“YAVŞAK” KAPİTALİZMİN KÜLTÜREL İKLİMİ! (Ersen Olgaç)

Kemalist cumhuriyet ekonomik ve toplumsal yaşama  finans-kapital ve onun güdümündeki tefeci bezirgan sermayenin  egemenliğini armağan etti. Birincisinin egemenliği 1923’de teorik olarak tasarlandı ve 1925’de İş Bankası’nın kurulmasıyla hayata geçirildi. İkincisi ise, kökleri antik topluma kadar uzanan kapitalizm öncesi bir kalıntıydı. Batı’da burjuva devriminin tasfiye ettiği kapitalizm öncesi üretim biçimi, Doğu’da kapitalizmin yedek gücü oldu. Bugün toplumsal yaşamın bütün alanları, işte bu  finans-kapital  tefeci-bezirgan ittikakının eserleriyle kuşatılmış ve boğulmuştur. Başta metrepoller olmak üzere harabe ve şantiye görünümündeki tüm Anadolu şehirleri, bir iç savaşa dönüşen trafik canavarlığı, günlük yaşamdaki azgın saldırganlıklar, otomobil sayısının insan sayısı miktarına doğru hızlı tırmanışı, ulaşım kaosu, küfür ve argonun toplumun vazgeçilmez dili olması, gri betonun yeşil renge karşı egemenliği, çevre kirliliğinin ve pisliğin yaşamın vazgeçilmez bir parçası olması, kadına karşı saldırının her biçiminde önder toplum haline gelinmesi, kentlerdeki akıl almaz nüfüs patlaması, kültürel sefaletin milyonlarca insanı TV dizilerinin kölesi haline getirmesi, her alanda estetik denilen kavramın yok olması  ilk genel gözlemin  sonuçlarıdır.

Kimi sermaye uzmanlarının kapitalist büyüme hızına bakarak Türkiye “mucizesi” dedikleri işte bu Türkiye faciasıdır. Bu facianın asli mimarı da finans-kapital tefeci-bezirgan ittifakının ürünü olan melez kapitalizmdir.  Tefeci bezirganlığın tedricen güçlenenip, Anadolu’ya özgü kapitalist  sermayeye  dönüşerek,  önceleri güdümünde olduğu geleneksel finans-kapitale kafa tutar hale gelmesiyle, vahşi kapitalizmin tüm toplumsal damarlara egemenliği tamamlanmış oldu.

Böyle bir toplumsal yapının kültürel iklimi nasıl olur? Nasıl olduğunu en başta medyadan öğrenmek mümkündür. Azınlığın izlediği kimi kanallardaki tek tük, müzik ve kültüre ilişkin programları saymazsak, cıvıklığın ve  sefil bir yoksulluğun   bataklığı toplumun ezici bir çoğunluğunu kucaklamış durumdadır. Böyle bir ortamda Fazıl Say “Arabesk yavşak bir müziktir” söylemi ile  bir zelzele yaratacağını bilmez mi? Elbette bilir. Ama o Cumhuriyetçi ve Kemalist özlemlerinin esiri olarak, milyonlarca insanı rencide etmekten çekinmez. Kemalizmin radyolarda Türk müziğini yasaklayarak, klasik müziği dayatmasının yeni bir provasını yapmak istemiştir. Bundan Arabesk tarzı müziği benimsediğimiz sonucu çıkarılmasın. O müzik, Türkiye’deki “yavşak” kapitalizmin sancılarıyla kentlere vuran milyonların, ruhsal teskinleşne ilacıdır. Bernard Show “müzik lanetlilerin içkisidir” derken, sanki Anadolu’nun lanetlilerini kastetmiş gibidir. Yerini, yurdunu, evini, eşini, dostunu, ve en önemlisi geleneğini, göreneğini geride bırakmak zorunda kalan yeni kentlinin kimlik ve ekmek bunalımında tesellisi olan bu müziğin bağımlılarını anlamak, kendine Cumhuriyetin evlatları denen kentlerin eski ve geleneksel sahipleri için olanaksızdır.

