İki Tür Nasyonal Sosyalizm…

XX. yüzyılın başlarında Sovyetler Birliği devletinin iddiası sosyalizmi kurmaktı. Bu devlet, 1920’li yıllarda bütün devletler gibi nasyonalist bir yol tutup 1930’lu yıllarda, Stalin’in yönetimi altında nasyonal sosyalist bir devlete dönüştü. Nasyonal sosyalist bir devletti, çünkü dünya devrimine kapılarını kapatmış ve özellikle “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle nasyonalizmi baş köşeye koymuştu. Artık Sovyet devleti büyük Rus şovenistiydi. Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan diğer halk ve uluslara Rus egemenliği dayatılıyor, Rus dili ve kültürü hakim kültür ilan ediliyor, Ukrayna, Baltık ve Kafkas halkları Rus kolonyalizminin baskısı altına alınıyor, bu bölgelere, Çarlık döneminde olduğu gibi kolonyalist Rus nüfusu yerleştiriliyordu. Sovyet devleti, dünya çapında da Rus devlet çıkarlarını kolluyor, Komintern’i bu devletin ulusal çıkarlarının aleti haline getiriyor, dünya devletleriyle Rus-Sovyet devletinin çıkarları doğrultusunda ittifaklara, pazarlıklara veya çatışmalara giriyordu. Kısacası, bu devleti yönlendiren, doğal olarak Rus ulusal çıkarlarından başka bir şey değildi.

Öte yandan, bu devlet sosyalist olduğunu iddia ediyordu. Sosyalizm adına yaptığı ise, kendi topraklarında yaşayan halkları, köylüleri ve işçileri bir iç kolonyal emek gücü haline getirerek, Rus kalkınması çıkarları doğrultusunda, korkunç bir sömürüye tabi tutarak Rusya’nın ulusal kalkınmasını sağlamaktı. Hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme denen şeyin anlamı budur. Keza, milyonlarca insanın tutuklanıp zek (köle) olarak en uzak, en soğuk ve ölümcül bölgelere zorunlu emek gücü görevi yerine getirmek üzere sürülmelerinin anlamı da budur.

Yani Sovyetler Birliği devletinin dış politikası da, milliyetlere yönelik uygulamaları da, içerdeki ekonomik politikası da tek bir ilke tarafından yönetilmekteydi: Nasyonalizm. Bu nasyonalizm zorba bir devletin tekeli tarafından uygulandığı zaman adı nasyonal sosyalizmden başka bir şey değildir.

Bu bakımdan, Hitler’in nasyonal sosyalizmi ile Stalin’in nasyonal sosyalizmi büyük benzerlikler gösterir. Nazi Almanyası’nın da dış politikası nasyonal çıkarlara göre tanzim edilmişti. İçerdeki halklara karşı nasyonal baskı siyaseti uygulanıyordu (ancak, Sovyetler Birliği’nden farklı olarak bu baskı siyaseti ırkçılık boyutlarında uygulanıyor, Yahudi ve Çingenelerin topluca imha edilmesi boyutlarına vardırılıyordu) ; ulusal kalkınma için tekelci bir emek sömürüsü siyaseti uygulanıyordu (Sovyetler Birliği’nden farklı olarak, Almanya’da bu siyasete, Rusya’dakinin tersine, yok edilmemiş burjuvazi de ortak oluyordu) ve gerek Yahudiler, gerekse diğer tutuklular, aynı Sovyetler Birliği’ndeki gibi bedava emek gücü olarak çalışma alanlarına ölümüne sürülüyorlardı. Kısacası, bazı farklılıklarına rağmen, her iki rejimin de temelinde nasyonalizm ve tekelci-devletçilik (buna her ikisi de sosyalizm adını veriyordu) yatar, yönelimleri birbirine son derece benzemektedir.

Her iki rejimin tek parti ve parti-devlet olması noktasında da büyük bir benzerlik söz konusudur. Zaten böylesine tekelci-devletçi-nasyonalist bir siyaset ancak demir bir elle (Hitler ve Stalin) ve parti-devlet rejimiyle uygulanabilirdi.

Her iki rejimin de birer polis rejimi olması da önemli bir benzerlik noktasıdır. Almanya’da Gestapo, Rusya’da GPU-NKVD, tekelci-baskıcı devlet rejimlerinin olmazsa olmaz en önemli parçası, vazgeçilmez vurucu aygıtıdır. Öyle ki, her ikisi de toplumun kılcal damarlarına kadar inen bir ihbar ağı oluşturmuş ve insanları ölüm korkusuyla susturmuştur. Polis, bu devletlerin en etkili savunma ve saldırı aygıtıdır ve topluma yaydığı korkuyla rejimin ayakta kalmasını sağlar.

Her iki nasyonal sosyalizmin birbirine çok benzediği bir nokta da toplumun bütün özgürlüklerinin devlet tarafından gaspedilmiş olmasıdır. Her iki rejim de seçimleri göstermelik hale getirmiş, tek parti diktatörlüğü ilan etmiş, tüm muhalifleri içeri atmış ya da öldürmüş, basın özgürlüğünü yok etmiş ve basını tekeline almış, ifade özgürlüğünü gasp etmiş, her türlü gösteriyi yasak ve suç ilan etmiş, işçilerin grev hakkını ortadan kaldırmış, sendikaları devletin kuklası haline getirmiş, düşünceyi suç haline getirmiş, yargıyı tamamen devlet tekeline almıştır.

Her iki rejim de (ki, bu noktada nasyonal sosyalist rejimlerle diğer burjuva diktatörlükleri arasında çok da önemli bir fark yoktur) orduyu içerde halkların bastırılmasında, dışarda da istilacı bir güç olarak kullanmıştır.

Her iki nasyonal devlet arasında, burada saydığımız bu temel benzerliklerin yanı sıra bazı farklılıklar da söz konusudur. Biraz da bunlara değinelim.

Bu iki rejim arasındaki en önemli farklılık, Alman nasyonal sosyalist rejiminin, nasyonalizmi ırkçılığa vardırıp ırksal temizliği en yüksek boyutlarda uygulamış olmasıdır. Burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Alman nasyonal sosyalizminin Yahudilere ve Çingenelere karşı nasıl bir ırksal temizlik uyguladığı bilinmektedir. Öte yandan, Sovyet nasyonal sosyalist devleti, nasyonalizmini hiçbir zaman ırkçılık boyutlarına vardırmamış, özel olarak Yahudileri ele alacak olursak, en azından II. Dünya Savaşı sonuna kadar devlet kademelerinde Yahudilerin varlığı devam edebilmiştir. Gerçi savaştan sonra, özellikle 1950’li yılların başlarında, Rusya’da, Stalin’in önderliğinde büyük bir anti-semitist kampanya başlatılmış ve örneğin Lozovsky gibi, Sovyet devletinin üst mevkilerinde yer alan Yahudiler öldürülerek temizlenmiştir ama bu dönem kısa sürmüş ve Stalin’in ölümünden sonra Yahudi aleyhtarı kampanya esasen sona ermiştir.

Sovyetler Birliği’ndeki nasyonal sosyalist rejim hiçbir zaman ırkçılık boyutlarına varmamakla birlikte, bu ülkenin sınırları içinde ya da çeperlerinde yaşayan kimi halklara karşı yürütülen kampanyalar neredeyse ırkçılığın sınırlarına gelip dayanmıştır. Örneğin, II. dünya savaşından önce Polonya Komünist Partisi’nin üye ve yöneticilerinden ele geçirilebilenlerin neredeyse tamamı Stalin tarafından yok edilmiştir. Hadi bunun sadece komünist partisiyle sınırlı kaldığını düşünelim. Peki ya Kırım Tatarları. Bu halk, II. Dünya Savaşından  sonra, Alman Nazileriyle işbirliği yaptığı iddiasıyla, çoluğuna çocuğuna varıncaya kadar topraklarından sürülmüştür Stalin tarafından. Sürülenlerin topraklarına Rus kolonyalist nüfusunun yerleştirilmesi ise, Almanlarla işbirliğinin bir bahane, asıl amacın Kırım’ı Rus kolonyalist nüfusunun tam kontrolü altına olmak olduğunu açıkça göstermektedir.

Gestapo ile GPU-NKVD arasındaki benzerlikler büyük olmakla birlikte GPU-NKVD “lehine” bazı farkları da tespit etmek gerekir. Jan Valtin’in çok güzel anlattığı gibi (Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde, Kibele, 2008), 1933’de henüz iktidara yerleşen Gestapo, kendisinden çok daha tecrübeli olan GPU’yu kendine örnek almakta, onun çalışma yöntemlerini öğrenip benimsemeye çalışmaktadır. Elbette kısa sürede öğrendiğini görüyoruz ama arada yine de bir açıklık kalmıştır. O açıklık şudur: GPU, Gestapo’ya göre daha baskıcı bir aygıttır. Ve Gestapo’ya göre, Sovyet toplumunun kılcal damarlarına kadar çok daha fazlasıyla sızmıştır. Dolayısıyla, 1930’lardaki Sovyetler Birliği ile Almanya’yı karşılaştıracak olursak, GPU’nun Sovyetler Birliği toplumunun içine çok daha fazla sızdığını söyleyebiliriz. Bunun en iyi kanıtı, GPU’nun ağzını tıkadığı ve her anını kontrol ettiği Sovyet toplumundan en ufak bir muhalif ses bile çıkamaz, hiçbir gerçek muhalif örgütlenme ortaya çıkamazken, Alman toplumunda hatırı sayılır bir gizli muhalefetin ve örgütlenmenin varlığıdır. Almanya’daki Yahudi kaçırma şebekelerinin ve bir “Kızıl Orkestranın” varlığı bile yeterlidir.

Ayrıca Gestapo’nun yöntemleri ile GPU’nun yöntemleri arasında yine GPU’nun “lehine” farklar vardır. Örneğin Gestapo büyük ölçüde gerçek muhaliflerin peşinden koştururken, GPU’nun yöntemi, gerçekte olmayan muhalifleri imal etmektir. Bu yüzden, GPU’nun sorgulama yöntemleri daha traji-komiktir. Örneğin, Gestapo, tutukluyu konuşturmak için önüne “inkâr edemeyeceği” kanıtlar koymayı ve böylece onu çözmeyi hedeflerken, GPU, tutukludan “suçunu anlatmasını” istemektedir. Yani Gestapo için önemli olan, tutuklunun, “suçunu” itiraf etmesidir. GPU için önemli olan ise, tutuklunun, suçunu kendi kendine imal etmesidir. Görüleceği gibi, tutuklu açısından Gestapo’ya direnmek bir anlamda daha mümkündür. Daha doğrusu, orada direnmek, bilincinizin ve işkenceye dayanma gücünüzün sağlamlığıyla doğru orantılıdır. GPU’da direnmek ise çok daha güçtür. Dayanma gücünüz daha başından kırılır, çünkü saklayabileceğiniz bir şey yoktur, zaten suçlusunuzdur ve üstelik bu suçu sizin imal etmeniz beklenmektedir. Peki suçunuzu imal etmezseniz ne olur? Suçunuz birkaç misli artar. Kabul etmemek en büyük suçtur. Oysa Gestapo’da, eğer başarabilirseniz, küçük bir ihtimal de olsa suçsuz olduğunuzu kanıtlama olanağınız vardır. Yani kısacası, eğer Gestapo’da işkenceye rağmen susmayı başarabilirseniz belki (yüzde bir de olsa) kendinizi kurtarma şansınız bulunmaktadır. Ama GPU’da ne kadar susarsanız o kadar suçlu olduğunuzu kanıtlamış olursunuz.

Bu durum mahkemelerde de böyledir. Her iki nasyonal sosyalist rejimde de yargı bağımsızlığı diye bir şey olmadığını biliyoruz. Yani mahkemeler rejimin dediğini yapar, onun istediği cezaları yağdırır. Buna rağmen, Alman Nazi rejiminde hâlâ eski burjuva hukukunun bazı kırıntılarının varlığı dikkat çekmektedir. Örneğin Jan Valtin’in anlattığı bir olay vardır. Jan Valtin’e ve diğer denizci arkadaşlarına Gestapo’da işkenceyle ağır bir suç kabul ettirilir. Ancak mahkemeye çıktıklarında arkadaşları Jan Valtin hakkındaki suçlamayı işkence altında verdiklerini ifade ederler. Ayrıca Jan Valtin’in tutuklu olan şefi de, Valtin’in talebi üzerine mahkemeye tanık olarak getirilip dinlenir. Bu kişi, Nazilere tamamen teslim olan biri olduğu halde mahkemede Valtin’in lehine ifade verir ve sözü geçen toplantıda Valtin’in olmadığını söyler. Bunun üzerine, Nazi mahkemesi, arkadaşlarının boynunun baltayla kesilmesine hüküm verirken Valtin’e bu cezayı vermez. Sovyetler Birliği’nde, büyük temizliklerdeki yargılamalarda böyle bir şey hayal bile edilemez. Bir kere, o zamanki Sovyet mahkemelerine sadece suçlarını kabul etmeyi ve itirafta bulunmayı kabul edenler çıkartılıyordu. Yani suçlarını kabul etmeyenler, hatta mahkemede reddetme ihtimali olanlar çıkartılmıyordu. Bu yüzden, Büyük temizliklerde, tutukluların çok küçük bir kısmı mahkemeye çıkartılmış, neredeyse yüzde doksan dokuzu yargılanmadan, GPU’nun veya GPU hapishanelerinin bodrumlarında infaz edilmiştir. Sovyet mahkemelerinde polis ifadesinin reddedilmesi diye bir şey olamazdı. Buna teşebbüs edildiği an mahkeme erteleniyor ve sanık GPU tarafından bir kere daha “seanstan geçirildikten” sonra yeniden duruşmaya getirildiğinde çaresiz suçunu kabul ediyordu. Hele sanığın lehinde tanıklık diye bir şey söz konusu bile değildi.

Keza Alman Nazi hukuk sistemiyle Sovyet nasyonal hukuk sistemi karşılaştırıldığında, Sovyet hukuk sisteminin daha insafsız olduğunu görebiliyoruz. Örneğin, Sovyet hukuk sisteminde suçun şahsiliği ilkesi tamamen ortadan kaldırılmıştı. Yani suçlanan bir kişinin karısı, kocası, çocukları ve akrabaları da otomatikman suçlu görülüyor ve tutuklanıyordu. Öyle ki, tutuklananların çocuklarının da toplama kamplarına gönderilebilmesi için Sovyetler Birliği’nde cezai sorumluluk yaşı 12’ye indirilmişti. Tutuklananların henüz 12 yaşında olmayan çocukları yetimhanelere kapatılıyor ve 12 yaşını doldurdukları anda toplama kampına yollanıyordu. Nazi Almanya’sında böyle bir uygulama yoktu.

Her iki rejimin de tek parti diktatörlüğüne dayandığını belirtmiştik. Tek parti diktatörlüklerinin ayrılmaz bir parçası da iktidardaki tek partinin kaçınılmaz olarak parti içi muhalefeti tanımayan monolitik bir yapıda olmasıdır. Ne var ki, monolitiklik açısından iki partiyi kıyasladığımızda SBKP’nin NAZİ partisinden daha da monolitik olduğunu söyleyebiliriz. Parti içi tasfiyeler açısından baktığımızda, SBKP içindeki tasfiyeler ve idamlar milyonlara varırken, Hitler’in partisindeki tasfiye ve ölümler oldukça geride kalmaktadır. Hitler’in kendi muhalifleri olan SA’lara karşı giriştiği “Uzun Bıçaklar Gecesi” adlı tasfiye harekâtında öldürülenlerin sayısı 150 kadardır.

Sanırım, insanlık en karanlık günlerini, bu iki nasyonal sosyalist rejimin ittifak kurup II. Dünya savaşını başlattığı yıllarda yaşamıştır.

Bütün bunlar, Türkiye’deki bir kısım nasyonal sosyalistin neden aynı zamanda Stalinist olduğunu da çok iyi açıklar.

Gün Zileli

25 Kasım 2011

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Ersen Olgaç / ”YÜZYILIN GECE YARISI”

Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde insanlık ilk kez sınıfsız ve özgür bir dünyaözlemini gerçeğe dönüştürmenin eşiğine …

105 Yorumlar

  1. özgürlükçü

    tamamen katıldığım abartılı gibi eleştirileceğini bildiğim halde abartıdan çok genel anlayışı destekleyecek ilavelerin yapılacağı eksiklerinin tamamlanıp 1928-1960 nasyonal sosyalizminin bzizim gibi ülkelerin özgürlükçü devrimcilerince daha iyi anlaşılabilmesi için köminternin faaliyetlerinin incelenmeside yarar olabileceği düşüncesindeyim.özellikle kominternin avrupa seksiyonu sorumlusunun anılarınıda içeren kaybedenlerin belleği gibi ispanya deneyindeki ve diğer ülkelerdeki köminternin işlevini yaptıklarını inceleyebilirsek makaledeki ana fikrin ne denli isabetli olduğunu daha iyi anlayabiliriz.proleteryanın özgürleşmesini giderek insanlığın özgürleşmesini iddia edip yaptıklarının insanlığın değil özgürleşmesi yok olmasına kadar gidecek uygulamaları bırakın bizim gibi özgürlükçü devrimcilere proleterya diktatörlüğünü savunanlara bile yuturamazlar.kutluyorum

  2. merak ne güzel şey(!)

    gün bey
    “Hruşçev’in Yalanları” isimli kitabı okudunuz mu? Eğer okuduysanız bizler için bir değerlendirme yazısı yazar mısınız? Aşağı da kitabın yazarıyla yapılmış bir söyleşi var isteyen göz atabilir. SAYGILARIMLA…

    “Anti-Stalinist İhanet” kitabının yazarı Profesör Grover Furr’la röportaj

    Son günlerin göze çarpan en sıra dışı kitaplarından biri, Montclair Devlet Üniversitesi profesörü, tarihçi Grover Furr’un Rusça’ya çevrilen ve SBKP 20. Kongresinde Nikita Kruşçev’in yaptığı konuşmayı ayrıntılı olarak incelediği “Anti-Stalinist İhanet” ( [Antistalinskaia Podlost] Moskova: Algoritm Yay., 2007) kitabıdır.

