Orada kimse Var mı – 1

YAZI: 1

VİVA LA ROBOTLU

“Günay Rodoplu’nun Söylev ve Demeçleri”ni okudunuz mu? Profesör Alev Alatlı tarafından derlenip, roman süsü verilerek (bir romandan çok bir profesörün serzenişlerini içerdiğinden “süsü verilerek” ibaresini kullanmak zorunda kaldım) Boyut yayınları tarafından oldukça hacimli bir kitap olarak “Viva La Muerte” adıyla yayınlandı, üstelik benim elimde şu anda dördüncü baskısı bulunuyor. Demek ki, kitap bir hayli satıyor. Bu kadarla da kalmıyor. Kitabın devamı da var. Seri, dört kalın kitapla tamamlanıyor. Henüz öbürlerini elime geçirip okuyamadığımdan ben de yazılarımın devam etmesi olasılığını gözönüne alarak seri numaraları koymak gereğini hissettim.
Kitap baştan aşağı iddialı bir Batı uygarlığı eleştirisi ve Doğu medeniyeti (sözcüklere dikkat) savunusu olmasına rağmen ilk dikkatimi çeken, bu içerikle kitabın kapağı arasındaki çarpıcı zıtlık oldu. Kitabı elime aldığım an (isim de üstüne üstlük İspanyolca olunca) bir batı romanıyla karşıkarşıya olduğum sanısına kapıldım. Kapağın düzenleyicisi böyle bir hava vermişti kapak düzenine. Haçla ile Hilâl arasında bir seçme yapmak zorunda kalırsa Hilâl’i seçeceğini (kırk katır mı kırk satır mı misali) duraksamasız belirten bir yazar için talihin kötü bir oyunu demekten başka bir şey gelmiyor elimden.
Önce roman süsü verilmiş kitabın bu “süsü” üzerine ciddi ciddi bir şeyler söylemek zorundayım.
Valla şunu hemen baştan belirteyim ki, bu kadarına Kemal Tahir bile cesaret edememişti. Tez-roman denilen ucube tarzın Türkiye’deki başta gelen temsilcisi Kemal Tahir son olarak “Devlet Ana” ile bu tarzın en beliğ örneğini vermişti! Uzun, dört beş sayfalık nutuklar, demeçler, bildirgeler, konuşmalar, tiradlar yoluyla yazarın görüş ve düşünceleri romandaki bazı kişilere anlattırılır. Roman doğru dürüst bir olay akışı olmadan bu görüş ve düşünceler temelinde ilerler ve yine yazarın kendi düşüncelerine noktayı koymasıyla sona erer. Ancak Alatlı’nın “roman”ında bir değişiklik var. Burada yazar, yarattığı bir takım kahramanlara ya da bir kahramana düşüncelerini söyletmiyor da, Günay Rodoplu adlı üniversite öğretim üyesi (aman yazıyı düzeltecek arkadaşlar dikkat etsinler, ikide bir dilim sürçüyor ve nedense “Rodoplu” yerine her seferinde “Robotlu” yazıyorum) yazarı, adeta kendi zihin cimnastiklerinin, kendi tiradlarının ve mantık yürütmelerinin bir kölesi, bir çömezi haline getirip, adeta Umberto Echo’nun Gülün Adı adlı romanındaki hafiye rahibin çömeziyle kurduğu ilişkiye benzer bir ilişki içinde, ona kendi düşüncelerini dile getirme ve kamuoyuna aktarma rolü veriyor. İşte Kemal Tahir’le