Taraf Gazetesi Sözlerimi Çarpıtmıştır…

 

Dünkü “1 Mayıs 1977…” yazımı sitede yayımladıktan hemen sonra iki gazete muhabiri benimle mail aracılığıyla bağ kurdu. Medyada yer alan biri değilim. Ayrıca medyaya konuşmayı da reddederim. Star gazetesinin muhabirine mail aracılığıyla, “hangi gazete?” diye sordum. Star muhabiri olduğunu öğrenince, “sorularınızı göreyim” diye bir mail daha attım. Bana geri dönmedi. Kesin reddetmeden önce sorularının neler olduğunu görmek istemiştim. Ondan sonra “medyaya konuşmuyorum” diyecektim. Muhabir arkadaş, herhalde işi yokuşa süren tavrımdan, durumu anlamış olacak ki, ne sorularını yolladı, ne de yeni bir mail attı. İyi de etti, beni reddetme sıkıntısından kurtarmış oldu.

İkinci muhabir Taraf gazetesindendi. O daha ısrarlı çıktı. “Sorularınızı göreyim” isteğim üzerine soruları yolladı. İşte o anda bir hata yaptım ve medyaya konuşmama ilkemi bozdum. Dünkü makalemdeki görüşleri daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırma hevesine ve hırsına kapılmıştım. Allah herkesi hırslarından korusun!

Öte yandan, kendimi “Taraf’ı belki de tam bir medya organı olarak görmemek gerekir” diye ikna etmeye bile giriştim. İnsan kendini ne de çabuk aldatan bir varlık. Hırslar ilkeli tutumları nasıl da anında gölgeleyebiliyor. Bu arada aceleci tabiatıma yenilip ikinci bir ilke hatası daha yaptım ve sorulara mail aracılığıyla cevap vermek yerine telefonla cevap vermeyi seçtim. Sözlerimin eksik aktarılacağı ve dolayısıyla çarpıtılacağı kesin olduğu halde bu akılsızlığı yaptım. Taraf muhabirine telefonda, “sözlerimi lütfen tam olarak yansıtın” diye ricada bulunmak ise akılsızlığımın zirvesiydi. Milyonlarca kere denenmiş ve aynı sonucu vermiş bir şey için ricada bulunmak saçmalıktan başka bir şey değildi. Medya demek sözlerin çarpıtılması demektir. Telefonu kapattıktan bir süre sonra aklım başıma geldi ama çok geçti.

Bu sabah Kınalıada istasyonunun yanındaki bayie doğru giderken, Ceren’e, “bakalım Taraf sözlerimi nasıl çarpıttı” dedim. O kadar emindim çarpıtılacağından. Ne var ki, burası “mahrumiyet” bölgesi. Bayide Taraf yoktu ya da kalmamıştı. Ceren, Büyükada’ya gidince mail aracılığıyla yolladı. Evet, tahmin ettiğim gibi, çarpıtılmıştı sözlerim.

Taraf’taki sözlerimden, sanki provokasyonun en büyük sorumlusu Aydınlık hareketiymiş gibi bir sonuç çıkıyor. Oysa ben, dünkü yazımda da görüleceği gibi, muhabir arkadaşa, provokasyonun esas sorumlusunun panzerleri insanların üzerine süren devlet olduğunu söylediğim gibi (gerçi bu sözlerim kısmen yer almış) DİSK sorumlularının ve “üçlü blok”un da böyle gereksiz bir inatlaşmaya girerek büyük sorumluluk taşıdıklarını belirtmiştim. Ayrıca, yayınlarıyla düşmanlığı körüklemekle Aydınlık hareketinin de sorumluluk payı taşıdığını belirtmekle birlikte, Aydınlık hareketinin son anda da olsa yürüyüşe bağımsız bir blok olarak katılmayı reddederek doğru bir tutum takındığını da söylemiştim. Muhabir arkadaş ya da Taraf gazetesi, bu son derece önemli sözlerimi beyanımın içinden çıkartarak sanki baş sorumlu Aydınlık hareketiymiş gibi bir izlenim yaratmayı becermiş. Onları “gazetecilik” başarılarından dolayı “kutlamak”tan başka bir şey gelmiyor elimden, ne yazık ki.

Ama kimseye kızmaya da hakkım yok. En başta kendime kızmam gerekir, bu medya arsızlarına beyanat vererek ilkelerimi ihlal ettiğim için.

Hazır bu yazıyı yazmışken, fırsattan istifade 🙂 bir küçük noktayı daha belirteyim. Dünkü Taraf’ta, Halil Berktay’ın beyanlarının tamamını okudum. Berktay, açıklamalarında, büyük bir açık sözlülükle, ilk silahlar patladıktan sonra kendini yere attığını ve bundan sonra, bulunduğu yerden Taksim gezisinin merdivenlerine kadar olan 100-150 metreyi ellerinin ve dizlerinin üzerinde kat ettikten sonra cesaretini toplayıp ayağa kalktığını belirtmiş. Berktay’ın gördükleri, olay patladıktan en azından beş dakika sonrasıdır. Çünkü o 150 metreyi emekleyerek almak en azından beş dakikayı, hadi diyelim ki, üçü dakikayı bulur. Dolayısıyla Halil Berktay, panzerlerin kalabalığın üzerine nasıl sürüldüğünü ve insanları kenarlara doğru kovalayarak izdihama yol açtığını görmemiş. Onun gördüğü manzara, panzerlerin işlerini gördükten sonraki, esasen meydanın boşalmış halidir. “Ben 3-5 dakika sonrasını görebildim, o arada neler olduğunu görmeye cesaret edemedim” deseydi daha iyi olurdu.

 

Gün Zileli

3 Mayıs 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

118 Yorumlar

  1. ince ayar oportünizmdir

    Taraf hiçbir seyi kôtü niyetle çarpitmamis. Senin anlayisin oldukça çarpik. Daha dogrusu hem birseyler (bazi inkar edilemez dogrular) söylemek istiyorsun, hem de bu söyleyeceklerin bazi tutucu solculari gücendirir düsüncesiyle ince ayar vermeye çalisyorsun, iyi de bu kadar ince ayari gazeteci anlayamaz bile, kantarin topuzu kaçar ve sen de oportünizminle basbasa kalirsin.

  2. Bu sözlerinizi bile hak ettim gerçekten. Teşekkürler.

  3. Halil Berktay’ın yeni görevi: 1 Mayıs 1977 katliamında kontrgerillanın rolü kapatılmaya çalışılıyor. Bu görevi üstlenen ise Halil Berktay oldu. Berktay, yaşananları “sol içinde iç hesaplaşma” olarak yorumladı ve “derin devletin parmağı yok” dedi. 34 kişinin katledildiği 1 Mayıs 1977 olayları yeniden tartışmaya açıldı. Taraf yazarı Halil Berktay, Gladyo’nun rolünü örtbas etme görevine soyundu. Berktay, olaylarda “derin devletin parmağının” olmadığını ileri sürdü.

    Berktay “Ortada ne kanlı bir derin devlet komplosu ne de etrafa gizlenmiş keskin nişancılar vardı, sol, kendi rezilliğinden bir mağduriyet efsanesi çıkardı. Sol içi hesaplaşmadan başka şey değildir” dedi.

    Taraf yazarı Halil Berktay, olayları planlayanın Gladyo olmadığını iddia etti: “Bu tamamen palavra, bir şehir efsanesi. Öyle bir şey olsaydı, o kalabalıkta yüzler ölür, binler yaralanır, çeşitli fraksiyonların hele liderlerinden az kişi sağ kalırdı.”
    Oysa olaylar Halil Berktay’ın bahsettiği gibi gruplar arasındaki çatışmadan çok öteydi. 12 Eylül darbesine zemin hazırlığında olan CIA, her şeyi planlamıştı. O dönem sağcı medyanın en önemli yayın organları, Son Havadis ve Tercüman “Lenin’ci – Mao’cu çatışması” olacağına ilişkin yayınlar yapıyordu. Hatta köşe yazılarında olayın nasıl gelişeceği bile kaleme alınıyordu.
    1 Mayıs günü ise, alanda yüzbinlerce emekçi ve o emekçilerin arasına yerleştirilmiş ajanlar vardı. Taksim Meydanı’nda açılan iki el ateşle büyük provokasyon gerçekleştirildi.

    MİT’ÇİLER TELSİZ KONUŞMALARINDAN SAPTANDI

    Bu sırada, Aydınlıçılar’ın çıkardığı Halkın Sesi dergisi hemen hemen bütün yüksek binalara fotoğrafçılar yerleştirmiş ve bir de telsiz dinleme merkezi yerleştirmişti. Halkın Sesi’nin yaptığı telsiz dinlemelerinde, gruplar arasına yerleştirilen MİT ajanları saptandı. Ajanlar, günün erken saatlerinden itibaren telsizle bütün alanı denetledi.

    PANZERLER KAZANCI YOKUŞU’NA SIKIŞTIRDI

    Kontrgerilla, Kazancı Yokuşu’nda bir katliamın yapılmasını önceden planlamıştı. Olayların hemen ardından alana giren panzerler halkı Kazancı Yokuşu’na sıkıştırdı ve halkın alana doğru kaçmasını önledi. Kazancı Yokuşu’nun alt kısmında da kaçılmıyordu. Çünkü alt taraftan hem ateş ediliyor, hem de sokağa konmuş demir gazoz kasaları kaçmayı engelliyordu.

    AJANLAR KURŞUN YAĞDIRDI

    Bu sırada oteldeki ve kitlenin içindeki ajanların silahları kurşun yağdırmaya başladı. Bazı tanıklar ise, yokuşun başındaki panzerin de ateş açtığını iddia ediyordu.
    Bu kanlı olay üzerine Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e yazdığı 7 Mayıs 1977 günlü mektubunda olayı “Amerikalılardan gizli destek gören, Amerikan asker heyetiyle aynı binada çalışan gizli bir örgütün yaptığını bildirdi.
    Olayla ilgili MİT’in hazırladığı önemli bir belge ise 3 gün önce ortaya çıktı. 12 Eylül Dava dosyasına gönderilen MİT’in belgesinde, “1 Mayıs olaysız geçerse DİSK kazanır” denilerek olay çıkması gerektiği mesajı veriliyordu.
    Kanlı 1 Mayıs’ta provokasyon gerçekleşmiş 34 emekçi hayatını kaybetmişti. 1 Mayıs katliamıyla başlayan CIA provokasyonları Maraş, Çorum katliamları ile 12 Eylül Amerikancı darbesinin zeminini oluşturdu.

    ulusalkanal.com.tr

  4. Gün Zileli,

    Geçmişte halka karşı suç işlemiş bir örgütün ileri düzey yöneticiliğini yaptınız. Bu nesnel gerçeği “ben anarşist oldum” diyerek yok edemezsiniz. Geçmişinizdeki karanlık noktaların ortaya çıkartılması için oluşturulacak (içinde devrimci anarşistlerin de yer aldığı) devrimci bir platforma açık ve samimi beyanlarda bulunmak tek çıkar yolunuz.

    Bunu düşünün derim.

  5. anarşist mahkeme kurdu!

    Sevgili anarşist, içinde devrimci anarşistlerin de bulunduğu devrim mahkemesiyle napacaksın, idamla mı yargılayacaksın, savunma avukatları, savcılık makamı, iddianame filan da olması gerekir. Ee bi de normlar hiyerarşisi de uygulanmalı tabii, benzer uluslararası kararlardan içtihat da oluşturursun herhalde 🙂

    Gün daha ne yapsın, herif 3 tane kitap yazdı herkesin kendini akladığı, herkesin kendine efsane yarattığı bir dönemde. Hangi “anarşist” mahkeme bu samimiyeti sağlayabilir? Kişi bir işe giriştimi, kendinden daha acımasız bir yargıç var mıdır acaba, onu onun kadar iyi tanıyan.

    Ulan iyi ki devrim filan yapmıyorsunuz haa, robespierriler gibi kelleler uçura uçura giyotin rejimi kurarsınız siz, çürük ülkenin çürük anarşistleri işte, n’olcak?

  6. hakaret yüzünden kaldırılmıştır.

  7. anarşist coştu!

    “Yavşak ülkenin yavşak anarşisti olacağıma halk düşmanlarını yargılayan mahkemede katip olurum zevzek…” 🙂 Sevgili anarşist, bıyıklar yeni terlemeye başladı heralde. Bu ergen coşkusunun, bu kapıları çarpıp annesine çemkiren genç oğlan hallerinin başka bir izahı da yoktur harhalde 🙂

    Halkın adaletinden bahseden saçma sapan Stalinist örgütleri biliyorum ama, “anarşistlerin adaleti” de ne ola ki? Hukuk sisteminin kendisini eleştiren anarşistler, “onları kapatıp kendi mahkemelerimizi kuracağız, süper olacak, mis gibi olacak” mı diyordu 🙂 Seni de katip mi yaptılar, ah canım benim, yazık sana. Git biraz bi şeyler oku öğren, bu çağda böyle cehalet hoş görülmez. Ayıplarlar sonra.

  8. Dizinformasyon nedeniyle kaldırılmıştır.

  9. Yanlış soru cehaletten gelir!

    Bu muhabbet gittikçe acınası bi hale geliyor ama, neyse devam edelim. Evet sevgili dostlar, eğer kitapları okumuş ya da göz gezdirmiş olsaydınız, orada bütün bunların yazılı olduğunu görmüş olurdunuz.

    Neler mesela? MİT’le ilişki kurmadıklarını, en azından parti veya hareket olarak veya kişisel olarak, orada söylüyor. Doğu Perinçek gibi kişilikler akrabalık üzerinden ilişki kurmuş olabilir ama bunun da ispatlanması gerekir. “Kimlerin bu işle görevli olduğunu…” Evet, ortada bir görevlendirme ya da iş bölümü olmadığı, çünkü parti olarak bir ilişki kurulmadığı söyleniyor. “Devrimcileri nasıl ihbar ettikleri…” Evet, bu konu da kitapta ayrıntılı olarak incelenmiş, orada da Gün özeleştirisini veriyor, sorumluluğu üzerine alıyor, hiç de böyle bir şey yapmasına gerek yokken, çünkü ihbar eden kendisi değil.

    “Kontrgerillayla nasıl ortaklaştıklarını…” Hakeza, kitaplardan da anlıyoruz ki, ortada kontrgerillayla bir ortaklaşma yoktur. İmdi, İddialar bunlar. Gün bunları yazmış, keşke okusaydınız, daha verimli bir tartışma olurdu.

    Eğer karşı kanıtlarınız, tanıklıklarınız vs. varsa ortaya koyun, hep birlikte öğrenelim. Ama dübürden atmakla, komplo teorisi kurmakla filan olmaz o işler. Nesnel olarak yürütmek gerekir. Var mı elinizde kanıti tanıklık vesaire? Yok. O zaman güle güle sevgili okumayı sevmeyen ergen kardeşlerim.

  10. Polis dizinformasyonu dolayısıyla kaldırılmıştır.

  11. Yanlış soru cehaletten gelir! (2)

    Ah be kuzum! Ah be ciğerim! hala hain main diye çırpınıyorsun, yazık sana da bize de. Kanıtlayın, Gün’e ilk taşı ben atacağım diyorum. Çünkü en günahsızınız benim 🙂 (Burada Havariler’e bir gönderme yoktur 🙂 ) Bunun yerine Şii inancında vahyin ontolojik bir temeli var mıdır, yok mudur onu tartışalım, bu bile daha sağlıklı olur.

    Vahyin ontolojik temeli var mıdır, yok mudur? Bence yoktur. Sizce?

  12. Dizinformasyon dolayısıyla kaldırılmıştır.

  13. Yanlış soru cehaletten gelir! (2)

    ahahaha kaynağınız pek sarih, pek muteber, pek müntesip doğrusu! Faşist HKP’nin güzide yayın organından başka bir garabete muntazam kritik! 🙂 İkna oldum teşekkür ederim, şimdi Gün’ü taşlamaya gidiyorum.

  14. Düşük düzey dolayısıyla kaldırıldı.

  15. Yanlış soru cehaletten gelir! (4)

    Allah senin yardımcın olsun ne diyim 🙂 Aydınlıkçılar suçludur, bunda herkes hemfikir. Hemfikir olunmayan şey (80 öncesinde) Aydınlıkçıların kontrayla işbirliği yaptığı, MİT tarafından yönlendirildiği, ülkücülerle ortak toplantı aldığı, kontrayla ortak operasyon tertib ettikleri gibi iddialardır. Anladın? Hiç sanmıyorum.

    Yani ortaya çıkıp DHKP/C suçludur, şu şu cürümleri işlemiştir, sol içi şiddete bulaşmıştır demek kolay. Bu aleni bir bilgi. Ama çıkıp da “Dursun Karataş MİT ajanı, MI6 ajanı, CIA işbirlikçisi” filan gibi iddilar ortaya atılıyorsa (ki çok daha fecileri de ortaya atıldı) bu noktada sadece mütebessim oluruz 🙂 Çünkü olguları terk edip, komplolar dünyasına adım atılmıştır.

    Bunun da sonu (tıpkı sizin örneğinizde olduğu gibi) aptallığa, google araştırmacılığına, düşünsel bir sefalete çıkar. Kapiş? I don’t think so.

  16. Aydınlık Aklayıcığılı Hainlikten Gelir(5)

    Yaşın olgun belli ama zihin olarak gerçekten siyasi bir ergenin yazabileceği satırlar…. “Aydınlık suçludur ama asıl suçu teşkil eden cürümlerden muaftır”

    neden çünkü ucu abi me dokunuyor o yanarsa ben de yanarım

    anarşist adalet olmaz mış…. kesinlikle olması gerektiğinin açık kanıtısınız

    birincisi burjuva hukuku ile devrimci adaleti bile ayıramayacak kadar yoz bir kültürü temsil ediyorsunuz

    ikincisi bu gün kendinize ne derseniz diyin verilecek hesaplarınız var

    2 gün önce sizin gibi burjuva “anarşistlerine” rağmen binlerce devrimci anarşistin haykırdığı sloganımızla bitiriyorum

    Ekmek Adalet Özgürlük!

  17. Yanlış soru cehaletten gelir! (5)

    Yok be kuzum, yaşım o kadar da olgun değil. Daha yaşım 29 yaşlandırma beni, reca ederim 🙁 Doğru söylüyorsun, işin ucu Gün’e uzanırsa ben de yanarım. Artık tasarruf etmek için ikimizi birbirimize bağlayıp öyle infaz edersiniz 🙂 Ne de olsa Anarşist Adalet Bakanlığı, Anarşist Türkiye Cumhuriyeti Devleti yasalarına istinaden salahiyat verilmiş meşru bir Anarşist kurum olacağı için, çeşitli tasarruf tedbirleri de işbu kararnamelere mugayir olmayacaktır herhalde.

