Otuz Yıllık Serüvenim

OTUZ YILLIK DÜŞÜNSEL SERÜVENİM:
KEMALİZMDEN MARKSİZME,
MARKSİZMDEN ANARŞİZME …



1963:
O günkü toplumsal çevremin ve toplumsal gelişmenin etkisiyle YÖN dergisi okumaya başlıyorum. 17 yaşında liseli bir gencim. Kemalist kültürün etkisi altındayım. Üstelik Kemalizm, 27 Mayıs hareketinin etkisi sonucu, sol bir yorumla yeni bir canlanış içinde. YÖN’ün “önce Kemalizm, sonra sosyalizm” anlayışı sosyalizmi benimsememe yol açıyor. Kemalistliğimi sosyalistliğimle zenginleştirdiğimi düşünüyorum. Bu ikisini kafamda bağdaştırmaya çalışıyorum. Ayrıca, kemalist ilerlemeciliği ve kalkınmacılığı günümüzde sosyalizmin gerçekleştirebileceğini düşünüyorum.

1963-68: Anti-emperyalist mücadelelere bağımsız bir militan olarak katılıyorum. Bu arada TİP’le tanışıyorum. TİP yanlısı Sosyal Adalet dergisini YÖN’den daha fazla beğenmeye başlıyorum. YÖN’de TİP’le ilgili açılan tartışmaya katılıyorum. Yayınlanan bir mektubumda TİP’i savunuyorum. Kemalizmden gittikçe uzaklaşıyorum. Giderek Marksist klasikleri okuyorum. TİP Genel Merkezinde görev alıyorum. Adnan Cemgil’in yönettiği Emekçi dergisinde çalışmaya başlıyorum. Artık Marksizm yollarındayım. Kitle hareketlerine herhangi bir örgütün militanı olarak değil, bir birey olarak katılıyorum. Nerde bir yürüyüş var oraya gidiyorum kendi başıma. Giderek FKF’li oluyorum, görev alıyorum ama yine de bağımsızlığım çok önemli. Örgütlere bağlanmaktansa kendi bildiğim gibi doğrudan eylemlere katılmak beni daha çok çekiyor. Henüz örgüt fetişizminden çok uzağım.

Bu yıllarda Çin’deki Kültür Devriminin etkisiyle Sovyetler Birliği’ni revizyonist olarak görüyorum. Çin’de daha iyi bir sosyalizm var. Ama yine de Sovyetler Birliği bizimdir. Onu savunmalıyız Amerikan emperyalizmine karşı. Ne de olsa Lenin ve Stalin’in inşa ettiği ülkedir bu. Stalin mi? O, burjuvaları kesmiştir. İyi de etmiştir. Biz de iktidara gelince aynısını yapacağız. Bu arada Mao’ya hayran olduğumuz kadar Che Guevara’ya da hayranız. Bizi, bürokrat yüzlü Sovyet yöneticilerinden çok, gerilla elbiseli bu liderler çekiyor. Devrimci romantizmimizi onlarda somutluyoruz.

1968: Vietnam’daki anti-emperyalist mücadele yüreğimizi tutuşturuyor. Bu mücadelenin en kızgın anında Çekoslovakya’da olanlar beni rahatsız ediyor. Çekoslovakya’daki arayışları safları bölmek olarak görüyorum. Çekoslovakya’nın işgalini, bu bölme eyleminin durdurulması olarak değerlendiriyorum. Her ne kadar Sovyetler Birliği revizyonistse de bu bölücü eylemi bastırarak olumlu bir iş yapmıştır. Mao’nun bu işgale karşı çıktığını duyduğum zaman önce inanmıyorum. Burjuvazinin yalanı deyip geçmek istiyorum. Sonra gerçek olduğunu öğrenince şaşırıyorum bir süre. Çin-Sovyet çatışmasını daha yakından incelemeye başlıyorum. Tercihim kesinlikle Mao’dan ve Çin’den yana. Çekoslovakya olayını Çin’lilerin açıkladığı şekilde iki revizyonist kliğin çatışması olarak açıklamaya başlıyorum. Çekoslovakya’daki arayışa yine ödün yok. Artık Mao’nun ve Çin’in daha yakın bir takipçisiyim. Mao’nun Milli Demokratik Devrim görüşünü benimsemem de bu yüzden daha kolay oluyor. Bu, içinde bulunduğumuz anti-emperyalist mücadeleye daha yakın düşüyor.

1969-74: Marksizm-Leninizme bir de Mao Zedung düşüncesi ekleyen hareketin içindeyim. Artık devrimin kesin ve doğru yolunu bulduğuma kendimi ikna etmişim. Beş usta bize yol gösteriyor. Kruşçev’ci karşı-devrim Sovyetler Birliği’ni sosyalist olmaktan çıkartmıştır. Revizyonist yöneticiler yeni bir bürokrat sınıfın temsilcisi olarak ülkeyi kapitalizme geri döndürmüşler, anti-emperyalist mücadeleyi baltalamışlardır. Stalin’in ölümüne kadar proletarya diktatörlüğü sağlıklı bir şekilde yürürken Kruşçev’le herşey bozulmuştur. Zaten Lenin küçük burjuvaziden gelen geri dönüş tehlikesine daha başından dikkat çekmemiş midir? Castro ve Che Guevara’ya gelince, bunlar küçük burjuva devrimcileri, maceracılarıdır. Elveda devrimci romantizm! Elveda Che Guevara! Çin yöneticileri, Che Guevara’nın ölümünü Çin basınında küçük bir haberle geçiştirmişlerse bunu halkın yanlış bir bilince kapılmaması için yapmışlardır. Sovyetler Birliği yöneticileri, barış içinde bir arada yaşama sloganıyla Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi yumuşatmaya çalışmaktadırlar. ÇKP, dünya devriminin öncüsüdür. Ona Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi yol göstermektedir. Öyleyse o hata yapamaz.