zıtlık bu noktada. Ancak benzerlikte bir aşırıya gitme var. Bu kadarına Kemal Tahir bile cesaret edememişti dediğimiz de budur. Kemal Tahir’de nutuklar en fazla üç dört sayfa sürer, sonra araya bir takım olaylar girer, böylece bir roman dengesi kurulmaya çalışılır. Alatlı’da hiç böyle bir çaba yok, zaten böyle bir çaba olmaya kalksa kurduğu yapı temelden çatırdar. Çünkü bütün kitap Robotlu’nun düşüncelerini aktarma faaliyetinden ibaret. Bu yüzden de Alatlı, hiç çekinmeden, kendi çömezce araya girmelerini ve Rodoplu’nun dahiyane görüşlerini daha da pekiştirmeye hizmet eden çekingen itirazlarıyla onaylamalarını saymazsak, Rodoplu’yu sürekli olarak ve hiçbir olay kurgusu çabası göstermeden örneğin yirmi yirmibeş sayfa konuşturabiliyor. Bununla da yetinmiyor, bir de üstüne üstlük, kendisinin edebiyat “otoritesi” olduğunu söyleyen Robotlu’nun buna hiç de uygun düşmeyen beceriksizce kaleme alınmış edebiyat karalamalarını, acaba okuyucuyu sıkar mı türünden hiç bir kaygı taşımaksızın sayfalar ve sayfalar boyunca aktarmaktan hicap duymuyor.
Bu fütursuzluğun ardındaki büyük ideolojik özgüvene neyin yolaçtığı üzerinde bir başka yazıda durmayı düşünüyorum ama burada hemen şu kadarını belirteyim ki, günümüzde herhangi bir solcu romancı böyle bir “görüş ve düşünceler” ya da “söylev ve demeçler” ve “tiradlar” “romanı” yazmaya kalkışsaydı, hiç kuşkum yok, bizzat Alatlı’nın ideolojik ortaklık içinde bulunduğu kesimler de dahil olmak üzere hepimiz tarafından ve haklı olarak “propaganda edebiyatı” yapmaktan, “sosyalist gerçekçilikten” tefe konur, fena halde haşlanır, ele güne çıkamazdı bir süre. Ama iş, içinde yaşadığımız ideolojik atmosfere, içinde yaşadığımız dönemin uzman-aydınlarının kafaları biçimlendirme (bunu Gramsci’ye atıfta bulunarak Alatlı da kullanıyor ama yalnızca Kemalist-batıcı-devletçi kesimin uzman aydınlarını eleştirmek amacıyla) girişimlerine gelince değişiyor. Bu noktada amaca hizmet edecek hiçbir silah reddedilmiyor, solu köşeye sıkıştırmak için, vaktiyle sol tarafından kullanılmış bütün silahların ters yönde kullanılmasında hiç bir sakınca görülmüyor. Çünkü önemli olan amaçtır. Hedeftir. Hedefe bir an önce ulaşabilmek için bütün silahları kullanmak mubahtır. Bu uğurda, eleştirilen “sosyalist gerçekçiliğin” bin beterini bile yapmakla günaha girilmiş olunmaz. Çünkü 2. Cumhuriyet ideolojisinin, şimdi dünya ve ülke çapında hazır ekonomik ve toplumsal koşullar oluşmuşken, bir de entellektüel düzlemde egemenliğini kurması, solun bu alanda uzun yıllar sürmüş olan iktidarını yıkması, solcu aydınların Doğu medeniyeti yanlısı muhafazakârlara dönüştürülmesi gerekmektedir.