    Kitap, yayınlandıktan sonra kısa bir süre içinde binlerce okura ulaştı. Okurların ilk eleştirilerinde övgü dolu tepkiler kadar ökfe dolu tepkiler de aldı ama kitap piyasa odaklı zamanımızın ortamında yine de ender bulunan bir kaynak kitap olma başarısına erişti.

    Bu nedenle Profesör Furr’la görüşüp kendisini daha iyi tanımanın ve fikirlerini, birinci elden sormanın öğretici olacağını düşündük.

    S. Hartsizov – Profesör, doktora tezi Fransız Orta Çağı olan bir Princeton Üniversitesi doktoru olarak Stalin dönemi Sovyet tarihine nasıl ve neden merak sardığınızı bize anlatır mısınız?

    Grover Furr – Benim ilk uzmanlık alanım ortaçağ araştırmalarıdır. Stalin zamanındaki Sovyetler Birliğinin tarihi üzerine araştırma yapmam için bana gerekli “otoriteyi” sağlayacak bir diplomam yok.

    Ama bir ortaçağ araştırmacısı olarak derin tarihi araştırmalar yapma eğitimini aldım. Örneğin, İngilizce dışındaki dillerde yazılan temel kaynakları kullanmayı; “kabul gören bilgilere” ya da “kabul gören fikirlere” asla dayanmamayı; “tanınmış otoritelerin” fikirlerine güvenmemeyi ve her şeye kendim bakmayı öğrendim.

    1965-69 mezunu olarak Vietnam Savaşına karşıydım. Bir keresinde biri bana Vietnamlı komünistlerin “iyi adamlar” olamayacaklarını; çünkü onların hepsinin “Stalinist” olduğunu ve “Stalin’in milyonlarca masum insanı öldürdüğünü” söyledi.

    Bu düşünceyi unutmadım. 1970′lerin başında Robert Conquest’in The Great Terror / Büyük Terör kitabı yayınlandığında ilk baskısını okumamın sebebi belki de buydu. Okuduklarım karşısında sarsılmıştım!

    Lisedeyken Rus edebiyatı dersi aldığım için Rus dilini bildiğimi de eklemeliyim. Bu yüzden Conquest’in kitabını çok dikkatle okudum. Anlaşılan bu kitabı hiç kimse böyle okumamıştı!

    Conquest’in kaynak kullanımında dürüst olmadığını fark ettim. Dipnotları, yazarın Stalin karşıtı hükümlerini desteklemiyordu! Esasen, Stalin’e karşı olan tüm kaynakları güvenilirliklerini göz ardı ederek kullanmıştı.

    Sonunda, sözümona “Terör” ile ilgili bir şey yazmaya karar verdim. Uzun zamanımı aldı; ama sonunda 1988′de “Mareşal Tuhaçevski Hakkındaki Eski Hikâyelere Yeni Bir Işık: Bazı Belgelerin Yeniden Değerlendirilmesi” başlıklı bir makaleyi yayınladım… Bu süre boyunca Arch Getty, Robert Thurston, Roberta Manning, Sheila Fitzpatrick, Jerry Hough, Lewis Siegelbaum, Lynne Viola ve başka yeni ekol tarihçilerin Sovyetler Birliği üzerine yaptıkları araştırmaları inceledim.

    S. Hartsizov – Bu isimler, bence, Rus okuruna pek bir şey ifade etmeyecek. Conquest’ten sonra, yeni Batı “ekolü” temsilcilerinden herhangi birinin Sovyetler Birliği tarihi yaklaşımına farklı bir şeyler katabileceğine inanmak güç…

    Grover Furr – Doğrusu, durum tam tersi. Sözünü ettiğim ekol, Conquest’in ve soğuk savaş dönemindeki totaliter sovyetoloji yaklaşımının antitezi olarak ortaya çıktı.

    Bu yeni ekolün araştırmacıları eldeki bulguları dikkatlice inceleyerek ve en önemlisi, nesnel bakmak için büyük çaba sarfederek, tüm bu Soğuk Savaş tarihçiliğinin, Troçkist, Kruşçevci ve daha sonra gelen Gorbaçovcu-Yeltsinci “tarihçiliğin” siyasi önyargılara korkunç bir biçimde teslim olduğunu gösterdiler. Bu tür tarihçiler politik önyargılarının öylesine etkisi altında kalmışlardı ki yazdıkları kitaplara tarih kitabı olarak değil, propaganda örnekleri olarak bakılmalıdır.

    Yeni ekol kurucularından biri olan J. Arch Getty’nin The Origins of the Great Purges / Büyük Tasfiyelerin Kökenleri adlı kitabı bilimsel tarih dünyasında gerçek bir heyecan yarattı. Getty, kitabında gerçek olarak kabul edilmiş sayısız yalanı başarılı bir biçimde ortaya çıkardı. 1930′lardaki baskıların Stalin tarafından planlandığı görüşü de kitapta temesizliği ortaya çıkarılan yalanlardan biriydi.

    Bu araştırmacının şansızlığı, çalışmasının “perestroyka” yıllarında ABD’de yayınlanmış olmasıydı. Bu süre boyunca “glasnost” ya da “şeffaflık” gibi sahte bir bahaneyle, yalnızca Getty’nin aleyhtarlarının, soğuk savaşçıların çalışmaları yayınlandı; hem de yüksek tirajlarla. Getty’nin Rusya tarihiyle ilgili tek bir kitabı bile Rusya’da yayınlanmazsa, Rus okurlar onun çığır açan eserlerinden nasıl haberdar olur?

    Bu durum, yukarıda adını andığım tarihçilerin birçoğu için geçerlidir. Neyse ki umut verici örnekler de var. Birkaç ay önce Ukraynalı bir internet dergisi, West Virginia Üniversitesi profesörü Mark Tauger’in mükemmel çalışmalarından birini yayınladı. Tauger’in çalışması 1932-33 kıtlığının Sovyet liderleri tarafından uygulanan bir “Holodomor” ya da “yapay kıtlık” yaşandığını iddia eden Nazi-esinli efsaneyi tamamen çürütüyor.

    S. Hartsizov – Kruşçev’in 20. Kongre Konuşmasına nasıl ve neden merak sardınız?

    Grover Furr -Kruşçev’in “kapalı” ya da Batıdaki deyimiyle “gizli” raporu, hiç abartısız, 20 yüzyılın en çok etki yaratmış konuşmalarından biridir. Bu rapora nasıl ya da kim tarafından “olumlu” ya da “olumsuz” bir değer biçildiği ayrı bir konu ama bu raporun Sovyet ve Rus tarihinin gidişatını temelden değiştirdiği açıktır. Bu konuşma “Anti-Stalinizm” adlı politik kavramın dayanaklarından biri ve “20. Kongre paradigması”nın temel kaynağı olması bakımından önemlidir.

    Kısacası, Sovyetler Birliği tarihiyle ilgilenen hiç kimse böyle önemli bir belgeyi görmezden gelemez.

    S. Hartsizov – Ama bu konunun bu kadar çok işlenmiş olmasının nedeni de bu. “Anti-Stalinist İhanet” (Rusçası: Antistalinskaya Podlost) kitabınıza gösterilen tüm bu ilgiyi nasıl açıklıyorsunuz ?

    Grover Furr – Buna cevap vermek benim için güç. Bunu okurlar değerlendirsin… Ben bir araştırmacı olarak sadece beni etkileyen şeylerden bahsedebilirim.

    Bu çalışmanın fikrini oluşturduğum zaman mütevazı bir hedefim vardı. Eski Sovyet arşivlerindeki bazı belgelerin gizliliğinin kaldırılması sayesinde halka açılan tarihi kaynakların yanında, raporun içindeki “ifşaların” yerini belirlemek istemiştim. Son 10-15 yıl içinde birçok yeni kaynak, Kruşçev’in konuşmasındaki herhangi bir ifadenin objektif bir değerlendirmesini yapabilecek uzmanlar için hazır hale getirildiğinden bu tür bir araştırmayı bir Rus tarihçi ya da Çinli bir tarihçi yapabilirdi.

    Ve bu noktada ilginç bir tablo belirmeye başladı. Ortaya çıktı ki, raporda geçen “ifşaların” hiçbiri doğru değildi. Bir tanesi bile!

    Kruşçev’in birkaç yalanı elbette önceden biliniyordu. Örneğin, gizli oturum sırasında kongredeki delegelerden birkaçı Kruşçev’in bazı “ifşalarının”, örneğin, Stalin’in “dünya çapında bir askeri operasyon planladığı” yönündeki saçma beyanının, en hafif deyimle, gerçekten uzak olduğunu fark etmişlerdi. Ama konuşmanın tamamı bu gibi “ifşalar”dan oluşmuştu – bu da hayret vericiydi.

    S. Hartsizov – Abartmıyor musunuz? Tüm konuşmanın yalnızca yalanlardan ibaret olduğuna inanmak güç. Basitçe Stalin’i savunuyor olmalısınız ve bu yüzden kafanızdaki bu hedefle Kruşçev’i ve onun çığır açan raporunu karalıyorsunuz.

    Grover Furr – Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm; ama ben Stalin’in ya da bir başkasının “savunmasını” yapmıyorum. Bir araştırmacı ve bir uzman olarak gerçekler ve kanıtlarla ilgileniyorum. Araştırmamın amacı, diyelim ki, Kruşçev’in uzay, mısır ya da SBKP programı üzerine yaptığı konuşma olsaydı, bu alanlarla ilgili kaynakları incelemem gerekecekti. Ama burada, araştırmamın konusu, Stalin ve Beria’nın sözde “ortaya çıkarılan” suçlarıydı.

    Altmış bir adet “ifşa” ya da suçlayıcı iddiayı ele aldım. Her birini tarihi kaynakların ışığında araştırdım. Sonuç, Kruşçev’in “Gizli Konuşması”ndaki “ifşalar”dan birinin bile doğru olmadığıydı. Burada “Stalin savunması” yapmam söz konusu değil. İspat yükümlülüğü her zaman suçlayanındır; bu olayda da bu yükümlülük Kruşçev’e aittir. “Gizli Konuşma”da “ifşa edilen” iddiaların bir tanesi bile kanıtlarla yüzleşmeye dayanamaz.

    “İnanç” konusuna ilişkin bir söz. Hiçbir ciddi araştırmacı kendi kanaatlerine ya da önceden kabul ettiği fikirlere dayanarak herhangi bir ifadenin doğruluğunu kabul veya inkâr edemez. İster beğenin ister beğenmeyin, “Anti-Stalinist İhanet” kitabında sunulan tarihi kanıtlar göz önünde bulundurulduğunda, Sovyetler Birliği tarihine “Gizli Konuşma”nın gerçekleri çarpıtan aynasından bakmak imkânsız hale gelir.

    S. Hartsizov – Sırası gelmişken, ” Anti-Stalinist İhanet ” – bir bilimsel araştırma eseri için çok uygun bir başlık değil, sizce de öyle değil mi?

    Grover Furr – Kitap, kaynakça, isim indeksi, dipnotlar ve belgeli ek bölümlerle- kısacası, eksiksiz bir akademik yayının gerekliliklerine tam uygunluk içinde yayınlandı. Ve hatta bunlar daha geniş bir baskıda yayınlandı. Bir yazar bundan fazlasını bekleyebilir mi?

    Elbette, kitabın müsveddesi üzerinde çalışırken farklı bir çalışma başlığı koymuştum. Hatta kitapta, yaptığım çalışmanın ana hatlarını yansıtması için öyküsel bir dille düzenlediğim orijinal bir bölüm vardı. Ama sanıyorum uzunluğu sebebiyle ya da başka sebeplerden dolayı son baskıya eklenmedi.

    Yayımcı da farklı bir başlık önerdi, her zaman olduğu gibi. Sonuçta, piyasada başarılı olacak bir eser yaratmak için yazı işleri, estetik ve diğer düzenlemeler yayımcıya kalır.

    S. Hartsizov – Burada hala mantıklı görünmeyen bir şeyler var. Bir yandan, yazdığınız üzere, Kruşçev’in konuşması başta aşağı yalanlarla dolu; öte yandan, SSCB liderliğinden tek bir kişi bile bu ifşaların yanlışlığına işaret etmedi.

    Grover Furr – Daha da ileri gidip onların bu sessizliğine sebep olarak, her birinin Kruşçev ile tam bir dayanışma sergilediklerini söyleyebilirim. Ve burada en ilgi çekici sorularla karşılaşıyoruz.

    Genel kanının aksine, “Gizli Konuşma”nın ana hedefi Stalin’in kendisi değil, onun ismiyle bağdaştırılmış olan politik rotaydı, belli bir gelişim yoluydu. Rus tarihçi Yuri Jukov bunu açıkça belirtti: Kruşçev’in hedefi, Stalin’in döneminde başlayan ama henüz tamamlanamayan demokratik reformları sona erdirmekti.

    Bugün – Kruşçev’in Konuşmasının etkisi altında, birçok insanın zihnindeki “Stalin” ve “demokrasi” kavramlarının birbirine taban tabana zıt, birbiriyle bağdaşmayan iki uç kavram, zıt kutuplarda duran iki olgu olarak gösterilmektedir. Ama bu bakış hatalıdır. Stalin, Lenin’in temsili demokrasi görüşlerini paylaşmış ve Sovyet devletinin inşasında bu görüşlerin ilkelerini kökleştirmek için çaba sarf etmişti.

    SSCB’de, Sovyet toplumunu demokratikleştirmek için verilen ve 1930′lardan 1950′lere kadar devam eden politik mücadelenin başında Stalin vardı. Bu programın özü şöyleydi: devlet yönetimindeki komünist partinin rolü, başka ülkelerde olduğu gibi normal sınırlara indirgenecekti ve devletin politik liderliği, parti listelerine göre değil, demokratik prosedürlere dayanarak seçilecekti.

    Sadece Kruşçev değil, diğer Sovyet liderleri de bariz bir biçimde, bu tür reformlara karşıt görüşteydiler. Stalin’le bağdaştırılan Manlenkov, Molotov, Kaganoviç gibi önemli politik figürler istemeden de olsa “Gizli Konuşma”nın gizli altmetnini kabullendiler ve buna boyun eğdiler. Kruşçev’in iktidara gelebilmesinin, bir patlama potansiyeline sahip “Gizli Konuşma”sını yapabilmesinin, kendi görüşlerini yerleştirebilmesinin nedeni Sovyet Parti elitini kendi tarafına kazanabilmesiydi.

    Bu röportajı fırsat bilerek, eserleri “Gizli Konuşma”yla ilgili eserime esin veren, Kruşçev’in döneminde derinlere gizlenmiş gerçeği, Stalin’in demokrasinin prensiplerine bağlığını ortaya çıkaran Yuri Jukov (Rusya) ve John Arch Getty’ye (ABD) teşekkür etmek istiyorum.

    Röportaj: S. Hartsizov

  3. Kitabı da röportajı da okumuştum. İnkar “yiğidin” kalesidir sözünü çok iyi kanıtlar bu kitap ve yazarı. Bütün dünyanın kabul ettiği gerçekleri inkar edersin, bunlar emperyalistlerin uydurmasıdır dersin, olur biter. Kruşçev, Stalin döneminde yapılanların sadece % 10’unu açıklamıştır. O zamandan bu zamana kadar daha birçok şey açığa çıktı. Katyn ormanı katliamını da inkar ettiler, ediyorlar. İnkarcılığa ne yapılabilir ki. Ama gerçekler çok açık bir şekilde ortada. Hatta bence bugüne kadar ortaya çıkanlar, gizlenen suçların % 70’i. Putin, Sovyet belgelerinin incelenmesini yeniden yasakladı. Daha kim bilir neler neler var. Kısacası değerlendirmem budur. Ciddiye alınacak bir kitap değildir. Saygılar.

  4. bu kitabı ben de kitapçıda uzun süre gözden geçirdim. dikkatimi çekti. gün zileli bey, “Stalin’in yönetimi altında nasyonal sosyalist bir devlete dönüştü. Nasyonal sosyalist bir devletti, çünkü dünya devrimine kapılarını kapatmış ve özellikle “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle nasyonalizmi baş köşeye koymuştu.” diyebilmiş kolayca. ama bunun maddi altyapısını göstersin madem. neden ve nasıl sscb, ilk işçi devleti, yahut bürokratik sosyalist bir devlet, alman nazi devletinden beter bir hale bürünmüş? bunun maddi altyapısı nedir? bunları açıklar mı acaba?

  5. Açıklayamaz. en sagci bilim adamlari bile böyle bir yakistirma yapmiyor. Dünyada ilk ve tek. Egosantrizmin geldigi nokta.

  6. merak ne güzel şey(!)

    Gün Bey,
    “Bütün dünyanın kabul ettiği gerçekleri inkar edersin, bunlar emperyalistlerin uydurmasıdır dersin, olur biter.” Dürüst olmak gerekirse kitabın içeriğinde yazarın böyle bir düşünceye sahip olduğuna dair tek bir ima veya kelime okumadım. Bir araştırma kitabı olarak ciddi belgelerle sonuca ulaşmaya çalışmış ve sanırım verdiğiniz tepkiye bakılırsa amacına da epey ulaşmış. Sosyalizm sorunları meselesinde Stalinizme özel bir parantez açmış biri olarak şahsınızdan daha bilimsel bir açıklama beklerdim. En azından düşüncelerinizi dikkatle takip eden bir okuyucunuz olarak. İyi günler diliyorum.

