Sosyalizmin Sorunları ve Teorik Atılım – Doğu Perinçek – Saçak Dergisi – Sayı 24 – Ocak 1986 – Sayfa 23

Saçak Dergisi – Sayı 24 – Ocak 1986- Sayfa 23

Dünya çapında sağa kayış
1980 öncesinde Türkiye solunda ağır basan eğilim, sosyalist toplumda geri dönüş tehlikesini en azından küçümsemek, bu tür sorunlar üzerinde düşünmeyi ve tartışmayı hafife almaktı. İktidar bir kez ele geçirildi mi, sosyalizmin kuruluşu ve kafa emeği ile kol emeği, sanayi ile tarım, kent ile köy arasındaki farkların kalkması, kaçınılmaz ve kendiliğinden gelişecek bir süreç olarak görülüyordu. Bu nedenle o zaman ideolojik mücadelenin sorunu, özellikle sosyalizm denemelerindeki başarısızlıklara dikkat çekmek, insanlığın bugünkü gelişme düzeyinde sosyalizmin kuruluşunun uzun ve çelişmeli bir dönem olduğunu kavratmaktı.

1980 sonrasında ise, sosyalistlerin kuruluş dönemine ilişkin bilinçlerinin tersyüz olduğunu gördük. Artık gözler sosyalizmin başarısızlıklarından başka bir şeyi görmez olmuştu. Bütün sosyalizmi kurma denemeleri başladıkları noktaya dönmüştü, . «model» geçersizdi. Teori temelden sorgulanmalı ve mahkum edilmeliydi, çünkü bütün olumsuzlukların kaynağı, toplumun sıçramalarla geliştiği kanısından ve öncü parti teorisinden gelen yukardan zorlamalardı. Böyle bir teorik rehberlik, bürokratik diktatörlüklerden başka bir yere götüremezdi. Bir kısım sosyalistler ise, daha dün « 12’ye beş var» havasına girmişken, sosyalizmin bir hayal olduğunu, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını, zaten kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünün kanıtlandığını savunur oldular.

Bir liberal rüzgârın esmeye başladığı, aslında daha 1980’lerin eşiğinde görülüyordu. 1980’lere girerken sorun, artık bir atılım değil, fakat teorik mevzileri pekiştirmekti. İdeolojik savunma ön plana geçiyordu.

Gerçekten de, 1980’e doğru kapitalizm, bir sistem olarak ve elbette aynı zamanda ideolojik alanda yeni bir insiyatif kazanmış ve taaruza geçmiştir. Bu olayı, Saçak’ın ilk sayılarındaki bazı yazılarda yapıldığı gibi, ideolojik boyölçüşme düzleminde açıklamanın yanlış olduğu kanısındayım. Esas etken, kuşkusuz dünya çapında devrim dalgasının çekilmesiydi. Sovyetler Birliği’nin insiyatifi kırılmış, fakat buna karşılık kuvvet ilişkilerinde ABD lehine ve dünya devrimci güçleri aleyhine gelişmeler başgöstermişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra esas olarak sürekli bir seyir izleyen devrimci yükseliş, ilk kez önemli bir inişe geçiyordu. Bu olgu, elbette ideolojik düzleme de yansıdı ve liberalizmin ideolojik seferberliği ile kendini duyurdu. Burjuva felsefesi, 40 yıllık bir gerileme ve insiyatif kaybından sonra, bir kendine güven duygusuna ilk kez kavuşuyordu. Sovyetler Biriliği’nin, dünya halkları için özlemi duyulan bir toplum imajını bütünüyle yitirmesi, kuskusuz bilinçlere gerçeğin bir yansımasıydı. Fakat dünya çapındaki burjuva propaganda aygıtları, bunun faturasını sosyalizme çıkarabilme gücünü ve yeteneğini gösterebilmiştir.

Kapitalizmin ve liberalizmin uluslararası atılımı, Türkiye’de kendisini bir askeri rejim koşullarında bir kat daha güçlü hissettirmiştir. Şiddetin, uzun vâdeli tepkileri ve bizzat şiddeti uygulayan açısından olumsuz meyvaları bir yana, gene de bir mantığı vardır. Zor, aynı zamanda bilinçleri yeni kalıp lara döküp presliyen bir rol da oynar. Nitekim yakın geçmişte de böyle olmuştur.
Kuşkusuz Türkiye, kapitalist dünya sistemiyle alabildiğine bir bütünleşmeyi, bir ideolojik boyolçüşme sonucu seçmiş değildir. Dünya çapındaki ve ulusal düzlemdeki kuvvet ilişkilerinin olumsuz seyri, bu seçişte çıkarı olan hakim sınıf kesimlerinin ağır basmasına yol açmıştır. Kuvvet ilişkileri planındaki bu çözüm, Friedmanci iktisat teorilerinin «alternatifsiz» olarak ülke politikasının dizginlerini ele geçirmesini doğal olarak getirmiştir. Siyasal hegemonya, çoğu zaman ideolojik hegemonyanın da kaynağıdır.

Türkiye’nin dünya ölçüsünde rekabete daha çok açılmasının ideolojik ifadesi, liberalizm değil, fakat otoriter bir rejimi meşrulaştıran yari-ortaçağlı bir ideolojik yapı olabilirdi. Nitekim olağanüstü rejim de, geniş yığınları statüko içinde tutmanın aracı olarak İslama yaslanma gereği duydu. Dini ideoloji, arkamızda kalan dönemde birleştirici ve dalgakıran olarak kabul edildi. Böylece liberalizm de, «majestenin muhalefeti»ne, yani sosyaldemokratlara ve artık kapitalizmin üstünlüğüne iman etmiş olan bazı eski sosyalistlere kaldı.