Rodoplu ve Alatlı’nın nasıl bir ideolojik egemenlik kurmak üzere kaleme kağıda sarıldıklarını anlamak için kitabın ilk 165 sayfasında (dediğim gibi dizimiz devam edecek, dergiye yetiştirmek için şimdilik kitabın birinci bölümü üzerinde duracağım)ortaya konan görüş ve düşüncelerden bazı örnekler vereceğim. Bunu yaparken edebiyat eleştirisinden teorik metin eleştirisine kaydığımın farkındayım. Ama heyhat! Habahat benim değil, Robotlu ile  onun robotu gibi oturup görüşlerini büyük bir sadakatle dile getiren Alatlı’da. Çünkü romanda Rodoplu’nun büyük bir dikkatle izlenmesi ve bağlantılarının kurulması gereken düşünceleri diyebilirim ki, kitabın yüzde doksan ağırlığını oluşturuyor.

OTORİTER VE TOTALİTER

“‘Tutuculuk değil,’ dedi, “sadece, akılcı otoritenin kaybını önleme gayreti’
“Akılcı, rasyonel otorite, diye zaman içinde kendisini yok eden otoriteye diyordu.
“Öğretmenin öğrencisinin, ustanın çırağının, burada usta şairlerin acemiler üzerindeki otoritesi. Boynuz kulağı geçtiği zaman rasyonel otorite ortadan kalkar. Amaçladığı da odur, zaten.'” (s.10)

“‘Ben otoriteyim de ondan,’ dedi Günay, sakin sakin.” (s.11)

“‘Nasıl?’ dedi Günay, ‘Nasıl okudu? Feuerbach’ı bilecek, yani, Spinoza’dan Bacon’a tüm modern felsefeyi bilecek, Teller’i bilecek, Teller’in Feurbach’a ilişkin değerlendirmelerini yorumlayacak! Hangi çevirilerle? Hangi Türkçeyle? Hangi kültürel donanımla?'” (s.27) (Alıntının daha iyi anlaşılması için bir açıklama: Rodoplu bu küçümseyici ifadeyi, Feurbach üzerine Tezler’i okuduğunu ileri süren Suat adlı işçiyi, bir bilim kadınının olabilecek en büyük ukalalık tavrını takınarak iyiden iyiye aşağılamak için kullanıyor.)

“‘Sahtekârlığı önlemek Hazreti Süleyman adaletinin geçerli olduğu totaliter rejimlerde belki de daha kolaydır.'” (s.31)

“‘Sen bir seçkincisin!’
“Gözlerini kocaman kocaman açtı,
“‘Evet,’ diye fısıldadı, ‘Evet! Ben rasyonel otoriteden yanayım!'”(s.51)

“İslamın insan görüşünde,(…) ‘itaat’ın ancak ‘iyilik emredildiği zaman’ şart olduğunu (…) anlattı.” (s.135-136)
Durumun anlaşılması için ne yazık ki, bu uzunca alıntıları yapmak zorunda kaldım ve bundan sonra da yapacağım. Efendim, sayın Rodoplu, “tutucu” değilmiş ama “akılcı otoriteden” yanaymış. Neymiş bu rasyonel otorite? Haşa, boynuz kulağı geçmeye kalkmayacak. Böyle bir şey olacak olursa, aynı bir zamanlar (ben de dahil) Marksistlerin ileri sürdüklerine benzer bir şekilde, zamanla yok olacağı varsayılan devlet gibi, zamanla kendisini yok edecek olan “rasyonel otorite”nin, yani Rodoplu ve Alatlı gibi, her türlü sınıfsal olanaklardan yararlanarak bilgiyi ve kültürü tekellerine almış akademisyenlerin o kibirli ve aşağılayıcı, o seçkin ukalalık duvarlarıyla karşılaşacaklardır. Daha olmadı, Hazreti Süleyman adaletini temsil ettiğini iddia eden totaliter güçler, bu haddini bilmezlerin hadlerini kuvvet yoluyla bildireceklerdir. Otoritelerin gücünün yetmediği yerde totaliterler (yani düzenin öz uzman aydınlarının bilgisel otoritelerine meydan okumaya kalkanlara karşı doğrudan devlet zoru) görevlerini yerine getireceklerdir. Bu otoriter ve totaliter düzende ayaklar baş olamayacak, herkes kendi yerini, sınıfsal konumunu bilecek, kendisine daha doğuştan biçilmiş sınıfsal kültürsüzlük kaderine boyun eğecek ve seçkinlerimiz de tepemizde otoriter bir tavırla egemenliklerini sürdürmeye, bilgi diktatörlüğünün meyvalarını yemeye devam edecekler, hali hazır düzenin sarsıntısız bir şekilde sürmesini sağlayacaklardır. Burada İslamiyet de (daha sonraki alıntılarda iyiden iyiye göreceğimiz gibi) önemli bir boyun eğdirici güçtür. Çünkü o “iyilik” emretmekte ve bu iyiliğe boyun eğilinmesini önermektedir. Bunu yapmayanlar iyiliğe, yani rasyonel otoriteye başkaldırmış olduklarından katl’leri vacip olmaktadır (tabii burada artık bu kadarını söylemiyor Alatlı). Efendim, Robotlu, “tutucu” değilmiş de seçkinciymiş ve rasyonel otoritenin temsilcisiymiş. Allah iyiliğini versin Alatlı. Bunun Bayan Thatcher’in “ben tutucu değil, muhafazakârım” türünden bir totoloji yapmasından ne farkı var?