  7. Alt yapısı şudur. Etim devrimiyle birlikte üretim araçları büyük ölçüde devlet mülkiyetine alındı ve burjuvazi mülksüzleştirildi. Bu devlet mülkiyeti “işçi mülkiyeti” olarak ilan edildi ama aslında bu gerçek değildi. Çünkü işçi sınıfı ne devlet iktidarına ve dolayısıyla ne de devlet mülkiyetine sahipti. Tersine, devlet mülkiyeti tarafından sömürülen bir sınıf konumuna düşürülmüştü. Kimdi devlet mülkiyetinin sahibi? Elbette devlet sınıfı, yani bürokrasi. Bu bürokrasi, aynı zamanda devrimin anılarını taşıyan bir kesimdi ve “tek ülkede sosyalizm” teorisini kabul etmekle birlikte, Stalin’in aşırı milliyetçi ve zorlayıcı politikalarına karşı direndi. İşte 1938 temizliklerinin anlamı budur. “Devrimci” bürokrasinin de temizlenmesiyle birlikte azgın Rus milliyetçiliğinin önünde hiçbir engel kalmadı. Rejim artık nasyonal sosyalist bir rejim halini almıştı.

  8. Arkadaşım, bu kadar düzeysiz bir kitabı ciddiye almanız şaşırttı beni. Orada söylenenlerin hiçbir kanıtı yoktur ve inkardan ibarettir. Cevabım bundan ibarettir, cevabımın sizi tatmin etmemesi benimle değil, sizinle ilgili bir sonun, üzgünüm.

  9. Gün bey, devlet bürokratik bir devletti ve halk yığınlarının inisiyatifine dayanmıyordu. Bu doğru. Ama yine de azgın sömürü tanımlamanız doğru gibi görünmüyor. Sonuçta o koşullarda iyi-kötü bir eşitlikçi düzen sağlandı. Bunun günümüze dek uzanan sonuçları altyapı hizmetlerinin tamamlandığı ve Sovyet halkına ucuz su, elektrik, doğalgaz vb sunulduğu, ucuz ev kiraları ile herkesin başını sokabildiği toplu konutlar oldu. Çirkindi bunların çoğu da azgın sömürü tanımlamasına uymuyor.
    “Azgın rus milliyetçiliği” tanımı da dayanaksız. Kimdir bunlar ve bu “azgın” milliyetçiliğin maddi dayanakları nelerdir? Yoktur böyle bir gerçeklik. Sadece tüm diğer kapitalist milli devletler gibi SSCB de milli bir devletti deseniz anlarım da “azgın” milliyetçilik için hiç bir somut gerekçe yoktu ortada.

  10. meemur arkadaşım, elbette bunları buradan konuşmak kolay. yaşamak gerekir. Ateş düştüğü yeri yakar. Size bir kitap tavsiye edeyim. Jan Valtin, Karanlığın ötesinde (çev: Gün Zileli, Kibele, 2009). Bu kitapta sırf Murmansk’taki işçilerin durumunun anlatımı durumu kavramaya yetecektir. Grev yasak. Homurdanan ve iş yavaşlatmaya kalkan işçilerin önderleri NKVD tarafından idam ediliyor, geri kalanı da sürülüyor. O manzaraları bir okuMALISINIZ. Milyonlarca insan (zek-köle) kötü çalışma koşullarından dolayı Magadan gibi yerlerde öldüler, dondular, dayanamayıp intihar ettiler (Eugenia Ginzburg, anafora Doğru, anaforun içinde, çev: Gün Zileli, Pencere Yaylınları). İşçilere pasaport kanunu getirildi. Yani bir işçinin bir başka şehirde iş araması mümkün değildi. Hele savaş sırasında işyerini terk etmek vatana ihanet sayılıyordu. Ucuz kira vb. konusunda haklısınız. Evet bunlar gerçek ve tam istihdam da gerçek. Dolayısıyla işçiler bugünkü kapitalizm koşullarında olduğu gibi yarın ne olacağım endişesiyle yaşamıyorlardı, uçurumun kenarındaymış gibi yaşamıyorlardı. Ama neyin karşılığı olarak? Düşük ücret, sesini çıkartmamak, askeri disiplinle çalışmak, grev yapamamak, gerçek sendikalardan yoksun olmak vb.

    Azgın milliyetçiliğe gelince… Bunu da oradaki milliyetlere sormak en doğrusu. Kırım tatarları, süryaniler (bu sitede bu konuda bir yazım var), Çeçenler, başka Türki halklar vb. topraklarından sürüldü, korkunç bir baskı altına alındı. Ukraynalılar keza öyle, bütün milliyetler öyle. Bugün Atatürk’ün kürtlere, Dersimlilere yaptıklarını dillendiriyoruz, milliyetçilik olarak nitelendiriyoruz da, bunlara neden sessiz kalıyoruz. Veya sessiz kalmasak da hafifletmeye çalışıyoruz. Adı sosyalist olduğu için mi? Yazıktır, günahtır.

  11. Kırım Tatarlarına yapılanlar vb birer gerçektir. Ama bunların arkasındaki etken milliyetçilik ve azgın milliyetçilik değil, politik gerekçelerdir. Mesela Kırım Tatarları ile ilgili olarak, savaşda Nazilerle işbirliği suçlaması vardır ve bunda gerçek payı da var. Bu da o zamanın koşulları altında gariban Tatar askerlerinin bulduğu bir çözümmüş. Benim de bir tanıdığım var. Adamcağızın başından savaşda ne maceralar geçmiş.
    Yani milliyetçilik değil, başka politik ve (yine de yanlış ve olumsuz) etkenler yüzünden sürülmüşler. Diğer halkların Rus alfabesine uymak zorunda bırakılmaları vb ise yine milli devlet çıkarları gereği olmuş. Rusların yerleştirilmeleri de öyle. Bunlar kolonyalizasyon değil, politik ve ekonomik gerekçelerle yapılmış. Ortaasya Türk cumhuriyetleri bu gelişim sonucunda çölde uzay teknolojisiyle tanışmış ama çobanlıktan astronotluğa geçiş de sıkıntısız olmamış. Hem de kapitalizmi geçip öne çıkma yarışı içinde doğaya da saygı göstermemişler ve örnek olsun, Hazar denizini mahfetmişler.
    İşçilerin pasaport meselesi vb de doğrudur ama ağır sömürü olgusu hep kapitalizme yetişip onu geçme mili gerekçesi ile açıklanabilir. Bu felsefe yanlışdı. Kapitalizmle bu konuda yarışılamazdı. O geçilebilirdi ve bir çok alanda geçildi belki ama bu nedenle kaybedildi.
    Yani demem o ki, değindiğiniz maddi gerçekler doğru ama bunun sonucu Nazi ALmanyası ile “ondan da beter” paralellikler kurup “nasyonal sosyalist” bir SSCB kurgusu çıkarmak olmamalı.

  12. “Anti-Stalinist İhanet”(!)

    Kitabın tarafgirliği adından belli. Böyle bir kitaba ve yazarına güvenmemek için bir tek bu bile yeter.

  13. zaten milliyetçilik de politik bir gerekçedir. siz de milli çıkarların belirleyici olduğunu söylüyorsunuz, kendine sosyalist diyen bir devlet eğer milliyetçilik yapıyorsa bu nasyonal sosyalizmden başka bir şey olmaz. Hele Stalin’in korkunç diktatörlüğü altında. Ben karşılaştırma yaparken sadece olguları söz konusu ettim, ideolojik olarak bakmadım inanın. Eğer yanılıyorsam zaten yanılgım ortaya çıkar merak etmeyin. ama şu kadarını da ekleyeyim: Stelin rejimi altında öldürülen komünistlerin sayısı milyonu bulur. Hitler rejimi altında ise Alman komünist partisi başkanı Thalmann 1944 yılına kadar kampta yaşayabilmişytir. ancak HÜitler, yenildiklerini görünce, Thalmann ve diğer liderlerin öldürülmesi emrini vermiştir. oysa SB’ne sığınan Alman komünistlerinin yüzde doksanı daha 1940’a varılmadan katledilmiştir. Yine de tartışmaktan yanayım.

  14. Ölü komünist sayısı ile analiz

    ilkel ilkel analizler. Ben de sorayım o zaman: o komünistlerden kaç tanesi ideolojik olarak ve vicdan olarak Stalin’den farklı idi?

  15. özgürlükçü

    bu nasıl işçi sınıfı devleti ve iktidarıki iişçilerin devlet ve parti politikaları ve programının hangi karar ve uygulama sürecine katılabildiği örneği olamayıp en ufak işççi muhalefetinin bile hiç bir hukuğa tabi olmadan emperyalistlerin ve kapitalistlerin işbirlikçi hainleri suçlaması ile yokedildiği binlerce örneği nereye koyacağız?çeşitli milliyetlere yapılanın nedeni nazi iş birliği suçlaması ise kanıtı ne?stalinin nkvd nin kominternin nazilerle işbirliği ile öldürdüğü köminist ve anarşistleri ne yapacağız hepsi yaşayıp şahit olanların isbatı ile açıkken?proleterya iktidarı ve diktatörlüğü milli devlet nasıl olabiliyor olursa alman faşist milli devletinden farkı ne olabilir?stalin sovyet yurttaşlarının ve işçi sınıfının özgürleşmesinimi başardı yoksa eşlerin anna baba ile çocukların bille bir birinden yabancılaşıp giderek hiç bir şeyi paylaşamayıp yaratıcılıklarının ve özgürlüklerinin körelmesinimi başardı?bu başarılı sosyalist sonuç olarak hitler ve diğer diktatörlerden farklı olduğuna göre başarısı nedir?ağır bedel ve yılların birikimi ile devrimcilerin gerçekleştirdiği büyük hayalı devrimi zincirlerinden kurtulan işçi sınıfını özgürleştirdimi yoksa devlet-iktidar-bürokrasi ve partinin elitlerinin kölesimi yaptı?özgürlükçü devrimci gelecek beklentimizle stalinin sonuçlarının ne ilgisi var?bizim devlet-iktidar-sermaye hegemonyamız ile olumlu farklılığı ne olabilirki beni heyecanlandırsında özgürleşebileceğim beklentisi ile savunabileyim?1 tane neden bulabilirmiyiz?

  16. merak ne güzel şey(!)

    Gün Bey
    Yeniden iyi akşamlar. Bir okuyucunuz olarak şahsınızdan güncel bir kitap üzerine bir eleştiri yazısı rica ettik. Siz ise bize eleştiri yerine tepki verdiniz. Hani neredeyse nasıl bana böyle bir soru soruyorsunuz demeye getirdiniz. Ayrıca verdiğiniz tepkiye bakılırsa kitabı okumadığınız çok belli. Ki bu durumu daha vahim yapar. Hruşçev merkezli Stalin eleştirisiyle Stalinizmi bir tutmayacak veya tav olmayacak kadar sizi okuduğumuzu dile getirmek isterim. Tavrınızı benimsemediğimizi itiraf eder. İyi akşamlar dileriz.

  17. arkadaşım, gerçekten beni çok şaşırttınız. Birincisi, size anında nasıl bir eleştiri yazısı imal edebilirdim ki. Kitabı Zürih’teyken okumuştum ve şu anda yanımda değil. Ama hatırladığım kadarıyla yanıtlamaya çalıştım. Bu sefer de “kitabı okumadığınız çok belli” diyorsunuz. Bu cümleniz beni kuşkuya düşürdü. Siz gerçekten burada tartışmak isteyen biri misiniz? Yoksa sureti haktan görünüp bel altından vurmaya çalışan bir Stalinist misiniz? Her ne olursanız olun ben tavrımı yozmam ve iddianızın tersine hiçbir zaman “bana nasıl soruyorsunuz” demem. Şimdi tekrarlayayım. Hatırladığım kadarıyla bu kitap Britanya Komünist Partisi’nden birinin yazdığı bir kitaptır. İleri sürdüğü argümanlar bir rezalettir. “Yalan”, !iftira”, “uydurma”, “emperyalizmin çarpıtması”, soğuk savaş propagandası” türü Stalinistlerin her zaman başvurduğu türden laf kalabalığı ile doludur. Zaten başkaca da yapabilecekleri bir şey yoktur. Dünya II. Dünya Savaşı sonrası dünya değildir. Artık katliamları falan gizlemek eskisi gibi mümkün değildir. Stalin’in neredeyse bütün cinayetleri su yüzüne çıkmıştır. Bu tür zavallıca kitaplar stalinistlerin ne kadar kötü ve çaresiz bir durumda olduğunu gösterir sadece. Kruşçev’in açıkladıkları sadece suçların %10’udur zaten. örneğin Kruşçev Katyn ormanı katliamına değinmemeyi tercih etmiştir ve daha bir çok şeye. Çünkü kendisi de bunların suç ortağıydı. saygılarımla

  18. Arkadaşım, O komünistlerin vicdan olarak Stalin’den farklı olmaması bir şeyi değiştirmez. Bir zamanın mazlumu bir adım sonra zalim, bir zamanın zalimi bir adım sonra mazlum durumuna düşebilir. alalım Yagoda, Yezhov ve Beria’yı. İlk ikisi Stalin’in korkunç terörünü yürüten GPU-NKVD başkanlarıydı ve yine Stalin tarafından öldürüldüler. (Bu sitedeki “general Blokhin” yazıma bakınız). Sonuncusu ise Kruşçev tarafından. Yagoda’yı öldürten, Stalin’in emriyle GPU’nun başına geçen Yezhov’du. Kemiklerini kırdırıncaya kadar dövdürdü, sonra da başına bir kurşun sıkıp öldürttü onu. Yagoda da alçak bir katildi ama GPu bodrumlarında işkence gördüğü sırada onun yanında ollmak gerekirdi. Yezhov da aynı Yagoda’nın akıbetine uğradı 2 yıl sonra. Yezhov tam bir cani olmasına rağmen, GPU bodrumlarında kemikleri kırılırken artık bir mazluma dönüşmüştü ve “oh olsun” demek canilerin yanında yer almak anlamına gelirdi. Diyelim ki Stalin iktidardan düştü ve öldürüldü, onu da savunurdum. Nitekim, Kruşçev’in Bearia’yı öldürtmesine karşı çıkarım. Çavuşesko’nun diktatörlüğüne ne kadar karşı olursam olayım alel acele yargısız infaza getirilmesini doğru bulmam, karşı çıkarım. Kaldı ki, o katliamlarda çok değerli sayısız komünist, bilim insanı, sanatçı harcanmıştır. Biraz vicdan gereklidir bu tür şeyleri değerlendirmek için.

  19. merak ne güzel şey(!)

    Gün Bey
    Son yorumunuzdan sonra aşağıda şahsınıza yönelttiğim suçlamayı geri alıyor ve özür diliyorum. Biraz kaba davrandım sanırım… Saygılarımla, iyi günler diliyorum.
    “Hani neredeyse nasıl bana böyle bir soru soruyorsunuz demeye getirdiniz. Ayrıca verdiğiniz tepkiye bakılırsa kitabı okumadığınız çok belli. Ki bu durumu daha vahim yapar.”

  20. Tutumunuz beni sevindirdi. O zaman tartışmaya devam edelim. Her zaman sorularınızı yanıtlamaya hazırım.

  21. özgürlükçü

    kuşkusuz bu makalenin konusu devrimci özgürlükçü geleneklerin ve ilgilenenlerin özellikle nasyonal kısmını daha derinlemesine(pratikleriyle yüzleşerek) sosyalistlerin nasıl bir sosyalizm tahayülünün tartışmasında önemli bir işlevi olacaktır.hepimizin gelecek beklenti ve hayellerimizdeki ütopyalarımızın sadece hayallarimzle değil özellikle tarihsel gerçeklikle tanımladığımız gerçeğini unutmadan yaşanmış gerçekliğin sosyalizm olamayacağını söyleyerek bizim hayalimiz tükenen değildir bizim hayalimiz gerçekleşebilir diyenlerin aslında olup biteni henüz olumlu tüketemediğinin itirafı olup aslında gelecek hayalininde şimdiye kadar yaşanan pratiğinden ve tarif edilen sosyalizmden başka bir şey olacağının acı bir itirafıdır.son günlerde murat belge bir miktar margulez ile tam tornistan dönek berktay tartışmalarında bu konunun izlerini görüyoruz.henüz değişmeye çalışan bildik sosyalistlerden proleterya diktatörlüğü öz eleştirisi duysakta yeni keşfettikleri demokrasi ile oyalanmalarının uzun sürmeyip aslında ta başından beri pratik yaşananların her türden devlet ve iktidarın insanın ve insanlığın özgürleşerek gelecek beklentilerinin gerçekleşmesinin engeli olduğunu anlayıp onlarında viva anarşia diyeceği günlerin uzak olmadığını söyleyebiliriz

  22. özgürlükçü'ye

    sen yaz bakalım uzun, uzun; adamlar senin desteklediğin harekete dolayısıyla sana da ulusalcı yani bir nevi nasyonal sosyalist gözüyle bakmaktalar, sen de anlamadan kafa sallamaktasın, bravo iyi komiksin.

  23. Gun Bey,

    Yazilarinizi keyifle takip ediyorum. Katin ormanlari konusunda iki yazinin linkini veriyorum. Okuyup degerlendirir misiniz?

    Bu yazilardan ikincisinde de belirtildigi gibi Grover Furr’un kitabi icin siz de benzer tepkileri veriyorsunuz. Yorum olarak degil daha genis bir bicimde bir yazi halinde yanit verir misiniz?