«Teorik Yenileşme»nin döneme özgü içeriği
Sağ rüzgâr, sosyalizmin güçlerini çevrelerden merkezlere doğru dalga dalga etkiledi. Bu rüzgâr, çevrelerde kapitalizmin üstünlüğünün açık kabulüne yol açarken, ileri unsurlar arasında bu yönde daha üstü kapalı tezleri estirdi. 1980’lerin emperyalist-kapitalist insiyatifi ve kitle hareketinin durgunluğu ile birlikte «teoriyi yenileştirme» iddialarınin da ortaya atılması dikkat çekici olmuştur. Aslinda «yenileşmeyi» dayatan, bir sosyal pratik ve teorik atılım değil, doğrudan doğruya sağ rüzgârın kendisiydi. Sağ cereyana, liberalizmden ideolojik unsurlar ithal edilerek göğüs gerilebileceği düşünülüyordu. Nitekim «teoriyi yenileştirme» adı altında ileri sürülen bütün tezler, yüzyıldır söylene söylene sakız olmuş geçersizliği toplumsal pratikte döne döne kanıtlanmış teorilerden besleniyordu. Ortada bir yenilik ve katkı yoktu.

Teoriyi geliştirmenin şartı, temeli korumaktır. Temel gidiyorsa, geliştirilecek bir şey de kalmıyor demektir. «Teoriyi yenileştirme» iddiası, aslında. masum bir teorik atılım isteğinin ötesinde, teorinin temellerinin sarsılmasından kaynaklanıyordu. Gerçekte bir teorik atılım rüzgârı değil, doğrudan doğruya bir ideolojik saf değiştirme rüzgârı esiyordu. Dönem, insanların iradesinin dışında, nesnel olarak, teorinin geliştirilmesi değil, savunulması dönemiydi.

Teorik canlanma ve yenileşmeler, tarihte hiçbir zaman belli bir grup insanın kararıyla olmamıştır, olamaz da. Teorik gelişmenin kaynağı olan sosyal pratiğin durgunlaştığı ve teorinin cepheden dünya çapında bir saldırıyla karşılaştığı koşullarda, temel mevzileri savunmak yerine, teorinin en temel unsurlarının üzerine soru işaretleri konması, bir teorik atılım çabasını değil, karşı-akıntıya kapılmayı ifade ediyordu. Çünkü soru işaretlerini koyan, doğrudan doğruya kapitalist ideolojik taaruzdu. Bu koşullarda «teorik atılım» iddiasının yelkenini, sağdan esen rüzgâr doldurdu.

Bu ortamda, herkes «dogmatizm»in kararli bir düşmanı kesildi. Fakat hedef alınan dogmatizm değil, doğrudan doğruya teorinin temelleriydi. 1980 öncesinde Türkiye sosyalizmi, gerçekten de ne çektiyse dogmatizmden çekmişti. Ama artık dünün dogmatikleri, «dogmatizme karşı bayrak açmışlar ve o güne kadar dogmatizmle mücadele edenleri «dogmatik» olmakla suçlamaya başlamışlardı. Maceracılık sağcılığa, terörizm ekonomizme dönüşüyordu. Fakat felsefi temel gene aynıydı: Kendiliğindencilik! Artık sorun, öncelikle dogmatizme karşı mücadele değil, teorik temelleri korumaktı. Esas tehlike yer değiştirmiş, dogmatizmin yerini liberalizm almıştı. “Teoriye bir iman olarak sarılmanın yerine, teoriden vazgeçmek geçmişti. Bunun sonucu, teori toptan tartışma gündemine getiriliyordu. Yüzyıllık sosyal pratiğin kanıtladığı teorik esaslar bir şüphe bombardımanına uğratılarak, 19. yüzyılın ve 20. yüzyıl başlarının tartışmalari diriltiliyordu. O zaman son yüzyıl niçin yaşanmıştı? Uygulanma yeteneği göstermiş bir sosyalizmi kökten reddedenler, ileri sürdükleri teorilerin hiçbir zaman hayata geçememiş ve hiçbir yerde toplumu değiştirme denemesine rehberlik etmemiş olmalarıyla övünebilirler. Teorileri pratiğe hiç bulaşmamış, tertemiz kalmıştı.

Devrim-evrim sorunu, aşağıdan-yukardan tartışmaları, sanki tarih tarafından çözülmemişti ve sosyal gerçekliğin dışında arzularımıza göre yeniden çözülecekti. Öte yandan sosyalizm programı, dünyanın hiçbir yerinde uygulanamamıştı, bütün deneyler başarısızdı. Hele geri ülkelerde, iktidar hasbelkader emekçi sınıflarin eline geçecek olsa bile, sosyalizmi kurmanın nesnel koşulları lolmadiğından iktidarı iade etmekten başka bir çıkışyolu da bulunamıyordu. Böylece «bizim bilim dediğimiz, meğerse bir ütopyadan başka bir şey değilmiş» düşüncesine çeyrek kalınan noktaya gelinmiş, hatta bazıları açısından bu duvar da aşılmıştı.

Bazıları ise, teoriyi kurtarmak için, pratikten yapay bir şekilde koparma girişimlerinde bulundular. Bu görüşe göre, deneyler iflas etmişti, ama teorinin kendisi iflas etmemişti. Teori, bütün saflığıyla 19. yüzyılın göklerinde sallanan bir avize gibi parlamaya devam ediyordu.

