır”), MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Dersim ve Dersimli’ye karşı içinde biriktirdiği kini ve öfkeyi açığa vurmasına, yığınla hakaret (eşkiyalar, alçaklar, hiyanetçiler vb gibi) içeren bir nefret söylemi ile ırkçı-faşist kimliğini sergilemesine vesile oldu.
    Bahçeli’nin Dersim direnişçileri için kullandığı bu gibi sıfatları kendisine iade ederken, Dersimli devrimciler bu alçaklığı kesinlikle unutmaz, onu yanına bırakmaz diyorum.

    https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/devlet-bah%C3%A7eliye-bu-al%C3%A7akl%C4%B1k-yan%C4%B1na-kalmaz/828522377198793