    Geçen gün burjuva anarşistleri olarak Türkiye’deki anarşistlere nasıl zarar veririz konulu bir toplantı yapıyorduk, orada da Gün’e dedim, “Gün,” dedim, “İşin ucu sana dokanırsa biz de yanarız. Lütfen kontra suçlarını daha dikkatli olarak gizle, nolur nolmaz!”. “Haklısın mübarek,” dedi. (Aynı zamanda gizli gizli müslüman olduğumuz için, burjuva anarşistleri olarak birbirimize islami sıfatlarla sesleniriz.) Neyse toplantı öylece bitti de biz de Selimiye camiinde gizli gizli anarşist namazımızı eda edebildik.

    Ta ki sen bizi suç üstü yakalayana kadar. Pes doğrusu, tam bir çılgınsın, tak diye enseledin 🙂

    Sevgili Gün, şaka bi yana, senin de artık bir anarşist distopya yazmanın zamanı geldi bence. Anarşistlerin otoriter eğilimleri üzerine yazılmış bi distopya var mı bildiğin? Bence yazmalısın 🙂

  18. Ruhunu Gün Zileli kadar arındırmış ikinci bir insan tanımıyorum. Samimiyeti olmayan tek bir sözcük ettiğini görmedim. Lütfen haksızlık edip durmayın insanlara.

  19. Özel hayata saldırı dolayısıyla kaldırıldı.

  20. Bir kez devrimcilikten vaz geçerseniz ve karşı tarafta konumlanırsanız ne yaparsanız yapın karşı-devrimin tuzağından kurtulamazsınız.
    Zileli’nin durumu budur.
    Zileli hırslarına değil,karşı-devrime yenildi ve teslim oldu.
    1 Mayıs yazıları da özünde teslimiyet yazılarıdır.

    Aslında Berktay ile Zileli aynı şeyleri söylüyor.
    Bu yeni bir durum değil,1980-lerden bu yana Zileli ve Berktay aynı düzlemde bulunuyor.

  21. Baranas Hocam çok hakli

    Bir kiz bir kere atasinin, babasinin sözünden çikip da namahreme söyle yan gözle bakip, hele bir de gülümsedi mi seytanin tuzagindan bir daha kurtulamaz. Nefsine yenilen seytana yenilir. Artik ne yaparsa yapsin yoldan çikmistir bir kere. Neyse uzatmayalim Hocam, demek ki neymis, haremlikten çikip ortaliga saçilan kiz sonunda ne olurmus? Vurun kahpeye, vurun yasatmayin. Rahmetli Konyali Hasan Hocanizin vasiyeti var, gerçi Hasan Hocaniz da…, hadi neyse daha fazla açik etmeleim.

  22. Hocam gün siz kalpimizde yaşıyorsunuz tüm yazılarınız tüm türkiyede çok dikkatli şekilde okunuyo tüm yanlı medya patronları kendi menfatleri için insan harcamayı iyi biliyorlar. Tüm yazılarınız çok dikkatli okunuyo am a görmemizlikten geliniyo dogrular tarihte insana bir tokat gibi iner .İzmirde yazılarınız çok dikatlice okunuyo.

  23. “Özgürlükçü” Taraf da “sansürcü”ymüş…

    Taraf’taki yazılarına son veren Sevan Nişanyan, gazeteden istifa ettiğini nedenleriyle açıkladı. Nişanyan, sürecin, dini eleştiren yazısından sonra, yazılarının gelişigüzel sansürlenmesiyle tırmandığını anlattı.

    Taraf’ta “Kelimebaz” adlı köşesine son veren Sevan Nişanyan, ayrılışının arkasındaki nedenleri anlatırken, Taraf’ın “tabu yıkıcılığının” ve “özgürlükçülüğünün” sınırlarına da işaret etmiş oldu. Nişanyan’ın aktardıkları, Taraf’ın “kendisine izin verilen alan içinde oynama” konusundaki hassasiyetini gösteriyor.

    21.09.2009 tarihinde yayınlanan din üzerine yazdığı yazıdan sonra “gazeteye zarar verdiği” gerekçesiyle yazılarının gelişigüzel sansüre uğradığını anlatan Nişanyan, “küstahlık sınırlarını aşan davranışlarla karşılaştığını ve bunlara katlanamayacağını” belirtti.

    Ahmet Altan’ın kendisine, yazılarındaki eleştirel tavrı ve üslubu nedeniyle mesafeli olduğunu anlatan Nişanyan, isminin “tepki çekebilir” kaygısıyla gazetenin ön sayfasındaki vinyetlerde ve gazetenin künyesinde geçmediğini ifade etti. Nişanyan ayrıca, yazılarının doğuracağı sonuçlardan kaygı duyan gazete yönetiminin “kelimelerle ilgilenmesi ve siyasetten uzak durması” yönünde uyarıda bulunduğunu da aktardı.

    14 ay boyunca her gün, daha sonra haftada altı gün sürdürdüğü mesaisi karşılığında kendisine herhangi bir ödeme yapılmadığını söyleyen Nişanyan, ödemeler konusunda herhangi bir açıklama yapıladığının da altını çizdi.

    Son olarak, pek çok tehdit aldığına değinen Nişanyan, “kendisini destekliyor görünmekten özellikle kaçınan gazetesi Taraf’ın, bu tehditlerden pek azı hayata geçse bile, kendisine sahip çıkmayacağını bildiğini” belirterek, bu koşullarda çalışmak istemediğini açıkladı.

    Ne yazmıştı?
    Nişanyan’ın tartışma yaratan yazısının “sansür” üzerine olması dikkat çekiyor. Nişanyan yazısında, “Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin. Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler sansüre tabi olmuş. Orduya, devlete, Yüce Manitu’ya istediğini söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar” diyerek, genel olarak dini ve İslamı eleştirmenin risklerine değinmişti.

    (soL-Haber Merkezi)

    http://haber.sol.org.tr/medya/ozgurlukcu-taraf-da-sansurcu-ymus-haberi-22573

  24. Komünistler ve 1 Mayis

    Eger komünistseniz sizin için iki kere ikinin dört etmesi bile bir anlam ifade etmez. 1 Mayis 1977’de ölenlerin çogu ezilerek öldü, üzerinde kursun yarasi olan üç -bes ölü ya da yarali vardi. Polis ya da gizli servisler ates açsa idi en azindan onlarca kiside kursun yarasi olmasi icap ederdi.
    Bu durumda hâlâ otelden ve sular idaresinden halka ates açildi diyebilmek için ancak komünist, yani tas kafali, ilkel, geri ve hamaset düskünü olmak gerek. Kontregerillanin bu olaydaki dahli , sol fraksiyonlarin liderlerinin büyük çogunlugunun ajan olmasindandir, bu adamlari ajan oldugunu hâlâ anlamayanlara “yuh” diyorum.

  25. Meriç Şenyüz

    Başından beri yapılmak istenen şuydu: http://www.internethaber.com/vakit-gazetesi.htm

    1 Mayıs 77’yi bir şekilde iddia edilen ETÖ’ye ve ETÖ davasında yargılanan İP’lilere yıkmak. Bu şekilde de hem katliamdaki gerçek kontrgerilla parmağını gizleyip hem de özel olarak İP’i, genel olarak solu bu olay üzerinden bir kez daha itibarsızlaştırmak.

    Keşke öznel niyetinizden tamamen bağımsız olarak da olsa bu kampanyanın bir parçası olmasaydınız.

    Keşke ‘etik’e verdiğiniz önemin bir kısmını da ‘politik akıl’ sahibi olmaya verebilseydiniz. Böylelikle ‘çok ahlaki’ bir duruş sergileme arzusuyla bir işe girişip ne yazık ki ‘ahlaken çok sorunlu’ bir yere düşmemiş olurdunuz.

    Sizi tanıdığım kadarıyla sevdiğim için bu ‘keşke’mde samimiyim zira ben bu meselede en çok size üzüldüm.

    Bu eleştirimi dostça kabul edip dikkate alacağınız umarım. sevgiler, kolaylıklar…

  26. Berktay’ın yalanı ve 1 Mayıs 1977’nin perde arkası

    Aynı zamanda Zileli’nin de yalanı…

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/merdan-yanardag/berktayin-yalani-ve-1-mayis-1977nin-perde-arkasi-54428

    bir dosttan birine p.s. Bu yüzsüz yalancıyı, müfteriyi ve ahlaksızı hala kovmadın mı sen? Son pişmanlık fayda etmez…

  27. yazıklar olsun...

    olayın siyasal sonuçları vs. her şey bir yana, ben başka bir şey söylemek istiyorum. hayatınızın belirli bir döneminde arkadaşlık yaptığınız, son 5 senesini hücre hapsinde geçiren eski arkadaşınıza şu azılı karşı devrimcilerin (vakit) manşetlerinden “İPne” diye seslenmesine vesile oldunuz ya… diyecek bir şey bulamıyorum…
    geçmişteki siyasal-örgütsel konumlanışlardan sonralarda pişman olunabilir, özeleştirisi de yapılabilir. ama ya arkadaşlığın özeleştirisi yapılabilir mi? arkadaşlıklar önemlidir… hatırasına uygun davranmak gerekirdi.

  28. Ne ilgisi var?

    Vakit’in mansetiyle, Zileli’nin yazisinin ne ilgisi var anlamadim. “Yaziklar olsun” bana bunu izah ederse sevinirim. Ayrica gördügümüz kadariyla bütün Aydinlik grubu ileri gelenleri Gün Zileli, Hasan Yalçin , Halil Berktay vb. 1 Mayis alanina gitmis, Perinçek neden gitmemis? Bunu da herhalde Zileli açiklar. Gerçi neden oraya gitmisler ? Bu da bir muamma. Insan kendisine bas düsman olarak gördügü bir örgütün mitingine gider mi? MHP mitingine neden gitmiyorlardi? Zaten o zamanki Aydinlik grubunun analizlerine göre eger 1 Mayis 1977’deki olaylar “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”nin Türkiye’deki emellerine darbe vurdu ise bu olaylara taraftar olmalari gerekirdi, belki de taraftardilar , daha mantikli olani da bu. Olaylara sogukkanli yaklasmak gerek.

  29. ağır eleştiri nedeniyle kaldırılmıştır.

  30. Adamın biri -tesadüfe bakın ki- tam da 2 Mayıs’ta (bugüne kadar nedense sakladığı) bir ”ÜBER GERÇEĞİ” yazıyor; işaret fişeğini gören Başbakan’ın ”yiğitleri” ateşlere başlıyor… Ehli vicdan sahibi bir adam bu duruma dayanamayıp ”istifa ediyor”. Garabet o boyutta ki kimileri ”yargıç” olmuş Gün’e vuruyor; kimileri ”eski sahifeleri” çeviriyor vs vs.

    ”Dönemin savcısı Çetin Yetkin: Solcuların işi değil

    Yetkin,“1 Mayıs’ın sol gruplar arasındaki bir çatışmadan kaynaklandığını söylemek mümkün değil” dedi..”

    http://www.demokrathaber.net/guncel/donemin-savcisi-cetin-yetkin-solcularin-isi-degil-h8599.html

    Bu ülkede ”ULUDERE KATLİAMI” diye bi’şi yaşandı. Peki Halil Berktay ne yaptı?

    Buyrun bakın: http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/2/

    Vatandaş o sırada ”Marksizmi ve sol”u tartışmakla meşguldü. Düşünebiliyor musunuz, bir ülkede hani ”katliam gibi katliam” yaşanıyor, bu vatandaş şöyle bir bakıp ”noluyor lan” bile demiyor.

    Kimseye ”neyi ne zaman” yazacağına dair ”dayatma, kural vs” koyacak değiliz elbette. Ancak şayet siz, yaşadığınız toplumda, dönemde, çağda ve yerde insana/topluma dair birtakım gerçekleri ”ifşa etme/araştırma” ve belki de ”değiştirme” derdi/kaygısı/tasası/amacı/ideali güdüyorsanız böylesine ”büyük” bir vak’a karşısında bu derece SUSKUN/DUYMAMIŞ/SANKİ HİÇ YAŞANMAMIŞ gibi davranamazsınız.

    Peki bu vatandaş ne yapıyor: 12 Eylül davası sürecinde kerameti kendinden menkul bir ”mit raporu” dolayısıyla ve tam da ülkede iktidara ciddi bir muhalefet birikiminin kristalize olduğu coşkulu bir günün ertesinden ”muhteşem”(?) bir iddia ve tanıklıkla ortaya çıkıyorsunuz???

    Biraz avam takılacağım: Hay seni de, sosyalizmini de, marksizmini de! Ulen bu ülkede ”insanlar ölüyor”, bu adam benzetmek kafi gelirse ”kıçındaki sivilcenin” derdine düşmüş!

    İşte BERKTAY’ı müstesna(!) yapan bu ”sivilceli” tavrıdır. Berktay bunun için vardır ve bu tavır düpedüz ”tetikçi” bir tavırdır. Bakalım Berktay dönemin savcısının sözlerinden biraz olsun utanıp özür dilemek bir yana ”yanılmışım, halt etmişim” diyecek midir? DEMEZ, DİYEMEZ; ÇÜNKÜ BERKTAY’IN GÖREVİ BU!

  31. Ha gayret Albatross, Allah gecinden versin musalla taşına varmadan bu Gün’ü de adam edeceksin ya sonunda… Güzel yazmışsın… Eline sağlık…

  32. TÜRKİYE’nin EN ÇOK ÇARPITILAN ADAMI :G.ZİLELİ
    “Malum, Taraf yazarı Halil Berktay, 1 Mayıs 77’nin kontgerilla tarafından tezgahlanmadığını, sol içi çatışmadan kaynaklandığını söyledi ve Marks’ın kast ettiği türden bir “trajediye” yol açmış bulundu.
    CIA’nın Türkiye’nin yakın geçmişindeki kirli rolünü temizleme operasyonunun bir komediye dönüşmesi ise gerçekten çok hızlı oldu.
    Gün Zileli, güya Berktay’a itiraz etti, devletin katliamdaki rolünün gizlenemeyeceğini söyledi ama “Aydınlıkçılar da ortamı çok germişti, adeta çanak tutmuşlardı, suçları büyüktür” dedi.
    Hürriyet gazetesine röportaj verdikten sonra “Hürriyet sözlerimi çarpıttı”, Taraf gazetesine demeç verdikten sonra “Taraf sözlerimi çarpıttı” diyen, yani “Türkiye’nin en çok çarpıtılan adamı” unvanını hak eden Zileli’ye göre, “Aydınlıkçılar, provokasyonun ideolojik ortamının yaratılmasının sorumlusu”ydu!”

    http://www.odatv.com/n.php?n=marks-1-mayis-1977-tartismasini-duysa-ne-derdi-0605121200

  33. burjuva medyaya güven, sonrada sözlerimi çarpıttılar de. star gazetesini es geç taraf’a konuş.. hatta lafının çarpıtılacağından o kadar emin ol ki ; ” Ceren’e, “bakalım Taraf sözlerimi nasıl çarpıttı” de” sonrada taraf a kızıp yazı yaz.
    görünen köye klavuz istemek sonrada dert yanmak..!!!

  34. saçmalamak serbest mi?

    Dogu Perinçek 1980’de ne diyordu? “En geç 1984’e kadar, Sovyet Sosyal Emperyalistleri Türkiye’yi isgal edecek ve Sovyat emperyalistlerine karsi verilecek olan milli kurtuklus savasina TIKP önderlik edecek.”
    Dogru mu, yalan mi? Perinçek böyle demedi, TIKP’nin startejisi bu degildi diyen yalancidir. TIKP’nin stratejisi b olduguna göre 1 Mayis 1977 daha niye tartisilir? Bütün solcuklar mi sahtekar? Bürün solcular mi yalanci?

  35. Toplumsal Kurtulus

    http://www.birgun.net/report_index.php?news_code=1335097005&year=2012&month=04&day=22

    Kapitalizmin krizi tum dunyada kendisini hissettirdigi su gunlerde ihtiyacimiz olan sey uretmek. Nazim ustanin dedigi gibi “anlamak gideni ve gelmekte olani”.
    Haluk onemli bir kitap yazmis yeni bitirdim. Bircok konuya isik tutuyor. Sevgili Gun zileli sizin kitaba dair soyleyeceginiz birsey var mi ?

  36. BİRAZ BUGÜNE DÖNELİM

    Liberalizmin ve Reformizmin Gölgesinde 1 Mayıs

    http://www.sosyalizm.eu/?p=4208

  37. Ben mi çok salağım, Gün Zileli mi çok akıllı

    Bu sözler Zileli’ye aittir:

    “…1 Mayıs 1977’de, DİSK üyesi dört Uzel işçisinin kendi taraflarından açılan ateşle öldüğü bilgisi ortadayken (ki, ben bunu dün öğrendim, o sırada DİSK görevlileri safında yer alan, görgü tanığı, çok güvendiğim bir arkadaşımdan; bu yüzden benim Havariler’deki 1 Mayıs 1977 anlatımımda bu bilgi yoktur. Bunu öğrendiğim zaman içim sızladı ve kitabımı yazarken neden bu bilgiye sahip olmadığıma hayıflandım, hatta kendimi suçladım) sorumlular bundan söz etmemeyi tercih etmişlerdir…”

    Read more: http://www.gunzileli.com/2012/04/30/yanlislarimizin-magdurlarini-unutmadan%e2%80%a6/#ixzz1u80LHHG4

    Hangi bilgi ortadaymış Gün Zileli? Devrimciler tarafından ateş açılıp öldürüldüğünü iddia ettiğin bu 4 Uzel işçisinin adları nedir? Eğer varsa otopsi raporlarında bu işçilerin tabanca kurşunuyla öldürüldüklerine dair bir delil var mıdır? Kim bu 4 Uzel işçisi ve sor arkadaşına alanın tam olarak neresinde öldürüldüler ve kurşunlar hangi yönden geldi? Bu olayın şu ana kadar bir tanığının çıktığını da duymadık, sen nereden biliyorsun ve arkadaşın madem güvenilir, Uzel ve DİSK kayıtlarında bu olay var mıdır bir sor ve yoluna bir iddiayı yarım bırakarak değil bizi aydınlatarak devam et.
    Nedir bu 1 Mayıs 1977 günü çıkan olaylarda devrimcilerin öldürdüğü 4 Uzel işçisinin hikayesi?

  38. Bence asil ilginci olen dort kisinin adi degil, zaten orada toplam uc ile bes kisinin oldugu biliniyor kursun yarasi ile, bunlarin hepsinin uzel iscisi olmasi mumkun degil. Onemli olan bu bilgiyi Zileliye kimin verdigi.
    Oyleki birden bazi eski aydinlikci simalar Halil Berktay, Oral Calislar Gun Zileli 1 Mayisi solcularin yaptigini iddia ediyorlar. Daha 1-2 y Yil once Oral calislar Kontgerillanin yaptigi 1 Mayis katliaminin sorumlularinin bulunmasi cagrisi yapiyordu.