Bütün deneyleri iflas etmiş bir teorinin hâlâ geçerli olduğu inancı, aslında bir dinî akideye benzemiyor mu? Pratiğe bir türlü geçemeyen, pratikte geçersiz kalan bir teoriyle, aslında insanlara bir ütopyadan başka ne vaat edilmiş oluyor? O zaman böyle bir ütopyaya, bir cennet vaadine kör bir inatla bağlanma ne kadar dayanıklı olabilir?

Aslında bilimsel kanının yerine böyle kör bir inadın konulması, 1960’ların evrensel teoriye getirdiği büyük katkının, gerisinde kalmaktan ileri geliyordu. Bütün deneyler gösterdi ki, sosyalizm le. kesiz ve saf değildir. İki sınıf, iki çizgi ve iki toplum arasındaki çelişme ve mücadeleler bu dönemde de devam eder. Geri dönüş tehlikesi hâlâ vardır ve bu tehlike zaman zaman geri dönüş girişimleri halinde kendini gösterir. Dahası, bu girisimlerin kaynağı, artık esas olarak tasfiye edilmiş olan eski somürücü sınıf değil, bizzat devletin ve partinin içinden çıkan kapitalist yolculardı. Bu unsurlar, parti ve devlet içinde birçok önemli mevziyi ellerinde tutabildiklerine göre, emekçilerin iktidar mevzilerini kooperatif ve belediyelerden merkezi kurumlara kadar döne döne fethetmeleri ve bir sosyalist demokrasinin yeni yeni atılımlarla pekiştirilmesi gerekir. Aslında temel sorun, üretici güçleri geliştirecek yeni üretim ilişkileriyle birlikte yeni insanın yaratılması, kitlelerin seçkinler haline gelmesi ve insanların yönetilmesinin eşyanın yönetilmesi sistemine dönüşmesidir. Çelişmeleri kabul eden böyle bir teorik kavrayış açısından, sosyalizm deneylerinde ortaya çıkacak olumsuzlukların ve zikzaklarin şaşırtıcı bir yönü yoktur. Tersine insanlığın bu gelişme düzeyinde, materyalistleri, ancak sosyalizmin buz üzerinde kayar gibi pürüzsüz ve dümdüz ilerlemesi şaşırtabilirdi. O zaman ütopyacılar haklı çıkardı.

Sosyalizm deneylerinin iflas ettiği ve insanlığa hiçbir şey bırakmadığı tezi, 19. yüzyılın «saf teorisine dönüş» eğilimiyle elele yürüdü. Oysa 19. yüzyılın klasikleri, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin ancak bazı genel tahminler ileri sürmüşlerdir. Çünkü bir sosyalist devrim ve inşa deneyi yaşamamışlardır. Bu nedenle, bu konuda klasiklere dönüş, bir anlamda ütopyaya, henüz gerçeklik alanına çıkma. mış bazı varsayımlara dönüştür. 20. yüzyılın deneyleri sosyalizmi kehanetten gerçeklik düzeyine. yükseltti, teorinin de ayaklarını yere bastırdı ve çok önemli katkılar getirdi. Bu deneyleri ve katkıları reddederek «saf teori» çağrısında bulunanların söyledikleri şöyle özetlenebilir: «Yaşanan deneyler benim teorimin deneyleri değildir. Zaten benim teorim hiçbir yerde uygulanmadı, bak eskisi gibi bulut ların üzerinde ne güzel duruyor. İçimden bir ses, bir gün o pembe dünyaya ulaşacağımızı söylüyor.»

Açıktır ki, 19. yüzyılın «saf teorisine dönüş» eğilimi, aslında teoriyi hayattan koparma eğliminden başka bir şey değildir.

Teoride bunalımın ve çözümün kaynağı
Bugün sosyalizmin bunalımından söz ediliyor. Kuşkusuz böyle bir bunalım vardır. Ancak bu bunalımın kaynağı, sosyalist akımın «birikmiş teorik sorunları çözmede gösterdiği yetersizlik» değildir. Bunalimın esas kaynağı, yüzyılımızın sahne olduğu sosyalist devrimler ve sosyalist inşa denemeleri pratiğinin, genel olarak dünyadaki devrimci dalganın durulması, yani sosyal pratiğin bugünkü yetersizliğidir.

Bir düşünce bunalımını gene düşüncenin zaaflari ile açıklamak totoloji oluyor. Sonuç ve nedenin özdeş olması, aslında herhangi bir nedensellik saptanamadığını gösteriyor. Ayrıca bu kavrayış, bilginin ve bilgisizliğin kaynağı konusunda idealizme kapılmıştır. Teorinin anası pratiktir. Daha basit bir ifadeyle bütün bilgiler, hayattan kaynaklanır. Toplumla ilgili bilginin kaynağı ise, esas olarak toplumsal pratiktir. Bilimsel araştırma ve teorik çabalar, en sonunda toplumsal pratikten, sınıf mücadelesinden beslenirler. Tarihteki bütün büyük teorik atılımlar, büyük sosyal pratiklere, devrimci yükselişlere denk düşerler. 1830, 1848, 1871, 1917, 1949, 1960’lar gibi tarihler, büyük devrimler yanında, büyük teorik çabaların başlangıç noktalarını da belirler. Çünkü teori insan zihninde doğmaz, fakat büyük sosyal pratiklerin teorisyenler tarafından sistemleştirilmesi ile oluşur. Özellikle devrimci teoriler, büyük devrimci pratiklerin yansımasıdırlar ve böyle bir pratik içinde gelişirler. Buna karşılik, toplumsal hareketteki tıkanıklıklar, güç ilişkilerindeki geçici açmazlar, düşünsel bunalımlara yol açarlar. Toplumsal pratik yürümeyince, düşünsel bunalım da kendini gösterir. 1871 Paris Komününden sonra Avrupa’da 40 yıldan fazla süren göreli durgunluk dönemi, aynı zamanda devrimci teori açısından bir bunalım dönemiydi. Devrimci akım, bu dönemde gerilemiş, ilerde Sosyal-demokrasi adını tek başına taşıyacak olan akım yükselmiştir. Durgunluk, evrim düşüncesini beslemiştir.