DOĞU-BATI KARŞITLIĞI ÜZERİNE KURULAN OYUN

Şimdi “tutucu” olmayan seçkinimiz ve otoriterimiz Rodoplu’dan Doğu-Batı “zıtlığı” üzerine bazı alıntılar (ve arada da küçük saplamalar) yapmaya başlayalım.
“‘…yüzbinlerce camimiz var, Müslüman olduğumuz yalan;'” (s.46)
(Doğal olarak Müslümanlığın bizatihi kendisinin en büyük yalan olduğu tartışma konusu bile edilmiyor ve sanki yüzbinlerce camimizle SAHİCİ Müslümanlar olsak sorun halledilecekmiş gibi bir izlenim yaratılıyor.)
“Kişi önce kendini islah edecek” (s.50)
(Buyrun bakalım! Rodoplu’nun deyişiyle -sayın profesörün öyle bir egemen üslubu var ki, insan ister istemez etkisi altına girip onun terimlerini kullanmak durumunda kalıyor- başka bir “hamakat”. Yeniden başa döndük. Toplum, hepimizin kendini “islami değerlerle, Doğu değerleriyle, Türklük değerleriyle” islah etmesiyle düzelecek. Allah islah etsin!)
“‘Batı ancak görmek istediği Doğu’yu anlatana sıcak bakar. ‘Evrensel’ olduğu iddia edilen bir kültür dayatılıyor ya canım, bu kadınlar, o ‘evrensel’ kültüre duydukları özlemi, daha doğrusu kendi ‘ilkel’ kültürlerinden ne denli nefret ettiklerini dile getirdikleri sürece itibar görürler.'” (s.67)
(Burada, kendi toplumlarının ataerkil değerlerini eleştiren feminist Arap kadın şairlerine atıfta bulunuluyor. Ve ben bu satırları okurken hiç de yabancısı olmadığım bir suçlamayı çağrışım yoluyla anımsıyorum. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül dönemlerinde üzerlerindeki baskıyı dünya kamuoyuna duyuran devrimcilere, halktan insanlara da aynı suçlamanın yapıldığını herkes anımsayacaktır. Demek ülkenizi Batılılara şikayet ediyorsunuz ha! Vay vatan hainleri vay! Üstelik bunu söyleyenler, Batı emperyalizmi ile, al takke ver külah diyerek ekonomik alanda mercimeği çoktan fırtına verenler değil miydi? Sayın Rodoplu da, bir yandan, Amerikan ajanı olma olasılığı yüksek batılı bir uzman-profesörün karşısında, üstüne giydiği bindallılarla kahramanlık gösterileri yapıp, bir yandan da batılılarla borsa oyunlarına kalkışan Türklere, “dönek solculara” karşı çıkanları amansızca eleştirirken ya da Batı ile içli dışlı çevrelerin, Özal’ların bedava avukatlığını üstlenirken aynı oyunu oynamıyor mu?)
“‘Ha, eğer, milliyetçilikten, Batılılaşmakta yaya kalma pahasına, kendi kültürüne sahip çıkmayı anlıyorsanız, bakın o doğru. Evet, milliyetçiyim. Ve Hilal’le, Haç arasında bir seçim yapmak söz konusuysa, hiç kuşkunuz olmasın. Hilal’i seçerim.'” (s.71)