    Sayin Zileli bizi aydinlatirmisiniz size bu solcular tarafindan oldurulen dort Uzel iscisi hikayesini kim anlatti. Bakalim bu cok guvendigin arkadasin kimmis?

  39. Berktay ve Zileli

    Nasil oluyor da birbiriyle hiç görüsmeyen iki insan ayni günde ayni anlama gelen iki beyanda bulunuyor? 30 Nisan 2012’de biri Taraf’a 1 Mayis 1977’den söz eden bir açiklamada bulunuyor, digeri “yanlislarimizin magdurlari” basligiyla internet sitesinde bir yazi yayinliyor. Aralarinda bizim bilmedigimiz bir ortak nokta (Ingiltere?) veya ikisinin de feyz aldigi bir kisi olabilir mi Kim? Baglantilar mi var?

  40. Nabi Yagci "Taraf" tan ayrilmis

    TKP’nin suçlanmasi agirina gitmis. TKP’nin Stalinizmle iliskileri yaninda 1970 sonrasi Sovyetler Birligi ile ve Sovyet-ABD-Türkiye üçgeninde oynadigi rol tartisilmali. gerçekten TKP diye bir parti var miydi, TKP KGB’nin bir seksiyonu mu idi? Bu soruya dürüst olarak cevap vermek gerekir.

  41. Sevgili Gün Zileli, yazılarınızı takip ediyorum.. yıllarca abilerimiz tarafından Maoculardan uzak durun uyarısıyla yaklaşımım tüm sol örgütlere uzak kalmıştı..
    okuduğum fakültede ilgimi çekti ve hatta etkinliklerine de katıldım.. ama orada da aile bağları, iktidar hiyerarşisi bugüne yansıyan bir samimiyetsizlik vardı…
    yazılarınız sayesinde (şimdiye kadar hep sovyetçi “blok”çularınkini takip ediyordum) birkaç cepheden okumaya başladım.. ve anladım ki esas anlaşılmayan esas sorun “diyalektik”..
    özellikle üşenmeyip sitenizde yorum yapanlara da baktıkça buralara hangi zihniyetle gelindiğini farkediyorum.. kendinizi çok fazla suçlamayınız.. diyalektikten uzak solcularımız bunu kullanacak faşizmi kaleminde sözünde taşıyor..

    üzüldüğüm tek şey, “taraf”ı neden bir basın organı olarak gördüğünüzdür.. gazetesinde yer alanlar bir akrabalık ilişkisiyle yanyanalar.. hoş diğerleri ondan iyi değil..
    vakur duruşunuzu sarsar.. kendinizle çelişmenize neden olacak solcu söylemleri iyi kullanır bunlar..
    kendinize haksızlık etmeyiniz.. ama ropörtajları yazıyla teslim etmeği unutmayınız..
    bugün, ahlaksızlığın, çarpıklığın, adam kayırmacılığın, tarihi tekerrür ettirmek isteyen riyakârların elindedir..

    doğru olanı yapmışsınız..
    güvenin insanlara.. ve bu güveninizle yanıldığınızı yeniden görün..
    bu ilk yanılmamız değil…
    tarih bize bunları hep hatırlatacaktır..
    özeleştiri kültürü olmayan bir “dil”de ne söylerseniz bumeranga dönüştürülür..

    taraf’ı okumuyorum.. okuyanları da içinde yazanları da desteklemiyorum..
    tarih en iyi öğretmendir..
    kişisel tarihinizde öğrenciliğiniz bitmeyecek..
    umarım güveninize layık hakiki gazeteciler vardır.. ben hiç tanımadım…
    tarihçi meslektaşlarıma ise ben bile güvenmiyorum..
    sadece kendinize güveninizi yitirmeyiniz..
    içbükey aynanıza sahip çıkın…

    yaptığınız özeleştiriye binaen umarım sovyetçiler de bir durup düşünürler..
    dün orada olanlar bugün hala yaşanıyor.. ama her iki cenahın da desteğiyle.. halbuki bugün tarih yeniden yazılıyor..

  42. Gerçi baslik da biraz tuhaf oldu ama yanlis anlasilmasin, kastimiz o degil. Baban yasindaki adama ayar vermek hosuna gidiyorsa ver, diyalektik ise zeytinyagi gibi her zaman üste çikmak degildir, demagoji yapana demagoji nasil yapilirmis bir ögreten bulunur.

  43. affedersiniz ama “anonim evlat” başlığıyla siz, bu platformda, bana hiç tanımadığınız halde sataşıyor musunuz? anlıyamadım..
    açıkçası sizin “dil”i anlıyacak kapasitede olmadığımı belirtirim.. hiç kimseye “ayar vermek” gibi bir niyetim olmaz olamaz da..
    Hele ki gün zileli’ye, haddim değildir..
    nacizane destek olmak istemiştim..
    ama böyle üslupsuz bir diyalogda yer almak benim için utançtır..
    Sayın Gün Zileli, mümkünse yorumlarımı silmenizi istirham edeceğim..
    yaşım veya muhatabımın yaşı ise sadece takvimle ilgilidir..
    bana da öğrettikleriniz için teşekkürler..

  44. "Anonim olmayan Baba"

    Okurlarına terbiyesizlik etme, yukarıda sana sorulan sorulara efendi gibi cevap ver.

  45. yazarının isteği üzarine kaldırıldı

  46. Polislik misyonunu bile doğru düzgün beceremeyen Tarafgiller hakkında güzel bir değerlendirme:
    http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1628:taraf-koetue-hazrlanm&catid=34:engin-erkiner

  47. Aferin çıracı

    Sen misyonunu çok güzel beceriyorsun.

  48. Bak çıracı Erkiner bunlari da yazmis , sen ise örtbas derdindesin

    Bir alinti yapmissin ama kedinin pisligini örtme tavri içinde gerçekleri gizlemeye gücün yetmemis, bak Erkiner baska neler yazmis, bunlari neden gizlemektesin ha?

    sol içi şiddet gündemde…

    Engin Erkiner tarafından yazıldı

    Cumartesi, 05 Mayıs 2012 00:41

    1974-1980 döneminde solun belirleyici özelliklerinden bir tanesi sol içi şiddettir. Sol örgütlerin birbirlerine karşı ve kendi içlerinde uyguladıkları şiddettir.

    Sol içi şiddet örgütler arasında olduğu kadar örgütlerin içinde de derin tahribat yarattı.

    Kendi insanlarını infaz eden bir örgüt iflah olmaz, bunu gördük.

    Örgütler arasındaki şiddet konusunda ise aradan 30 yıldan fazla zaman geçmesine karşın yaratılan tahribat halen sürüyor. Buna örnek olarak Devrimci Yol ile Kurtuluş arasındaki ilişkiler verilebilir. Bu iki örgüt arasında 12 Eylül öncesinde yoğun çatışma yaşamıştı.

    Bu sitedeki değişik yazılarda sol içi cinayetler konusunda özel bir yere sahip olduğumuz değişik kereler belirtildi.

    Özel yerimiz ifraz sayısının çokluğundan gelmiyordu. 12 Eylül öncesinde sol içi çatışmaya karışmamak için büyük çaba harcadık. Hiçbir şey olmadı denilemez ama silahlı mücadele veren bir örgüt olarak sol içi çatışmaya girmedik. Ne başka örgütlerden ne de kendi içimizden insanları infaz ettik.

    12 Eylül’den sonra durum değişir.

    12 Eylül sonrasının ilk sol içi cinayeti bize aittir: Adana’da eskiden aynı örgüt içinde yer aldığımız Ali Çakmaklı (öldürüldüğü sırada HDÖ’lüdür) bizler tarafından “MİT ajanı” olduğu gerekçesiyle öldürülür.

    12 Eylül’den hemen sonra gerçekleşen bu cinayet faşizmin azgın saldırısı altında yaşanmasına rağmen hayata geçer.

    Ali Çakmaklı’nın infaz bildirisi olan “Karanlık Adam” başlıklı yazı, Mihrac Ural tarafından Adana cezaevinde iken yazılmıştır. Cinayeti gerekçelendirmek amacıyla yazılan bu bildiri saçma sapan bir içeriğe sahipti ve Güney bölgesi dışındaki bölgelerde ciddiye alınmadığı için dağıtılmadı.

    Ali Çakmaklı cinayetiyle bağlantılı olarak, ona misilleme olarak Nebil Rahuma, yine 12 Eylül’den kısa süre sonra HDÖ tarafından İstanbul’da öldürülür. Bu bir örgüt içi cinayettir.

    12 Eylül’den yaklaşık iki yıl sonra ise Müntecep Kesici, Lazkiye’de Mihrac Ural ve adamları tarafından hazırlanmış bir provokasyon sonucu öldürülecektir.

    O sırada Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi yeni kurulmuştur ve ilk açıklamasında da sol içi şiddet konusu üzerinde durmuş, sol içi şiddetin yanlışlığını ve halkta devrimcilere karşı güvensizlik yarattığını vurgulamıştır.

    Bu cinayet nedeniyle Acilciler’e uyarı cezası verilir.

    Mihrac Ural, Müntecep Kesici’nin kaza sonucu öldürüldüğüne inanılması için çok uğraşmış, ama başarılı olamamıştır.

    Acilciler’in 12 Eylül sonrası cinayet listesi daha uzundur, ancak bunlar 12 Eylül’ün ilk sol içi cinayetleridir.

    Ali Çakmaklı cinayeti, 12 Eylül’den sonra işlenen ilk sol içi cinayettir.

    Geçtiğimiz dört yıl içinde sol içi cinayetler konusuna sadece şöyle bir değinenler oldu. Genellikle konu üzerinde hiç konuşulmadı. Konu solun tabuları arasında yer aldı denilebilir.

    Bu konuda bir kitap ve bazı yazılar yayınlandı, ama sessizlik bozulmadı.

    Bu sitenin bu konuda önemli bir işlev yerine getirdiği söylenebilir.

    Sol içi cinayetler konusunun, solun iç ilişkilerini zehirlemeyi sürdüren bu konunun genel hatlarıyla değil de somut olarak açımlanmasında bu sitedeki değişik yazıların önemli rolü oldu.

    Sol içi cinayetler konusundaki özel yerimizi ortaya koyduk. Cinayetlerin ayrıntılarını ortaya çıkardık. Ve bu çabamızı örgütsel tarihimizle hesaplaşmanın bir bölümü çerçevesi içinde gerçekleştirdik.

    Sol içi cinayetler konusu bugün yoğun olarak gündemde bulunuyor. Konu 1 Mayıs 1977 ile ilgili olarak gündeme gelse bile, burada durmuyor ve yayılıyor.

    1 Mayıs 1977 katliamında solun iç çelişkilerinin ve birbirine silah çekmesinin önemli rolü oldu. Devlet kendisini bu çelişkilerin arkasına gizleyerek harekete geçmişti.

    Ancak konu burada durmuyor, çünkü sol içi çatışmalarda öldürülen çok sayıda devrimci bulunuyor.

    Konu daha da genişleyecektir.

    Bu konuda hazırlanmış olan sol içi çatışmalarla ilgili çalışma da değişik yerlerde yayınlandı.

    Kıssadan hisse: Bu site yayına başladığında, “30 yıl önceki olaylarla neden uğraşıyorsunuz?” gibi sorularla karşılaşmıştık. Gerçekte ise konu geçmişin derinliklerinde kalmamıştı, hesaplaşılıp kapatılmadığı için gerçekte günceldi. Hem kendi örgütsel tarihimiz için hem de solun genel tarihi için önemliydi.

    Kimin ne dediğine aldırmadık ve devam ettik…

    Bu sadece bizim sorunumuz değil, herkesin sorunuydu.

    Ve şimdi oraya doğru gidiyoruz…

    Kolay gidileceğini sanmayın ama artık yol açılmıştır ve sesi çıkan sadece biz değiliz

  49. Daha yaptığın alıntıda ne yazdığını anlamamışsın be adam (veya her zamanki gibi salak ayağına yatıyorsun). Erkiner sol içi şiddet hakkında doğru söylemiş de bunu burada alıntılamak senin o güzel devletini aklamaya yeter mi? Engin Erkiner’in bu alıntıladığın yazıda anlatmak istediği şey, şu cümlede apaçık özetlenmiş: “1 Mayıs 1977 katliamında solun iç çelişkilerinin ve birbirine silah çekmesinin önemli rolü oldu. Devlet kendisini bu çelişkilerin arkasına gizleyerek harekete geçmişti.” F-tipi medyanın ve onların stepnesi olan Berktaygiller’in anlamadığı (veya bilerek çarpıttığı) gerçek de bu zaten.

  50. aydınlıkçıların aydınlıkçılıktan bir türlü kopamaması ne ilginçtir. halil berktay aydınlıktaki manipülasyon işlevini hakkıyla bir liberal olarak yerine getiriyor. oral çalışlar’ı zaten herkes biliyor. biraz düşünüyorum esaslı manipülatörler kimler memlekette diye; aklıma gülay göktürk ve hadi uluengin geliyor. onlar 12 eylül öncesinde nerede duruyorlardı acaba?

  51. bu arada acilcilere burada referanslar verilmesi de gayet hoş olmuş. kıyısından köşesinden bulaşan herkesin diğerini ajanlıkla suçladığı ve muhtemelen haksız olmadığı bir harekettir acil. suriye muhabbetleri de ayrı bir konu… aydınlık’ı zaten bilmeyen yoktur artık.

  52. Ciraci sen ne anladin?

    Sol içindeki iç çeliskileri durmadan körüklemek devlete yarar, fraksiyon seflerinin görevi de, senin yaptigin da iste tam olarak bu, Taraf gazetesini acemi polis olarak suçlayan sen tam anlamiyla tecrübeli bir polis gibi davranmaktasin veya zekan durumu anlamaya yetmiyor, birkaç ezberle idare ediyorsun.

  53. Hey Zileli! Taksim'deki basın toplantısına mı gittin?

    Arkadaşı ona 4 Uzel işçisinin devrimcilerin kurşunlarıyla öldürüldüğünü söylemişti.. O da bunu yazmıştı, şimdi üstünü kedi gibi eşinerek toprakla kapatmaya çalışıyor.. Biz de ona, “Sen öyle herkesle arkadaşlık yapma… Arkadaşının adını ver annesiyle-babasıyla konuşalım” demiştik… Şimdi Taksim’de 1 Mayıs savcısının ve DİSK yöneticilerinin basın toplantısına gidip, “Beni yine kandırdılar… Halil ve Oral’dan sonra bu arkadaşım da CIA ajanı çıktı” bile diyebilir… Allah bunun böyle bilgilerle yazıp durduğu artık iyice ortaya çıkan; herkese kara çaldığı, olayları ve geçmişini yeniden kurguladığı, yalan ve iftiralarla doldurduğu, nesnellikten ve gerçekten uzak hatıra kitaplarını ve artık Necip Fazıl’ın geç dönem anti-komünist risalelerini andıran “makalelerini” okuyan genç okurlarına sabır versin. Amin!

  54. Bizimki kudurdu yine 🙂 Dur bakalım bunun altından ne çıkacak…

  55. Dostunu söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana

    Merakla bekliyoruz. Zileli’ye “1 Mayıs 1977’de 4 Uzel işçisini devrimcilerin öldürdüğünü” söyleyen o çok güvenilir arkadaşı kim?

  56. Dostunu söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana

    Meraklısına not: Bu satırların yazarı da 1 Mayıs 1977 katliamının yakın tanıklarından ve Zileli’nin “Aralarına karışarak 1 Mayıs alanına girdim” dediği Kurtuluş grubunun İstanbul’daki ve alandaki kadrolarından biridir. Berktay ve Zileli 1 Mayıs 1977 katliamı üzerinden devrimcilere karşı senkronize bir karşı devrimci atak başlatmışlardır. Bu sitenin de bir okuru ve 1 Mayıs 1977 katliamının canlı bir tanığı olarak Gün Zileli’nin hem bu olayda hem de Halil Berktay ile bugün üstlendiği rolü anlamaya çalışmak ve hem buradaki değerli okurlarına, hem o gün alanda kaybettiğim yoldaşlarıma, hem de devrimcilere anlatmak boynumun borcudur. Okurlara saygılar.

  57. Birazdan hanim hanimcik bir üslupla yazan biri çikar, Zileli’nin ne kadar hassas, ne kadar merhametli, dürüst, temiz, özelestiri yapan, yumusak ruhlu, sanatçi kisilikli oldugunu anlatir, ona bu denli agir elestirileri yöneltenleri nobranlikla, vicdansizlikla, sert ve kati olmakla , belki de polis olmakla suçlar, diger müritler veya gizli hesapçilar da ona hak verir, senin Uzel sorulari da unutulur gider. Zileli hangi soruya cevap verdi ki senin soruna cevap versin?

  58. Taraf Gazetesi-Ahmet Altan (bugün):
    Sessiz sinemanın büyük yıldızı Greta Garbo, sesli filmler yapılmaya başlanınca “efsanesini sürdürebilmek” için sahneden çekilmiş, kimselere görünmediği münzevi bir hayatın içine saklanmış, insanların hafızasında kendisini sinemadaki o son görüntüsüyle dondurmuştu.

    “Efsanesini” yaşatabilmek için yaşamaktan vazgeçmişti.

    Bugün Türkiye’de “sol”un bir bölümünün garip bir “Greta Garbo sendromu” yaşadığından kuşkulanıyorum.

    Bir zamanlar yüzbinleri harekete geçirebilen “sol”, o geçmişin içine saklanarak, yaşamaktan ve kendini tartışmaktan kaçarak, hayatın içinde varlığını sürdürmekten kaçınarak “efsanesi” için kendini feda ediyor.

    Bir zamanlar, izbe mahzenlerde teksir makineleriyle bildiriler basıp sokaklarda dağıtacak, başka bir fraksiyon tarafından vurulmayı ya da yakalanıp poliste işkence görmeyi göze alarak duvarlara yazı yazacak kadar “anlatma” isteğiyle dolu olan, anlatacak lafı olduğuna inanan “sol”, bugün önünde açılan gazete sayfalarına omuz silkecek, konuşmaktan imtina edecek kadar gerçeklerden, tartışmadan, hayattan korkuyor.

    Bugünkü lafı tükenmiş yorgunluğun, geçmişteki coşkulu macerayı da silikleştireceğinden endişe ediyor.

    Son tartışmalarda, hep bildiğimizi bir kere daha gördük, uzun yıllar “solu” temsil eden sosyalizm bu ülkede “akıl” üzerine değil “duygu” üzerine bina edilmiş, ezilen, sömürülen insanlar için duyulan o taşkın duyguların “sol” ya da “sosyalist” olmaya yeteceğine inanılmış.

    Bugünkü tartışmalarda karşımıza çıkan yetersizlik, kırılganlık, solgunluk, güçlü bir akıldan ziyade çocuksu bir duygusallığın, bitmeyen bir “çocukluk hastalığının” günümüze de yansıyan belirtileri sanırım.