Konjonktürdeki durgunlaşma, her zaman devrimci teoriye hayat veren kaynakların cılızlaşması anlamına gelir. Kitle hareketinin dibe vurması, tarihin yaraticisinin susması demektir. Böyle bir durum, kitlelerin yaratıcılığını temel alan devrimci teorileri değil, değişmezliği ve sükuneti vurgulayan teorileri doğrular. Elbette bu doğrulama, geçicidir, konjonktürel olduğu için iflasa mahkûmdur ve yanlıştır. Ama o anı yaşayanlar için, bir tarih kavrayışı olmayanlar için her şeydir de.

Aslolan, hayatın gelişmesi ve toplumsal insiyatiftir. O tarihsel aşamada tarihi yaratan sınıflar harekete geçti mi, siyaset düzlemine bütün enerjisiyle yöneldi mi, hızlanan kan dolaşımı teoriyi de canlandırır. Durgunluğun değil, fakat hareketin teorisi, başka deyişle gerçeğin teorisi kitle eylemiyle doğrulanır ve gelişir. Yalnız büyük devrimci teorileri değil, doğal olarak büyük devrimci teorisyenleri de sosyal pratik yaratmıştır. İnsanlık tarihinin büyük değişiklik yüzyılları, aynı zamanda büyük teorisyenlerin harman olduğu dönemlerdir. İnsanlığın sosyal mücadele ve bilgi birikimine dayanan sosyalist teorinin ve teorisyenlerin hayatında da bu olguyu görürüz.
Sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorik atılımlarin da, sosyalist inşadaki deneyler eşliğinde gerçekleşeceği açıktır. Nitekim öyle olmuştur da. Teorinin Sovyetler Birliği’nde kurumuş olması, aslında sosyalizmi inşa deneyinde eskilere kadar uzayan tıkanmalarla ve belli bir süreç içinde ülkenin renginin değişmesiyle açıklanabilir.

Sosyalizmi inşa konusunda 1960’larda gerçekleşen büyük teorik atilım, özellikle Sovyetler Birliği ve Çin’deki sosyalizm pratiklerinin esaslı bir eleştirisinin ve sosyalizmde israr eden büyük kitle insiyatiflerinin ürünüdür. 1960’larin teorik girişimi, kanımca sosyalizmi inşa teorisinin doruğudur. Batı ve Doğu Avrupa’nın sosyalist yazını, ya bu çabayı doğruluyor veya gerisinde kalıyor, fakat ötesine geçemiyor. 1960’larda ulaşılan doruk, elbette henüz emekleme dönemindeki bir pratiğin doruğudur. Yeni sosyalist inşa dalgaları, yeni teorik atılımları da getirecektir. Bugün bilgimizin sınırlarını çizen pratik, 1960’lardaki teorik atılımın deney malzemesinden daha zengin değildir. Bütün dünyada son yıllarda görülen, ancak artik kanımca sinirina varmış olan sağa kayış, ister istemez sosyalizmi inşa çabalarını da çelmelemiştir. Çünkü sosyalizm de en sonunda yaşadığımız gezegende kurulmaktadır.

Bütün bunlarla birlikte, Polonya işçi mücadelesinin yeni ufuklar açtığını düşünebiliriz. Bir kez bu olay, iktidarın emekçilerin elinden alınmasına karşi biricik güvencenin, firtina halinde kitle mücadelesi olduğunu doğrulamıştır. Geri dönüş tehlikesi artık bir olgu olduğuna göre, işçilerin kendi sosyalizmlerini gerçekleştirmeleri de, ancak toplumsal hareketin ürünü olabilir. Polonya’daki gelişmeler, 1960’ların teorik katkısını doğruluyor. Polonya’nın soluklu ve zengin pratiği, sosyalizmi inşa ve geri dönüş sorunsalının tahlili için yepyeni malzemeler yaratabilecektir. Bu ülkedeki işçi hareketi-
nin aşağıdan yukarı deneyi yanında, Çin’de uygulanan yukardan aşağı deney de kuşkusuz yeni dersler çıkarılmasına yol açacaktır.

Türkiye gibi bir ülkede sosyalizmin inşası sorunlarını çözme iddiası pek alçakgönüllü bir tavır değildir. Yanlış anlaşılmasın, inşa sorunları üzerinde araştırma ve incelemeyi reddediyor değiliz. Tam tersine sosyalizmi, ancak inşa sorunlarını tartışanlar ve bu konuda dayanılan siniri aşma ruhuna sahip olanlar kurabilirler. Teori ve pratiğin sınırlarını genişleten her gelişme, kuşkusuz doğru ve yanlış tanımlarına, sosyalizmi kurmada direnme ya da engelleme kavramlarına da yeni bir içerik vermektedir. Demek ki, teorinin gelişmesinin arkasında kalmanın maliyeti, sosyalizme yönelişten sapmaktır.