1974-76: Sovyetler Birliği artık bir süper devlet olarak dünya rekabet sahnesine çıkmıştır. Amerika’nın başlıca rakibi, emperyalist bir devlettir. Amerika kadar tehlikelidir. Yeni bir dünya savaşının iki kaynağından biridir. Bu yüzden dünya halklarının ve halkımızın baş düşmanı yalnız Amerika değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’dir. Nasıl bir zamanlar, Stalin döneminde dünya devriminin kalesi Sovyetler Birliği idiyse ve Sovyetler Birliği’ni savunmak dünya devrimini savunmakla özdeşse, Sovyet devletinin çıkarlarıyla dünya devriminin çıkarları arasında bir çelişme olamazsa, bugün de Çin Halk Cumhuriyeti aynı konumdadır. Dünya devriminin kalesi Çin’dir. Onun savunulması dünya devriminin savunulmasıdır. Bu yüzden Çin Komünist Partisi’nin saptadığı politikalar bizim de devrimci mücadelemize yol göstermelidir.

Bu çizgi değişikliğini ve Sovyetler Birliği’ni de baş düşmanlar arasına katmayı kabul etmekte önce biraz ayak diriyorum. Ancak baş çelişmenin değişmesi koşullarında bunun mümkün olabileceğini söylüyorum. Bunun üzerine baş çelişmenin değiştiği tespitini yapıyoruz. Soruna teorik bir açıklama getirilince rahatlıyor, ikna oluyorum.

Bu arada örgütlenmenin, daha doğrusu devrime öncülük edecek, doğru bir ideolojiyle bezenmiş bir partinin önemi iyice vurgulanıyor. Öncü parti olmadan devrim olamaz. Devrimin yapılabilmesi ve devrimden sonra düzgün bir sosyalizmin kurulması böyle bir partinin inşasına bağlıdır. Lenin’in örgütlenme üzerine yazılarını ve kitaplarını su içer gibi okuyorum. Örgütlenme sorunlarına eğilim gösteriyorum.

1976-78: 1976 yılında Enver Hoca’nın, Mao Zedung’u ve Üç Dünya Teorisini suçladığı ünlü AEP 7. Kongresine katılıyorum. O zamana kadar Arnavutluğu Çin gibi sağlam sosyalist ülkelerden bildiğimizden orada gördüklerim kafamda ilk sarsıntıları yaratıyor. Enver Hoca’ya tapılırcasına yapılan tezahurat; her yerde Enver Hoca’yı öven sloganlardan başka bir şeyin görülememesi; Enver Hoca salona girmeden onun gireceği yerin projektörlerle aydınlatılarak yapay bir havanın yaratılması; böylesine bir Enver Hoca tapıncına karşılık halkın, durumdan hiç de memnun olmadığını uzaktan bakışlarıyla bile belli etmesi; Stalin tekstil kombinasında çalışan işçi kadınların sararmış ve mutsuz yüzleri, buna karşılık fabrikanın sorumlu kadın menejerinin şıklığı ve işçilerle zıt bir görüntü oluşturması; halkın, önlerinden arabalarla geçen biz konuklara biraz merak, biraz da kızgınlıkla bakışı; son derece bürokratik ilişkiler, yapılan bir şikayetin asla parti üst kademelerine ulaşamaması, şikayetlerini dinlemeye gelen parti görevlisinin beylik sözlerle seni yatıştırmaya çalışması ya da söylenenleri laf olsun diye not edip bir daha semtine bile uğramaması; parti kongresinde yedi gün boyunca bir tören havasının sürmesi; konuşmaların, önceden ayarlandığı izlenimini veren, Enver Hoca’ya övgü dolu hamasi konuşmalar olması; aslında bu kongrenin bir seramoniden başka hiçbir şey olmadığının ayan beyan görülmesi; herşeyin sahte bir mizansen ve gösteri havası içinde geçiştirildiğinin, gerçek politikaların bu kongrede değil, daha başka yerlerde çok önceden saptandığının anlaşılması; oranın sadece bir el kaldırma ve övgü yeri olduğunun ve burada yedi günün törenlerle boşuna harcandığının belli olması; bütün bunlar, kafamda büyük sarsıntı ve kuşkulara yol açıyor. Ancak sığındığım bir tek yer var. O da, Enver Hoca’nın Mao’ya saldırarak revizyonist bir yola girdiği ve bürokratik bozuklukların bu revizyonist çizgiden kaynaklandığı açıklaması. Ama bu açıklama da çok oyalayıcı olamıyor. Çünkü bu gelişmelerin bir günde ortaya çıkmadığını anlamamak için çocuk olmak gerekiyor. İlk kez o zaman acaba Stalin döneminde de böyle miydi diye belli belirsiz bir soru takılıyor kafama.