(İşte böyle kahramanca ve aynı zamanda kof bir yanıt veriyor Robotlu, Amerikan ajanı olma olasılığı yüksek batılı kadın profesöre. Güya, milliyetçiliği ile batılı profesörü korkutacak. Oysa kim korkar dişleri sökülmüş kurttan? Üstelik bu ne kandırmacadır ve ne fütursuzluktur ki, böyle kahramanca ve hamasi bir havada söylenebiliyor. Hilâl’i seçermiş. Çünkü kendi kültürüne sahip çıkıyormuş. Bu iki feodal -bugün Batı için artık burjuva- yıkılası kültürden birini seçmek zorunda mıyız allasen? Hem Arap şeyhlerinin, Osmanlı sultanlarının hakim kültürü, bizi yüzyıllardır ezen bu hakim kültür nerden bizim oluyormuş? Bu olsa olsa sizin kültürünüz olabilir sayın Rodoplu ve Alatlı, biz ezilen kitlelerin değil. Ve siz bu kültürle, CIA’yı da içeren batı emperyalizmiyle uzun yıllar daha çok halleşirsiniz -yine kendi deyimi-. Biz böyle bir hilal-haç ikilemi garabetine ya da hamakatına, her ne haltsa, hiç mi hiç sıkışmak niyetinde değiliz. Evet, biz milliyetçiliğin tam karşısında yer alan devrimci EVRENSEL kültürden yanayız. Batısıyla Doğusuyla bütün ezilen sınıf ve tabakaların, ezilenlerin geçmiş bütün  ayağa kalkışlarının temsilcisi olan o kültürden yana. Kemalizm bizi yarım yüzyıl batılılaşma diye oyaladı. Bir elli yıl da sizin kokuşmuş doğululaşmanızı çekmeye hiç mi hiç niyetimiz yok.)
“‘…bizim medeniyetimiz (…) epeyi iyi bir medeniyettir, hakçası, bize asırlarca çok iyi hizmet verdi…” (s.73)
(Batılı profesör karşısında, üzerinde bindallısı -gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz manzaranın komikliğini- nutkunu böyle sürdürüyor Rodoplu. Yine “BİZE” diyor. Kimsiniz siz allasen. Bu biz’in içinde kendimizi görmemiz mümkün değil. Bu biz’in içinde Osmanlı paşalarını, üzerlerinde saray içi elbiseleriyle salına salına dolaşan hanım sultanları falan gözümüzün önüne getirebiliyoruz da, pek övdüğünüz medeniyetinizin yüzyıllar boyu kan kusturduğu anadolu köylülerini, vahşi grevlere girişen tersane işçilerini falan görmek pek mümkün olmuyor. Evet, siz sınıfınızın hakkını veriyorsunuz. Helal olsun! Ama biz size hakkımızı helal edecek değiliz.)
“‘Bilgi ve inançla, sözle ve eylemle, malla ve canla, bütün kuvvetini sarf ederek biyolifiya yolunda yolunda savaş…’ diyerek güldü, ‘Cihad!'” (s.78)
(Ve biz de güldük okurken. Bir hanım sultan sedirine oturmuş ve “cihad”a çağırıyor. Ve ben de “olur hanımefendi Sıvas ölülerine, Mumcu’ya, Dursun’a, Üçok’a vb…söylerim dedim içimden)
“‘Bak, İslamiyetin insanın özgür olduğunu, bağımsız olduğunu teslim etmiş olması çok önemli.'”(s.134)
(Kelâmın kendisi yeterli. Geçelim.)
“‘Kitaplı dinlerin arasında bir tek İslam, Hiroşima’yı, ne tarihsel durumun ne de önceden belirlenmiş alın yazısının değil, insanoğlunun marifeti olarak görür!…Müslüman yabancılaşmayandır. Tabii, ilkesel olarak. Profesyonel müslümanlardan bahsetmiyorum.'” (s.135)
(Anlaşılan amatör Müslümanlardan söz ediliyor. Herhalde Menemen’dekiler, Sıvas’takiler, Maraş’takiler, Kanlı Pazar’dakiler bu amatör kategorisine girmiyorlar.)
“‘Kuramsal olarak, Batı medeniyetinin nekrofilik kıyıcılığının alternatifi, biyofilik İslamiyettir.'”(s.142)
“Hazreti Muhammed gibisi yoktur. Eşsizdir.” (s.144)
(Pes! bu konu yeter.)