    “Teorideki” büyük boşluk, duygular coşkusunu kaybedince, yenilmişlik duygusu da güçlenince, şimdi “pratiğe” de yansımış.

    Geçmişteki solcuların büyük bir çoğunluğunun bugün “ulusalcılıkta” aradığı, bir kısmının geçmiş maceraların gölgesinde hatıralarını yâd ederek bulmaya uğraştığı o “duygu kabarmalarının” çocuksuluğuna kapılmadan, “solculuğu” demokrasi kavgasında “akılla” devam ettiren çok az “solcu” kaldıysa bu ülkede, solu ve solculuğu da yeni baştan tartışmamız gerekir.

    Tartışmaktan bu kadar korkarak “solculuk” olabileceğini sananların, geçmişteki gerçeklerin ortaya çıkmasının solun “hastalığının” anlaşılabilmesi, sağaltılabilmesi ve bugüne sağlıklı bir şekilde yeniden uyum sağlayabilmesi için önemini kavramayanların, “gerçeği aramayı” saldırı olarak görenlerin durup bir daha “solu” ve hayattaki işlevini tarif etmeleri gerekiyor.

  59. bozacinin sahidi ciraci

    Nerden cikarttin Uzel’i, sen soruya cevap ver.

  60. Yüksel Uzel çok güzel bir hatun, iyi de söylüyor, dinleyin.

  61. YILLAR YORGUN ,BEN YORGUN …ANLAMLI

  62. Kaç yıldır aynı geyik. “Sol geri kaldı”, “Sol kendisini yenileyemedi”, “Sol’dan bir şey olmaz”.. Diyenler de hep aynı tipler. Solun hiç mi sorunu, hatası yok? Olmaz mı, dünya kadar. Ama akıl vermeye çalışanların niyeti zaten Solun iyiliği değil.

  63. Ya şimdi konuş ya da ebediyen çeneni kapat!

    1 Mayıs tartışmalarına olayın tanıkları noktayı koydu

    http://haber.sol.org.tr/soldakiler/1-mayis-tartismalarina-olayin-taniklari-noktayi-koydu-haberi-54611

    1 Mayıs 1977’deki katliama ilişkin devleti aklayarak katliamı solcular arası çatışma olarak göstermeye çalışan Halil Berktay ve diğer gerici yazarlara yanıt dönemin tanıklarından geldi. Tanıklar konuşmalarında, “olay sol içi çatışma değil, kontrgerilla katliamı” diyerek nokta koydu.

    1 Mayıs 1977 katliamını solcular arası çatışma olarak göstermeye çalışan liberal ve gerici yazarlara yanıt DİSK’ten ve dönemin tanıklarından geldi. İşte tanıkların anlattıkları…

    “İddiaların nedeni solu karalamak”
    Halil Berktay tarafından başlatılan ve Taraf gazetesi tarafından sola karşı bir kampanyaya dönüştürülen 1 Mayıs 1977 Katliamı ile ilgili DİSK, katliamın tanıklarıyla birlikte bir basın toplantısı düzenlendi.
    DİSK adına Maocu gruplarla görüşmeler yapan Mehdi Beşpınar, soL’a yaptığı açıklamalarda, Maocularla hiçbir biçimde çatışma çıkmadığını söyledi.

    DİSK’in düzenlediği toplantıya, dönemin Soruşturma Savcısıyken görevden alınan Çetin Yetkin, 1977 1 Mayıs’ı Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Karaca, dönemin tanığı gazeteci Şükran Soner, dönemin tanığı fotoğrafçı Coşkun Aral, dönemin tanığı CHP İstanbul Milletvekili Süleyman Çelebi, dönemin DİSK Hukuk Dairesi Müdürü Müşik Kaya Canpolat, DİSK Hukuk Dairesi avukatı Ercüment Tahiroğlu, dönemin DİSK Sosyal İş Yöneticisi Mehmet Atay ve dönemin Bank-Sen Uzmanı Fahri Aral katıldı.

    Basın toplantısında ilk olarak söz alan DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, iddiaların nedeninin solu karalamak olduğunu söyledi. Katliamın ortaya çıkmasını 35 yıl boyunca engelleyen güçlerin 1 Mayıs 2012’de milyonların alana çıkması sonrasında yeniden bir karartma amacı taşıdıklarını belirten Ekici, “Geçmişte Kontrgerilla olarak adlandırılan gizli güçlerin günümüzdeki sözcülüğüne soyunanlar, 77 Katliamının arkasındaki siyasi tezgâhları, solu karalama kampanyaları eşliğinde çarpıtarak yeniden gündeme taşıdılar” dedi.

    Katliama ilişkin yanıtsız kalan sorular
    Ekici daha sonra soruşturma boyunca yanıtsız bırakılan sorulara değinerek şöyle konuştu:

    “-İntercontinental Oteli’nin önü yüzden fazla toplum polisi memuru tarafından korunurken, bu silahlı şahıslar uzun menzilli silahlarıyla nasıl otele girip çıktılar?
    1 Mayıs katliamı: Sıkılan ilk kurşunun hikâyesini, tanığı anlatıyor

    -Hükümet komiserinin yetkisinde olmasına rağmen, çıkması muhtemel olayları ve bunların sanıklarını belirleyecek film ve fotoğrafçıları uygun yerde görevlendirmesi gerekirken, bu husus yerine neden getirilmemiştir?

    -1 Mayıs’ın önceki günlerinde sağ basın tarafından “1 Mayıs’ta kanlı olaylar çıkacağının” yazılması rastlantı mıdır?

    -İlk silah sesleri duyulduktan kısa süre sonra Tarlabaşı kavşağındaki Adalet Partisi binasından kitlelerin ve DİSK görevlilerinin üzerine ses çıkartan patlayıcı maddeler atanlar kimlerdir? Bunlar niçin yakalanmamıştır?

    -Taksim Alanı polis tarafından kordona alınmıştı. Buna rağmen Renault marka bir araç içinde 4 kişi ellerinde silahlarla alana girmiş ve kitlenin üzerine ateş açmıştı. Sonradan emniyet aracı olduğu iddia edilen bu aracın içinde Samsun’da görevli Alaattin adlı bir binbaşı bulunuyor muydu?

    -Taksim Sular İdaresi duvarı üzerinden, elleri başları üzerinde indirilenler kimlerdi? Bunlar neden salıverildi?

    -Ateş açılan noktalar herkesçe görülmesine rağmen polis bu binaları neden çevirip katilleri etkisiz hale getirmedi?

    -Sular İdaresi’nin arkasında görevli olan Jandarma Komando Birliği Komutanı Abdullah Erim, “Buradan ateş edenlerin 20’sini yakalayıp Taksim Parkı’ndaki tuvaletin arkasında bulunan askeri birliğe teslim ettim. Sonradan emniyet yetkilileri gelip bu kişileri ‘Emniyete götüreceğiz’ deyip oradan almıştır’ demesine rağmen bu kişilerin yargı önüne çıkarılmasına kimler engel olmuştur.”

    Mehmet Karaca: “İlk kurşun Sular İdaresi’nden geldi”
    Ekici’nin ardından söz alan 1977 1 Mayıs’ı Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Karaca, 1977 1 Mayıs’ı öncesinde DİSK’in taleplerini kabul etmediğini söyleyen örgütlerin var olduğunu ve bu kurumların kürsüyü işgal edeceklerini kendi gazetelerinde yazdıklarını söyledi.

    Bu grupların ikna etmek üzere görüşmelerin yapıldığını belirten Karaca, aldıkları yanıtın “makine ve taleplerimizle orada olacağız” olduğunu ifade etti.
    “O grupları alana soksaydık büyük ölümler olabilirdi” diyen Karaca, olay sırasında kürsüde yabancı konukların yanında olduğunu söyleyerek olay anını şöyle anlattı:

    “Kemal Türkler’e grupların girişi çok uzun sürecek diye konuşmaya başlamasını söyledik. Saat akşam 18.00 olduğunda Türker konuşmaya başladı ve grupların girişi sürüyordu. Tüm gruplar girmediği için Türker, saygı duruşunun kendi konuşmasından sonra yapılacağını söyledi. Konuşma sonunda Türker, saygı duruşuna davet etti. Tam bu sırada ilk kurşun Sular İdaresinin olduğu yerden geldi. Daha sonra İntercontinental Otelin bulunduğu alandan ateş açılmaya başlandı. Sonra büyük bir panik oldu. Panzer paniği daha da arttırmak için su sıkarak alana girdi. Panzerler alana ses bombaları attı ve panik daha da yükseldi.”

    Şükran Soner: “İki grup birbirine yumruk bile atamadı”
    Olaylar sırasında gazeteci olarak Taksim’de bulunan Şükran Soner, telsizlerden Tarlabaşı tarafından zorlamalar olduğunu duyduğunu bunun üzerine bırakın girsinler alana denildiğini söyledi. Bu konuşmaların ardından bölgeye doğru yöneldiğini belirten Soner, kendisi oraya gitmeye çalışırken her yerden kurşun yağmaya başladığını söyledi.

    Soner olay anını şöyle anlattı:

    “Alana girmeye çalışan ve çatışacağı söylenen gruplar birbirine bir yumruk dahi atmadan kurşun yağmaya başladı ve iki grup arasında çatışma çıktığı söylenen alan kısa sürede dağıldı. Yani iki grubun çatışmasına kalmadan kurşunlar Sular İdaresi ve otelden gelmeye başlamıştı. O sırada otelin önünde bulunan resmi polisler yere doğru ateş açtılar sürekli biçimde ben de oraya yakın bir yerde yere eğildim. O sıra kurşunların yukarından geldiğini ve asfalta saplandığını gördüm. Yine bir polis panzerinin bir kadını ezerek öldürdüğü ana şahit oldum. Bu açılan ateş yaklaşık yarım saat sürdü.”

    İki grup çatışmak istese de çatışamazdı zaten, silahlar patlarken iki grup birbirine yumruk bile atamadı. Bunları yazdık. Fotoğrafladık, şahitlik yaptık ancak hiçbir sonuç alınamadı.”

    Coşkun Aral: “Polis panzerinden ateş açıldı”
    Basın fotoğrafçısı Coşkun Aral, 1 Mayıs günü, “her ne pahasına olursa olsun Taksim’e gireceğini” açıklayan grupları takip ettiğini söyledi. “Saygı duruşu sırasında meydana girmeye çalışan grupların zorlaması sırasında elinde gazeteler bulunan bir kişi ilk kurşunu sıktı” diyen Aral, Savaş Ay’ın bu fotoğrafı çektiğini kendisinin de bu anı gördüğünü ancak fotoğrafı çekemediğini söyledi.

    Savaş Ay’ın çektiği karenin Hayret dergisinde yayınlandığını belirten Aral olay anlarını ise şöyle anlattı:

    “İlk kurşunun ardından her yerden kurşun sesleri geldi. Polis panzerinin içinden bile ateş edildiğini gördüm. Provakasyonu zemin bilenler bunu bilerek hareket etti. Bedeli ne olursa olsun diyenler neye neden olduklarını bilmeli. Bir kez benden fotoğraf istendi 3. Dünya gruplarından, yurt dışındaydı fotoğraf isteyenler, bunu açtığım bir arkadaşım ‘aman onlara fotoğraf verme onlar polistir’ demişti.”

    Aral konuşmaların sonunda gelen bir soru üzerine, ateş açan ilk kişinin grup içine sızmış ajanlar olabileceğini dile getirdi.

    Dönemin savcısı Yetkin: “Olayın sol içi çatışma olmadığının yüzlerce delili var”
    1 Mayıs 1977 katliamının, mahkeme savcısı olan ve nedensiz yere görevden alınan Çetin Yetkin, bu olay kesinlikle sol gruplar arasında bir çatışma olmadığını söyledi.

    “Olayın sol içi çatışma olmadığına dair dava dosyasında yüzlerce delil vardı” diyen Yetkin, açılan ateş sonrası 5 kişinin öldüğünü, 35 kişinin de öldürücü şekilde gelen kurşunlar sonrası yaralandığını ifade etti.

    Katliamın tanıklarının bulunduğunu, elde tabanca yakalananlar olduğunu, kovanların bulunduğunu belirten Yetkin, resmi görevlilerin çatışarak yakaladığı insanların diğer polisler tarafından masum vatandaş denilerek serbest bırakıldığını söyledi.

    Olayla ilgili tanıkların olduğunu, Sular İdaresi’nin 28 yıllık çalışanının “her zaman eylemlerde askerler gelir, eylem bittiğinde çıkardı, bu kez askerler gelmedi” dediğini hatırlatan Yetkin, bunun araştırılmadığını dile getirdi.

    Olayın ardından polisler Sular İdaresi’nin oradaydı denildiğini ancak kayıtlara göre resmi polislerin olaylardan yarım saat sonra oraya ulaştığının tespit edildiğini belirten Yetkin, “İddianamede açıkça yetkililerin sorumluluğu ortaya konulurken, dünyada hiçbir iddianamede görülmeyen şekilde savcılık makamı, davanın ilerde aydınlatılacağını yazdığı, yani tarihe havale etti” diye konuştu.

    Olay olduğunda iktidarda Milliyetçi Cephe’nin bulunduğunu hatırlatan Yetkin, “olay sol içi çatışma olsaydı MC bu fırsatı kesinlikle kaçırmaz tüm ayrıntıları ile ortaya koyardı” dedi.

    Süleyman Çelebi: “Solun yükselişini engellemek isteyenler olayın failidir”
    CHP İstanbul Milletvekili ve olayın tanığı Süleyman Çelebi, olayın sol içi çatışma olmadığını, olayın faillerinin 1976 1 Mayısının kitleselliğinden, sosyalist hareketin ve sosyal demokrat hareketin yükselişinden korkanlar olduğunu söyledi.

    Olay günü ilk ateşin Sular İdaresi’nin bulunduğu alandan açıldığını çok net duyduğunu belirten Çelebi, açılan ateşlerde yaralananları araçlarla hastaneye taşıdığını vurgularken, MİT raporunun ardından Berktay’ın yaptığı açıklamaların nedenin anlaşılır olduğunu söyledi.

    Ateş Sular İdaresinden geldi
    DİSK Hukuk Dairesi Müdürü Müşik Kaya Canpolat, DİSK Hukuk Dairesi avukatı Ercüment Tahiroğlu, dönemin DİSK Sosyal İş Yöneticisi Mehmet Atay ve dönemin Bank-Sen Uzmanı Fahri Aral’da olayın sol içi çatışma olmadığına dair konuşmalarını yaptıktan sonra, Tarlabaşı tarafından gelen kortejlerin sorumluluğunu üstlenen Murat Tokmak’ın olaya ilişkin anlattıklar video ile izleyicilere sunuldu. Tokmak, konuşmasında ateşin Sular İdaresi tarafından geldiğini bir kez daha yineledi.

    (soL – İstanbul)

  64. olayin taniklari

    birtakim angaje süprüntü 28 SUBAT CUNTACILARI, kim ki bunlar, bunlarin Allah bir” dedigine inanilmaz.

  65. Bosuna çaba'ya

    Haklısın tabii fakat biz Gün Zileli’yi ve onun içerisinde yer aldığı siyasi hareketi hiçbir zaman siyasi ve teorik bir muhatap olarak kabul etmedik. Öte yandan düşman olarak da görmedik.
    Kendisi bu gerçeği o palavra kitaplarında yazdı mı bilmem ama Zileli’nin anarşist olması ise Londra’da Seven Sisters’da bir toplantı sırasında Orhan Dilber’in kendisine herkesin önünde köpek çekmesinden sonra duyduğu aşağılanma hissinden kaynaklanmıştır. Ve tanık olduğumuz üzere başında Troçkist olmak için girdiği salondan anarşist olarak çıkmıştır. Öyle anarşizmi ve Troçkizmi okumuş da, anlamış da falan filan da değildir. Marksizm ve Leninizmi de anlamamıştır. Siyasi ve teorik meselelere kafası pek çalışmaz ve kafasının siyasete çalıştığı bölümünü de muhatap almaya değmez.
    Bu son olayda açıkça birisi, ki mutlaka önemli bir provakatör olmalı bu kişi, Gün Zileli’yi tekrar kullanarak 1 Mayıs 1977’de devrimcilerin 4 Uzel işçisini tabancayla öldürdüklerini yazdırttı. Bu vesileyle okurlarını uyarmak amacıyla 9 ay aradan sonra bu çöplüğe ikinci kez yeniden dalmak durumunda kaldım.
    Kendisi benimle ne geçmişte ne de bugün tartışacak düzeylikte bir tip de değildir, muhatabım olamaz. Yalanı hemen ortaya çıktı ve Taraf gazetesinin bir tahrifatını bahane ederek ve suçlayarak zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalıştı. Yine 1 Mayıs 1977’ye dönecek olursak bizim korteje yanında korumalarıyla sızdığını söylüyor ki mutlaka söylemem gerekir bizim aramızda 1 Mayıs’a katılmak için kimsenin korumaya ihtiyaç duymaması gerekirdi. Fazla korkmuş anlaşılan. Bu da son yazımdır.
    Selam ve saygılar.

  66. Bana 4 Uzel işçisiyle ilgili bilgiyi veren, saygın bir devrimci olan Bingöl Erdumlu’dur. Onu bizim kuşaktan herkes çok iyi tanır. Kendisine yeniden sordum. verdiği cevap şudur: 4 Uzel işçisinin adları 1 Mayıs 1977 iddianamesinde bulunmaktadır.

  67. cevabı verildi: Bingöl Erdumlu

  68. cevapladım ama sana yeniden yazayım ahmet: Bilgiyi veren Bingöl Erdumlu’dur. O sırada DİSK görevlileri arasında bulunuyordu. Uzel işçilerinin adları 1977 iiddianamesinde geçiyormuş. ayrıca orada yaralananlardan biri de TKP’li sendikacı Murat Tokmakmış.

  69. dördüncü kez cevaplıyorum: Bilgiyi veren Bingöl Erdumluf’dur ve uzel işçilerinin adları 1 mayıs 77 ieddianamesinde bulunmaktadır, yine onun belirttiğine göre.

  70. Berktay peşrevine objektivite iddiası ile başlıyor, tüm manipülatörler gibi, hem nalına hem mıhına vurduğunu söylüyor girizgahta… 3 kere nala vurar gibi yapıp 40 kere mıha vurmak objektivite oluyor zira, manipülasyon ders bir…

    Zileli de alıyor sazı eline, yine bir tuhaf objektivite iddiası ile 20 kere nala 20 kere mıha vuruyor kendince, hadi diyelim 25 oluversin nala vurmalar… Sonra mıhavurasıgiller bu taksimini alıp 2 kere nala 20 kere mıha vuran şekilde değiştirince şaşırıyor, isyan ediyor… Şaşıracak ne var allasen? Ne olacaktı başka?