Örgütlenmedeki tıkanıklıkları gidermek üzere örgütlenme alanında sorumluluk üsleniyorum. Dar-kapıcı ve sekter örgütlenme tarzına karşı olmama rağmen Leninizmin merkeziyetçi örgütlenme tarzını eleştirmek aklımın köşesinden bile geçmiyor. Herşeyi yine merkezden yapıyoruz. Kısa vadede avantajlı gibi görünün bu tarz, tabanı insiyatifsiz bırakıp örgütü hareket edemez, merkezden dürtüklenmedikçe faaliyet gösteremez hale getiriyor.

1978-80: İki süper devletten daha tehlikelisi Sovyetler Birliği’dir. O, Hitler’in çizmelerini giymiştir. Bu yüzden esas vuruş ona yöneltilmelidir. Hatta baş düşman odur. Amerika’nın dişleri dökülmüştür. İki süper devlet arasındaki çelişmelerden yararlanılmalı, hatta Amerika dünya barış çephesine kazanılmalıdır. Çünkü Çin devletinin çıkarları bunu gerektirmektedir. Bir savaş halinde Rusya Çin’i, yani sosyalist anavatanı işgal edecektir. Öyleyse Çin’in savunulması için Sovyetler Birliği tecrit edilmelidir. Türkiye devriminin düşmanı da bu yüzden Sovyetler Birliği’dir. Sovyetler Birliği’ne karşı en geniş cephe kurulmalıdır. Bunun için, aynı Mao’nun, Çin Japonlar tarafından işgal edildiğinde yaptığı gibi, iç çelişmeler ikinci plana atılmalı ve Türk devleti ve hakim sınıfları da bu cepheye alınmaya çalışılmalıdır. Nasıl, ikinci dünya savaşında Hitler tecrit edildiyse ve Hitler’e karşı herkesle birleşildiyse, bugün de Sovyetler Birliği’ne karşı aynı şey yapılmalıdır. Bu siyasetin benimsenmesinde en gayretlilerden biriyim. Ancak yine de, Aydınlık gazetesinde solcuların ihbar edilmesine karşı içimde önemli ahlâki kaygılar taşıyorum. Fakat bu kaygılar, ne yazık ki, bir kaç küçük itirazın ötesinde seslendirilmiyor bile. Bunda, o zamanki örgüt ve disiplin anlayışımın yanısıra, içinde bulunduğumuz kördöğüşü ortamının ve kısa yoldan başarı hırsının insani duyarlılıkları bastırmasının da rolü büyük.

Bu arada ideolojik cephede beklenmedik bir şey oluyor. Avrupa’dan Yıldırım Dağyeli, TİKP yöneticilerinden eski tüfek Halim Spatar, Stalin’in ikinci dünya savaşı öncesi politikalarını eleştiren argümanlar ve belgeler getiriyorlar. Özellikle Hitler-Stalin paktı ve Sovyetler Birliği savaşa girinceye kadar işgal edilen ülkelerdeki komünist partilerinin Stalin’in talimatıyla izledikleri faşizme karşı teslimiyetçi politikalar eleştiriliyor. Hitler-Sovyetler Birliği benzetmesinden kalkılarak, Stalin’in bu teslimiyetçi politikalarıyla bugünkü Sovyetler Birliği’ne karşı teslimiyetçi politikalar arasında paralellikler kuruluyor. TİKP önderliği, bu benzetme ve eleştiriler o günkü politikasına uygun düştüğü için Stalin’in eleştirisine karşı açık kapı siyaseti izliyor. Ve işte sarsılmaz Marksizm-Leninizm-Mao Zedung ideolojimizdeki ilk gedik böylece açılmış oluyor. 1980 yılında, Stalin’in yanlış politikalarının yanısıra onun parti içi muhalefete karşı giriştiği baskılar konusunda da kafamda kendime bile açıkça itiraf edemediğim kuşkular başlıyor.

Bunun yanısıra ideolojimizdeki sarsıntıyı körükleyen bir başka olay da Çin’deki gelişmeler oluyor. Çiang Çing ve diğer üç üst parti yöneticisinin Mao’nun ölümünden sonra tasfiye edilmesiyle ve Deng’in işbaşına gelmesiyle, daha önce bizim tarafımızdan Sovyetler Birliği’ne yöneltilen “kapitalist yolculuk” eleştirisini anımsatan gelişmeler başlıyor Çin’de. Dış politikada Amerika’yla ittifak çizgisine paralel olarak Çin’in iç pazarı da kapitalizme yeniden açılıyor. Bunun başlıca sembolü Coca Cola’dır. Yıllar yılı Maocu tabana Sovyetler Birliği ile ilgili olarak bu ve buna benzer semboller gösterilmiş, eleştiri konusu yapılmıştır. Şimdi aynı gelişmeler, hem de fazlasıyla Çin’de olmaktadır. Bu gelişmeler nasıl açıklanacaktır?

198O yılının yaz aylarında Aydınlık gazetesinin iç sayfalarının düzenlenmesi işinde çalışıyorum. Tabandan yüzlerce soru geliyor. Bu soruların bir kısmı Sovyetler Birliği’nin baş düşman ilan edilmesine, hakim sınıflarla ittifak yapılmasına, Nihat Erim’in cenazesine katılınmasına, diğer solun Sovyet işbirlikçisi ilan edilmesine, üç dünya teorisine vb. ilişkin. Ama bunun yanısıra, Çin’deki gelişmeler konusundaki sorular da çok önemli bir yekun tutuyor. Bu sorulardan bir kısmını o zamanki Partinin resmi ideolojisiyle yanıtlamak mümkün değil. Yanıtlanamayan sorular bir klasörü dolduruyor. Bir gün bu klasörü götürüp Doğu Perinçek’in masasına bırakıyorum. Doğu sorular yığınına bakıyor bakıyor ve sonunda bu soruları yanıtlamak üzere bir komisyon kuralım diyor. Orada karar veriyoruz. Komisyonda Doğu, ben ve o sırada bir infaz sorunundan dolayı aranmakta olan İlkay Demir ile Necmi Demir var. Böylece TİKP içinde “sosyalizmin sorunları” araştırması ilk kez bu komisyonla, 12 Eylül’ün hemen öncesinde, tabanın zorlamasıyla başlıyor.