RODOPLU EŞİTLİĞE KARŞI

İslamiyeti aklayan, aklayan ne kelime, cihad düzlemine varıncaya kadar savunmakta ısrarlı olan Robotlu (ya da çömezi rolünü gönüllü olarak üstlenmiş olan Alatlı), bunun doğal sonucu olarak başta cinsel eşitlik olmak üzere her türlü eşitliğe fena halde karşı olduğunu açık seçik beyan ediyor.
“‘Neden bir dönmenin, bir homoseksüelin ekrana çıkma hakkı, bir sıkmabaşın ekrana çıkma hakkından önce geliyor?'”(s.39)
(Robotlu ya da Alatlı’nın “dönme” sözcüğünü kullanırkenki aşağılayıcı tonlamalarının kulağımızı tırmalayışını geçelim. Ve şöyle soralım: Peki o kadar adaletten özgürlükten dem vuran Robotlu ve Alatlı haklı olarak sıkmabaşlara giyimlerinden dolayı yapılan baskıya karşı çıkarken toplumumuzda en büyük aşağılamaya uğrayan, bizzat devlet görevlileri tarafından dövülen, küfür edilen homoseksüellere yapılan bu baskı ve adaletsizlik karşısında neden kıllarını bile kıpırdatmıyorlar? Çünkü Doğu’su ve Batı’sıyla bütün dinlerde olduğu gibi İslamiyette de homoseksüellik kınanacak bir şeydir, baskıyı hak etmiş bir şeydir. Öyle değil mi?)
Ve Alatlı “‘Eşitlik, Günay’cım!” (s.39)’lı ünlem işaretleriyle kadın-erkek eşitliği ile dalga geçerken bir kez daha hayran olduğu İslam ahlakının değerlerini dile getiriyor, nitekim biraz ilerde de Rodoplu’yu “‘bireyselliği yüceltmek, geleneksel aile yapısını korumak isteminden (…)’daha yüce’ bir uğraş, hatta bir ‘hak’ sayılacak'” (s.67-68) diye konuşturarak kökleri İslamiyette olan geleneksel aile yapısını da bizlere kabul ettirmeye ve bireyselliği bu aile yapısına karşı savunma hakkımınızı elimizden almaya çalışıyor.
Cinsel özgürlüğe ve eşitliğe İslam yasaları dolayısıyla karşı olan Alatlı ve Rodoplu’nun genel olarak eşitliğe de karşı olacaklarını tahmin etmek zor değildir: “‘Eşitlik’e değil, ‘kardeşlik’e inanıyorum. ‘Eşitlik’ fiilen mümkün olmayan bir kandırmacadır. İnsanlar kardeştirler ama eşit değil (…) Eşitlik olsun diye, bir bebekle bir delikanlının önüne aynı cins ve miktardaki yemeği mi koyacaksın? Paylaşmak, azami doyumu sağlayacak bölüşümü becerebilmektir.'” (s,140-141)
Tam tersi! Eğer insanlar eşit değilse kardeşlikten söz etmek tam bir kandırmacadır ve bu kandırmaca yüzyıllar boyu dinler ve hakim sınıf ideologları tarafından ezilenlerin önüne sürülmüş durmuştur. “Komşunuzu sevin” öyle mi? Bu komşu sizin canınızı okuyan bir patronsa da onu sevmekten geri durmayın. Ey sınıflar kardeşleşin, ama ey ezilen sınıflar sakın eşitlik talep etmeyin.
Hele şu eşitlik anlayışına bakın! Şu basit ve çocukça mantık oyununa bakın! Koca profesörlere yakışıyor mu hiç? Bir bebeğin ve bir delikanlının (neden genç kız değil de delikanlı? Geleneksel kültürün alışkanlıkları!) önüne aynı cins ve miktar yemeği koymaya kalkışmak eşitlik değil, olsa olsa aptallık olur. Ve böyle tuhaf ve naif örnekler vererek profesörlerimiz anlaşılıyor ki, bizi iyiden iyiye aptal yerine koymaktadırlar. Paylaşmak azami doyumu almakmış. O zaman önce birileri azami doyumu alacak. Geriye kalanlar da biz fakirlerin önüne atılacak. Valla sınıf bilincinin bu denli uyanıklık düzeyinde seyretmesi insanı şaşırtıyor.
Cinsler arası eşitliğe karşı olan profesörlerimiz işi iyice ileri götürüp tesettürü, (ama akılcı otoriteye uygun “makul” bir tesettürü) savunma noktasına varıyorlar. “Tesettür, bindallı ile de, kaftanla da gerçekleştirilebilir.” (s.143) Doğrusu gecelerini, İstanbul’un en lüks gece kulüplerinde, o gece masalarda “kimin kimi düzeceğinin” (s.43) konuşulduğu Ziya Bar gibi yerlerde geçiren bir hanım profesöre de ancak böylesi “makul” bir tesettür anlayışı uygun düşerdi.