Ne var ki, bu konuda Türkiye gibi bir ülkede neler yapılabileceği konusunda berrak olmak gerekir. Arkada kalan yıllarda, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teoriye katkıda bulunacak bir birikime sahip olduğumuzu düşünenler, · hiç de gerçekçi değillerdi. Dünya ve ülke çapında yaşanan bir durgunluk dönemini, teorik atılım yılları olarak ilar. etmek esaslı bir metafiziktir. Türkiye, bugün sosyalizmin kuruluş çabasında olan bir ülke değil, yüzyıllık demokratikleşme sürecini yeni bir sıçrama ile kesin başarılara ulaştırmanın eşiğine gelmiş bir ülkedir.

«İnsanlık, kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.» Bu, insanlığın ütopyalar peşinde koşmayacağı, gerçekleşebilir programları hayata geçirebileceği anlamına geldiği gibi; teori de sosyal pratiğin dayattığı sorunları çözebilir demektir. Sosyalist inşa deneyini yaşamayan, önünde bugün böyle bir sorun bulunmayan bir toplumun, sosyalizmin kuruluşu teorisine öncülük etmesi beklenemez.

Kaldı ki, sosyalist teorinin «birikmiş sorunlarını çözmek», bu sorunlara toplumsal gerçeklik alanında bir çözüm getirmek anlamına gelir. En güzel programlar, pratik tarafından onaylanana kadar, henüz «çözüm» değildirler; ancak güzel düşünceler manzumesi değerindedirler. Teorinin iddiası, halkı maddi bir güç haline getirerek hayata geçmektir. O zaman, onun için biricik kendini kanıtlama yolu, kitleleri harekete geçirebilmede gösterdiği başarıdır. Halk, bir düşüncenin doğruluğunu deneyimlerle görüp kabul edecektir. Bilim de, bu konuda halktan daha toleransli değildir.

Türkiye’nin özgüllüğü
Türkiye gibi bir ülkede, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorik çabaların, henüz bir çözüm olabilmesi koşulları bile yoktur. Teorinin, olmayan bir deney le sınanması mümkün değildir. Ama Türkiye’nin teorisyenleri, göreli gelişmiş bir Üçüncü Dünya ülkesinde demokratik devrim sürecine ilişkin teorik katkılarda bulunabilirler. Türkiye, böyle bir katkı için bir süredir çok zengin bir deneyimin beşiğidir. Ama sosyalizmin inşası konusunda, teorisyenlerimiz kanımca ancak iyi birer öğrenci olabilirler. Çünkü teorik katkılar, yalnız bireysel yeteneklerin ve çabaların ürünü değildir; doğrudan deney ve gözleme dayanan kollektif birikimi gerektirirler.

Kaldı ki, sosyalizmin sorunları insanlığı daha yüzyıllar boyu uğraştıracaktır. Sosyal pratiğin geriliğini, bu sorunların çözülmemiş olmasına bağlamak, teori ile pratik arasındaki ilişkiyi başaşağı çevirdiği gibi aslında yükselecek sosyal pratiğin kenarinda kalmayı da ifade eder. Teori olmadan eylem olmaz özdeyişi, aslında insanlığın geçmiş eylem birikiminin sistemli ve yoğun bir özetlemesinden vazgeçilerek doğru eylem yapılamayacağı anlamına gelir. Her yeni deneyim ise, teorinin gelişme ve zenginleşme kaynağıdır. Sosyalizmin teorik sorunlarınin bir kısmı, dalga dalga gelecek olan çok sayıda sosyalist inşa deneylerinden sonra, ancak uzun vâdede çözülecektir. Ama her deneyin başlangıcında, yetersizliklerine ve yanlışlarına rağmen, eyleme ışık tutacak bir teorik kılavuz da vardır. Teoriler, pratikte sınanarak olgunlaşır. Gelişen hayat, teorinin hatalı ve eskiyen yönlerini de budar.

Geçmiş deneyler ise, bugünün bilgisiyle değil, o zamanin teorik alternatifleriyle karsilastirma ve mücadele temelinde değerlendirilmelidir. Geçmişte alternatiflerine göre doğru olanı bugün tekrarlamak, artık yanlış olur. Her deney, öncekilere göre farklı bir teorik olgunluk düzeyinde, farklı bir dünyada, farklı bir ulusal temelde gerçekleşecektir.

Bu nedenle geçmişte herhangi bir ülkede alternatiflerine göre doğru olan bir çizgiyi belirlemek, o çizgiyi bugün Türkiye için önermek anlamına gelmez. Bu iki düzlem, net bir biçimde birbirinden ayırt edilmelidir. Tarihsel doğrular o zaman gerçeklik planinda varolan alternatifleriyle karşılaştirilarak saptanır. Türkiye’de oluşturulacak programlar ve çizgiler ise, her şeyden önce Türkiye zemininde hayat bulmak zorundadır, yani evrensel olanla Türkiye’ye özgü olanı birleştirecektir. Kaldı ki, bugün varolan uluslararası koşullar ve teorik düzey de farklıdır. Öyleyse Türkiye’de geçmiş deneylerin tekrar etmeyeceği çok açıktır. Bugün Türkiye, 20. yüzyılın başındaki feodal-emperyalist bir Avrasya Çarlığı değildir. 1940’ların yarı-feodal yarı sömürge bir Asya ülkesi de değildir. Son yıllarda sanki aynı deneyler tekrarlanacakmış gibi saplantiların yayılması şizofrenik bir olaydır. Gerçekler zeminini kaybetmek, Türkiye solunun köklü bir hastalığı. Türkiye’de insanları, yaşadıkları toplumsal gerçeklerden ve süreçlerden koparan hayaller, başka ülkelerin tarihlerinden sürekli devşirilir. Bu öznelcilik, bazen temelsiz bir devrimci coşkunluğa ve maceracılığa bazen de zihinleri evhamların kaplamasına ve karamsarlığa neden oluyor.