O kesim, bir yandan Arabesk’i küçümserken, diğer yandan Türk Sanat Müziği denilen Istanbul kaynaklı saray namelerinin artık kaybolduğundan yakınır. Oysa ki, Türk Sanat Müziği de Arabesk gibi ve ondan daha fazla iç titreci ve hüzünlü, ayrıca da tek sesli Bizans mirasıdır. Yunanistan’ın Athos yarımadasındaki köhne manastırların mahzenlerinde bulunan 13. yüzyıla ait notalardan yola çıkılarak yapılan plaklardan çıkan seslere  kulak kabarttığınızda,  Türk Sanat Müziği olarak adlandırılan ve  benimsenen bu türün içsel örgüsüyle yüzyüze geliriz.

İster Arabesk olsun, ister Türk Sanat Müziği olsun, ister Halk Müziği olsun, dinlediğimizde bizi hüzünlendiren, neşelendiren ve insanlarımız arasında duygu alışverişi sağlayan bu müzik türleri, ne yazık ki, yeryüzü yuvarlağının diğer köşelerine birşey anlatamıyor. Bu sadece bizim müzik hüznümüzdür.

En yalın ve sade biçimiyle, insanın doğaya eklediği uyumlu sesler diye tanımlayabileceğimiz müzik, kulağın deneyimi ve terbiyesi düzeyinde algınabilir. Müziğin Batı’da gelişmiş ve klasik müzik denen türü , ülke, dil ve sınır gözetmeden varlığını koruyabiliyor ve hiç eskimiyor. Hem çeşitli dillerden arınmışlığı ve hem de çoksesliliği, her tür ve renkten Dünya insanlarını birleştirebilecek, sözsüz  çalgı sesleri çağlayanı olan bu müzik türünün son 300 yıllık mirasının arkasında, feodalizmin yıkılışı ve kapitalizm denen yeni dönemin, yaşamın her alanında yaratatıcılığı kamçılaması  yatar. Roman, resim, tiyatro, heykeltraş işte bu çağda en dev eserlerini ortaya çıkardı. Doğada alabildiğine yeşil ve saf, el değmemiş yeşilliklerin, şehirlerde ıssız ve sessiz caddelere, meydanlara dizili kişilikli ve insanı ezmeyen yapıların büyüttüğü insan tipi üretti klasik müziği.

Isac Deutscher “Batı’nın en ileri ideolojisi kendi coğrafyasını terkederek uzaklara  uçup, dünyayı fethe çıktı” der. Bu en ileri ideoloji, oraların toplumsal ikliminde dejenere olup, Stalinizmi türetmişti. Modernleşme adına Batı’nın en ileri müziği olan klasik müziği de senfoni orkestrası ile doku uyuşmazlığı aşikar olan Bayburt’a taşırsanız, o mizahi ama anlamlı “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” vecizesiyle karşılaşmanız doğaldır. Aynı olayı Ankara’daki meclise,  ya da en ileri ideoloji olarak marksizmi savunduklarını söyleyen, bırakın sempatizanları yönetici kadrolara yaşatırsanız, alacağınız yanıt farklı olmayacaktır. Marksizmi özünden, doğduğu toplumsal ve kültürel ortamdan koparıp, onu burjuvaziyi alaşağı etme ve bir kalkınma teorisi biçinde algılamak, ki tarihte olan budur, estetik, sanat, kültür, mimari ve müzik alanlarında onu ve takipçilerini yoksullaştırmaktan başka bir sonuç vermez. Ancak eşit olmayan ve birleşik gelişme yasasının gereği olarak, Türkiye’nin her alandaki  geriliğinde,  ileri ideolojinin de ileri sanatın da yeşerdiği ve geliştiği ortam ve ürünler vardır.   Bir zamanlar Batı’da tahsil gören bir arkadaşım, Bethoven’in 9. Senfoni’sinin feodalizmin çüküşünü ve kapitalizmin şafağını müjdelediğini  söylediğinde, nasıl  dört telli saz eşliğinde yetişen bir sosyalist kuşaktan olarak alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdiğimi şimdi biraz da utanarak hatırlarım. Marksizmin içinde doğduğu ve büyüdüğü kültür ve sanat ortamından koparılamayacağını kavramak, marksizmin vulger biçimini değil de devrimci ve otantik özünü benimsemek, epey eziyetli bir süreç oldu. Bu anım bana Shostakovich’in ünlü operası Mtsensk’in Lady Macbecth’nin 1934 yılında Bolşoy’daki ilk gecesine gelen Stalin’in, birinci perdenin sonunda protesto olarak salonu terkedişini hatırlatır. Arkadan Shostakovich’in ‘kendini affettirmek’ için “sanatçının haklı bir eleştiriye yanıtı” notunu düşerek Stalin’in zevkine uygun geleceğini düşündüğü, hazmı kolay yeni bir senfoni bestelemeye koyulması gibi traji komik olaylar yaşandı.  Hayatında Batı kültürü ve klasik müzikle tanışıklığı olmamış bir kişinin bu tavrı, “sosyal realizm” denen ve sanatla kültür hayatı üzerine,  partinin yani devletin demir ökçesinin  inmesi oldu.