DAHİ BİLGİNİMİZİN ELİNDEKİ KAZMA…

Alatlı, Robotlu’nun dahice saptamalarına adeta dalkavukluğa varan bir hayranlıkla yanıtlar veriyor. Onu nerdeyse bir ahır zaman peygamberi olarak taktim ediyor. Rodoplu, geçmişte devrimci olan hangi tuğla varsa yaradana sığınıp oraya kazmasını sallarken Alatlı onun cesaret ve hışmını alkışlıyor. Rodoplu, vuracağı yerleri çok iyi biliyor. Ve vururken hiç insaf etmiyor. Ona göre 27 mayıs “bütünüyle anti-demokratik” bir darbedir (s.15), Tevfik Fikret, yabancı şairlerden çevirdiği şiirleri (“Han-ı yağma”) kendi şiiriymiş gibi okuyucuya sunan (s.30) bir gözbağcıdır. (Bu iddia doğru olsa bile, bu tür yöntemlere geçmişte ve şimdi başvuran onca kişi varken Tevfik Fikret’in seçilmiş olması ve sanki sıradan bir örnek veriliyormuş gibi araya sokuşturulması ilginç değil mi? Dedik ya, Robotlu hedefini iyi seçiyor). Arabesk iyidir ve ilericilerimiz ona karşı çıkarak aslında Türk’ün doğal eğilimlerine karşı çıkıyorlar(s.140) (Burada “seçkincilik”, dalkavukça bir kitle kuyrukçuluğuna dönüşüyor). Kazmacı profesörümüz “TDK’ya” da karşıdır, “dünyada bizden başka hiçbir ulus kuşakları birbirinin dilinden bu kadar anlamaz kılan faciayı böylesine şevkle alkışlamamıştır” (s.118), “TDK, yarattığı kavram kargaşası ile Türk fikir hayatını tarumar etmekten başka bir işe yaramamıştır.” (s.120) (Bizden kitaba küçük bir katkı: “Tam burada söze girerek, ‘kendini o kadar üzme Günay’cım, 12 Eylül paşalarımız da onu tarumar ettiler’ dedim gözlerinin içine hayran hayran bakarak.”)
Hepsini anladık da, Alatlı’nın kitabını, yüzde seksen ölçüde TDK’nın kuşaklar arası kopukluğa yol açan sözcüklere dayanarak yazması anlaşılır gibi değil. Madem öyle, acaba yazarımız neden kuşaklar (dikkat edilsin, Alatlı, hâlâ yaşayan “nesil” sözlüğünü bile kullanmayıp, TDK üretimi olan kuşak sözcüğünü kullanmayı tercih ediyor)  arası kopukluğu gidermek üzere biraz olsun Osmanlıcaya doğru bir yönelim göstermemiştir, merak konusudur.
Profesörlerimize ders vermek gibi bir işgüzarlık yapıp, boynuzun kulağı geçmesi türünden akılcı otoriteyi sarsan davranışlarda bulunmaktan kaçınalım ama, şunu belirtmeden geçemeyeceğiz: İster bizdeki gibi, yer yer aşırılıklara varan büyük sıçramalarla olsun, ister daha ağır bir gelişme yoluyla olsun, bütün toplumların değişimine palalel olarak (bütün değişimlerin olumlu ve mutlaka ileriye doğru olduğu yönündeki pozitivist iyimserliği bir yana bıraksak bile) diller de değişmektedir ve bu anlamda da kuşaklar arasındaki “kopukluk” denilen şey, belli ölçülerde kaçınılmazdır. Bugün İngilizler Shakespeare İngilizcesini anlayamıyorlar, o kadar uzağa gitmeyin, kırk yıl öncesinin bir çok sözcüğünü “old fashion” (eski moda) diyerek kullanmıyorlar artık. Yani bu olay yalnızca bizim toplumumuza özgü bir şey değil. Bunun böyle olduğunu düşünenler, toplumu diliyle, kültürüyle dondurmaya kalkışan “kulak”lardır.