Teoriyi, yaşadığımız dünya ve Türkiye zemininde inşa etmek, zamana ve mekana özgü olanı yakalamak, Türkiye solunu şizofreniden kurtaracaktır.

Ülkemizde kentlerin nüfusu yüzde elliyi bulmuştur. Milli gelirin yarıdan fazlası artık sanayide üretiliyor. Traktör, biçer-döver sayısı, yüzbinlerle ifade edilebiliyor. Sayıca epeyi gelişmiş, belli merkezlerde ve önemli bir kısmı büyük işyerlerinde toplanmış bir işçi sınıfı var. Ortaçağ kalıntısı ilişkilerdeki çözülme, demokratik toplum inşası için oldukça elverişli koşullar yaratmıştır. Türkiye’nin yüzyıllık bir parlamento ve seçim geleneği var. Askeri müdahaleler, çok partili hayatı ancak geçici olarak askıya alabilmekte ve kalıcı olamamaktadır. Türkiye halkı, özellikle 1960 sonrasında siyaset sahnesine gittikçe daha aktif bir biçimde çıkarak önemli deneyimler kazanmış belli demokratik kurum ve özgürlüklerin tadını almıştır. Daha da uzatılabilecek bu özellikler, geçmişte sosyalizm deneyine girismis ülkelerin ilk adımı attıkları durumlarina göre, Türkiye’de daha gelişmiş bir temelin bulunduğunu gösteriyor. Dünya koşulları ve evrensel teorik birikim de karşılaştırılmayacak kadar ileri düzeydedir.

Bütün bunlar, Türkiye özgüllüğündeki bir sosyalizm denemesinin, geçmiş deneylere benzemeyeceğine, çok daha olgun bir düzeyde gerçekleşeceğine ve daha ileri sorunları çözmek zorunda kalacağına işaret ediyor.

Sosyalizmi kuşatan nesnel koşullar ve insan malzemesi
Evet Sovyetler Birliği, burada tahlil edilmesi gerekmeyen bir süreç içinde yeniden emekçi sınıfları ezen bir yeni sınıfın emperyalist devletine dönüşmüştür. Doğu Avrupa ülkelerinden Vietnam’a kadar bütün dünyanın tanık olduğu başarısızliklarda ve özlemlerin düş kırıklığına dönüşmesinde, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmenin büyük payı olmuştur. Dünyanın son yıllarda bir bütün olarak sağa savrulması, Mao’nun Çin’ini bile etkilemiştir. Anlaşılıyor ki, yeryüzünün ilk büyük sosyalizm dalgası, yaşadığımız dönemde durulmuş, emekçilerin ve halkların dünyayı değiştirme eylemi bir tıkanıklik içine girmiştir. Ama bu olgu, ancak önümüzde birinciyi aşan ikinci büyük bir dalganın varlığına işaret eder. Çünkü emperyalist ve sosyal-emperyalist sömürü sistemleri insanlığın bugünkü sorunlarını çözmede başarısızlığa uğramışlar ve büyük bir kriz içine girmişlerdir. Dünya kapitalist sisteminin bugünkü bunalımının, daha öncekilerle karşılaştırılamayacak bir nitelik taşıdığı, geçmiş bunalımlarla olan farkın bir nicelik farkı değil, fakat nitelik farkı olduğu, genel bir kabul görmektedir. Üstelik, sosyalizm deneyleri insanlığa büyük bir tecrübe birikimi ve teorileştirilecek zengin bir malzeme bırakmıştır.
Geçmiş sosyalizm denemeleri, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden göreli geri ülkelerde, sosyalizmi kurmak için uluslararası ve ulusal planda oldukça elverişsiz koşullarda yapıldı. Bu elverişsiz nesnel çerçeve yanında o zaman arkada ders çıkarılabilecek bir deney de yoktur. Ama büyük atılimların gerçekleştiği ülkelerin hiçbirinde toplum devrim öncesine dönmüş değildir. Sosyalizmde geri dönüş sorununu bu derece sığ bir kavrayışa indirgemek, ancak sosyalizmden vazgeçmeleri mesrulaştırmak gibi talihsiz çabalarda görülebiliyor. Kapitalizmin en acımasız savunucuları bile, bu de rece yüzeysel olamıyorlar. Kapitalizm, en azından Ṇ yük devrim dalgasıyla feodalizmi tasfiye etmiş ve kendini pekiştirmiştir. Sosyalizmi kurma deneyleri ise henüz emekleme çağındadır ve gene de kapie talizme kıyasla çok daha kısa zaman birimlerinin içine çok daha büyük gelişmeleri sığdırabilmiştir. Kaldı ki, sosyalizm denemelerini kuşatan nesnel koşulları uluslararası kapitalizm oluşturur. Ülke içinde sosyalizmin kuruluşunu çelmeleyen ilişkiler de, gene kapitalizm ve feodalizmden mirastır.