1980-82: 12 Eylül’den sonra Doğu, Parti’yi savunmak amacıyla teslim oluyor. Ben, İlkay ve Necmi, daha önce aldığımız görevi sürdürüyoruz. Sık sık bir araya gelip sosyalizmin sorunlarını tartışıyoruz. Bir yandan da sıkı bir okumaya girişiyoruz. Bu okumada, öncesine göre niteliksel bir değişiklik var. Eskiden yalnızca Marksist klasikleri ve Maocu yayınları okurken artık sosyalizm üzerine her türlü kaynağa başvuruyoruz. Bu tutuma, Parti’nin dışarda kalan diğer önderlerini de ikna ediyoruz. Sürekli kitap okuma listeleri çıkartıyoruz. Bu arada ben elime ne geçerse okuyorum. İsaac Deutscher’in Troçki ciltlerini birbiri ardına deviriyorum ve daha ciltler bitmeden kararımı veriyorum. Stalin, bürokrasinin lideridir. Onun döneminde yapılan tasfiyeler haksızdır. Parti içi muhalefet haklıdır. Tek ülkede sosyalizm teorisi yanlıştır. Stalinizm Marksizmin çarpıtılmasıdır. Leninizmden ayrılmadır. Kruşçevci karşı-devrim teorisi yanlıştır. Sovyetler Birliği esas Stalin’le birlikte yanlış bir raya girmiştir. Mao, aslında Stalin’den farklı olmasına rağmen onu açıkça eleştirmeyerek büyük bir hata yapmıştır. Çin’in politikalarının sorgulamasız kabul edilmesi hata olmuştur. Amerika’yla ve hakim sınıflarla ittifak politikası büyük bir hatadır. Bu bizim diğer solla aramızı gereksiz yere açmıştır ve sağ politikalara saplanmamız sonucunu getirmiştir. Bu konularda Necmi ve İlkay ile tam bir fikir birliği halindeyiz. Hapiste olmayan diğer Parti önderleri de genel hatlarıyla bu saptamalara katılıyorlar.

Komisyon adına bir “Sorular” metni hazırlıyorum. Metin tabana dağıtılmak üzereyken hapisteki önderlik duruma müdahale ediyor. İçeriyle dışarı arasında önemli bir ayrılık başgösteriyor. İçerdekiler sosyalizmin sorunlarının araştırılmasına, en azından bizim yöntemlerimiz ve yönelimimiz açısından karşılar. İçeriyle dışarısı arasında bir denge durumu doğuyor ve sosyalizmin sorunlarının araştırılması sürüncemeye giriyor. 12 Eylül’le zaten bunalmış ve dağınıklık içine girmiş olan taban bu tartışmaları pasif bir konumda izliyor.

1982-84: İçerdeki önderliğin tutumuna rağmen biz araştırmamızı sürdürüyoruz. Troçki’yi okuyoruz. Troçkist olmuyoruz ama Stalin’in gadrine uğradığı için ona bir sempatimiz var. Ayrıca tek ülkede sosyalizm konusunda onun haklı çıktığını düşünüyoruz. Bu arada rastlayabildiğimiz bir kaç makalesinden Bakunin’i okuyoruz. Necmi ile bir karşılaşmamızda, Bakunin’in proletarya diktatörlüğü konusunda Marks’a yönelttiği kâhince eleştirilere içten içe hak verdiğimizi birbirimize itiraf ediyoruz. Gerçekten bu eleştiri bizi çarpıyor. Yüzkırk yıl önce yapılan eleştirinin sosyal pratikte doğrulandığını söylüyoruz birbirimize. Ama bundan öteye gitmeye cesaret edemiyoruz. Proletarya diktatörlüğünü reddetmeye ve anarşist olmaya hiç mi hiç niyetimiz yok şimdilik. Çözümün Marksizm içinde mümkün olduğunu düşünmeyi sürdürüyoruz. Proletarya diktatörlüğünü tartışmaktan kaçınıyoruz. Terimin hoş olmadığı üzerinde duruyoruz zaman zaman. Bunun yerine sosyalist demokrasinin vurgulanması gerektiğini düşünüyoruz. Vardığımız sonuç, çoğulcu bir sosyalist demokrasidir. Burada da sorunlar var ama şimdilik hepsini birden yanıtlamaya gücümüz yok.

O arada sivil toplumcu cereyan yükselmeye başlıyor. Bunu liberal, sağ bir tehdit olarak görüyorum. Bu yüzden, bir yandan Stalinizme, bir yandan da liberalizme karşı bir baraj oluşturup Marksizmi savunmaya devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Necmi ve İlkay bu konuda benim kadar sert değiller. Onlar da sivil toplumculuğu eleştirmekle birlikte oradan gelen fikirlere kapalı kapıcı bir tutum takınmaktan yana görünmüyorlar. Ben sivil toplumculuğa karşı yazılar yazıyorum. Bu konuda fazla gayretli olmamın sebeplerinden biri de Stalinist önderliğe, biz sosyalizmin sorunlarını araştırmaya taraftar olanların hiç de liberal olmadıklarını göstermek. Öte yandan, sivil toplumculukla aramda gerçekten bir sınıf farkı olduğunu da hissediyorum.