HASSAS HASSASİYETLER

Profesör Alatlı ve Profesör Rodoplu, toplumun kıyıcı eğilimlerini eleştirirken ve bunun basına yansıyan örneklerini teşhir ederken kuşkusuz haklıdırlar. Ancak haksız oldukları nokta, bu hassasiyetin yalnızca belli noktalarda ortaya çıkması ve başka bazı noktalarda hassasiyetin vurdumduymazca bir anlayışsızlığa dönüşmesidir.
Neden hassasiyetler ve hassasiyetsizlikler hep aynı noktada ortaya çıkmaktadır? Beni bu düşündürmektedir işte. Neden Semra Özal’ın kat kat yağlara dönüşmüş ve korkunçlaştırılmış karikatürüne gösterilen tepki, gencecik insanların televizyon ekranlarında, henüz yargı önüne bile çıkmadan, başları eğik, önlerindeki masalarda silahlarla ve sahte kimlik belgeleriyle suçlu diye sunulmalarında gösterilmez (tabii bütün bu örnekleri verirken burada, ileriki sayfalar için rezerv koyma durumundayım). Neden Özal’ın da Çavuşesko’nun akıbetine uğraması yolundaki dileklere duyulan tepki, bu akıbete her gün fiilen uğrayan yüzlerce insana karşı yapılan hunharca uygulamalara duyulmaz. Mezra basan PKK militanları hakkında verilen örnek, neden PKK ya da Dev-sol militanlarını öldürüp sokaklarda sürükleyen ve işi bir kitlesel kurban bayramı gibi ele alan görevliler örneği ile zenginleştirilmez? Neden, çağdaş bir Nechaev portresi çizilerek Ali adlı “devrimci lider”in, kardeşinin açlık grevi sonucu ölecek olmasından kılının kıpırdamadığı abartılı bir ve oldukça propagandif bir şekilde (“tebessümü sapık bir sırıtmaya dönüştü”) anlatılıyor ve profesör Rodoplu’nun olayı iyice dramatize edip “kardeşin ÖLECEK” türü vurgularla aklın biricik temsilcisi rollerinde ortaya çıkması için elden gelen herşey yapılıyor ve Ali’ye bu yüzden kolayca “ölü-sevici” (sözcüğün sevimsizliği yüzünden ben yazar adına okuyuculardan özür dilerim)yaftası asılıyor da, böylesine ölümlere yol açan açlık grevlerine insanların neden gitmek zorunda kaldıkları, buna devletin hangi tür baskılarının yol açtığı, Ali adlı liderin kardeşine, diğer arkadaşlarından ayrılarak tek başına açlık grevini bitirmesini önermesinin ona ihaneti önermekle aynı şey olduğu, bunun da manevi bir ölüm olduğu, bir bakıma böylesine manevi bir ölünün sevgiden ömür boyu yoksun kalacağı, bunun da ölü-sevicilik kadar korkunç bir yaşam kıyıcılık olduğu ve aslında “VİVA LA MUERTE” diye bağıranların yazarlarımızın fazlasıyla himaye etmeye çalıştıkları Özal’ların emrindeki yaşam kıyıcı ölüm timleri olduğunu düşünmek ve bunu dile getirmek akılcı ve otoriteci profesörümüzün bir nebze olsun aklının köşesinden bile geçmiyor?

Gün Zileli
12 Aralık 1993

Amargi’nin Ocak 1994 tarihli, 8. Sayısında yayımlandı.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Ne Mutsuz Yunanım Diyene!

Artıgerçek Nikos Dimu, Ne Mutsuz Yunanım Diyen!, Çev: Herkül Millas, İstos, 2017 (ilk Yunanistan basımı: …