Öte yandan sosyalistler, genellikle emekçi kitleleri idealize etmişlerdir. «Kitle» işçi sınıfı devrimcilerinin tanrısıdır. Tabii bütün tanrılar gibi, hatadan arınmış ve mükemmel! Oysa kitleler, tarih sahnesine yalnız eskiyi yıkan yönleriyle değil, eskinin bir parçası olan yönleriyle de çıkarlar. Sözgelimi Türkiye’de geleceğin toplumunu kuracak olan, hepimizin bildiği İstanbul’un, İzmit’in, Batman’ın, Sivas’in işçileri; Çandır’ın Başkale’nin, Igdır’ın, Milas’ın, Samandağ’ın, Siverek’in köylüleridir. Kağıt üzerindeki bütün projeler, bütün programlar, en sonunda bu insan malzemesiyle, Türkiye’nin tanıdığımız bildiğimiz emekçileriyle, aydınlarıyla hayata geçecektir. 1979 yazında eşim Şule Pazarcık köylerini gezmişti. Orada devrimci köylülerin, tarladan döndükten sonra ayaklarını kendileriyle birlikte çalışmış olan karılarına yıkattıklarini görüyor. Bir köylü evinde aynı göreneğe rastlamamak, onu sevindiriyor ve bu duygusunu ifade ediyor. Meğer o devrimci köylü, ayakları gidıklandığı için karısına yıkatmıyormuş. Pazarcık, köylülüğün göreli uyanmış ve ileri olduğu bir ovadır.

Demek ki, Türkiye’de geleceğin toplumu, bugün ayağını karısına yıkatan köylü önderleriyle kurulacaktır. Kuşkusuz, yeni toplumu, merkezlerden ilan edilen program ve talimatlar değil, fakat köydeki, fabrikadaki, mahalledeki, kooperatifteki, belediyedeki, devlet yönetimindeki insan davranışlari yaratacaktır. Programlar, bu insan malzemesini ve toplumsal ilişkileri değiştirebildikleri oranda maddi gerçeklere dönüşebilir. İnsanın değişmesinin, üretim araçlarının değişmesinden daha uzun zaman alacağı da artık anlaşılmıştır sanırız. Yeni insanı yaratmak, yeni teknolojileri yaratmaktan çok daha büyük ve çapraşık bir sorun olarak duruyor.

Gorki’nin kendi hayatını anlatan üçlüsü (Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken ve Benim Üniversitelerim), beni en çok Rus toplumunda yediden yetmişe herkesin bilincine ve davranışlarına, bütün toplumsal ilişkilere sinmiş olan şiddeti yansitan yönüyle etkilemişti. Kuvvete, zora, toplum hayatında bütün çelişmeleri çözen, bu derece etkili ve sihirli bir rol tanınması, elbette o ülkedeki sosyalizmin kuruluşunu da etkiledi. Ama bu olgu, herhalde sosyalizmden çok, onun zeminini oluşturan Rus tarihinin kabahatidir. Sosyalizm de, en sonunda verili koşullarda kurulur ve bu nedenle eski toplum ile yeni toplum arasındaki çelişme ve mücadelelerin sürdüğü, hatta belli dalgalanmalarda son derece keskinleştiği uzun bir dönemi kapsar.

Ama bütün bu çelişmelerin, geri dönüşlerin, başarısızlıkların gölgeleyemediği bir gerçek varsa, o da, insanlığın sömürü ve baskıdan ve sınıfsal farklardan arınma yolunda ilerlediğidir. Kâr ve bireysel rekabet toplumu, bugün Türkiye’de çok geçerli sayılsa bile, dünya çapındaki emperyalist karakteriyle, artık üretici güçleri geliştiren değil, yıkıma uğratan bir rol oynuyor. Kapita·lizm, en büyük üretici güç olan insanın kendisini yıkıma uğratıyor, doğayı yıkıma uğratıyor. Bireysel kâr amacı ve kapitalizmin kaosu ile toplumsal çıkarlar arasındaki çelişmeler, artık insanlık için bir ölüm kalım sorunu haline gelmektedir. 2000 yılının eşiğine geldiğimiz bir çağda, bizzat kapitalizmin düşünürlerinin tehlike canları çalması boşuna değildir. Kapitalizm ve Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği devlet kapitalizmi, derinleşen bunalimlarının üstesinden gelecek yetenekte gözükmüyorlar. Her şart altında tarihin seyri, bu tür sömürü ve baskı sistemlerinin ortadan kalkması ve sosyalizm yönündedir. Sosyalizmin başarısızlıkları ve sorunları ancak böyle bir tarih bilinci içinde yerine oturur; yani sosyalizmin zaferinin teorisini tugla tuğla örmenin malzemesi olarak bir anlam taşır; yoksa sosyalizme karşı bir tahrip ve ihanet silahı olarak en sonunda etkisiz kalmaya mahkûmdur.

Dünyayı değiştiren akım
Bilimsel sosyalizmin bunalımından iflasına kadar uzanan iddialarla karşılaşıyoruz. Daha beş yıl önce herkesçe tekrar edilen, fakat bilimsel bir kanaat değil, fakat iman düzeyinde benimsendikleri için burjuva ideolojisinin rüzgârı karşısında dağılan bazi gerçekleri hatırlatmak gerekiyor. Bu amaçla ortaya bir soru atacağız:

Yaşadığımız yüzyılda dünyanın çehresini hangi akım değiştirmektedir? İnsanlığı, sömürü ve baskıya karşı arkasında toplayan bayrak hangisidir?

Liberalizm mi?
Bernsteincılık mı?
Anarşizm mi?
Sosyal-demokrasi mi?