    Sayın Zileli onca yıl bu işin ustalarının yanıbaşındaydınız, öğrenemediniz mi manipülasyon, dezenformasyon nasıl yapılır? İçine “yeter miktar” enformasyon, “yeter miktar” gerçeklik katılmamış ve başarılı olmuş bir dezenformasyon gördünüz mü şimdiye kadar?

  71. Doğu Perinçek o sırada aranmaktaydı.

  72. admin adına çarpıtma yapmayınız.

  73. Gün Zileli, Hüriyet’e hiçbir zaman röportaj vermedi.

  74. 1 MAYIS 1977′DE ÖLEN UZEL İŞÇİLERİYLE İLGİLİ OLARAK BİNGÖL ERDUMLU’DAN ALDIĞIM BİLGİYİ BURAYA YAZIYORUM. KURŞUNLA ÖLEN UZEL İŞÇİLERİNİN SAYISI 4 DEĞİL, 3′TÜR. BİRİNCİSİ BUNU DÜZELTEYİM. BU HATA İÇİN ÖZÜR DİLERİM.

    KURŞUNLA ÖLEN UZEL İŞÇİLERİNİN ADLARI ŞUNLARDIR:

    1. ZİYA BAKİ (UZEL iŞÇİSİ)
    2. KAHRAMAN ALSANCAK (UZEL İŞÇİSİ)
    3. HASAN YILDIRIM (UZEL İŞÇİSİ)

    Read more: http://www.gunzileli.com/2012/05/02/1-mayis-1977/#ixzz1uUKVUJhG

  75. Saldırıya uğrayabilirsiniz. Bin türlü hakarete, aldatmaya, şiddete, öldürmeye maruz kalabilir kişi. Bu maruz kalma durumlarında başınızı kaldırır etrafa bakarsınız, saldırının geldiği yöne; nereden, kimden geldiğini anlamak için. Varlığına kast eden şiddete karşı savunmasız kalan insanın tek silahıdır, faili tanımak. Ancak faili tanıyorsanız size yapılan saldırıyı anlamlandırabilirsiniz. Şiddet eylemi, ancak bu durumda eylemin mağduru için de bir anlam kazanır. Saldırganın kimliği ve saldırının nedeninden yola çıkarak kurulan bu anlam; mağdur dediğimiz kişinin, yani şiddetin muhatabının yeniden ayağa kalkabilmesini sağlar. Saldırgan adı sanı belli bir varlıktır. Mağdur saldırganın muhatabıdır. Saldırı ikisi arasında bir ilişki kurmuştur, bu ilişki içerisinde karşı karşıya dururlar. Kavganın galibi en başından belli olabilir, saldırgan yenilemeyecek güçte olabilir. Ama bir kavganın iki tarafı olarak, varoluş bakımından eşittirler.

    Şiddetin amacı bellidir: karşısındakine az ya da çok zarar vermek, gerekirse onu yok etmek. Fakat sonuç taraflardan biri için ölüm olsa bile, saldıran ve saldırıya uğrayan taraflar bu eylemde bir araya gelirler. Kılıcını kaldıran eski zaman savaşçısı, F-16’lara saldırı emrini veren komutanlar, emrindeki polislere “vur la vur” diyen amir ve elinin altındaki göstericiyi coplayan polis memuru; hepsi de o anda saldırdıkları varlığın bire bir muhatapları olduklarını bilirler. İktidarı rahatsız eden ise kılıcının altındaki bu varlıklarla arasında kurulan bu karşılıklılık, muhataplık durumudur.

    Geçtiğimiz yüzyıllar boyunca devlet şiddetinin giderek daha sofistike ve daha çapraşık bir hal almış olması, şiddetin yarattığı bu muhataplık durumundan dolayıdır. Şiddet eyleminde iki taraf da eşittir. İktidar tam da bu eşitliği reddetmek zorundadır; çünkü meşruiyetinin zemini eşit olmamakta yatar. Bu nedenle hem eylem hem de söylem bazında eşitliğin saldırgan lehine bozulması gerekir. Öldürülecek, sömürülecek kişilerin insanlıktan çıkarılmaları gerekir. Ortaçağ hükümdarları öldürmek istedikleri kişileri öldürmekle kalmazlar örneğin. Onları önce kalabalıkların önünde işkenceden geçirirler. Kollarını bacaklarını dört kızgın aygıra çektirir, kazığa oturtur, katırların arkasından süründürür, hatta teknolojinin gelişmekte olduğu Avrupa’da vakumlama teknikleri kullanarak iç organlarını sökerler. Genellikle öldürülmüş kişinin cesedine de hakaret edilir. Bu vahşet, öldüren ile öldürülen arasındaki o eşitliğin üstünü örtmek içindir. Öldürmek yetmez, ölünün haysiyeti ortadan kalkmalıdır.

    Bu anlattıklarım eminim gayet tanıdık gelmiştir. Bu iktidar sefillerini daha fazla örnekle anmak gereksiz. Ancak iktidarın şiddete başvururken hissettiği tedirginliği bir kenara not edelim.

    Şiddet eyleminin yarattığı eşitlik ve karşılıklılık halinden kurtulmanın bir yolu da, bu eyleme dahil olmamaktır. Bu durumda saldırgan kimliğini belli etmez, neden saldırdığını ise sadece tahmin edebilirsiniz. Saldırıya uğrayan kişi muhatabının kim olduğunu bilemediği için şiddet eyleminin ardından kendi kimliğini yeniden inşa edemez. Neye tepki vereceğini bile bilemez. Aşağılık ve kurnazca olan işte tam olarak budur. Böyle bir şiddet eyleminde saldırganın amacı saldırdığı varlığı yok etmekten ziyade onun çökmesini, kötürüm kalmasını sağlamaktır.

    Roboski, bu tarz şiddetin örneği. Bir grup çocuk bir gece vakti pusuya düşürüldü, savaş uçakları tarafından bombalandılar. Eminiz ki bir devletin savaş uçaklarına emir verebilen adamların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Buna rağmen, katliamın hemen ardından ana akım medyada başlayan “MOSSAD yaptırmış,” “yok yok CIA’in işi bu,” “Kuzey Irak’tan ısrarla yanlış istihbarat gelmiş,” türü dedikodular bu gerçeği sulandırarak faili görünmez hale getirdi. Emine Erdoğan Roboski’ye gitti, annelerle beraber gözyaşı döktü. Katliamın kurbanları belliydi fakat failler eylemlerini üstlenmediler. Roboski’den sonra hepimiz düştüğümüz yerden başlarımızı kaldırdık, etrafa baktık. Etrafımız sarılmıştı. Kimi içmemiz için su veriyor, kimi üstümüzü başımızı silkiyor, kimi “şu tarafa gitti” diye parmağıyla bir yerleri gösteriyordu. Onların omuzlarına yaslandık, eve kadar bize eşlik ettiler. Bombalama emrini kimin verdiğini bundan sonra da öğrenemeyeceğiz. Zaten bu soruyu sorduğumuz anda yenilmiştik. Mahallemiz bir mücadele alanına dönüşmesi gereken yerde meçhul gölgelerden dayak yediğimiz bir sahne artık.

    Failsiz şiddet eylemi, yıldırma ve sakat bırakma özelliği itibariyle terör eylemidir. İktidarın terörist olarak nitelendirdiği kişilerin eylemleri de şiddet eylemleridir, ama terör tanımını daha az hak ederler. Terörist dediğimiz kişi vatandaşlık numarasını, kimliğinde yazan adını saklayabilir; fakat eylemini üstlenir, ortaya bir iddia koyar. Bu sayede düşman olarak konumlandırılabilir ve bir savaşın tarafı olur. İktidar ise tam da böyle bir savaşın tarafı olmaktan kaçındığı için maşa kullanır, gölgelere sığınır, suyu bulandırır. Kurbanını düşmansız bırakır. Öfkesinin hedefsiz kalmasını, onu için için çürütmesini amaçlar. Terörü çok taraflı göstererek kardeş kavgası dediğimiz durumu yaratır. İktidarın şiddeti bu nedenle aşağılıktır.

    10 Mayıs 2012 günü Şam’da bir otoyolda bombalar patladı, onlarca insan öldü. Ölenlerin yarısı okul servislerindeki çocuklar. CNN’e, BBC’ye, Anadolu Ajansı’na bakarsanız saldırıyı kimin yaptığı belli değilmiş; hükümet ve muhalefet birbirlerini suçluyorlarmış hala. Aleviliğini anlata anlata bitiremediğimiz Esad’ın ultra Sünni Irak El Kaide’sini bu tarz eylemler için kullanacak forsu varmış, öyle diyor CNN. Şam sokaklarında insanlar ise CNN’i dinlememiş olmalılar ki Türkiyeli gazetecileri linç etmeye kalkmışlar. Hükümetimizin bebek katili olduğuna yönelik sloganlar atılıyormuş.

    Bu yazıyı tokadın nereden geldiğinin farkında olan Suriye halkına ithaf ediyorum.

  76. o gün bende ordaydım.eskiden otobüs durakları vardı,heykelle The marmara arasında kazancı yakuşuna 30 metre.Birka arkadaşımla devyolcuların yanındaydı.Cezaevi arkadadaşım devyolcu selahattin (pınar olabilir) durak demirlerinin üzerindeydi.silah sesleri patladığında aşağı düştü.Tam bir insan tsunamisi,fırtınada eğiler buğday başakları gibi binlerce kişi savruldu.Bu yaklaşık3 dakika sürdü belki kalktığımızda
    AKM ye doğru savrulduğumuzu gördüm.insan kaçışıyordu.Ben kaçmayı kendime yediremediğim için oralarda kaldım.O arada Gün’ü gördüm yanın Apturaman Taşçı vardı.Hiç unutmam ikisi de birer pankart sopası bulmuşlardı.Aydınlık grubu provakosyonu bekliyordu.Ancak üçlü blok tarlabaşının ağzına yeni varmıştı ki ,koyun sürülerini ağıla sokan çobanlar gibi binlerce insanı belli bir yöne kanalize ettiler.Bu açıkça belliydi.Halil Berktay hiç bir zaman solcu olmadı ki!Doğu’nun bu sosyetiklere olan zaafından sonuna kadar yararlananların başında gelirdi.Bunlardan bir dizi vardı çünkü Aydınlık hareketi basta asistan hareketiydi,kentli küçük burjuvalardan oluşuyordu.Günün demeç verme vermem olayı bu tavrın tezahürü değil mi? Ama ben günü hep sevmişimdir vene yapsa yeridir,çünkü temizdir.

  77. o gün bende ordaydım.eskiden otobüs durakları vardı,heykelle The marmara arasında kazancı yokuşuna 30 metre.Birkaç arkadaşımla devyolcuların yanındaydık.Cezaevi arkadadaşım devyolcu selahattin (pınar olabilir) durak demirlerinin üzerindeydi.silah sesleri patladığında aşağı düştü.Tam bir insan tsunamisi,fırtınada eğilen buğday başakları gibi binlerce kişi savruldu.Bu yaklaşık 3 dakika sürdü belki kalktığımızda
    AKM ye doğru savrulduğumuzu gördüm.insanlar kaçışıyordu.Ben kaçmayı kendime yediremediğim için oralarda kaldım.O arada Gün’ü gördüm yanın Apturaman Taşçı vardı.Hiç unutmam ikisi de birer pankart sopası bulmuşlardı.Aydınlık grubu provakosyonu bekliyordu.Ancak üçlü blok tarlabaşının ağzına yeni varmıştı ki ,koyun sürülerini ağıla sokan çobanlar gibi binlerce insanı belli bir yöne kanalize ettiler.Bu açıkça belliydi.Halil Berktay hiç bir zaman solcu olmadı ki!Doğu’nun bu sosyetiklere olan zaafından sonuna kadar yararlananların başında gelirdi.Bunlardan bir dizi vardı çünkü Aydınlık hareketi basta asistan hareketiydi,kentli küçük burjuvalardan oluşuyordu.Günün demeç verme vermeme olayı bu tavrın tezahürü değil mi? Ama ben günü hep sevmişimdir vene yapsa yeridir,çünkü temizdir.

  78. Soner Yalçin'in üslubu nasil da Zileli'ninkine benziyor

    Son günlerde 1977 1 Mayıs’ındaki katliamda derin devletin rolü yoktur açıklamalarıyla tartışılan Halil Berktay’ın dönüşlerini Soner Yalçın “Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor” kitabında yazmıştı.

    Yalçın, Berktay’ın Weimar Türkiyesi kitabının ardından “Başı dönen bir neoliberalin hikayesi” başlığıyla şöyle anlatmıştı.

    “Doç. Dr. Halil Berktay, genel olarak Taraf gazetesinde kaleme aldığı yazılarını, Weimar Türkiyesi adlı kitapta topladı.

    Kitabı okuduğunuzda ilk dikkatinizi bir isim çekiyor: Doğu Perinçek! Nasıl Hasan Cemal’in bir İlhan Selçuk saplantısı varsa, kitabı okurken HalilBerktay’da da bir Doğu Perinçek kompleksi olduğu duygusuna kapılıyorsunuz.

    Halil Berktay, eski yol arkadaşı hakkında yazmadığını bırakmıyor, (s. 15, 45, 48, 49, 50, 51, 83, 101, 102, 103, 104, 107, 109, 110, 118, 121, 122,127,172)

    Diyebilirsiniz ki “eleştiremez mi?” Tabii ki eleştirebilir de…

    Doğu Perinçek’e ağır ithamlarda bulunurken, sanki o dönemde yanında kendisi yokmuş gibi yazıyor.

    Örneğin, “bu zat” dediği Doğu Perinçek’in “dergisinde” 1980’lerin ikinci yarısından sonra PKK’ya övgüler dizildiğine dikkat çekerken (s. 15) sanki kendisinin 2000’e Doğru’nun yayın kurulu üyesi ve Ankara temsilcisi olduğunu unutmuşa benziyor.Sadece bu değil…Örnek olaylar çok…1968-1971 yılları arasında Proleter Devrimci Aydınlık dönüşümünün sorumlusu olarak salt Perinçek’i görüyor. (s. 48-51) Okurken “Acaba Halil Berktay hafıza kaybına mı uğradı?” diye düşünmeden kendinizi alamıyorsunuz. “Akademi solculuğunu” Aydınlık hareketine sokup ABD’den (Yale Üniversitesi’nden)getirdiği “Sovyet sosyal emperyalizmi” teorisiyle hareketi bölen Halil Berktay (ve düşünsel yoldaşı Şahin Alpay) değil miydi? ABD’den Maocu Labour Party’nin ateşli ve dogmatik taraftarı olarak Türkiye’de dönen, H. Berktay değil miydi? 1969 Çin Komünist Partisi 9.kongresinde Lin Biao tarafından sunulan raporu İngilizceden Türkçeye çevirip Sovyetler Birliği’ne en ağır sözlerle saldıran H. Berktay değil miydi? (Türkiye sosyalistlerini bölen ABD destekli Maoculuk, araştırma konusu olmalıdır.) Peking Review’u elinden düşürmeyen H. Berktay, bugün dünü unutmuş gibi yazıyor; sanki orada değilmiş gibi kalem kıvraklığı yapması da ayrı bir hüneri galiba. Bugün H. Berktay farklı bir siyasal kimlikle boy gösteriyor. Olabilir. Kimse buna hiçbir şey diyemez. Ama çıkıp da özeleştiri yapmadan yaşananların tüm sorumluluğunu başkasının üzerine atarak kurtulmak da hiçbir vicdana sığmaz.

    Bitmedi…

    H. Berktay kitabında, Perinçek’in TİİKP’sine de ağır s özler ediyor. TİİKP savunmasından, Mamak yargılamalarından alıntılar yapıyor. Bunları okuyan, H.Berktay’ın aynı örgütün önemli teorisyenlerinden biri olduğunu düşünemez bile. Niye böyle yapıyor acaba?

    Bu arada…

    Keşke o çocuksu idealleri yazarken bu kadar düşmanca bir tavır takınmasa. Neden küfreder gibi yazıyor anlamak zor. Bu sert üslubun, hoyratlığın sebebi nedir? Kime kızgın? Mesela… 12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi, H. Berktay Aydınlıkçılara bir el-kitabı yazıp dağıttı: Bir devrimci işkencede nasıl tavır almalıdır? (Poliste ve İşkencede İhtilalci Tutum). “Gerekirse işkencede şerefiyle ölmesini bilmelidir” diye yazdı.

    Sonra darbe oldu; H. Berktay gözaltına alındı ve örgüt hakkında polise en çok bilgiyi o verdi. Poliste çözüldüğü için Perinçek ve arkadaşları H. Berktay’ı örgütten kovdular. İnsan düşünmeden edemiyor; acaba H. Berktay bugün o günlerin intikamını mı alıyor? H. Berktay bugün darbe düşmanı olarak görülüyor. Ne güzel. Peki ya dün? Proleter Devrimci Aydınlık’ın 12 Mart darbesini doğru dürüst analiz edemeyip insanları yanıltan ve hata yapmasına yol açan yazılarını kim kaleme aldı? 12 Eylül darbesine nasıl baktığını da yazacağız. Ama önce 1970’lerde neler yaptığına bakalım… H. Berktay örgütten atıldıktan sonra ne olduysa oldu, yine Doğu Perinçek’in sağ kolu ve örgütün teorisyeni oldu. Bugün eleştirdiği siyasal kararların hepsinin altında imzası vardı. 1975 yılından itibaren çıkan Aydınlık dergi ve gazeteleri arşivlerde hâlâ duruyor. “Bilim Kurulu”nda neler yaptığını kendisi unutmuş olabilir, ama tarih unutmuyor işte. Aynı bugün gibi o gün de çok sertti. Aşağılayıcı bir dili vardı. Militandı; partideki liberal sağcılaşmaya karşı “ideolojik sağlamlaştırma”nın önde gelen isimlerinden biriydi. 1970’li yılların sonunda Sovyet sosyal emperyalizmi teorisini o kadar abarttı ki, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi yıkma planlarına karşı, ABD’yi ittifak yapılacak ülke ol arak gördü.

    Tarih, 1 Mart 1979.