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/polonya-fasizmi-ve-katin-fabrikasyonu-18909

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/bir-kez-daha-katin-uzerine-37624

  24. Bu iki yazıyı da okumuştum, yeniden okudum. Buradaki iddiaların aynısı daha önce, “Devrimciler Devrim Yolunda” adlı sitede bana karşı da ileri sürülmüştü “ahmet” imzasını kullanan bir arkadaş tarafından. Ve o sitede sonunda bloke edildim. Söyleyeceğim şudur: Bir katliam olup olmadığını (ki bunu kimse inkâr) etmiyor; bu katliamın kim tarafından yapıldığını orada bizzat oğulları, çocukları katledilen halka sormak lazım. Aynı Ermeni katliamında ya da Dersim katliamında yapılması gereken gibi. II: Dünya savaşından hemen sonra yapılan Nürnberg duruşmalarında, o sırada Batı ile Sovyetler henüz ittifak halinde olduklarından, bu suç Nazi’lerin sırtına yıkılmıştır elbirliğiyle. Kruşçev, Stalin’in suçlarını açıklarken bu katliamdan hiç söz etmemiş, üstünü örtmüştür. Ta ki, Gorbaçov iktidarına kadar. Bugün Katyn ormanlarında katledilenler için bir anıt bulunmaktadır ve orada suçun müsebbibleri de yazılıdır, ne kadar inkâr edilirse edilsin. Her şey bütün açıklığı ile gün yüzüne çıkmıştır. Bu katliamın Stalin’in GPU canileri tarafından işlendiği ve baştan, ortaya çıkması halinde almanların üzerine yıkılmak üzere planlandığı çok açıktır. Bunun için size 4 kaynak tavsiye edeceğim. Bu sitede yer alan General Blokhin yazısına (Wikipedia’dan özetlenmiş bir çeviridir); Mustafa Yılmaz’ın bizzat yerinde yaptığı araştırmaların bir ürünü olan Katyn ormanları ile ilgili yazısına bakmanızı tavsiye ederim. ayrıca yine benim, Katyn ormanı katliamı ile ilgili yazıma bakmanız iyi olur. Tabii bir de, bizzat babası bu katliamda öldürülen Polonyalı yönetmen Andre Wajda’nın “Katyn ormanı” filmini seyretmenizi kuvvetle öneririm. Zaten benim ve Mustafa’nın yazısı da bu filmden hareket etmektedir. Sitenin arama motoruna “Katyn ormanı” yazmanız yeterli olacaktır sanırım.

  25. özgürlükçü

    bana özgürlükçülüğe ve özgürlükçü siyasi kürt hareketine insanların nasıl bakacağonı kuşkusuz ben tayin edemem.yinede benim yapabileceğim nasyonal sosyalizm yada sosyalizm diye yutturulmaya çalışılanlar hakkında görüşlerimi paylaşırım.evet siyaset yaptığım siyasi organizasyona katılmadığım halde yine bu sitede kürt ulusalcı eleştirileri yapılmıştır.aslında bize sadece bu değil kimlikçi,etnikçi,hatta ırkçı suçlamalarınıda yapanlar vardır bunlara özgürlük ve devrim düşmanı emperyalizmin uşakları diyerek sıyrılmak yerine bizim hakkımızda bizim itiraz ve anlatmamıza rağmen yanlış algı ve tesbitler varsa bunu yapanlardan çok bizim kendimizi anlatamadığımız hatta bu şekilde yanlış algılara sebep olacak yanlışlar yapmış olabileceğimiz öz eleştirisi ile eksikliği kendimizde görüp o tarz algıları değiştirme çabası içinde olabiliriz.her türden milli duyguların ve ulusalcı reflekselerin en özgürlükçü eleştirisinin olduğu özgürlükçü harekete bu tarz olumsuz eleştirilerinde yapışamayacağı açıktır

  26. Gun Bey,

    Cevabiniz ve kaynaklarla ilgili tavsiyeniz icin tesekkur ederim.

  27. mikail firtinaci

    Merhaba,

    Bu yeni yazinizi cok anlamli buldum. Ozellikle Rusya ve Almanya kapitalizmleri arasinda 30’lar daki benzerliklerin altini cizerek bir onceki tartismayi bir adim daha ileri tasimissiniz. Elinize saglik.

    Bir elestiri – ya da katki yapmak istiyorum yaziniza: Devletin topluma yonelik 30larda Rusya ve Almanya’da giristigi saldirilar esasinda komunizmin ya da sosyalizmin milliyetci carpitilmasinin da urunu degildi sadece.

    Ornegin Fransa, Belcika ve Ispanya’da ki halk cepheleri, Ingiltere “demokrasisi”, ABDde New Deal… Bunlarin hepsi siyasi ve ekonomik anlamda benzerlikler gosteren rejimlerdi.

    Hepsinde cok kabaca ama belirgin bir sekilde:

    1- Karsizlasan ve asiri devlet yatirimi gerektiren sektorlerde yogun devlet yatirimlari yapildi.

    2- Hepsinde az cok “100 buyuk zengin” tarzi, sermayeyi degil sadece uc-bes zengini hedef alan iscileri kazanmaya yonelik bir demagoji benimsenmisti.

    3- Butun bu rejimler isci sinifinin kroniklesmis issizlik sorununa devletci kalkinmaci cozumler onerdiler. Boylece bir yandan cok ucuz ucret maliyetiyle sermayenin ihtiyaci olan yatirimlar devam ederken, diger yandan pazar acigi militarist bir uretime yonlendirilebildi.

    4- Butun orneklerde devlet toplumsal alani kusatarak ve sermaye ile butunleserek19. yuzyil burjuva demokrasinin liberal ozgurluk alanlarinin temelini kazidi. Parlamentolarda siyasi tartismalar duzeysizlesti. Sendikalar devlet karsisinda bagimsizliklarini yitirdiler ve ekonomik planlamanin bir uzantisina donustuler ya da yok edildiler. “Sosyalist” partiler de devletin ideolojik mesruiyet silahlarina donustuler v.s.

    Dolayisiyla: Butun bu rejimlerin ideolojik maskesi altinda asiri bir militerlesme ve savas ekonomisini, bir tur “isci dostu” siyaset gibi gosterme cabasi vardi. Sanirim denebilir ki burjuvazi 1. dunya savasinda yaptigi hatayi toparladi. Ideolojik zaafiyetlerini kismen asti. Boylece cok daha buyuk bir katliamin, 2. dunya savasinin yolunu acip, isci sinifini militarist savas aygitinin pesine surebildiler.

    Bu acidan sanirim Almanya da, Rusya da ve ayni zamanda her yerde beliren devletin bu yeni bicimine belki “devlet kapitalizmi” diyebiliriz… Ne dersiniz?

  28. Yorumun çok ilginç ve bütünleyici gerçekten. Bence de bu döneme devlet kapitalizmi dönemi denebilir. Kemalist diktatörlük de benzer özellikler gösteriyor zaten. Katkın için teşekkürler Mikail.

  29. Sayın Zileli..tedavi olmayı hiç düşündünüz mü? 🙂

  30. Düşündüm:)

  31. bu ara stalinin soğuk esprilerinden üşüttünüz herhalde…

  32. SSCB (Stalin’den itibaren), “sosyalist milletçi” (tekrar: Sosyalist mil-let-çi) idi; Almanya ise milliyetçi sosyalist.

  33. Mümkündür. Bildiğiniz iyi bir klinik var mı? Şöyle sıkı muhafazalı.:)

  34. Stalinizm

    Stalinizm diye bir şey var mıdır, varsa nedir?
    Vardır. Sovyetler Birliği’nde 1920’lerin ortalarında işçi sınıfı, bürokrasinin karşı-devrimiyle iktidarı kaybetmiş ve böylelikle Ekim Devrimiyle kurulmuş olan işçi sınıfının egemenliği son bulmuştu. Bu karşı-devrimle işçi sınıfının egemenliğinin yerini bürokrasinin egemenliği almıştır. Bu egemenlik işçi sınıfının sömürüsüne ve ezilmesine dayanıyordu. Ancak kapitalizmden de farklı bir egemenlik türüydü. İşte Stalinizm kavramı her şeyden önce bu yeni bürokratik egemenlik sistemini ve bu sistemin kendine özgü ideolojisini anlatmaktadır. Neden Stalin’in adından kaynaklanan bir kavram gerekmiştir? Çünkü bu yeni peyda olan bürokrasinin mutlak lideri ve oluşturulan ideolojinin de başlıca mimarı Stalin’di. Bu yeni olguyu anlatacak kavramın da Stalinizm olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Tıpkı Marksizm, Leninizm, Bonapartizm, Bismarkizm, Kemalizm vb. kavramlarında olduğu gibi.
    Stalinizm sorunu bir kişi sorunu mudur?
    Hayır değildir. Stalin olmasaydı Mtalin diye biri olurdu. Önemli olan bir siyasal olgu ve eğilim olarak Stalinizmi doğru anlamak ve mahkûm etmektir. Ama öte yandan bu, kişi olarak Stalin’i es geçmemiz gerektiği anlamına da gelmez. İşçi sınıfının davasına samimiyetle bağlı olan her sosyalist bilmelidir ki, Stalin işçi sınıfının düşmanı karşı-devrimci bürokrasinin en önde gelen elebaşıydı.
    Stalin Lenin’in devamı mıdır?
    Asla! Aksine Stalin Lenin’in karşı-devrimci inkârıdır. Lenin’in temsil ettiği ne kadar devrimci değer varsa Stalin bunların hepsini ayaklar altına almıştır. Biri insanoğlunun yetiştirdiği en katıksız devrimcilerden biri, diğeri ise karşı-devrimcidir. Şüphesiz Stalin daha en başından itibaren bir karşı-devrimci değildi. Ama o zaman da o Stalin değildi. Onu, bildiğimiz Stalin yapan, liderlik ettiği karşı-devrimdir.

    Dünya devrimi, tek ülkede sosyalizm

    Tek ülkede sosyalizm olabilir mi?
    Olamaz. Çünkü işçi sınıfı dünya ölçeğinde kapitalizmi tasfiye etmeden sosyalizme varılamaz. Stalinist diktatörlüklerin Marksizmi çarpıtarak savundukları “tek ülkede sosyalizm”in kurulabileceği iddiasına gelince, bunun yanıtı bizzat yaşam tarafından verilmiştir. En güçlü pratik kanıt SSCB ve diğerlerinde yaşanan deneyimlerdir. Bu ülkelerdeki egemen bürokrasilerin hepsi tek ülkede sosyalizm anlayışını savunuyor ve kendi ülkelerinde sosyalizmin kurulmuş olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların çökmüş olması “tek ülkede sosyalizm”in de olamayacağının tescillenmesidir. Teorik açıdan ise bu zaten çok önceden Marx tarafından ortaya konmuştu. Ve Marksistler ta ki Stalin’e kadar bunu böyle bilmiş, böyle savunmuşlardı. Ancak Stalinist bürokrasinin bir karşı-devrimle iktidara yükselme süreci içinde, bu temel ilke tahrif edilerek tersine çevrildi ve Stalinist komünist partiler aracılığıyla sonraki tüm kuşaklara böyle belletildi.
    Tek ülkede sosyalizm olamaz ise, tek ülkede devrim de mi olamaz?
    Tek ülkede sosyalizm kurulamaz, ama devrim olur, olmuştur da. İkisi aynı şey değildir. Tek tek ülkelerde işçi sınıfı devrimle iktidara yükselebilir, bir işçi sınıfı demokrasisi anlamına gelen kendi egemenliğini kurabilir, ve böylece sosyalizme doğru bir geçiş dönemini başlatabilir. Ancak bu geçiş döneminin tek ülkenin sınırları içinde tamamlanması mümkün değildir. Bunun olabilmesi için diğer ülkelerde de işçi sınıfının devrim yaparak iktidara gelmesi ve sürecin dünya çapına yayılması gerekir. İşte ancak o zaman sosyalizme varılabilecektir.
    Dünya devrimi ve tek ülkede sosyalizm anlayışı birbiriyle bağdaşır mı?
    Bağdaşmaz. Bunu anlamak zor değildir. Zira eğer sosyalist toplum tek bir ülkenin sınırları içinde kurulabiliyorsa, ne diye bir dünya devrimine ihtiyaç duyalım. Dünya devrimini isteyen tek ülkede sosyalizmi isteyemez, ya da tersi. Tek ülkede sosyalizmin olabileceğini savunan kişinin, dünya devriminden söz etmesi inandırıcı olmaz. Dünya devrimi nesnel ve gerçek bir olanaktır, tek ülkede sosyalizm ise gerçekleşmesi asla mümkün olmayan gerici bir ütopya.
    Devrim tüm dünyada “aynı anda” mı olacak?
    Eğer bu “aynı anda” kavramından tarihsel ölçekte bir eşzamanlılık değil de, gündelik yaşamda alışıldığı anlamda bir zamandaşlık anlaşılırsa, böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı elbette yoktur. Ancak işçi devriminin yaşayabilmesi, yani yayılabilmesi için ayrı ayrı ülkelerdeki devrimlerin az çok süreklilik arzeden bir süreç içinde gerçekleşmesi gerekir. Kaldı ki bu nesnel açıdan da güçlü olan olasılıktır, zira dünya kapitalist sistemi bunun için gereken maddi zemini döşemiş bulunmaktadır. Eğer tek tek ülkelerdeki devrimler arasına çok uzun fasılalar girer, süreçte büyük kopukluklar olursa, o zaman bu ülkelerdeki devrimlerin hayatta kalması giderek imkânsızlaşır.

    http://www.marksist.net/sikca_sorulan_sorular

  35. yorumları okumadım, belki değinen olmuştur fakat bu yazıda özellikle GPU-Gestapo karşılaştırması tam bir facia. Gestapo’da kurtulma ihtimali varmış da, GPU’dan yokmuş. Benim anlamadığım Gün Zileli’nin tarihin gördüğü belki de en büyük bu iki suç şebekesini karşılaştırıp (üstelik GPU’yu daha olumlu bir yere koyarak) nereye vardığıdır?

    “Bütün bunlar, Türkiye’deki bir kısım nasyonal sosyalistin neden aynı zamanda Stalinist olduğunu da çok iyi açıklar.” yorumu ise tam da benim dediğim şeyi örtmek için sona öylece iliştirilmiş…Ben anlamadım sayın Zileli açık konuşur musunuz? İşçi Partisi aynı zamanda Hitlerci olduğu için mi Stalinist? Artık başka hangi grup kastediliyorsa…Şu sitede gördüğüm en kötü yazılardan…

    Stalin’le Hitler aynıydı vb. vb. düzeyinden bir gram ileriye gidemediniz, çakılıp kaldınız…Daha vahimi geçen feodalizmle kapitalizm arasında bir fark yoktur bence gibi bir yorumunuzu da görmüştüm…Her şeyi düzleyen bu bakış açısı çok sakat ve hatta arada söylenen doğru şeyleri de görünmez kılıyor.

    Stalin’le Hitler aynı falan değildi. İkisi de çok büyük mezalimin sorumlularıdır ama kesinlikle aynı değildir.

    GPU ve Gestapo da aynı değildir. Hep ezbere değerlendirmeler…GPU devrimi boğuyordu, devrimci olan Sovyet halklarını sindirmeye çalıştı. Gestapo’yle karşılaştırıldığında o nedenle o kadar büyüktü, çünkü Alman halkı direniş göstermeyi bir kenara bırak, bir bütün olarak Gestapo’laşmıştı ve Hitler Stalin’in asla cüret etmediği kadar, sorgusuz sualsiz, hiçbir şey adına, sırf Yahudi ya da başka bir dinden/milletten olduğu için milyonları öldürdü. Hitler bu konuda asla Stalin’le yarışamaz, inanmıyorum, gerek de duymuyorum. Eğer illa yarıştırmak gibi bir amacınız varsa…

    Gün Zileli benim için artık ömrünü tamamlıyor. O kadar yıldan sonra, hep aynı şeyleri ve artık klişeleşmiş doğruları duymak bir yarar sağlamıyor.

  36. “Hitler bu konuda asla Stalin’le yarışamaz” demişim…tersi “Stalin bu konuda asla Hitler’le yarışamaz” olacaktı.

  37. Ertan, iki konuyu açıklığa kavuşturayım. İP, Hitlerci falan değildir, hiçbir zaman böyle bir şey ileri sürmedim. İP Stalincidir, üstelik Türkiye’deki Stalincilerin en tutarlısıdır; bu yüzdendir ki, Stalin türü bir nasyonal sosyalisttir.

    İkincisi, Alman toplumunun direnişi konusunda yanılıyorsun. Çok büyük bir direniş vardı; direniş olmadığı batılıların palavrasıdır; kendilerini kurtarıcı olarak göstermek için yaptılar bunu. Hitler rejimi altında güçlü bir Yahudi artı anti-ırkçı şebeke vardı; bu yolla çok sayıda Yahudinin kaçırılması sağlanabilmiştir. Ayrıca bir “kızıl orkestra vardı”. Bu da çok esaslı bir yeraltı direniş örgütlenmesiydi. Komünistler ve anti-faşistler bütün zor koşullara rağmen örgütlenebilmişlerdi. Sovyetler Birliği’nde ise direnişin zerresi yoktu. Neden biliyor musun? Çünkü Hitler rejiminin ırkçı ve düşman olduğunu ırkçılığa ve faşizme karşı olanlar baştan biliyorlardı ve direniş ruhlarını kaybetmemişlerdi. Çünkü düşman açıktı. Sovyetler Bierliği’nde öyle mi ya? Zulmü yapan, devrimin partisiydi ve insanlar şaşkınlık içindeydi. İnsanlar içeri atıldıklarında bile partiye ve hatta stalin’e bağlılıklarını sürdürdüler. Daima bir yanlışlık yapıldığı sandılar. Bu yüzden rejime karşı direnmeyi akıllarının köşesinden geçirmediler. Hatta bir kısmı devrime yararlı olduklarını sanarak cellatlarına içerde bile yardımcı oldular. Bu nasıl korkunç bir durumdur düşünebiliyor musun? Bu koşullarda nasıl direniş yapılabilirdi ki, belki ancak bir kısım Troçkisti ve anarşisti dışta tutabiliriz. Bu yüzden GPU’nun işi Gestapo’ya göre çok daha kolaydı. Muhalifler içinden bile çok fazla sayıda yardımcı bulabildi. Çünkü insanlar “bizim hapishanelerimizdeydi”. Tarih böyle bir trajediyi asla yaşamamıştır. Korkunç bir şeytan oyunuydu bu.