1984-88: Saçak’da, Mehmet Gündüz adıyla, bir yandan anti-Stalinist bir yönelimi etkin kılmaya çalışıyorum, bir yandan da liberalizme ve sivil toplumculuğa karşı yazılar yazıyorum. Yeni ortaya çıkan Gorbaçovculuğa karşı önceleri soğuk ve katı bir tutum alıyorum. Bir yandan da sosyalist demokrasi ve tek ülkede sosyalizm üzerine derinleşen bir araştırmayı sürdürüyorum. Artık Necmi ve İlkay yok. Yurtdışındalar. Sosyalizm sorunlarının araştırılması Doğu’nun çabasıyla resmen durdurulmuş. Ama yine de benim bazı yazılarım yayınlanmaya devam ediyor. Troçkizme yakın bir konumdayım ama Troçkist değilim. O konuda bazı kuşkularım var. Troçki’nin, henüz iktidardayken sanat üzerine yazdığı yazılarda sansürü savunduğunu görüp irkiliyorum.

Pratikte, sosyalist solun eski ayrılıklarını, kariyerizmi ve gurupçuluğu bir kenara bırakarak tek bir parti çatısı altında birleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun savunusunu yapıyorum. Doğu da aynı fikri paylaşır görünüyor. Ancak bir süre sonra onun bu fikri salt taktik gereği savunduğunu farkediyorum. Nitekim daha sonraki gelişmeler içinde bunun gerçekten bir taktik olduğu su yüzüne çıkıyor. Ben yine de ısrarla birliği savunmayı sürdürüyorum.

Bu arada Parti içinde bir muhalefet gelişmeye başlıyor. Bu karışık bir muhalefet. Bir kesimini Oral Çalışlar oluşturuyor. Oral, o zamana kadar sosyalizm sorunları araştırmasına karşı çıkmış ve Stalin’i savunuyor. Ancak önderlik içinde daha çok pratik sorunlar üzerinde bir muhalefet mihrakı oluşturuyor. Halil Berktay henüz muhalefette değil, ancak Dengci ve Gorbaçovcu bir çizgiye önderliği ikna etme peşinde. Sosyalist Parti’ye dışardan katılan Yavuz Alogan bir Troçkist olarak muhalefet yürütüyor. Feyyaz Kurşuncu daha çok Necmi ve İlkay’ın çizgisinde. Kendimi Oral ve Halil’dense Yavuz ve Feyyaz’a yakın hissediyorum. Ama tüm muhalefet sonuç olarak birlikte hareket ediyor. Bu yüzden yönelimi karışık bir muhalefet bu.

Sosyalist Parti tüzük taslağında hizip yasağı konması üzerine Hasan San’la birlikte parti tabanında bir dizi açık tartışma başlatıyoruz. Aranma durumumuz olmasa daha da etkili olacağız. Taban, bizim getirdiğimiz eleştirilerle bir ara çalkalanıyor. Merkezin sözcüleriyle tartışırken, kitle ve taban insiyatifi, kitlelere güven, denetlemesiz demokrasi, devrimin ilerlemesinin diktatörlüğe değil demokrasiye gereksinme gösterdiği, diktatörlük önlemlerinin devrimi bastırıp karşı-devrimi geliştirdiği, ademimerkeziyetçiliğin önemi vb. konularında savunduğum fikirlerle anarşizme oldukça yakın bir konuma geldiğimi belli belirsiz ben de farkediyorum.

Okumamı aralıksız sürdürüyorum. Araştırmalarım beni Lenin dönemine, devrimin ilk yıllarına götürüyor. Oralardaki bozuklukları gördükçe rahatsız oluyorum. Ama henüz Stalin’in Lenin’in devamı olduğunu itiraf etmeye gücüm yok. Kronstadt ayaklanmasına karşı Lenin’in ve Troçki’nin aldığı tutumu asla kabul edemiyorum. Bu noktada onlarla arama bir ayrım koyuyorum. Ayaklananlar devrimin kahraman bahriyelileriydi, emekçilerdi, işçilerdi. Neden bu kadar acımasızca bastırıldılar? Neden katledildiler? Hiçbir şey bu katliamı açıklayamıyor benim gözümde. Yani sonuçta Leninizmimde de bir gedik açılıyor. Devlet sorunu üzerine derin düşüncelere dalıyorum.

1988-93: 1988 yılında muhalefet olarak ayrılıyoruz. Ama dediğim gibi karışık bir muhalefettir bu ve içinde, yeniden bölünmesi kaçınılmaz olan öğeleri barındırmaktadır. Nitekim yeni çıkarılan Sosyalist Birlik, daha başından birbirine zıt iki mihrakı hemen belli ediyor. Bir tarafta Gorbaçovcu ve piyasacı Halil Berktay var. Genelde reformcu bir Marksizme taraftar olan Oral onu destekliyor. Yavuz ve ben bu reformcu yönelime karşıyız. Avrupa’dan gelen Necmi bize yakın ama iki tarafın uzlaştırılmasına daha çok eğilimli. Halil’in Gorbaçovculuğuna karşı olduğum halde, birlik uğruna Gorbaçov’a karşı geçici olarak daha ılımlı bir tutum alıyorum. Bu tutumum, Doğu’lar tarafından haklı olarak “ideolojik pazarlık” olarak suçlanıyor.