    Aydınlık’ta H. Berktay bakın ne yazdı: “İşte aynen Hitlerinki gibi bir faşist devlet olan bugünkü Sovyetler Birliği de, siyasi taarruzunu durdurabilecek bu barış kuşatması karşısında bu yüzden telaşa kapılmıştır.” “Barış kuşatması” ABD ile ittifakın adıydı!Bu nedenledir ki…Parti içinde “askeri cunta halkın düşmanıdır ve doğrudan hedef alınmalıdır” karar tasarısını reddedip 12 Eylülcülerle uzlaşma arayan teslimiyetçilerin başında H. Berktay geliyordu.İşte iki darbe ve işte H. Berktay’ın siyasi duruşları…

    Devam edelim…

    ABD’nin planladığı 12 Eylül 1980 askeri darbesinden H. Berktay ucuz kurtuldu.Örgütün Ufuklar, Saçak dergilerinde yazılar kaleme aldı, Kaynak Yayınları’nın kurucuları arasında yer aldı.Bu yayın organlarında, 12 Eylül’den sonra ortaya çıkan “sivil toplum”culuğa karşı zehir zemberek yazılar yazdı. Teorik eleştiriler getirdiği Murat Belge’yi yerden yere vurdu. (İlginçtir; H.Berktay, M. Belge için dün nasıl yergide ağır yazıyorsa, bugün de övgüde o derece abartılı bir dil kullanıyor.)H. Berktay’ın dönüşleri yazmakla bitmez. 1980’den sonra Aydınlık hareketi içinde yükselmeye başlayan anti-Stalinist söylemlere karşı çıkan isimlerden biri de yine Berktay’dı… Ancak aynı H. Berktay bir iki yıl sonra yine çark etti. Eskiden Hitler rejimine benzettiği Sovyetler Birliği’nin şimdi sosyalist ilan edilmesi gerektiğini söylemeye başladı.(H. Berktay’ın yeni siyasal çizgisinin mimarı, Pravda’nın Türkiye temsilcisi Andrey Stepanov’du. Bu görüşmeler üzerine H. Berktay birden Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğuna ikna oluvermişti!)

    Şaşırdınız mı?

    Şaşırmayınız… Aslında H. Berktay budur. H. Berktay sınıfın çalışkan çocuğu gibidir. Okur ve bilgi sahibi olur. Ama olguyu -bilgiyi analiz edemez; teorik olarak ezbercidir. Okuduğunu sadece aktarır. Yani tercüme odasında yetişmiş “Tanzimat aydını”na benzer. Evet, sohbet ederseniz veya dersine girerseniz bilgisiyle sizi kendine hayran bırakır, ama o bilgiyi teorik inşada kullanamaz. Berktay, esas olarak yabancı hayranıdır. Dün de, bugün de… Fikirlerini söylerken verdiği en ufak örneği bile bir yabancı referansa dayandırmayı olmazsa olmaz hale getirmiştir. Aslında ne okursa, kendinden bilgili kimle görüşürse onun gölgesi olur. Bu kadar zikzağın, yalpalamanın başka bir açıklaması olabilir mi? Diğer yanda… H. Berktay’ın bugünlerde herkese yaptığı gibi, biz de ona “ajan” mı diyeceğiz? “Objektif ajan!” Neyse… 1980’li yılların sonunda Gorbaçov’un ateşli bir taraftan haline gelen H. Berktay, Sovyetler Birliği yıkılınca yine çark etti. Yeni siyasal kavramları “özgürlük” ve “demokrasi”ydi. Önce kendisine Sosyalist Parti genel başkanlığını öneren Aydınlık hareketinden koptu. Aslında kariyeristti, ama rüzgârın döndüğünü hissedip korktu.(Kendisi kitabında, 1980’lerin sonunda birleşik demokratik bir sol partinin kurulamamasını kaçan bir şans olarak görüyor (s. 103) Adama demezler mi, genel başkan/lider olup becerebilseydin o zaman! Hayır, H. Berktay ve benzeri böyledir; hep şikâyet ederler.) Aydınlık hareketinden kopunca Sosyalist Birlik dergisini çıkardı. Yeni bir parti kuruluşu için çalıştı; Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ne yakınlaştı. Bunların hepsini “yaparmış” gibi yaptı. Çünkü… H. Berktay aslında artık kendi yolunu kendi çizmek istiyordu. Çoktandır dostlarına dert yanıyordu: Siyasetle ilgilenmek istemiyor, üniversitede hocalık yapmak istiyordu. Önce yeni yaşam tarzını istedi, sonra ona uygun bir teorik inşaya girişti. “Kişisel kurtuluşu” için kendini “tarih çalışmalarına” adadı. ABD’ye (Harvard), İngiltere’ye (Birmingham) gitti. Tarihe bakışını, tarih anlayışını tamamen değiştirdi. Eski kitaplarını, çevirilerini yaktı. Sonra gelip Sabancı Üniversitesi’nde “hocalık” yaptı. “Komünizmi Hatırlamak” başlıklı ders verdi. Bu savrulma sırasında siyasi tartışmalara girmedi; yıllarca sustu. Sonra birdenbire Ergenekon soruşturmasıyla birlikte suskunluğunu bozdu. Tarafta, sert yazılar kaleme almaya başladı. Neler yazmadı ki… (Kitaptan):

    – Ulusalcıların dili basmakalıptı ve Nazilere benziyordu, (s. 17)

    – Ulusal-devrimcilik, İtalyan ve Alman faşizmiyle aynıydı, (s. 85)

    – Ulusalcılar faşistti, (s. 121)

    – Marx ve Engels demokrasi üzerine pek kafa yormadıkları için çok teorik hatalar yapmışlardı, (s. 86)

    – Amerika Türkiye’de pek bilinmiyordu aslında; övülecek bir ülkeydi, (s. 117)

    – Bugün Türkiye’de en donmuş, en muhafazakâr düşünce Kemalizm’di, (s. 127)

    – Ermeni tehciri değil Ermeni soykırımı yapılmıştı, (s. 129)

    – Türkiye’de politik islam hırçın bir umutsuzluk ve çıkışsızlıktan doğmamıştı; sosyal temeli yoksullaşma, işsizleşme ve lümpenleşme değildi; aksine Avrupa’yla bağları içinde büyüyen bir sermaye birikimine dayanıyordu; İslamcılar ne şeriat ne de dış dünyadan kopuş istiyordu, (s. 134)

    – CHP çökmüş bir partiydi, ideolojik olarak iflas etmişti; aldığı yüz de 20 oy da bunu gösteriyordu, (s. 137)

    – Antiemperyalizm bir aldatmacaydı. (s. 182)

    – Nâzım Hikmet’i, kişi ve önder olarak Mustafa Kemal’i yücelttiği, Kurtuluş Savaşı’nı idealize ettiği ve son şiirleri dağınık olduğu için eleştiriyordu, (s.200)

    – Yeni safını şöyle belirliyordu: Ulusalcılığa karşı çıkan AKP’nin yanı, (s. 125)

    Bu arada… Görüşlerine karşı çıkanlara, “kerameti kendinden menkul jeostrateji uzmanları” diyordu. Ne güzel değil mi? Bunu yazarken geçmişte neler yazdığını insan hiç mi aklına getirmez? Son bir alıntı daha yapalım:”Türkiye’de şu son beş yılın ulusalcılık çılgınlığı aşıldığında, kimler hiçbir rezillik yapmamış gibi davranacak, kimler bir nebze olsun utanacak?” (s. 24)

    Şimdi siz böyle yazan birine ne yanıt verirsiniz?.. Halil Berktay hiç mi aynaya bakmıyor acaba? Döneklik, kişilik zafiyetine mi yol açıyor? Bu kadar yalpalamış birinin hâlâ kendinden, yazdıklarından, söylediklerinden emin olmasını nasıl değerlendirmek gerekiyor? Sanırım bu psikiyatrinin alana giriyor…”

    Odatv.com

  79. Kemalistlerin suçlarini anlatmaya 10 yil yetmez, yeni basladi

    TBMM Dersim Komisyonu, birbirinden dramatik hayat hikâyelerini gün yüzüne çıkarmaya devam ediyor.

    80 yaşındaki Fatma Yavuz, komisyona gönderdiği mektupta henüz 5 yaşındayken ailesinden koparılarak sürgün edildiğini, ‘yanaşma’ olarak yaşadığı ailelerde işkence gördüğünü, 13 yaşında evlendirildiğini ve hayatı boyunca çile çektiğini anlatıyor.

    Ermeni olduğunu bilen ancak bu durumu çocuklarından hep saklayan Dersim mağduru Fatma Yavuz, 1995 yılında bu sırrını ifşa etmek zorunda kalıyor. 2010 yılında nüfus müdürlüğünden çıkartılan soy kütüğünde ise asıl adının Aslıhan Kiremitçiyan olduğunu öğreniyor. Fatma Yavuz, komisyondan babası Agup Kiremitçiyan’ın el konulan arazilerinin iadesinin yanı sıra kendilerinden özür dilenmesini istiyor.

    TBMM Dersim Komisyonu’na, 1938’deki kanlı olaylarda yaşanan mağduriyetlerle ilgili bugüne kadar 3 binin üzerinde dilekçe geldi. Fatma Yavuz’un dilekçesi ise Dersim’de yaşanan acıların yanı sıra yıllarca kimliğini gizlemek zorunda kalanların dramını da ortaya koyuyor. Olaylar sırasında henüz 5-6 yaşında olduğunu ve ailesinden koparılarak Konya’nın Beyşehir ilçesine getirilen Yavuz, çocukluk günlerini şöyle anlatıyor: “Önce bir albay beni yanına aldı. Onun tayini çıkınca nüfus müdürünün yanına verildim. Besleme olarak yarlarına alan ailem, beni çok döverdi. Hatta parmaklarım, odunla yediğim sopalar yüzünden kırıktır. Hiçbir doktora götürülmedim. Daha sonra başka bir aile beni yanına aldı. Orada da çok işkenceye maruz kaldım. 13 yaşımda iken 35 yaşında biriyle evlendirdiler. Aç susuz işkence dolu bir yaşantım vardı. Her şeyden önce çocuktum. Mutsuz yaşantı sonucu birkaç evlilik yaptım. Evsiz, işsiz hep sokakta bırakıldım. Çocuklarımı bu şartlarda büyüttüm.”

    Yavuz’un 1995 yılında kızının sigortasından faydalanmak için yapılan resmi işlemlerde 57 yıl boyunca gizlediği ‘Ermeni’ kimliği deşifre oluyor. 78 yaşında iken ilk kez gerçek adını öğrendiğini anlatıyor: “Kızım, 2010 yılında soy ağacımı çıkarttı. İşte orada 1946 yılında ad ve soyadımın değiştirilmiş olduğunu öğrendim. Gerçek adımın Aslıhan, soyadımın Kiremitçiyan olduğunu, nerede doğduğumu, hangi köyden olduğumu o zaman öğrendim. 80 yıl sonra akrabalarımın bazılarına ulaştım. Babam Agup Kiremitçiyan, Tunceli Hozat’ta hâlâ çok iyi anılan ve devletine bağlı bir Ermeni vatandaşmış.”

    Varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına rağmen asimile edilerek işkence dolu bir hayat yaşadığını anlatan Yavuz, mağduriyetin bir nebze giderilmesi için komisyona başvurduğunu söylüyor.

    Dersim Komisyonu, canlı tanığı evinde dinledi

    TBMM Dilekçe Komisyonu bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu da dün Konya’da yaşayan ve Dersim olayları sırasında asker olan Mehmet Ali Doğaner’i dinledi. 103 yaşındaki Doğaner’le Konya’daki evinde görüşen Dersim Olayları Tanıklarını Dinleme Kurulu üyelerine bir ambulans ile bir ambulans ekibi ile adli tıp uzmanı eşlik etti. Kurul üyelerinden AK Parti’li Halil Ürün, Mehmet Ali amcanın hafızası çok iyi. Komisyona çok güzel bilgiler verdi.” dedi.

  80. HÜSEYİN ŞENOL

    Gün Zileli can, 1 mayıs değerlendirme yazınızı okudum.
    yazınızda; (Evet, meydandaki paniği tetikleyen, orada “üçlü blok” tarafından açılan ateşle dört DİSK görevlisi Uzel işçisinin ölümüne sebep olan bu silahlı çatışmanın yarattığı büyük gürültü ve tarrakadır) demişsiniz.

    Olayın tanıkları ve yorumcılarından çokca yazı okudum ancak sizin söylediğiniz “DİSK’li 4 kişinin ölümü” nü kimse söylemiyor iddia etmiyor. Bu bir röportaj “hatası” mı, başka bir neden mi var. Selamlar.

  81. HÜSEYİN ŞENOL

    Yukarıdan aşağıya yazıları okurken yoğun bir baş ağrısı çektim, kimi saçma sapan yazılara dayanamadım ve buradaki son yazılarınları okuyamamıştım. sonradan göz attığımda “4 DİSK’li Uzel İşçisinin ölümün” bilmem kimden-iddianameden aldığınızı söymemişsiniz. Üzüldüm. Devletin iddianamesini referans almanıza üzüldüm Gün Zileli… Selamlar

  82. hırsızın hiç mi suçu yok!

  83. Her CHP'li bir Atatürk, her marksist bir Lenin'dir Türkiye'de. çok komiksiniz.

    Çarşaf rekoru

    CHP’nin uzun yıllar sonrası çarşaf listeyle yapılan ilk İstanbul Kongresi’nde rekor başvuru oldu

    170 kişilik Büyük Kurultay adaylığı için 736, 40 İstanbul Yönetim üyesi için 160 ve 9 İstanbul İl Disiplin Kurulu üyeliği için 47 kişi başvurdu. Başvuruları inceleyip değerlendirecek Divan Kurulu daha sonra kabul edilen adayların listesini basım için matbaaya gönderecek.

  84. Hüseyin arkadaşım, ben iddianameden aldım demedim, iddianamede söz konusu ediliyormuş dedim ve öldürülen 4 değil ama 3 Uzel işçisinin adını, arkadaşım Bingöl Erdumlu’nun verdiği bilgiye dayanarak yazdım da. Yorumlara yazdığım cevaplarda bu isimleri görebilirsiniz. Mermi ile ölen 5 kişinin 3’ü adları anılan bu üç Uzel işçisidir.

  85. başka ne gibi bir neden olabilir? Görevimiz, gerçek ne ise onu ortaya çıkartmaya çalışmaktan ibarettir.

  86. KURŞUNLA ÖLEN UZEL İŞÇİLERİNİN ADLARI ŞUNLARDIR:

    1. ZİYA BAKİ (UZEL iŞÇİSİ)
    2. KAHRAMAN ALSANCAK (UZEL İŞÇİSİ)
    3. HASAN YILDIRIM (UZEL İŞÇİSİ)

  87. Zileli ne yazdığını unuttu mu?

    “1 Mayıs 1977’de, DİSK üyesi dört Uzel işçisinin kendi taraflarından açılan ateşle öldüğü bilgisi ortadayken (ki, ben bunu dün öğrendim, …”
    Read more: http://www.gunzileli.com/2012/04/30/yanlislarimizin-magdurlarini-unutmadan%e2%80%a6/#ixzz1upvdcrhn

  88. Zileli birak bu isleri

    Git, kaybol, kösene çekil, insanlara kötü örnek olma, zararli bir insansin, yalanlarinin içinde boguluyorsun, iddiasinin insani degilsin, tin tin ses çikarmaktasin.

  89. Öldürülen 3 Uzel işçisinin isimleri yukarda yazılı bulunmaktadır.

  90. cevap yukarda verilmiştir.

  91. Zileli ne yazdığını unuttu mu?

    Ortada verilen bir cevap yok. Okurlarının zekalarıyla alay etme.

  92. o zaman bir daha yazayım. YuKARDA defalarca yazmıştım ama. Bu bilgiyi bana veren, olay sırasında DİSK tarafında bulunan, güvenilir bir devrimci olan, arkadaşım Bingöl Erdumlu’dur. Önce 4 uzel işçisi demişti ve ben de öyle yazmıştım. Sonra aklında yanlış kaldığını, 4 değil, 3 Uzel işçisi olduğunu söyledi ve aşağıdaki isimleri verdi. Söylediğine göre, o gün mermi ile ölen 5 kişiden 3’ü bu Uzel işçileriymiş ve bu işçiler DİSK görevlileri arasındaymış. Aynı isimler 1 Mayıs 1977 iddianamesinde de bulunuyormuş. Aşağıya isimleri yeniden veriyorum:

    KURŞUNLA ÖLEN UZEL İŞÇİLERİNİN ADLARI ŞUNLARDIR:

    1. ZİYA BAKİ (UZEL iŞÇİSİ)
    2. KAHRAMAN ALSANCAK (UZEL İŞÇİSİ)
    3. HASAN YILDIRIM (UZEL İŞÇİSİ)

  93. O zaman bir daha soralım?

    DİSK uzmanlarından Bingöl Erdumlu sana, Uzel işçileri Ziya, Kahraman ve Hasan’ın “kendi taraflarından açılan ateş sonucu öldürüldüklerini” mi söyledi? Eğer öyleyse “kendi tarafı” ne taraftı? Daha yeni 1 Mayıs 1977 olaylarının savcısı ve DİSK yöneticileri ve olayın gazeteci tanıkları bir basın toplantısı düzenleyerek 35 yıl sonra bir kez daha 1 Mayıs 77 katliamının kontrgerilla tarafından yapıldığına tanık olduklarını açıkladılar. Bunun dışındaki sol içi çatışma senaryolarını da kesin bir dille reddettiler. Sol içi çatışma tanıklıkları da yoktu.
    Bingöl Erdumlu, bu basın toplantısına katılıp bu işçilerin “kendi taraflarından açılan ateş sonucu öldürüldüklerini” söylemeyi düşündü mü? DİSK’in o günkü ve bugünkü yöneticileriyle Uzel işçilerini devrimcilerin öldürdüğü manasına gelen bu bilgiyi paylaştı mı veya paylaşmayı düşündü mü? 1 Mayıs savcısını ve DİSK yöneticisi eski arkadaşlarını yalanlamayı düşündü mü?
    Aradan geçen 35 yıl boyunca yine Bingöl Erdumlu, tanık olduğu bu gerçekliği başka kimseye söylemeyip sadece seninle mi paylaştı? Bilgi ve görgüsünü hiç devrimci kamuoyuyla paylaştı mı? Bu bilgi ve görgüsünü senin gibi devrimci-entelektüel hareket içerisinde oldukça itibarsız ve zerre kadar saygınlığı olmayan biri aracılığıyla ve bu biçimiyle kamuoyuna iletirken hiç vicdanı sızlamadı mı veya utanmadı mı?
    Yoksa sen bu sefer de Bingöl Erdumlu’nun mu yalancısı oldun?!

  94. Sende hiç utanma yok mu?

  95. Saygısızca yazış tarzınız karşısında içimden cevap vermek gelmiyor ama konunun önemine binaen çarpıtma çabalarınıza cevap vermek zorunda hissettim kendimi:

    Bingöl Erdumlu, olaylar sırasında DİSK görevlileri arasında bulunuyordu. kendisinin anlatımına göre, üç Uzel işçisi muhtemelen “üçlü blok”tan açılan ateş sonucunda ölmüş olmalı. Diğer sorularınızın muhatabı ben değilim. Ancak kendisi yakında bir yazı yazacak ve ben de bu yazıyı sitemde yayımlayacağım.