  38. Bu satirlarin dayanagi nedir, hangi tarihçinin referansi?

    Zileli’nin yeni palavralari: “…Alman toplumunun direnişi konusunda yanılıyorsun. Çok büyük bir direniş vardı; direniş olmadığı batılıların palavrasıdır; kendilerini kurtarıcı olarak göstermek için yaptılar bunu. Hitler rejimi altında güçlü bir Yahudi artı anti-ırkçı şebeke vardı; bu yolla çok sayıda Yahudinin kaçırılması sağlanabilmiştir. Ayrıca bir “kızıl orkestra vardı”. Bu da çok esaslı bir yeraltı direniş örgütlenmesiydi. Komünistler ve anti-faşistler bütün zor koşullara rağmen örgütlenebilmişlerdi…”
    Zielli çok elestirdigi yöntemi kendisi uygulamakta, isine gelince “batililarin palavrasi” diyor, isine gelince “emperyalizmin palavrasi” diyenleri taraftarlikla suçluyor.
    Zileli hep böyle yapiyor, isine gelince “püriten olmak gerek; siysai parti desteklenir mi? ” diye efeleniyor, isine gelince “püriten olmamak gerek, Kiliçdaroglu dogru söylemisse desteklenir” diyor.

    Kisacasi o kadar elestirdigi politika cambazlarindan bir farki yok.

  39. Gerçekten batılıların palavrası olanlarla, Stalinistlerin “batılıların palavrası” dedikleri gerçekleri ayırt etmenin zorunluluğunu siz de kabul edersiniz herhalde. öte yandan, seçimlerde oy kullanılmasına, şu ya da burjuva kliğinin desteklenmesine karşı olmakla, Kılıçdaroğlu’nun olumlu bir sözünü beğenmek arasında ne gibi bir uyumsuzluk var anlamadım gerçekten. Tenakuz bende değil, sizin kafanızda, inanın ki. Düşünce tarzınızı şöyle bir gözden geçirirseniz bu dediğimi anlayacaksınız.

  40. Olgulardaki gerçek, yargilardaki gerçek

    Stalinistlerin “batillarin palavrasi” dedikleri bazi önermeler gerçek olabilecegi gibi, Gün Zileli’nin “batililarin palavrasi” dedigi bazi önermeler de gerçek olabilir. Gün Zileli’nin “gerçekten” demesiyle bu önermelere “gerçekten palavra” denemez, “onalri Stalinistler söylüyor, bunu ise ben söylüyorum” demek totolojidir.
    Iki sorum var:
    1. Hitler rejimine karsi çok büyük bir direnis oldugu iddiasi hangi referanslara dayanmaktadir?
    2. Hangi tarihçiler Stalin rejiminin Hitler rejiminden “daha kötü” oldugunu savunmaktadir?

    Ne kadar basit sorular, degil mi?

  41. Size Jorge Semprun’un Ne Güzel Bir Pazar kitabını okumanızı öneririm. Bir de benim çevirdiğim, Jan Valtin’in, Karanlığın Ötesinde kitabını. Semprun’un kitabındaki Nazi toplama kamplarıyla, Eugenia Ginzburg’un Anaforun İçinde kitabında anlattığı Stalin’in toplama kamplarını kıyaslayınız. Stalin’in kamplarında hiçbir direniş yoktur, zaten bunun koşulları dayoktur. Oysa Nazi kamplarında, özellikle savaşın son üç yılında kampların yönetimi komünistlerin eline geçmiştir. Nazi yöneticiler, tamamen komünistlerin yönetimine teslim olmuşlardır, kimin işe gideceğini kimin gitmeyeceğini bile komünistler belirlemektedir. Piyanist filmini seyrettiniz mi? O filmi seyretmek bile durumu açıkça ortaya koyuyor. Silahlı direnişçiler gündüz gözüyle Nazi karargahlarını basmaktadırlar. Nazileri çökerten, aamerikan ordusundan ve kızıl ordudan önce partizan direnişi olmuştur. Gerek almanya’nın içinde, gerekse nazilerin işgal ettiği bölgelerde. Naziler hiçbir zaman Stalin kadar sağlam bir polis örgütlenmesi gerçekleştiremediler. Daha da önemlisi, naziler gerçek düşmanlarla karşı karşıyaydı. GPU’nun en büyük avantajı ise, rejime gerçekten direnecek olanların çok önceden zaten yok edilmiş olmalarıydı. Ayrıca GPU ajan faaliyetinde çok daha avantajlıydı. GPU, Nazi rejiminin ve Gestapo’nun en üst mevkilerine kadar sızmasını becerebilmişti. GPU’nun bir diğer avantajı, Alman milliyetinden olanlar da dahil her milliyetten ajanı devreye sokabilmesiydi. alman gizli servisleri ise bu avantajtan yoksundu. Çünkü salt Almanlara dayanıyordu. Ve almanlar sızma faaliyetinde bulunsalar bile kısa sürede iyot gibi açığa çıkıayorlardı. Bunun ötesinde şu referans veya kaynak isteme türü şeyleri bırakın. Meraklıysanız arar bulursunuz. Ben kütüphane memurunuz değilim.

  42. Buyrun bir örnek:

    Leopold TrepperVikipedi, özgür ansiklopediAtla: kullan, ara
    Leopold Trepper (23 Şubat 1904 – 19 Ocak 1982) II. Dünya Savaşı sırasında Batı Avrupa’da faaliyet gösteren geniş bir casusluk teşkilatını organize eden ve yöneten Sovyet casusudur. Bu teşkilat haberalma jargonunda Kızıl Orkestra – Trepper Grubu olarak bilinir.

    Yaşamı : Leopold Trepper, 23 Şubat 1904 günü, o tarihlerde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içindeki Galiçya’da Nowy Trag kentinde dünyaya gelen bir Polonya yahudisidir. Trepper’in doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Nowy Trag, yoksul bir yerleşimdir. Babası, satışlarını çoğunlukla tahıl karşılığında yapan yoksul bir dükkân sahibidir ve 1917 yılında vefat etmiştir. İki yıl sonra 10 Eylül 1919 tarihli St. Germain Antlaşması ile Nowy Trag, bir Polonya kenti olmuştur.

    Trepper, lise yıllarından itibaren Yahudi-Komünist bir örgüt içinde çalışmaktadır. 1921 yılında ailesiyle birlikte Silezya’ya taşınan Trepper, bölgedeki maden ocaklarında işçi olarak çalışırken bir yandan da üniversiteye devam ederek sosyoloji ve psikoloji eğitimi görür.

    Giderek daha aktif bir militan olarak faaliyet gösteren Tripper, 1923 yılındaki Krakov ayaklanmasının örgütleyicilerindendir ve işten atılır. İşsizlik ve polis izlemesi yüzünden Nisan 1924 ayında bir grup arkadaşıyla birlikte Filistin’e gitmiştir.

    Filistin Komünist Partisi’ne giren Trepper, 1925 yılından itibaren dokuz arkadaşıyla birlikte arap işçilerle yahudi komünistleri birleştiren bir organizasyon üzerinde çalışır. İzleyen bir yıl içinde hareket tüm ülkede dalga dalga yayılmıştı. Ardından arkadaşlarıyla birlikte yeniden tutuklandı ve Kıbrıs’daki bir İngiliz üssüne gönderilmelerini protesto için açlık grevi başlattılar. Bu girişim, serbest bırakılmalarına neden olmuştur.

    Birkaç hafta sonra sınır dışı edilen Tripper, Fransa’ya gitmiştir. Bu kez Fransız Komünist Partisi üyesi olarak siyasi çalışmalarını sürdürürken Sovyet istihbaratı için de çalışmaya başlamıştır. Ancak 1932 yılında deşifre olunca ülkeden ayrılmak zorunda kalıp Moskova’ya gitmiştir. İzleyen iki yıl üniversite eğitimine devam ederken Pravda’da yazılar yazmıştır.

    Moskova tarafından 1937 yılında Fransa’ya, kendisinin de içinde bulunduğu teşkilatın deşifre edilmesi olayını araştırmak için gönderilir. Paris ve Brüksel’de araştırmalar yapan Trepper, ispiyoncuyu ortaya çıkarır. Bu başarısı Moskova’nın dikkatini çeker ve Batı Avrupa’da, Nazi Almanyası aleyhine casusluk teşkilatı kurmak üzere görevlendirilir. Trepper’in kurduğu casusluk ağı, Alman Askeri Haber alma Teşkilatı Abwehr tarafından ele geçirildiği 16 Kasım 1942 tarihine kadar faaliyet göstermiştir.

    Trepper, casusluk faaliyetlerini Brüksel merkezli Simexco ve Paris merkezli Simex adlı paravan ithalat-ihracat şirketleri arkasına gizlemiştir. Bu şirketler, Alman işgali altındaki Batı Avrupa’da askeri inşaat işlerini –özellikle Batı Duvarı- organize eden Alman Todt şirketiyle iş ilişkileri içindedir. Bu ilişkiler Trepper ve adamlarının üst rütbeli pek çok Wehrmacht subayı ve Nazi bürokratıyla samimi ilişkiler kurmasını sağlamıştır.

    Trepper ve yakın arkadaşlarının Abwehr tarafından ele geçirilmesinden sonra kaderleri, Japon Kızıl Orkestra Grubu büyük şefi Richard Sorge gibi yargılanıp idam edilmek olmamıştır. Kendilerine, ikili ajan olarak çalışmak seçeneği verilmiştir. Onlar da bunu kabul edip Abwehr tarafından verilen yanıltıcı istihbaratı Moskova’ya iletmeye devam etmişlerdir. Ancak gizli bir “kapanış” mesajıyla Moskova uyarılmıştır.

    Daha sonra Trepper, 1943 yılında kaçmayı başarmıştır. Moskova’ya dönüşünden sonra Stalin’in emriyle hapse mahkûm edilmiştir. Stalin’in ölümünden sonra serbest bırakılmış ve Polonya’ya gitmiştir. Siyonist faaliyetleri sonucunda Polonya’dan ayrılan Trepper 1974 yılında İsrail’e gitmiştir.

  43. bir başkası: (Almanlar ise GPU’ya sızmakta tamamen başarısız olmuşRichard SorgeVikipedi, özgür ansiklopediAtla: kullan, ara
    Richard Sorge
    Ramsey

    Bağlılık Almanya ve SSCB
    Hizmet yılları Almanya 1914–1916
    SSCB 1920–1941

    ——————————————————————————–

    Doğum 4 Ekim1895
    Bakü, Bakü Guberniyası, Rusya İmparatorluğu
    7 Kasım 1944
    Sugamo Hapishanesi, Tokyo
    Ölüm
    nedeni Casusluk
    İşi Gazetecilik, casusluk

    Richard Sorge (Rusça: Рихард Зорге; 4 Ekim 1895; Bakü – 7 Kasım 1944; Sugamo Hapishanesi, Tokyo), II. Dünya Savaşından önce Japonya’da görev yapan Sovyetler Birliğinin casusu. Casuslar arasında en başarılıları arasında gösterilir. Casus kod adı Ramsay’dır. Almanya’da ve Japonya’da gazeteci olarak çalışmıştır.

    Konu başlıkları [gizle]
    1 İlk yılları
    2 Sovyet casusu
    3 Çin seyahatı
    4 Japonya
    5 2.Dünya Savaşı sırasında şebeke
    6 Yakalanması ve mahkemesi
    7 İnfazı
    8 Ölümünden sonra hakkında yapılan değerlendirmeler
    9 Popüler kültürde etkileri
    10 Hakkında söylenenler
    11 Hakkında yazılan eserler
    12 İlgili filmler
    13 İlgili mangalar
    14 Kaynaklar
    15 Ayrıca bakınız

    İlk yılları [değiştir]Çarlık Rusyasında Azerbaycan Bakü’de doğar. Burada çalışan Alman maden mühendisi babası Adolf Sorge’un dokuz çocuğundan en küçüğüdür. Annesi Rus Nina Semionova Kobieleva’dır. Babasının Kafkas Petrol Şirketiyle olan sözleşmesi bitince aile Almanya’ya döner. Kafkasya’da doğmuş olmak ve sonradan Berlin’e dönmek küçük Richard’ı çok etkilemiştir. Kozmopolit bir aile ortamı olan Sorge ailesi Berlin’deki ortalama burjuva ailelerinden farklıdır. Richard’ın büyük amcası Friedrich Adolf Sorge, Karl Marx ve Friedrich Engels’in dostudur. Ekim 1914’de I. Dünya Savaşı çıkınca gönüllü olarak orduya yazılır. Topçu birliğine gönderilen Sorge, Batı cephesinde Mart 1916’da şarapnel yüzünden ağır yaralanır. Üç parmağı kesilir ve iki ayağı da kırılır, bu yaralar yüzünden hayatının sonuna dek topallayacaktır. Rütbesi onbaşıya çıkartılır ve Demir Haç nişanıyla ödüllendirilerek ordudan terhis edilir. Nekahat döneminde Marx’ın eserlerini okuyacak ve komünist ideolojiyi benimseyecektir. Savaşın sonuna kadar Berlin, Kiel ve Hamburg Üniversitelerinde ekonomi eğitimi alır. Ağustos 1919’da Hamburg Üniversitesinde Siyaset Bilimcisi olarak mezun olur. Alman Komünist Partisine üye olur. Siyasi fikirleri yüzünden girdiği işlerden atılır. Moskova’ya gider ve Komintern için çalışmaya başlar.

    Sovyet casusu [değiştir]Sorge, Sovyetler Birliği için bir casus olarak yetiştirilir ve gazeteci mesleği sayesinde birçok Avrupa ülkesine giderek burlardaki komünist ayaklanmalar hakkında bilgi sağlar. 1920-22 yılları arasında Kuzey Ren Westfalya’daki Solingen kentindedir. Burada Christiane ile evlenir. 1922 yılında parti onu Frankfurt’a gönderir ve iş dünyası ile bilgi toplamasını ister. Thurungia’daki ekim 1923 tarihindeki başarısız komünist darbe girişimini gazeteci olarak gözlemler. Eşiyle beraber 1924 yılında Moskova’ya yerleşirler ve Komintern’de resmen işe girer. Çalıştığı bölüm aynı zamanda Askeri Haberalma Örgütü OGPU ile de içiçedir. İşine aşırı bağlılığı yüzünden evliliği yürümeyecektir. 1929 yılında Sorge Kızılordu 4.Departman (İstihbarat) elemanı olur ve hep de öyle kalır. Aynı yıl İngiltere’deki işçi hareketlerini öğrenmek ve buradaki Komünist Partisi hakkında bilgi edinmek için İngiltere’ye gider. Kasım ayında Almanya’ya gitmesi istenir. Burada Nazi Partisine girmesi ve soldan hiç kimseyle temas etmemesi talimatı verilir. Rahat çalışabilmek için Getreide Zeitung isimli gazetede işe girer.

    Çin seyahatı [değiştir]1930 yılında Sorge Şangay’a gider, buradaki amacı istihbarat sağlamak ve devrime yardım etmektir. Resmi olarak Alman gazetesi Frankfurter Zeitung muhabiridir. Max Clausen adlı diğer bir casusla temasa geçer. Buradayken Japon gazeteci Hotsumi Ozaki ile tanışır. Japon gazeteci daha sonra Sorge’un kurduğu şebekeye katılmayı kabul edecektir. Çin’de çeşitli yerleri gezerek komünistlerle temasa geçer. 1932 Aralık ayında Moskova’ya çağrılır.

    Japonya [değiştir]Mayıs 1933’de Sovyetler Birliği, Sorge’u Japonya’da bir casus şebekesi kurmakla görevlendirir. Görevi gizlemek için önce Ramsay adıyla Berlin’e gönderilir. Burada eski ilişkilerini sağlamlaştıracak ve Japonya’ya Alman gazeteci kimliğiyle girecektir. Berlin’de tekrar Nazi Partisine sık gitmeye başlar ve parti içinde yükselir. Sarhoşken ağzından bildiklerini kaçırmaktan korktuğundan içkiyi bırakacaktır. Sorge 6 Eylül 1933 tarihinde Yokohama’ya gelir. Yeraltındaki Japonya Komünist Partisi veya Tokyo’daki Sovyetler Birliği Elçiliğiyle hiçbir koşulda temasa geçmemesi tembihlenir. Şebekesinde Kızılorduda subay ve radyo operatörü Max Gottfried Friedrich Clausen, Hotsumi Ozaki ve iki Komintern casusu Branko Vukelic Fransız magazin muhabiri ve Japon gazeteci Miyagi Yotoku bulunmaktadır. 1933-34 arasında Sorge Japonya’da NKVD için bir casus şebekesi kurmuştur. Şebekedekiler hükümete yakın isimlerden Japon dış siyasetiyle ilgil ayrıntılı bilgiler almaktaydılar. Ona bağlı casuslardan Hotsumi Ozaki başbakan Fumimaro Konoe ile yakın bir ilişki geliştirecek ve çok gizli bazı belgelere ulaşabilecektir. O sırada Almanya’nın içerisinde istihbarat sağlamak çok zordur. Sorge’dan Almanya ile ilgili istihbaratı Japonya üzerinden sağlaması istenir. Resmi olarak Nazi Partisi üyesi olan Sorge, Tokyo’daki Alman Büyükelçiliğine girecek ve elçi Eugen Ott ile yakınlık sağlayacaktır. Elçilikten önemli bilgiler sağlayacak hatta elçinin eşiyle de flört edecektir.