Sosyalist Birlik’deki bölünme, Kuruçeşme toplantılarında Halil ve Oral’ın TBKP’yle ortak bir parti oluşturma çizgisi izlemeleri sonucunda kaçınılmaz oluyor. Yavuz ve ben azınlıkta kalıyoruz. “Stalinizme ve reformizme” karşı tavır alan bir bildiriyi az sayıda arkadaşla birlikte imzalayıp ayrılıyoruz. Bu arada on yıllık araştırmalarımın bir ürünü olarak, Mehmet Gündüz adıyla, “Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi” adlı kitabı (Koral Yayınları,1990) yayınlıyorum. Vardığım sonuç, bürokrasiye karşı çoğulcu bir taban demokrasisi oluyor bu kitapta. Devletin sönüşü teorisi de irdeleniyor ama mantıki sonuçlarına kadar götürülmüyor. Marksist geçiş devleti teorisi temelde benimseniyor.

Yurtdışına çıkıyorum. Okumayı sürdürüyorum. Ama artık geçmiş on yıldaki hızımın kesildiğini hissediyorum. Stalinizme ve reformizme karşı bir yönelimi yeterli bulmaya başlıyorum. Reformizmin düzen içi konumuna karşı devrimi ve burjuva devletini kabullenen tutumuna karşı proletarya diktatörlüğünü savunmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Herşeyi sorgulamama ve devlet sorunu üzerinde derinden düşünmeme rağmen proletarya diktatörlüğünü sorgulamaktan kaçınıyorum, daha doğrusu korkuyorum. Bunun, beni limanı olmayan bilinmedik yolculuklara çıkartacağını hissediyorum. Gözümde henüz Marksizmle devrim özdeş şeyler. Marksizmden ayrılan devrimi de bırakır. Bu yüzden palamarları çözmüyorum. Bunun yerine pratikte bir şeyler yapmak konusuna dikkatimi yoğunlaştırıyorum. Troçkistlerin de içinde yer aldığı ve benim bağlantılı olduğum Sosyalist Birlik’den birlikte ayrıldığımız bazı arkadaşların başını çektiği DİP (Devrimci İşçi Partisi) girişimini yurtdışından destekliyorum. Ancak bu girişim de başarısızlıkla sonuçlanıyor.

Yurtdışında, özellikle İngiltere’de güçlü olan Troçkist solu nispeten yakından inceleme olanağı buluyorum. Bu örgütlerin yapılarına baktığım zaman diğer Stalinist örgütlerin hiyerarşik yapılarından hiç de farklı olmadıklarını; bu örgütlerin tepesinde de hiç değişmeyen önderliklerin çöreklendiğini; örneğin SWP’nin başkanı Tony Cliff’in bu partinin elli yıllık değişmez ve değiştirilemez lideri olduğunu görüyorum. Ayrıca çeşitli türden Troçkist örgütün birbirlerinin kuyusunu kazan ve gözünü oyan çetin bir rekabet içinde olduklarını; iktidara gelseler birbirlerini yaşatmayacak ölçüde şimdiden didiştiklerini gözlemleyip Troçkizm üzerine daha dikkatli bir incelemeye girişiyorum. Ve görüyorum ki, Troçkistler, Troçki’nin iktidarda olduğu, Kızıl Ordunun başında bulunduğu dönemde devrimci güçlere karşı girişilen baskıları, hataları hiç mi hiç sorgulamak niyetinde değildirler. Sorgulamak ne kelime, bunların hepsini devrimin zor koşullarda olduğu gerekçesiyle savunmaktadırlar. Örneğin Sosyalist Devrimcilere ve anarşistlere karşı girişilen baskıları onaylamaktadırlar. Kronstadt isyanının kanla bastırılmasını onaylamaktadırlar. Yalnızca bıçağın ucu kendilerine değdiği zaman ayağa kalkmaktadırlar. Üstelik Troçkistler tek parti diktatörlüğünü ve öncü parti teorisini hiçbir şekilde ciddi olarak sorgulamamaktadırlar. O zaman, Stalinistler de, aynı mantıkla, yani devrimin zor koşullar altında olduğu, Sovyetler Birliği’nin savunulması gerekçesiyle yapılanları mazur göstermeye çalıştıklarında onlara kızmanın, eleştirmenin bir alemi var mıydı? Yavaş yavaş Troçkizmle Stalinizmin aynı kumaştan dokunmuş olduğunu düşünmeye başlıyorum.

Yolun sonuna, yani Marksizmin son sınırına geldiğimi hissediyorum. Marksizm içi bir çıkıştan, bir yol bulma çabasından gittikçe umudumu kesiyorum. O zaman sorgulamamı Troçki’den Lenin’e, Lenin’den Marks’a, öncü parti teorisinden proletarya diktatörlüğü teorisine, devletin sönüşü teorisine uzatıyorum. Bu kadar derinden bir sorgulamaya girdiğim zaman en dipte elimin devlet teorisine değdiğini hissediyorum. Bütün deneylerin, geçiş devletinin sönüşe falan gitmek bir yana, giderek devasa bir organizma olarak büyüdüğünü gösterdiğini farkediyorum. Hiçbir canlı organizma bile bile kendi yaşamına son vermiyor, kendi kendini sönüşe götürmüyor. Kitlelerin devleti yönetmesi diye bir şey olamıyor. Devlet her zaman, doğası gereği ancak bir azınlık tarafından yönetilebiliyor. O zaman, proletarya diktatörlüğü denen şey de pratikte hiçbir zaman uygulanamayacak bir mistifikasyon oluyor. Öncü parti denen şey, aslında gelecekte kurulacak devletin bürokratik kadrolarının bugünden yetiştirilmesi aracı oluyor. O halde bizim devrimi yaptığını düşündüğümüz öncü örgüt, aslında kitlelerin devrimini bastırıp düzeni kurmanın aletinden başka bir şey olmuyor.