Arabesk ve Bizans müziğinin sevdalılarına Fazıl Say’ın değil, evrensel olanın sesiyle çağrıda bulunursak, söyleyebileceklerini, yüzyıllar boyu ırmaklar gibi akıp durmuş olan duyguları, kırıklıkları, kırgınlıkları dille tam anlatamamış olan insanoğlunun ömür macerasını en iyi biçimde işte o ünlü 9. senfoninin korolu finali şöyle anlatıyor:

Gökyüzünün ışıltılı evreninde

Uçuşan güneşler gibi

Yolunuzda neşeyle koşun kardeşler!

Zafere koşan bir kahramanın nefesiyle…

Kucaklaşın ey milyonlar

Bu öpüş tüm dünyanındır……

 

Dünyayı değiştirmek için yola çıkmış olan devrimcilerin kendilerini sadece beyin terbiyesiyle sınırlı tutmaları, yeni bir dünya projesinde çorak bir ortama taşınmaktan başka bir sonuç vermez. Nasıl ki, beyin terbiyesi bilimsel bir soyutlama yapabilmeyi gerektiriyorsa, göz ve kulak terbiyesi de aynı soyutlama yöntemini zorunlu kılar. Marksistlik iddiasındaki çoğu devrimci için Marx’ın Kapital’i üstün bir soyutlama eseri olduğu için çetin bir cevizdir. Resimde Picasso ve Kamensky, müzikte de Mahler veya Prokofiev gibileri  de sanatta soyutlamanın en üstün örneklerini sunduğu için,

anlaşılamaz gibi görünürler. Yaşamda herşeyi göründüğü gibi algılamaya alışmış yığınların ezici çoğunluğu  için bu durum anlaşılır birşeydir. Ama geleceğin dünyasını düşleyen ve bu uğurda mücadele edenler, yaşamın tüm alanlarındaki evrenselliği özümlemekle yükümlüdürler. Sosyalizmi bir kalkınma projesi olmaktan kurtarıp, insanlığın özgürlük ve emansipasyon projesine dönüştürmenin, her alanda evrensel olmaktan  başka bir yolu yoktur.

Ersen Olgaç


Bu yazı Ekmek ve Özgürlük Dersisi’nin 14. sayısında yayınlanmıştır.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Büyüme Değil (Küçülme)

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”                                                                                                           Kenneth Boulding Ekonomik …

2 Yorumlar

  1. Emansipasyon kavramı, ne yazık ki ısrarla kurtuluş olarak çevriliyor.Daha geniş kapsamlı bu kavramı Ersen Olgaç’da yerinde ve çok doğru kullanılmış haliyle görüyoruz.Mao’nun, Pandit Ram Narayan / Sarangi – tala konserini izlediğini biliyoruz.Lenin’in Beethoven hakkındaki söylediklerini de…burada neden saza ve pastoraliteye hapsolundu anlamak güç.
    Artık gündelik yaşamı da iğdiş eden kapitalizme karşı tam cepheden ve her koldan en üst donanımlarla teçhizatlanarak topyekun hücum etme zamanı geldi.

  2. metin üstündağın bugün radikal gazetesinde yazdığı gibi,
    “eşyanın doğasını” incelediğimiz önem verdiğimiz kadar insanın doğasına önem verseydik her şey çok farklı olurdu.