    2.Dünya Savaşı sırasında şebeke [değiştir]Sorge Kızılorduya özellikle Anti-Komintern Paktı ile ilgili değerli bilgiler sağlar. Pearl Harbor Saldırısını önceden haber verir. 1941 yılında ise Moskova’ya Nazilerin Sovyetlere saldıracağı tam tarihi verdiği idda edilir. Moskova ise bu istihbarata mesafeli davranacaktır. (Almanya’daki Sovyet casus şebekesi Kızıl Orkestra da aynı tarihi bildirmiştir.) Sorge kendisine ulaşan bilgileri Alman Elçiliğinde askeri ataşe yardımcısı olan Yarbay Friedrich von Schol’dan alır. 14 Eylül 1941 günü ise gönderdiği mesajda Japonların aşağıdaki gelişmeler olmaksızın Sovyetler Birliğine saldırmayacağını bildirir:

    1.Moskova ele geçirilir.
    2.Kwantung Ordusunun büyüklüğü Sovyetler Birliğinin Sibirya’daki kuvvetlerinin üç katı olur.
    3.Sibirya’da iç savaş çıkar.
    1941 yılının Eylül ayının sonlarına doğru Sorge, Uzakdoğuda Japonya’nın Sovyetler Birliğine saldırmayacağını bildirir. Bu bilgi ışığında Uzakdoğudaki Sovyet birlikleri ana cepheye çekilebilmiştir. Kwantung Ordusunun varlığı yüzünden yine de çok sayıda Sovyet birliği sınırda bulunmak durumundaydı. Nazi saldırılarının püskürtülmesi için bu bilgi çok değerli olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Sorge’un şebekesi savaş sırasındaki en başarılı casusluk şebekesidir. Bununla ilgili bir plaket Sheremetyevo Havaalanı girişinde bulunmaktadır. Sorge ve ekibini verdiği en önemli ikinci bilgi ise Stalingrad ile ilgilidir. Stalingrad Savaşı modern tarihin en kanlı ve en büyük savaşlarından birisi sayılmaktadır. Sorge Moskova’ya gönderdiği mesajda Naziler eğer şehri ele geçirirse Japonya’nın Uzakdoğudan saldırıya geçeceğini bildirmiştir.

    Yakalanması ve mahkemesi [değiştir]Savaş ilerledikçe Sorge ve ekibi için mesajlarını iletmek çok daha tehlikeli hale gelmekteydi. Ancak her şeye rağmen mesajlarına devam eder. Ancak Japonlar Sovyetler Birliği ile tek yönlü radyo sinyal trafiğine bakarak bir casus örgütünün varlığından şüphelenmeye başlarlar. Japon gizli servisi ise istihabarat toplamaya başlamıştır.14 Ekim 1941 günü Ozaki yakalanır ve sorguya alınır. Sorge, gizli servisin ensesinde olduğu uyarılarını dikkate alır ve Japon sevgilisiyle beraber ülkeyi terk etmeye karar verir. Ancak 18 Ekim 1941 günü Tokyo’da yakalanır. İlk başta Japonlar Nazi Partisi üyeliği ve Almanya bağlarından ötürü Sorge’un Abwehr ajanı olduğunu düşünür. Ancak Abwehr böyle bir ajanlarının olmadığını söyleyince Sorge ağır sorgulamaya alınır. İşkence altındayken bile Sovyetler Birliğiyle ilgili tüm ilişki iddialarını yalanlar. Sorge’un, Japon savaş esirleriyle değiş tokuşu söz konusu olmamış çünkü Sovyet hükümeti de onunla ilgili tüm bağlantı iddialarını yalanlamıştır.

    İnfazı [değiştir]Richard Sorge Japonlar tarafından 7 Kasım 1944 günü.[1] (Ekim Devrimi’nin 26. yıldönümü) sabahleyin asılır. Aynı gün içinde asılan Hotsumi Ozaki savaş sırasında Japonya’da vatana ihanetten asılan tek Japon vatandaşıdır. Sovyetler Birliği ise 1964 yılına kadar Sorge’a sahip çıkmamıştır. Bunun Stalin’in Nazi saldırısını bildiren Sorge’un verdiği istihbarata itibar etmediğinin ortaya çıkmaması için yapıldığını savunanlar vardır. Ancak unutulmamalıdır ki çok nadiren devletler yakalanan ajanlarına sahip çıkar. Sorge’un annesi hâlâ Almanya’da yaşamaktadır. Sorge ise önce Sugamo Hapishanesi mezarlığına, sonra ise Tokyo’daki Fuchu Mezarlığına defnedilmiştir. Sevgilisi Hanako Ishii mezarını ölünceye dek ziyaret etmiştir.

    Ölümünden sonra hakkında yapılan değerlendirmeler [değiştir]5 Kasım 1964 tarihinde Sorge Sovyetler Birliği Kahramanı ilan edilir. 1964 yılındaki Tokyo Olimpiyatları sırasında Sovyet sporcular Richard Sorge’un mezarını ziyaret etmişlerdir. Doğu Almanyalı gazeteciler ise konu ile ilgili yaptıkları haberlerde Sorge’un Alman kökenleriyle gurur duyduklarını belirtmiş, ailesindeki anti-faşist geleneğe dikkat çekmişlerdir. Sovyet basını da Varşova Paktı üyesi Doğu Alman gazetecilerin yorumlarını olumlamıştır.

    Popüler kültürde etkileri [değiştir]1961 yapımı Qui êtes-vous, Monsieur Sorge? (Siz kimsiniz bay Sorge?) adlı Fransız, Almanya, İtalya ve Japonya ortak yapımı filmde Sorge’u Thomas Holtzmann canlandırmıştır. Film Sovyetler Birliğinde de gösterime girmiş ve beğenilmiştir. Sorge ile ilgili bir efsane de aslında Japonlar tarafından hiç infaz edilmediği ve Sovyetler Birliğine iade edildiğidir. Soğuk Savaşın sona ermesiyle beraber birçok konuda belgeler ortaya çıkmışsa da bununla ilgili bir belgeye rastlanmamıştır.

    Bakü’deki Richard Sorge heykeli Hakkında söylenenler [değiştir]”Casusluk alanında korkunç bir başarı örneği.” – Douglas MacArthur, ABD’li General
    “Tüm hayatım boyunca bu kadar büyük bir insanı tanımadım.” – Mitsusada Yoshikawa, Sorge davasında idam kararını veren baş hakim
    “Bence Sorge tarihteki en başarılı casustur.” – Ian Fleming
    “Stalin’in James Bond’u.” – Le Figaro Gazetesi
    Hakkında yazılan eserler [değiştir]Johnson, Chalmers An Instance of Treason: Ozaki Hotsumi and the Sorge Spy Ring. Stanford University Press, 1990 ISBN 0-8047-1766-4
    Whymant, Robert Stalin’s Spy: Richard Sorge and the Tokyo Espionage Ring. London: I.B. Tauris Publishers, 1996 ISBN 1-86064-044-3
    Prange, Gordon Target Tokyo The Story of the Sorge Spy Ring. New York: McGraw-Hill 1984. ISBN 0-07-050677-9
    lardır):

  44. Bir de bunu buyrun:

    ÖĞRENCİLERE YÖNELİK BİR EĞİTİM SİTESİ
    Nazi YönetimiSavaş Öncesi Almanya’sında Yahudiler“Nihai Çözüm”Nazi Kamp SistemiKurtarma ve DirenişDanimarka’da Kurtarma HareketiYahudi PartizanlarVarşova Gettosu AyaklanmasıÖlüm Merkezlerindeki İsyanlarSavaş Mültecileri KuruluAlmanya İçinde Direniş
    Almanya İçinde Direniş
    Bu sayfayı e-posta ile gönder »
    Çok sayıdaki muhbirlerinin yardımıyla polis tarafından yakalanma riskinin yüksek olmasına rağmen, bazı kişi ve gruplar Almanya’da dahi Nazizm’e direnmeye çalıştı. Sosyalistler, Komünistler, sendikacılar ve diğerleri gizlice Nazi karşıtı yazılı malzemeleri kaleme alıyor, bastırıyor ve dağıtıyordu. Bu isyancıların pek çoğu tutuklanarak toplama kamplarında hapsedildi.

    Savaş sırasında Hitler’e karşı pek çok suikast planı yapıldı. Sovyetlerin 1943 başlarında Stalingrad’daki önemli zaferinden sonra işler Alman ordusunun aleyhine döner gibi olduğunda, bir grup Alman subayı tarafından ciddi bir suikast teşebbüsü planlandı ve 1944’te uygulandı. Hitler bombalı saldırıdan önemli bir yara almadan kurtuldu. Komplonun dört lideri derhal kurşuna dizildi. Daha sonra 200 kişi daha plana dâhil olmakla suçlanarak idam edildi.

    Hitler’in diktatörlüğüne karşı çıkan Almanlardan çok az sayıda grup, Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı soykırımı açık bir şekilde protesto etti. “Beyaz Gül” hareketi, Münih Üniversitesi’nde bir tıp öğrencisi olan 24 yaşındaki Hans Scholl, 22 yaşındaki kız kardeşi Sophie ve 24 yaşındaki Christoph Probst tarafından Haziran 1942’de oluşturuldu. “Beyaz Gül” adının tam olarak nereden geldiği bilinmiyorsa da, kötülüğe karşı saflık ve masumiyet anlamına geldiği açıktır. Hans, Sophie ve Christoph, Nazi politikalarının eğitimli Almanlar tarafından benimsendiğini gördükçe çileden çıkıyordu. Nazi karşıtı bildiriler dağıttılar ve üniversite duvarlarına “Özgürlük!”, “Kahrolsun Hitler!” gibi sloganlar yazdılar. Şubat 1943’te Hans ve Sophie Scholl bildiri dağıtırken yakalanarak tutuklandı. Arkadaşları Christoph ile birlikte dört gün sonra idam edildiler. Hans’ın son sözleri “Yaşasın özgürlük!” olmuştu.

    Önemli Tarihler
    22 ARALIK 1942
    “KIZIL ORKESTRA” CASUSU BERLİN’DE İDAM EDİLDİ
    Arvid Harnack vatana ihanetten Berlin’de idam edildi. Harnack, Gestapo’nun (gizli devlet polisi) “Kızıl Orkestra” adını verdiği geniş Sovyet casusluk ağında önde gelen bir isimdi. “Kızıl Orkestra” Belçika’da, Hollanda’da, Fransa’da ve Nazi Almanyası’nda faaliyet gösteriyordu. Almanya içinde faaliyet gösteren grupta önde gelen bir isim olan Harnack, Alman ekonomi planlamasında görev alıyordu. Sovyetler Birliği’ne Almanya’yı yenmesi için yardım ederek, Adolf Hitler’in diktatörlüğünün sona ermesine çalışıyordu. Harnack daha 1936 yılında, Almanların cephane üretimi ile ilgili gizli bilgileri Sovyetler Birliği’ne vermeye başlamıştı. Harnack, savaş sırasında Sovyetler Birliği için casusluğa sabotajı ve Hitler’e karşı diğer muhalif eylemleri de ekledi. 1942’de, Gestapo Harnack’ı izlemeye aldı. Daha sonra Harnack tutuklandı, işkence gördü ve ölüme mahkûm edildi. Harnack boğularak bir et kancasına asıldı. Casus ağının geri kalan liderlerinin çoğu da tutuklanarak vahşice öldürüldü.

    22 ŞUBAT 1943
    HANS VE SOPHIE SCHOLL MÜNİH’TE İDAM EDİLDİ
    Hans ve Sophie Scholl (kardeşler) Münih’te idam edildi. 1942’de Beyaz Gül muhalefet grubunu kurmuşlardı. Her ikisi de Münih Üniversitesi’nde öğrenciydi. Üçüncü Reich’a karşı çıkan bildiriler yazıp dağıtıyorlardı. Scholl kardeşlerin Münih Üniversitesi’nin giriş koridorunda 18 Şubat 1943’te dağıttığı son Beyaz Gül bildirisi, ortalığı özellikle çok fazla karıştırmıştı. Bildiride, “Alman gençliğinin, halkımıza gelmiş geçmiş en büyük acıları çektiren, en çirkin tiranlıkla hesaplaşma günü geldi” ifadesi yer alıyordu. Bina hademesi tarafından Gestapo’ya (gizli devlet polisi) bildirildiler ve diğer dört kişiyle birlikte tutuklandılar. Halk Mahkemesi’ne çıkarıldılar. Sophie ve Hans vatana ihanetten suçlu bulundu ve başları kesildi.

    20 TEMMUZ 1944
    HİTLER’İN DOĞU KARARGÂHINDA BOMBA PATLADI
    Sovyetlerin 1943’te Stalingrad’daki zaferini takip eden askerî hezimetler, Alman ordusunda Adolf Hitler’e karşı gitgide artan bir hoşnutsuzluk yaratmaya başlamıştı. Yüksek rütbeli subaylardan oluşan küçük bir grup Hitler’e karşı bir darbe planladı. Alman Silahlı Kuvvetleri’nde genelkurmay yaveri olan Albay Claus von Stauffenberg, içinde bomba bulunan bir evrak çantasını Doğu Almanya’da Rastenburg’ta bulunan karargâhta Hitler’in yanına bıraktı. Doğu Cephesi’ndeki askerî durumla ilgili bir bilgilendirme toplantısı sırasında bu güçlü bomba patlayarak binayı yerle bir etti. Bombayı bıraktıktan sonra bir mazeret göstererek ayrılan Stauffenberg, patlamayı gördükten sonra Hitler’in öldüğünü bildirmek için Berlin’e döndü. Ancak askerî bilgilendirme toplantılarında kullanılan ağır konferans masası Hitler’i patlamanın tam şiddetinden korumuştu. Hitler patlamadan vücudunda küçük yanıklar, kulak zarı yırtılması ve sağ kolunda kısmî felç ile kurtuldu. Stauffenberg ise tutuklanarak kurşuna dizildi. Komploya katılan diğerleri de tutuklandı, işkence gördü, vatana ihanetten yargılandı ve sonra vahşice öldürüldü. Boğularak et kancasına asıldılar.

    ——————————————————————————–

  45. Sosyalist ideoloji de, sınıf ideolojisi olduğunu; hatta sadece işçi sınıfı ideolojisi olduğunu söyleyerek bölücü bir karakter taşıdığını açığa vuruyor. İşçi sınıfının diktatörlüğünü -bu da yaşanan deneyler ışığında parti diktatörlüğü anlamına geliyor- alenen savunuyor. İşçi sınıfı diktatoryasını savunan bir ideoloji de haliyle tüm insanlığı kurtaramayacağını ilan ediyor demektir. Tarihin şahit olduğu gibi, “revizyonistler”, “parti düşmanları”, “ajanlar” hatta “küçük burjuvalar”ın kafası koparılacak, çeşitli sıfatlandırmalarla insanlar –işçiler ya da emekçiler de dahil- işkenceden geçirileceklerdir. Milyonların hayatına mal olsa da bu ideoloji, “kararlılığını” göstermekten kaçınmayacaktır. Bu ideolojik kararlılık ve kendini koruma içgüdüsü hemen hemen bütün ideolojilerde ortak bir özelliktir.
    Sosyalist ülkelerde yaşanan deney ve tecrübeler, bu ideolojinin işçi sınıfını da kurtaramayacağını göstermiştir. Çünkü bu ideolojinin iktidarda olduğu hiç bir sosyalist ülkede, işçi sınıfının değişik örgütlenmelerine müsaade edilmemiştir. Ekim devriminden sonra Rusya’da 1921 yılında ayaklanma bahanesi ile Kronstadt şehrinde binlerce işçi katledildi. Oysa Kronstadt işçileri fikir özgürlüğünü, serbest sendikal örgütlenmeyi ve adil işçi konseyleri seçimlerini talep ediyorlardı. Çünkü bu ülkede devletin yan örgütleri olarak kurulan sendikalar dışında sendikalara örgütlenme hakkı verilmiyordu. Değişik işçi partilerinin kurulmasına olanak yoktu. Görüldüğü gibi ideolojiler, kendi içlerinde de tahammülsüz ve hoşgörüsüzdürler.
    Sosyalist ve kapitalist sistemlerin demokrasi ve insan hakları alanında, sosyalistlerin geri kaldığı bile söylenebilir.. Kapitalist ülkelerdeki nispi demokrasi ve bireyin sahip olduğu “özgürlükler” hiç bir sosyalist ülkede yaşanılır bir seviyeye ulaşamamıştır. Sosyalist ülekelerde yaşanan pratik olgular, kapitalist sistemlere karşı ınsanı daha da hayırhah tutum almaya zorlamıştır adeta. Reel durumda kapitalist sistem, sosyalist sistemlere göre göreceli özgürlükler bakımından daha çok çekim merkezi olabilmiştir.
    Hitler faşizminden veya kendi ülkerinde yaşanan baskılardan kaçıp “sosyalist anavatana” sığınan bir çok ülkenin sosyalist ve komünisti maalesef öldürülürken, kapitalist ülkelerde hapis yatanların sağ kurtulması, sorgulanması gereken ciddi bir fenomendir. Kısacası sosyalist ülkelerde yaşanan acımasız kıyımlar, kitleleri kapitalist sisteme “rıza” gösterir bir duruma zorlamıştır da diyebiliriz.
    Kapitalist sisteme yarayacak korkusu nedeni ile sosyalist ülkelerde yaşananları dile getirmekten kaçınmamız mı gerekir? Gerçeklerin acımasız olduğu hep söylenir. Yoksa kapitalist sistemin, sosyalist sistem hakkında söyledikleri, tümden yalan ya da gerçek dışı iddialar mıydı?
    Doğrudur. Sosyalist ülkelerde yaşananları kapitalistler kendi çıkarları için kullanmışlardır. Kendilerini “temize çıkarmak” için bu olumsuzluklardan yararlanmışlardır. Yaşananlar büyük bir ilgiyle izlenmiş ve insanlığa teşhir edilmiştir. Burada abartıların olması olasalığı mevcuttur. Bir yanıyla bu doğaldır da. Fakat asıl sorumuz şu olmalıdır: Suç, sosyalist ülkelerde yaşanan cehennemi yaşamı yaratan ya da bu hataları yapanlarda mı, yoksa, bu hataları abartarak anlatan kapitalistlerde midir? Burada daha çok neyi, nasıl ve de kimleri sorgulamamız gerekir?
    Sosyalistler burada büyük bir çıkmazın içindedirler. Bir yanıyla yapılan sürgün ve katliamlar, zorunlu çalışma kampları; bireyi hiçe sayan zorba rejimlerin yöntemleri kısmen eleştirilse de (yada bunların doğruluğu onaylanarak) yapılanların, yaşananların ciddi bir sorgulanması yapılmıyor. Hatta onlara kalırsa bunları eleştirmek, burjuvazi ile aynı “dilden” konuşmak anlamına geliyor. Varsa başka diliniz, lütfen sizler de bu dilinizle konuşun. Burjuvazi, iki kere iki, dört eder dediğine göre, bizim aynı dilden konuşmamamız için başka bir matematik işleme mi başvurmamız gerekiyor?

    http://mamikiye.blogspot.com/2006/10/denemeler-vi.html

  46. En tehlikeli milliyetçilikler, tarihten bilindiği gibi, marksist-komunist örtüsü altında yapılan ezen ulus milliyetçilikleridir (Stalin, Mao, Polpot, v.d. yaptığı gibi). Türk komünistleri de Türkiye Komünist Partisi (TKP) olarak dünya komünist partilerinin kongresinde (Komintern’de) verdikleri raporda, Kemalistlerin Dersimdeki askeri saldırısının doğru olduğunu ve buradaki halkın gericilik ve ilkellikten kurtarılması gerektiğini savunarak, Dersim-Zaza soykırımında suç ortağı olmuştur. TKP genel sekreteri Şefik Hüsnü Deymer Dersim jenosidini “Devrimci kemalist Türk burjuvazisi feodalizmi tasfiye ediyor” şeklinde tanımladı ve Komünist Enternasyonal bu tutumu benimsedi. Şefik Hüsnü Deymer Dersim jenosidini hararetle destekledi. Dersim toplumunun tüm etnik-kültürel yapısını, kurumlarını, geleneklerini ve değerlerini kaybetmesi ve 40-60 bin insanın katledilmesi feodalizm tasfiye ediliyor diye alkışlandı.