Açıktır ki, bunların hiçbiri değil, fakat yüzyıldır dünyayı değiştiren, sosyalist akımdır.
Birkaç yıllık bir rüzgârın üzerini kumla örtemeyeceği kadar büyük gerçekler var:

Paris Komünü deneyini kalıcı olamadığı için saymazsak, işçi sınıfının devrim yapması ve bir ülkeyi yönetebilmesi 1917’ye kadar nihayet bir hipotezdi. Ekim Devrimi, bu hipotezi kanıtladı. Çeşitli sosyal güçlerin temsilcileri olarak beğenelim ya da beğenmeyelim, bilimsel açıdan böyle bir gerçek var.

İlk sosyalizm deneyi, yalnız Çarlıktan devraldığı çehreyi değiştirmekle kalmadı; bütün insanlığın bilincinde, siyasal eyleminde, dolayısıyla toplumların maddi yapılarında önemli değişikliklere de yol açtı. Uzaklara gitmeye gerek yok. Günümüz Türkiyesinin maddesini oluşturan tarihin en önemli eylemi, yani Türk Devrimini alalım. Cumhuriyet Devrimimiz, ilk sosyalist devrimin bütün ağırlığınca varolduğu bir kuvvet ilişkileri tablosu içinde gerçekleşmiştir. Bizzat Türk Devriminin önderleri, yaptıkları toplumsal eylemi, sosyalist ve demokratik devrimlerin oluşturduğu, «tarihin büyük ve kudretli cereyanının» bir parçası olarak görmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşında, Hitler ve Mussolini faşizmine karşı demokratik cephenin ağır yükünü Sovyetler Birliği taşımış ve her yerde direnişin çekirdeğini, öncüsünü sosyalizmin ve işçi sınıfının güçleri oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşından Çin ayağa kalkmış Ortaçağın içinden çağdaş bir topluma çıkma yönündeki büyük atılımını gerçektoplum çıkma yönündeki büyük atılımını gerçekleştirmiştir. Doğu Avrupa ülkeleri, Kore, Vietnam ve en son Küba, kapitalist sistemden köklü bir kopuş gerçekleştirerek sosyalizmi kurma denemele
rine girmişlerdir. İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgeciliğin yeryüzünden silinmesi, birbirini izleyen milli kurtuluş mücadeleleri, hep sosyalist devrimlerin belirlediği yeni kuvvet dengeleri içinde ve sosyalizmde güçlü esin kaynakları bularak zafere ulaştılar.

Sözünü ettiğimiz sosyalizm uygulamalarını Türkiye için önerdiğimiz düşünülmemelidir. Biz, yalnız, dünyayı hangi akımın değiştirdiğini nesnel olarak belirlemek için bu örnekleri verdik. Dahası, bizzat kapitalist ülkelerdeki değişikliklerin, özgürleşmenin başlıca iticisi sosyalist muhalefet olmuştur. Kapitalizmin büyük teorisyenleri, sosyalist eleştirinin kapitalizme kendini değiştirme ve yenileme gücü verdiğini hep söylemişlerdir.

Sosyalizm mi yoksa kapitalizm mi üstün diye tartışılıyor. Metin Toker, iki yıl önce yüzyılımızın başındaki Çin ve Hindistan’ı bugünleriyle karşılaştirdıktan sonra, Çin’in uygulanan sosyalizm sayesinde Hindistan’a göre olağanüstü bir yol aldığı değerlendirmesini yapıyordu. Demek ki, gerçekçi olmak yetiyor.

Bu gerçekler birdenbire unutuldu ve hayatın iflas ettirdiği teoriler, tezler, son yıllarda ortalığı kapladı. Son yüzyılın yaşadığı ve henüz sıcak olan gerçeklerden bütünüyle kopuk bir tartışmadır gidiyor. Evet, bu tartışmanın en belirgin özelliği, hayatın tamamen dışında, soyut bir güzel fikirler âleminde yapılmasıdır. Tartışılan sorun, nihayet bir dünyayı değiştirme sorunudur. Ölçüt de, en sonunda ideolojilerin kitleleri harekete geçirerek maddi bir güç oluşturup, oluşturamadıklarıdır. Tarih bu sorunu çözmüştür. Insanlık, yüzyıldır sömürüye ve baskiya karşı sosyalizm bayrağı altinda mücadele ediyor. Yığınları, yerlerinden oynatma başarısını sosyalizm gösterebilmiştir. Öyleyse hayatla birleşen, dünyayı değiştirme pratiğiyle birleşen, sosyal pratiğe yön veren akım budur. Ve bu alanda bir rakibi de yoktur. Tek başına bu olgu, devrimci teorinin gerçekle birleştiğini kanıtlamaya yetiyor. Bilimsel teori, hiçbir zaman mutlak gerçeği yakaladığını, yüzde yüz doğru olduğunu ileri sürmemiştir. Bilgi teorisi, bilimsel deney, üretim ve sosyal pratiğin gelişmesine paralel olarak, gerçeğe gittikçe daha çok yaklaşabileceğimizi ortaya koyar.

Öyleyse karşı rüzgârlara, geri dönüş olgularına, ideolojik bunalımlara rağmen, geleceğin atılımları gene sosyalist akımın içinden çıkacaktır. Sosyalizmin iflas ettiğini söyleyenler, bir tarih bilincinden yoksundurlar. Ve en önemlisi son yüzyılın gerçeğinden kopmuşlardır ve ancak küçük dünyalarının temennilerini dile getirmektedirler.