  96. Bir ihtimal daha var

    “1 Mayıs 1977’de, DİSK üyesi dört Uzel işçisinin kendi taraflarından açılan ateşle öldüğü bilgisi ortadayken (ki, ben bunu dün öğrendim, …”
    Read more: http://www.gunzileli.com/2012/04/30/yanlislarimizin-magdurlarini-unutmadan%e2%80%a6/#ixzz1upvdcrhn

    Önce bu bilgi “ortada duran kesin bir bilgi” idi sonra, “Bingöl Erdumlu, olaylar sırasında DİSK görevlileri arasında bulunuyordu. kendisinin anlatımına göre, üç Uzel işçisi muhtemelen “üçlü blok”tan açılan ateş sonucunda ölmüş olmalı.” ya dönüştü.
    Zileli’nin kesin “bilgisi” artık “ihtimal” oldu?
    Zileli’ye bunların yazdırılmasında başka bir ihtimal daha var… Söz tanık Bingöl Erdumlu’nun…
    O zamana kadar kendisini bekleyeceğiz… 35 sene sabretmiş zahar…

  97. Solcular çatıştı “efsanesi” ve Tarlabaşı’nda yaşananlar

    Zileli’nin yalanlarından sıkılanlara faydalı bir link ve alıntı.

    http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45039

    “Her ne kadar Berktay ve izleyicileri kabul etmek istemeseler de Üçlü Blok ile DİSK görevlileri arasında bir çatışma yaşandığını kanıtlayacak hiçbir belge, bulgu, tanıklık yoktur. Kortejin alana alınacağı konusunda her iki taraf arasında anlaşma sağlanmıştır. Bu olayın iki taraftan tanıkları vardır, ilk yapılan görüşmeye KSD ve TEP’den yetkilileri de tanık olmuşlardır.

    Tartışma süreci içinde Mehdi Beşpınar’ın 4 Mayıs 2012 tarihinde solportal’da ve Tülay Karaoğlu’nun 5 Mayıs 2012 tarihinde toplumsol.org’da yaptıkları açıklamalar çatışma iddiasını tümüyle çürütmektedir. Kısa bir süre önce yitirdiğimiz Murat Tokmak orada bir çatışma olmadığını, yan taraftan duyulan bir silah sesinden sonra geriye doğru çekildiklerini ve üzerlerine yoğun bir ateş açıldığını defalarca anlatmıştır.

    Olayın başladığı söylenen noktadaki görgü tanıkları gerginliğin, atışmaların, itişmelerin olduğunu ama bir çatışmanın olmadığını kesin olarak o zaman da ifade etmişler bugün de söylemektedirler. Yani çatışmanın olduğuna dair bir tanıklık yoktur. Silah sesinden sonra o bölgeye yoğun bir ateş açıldığı DİSK görevlileri ile Halkın Kurtuluşu kortejinin farklı yönlere dağıldığı, polis panzerlerinin hızla Halkın Kurtuluşu kortejine doğru hareket ettiği bilinmektedir. İlk vurulanlar ve yaşamını yitirenler DİSK görevlileridir.

    Burada eklenmesi gereken bir bilgi, o sırada Tarlabaşı’nı yukarıdan gören yerlerden biri olan PTT üzerinden de iki kişinin Tarlabaşı istikametine ateş açtığını gören tanıklar da bulunmaktadır. Murat Tokmak kendisinin bulunduğu sesli aracın üzerinde yüzün üzerinde mermi bulunduğunu da anlatmıştır. Yani insanların üzerine ateş açılmadığı gibi bir iddia yaşananlar karşısında boş kalmaktadır. “

  98. Kore Halk Cumhuriyeti itiraf etti

    Dünya basini tarafindan yillardir dile getirilen bir olgu Kuzey Kore’nin resmi kurumu KINU (Ulusal Birlik Enstitüsü) tarafindan da itiraf edildi. “Kore’de insan haklarina iliskin beyaz kitap” adli belgede açiklanan gerçek 21 Mayis’da kamuoyuna sunuluyor. Kuzey Kore’de birçok yamyamlik olayina rastlandi. Bazi insanlar bu nedenle idama mahkum edildi, idam cezalari halka açik sekilde uygulandi. 1990’lardan beli açlik görülen ve milyonlarca kisinin açlik ve yetersiz beslenme nedeniyle öldügü Kuzey Kore’de yüzlerce yamyam tutuklandi, ama aç kalan insanlar komsularini, eslerini ve çocuklarini öldürüp yemekten vazgeçmiyorlar. Piyasada koyun eti adi altinda insan eti satanlar tutuklandi.

    Haber bu. Simdi sloganlara gelelim:
    Yasasin ulu önder yoldas Kim. Yasasin tarihsel materyalizm. Yasasin Marksizm-Leninizm Ya Komünizm, ya barbarlik.
    BIR UYARI: Birbirinizi yemeyin.
    Ikinci uyari: Kim-Ilizm ile Kemalizm arasinda pek fark yoktur.

  99. Gun bu Kuzey Kore haberi senin isin mi? Artik adini vermeye mi utaniyorsun yoksa senin destekcilerinin isi mi?

    Bari desenformasyonlari dogru durust aktarin. Ulusal Birlik Enstitusu Kuze Kore nin degil Guney Kore nin kurulusudur. Ustelik Guney Kore nin Ulusal enstitusu yuzlerce yamyamdan degil uc yamyam soylentisinden bahsediyor. Beli ucuz bir desenformasyon. O kadar ucuz ki Guney Kore kurumu bile tam bir kesinlikle soyleyemiyor ama siz soyluyorsunuz.

    Bu arada meraklisina yamyamlik Avrupa ulkeleri de dahil Dunya nin her yerinde mevcuttur. Gunumuzde yamyamlik acliktan kaynaklanmaz, bir sapiklik halidir. Avrupa da son yillarda onemli yamyamlik haberleri
    Almanya da http://en.wikipedia.org/wiki/Armin_Meiwes
    Ingiltere de http://news.bbc.co.uk/1/hi/england/west_yorkshire/7679695.stm
    Fransa http://www.smh.com.au/news/world/prison-cannibal-attack-chills-france/2007/01/07/1168104863500.ht

    Yamyamlik, gunumuzde acliktan kaynaklanmaz, bir sapiklik halidir demistik. Bu yuzden besin sikintisi hic cekilmeyen Avrupa ulkelerinde yamyamlik haberlerine rastlanirken mesela acligin milyonlari oldurdugu Eritre Kenya Kongo vb de yamyamlik haberlerine rastlayamazsiniz.

    Yamyamlik haberleri en cok Sovyet Rusya ya iliskin desenformasyonlarda kullanilan bir tema idi. Anlasilan simdi de Kuzey Kore ye iliskin kullaniliyor. Sizde ABD enformasyon Burosu gibi bunlari yayinliyorsunuz

  100. Le Monde, 18/05/2012
    Les faits de cannibalisme en Corée du Nord ont longtemps relevé de la rumeur fantasmatique dans ce pays en proie à des famines à répétition et dirigé par l’une des pires dictatures au monde. Pour la première fois, un organisme public sud-coréen aux travaux reconnus, l’Institut pour l’unification nationale (KINU), confirme et étaye, dans son Livre blanc annuel sur les droits de l’homme en Corée du Nord, qui paraîtra lundi 21 mai, l’existence de telles pratiques.

    L’institut tire ses conclusions d’une enquête approfondie menée, en 2011, auprès de 230 transfuges nord-coréens. Au moins trois cas d’exécution publique sont avérés, entre 2006 et 2011, en Corée du Nord pour des actes de cannibalisme. Certains témoignages de réfugiés nord-coréens citent des cas où les personnes ont mangé et vendu de la chair humaine sur les marchés en la faisant passer pour de la viande de mouton.

    Le rapport relate ainsi l’histoire d’un habitant de la ville de Hyesan, au nord-est du pays, exécuté en décembre 2009, pour avoir tué et mangé une fillette. Les auteurs de l’enquête mentionnent aussi le cas de ce père et de son fils, condamnés à mort en 2006 dans la ville de Doksong pour avoir mangé de la chair humaine. Un autre fait similaire a été rapporté dans la ville de Musan (nord-est) en 2011.

    DOCUMENT DE LA POLICE

    En 2011, la mission Caleb, un groupe de missionnaires sud-coréens, était parvenue à récupérer un document de la police nord-coréenne, daté de 2009, relatant d’autres cas de cannibalisme et laissant entendre que le phénomène était plus étendu et récurrent dans un pays confronté à un contexte de situation de pénurie alimentaire.

    Le Programme alimentaire mondial (PAM) des Nations unies avait affirmé, en mars 2011, que près de 6 millions de personnes – surtout les femmes et les enfants – étaient gravement menacées par la famine. L’Union européenne (UE) et les Etats-Unis avaient relayé cette inquiétude en juillet, estimant que la pénurie alimentaire devenait ” aiguë “.
    Au cours de l’automne 2011, des témoignages recueillis par des ONG travaillant en relation avec des réseaux d’opposants à ce régime totalitaire, qui survit grâce à un véritable système basé sur la terreur, ont apporté des éléments qui confortaient ce diagnostic. Des populations civiles se regroupaient vers les gares dans l’espoir d’y trouver de la nourriture.

    UN MILLION DE MORTS DANS LES ANNÉES 1990

    Le site d’information sud-coréen Daily HK, animé par des transfuges avait révélé, fin septembre, que des militaires, eux-mêmes, confrontés à la faim en dépit de leurs privilèges, dépouillaient ces mêmes civils de leur maigre ration. La famine a déjà causé, selon l’ONU, la mort d’un million de personnes dans les années 1990.

    Les organisations internationales connaissent pourtant de grandes difficultés à atteindre les populations en danger, notamment dans les zones rurales. Les Etats-Unis, qui ont envoyé à deux reprises, en 2011, leur propre mission d’évaluation, ainsi que la Corée du Sud, qui a fait de même, dénonçaient des détournements de l’aide alimentaire par les autorités nord-coréennes au détriment de la population.

    Pour ces raisons, depuis octobre, seule une partie des fonds promis par l’ONU a été débloquée et les livraisons du PAM ont été interrompues à plusieurs reprises face aux contraintes imposées par le régime nord-coréen qui a coupé sa population du reste du monde limitant l’accès à son territoire. Les autorités de Pyongyang, pour leur part, se refusent à tout commentaire sur ces faits et se contentent d’agiter l’argument ” du complot international ” pour expliquer la révélation de ces informations sur la situation alimentaire du pays.

    Jacques Follorou

  101. Ahmet, bu paranoyakça tutumunu bir kenara bıraksan iyi edersin. Benim böyle saçmalıklara yüz vermeyeceğimi bilmen gerekirdi. Bunu yapan, bu siteye dadanmış AKP-polis masasıdır. Biraz kafanı çalıştır.

  102. Gun, senin sovyetler hakkinda yazdiklarinin cogunlugu bu tur desenformasyonlar. O yuzden niye senin bu yaziyi yazdigini ya da yazdirdigini dusunmeyeyim? Ama sen diyorsan ki hayir bu sacma bir yazidir, tamam o zaman.

    Fransizcam o kadar iyi degildir ama burada da KINU nun bir Guney Kore kurumu oldugu belirtiliyor. ABD Kuzey Kore ye saldirmak ve kendi denetimine katmak istiyor ve benzer desenformasyonlari yaziyor. Genelde bu tur desenformasyonlar

  103. Uluslararasi Af Orgutu, Kuzey Kore ve Bir Desenformasyon Hikayesi

    Bir kaç gün önce Uluslararası Af Örgütü’nün Kuzey Kore hakkında bir raporu yayınlandı. Rapora göre Kuzey Kore Freddy’nin Kabusu gibi bir yer. İnsanlar açlıktan ağaç kabukları ya da ot yiyor. Paran yoksa hastahanelerde sana hizmet verilmiyor. Tüberküloz gibi hastalıklar hızla yaygınlaşıyor, çocukların yüzde kırkbeşi beslenme bozukluğundan dolayı cüce kalmış durumda. Eger hastahanede serum almak istersen, almak istediğin serum şisesi kadar birayı doktora götürmek zorundasın yoksa sana serum yok! Eğitim çökmüş durumda, kitap yok, defter yok, kalem yok, eğer öğretmene verecek paran yoksa seni okula almıyorlar!. Hatta işçilerinin açlıktan ölmesini engellemek için gıda satın almak amacıyla şirketin parasını iç eden fabrika müdürlerinin idam edildiğini bile yazıyor. (Rapor için: http://www.amnesty.org/en/library/asset/ASA24/001/2010/en/13a097fc-4bda-4119-aae5-73e0dd446193/asa240012010en.pdf)

    Ancak raporun yayınlandığının ertesi günü Dünya Sağlık Örgütü söz konusu iddiaların bilimsel olmadığını belirterek sozkonusu raporu yalanladı. DSÖ Başkanı Margaret Chan Kuzey Kore sağlık sisteminin sorunları olan, ama gelişmekte olan ülkelerin gıpta ile baktığı bir sistem olduğunu ifade etti.

    Chan’a göre Kuzey Kore’de her 130 aileye bir doktor düşüyor: Bu yaklaşık 500-600 kişiye bir doktor düşmesi demek. Ülkede bulunduğu süre zarfında açlık görmediğini, ülkenin oldukça dağlık olmasından kaynaklanan sorunlar olduğunu ama bunun için Kuzey Kore sağlık bakanlıgının uzak dağlık bölgelerdeki klinikleri şehirlerdeki modern hastahanelere bağlayan video sistemlerinin kurduğunu belirtmiş. Bayan Chan ile yapılan basın toplantısı için: (http://www.maximsnews.com/news20100501MNUNWHOMargaretChanDPRK11005010103.htm)

    Ayrıca Chan ülkede gıda sorunlarının olduğunu ( bu doğal çünki Kuzey Kore gıdanın büyük çoğunluğunu ithal ediyor ve ABD baskısı ile alınan BM ambargosu nedeni ile gıda temininde zorluklar var, bu yüzden ülkede son aylara kadar karne uygulaması vardı) Ancak sokaklarda aç ya da bedeni gelişmemiş insan görmediğini, insanların görünüşlerinin diğer Asya ülkelerindekinden farklı olmadığını, tek farkın Asya’da hızla artmakta olan aşırı şişman kimsenin bulunmaması olduğunu yazdı. Chan bu iddialarını ülkeye bizzat yaptığı ziyarete, orada çalışan DSÖ çalışanlarına ve Kızıl Haç gibi diğer kuruluşlarının oradaki görevlilerine dayandırıyor. UAÖ ise ülkeden bir sebeble iltica etmiş, adlarını saklı tutan 40 kışiye. Uluslararası Af Örgütü hiçbir görevlisinin Kuzey Kore’ye gitmediğini kabul ediyor.

    Açık ki UAÖ ABD nin bir dezenformasyon bürosu gibi çalışmış. Ama asıl ilginç olanı UAÖ’nün sağlık meselesini bir insan hakkı olarak kabul edip bu konuda rapor hazırlaması Biz sosyalistler saılığı bir insan hakkı olarak kabul ederiz.Hatta sağlığın bir hak olarak ilk kez anayasa girmesi 1936 SSCB Anayasası ile olmuştur. Ancak liberal aktivistler tarafından kurulan UAÖ olaya farklı bakar. Bu yüzden normalde UAÖ nün raporlarında sağlık maddesi pek bulunmaz (mahkumların sağlığı ile ilgili konular dışında). Kuzey Kore’de sağlık hakkı evrensel ve bedava. Hatta uzak yerlerden sağlık kurumlarına ulaşım parası devlet tarafından ödeniyor. ABD’de ise milyonlarca insanın (50 milyon olduğu tahmin ediliyor) bedava sağlık hakkı yok. Öyleki son seçim kampanyasının en sıcak konularından biri bu idi. UAÖ ABD’nin paralı sağlık sistemine ilişkin bir rapor hazırlamış mı diye baktım. Bu konularda hiç rapor hazırlanmamış. Kapitalizme geçildikten sonra Çin özellikle kırsal alanlarda yaşayan yüz milyonlarca köylüyü bedava sağlık kapsamından çıkarmıştı. Hiç bu konularda rapor hazırlanmış mı? Hayır hazırlanmamış, peki UAÖ başka hiç bir ülke için sağlık konusunda bir insan hakları raporu hazırlamış mı? Hayır, yani UAÖ sağlık konusundaki ilk raporunu Kuzey Kore için hazırlamış. O da bir dezenformasyon projesi.

    Peki ama neden sağlık? Bunun nedenini UAÖ nün Kuzey Kore için hazırladığı yıllık raporlarda bulabiliyoruz.

    2009, 2008 ve 2007 yılı raporlarına bakıldığında açıkçası UAÖ nün Kuzey Kore hakkında zorlandığı görülür. Son üç yıldaki iki idamdan biri zimmetine para geçiren bir bürokrattır, diğeri ise casuslukla suçlanan biri. Hemen komşu ülke Çin’deki 1700 idamla ya da ABD’nin infazları ve insan hakları ihlalleri ile karşılaştırılınca oldukça düşük bir rakam. Gerçi raporlarda yiyecek çaldığı için idam edilenleri yazıyor ama tek bir isim veremiyor.

    Raporlar oldukça kısa. Anlaşıldığı kadarı ile iç muhalefetin yokluğu sayesinde Kuzey Kore’de devletin baskı mekanizmaları ABD propagandasına yarayacak şekilde çalışmıyor. O zaman geriye bir tek şey kalıyor; sağlık; UAÖ de oraya dalmış zaten.

    Kuzey Kore pek sevilen bir ülke değil, solcular arasında bile pek seveni bulunmaz. Bürokratik sosyalizmin en son ve katı örneklerinden biridir. Ancak benzer siyasi koşullardaki Küba’yı herkes ABD nin saldırılarına karsı savunurken, sıra Asya’nın en uzak köşesindeki bu ülkeye gelince insanlar biraz soguk durur.

    ABD 1990 lı yıllardan beri bu küçük sosyalist ülkeyi en önce saldırılacaklar listesine almış durumda. Bu durumda Kuzey Kore yetkilileri Irak ve Yugoslavya’nın kaderini paylaşmamak için hızla nükleer silah edinme yoluna gittiler ve nukleer silah elde etmeyi başardılar.. Bu durum ABD yi şimdilik durdurdu ama henüz planlarından vazgeçmiş değiller. Hala bu ülkeye karşı provakasyonlarına devam ediyorlar. İşler o kadar kötü ki, Fidel Castro olası bir saldırıya karşı Dünya kamuoyunu uyarmıştı 2-3 ay önce.

    Bürokratik yapısına olan eleştirimiz devam etsin ama ABD saldırganlığına ve bu saldırganlığı meşru göstermek için yapılan dezenformasyonlara karşı uyanık olmakta da fayda var.