  47. gün zileli yi ciddiye alıp okuyanların akli dengesinden şüphe ederim….bir cemaat kurun siz, iyi takılıyorsunuz buralarda..:)

  48. Stalin’e
    en azindan, bizlerin akli dengesiyle ilgili supheler var..
    Ama senin akli dengesizligin konusunda hic suphem yok, ak-polis …

  49. Stalin'in dostundan Bayan Beyazdiş'e

    Her tarafta Ak-Polisi görmeye başlamışsın, durumun fena.

  50. stalin dostu,
    polisler dayanisma icinde anlasilan(:(:(:
    Akilli geciniyorsun…Varsa yazilanlara karsi ciddi bir elestirin, goster kendini…Oyle ortaya cikip zurnanin zirt deligi gibi ancak polisler konusur..
    akli basinda olan , o laflari soylermi…Ya senin gibi, cinsiyetini bilmeden karsisindakinin, aklindan geceni soyler, ya da abuk sabuk yorumlarla, kendini rezil eder…

  51. Yuriy Jukov’un Öteki Stalin kitabını çevirdim ve Lena Kitabevi yayımladı. Jukov, arşivlerdeki Politbüro kararlarına dayanarak Stalin ve çevresindekilerin parti içindeki iktdar kavgasını ortaya koymuştur. Jykov, demokraitk reform çabasından bahsediyor, fakat ben 33 yıl SSCB’de yaşamış, lise ve üniversite eğitimi almış ve de bizzat Stalin sürgünlerinden nasibini almış anne ve babanın oğlu olarak Stalin rejiminin ne olduğuna elbetteki Türkiye’deki aydınlardan çok farklı bakıyorum. Bir kere eminim ki Türkiye’de Sovyet tarihi bilinmiyor ve bunun nedenleri burada anlatılamayacak kadar çok ve değişiktir. İkincisi, Stalin’i tartışmak için Batı dillerinden çevrilmiş iki üç kitap dışında yeterli malzeme yoktur. Yıllardır halkların sürülmesinden bahsediliyor, ancak sosyalistlerimiz bu sürgün belgelerini yayımlamıyorlar, halbuki hepsi çoktan ulaşlılır belgelerdir. Üstelik Ahıskalıların sürülmesine ilişkin belgeler Türkçe bile yayımlanmıştır. Kaldı ki son yıllarda basılmış jk
    tpalrdan ben burada hiç düşünmeden şunları sıralayabilirim. Sergey Gegeçkori – Beria. Babam Lavrentiy Beria; Konstantin Simonov. Stalin Hakkında Düşünceler, B. Volkgonov. 2 cilt. Stalin biyografisi, Beria: Kariyerin Sonu derlemesi; Y. Yemelyanov. Stalin: İktidara Giden Yol; – // – Stalin: İktidarın Zİrevesinde; E. Radzinskiy. Stalin; Y. Gromov. Stalin: Sanat ve Kültür; A. Bereljkov. Ben Stalin’in Tercumanıydım; E. Maryamov. Kremlin Sansürcüsü; K.A Zalesskiy. Stalin İmparatorluğu: Ansiklopedik Biyografik Sözlük; B.S. İlizarov. Stalin’in Gizli Yşamı; A.İ. Polyanskiy. Stalin’in Demir Komiseri Yejov’un Öyküsü; P.Sudoplatov. Lubyanka ve Kremlin. 1930-50’li Yıllarda Özel Operasyonlar; A. Avtorhanov. Stalin’in Ölüm Sırrı; K. Stolyarov. 1953-54 Politik Olayları; Sovyet Köyünün Faciası. Kolektifleştirme ve Köy Zenginlerinin Tasfiyesi. 1927-1939. 5 cilt. Belgeler; A. Rıbkin. Stalin’le Birlikteydim. Korumanın Anıları; Kısacası kaynak var, çevirmek gerekir: yoksa tartışmalar hep eksik kalacak.
    Şu da var ki Stalin’in iyi olması, idam edilenlerin kötü oldukları anlamına gelmez. Muhalifleri öldürmek neden kaçınılmaz olsun ki? Öte yandan kapitalizm ve emepryalist Batı kötüdür diye Stalin iyi falan olamaz. Bu saçma bir mantıktır ve her gerçek kendi içinde somut şartlarda ele alınır. İran Batıya kafak tutuyor diye birisi İran hayranı olursa, sadece salak olduğundandır.

  52. sizden rica etsem, çevirdiğiniz kitabı bana yollayabilir misiniz?

  53. Gün abi, Stalin’in ırkçılığı ya da daha masum bir terim kullanacaksak “anti-semitizmi” de, senin dediğin kadar küçük çaplı mıydı, ondan da emin değiliz galiba artık… Tony Judt’un 1945 sonrası Avrupa’yı anlattığı eserde (“Savaş Sonrası”) Doğu Avrupa’da gerçekleştirilen Yahudi temizliğinin detayları var. Anlaşılıyor ki, 50’lerdeki Yahudi temizliği Sovyetler’le sınırlı değildi, Çekoslavakya’dan Romanya’ya kadar geniş bir coğrafyayı kapsıyordu ve kesinlikle ırkçı temellere dayalıydı. Romanya komünist hareketinin fiili lideri, parlak devrimci Ana Pauker sırf etnik kökeni nedeniyle temizlenmişti örneğin. Galiba dolapta daha çok iskelet var.

  54. doğru tabii ama nazilerden farklı olarak bu, resmi bir ırkçı ideoloji haline getirilmemişti en azından.

  55. Sayin Uraveli,
    Hakkinda bir cok elestiri yazisi yayinlanmasina ragmen Jukov’un kitabi henuz Ingilizceye cevrilmedi, sanirim siz daha once davranip Turkceye cevirdiniz. Okudugum elestiri yazilarindan orijinal bulgulari olan oldukca guclu bir kitap oldugu anlasiliyor. Ceviriniz icin tebrik ederim, bu kitabi yurt disindan nasil elde edebiliriz?
    Vladimir Pyatnitsky nin Stalin”e karsi komplo kitabini birisi sevabina cevirse de okusak. Saygilarimla

  56. Merhabalar.ÖTEKİ STALİN okunmadan yarım yamalak bilgilerle tartışmak trıçkadandır.Kitabı aldım.Gün bey sizin İMGE’den çıkan kitabınızıda aldım,okudum.Kıyasladım sizin çevirdiğiniz kitap tam tırışka.”Öteki stalin”muhteşem bir kitap.Hem yazar bırakın stalinci olmayı Marksist bile değil.Namuslu bir adam sadece.Ben troçkist eğilimliydim.Kitabı okuyunca kafamı sk.y dedim.ehe okuyun sonra tartışak gün bey..

  57. hangi yayınevinden çıktı

  58. GÜN BEY KİTAP LENA YAYINLARI’NDAN ÇIKTI.ADAMLAR SAĞLAM,ELİN DEYMİŞKEN BİR DE “DEVRİMCİ MANİFESTO”DİYE BİR KİTAP ÇIKARMIŞLAR.ADAMLAR ZEHİR VALLA.AFEDERSİNİZ AMA SIKIYAR BİRAZ ADAMLAR İLGİNÇLER.OKUYUN TARTIŞAK..

  59. Gün Bey, önceki iletide kitabın Lena Yayınevinde çıktığını Size yazmıştım zaten. Bana şimdilik kitaptan sadece 5 adet verdiler ve Size gönderemem, yurtdışına ise herhalde ancak kitapevleri gönderebilir. Bildiğim kadarıyla kitap hiçbir Batı diline çevrilmemiştir çünkü Jukov, Stalin’i ve onun Poltibüro arkadaşlarını reformcu (imkanlar dahlinde), ötekileri ise dinozor, despot, maceracı ve totaliter fakt genelde çıkarcı olarak naklediyor. Dolayısıyla neticede Stalin’İn istediğini yapabilecek biri olmadığı ve oyunun kurallarını kabulllendiği ortaya çıkıyor.

  60. çok az vermişler, yayınevi oldukça cimriymiş. en az 10 adet yazar hakkı olmalıydı.

  61. birbirine benzemez şeyleri kıyaslamak yanlış. Margaret-Buber Neumann sadece kendi bildiklerini, gördüklerini yazmıştır ki, kendi bağlamında eşsiz bir kitaptır. Çok acele ve ucuz bir yargıda bulunmuşsunuz.

  62. Kitabın arka kapak yazısını okudum. Siz mi yazdınız bu yazıyı bilmiyorum ama “çok iyi göstermek de yanlış, çok kötü göstermek de yanlış” tutumunun yanlış bir tutum olduğunu düşünüyorum. Buber-Neumann’ın anılarını ise neden kısa yoldan “tırışka” dişe nitelendirdiğinizi anlamış değilim. Neumann’ın kitabı bir teorik çözümleme değildir, sadece anıdır ama şu kadarını söyleyeyim ki, anılar gerçeği, binlerce teorik saeçmalıktan daha iyi ortaya koyar.

  63. Gün bey çevirdiğiniz kitap CIA ajanı ile evli bir kadının anıları gibi.İkincisi anılar objektif olamaz.Bir bakın şöyşe anıları yazanlar kimlerdir.Daha önemlisi yazmayanlar kimlerdir.Bana anı kitapları bir nokta koyma çabası gibi gelir.Bu anı kitabı oldukça taraf.Zaten sorun taraf olmak değil,hangi taraf olmak.Ben sosyalizme hiç bir taraf bulamadım.Gerek Stalin dönemi hakkında,gerekse kuruluş dönemi hakkında bir şeyler yapmak gerekiyorsa,bunlar anı kitapları değil,ciddi belgeler birincil,anılar ise ikincil önemdedir.Şöyle diyelim,geçen bisikletle bir kediye çarpıyordum.Kedi önüme atladı resmen.Bende fren yapıp durdum.Kedi sahibi koşup geldi,başladı bana sövmeye.Ben menopozlu kemalist kadına durumu anlatamadım haliyle.Düşünün bu kadın anılarını yazarsa muhtemelen bu olayı,”vahşi sarhoş bir bisikletci gözü dönmüşcesine daracık sokaktan kedinin üzerine fütürsuzca…”diye bir şeyler zırvalardı.Anlattıkları yanlışmı?Hayır böyle bir olay oldu.Peki ben yazsaydım ne yazardım?Muhtemelen aldattığım sevgilimin durumu çaktığını,ve bundan kaynaklı bisikletle onu ikna-kandırma diye okuyun-etmeye giderken,kedinin gerçekten önüme atladığını,içimin bir hop ettiğini vs anlatırdım..EE ne olacak şimdi..Burda sorun bisikletten yanamı,yoksa kediden değil,menopozlu kemalist kadındanmı yana olduğunuzdur sayın gün bey…

  64. kitabın arka tarafını okuyup yorum yapmak ta ilginçmiş haa..

  65. Böyle bir olayda kadının hem menapozlu hem de kemalist olduğunu nasıl anlayabildiniz, doğrusu bravo. Kadın size “ben kemalistim” mi dedi o kargaşalıkta. ayrıca kadının menapozlu olmasının veya olmamasının böyle bir olayda ne gibi bir önemi var, anlayabilmiş değilim. Sakın kadınlara bakışta bir sakatlığınızın ürünü olmasın bu nitelendirme. Öte yandan, Buber-Neumann’ın kocasının CIA ajanı olduğunu nereden çıkardınız. Kitabı dikkatli okumadığınız gibi önyargılı okumuşsunuz. Heinz Neumann, 1920’li yıllarda Alman Komünist Partisi’nin önde gelen yöneticilerinden biriydi. CIA ajanı olduğunu, ona işkence yapan ve öldüren NKVD görevlileri bile ileri sürmemişti, zaten ileri de süremezlerdi, çünkü o sırada CIA denilen kuruluş henüz yoktu.

  66. Yazılan her satır yorumu hak eder. Oraya yazıldığına göre. Ama sadece o arka kapakla ilgili yorum yaptım. Elbette kitabı okuyacağım, merak etmeyin.

  67. Birincisi olaydan ders çıkaracaksanız ayrıntılara takılmayın.Aydınlatıyım;olay 10 kasım da oldu.Kahramanımız elinde Türk bayrağıyla turluyordu.Yer ANITKABİR civarı idi.Küt saçlı,gözlüklü,göğsünde Taksim Anıtına taş çıkartacak devasal bir rozet.Menopoz kısmına gelince,kedinin kaçıp gitmesine rağmen bebesi ölmüş gibi hem ağladı,hemde bana katil,vicdansız,senin gibi tipler cumhuriyete yakışmıyor diye hömkürdü..Kadın bakış açımda bir şeyler aramanız epey zorlama oldu.Bence sizinkinde bir sorun var,ziya ben cinsiyetimi bile söylemedim.Yazıyı bence bir kez daha okuyun.Kadın olabilirim değilmi?(değilim)Ben kadına CIA ajanıyla evli gibi dedim.AJAN DEMEDİM.

  68. ben de Margarete Buber-Neumann’dan değil, kocası olan Heinz Neumann’dan söz ettim. Bir çevirmen olarak isimler konusunda daha dikkatli olmanız gerekirdi. gibi de deseniz kocasının CIA ajanı olduğunu söylemiş oldunuz. Yani o zaman olmayan CIA. Hem de kitabı okuduğunuz halde. Hayret ettim. Tamam, kadının Kemalist olduğunu kabul ettim, bu konuda yeterince kanıt var. Ama sizin yerinizde olsam, Kemalist de olsa bir insanın bir canlı için gösterdiği duyarlılığa bu kadar gıcık olmazdım. Şimdiye kadar “Orhan” diye bir kadın adı duymadım ama olabilir tabii, neden olmasın:)

  69. gün bey sizin algınız biraz yanlış.ben çevirmen değilim.okuyan biriyim.siz benle yazışırken karıştı heralde..

  70. Gun bir seyi duzelteyim, Trackist sanirim Buber Neumann’in sanki batili bir ajanin karisi gibi konustugunu dusunuyor, tabii simdi CIA cok unlu oldugu icin agzindan o cikiyor, yanlis hatirlamiyorsam kadinin kocasi tam da emperyalist devletler adina casusluktan kursuna dizilmisti. O kitabi okuyan herkeste bu dusunca olusur. Cunki kadin cezaevi duvari bile olmayan kadin erkek herkesin ortak kalabildigi eger calisirlarsa maas odendigi ( 100 ruble o zamanlar Moskovada bir iscinin aldigi maas civarindadir) sovyet calisma kamplarinin sadece hasta cocuk yahudi ya da komunist olmanin gaz odalarina gonderilmek icin yeterli oldugu Nazi olum kamplari ile ayni oldugunu iddia ediyordu. Bir de unutma diye soyleyeyim, Buber nazi olum kampinda hangi mahkumlarin yakilacagina karar veren kamp gorevlilerinden birisi idi. Kendisi bir blok sorumlusu olarak bu hakkinin oldugunu soyler ama bu hakki kullanmadigini iddia eder , yersen.

  71. Bu arada Trackist arkadasa,
    BU kitabin ingilizce bir kac elestirisini okudum herkes seninle ayni fikirde. 1945ler sonrasi CIA ve batili psikolojik savas merkezleri tarafindan yayilan tezlere gore, Stalin bir manyak, sirf hoslanmadigi icin milyonlarca insani olume gonderdi, ulkede herkez baski ve zulum altinda inliyordu, Stalin’nin gunluk mesaisinin 25 saatini nasil olsa da ben bu millete bir kotuluk yapsam hatta ozellikle komunistlere bir kotuluk yapsam diye dusunuyordu. Gun bu cizgiyi savunur, hatta ona gore Stalin sadece SSCB de 25 milyon insanin olumunden suclu olan Hitlerden bile daha cok komunist oldurmustur. Hatta olduremediklerini oldursun diye Hitler’e vermis. Verdigi de nazi savas suclusu olarak yargilanmasi gereken Buber Neumann.