Bakunin’in on yıl önce okuduğum ve Necmi’yle tartıştığımız sözlerini yeniden anımsıyorum. Bakunin orada, Marks’ı, proletarya diktatörlüğü adıyla yeni bir devlet kurduğu an kitleleri yeni bir azınlığın diktatörlüğüne mahkum edeceği, merkez komitesinin bürokratik diktatörlüğüne mahkum edeceği için eleştiriyordu. Ve son yetmiş yılda da olan buydu. Hangi gerekçeyle olursa olsun bir devlet kurduğun, iktidar olduğun an sen de küçük bir sömürücü ve baskıcı azınlık haline geliyordun ve kitleleri eziyor, yalan ve demagojiyle aldatıyor, polis ve ordu gücünle kendi diktatörlüğünü korumaya girişiyordun. Bunun başka bir yolu yoktu. İktidar yozlaştırıyordu. Mutlak iktidar mutlak yozlaştırıyordu. Bu, insanların iyi niyetine bağlı bir olay değildi. Objektif bir sonuçtu. Devrimin fırtına kuşu anarşist Bakunin gerçeği yüzelli yıl önce ortaya koymuştu. İşte geç de olsa haklı çıkmıştı. Anarşistler yıllar yılı, hiçbir ödün vermeden bu gerçeği savundukları için baskıya uğramışlardı. Bir devrimcinin, ortaya çıkan gerçek karşısında şapkasını çıkartması boynunun borcuydu. Ben de öyle yapıyorum. Anarşistlerin haklı olduklarını kabul ediyorum. Marksizmde ısrar etmenin giderek liberalizmi ve reformizmi kabul etmek ve devrimden kopmak anlamına geldiğini görüyorum. Bu yüzden artık Marksizmden kopmanın zorunlu hale geldiğini düşünüyorum. 1993 yılının başında anarşist olduğumu ilan ediyorum. Duvarıma Bakunin’in yanısıra, yıllarca önce elveda dediğim, devrimci romantizmimizin temsilcisi Che Guevara’nın resmini asıyorum. Kendime bir siyah bayrak yapıp üzerine Özgürlük-Liberty diye yazıyorum. Ateş Hırsızı ve Amargi dergilerini sırt çantama dolduruyorum, bisikletime atlıyorum, Hackney’deki Türk ve Kürt derneklerine doğru yola çıkıyorum.


Sosyalizmin Sorunları-I, Eylül 1994

Hakkında Gün Zileli

Okunası

‘68’in İki Merkezi: Paris ve Prag

Artıgerçek Lejant Yayınları, bu ay, ilk kez 2000 yılında basılmış Yarılma (1954-1972)’nin gözden geçirilmiş 8. …

4 Yorumlar

  1. kendimizi bir ideolojinin ablukası altına sokmamalıyız. bu durum ablukası altından olduğumuz ideolojinin doğru denilebilecek fikirlerinin bir süre sonra yanlış hale gelmesine bizimde katkı sunmamız olur. her şeyin her an farklı oranlarda ve hızlarda değişim içinde olduğu tespiti ile hayata bakabilirsek durduğumuz yer ile denk düşen doğru ideolojimizi inşa etmeye (inşa edip bir yandan da yıkılması gerekli yerleri, hatta gerekirse hepsini) ve yıkmaya başlamış oluruz. bu ideoloji insanın en samimi hayat arkadaşıdır bana göre. sonuç olarak gerçek ideoloji kendimiz ve organik bağımız olanlardır. bunun haricindeler zorlamadır. bu zorlama ideolojileri kendimize ve hayat arkadaşımıza itiraf edemediğimiz sürece savrulmalar ve hayal kırıklıkları kaçınılmazdır. marx, bakunin ve diğerleri, hepsinin öncülleri var elbette, olmasıda doğal ve mantıklı. fakat kendileri ve hayat arkadaşları en önde gelen öncülleriydi. siz de yaşadığınız sürece kendi ideolojinizi inşa edip yıkmalısınız. tersi durumda ne kadar özgürlükten bahsetsenizde kendiniz olamadan, özgür olamadan ve savrularak yaşamaya devam edeceksiniz…