  72. Ama Ingilizce basinda da ozellikle arsivlere ulasabilen abzi arastirmacilar bu tezlerin ne kadar sacma ve yalan dolu oldugunu gosterdi. Bu tezlerin en onemlilerinden birisi Stalin”in eski bolsevikleri hemen hemen tumu ile tasfiye ettigi idi. Ama Robert Thurston ki kendisi ABD li komunist olmayan bir arastirmacidir, 1917 subat devrimi sirasinda parti uyesi olan bes bin kadar bolsevigin dogal olumler disinda 1939 da da yuzde 99 unun partide failyet ettigini belgeledi. Bunun icin Yale Universitesi yayinlarindan Life and Terror in Stalin’s Russia, 1934-1941 adi kitabina bakilabilinir. Keza Sheila Fitzpatrick Getty Archer gibi diger bazi tarihcilerde daha 1980 lerde henuz ellerinde hic bir belge vb yok iken emperyalist propagandanin ne kadar yanlis oldugunu gosteren calismalar yayinlamislardi. Ama Rusya daki arsivler hala buyuk oranda arastirmacilara kapali, acik olanlar ise sadece devlet tarafindan ozel secilmis ve anti komunist bazi arastirmacilara acik. Cok gurultu koparilan Katyn katliami konusunda bile arastirmacilara verilen belge sayisi sadece uc ve onlarda orijinal degil fotokopi. Ama diger yandan olayla ilgili 110 buyuk dosya ise hala gizlilik yasagi altinda

  73. Gerçekten de hatlar karışmış. aynı anda hem siz hem de kitabın çevirmeni Orhan Elaverli yazdığından karıştırmışım. Özür dilerim.

  74. Kitabı okuyanlar karar versin bu yazdıkların hakkında.

  75. hahaha. “Nazi suçlusunu” Nazilere vermiş cezalandırsın diye. Stalinistlerle Troçkistlerin el ele vermesi karşyısında gözlerim yaşardı. Tabii bu sözüm bütün Troçkistlere değil, burada yazan arkadaşa.

  76. Bu arada bu konuyu inceleyenlere yeni çıkan bir kitabı daha önereyim (ben bitirmek üzereyim):
    Simon Sebag Montefiore, Stalin: Kızıl Çar’ın Sarayı – Biyografi, ikinci kitap, çev: Yavuz Alogan, İthaki Yayınları

  77. Evet ben”gibi”dedim.Kanıtlanmış olduğunu görmeden belgelerle,bir şey diyemem.Ben okuyunca bu izlenim oluştu.Gün beyin işine gelince”kediyi”savunmak önemli.Evet troçkist eğilimliydim ve bu kitap beni isiklet kullanan insanın yanındanda bakılınca başka türlü gösterdi.İthaki yayınlarının kitaplarını,keza söylediğiniz kitap”Genç Stalin”in ikinci cildidir,OKUDUM.Orda bile direk Stalin!e saldıramamış ve sempatiyle bakmış.Kitabın kaynakcasına bakarsanız “öteki stalin”kitabının yazarı kaynak göstermiş.Özrünüz için sağolun.Gün bey stalinistlerle troçkistler birleşmedi.Ben artık troçkiden döndüm.

  78. döndüğünüz anlaşılıyor.

  79. Gün Bey insaflı olun biraz. Teori ve tarihin canı cehenneme, soyadımı Elaverli diye yazmışsıznuz. Üstelik arka kapaktaki fragman, önsözde yer alan ve tarihçi Y.Yemelyanov’ca yazılan makaledendir. Jukov’un kitabının eleştirsi olan bu makaleyi İngilizce’den çeviren ben değilim ve önsöz yerine kullanan da ben değilim. Bu sadece Lena Yayınlarının tercihidir . Burada Ahmet rumuzlu arkadaş Vladimir Pyatnitskiy’in StaliN’e Kaşrı Komplo adlı kitabından behsetmişti. Onun eşi Yuliya Pyatnitskaya’nın anıları İngilizce çoktan basılmış ve epeyce yankı uyandırmıştır.

  80. Sizin maoculuktan döndüğünüz gibi.Ben stalin dönemini eleştirsemde sizin bir zamanlar yaptıgınız gibi sovyetlere karşı nato yada abd ni desteklemek gibi aptalca bir gaflete düşmedim.Geldiğiniz hareketten kaynaklı yaiadığınız tüm macerayı stalin düşmanlığında somutlaştırmışsınız.Nede olsa doğu perinçek denen zevat bütüncül bir stalinist değilmi.ozaman ilk ona vuracaksın.sizin anarşizminiz bile bir kaçıs teorisi olarak benimsemişsiniz..şunun şurasında 30 sene once maocuydunuz.benim dönmem flan sz konusu değil-siz nasıl maoculuktan anarşizme ermişseniz benimkide öyle bir sey diyelim.K.tabı okuyunca tartışak gün bey..

  81. Montefiore”nin herhangi bir kitabini okumadim henuz, daha dogrusu okumak istemedim, kendisi Rus gocmeni bir aileden gelir, Rotshchild ailesnin ortagi bir dedenin torunlarindan, asil meslegi bankacilik ve Prince Charles yakin kankasi. Bunlari okuyunca okumaktan vazgectim. Robert Service, Robert Conquest, Orlando Figes gibileri okumaktan artik sitkim siyrildi, sagci olmalari onemli degil ama adamlarda dogru durust belge yok, varsa bile nasil carpitacaklarini bilemiyorlar. Hepsi sosyalizme ve bolseviklere karsi korkunc bir sinif kini ile yaziyorlar. Okuyanlara gecmis olsun okumak isteyenlere kolay gelsin.

  82. Bu arada bugunlerde Volgokonov”un Trocki adli kitabini yeni bitirdim ve su an da Stalin kitabini okuyorum. Volgokonoz kendisi sovyet zamanlarinda ordunun psikolojik savas dairesinin basi bir generaldi ve daha sonra Yeltsin”in askeri danismanligini yapmisti. Tam bir anti stalinist, anti stalinist Ruslar Stalin hakkinda yazdiginda eger dikkatli okunursa cok komik oluyorlar, Rusya’da Stalin hakkinda seyler cok daha iyi biliniyor o yuzden her turlu yalani soyleyemiyorlar, Volgokonov 1980lerde ve 90larda arsivleri kullanma hakki olan bir kac kisidien birisi, daha dogrusu zaten psikolojik savas bolumu baskani olarak arsivler onun denetimi altinda. Neyse olay arsivlere gelince Stalin”i kotuleyecek pek fazla materyal yok, olsa da zorlamasi lazim. O da hep ozel bilgilere basvurmus. Burada daha once de tartisma konusu olmustu. Trocki cnayetinde resmi cizgi bu cnayeti Stalin”in organize ettigi yonunde. Ama arsivlerden tek belge cikmayinca o da adini aciklayamadigi ozel guvenlik gorevlilerine dayandirmis herseyi. Diger konularda da yontem ayni. Radzinski de ayni seyi yapmisti. Trocki Stalin”in Lenin”i zehirledigini iddia etmisti. Ama arsiv belgelerinden cikan ise birakin zehirlemeyi, Lenin”in otonazi belgesine karsi cikan nadir insanlardan birisi Stalin. Ustelik Lenin en yakin saydigi iki kisiden istemis bunu karisi ve Stalin. Radzinski bu sefer de onun otonazi istegine karsi cikmasini elestiriyordu. Yani Stalin ne yaparsa yapsin seytan olarak gosterilecek.

  83. isminizi yanlış yazmışım. özür dilerim.

  84. kitabı İmge yayınlarından istettim. Okuyacağım. Ama sizinle tartışacağımı sanmıyorum. Tartışabilmemiz için önce tarzınızı ve dilinizi değiştirmeniz gerekiyor.

  85. Ahmet, sen hangi kitapların okunabileceği konusunda bir liste yapsana. Hepimize yararlı olmuş olursun:)

  86. Yuliya Pyatnitskaya’nin anilari 1992 de basilmis ama simdi Amazon ya da Abebooks’un ikinci el kitaplari arasinda bile bulunmuyor. Sanirim Julia Vladimir Pyatnitska’nin esi degil annesi olmasi lazim.

    Gun istedigin kitap listesi olsun, ben veririm vermesine de, ama sen resmi tarih disinda hic bir sey okumuyorsun ki, okuduklarini da anlamiyorsun zaten, o yuzden napacaksin benim okuma listemi?. Buber Neumann nazi kamplarinda blok sorumlusu olmus, savastan sonra Ingiliz istihbaratindan Koestler’in istegi ile anilarini yazmis, anilarinda 120 000 mahkumdan 90 000 inin bir sekilde gaz odalarina gonderildigi gaz odalarinin kurucusu ve yoneticisi bir kadini aklamaya calisiyor, sen hala bu kadinin komunist oldugunu iddia ediyorsun. Bunu kadin bile reddediyor sen iddia ediyorsun. O yuzden napacaksin yeni okuma listesini?

  87. Ben komünist olduğunu iddia etmiyorum, yine Stalinist yöntemlerle çarpıtıyorsun. Kocası Heinz Neumann, bir komünistti, üstelik de 1920’lerde Stalin’in özel görüşme yaptığı bir Stalinistti. Sonra, Stalinistlerin çoğu gibi Stalin’in NKVD’si tarafından öldürüldü. Buber-Neumann da onunla evliyken komünistti ve üst düzeydeki Alman komünistlerinin çevresindendi (hepsi Stalin tarafından temizlendi). Sonrasında komünizmden vazgeçti ve Alman muhafazakâr partisine katıldı. Bir komünisti muhafazakârlığa sürüklemekte Stalinistlerin korkunç terörünün payı üzerinde düşünürdüm senin yerinde olsam. Resmi tarih okumak mı? Durup dururken güldürdün beni…

  88. Oyy… Burada neler yazılmış çizilmiş böyle. Troçkist eğilimliymiş birileri. Hadi len. Troçkist “eğilimliler” Stalin’i “yalnızca” kişisel olarak suçlamaz. Tayyip’i kişisel olarak nasıl suçlarsak, aynen öyle suçlarlar. Tayyip nasıl esnaf kafası, mütahit iştahı ve münübüsçü ahlakıyla donanmışsa, Stalin’de orta katman bürokrasi, zenginliğe aç köyden indim şehire köylü kafasının bir bileşimidir. Belli ki Troçkist eğilimli değil. Roman Mercader gibi trışkadan troçkist. Ha bak belki Kruşçevci olabilir Traçkist, o kadar. Yani bürokrasinin reformcu kanadı. Ahmet’e söyleyecek söz yok. Mantık bükücü. Adeta Avatardan çıkma. Biri ayağını burktu öldü, birini kamyon çarptı, bütün bolşevik parti tek tek yok oldu gitti. Kimsenin kabahati günahı yok.

  89. gün bey dilim için çzür dilerim.anarşist hoşgörünüze sığınarak böyle yazdım.tekrardan özür dilerim.çevirdiğiniz kitap gerçekten trıcka.oteki stalin okunması gereken bir yapıt.bir insan dönebilir.vaz geçebilir.ama hala eleştirilerimin arkasındayım.stalin i karşı devrimcilerin kara propogandası ile değerlendirmek bize yakışmaz.ortada yaşanmış bir sosyalizm deneyimi var.iyisiyle kötüsüyle.hiç bir şeyi kutsal kabul edemeyiz.düşmanları bile..stalin bu deneyimin en tartışmalı ismi.ama bu kitapla anladım ki tek ülkede sıkışmış sosyalizmi kurtarma cabasına girmiş.troçki ise dünya devrimi tezini.ortada oluşan ve gelişen hiç bir şey yokmuş gibi ısrarla savunmuş.teorinin pratige körlüğünde ısrar etmiş.sovyetlere sırtını dönmüştür.anlayacağınız romantik devrimciliğe karşı gerçekci devrimcilik çarpışmıştır.alman devriminin yenilgisiyle hayaller boşa çıkmış troçkistler buna ragmen tüm devrimci dürüstlüklerine rağmen gerçekleri görmek istememiş romantiklikte ısrar etmişlerdir

  90. “gerçekçi devrimci”. Yüz binlerce devrimciyi işkenceden geçirten, ölüme gönderen… Yazık ki ne yazık

  91. yiğidim yusuf ,köylü fobinle stalin ni açıklaman tamda ağbaban doğan tarkan gibi.Stalin ni kendisini eleştiren bir troçkist değildim.dönemi eleştirken yapılan mantık hatalarımı farkettim.oo ne güzel bide “Stalin’de orta katman bürokrasi, zenginliğe aç köyden indim şehire köylü kafasının bir bileşimidir”gibi salakça kişiyi değerlendiren yazın ne peki yusufcuk yusuf..bu dönemimi eleştiriyor..huaaaaaaa….la boş boş konuşma ilahi..eğilimliyim derken troçkistim demedim ki gundi..artislik yapacağına,şehirli kibrini bir tarafa bırak..bilirsinki kibir bir kompleksin sonucudur..senin takıntın ne bakiyim bebişim..

  92. Müthiş bir dil. Hayran kaldım. Rica etsek bu konuda kurs verebilir misiniz bizlere?

  93. Vay, psikolojiye oynamak. Güzel. O halde izah edeyim. Benim buradaki takıntım senin ayan beyan yalanın. Eğer hayatında en küçük bir “troçkist” eğilim gösterseydin, tutup da Stalin’i kişilik olarak öven bir kitaptan sonra “değişmezdin”. Çünkü, bugüne kadar “Stalin’in canavar kişiliği sebebiyle sosyalizm yozlaştı” gibi bir fikrin, 15 yaşında marjinal sol camiamızda bile marjinal olmak isteyen çocuklar dışında, söylendiğini duymadım. Hayatta bir troçkistle bile tartışmamışsın. Tanıştığın bile şüpheli. Hele hele Doğan Tarkancılarla. Tanışsan kafanı didiklerdi, bir iki kelime kalırdı aklında. Yani, kısacası sallıyorsun.

    Senin psikolojine ilişkinse, karşısındakini “Gundi” kelimesini kullanarak “aşağılamaya çalışan” kişinin, o kişiye “şehirli kibri” konusunda ders vermesi pek de mantıklı değil. Beyaz Türklerce köylü olarak görülen ve küçümsenen Kürtlerin “bile” kendi aralarında köylü olarak gördükleri insanlar için kullandıkları bir sıfatın (Bilmeyenler için Gundi Kürtçe köylü demektir), şehirli kibri olan birisine söylenmesinde bir gariplik olsa gerektir. Sanki, elinde olan ne varsa fırlatmaya çalışmışsın gibi. Nedendir acep?

    Şehirli kibrine gelince, köylü mü kaldı güzelim? İstanbul olmuş 20 milyon. Ülkenin %70i artık kentte yaşıyor. Köylü kaldıysa, Marx’ın sözleriyle patates çuvalından hallice, geri kalanlar işte. Artık “kentli kibri” gibi geçmişte kalmış sözler yerine yeni sözler bulman gerek. Ya da boşver, buna enerji vereceğine, kişilikler ve onlara tapma ya da nefret etme düzeyindeki dünya görüşünü geliştirmeyi dene. Naçizane bir tavsiye.

  94. Tabiki.Önce isim ve soyisimleri doğru akılda tutmak gerek.Sonrası gelir Gün bey.Birde öğrenirken dili,korkmamak

  95. özür dilenen bir konuyu tekrar gündeme getirmeniz çok ayıp.

  96. afadersiniz ama siz de konunun güzelliğinden kaynaklı ve bundan heyacanlı yazım ve anlatım bozukluklarıyla.yahut kitap okumama nedenlerini açıklayanlarla dalga geçmenizde cok ayıp değilmi….

  97. ne dediğinizi anlamadım ama öyle bir ayıp yaptıysam özür.

  98. Yusufcuk yusuf,”Öteki Stalin”adılı kitabın Stalin’ni övdüğünü nereden çıkardın.Kitabı okuyupta bu kanıya varmışsan vah senin algına..Hin biri çok kolay Stalin’e geçirecek bol şey bulabilir.Yazar bırak Stalin’ci olmayı Marksist bile değil.“Stalin’in canavar kişiliği sebebiyle sosyalizm yozlaştı” gibi bir fikrin, 15 yaşında marjinal sol camiamızda bile marjinal olmak isteyen çocuklar dışında, söylendiğini duymadım”demişsin de bunu idda kim etti?Ben böyle bir şey söylemedim.Kuruluş dönemi hakkında ne biliyorsun?Yada Stalin dönemi?”Öteki Stalin”muazzam bir bilgi kaynağı.Tabi sen okumadan bir şey diyemeyiz.Oku bebişim.Canımın içi ben Orhan Dilberin ekibinde uzun süre bulundum.Marsist tutum çevresinde de bulundum.İstemediğin kadar troçkist elitsle takıldım gülüm.Bunun kanıtıda iddasıda olmaz heralde.Doğan tarkanı tanıma şerefsizliğine malul olmadım.Ama ordan arkadaşlar epeyce edindim.Kafamı onlar biraz didklediler.Ulan bunlar böyle düşünüyorsan kesin bir puştluk vardır dedğim çok oldu.Sana “salladığım”lafları psikoanalizm yapacağına dallamalığı keşfet derim.Canım köylü lerin varolduğu kimse savunmuyor.Ama senin arka planında bir geçiş evresinde,sıkışmış,ne emmeye gelen nede gömmeye gelen bir rahatsızlık olduğunu söylemek istemiştim.Bak yeni bir söz buldum”ULTRA ŞEHİRLİ GUNDİ”EHEEE..Beğendinm.Benim için Troçki-Stalin meselesi tek ülkede sosyalim olurmu olmaz mı meselesi idi.BU KİTAP bunu çözmüş,analiz etmiş.Bebişim oku öyle gel canımın içi..

  99. Gün bey şunu demek istedim:1)HEYACANLI BİR ŞEKİLDE YAZDIĞIM İÇİN YAZIM VE IMLA KURALLARINA UYMAMIŞIM.BANA DERS VERİN DEDİNİZ.2)AHMET ARKADAŞA LİSTE HAZIRLADA OKUYALIM DEDİNİZ.SIRF KİTAP İSİMLERİ VERDİ DİYE.ANLMIŞSINIZDIR UMARIM

  100. HAA TABİ BİR DE TEK KOLLA YAZINCA BÖYLE HATALAR İŞLİYOR İNSAN.”ENGELİM”E BAKMAYINIZ.

  101. sen daha Ahmet’i tanımıyorsun bile. Ben kaç yıldır tanıyorum, aramızda belli bir şakalaşma hukuku var.

  102. Duhring de kördü. Ama Engels acımamıştı ona. Yanlış yanlıştır.

  103. kusura bakma. yeniden bakınca gördüm. Atlamışım. Onun için gecikti yayınlanması.