  2. Bu yazıyı çok geç okuduğumu biliyorum.
    Neden tek bir yorum var?
    Böylesine samimi, özeleştiri yüklü, bu ülkedeki yüzbinlerce insanın düşünce sistematiğini de ele veren bu yazı neden üzerinde hiç konuşma arzusu uyandırmamış?
    Daha da korkuncu bu “itiraflar” kimi zaman GZ’nin aleyhinde kullanılan deliller olmuş!
    Endişem o ki, bu yazıya karşı duyarlılığın yetersizliği, ülkemizdeki sosyalistlerin bile sosyalizmin temel sorunlarına olan duyarsızlığın bir parçası… Bu yüzden son 20 yılda nitelik ve niceliksel olarak hiç bir ciddi gelişme kaydedemedik. Biz kendimizi ciddiye almıyoruz ki, “halk” bizi ciddiye alsın! Ülkemizde egemen olan Stalinist gelenek, SSCB’de1930’lu yıllar ve GULAG yaşanmamış gibi ne de güzel sosyalizmin “insanca” yanlarına ait sözler, yazılar döktürüyorlar… Bu, “üç maymunun” ancak tek bir insan tarafından taklit edilmesiyle başarılabilecek bir olgu!
    Buna siyaset mi deniliyor yoksa? Bu tarz siyaset ile binlerce yılın devletçi, egemen, zorba hükümranların siyaset geleneklerini yenebileceğini düşünmek ancak hain bir çocuk aklı tarafından üretilebilir; çocukçadır! Kitlelerin-halkın-çalışanların, Özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı bir Sosyalist siyasete kazandırılmasının tek yolu, gerçek bir dürüstlük ile mümkündür. Kapitalist emperyalizmin şeytanlaştırdığı mülkiyetçi azgınların, burjuvazinin, mal mülk sevdasına ait yalanların binlerce yılın aptal tekrarı; dinsel destekleri ile doğru sanılmasına yol açan bir kültürün karşısına, çırıl çıplak bir insan, açığı bulunamaz bir dürüstlük, kibirin-egonun-patronluğun zerresinin olmadığı, en azından bu hastalıklarla mücadele eden bir “dünya” ile karşı çıkamıyorsak hiç bir şansımız olmayacaktır! Stalinistlerin şansı da olsa olsa SSCB hikayesinin “komik” bir tekrarı olabilir.
    İşte bu tarihsel savrulmadır ki, hala yığınları ulusçuluk-milliyetçilik üzerinde konuşmaya zorluyor…
    Yüz yıl sonra bugünler için kayda değer bir hikaye bile olmayacak… 100 yılı anlatmaya tek cümle yetecek…
    “1950’lerden sonra yaklaşık 100 yıl boyunca insanlık din ve milliyet gibi maskeler arkasında, çılgın tutkularla yalnızca kapitalistik-emperyal sisteme hizmet ettiler. İnsan hayatının dolaylı ürünleri olan dogmalara sarılıp, birbirlerini katletmekten, asıl düşmanları, kapitalistik üretim biçimine karşı, bir araya gelemediler…”

  3. GZ hocam, sizin ekip de sol da genel olarak onyıllarca yok ABD mi baş düşman, yok Kruşev mi karşıdevrimciydi yok Çin hangi senede kapitalist oldu diye en soyut tepelerden siyaset yapmak yerine, kendi içinizde bulunduğunuz konumun getirdiği özne olmak durumundan hareketle devrimcilik yapsa daha iyi olmaz mıydı?

    Yani ben bir öğrenci, bir ev kadını, bir işçi, bir memur olarak hangi gündelik yaşam gerçekliğindeyim, ne gibi sorunlar yaşıyorum, nasıl çözülebilir, kiminle gibi. “Çekoslavakya sorunu” üzerinden ayrışmalar, son ÇKP kongresi üzerinden ayrışma, hatta “Kıbrıs meselesi” üzerinden ayrışma gibi şeyler bile büyük ölçüde suni gelmiştir bana. Bunca ideolojik sıkılık birlik de getirmemiştir, her duruş ve pozisyon permütasyonuna karşılık gelen bir kaç minik örgüt/dergi/particik/gerilla grubu daha oluşturulmuştur sonunda. Ama ne hikmetse de gündelik pratiklerde birleşebilmişlerdir, okullarda, meydanlarda. O zaman burada “teori”nin fetişleştirilmesinden bahsetmek gerekir.

    Bir grup solcunun (bunlar pratikte hep aydın tabakadan veya işçi kökenli de olsa aydınlaşmış ve işçiliği de biraz mazide bırakmış bireylerdir aslında – profesyonel devrimciler) bir klüp gibi bir araya gelip okuma grubuyla, mikro-örgütle, komisyonla kafalarını tokuşturup doğru devrimci çizgiyi “bulmaları” fikri bana hep bir düzeyde çocukça ve kendini olduğundan daha önemli görme durumunun semptomu gibi gelmiştir. En keskin ve sivri, okuyan, teoriye kafa yoran bireyleri bir araya toplayıp bildiri fabrikasına dönüşen örgütlenmeler yerine sosyal konumlardan doğan öznelikleri bir araya toplayan pratik mücadele örgütlenmelerini düşlemişimdir hep. Varsın üyelerin Kronsdat veya Fidel üzerine görüşleri tam olarak “doğru” çizgide olmasın. Ama gerçek gündelik sorunlara odaklanmış, birbirlerine saygılı, kendi kendilerini yönetme bilincine sahip olsunlar ve devlete otoriteye karşı gelmeye, zenginliği paylaşmaya niyetli, açık fikirli olsunlar.

    Bilmem siz ne düşünüyorsunuz..

  4. ne düşündüğümü tahmin etmelisin. elbette katı ideolojik ayrılıklara karşıyım. İnsanların bir arada olumlu şeyler yapmasının gerekli olduğunu düşünürüm. İdeolojik ayrılıkların yapay ayrılıklar yarattığını da. Bununla birlikte, her dönemde bazı kritik ayrım noktaları olduğunu da unutmamak gerekir. Düşünsel netlik başka şeydir, düşünsel sekterlik çok daha başka.