    Harun Gökkaya 20/07/2010

  104. Ahmet paranoyak olma

    Zileli, “bu yaziyi ben koymadim, polis yazdi” diyor, komik ama olabilir, bir de arkasindan “Ahmet, paranoyak olma” demiyor mu, iste insan orada kopuyor. Hem herkese paranoyak olma diyor, hem de “Kore ile ilgili yaziyi polis yazdi” diyor, polisin isi gücü yok da Kore ile mi ugrasacak? Tabii, Gün’ün durumu zor, 1 Mayis 1977’de polisi görmemek, Uzel isçilerini polisin degil devrimcilerin öldürdügünü ileri sürmek, sonra da olur olmaz her yerde polis görmek. Gerçekte polisin en büyük taktigi her tarafta polis var görüntüsü uyandirarak cinayetlerini örtbas etmektir, Zileli bunu bilmez mi, bilir bilmesine de, eh iste anlayin artik.

  105. Zileli bu yazıyı silme

    1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim

    Garbis Altınoğlu, 14-16 Mayıs 2012 Sol Defter

    Halil Berktay’ın 2 Mayıs’ta Habertürk’te yayınlanan ve yalanlara ve gerçeklerin açık bir biçimde çarpıtılmasına dayanan 1 Mayıs 1977 değerlendirmesi geniş bir yankı yarattı. O bu açıklamasında şöyle diyordu:

    “Devletin sola yapamayacağı bir şeyi sol kendi kendisine yapmış, ortaya bir fecaat çıkmıştı. Daha sonraki yıllar içinde bir sürü palavra atıldı. 35 yıl boyunca, davulcunun şahidi zurnacıdır misali, bu palavralar gerçek kabul edildi. O günlerde daha doğmamış olanlar geçip karşıma keskin nişancılardan bahsetmeye başladı. Sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarattı.”

    Berktay bu açıklamalarıyla Türk gericiliğinin her iki fraksiyonuna da hizmet sunuyor. O, bir yandan, 1970′li yıllarda Milliyetçi Cephe hükümetleriyle elele ağır suçlar işlemiş olan askeri kliği ve Kontrgerillayı aklamaya ve bir yandan da “darbeciliğe ve jakobenizme karşı savaşım” ve “milli iradenin üstünlüğü” söylemleriyle kendi gerici alternatif rejimini inşa etme çabası içinde olan İslami gericiliğin yanında yer almaya soyunmuş gözüküyor. Burjuva devletinin, yakın bir devrim tehlikesinin, güçlü bir devrimci hareketin ve işçi hareketinin baskısı altında olmadığı koşullarda yapılan bu çıkışın, sosyalizme ve Marksizm-Leninizme karşı sürdürülen bir önleyici savaş eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Bir bölümü Berktay’ın içinde yer almış olduğu Aydınlık geleneğinden gelen liberal yazarlarımızın çoğu, bu vesileyle özel olarak Türkiye devrimci hareketinin geçmişini ve mirasını ve genel olarak Marksizm-Leninizmi, devrimci demokratizmi, ama aynı zamanda devrimci zor düşüncesi ve pratiğini karalama yarışına girdiler. Örneğin, tıpkı Halil Berktay gibi yıllar boyu, Türk burjuva devleti yanlısı Aydınlık hareketi içinde yönetici konumda bulunmuş olan Oral Çalışlar 2 Mayıs tarih ve “1 Mayıs katliamı ve şiddetsever sol” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

    “1 Mayıs katliamında, sol gruplar arasındaki şiddetsever eğilimin, yaşananların asıl sebebini oluşturduğu görülebiliyor. Sol açısından inandırıcı özeleştiriye ihtiyaç var…

    “Sonuç olarak, 1 Mayıs 1977 katliamında, sol gruplar arasındaki çatışmacı ve şiddetsever eğilimin, yaşananların asıl sebebini oluşturduğu görülebiliyor.”

    Gene uzun yıllar Aydınlık hareketinin öndegelen yöneticileri arasında yer almış olan Gün Zileli ise, Berktay ve Çalışlar kadar ileri gitmemekle birlikte katliamın sorumluluğunu devlet ile “Maocular” arasında bölüştürmeyi seçmiş gözüküyor. Tarlabaşında meydana gelen çatışmada “Maocular”ın dört Uzel işçisini öldürdüklerini ileri süren bu “devlet-karşıtı” yazarımız şöyle buyuruyordu:

    “Diyelim ki, devletin gizli güçlerinin bu provokasyonun hazırlanmasında hiçbir rolünün olmadığını ya da bu konuda net deliller olmadığını düşünsek bile, Taksim Meydanı’nda ölenlerin aşağı yukarı hepsinin (Tarlabaşındaki ‘Maocu-Sovyetçi’ çatışmasında öldürülen DİSK görevlisi dört Uzel işçisini çıkarırsak), devletin polis güçlerinin yarattığı kasıtlı panik sonucunda ezilerek öldükleri açıktır ki, solun bir kesiminin provokasyon ortamını hazırlaması gerçeği, devletin, çıplak gözle bile görülebilen provokasyonu gerçeğini ortadan kaldırmaz…

    Yani, provokasyondan, Maocu ve Sovyetçi gruplar kadar devlet güçleri de sorumludur. Hatta devlet güçleri daha çok sorumludur.” (“1 Mayıs 1977”, 2 Mayıs 2012) Zileli’nin “Tarlabaşındaki ‘Maocu-Sovyetçi’ çatışmasında öldürülen DİSK görevlisi dört Uzel işçisi”ne ilişkin bu bilgiyi nereden ve nasıl edindiğini bilmiyorum. Benim, elimdeki kaynaklar ve internet üzerinden yaptığım araştırmaya göre, o gün silahla vurularak yaşamını yitiren dört kişi Hikmet Özkürkçü (öğretmen, 38 yaşında), Niyazi Darı (üniversite öğrencisi, 18 yaşında), Nazmi Arı (polis memuru, 26 yaşında) ve Kadir Balcı ya da Bağcı (35 yaşında). Bunlardan, mesleğini saptayamadığım Kadir Balcı (ya da Bağcı) dışındakilerin Uzel işçisi olmadıkları açık.

    Berktay, Çalışlar ve Zileli’nin bugün 1 Mayıs 1977 konusunda takındıkları tavır, onların olaylardan hemen sonra takındıkları tavırla üç aşağı beş yukarı örtüşüyor. Aydınlık hareketinin yayımladığı Halkın Sesi‘nin 1 Mayıs 1977′den sonra çıkan 107. sayısında aynen şöyle yazılmıştı:

    “Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu’nun oluşturduğu üçlü oportünist ittifak ise bütün uyarılara rağmen birçok devrimciyi polisin tuzağına götürmüş, polise onbinlerce emekçiye saldırma fırsatı yaratmış, tam anlamıyla provokatör rolü oynamıştır. İzledikleri başıbozuk maceracı siyaset, onları polisin ve revizyonizmin oyuncağı haline getirmiştir…

    Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu şefleri ile birlikte yürünmez. Bunlarla yürüyenler halkla birlikte yürüyemezler.” (Aktaran Nail Güreli, İki Bir Mayıs, İstanbul, Gür Yayınları, 1979, s. 279-80) Berktay, Çalışlar ve Zileli’nin, Aydınlık hareketiyle ilişkilerini kesmelerinden yıllar sonra, hala bir Aydınlıkçı ruhu taşıyor olmalarını ve devlete karşı değilse de mesafeli olduklarını ileri sürmelerine rağmen bu olayda devletin yanında saf tutmalarını görmek ilginç, ama pek de şaşırtıcı değil.

    * * *

    Başka kalemler tarafından da desteklenen bu ideolojik saldırı kampanyası, “solun kendi geçmişi, tarihi ve hatalarıyla hesaplaşması” talebiyle yürütülmektedir. Bu talebin, ikiyüzlülüğün doruğu olduğu tartışma götürmez; nasıl onmilyonlarca insanın kanını dökmüş olan Alman Nazileri, Japon militaristleri, ABD emperyalistleri ve onların liberal kuyrukları “kendi” komünistleri ve devrimcilerini “özeleştiri” vermeye çağırma hakkına sahip değillerse, elleri Balkanlar, Ermeni, Süryani, Rum, Arap, Kürt halklarının kanıyla lekeli olan Osmanlı-Türk gericileri ve bugün Kürt halkının kanını akıtmaya devam eden Türk gericileri ve onların liberal kuyrukları da Türkiyeli komünist ve devrimcileri “özeleştiri” vermeye çağırma hakkına sahip değillerdir. Eğer Halil Berktay ve onun gibi düşünenler, masum insanların kanının dökülmesinden gerçekten rahatsızlık duyuyorlarsa, öncelikle milyonlarca ve milyonlarca insana kıymış olan ABD, İsrail, Britanya, Fransa, Almanya gibi kriminal ve terörist devletleri mahkum etmekle işe başlamalı ve ardından da Yugoslavya, Somali, Afganistan, Lübnan, Filistin, Irak, Pakistan, Somali, Libya, Suriye halklarının kanını dökenlerle aynı safta yer alan ve/ ya da daha fazla kan dökmek için yanıp tutuşan Türk gericilerine ve onların Amerikalı efendilerine karşı çıkmalıdırlar.

    Türkiye devrimci hareketinin çeşitli bileşenleri elbette geçmişte işledikleri çeşitli hatalar ve hatta suçlarla hesaplaşmalı, işçilere ve halka bu hata ve suçlarının hesabını vermelidirler. (Bu husus, Kürt ulusal hareketi için de geçerlidir.) Onlar, bu hata ve suçlara yol açan siyasal anlayışlarını, sol gruplar arasında çatışmalara yol açan sektarizmlerini, kendi bünyelerine yer yer provokatör ajanların sızmasına yol açmış olan örgütsel hatalarını vb. gözden geçirmelidirler. Aslında bu gruplar 1970′lerden bu yana geçen süre içinde, bu tür özeleştiri ve yüzleşmeleri bölük pörçük bir biçimde ya da belli ölçülerde gerçekleştirmişlerdir; daha da ileri gidilerek, bu özeleştiri ve yüzleşme sürecinin daha kapsamlı ve derinlikli bir biçimde yapılmasının gerekli olduğu da söylenebilir. Ne var ki ben bu gerekliliğin, neredeyse yokolma noktasına gelmiş olan Türkiye devrimci hareketin kalıntılarının öncelikli görevi olduğunu düşünmüyorum. Varolan devrimci çevrelerin öncelikli görevi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yeniden siyasal yaşamı etkileyen bir güç haline gelme savaşımıdır; geçmişin hatalarıyla yüzleşme ve onlarla hesaplaşma görevi, ancak böyle bir süreç içinde ve ona paralel olarak yerine getirilebilir. Ama bir kez daha belirtmek gerekir: Özellikle 2001′den bu yana Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika halklarının kanını oluk oluk akıtan Washington, Telaviv ve Brüksel’deki savaş suçluları ve devlet teröristleri ve onların güdümünde bölge halklarına karşı savaş hazırlıkları yapan gerici burjuvazi ve onun liberal uzantıları bu tartışmanın taraf ya da muhatapları olmadıkları gibi savcı ve yargıçları da asla değildirler ve olamazlar.

    Berktay’ın, Taraf gazetesinin de desteğiyle bugünlerde bu savı ortaya atmasının çok özel ya da kişisel bir nedeni olduğunu düşünmüyorum; ancak bu gerici çıkışın tümüyle rastlansal bir nitelik taşıdığını ve güncel gelişmelerle ilgisi olmadığını söylemek de doğru değil. O, her şey ortadayken, bilim insanı titizliğini tümüyle bir yana bırakıyor, gerçekleri göz göre göre çarpıtmaya girişiyor ve böylelikle kendi kişisel ve profesyonel saygınlığını da yellere savurmayı göze alıyor. O, Star gazetesine konuyu değerlendirirken 1 Mayıs 1977′de yaşananların bir istihbarat operasyonu olduğunu kaydeden, 1 Mayıs 1977 olaylarının solun kendi iç hesaplaşması olamayacağını söyleyen eski MİT elemanı Mahir Kaynak’ın bile gerisinde kalıyor. O, başkalarının yanısıra Hüseyin Gülerce gibi gerici bir yazarın dikkat çektiği çeşitli olguları (yapılan çekimlerde Sular İdaresi’nin üzerinden ateş edenlerin görüntüsünün varlığı, Emniyet’in, kanıt olarak mahkemeye sunulan filmden bu görüntüleri kesmiş olması, MİT’nın katliamdan sonra hazırladığı 5 Mayıs 1977 tarihli istihbarat raporunu mahkemeye göndermemesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın, kendi arşivinde ortaya çıkan bu belgeyi mahkemeye sunarken bunun “devlet sırrı” niteliği taşıyabileceğini belirtmesi vb.) ve hatta Sular İdaresi’nin üzerinden ateş edildiğini doğrulayan ve mahkeme kayıtlarına geçen telsiz konuşmalarını ve polis ve asker ifadelerini bile görmezden gelebiliyor. (1) Ve o, gerek 12 Eylül faşizmi döneminde ve gerekse daha sonraları, egemen sınıfların esas olarak 1 Mayıs 1977′yi, solu ve devrimci güçleri suçlamak ve sergilemek için kullanmak yerine bu konunun üzerini örtmeyi tercih etmelerinden de gereken sonucu çıkaramıyor. Daha da önemlisi Berktay, 1 Mayıs 1977′yi 12 Eylül 1980 faşist darbesine uzanan zincirin çok önemli bir halkası, ama sadece bir halkası olduğu çıplak gerçeğini görmezden geliyor. Oysa bu katliam; işçi ve emekçi halk hareketini ezmek, dağınık olmakla birlikte önemli bir güce sahip olan devrimci hareketi çökertmek ve canlanmakta olan Kürt ulusal hareketinin önünü kesmek için yapılan saldırı, cinayet, provokasyon ve katliamlar sürecinin bir parçasıydı. Bu durumda Berktay’ı ve onun ortaklarını böylesine irrasyonel ve hırçın bir tarzda davranmaya zorlayan koşulların neler olduğunu sormazlık edemeyiz. “Dürüst” bir burjuva bilim insanı gibi davranmaya çalışmış olsaydı Berktay’ın kendisi de, bu çıkışına yol açan ve/ ya da zemin oluşturan objektif ve subjektif faktörler üzerinde kafa yorabilir ve bu çıkışının nedenlerini açığa çıkarabilirdi. Onun yapmadığını ben yapacağım.

    Gerek iç ve gerekse dış faktörler, Türkiye’de henüz çok derin bir bunalımla ya da bir devrimci durumla karşı karşıya olmasak da özel olarak AKP hükümetini ve genel olarak Türk burjuva devletini giderek daha fazla zorlayan bir süreçten geçtiğimizi gösteriyor. Ülke içinde ezilen ve sömürülen yığınlarla ezen ve sömüren sınıflar arasındaki çelişmelerin keskinleşmeye yüz tuttuğu, bölgemizde ve dünyada ekonomik durgunluğun devam ettiği, emperyalist devletler (özellikle ABD ile Çin ve ABD ile Rusya) arasındaki sürtüşmelerin büyüdüğü, yerel çatışma ve savaşların, işgallerin ve işgallere karşı direnişlerin sürdüğü bu konjonktürün bellibaşlı öğelerini tanımlamaya çalışalım:

    a) Dünya ve özellikle Avrupa ölçeğindeki ekonomik durgunluk, Ortadoğu’da esen savaş rüzgarları ve Türkiye’nin, Arap ve diğer komşularıyla ilişkilerini bozmasına yol açan saldırgan ve aptalca dış politika adımları, AKP döneminde oldukça yüksek seyreden ekonomik büyüme hızının düşebileceğini ve böylece hükümete -kısmen haklı olarak- en çok puan kazandıran “başarıların” tehlikeye girebileceğini müjdelemektedir. Bunun halihazırdaki belirtileri, biriktirim oranının hala çok düşük kaldığı koşullarda Türkiye’nin cari açığını “sıcak para” denen spekülatif yabancı sermayeyle kapatmaya alışması, dış ticaret açığının artması ve enflasyonun ve işsizliğin yükselmeye yüz tutmasıdır.

    b) Üçüncü dönemini yaşayan AKP hükümetinin ve onun temsil ettiği burjuva katmanlarının elde ettikleri ekonomik ve siyasal mevziler, onları daha da gericileştirmiş, anti-demokratik ve halk-düşmanı niteliklerini daha gözle görünür hale getirmiş ve dolayısıyla hükümetin daha önce yer yer demagojik bir tarzda dile getirdiği “demokratik açılım”a ilişkin söylemini de bir yana bırakmasına yol açmıştır. Hızla zenginleşme ve herşeyi özelleştirme peşinde koşan “yeni burjuvazi” ve AKP hükümeti ile acımasız ve kuralsız bir biçimde sömürülen işçi sınıfı ve diğer emekçiler arasındaki çelişmeler keskinleşmektedir. İktidarın önemli bir bölümünü ele geçirmiş olmanın hazzıyla sarhoş olmuş gözüken İslami gericilik, kendisini doğrudan destekleyen toplum katmanları dışındaki herkese karşı saldırgan ve küstah bir tutum benimsemiş ve rejime İslami bir renk kazandırma yolundaki çabaları nedeniyle düşmanlarını arttırmaya başlamış ve toplumdaki kutuplaşmayı arttırmıştır.

    c) Bu zafer sarhoşluğu ruh hali AKP hükümetini, Kürt-Türk sorununu çözme konusunda geçmişte başarısızlığı kanıtlanmış kaba kuvvet yolunu ve bilinen gerici ve şoven politikaları izlemeye ve umudunu Barzani kliğine ve ABD’ne bağlamaya itmektedir. Hükümet ve devlet; Ortadoğu’daki gelişmeler bağlamında böylesi bir “Kürt politikası”nın Türk burjuvazisinin uzun erimli çıkarları açısından siyasal bir intihar anlamına geldiğini bile görememektedir. (Tabii, Türk devleti ile Kürt ulusal hareketinin, Türkiye’de “başkanlık sistemi”ne geçilmesi karşılığında Kürtlere güdük bir özerklik sunulması temeli üzerinde gerici bir uzlaşmaya varmaları halinde bu, AKP’nin ve Türk gericiliğinin elini, bir süreliğine de olsa rahatlatabilir. Ancak böyle bir gelişmenin yaşanması olasılığının çok düşük olduğunu söyleyebiliriz.)

    d) Gene bu zafer sarhoşluğu AKP hükümetini, 2011 başlarına kadar sürdürdüğü görece dengeli dış politikayı bir yana bırakmaya, ABD ile -Bayar/ Menderes kliği döneminden bu yana görülmemiş- son derece yakın bir efendi-uşak ilişkisi içine girmeye ve buna bağlı olarak bölgemizde kraldan fazla kralcı rolü üstlenmek suretiyle Türkiye’nin izolasyonuna yol açan bir sürecin kapısını aralamaya götürmüştür. “Yeni Osmanlıcılık” olarak bilinen ve Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları ve devletlerine önderlik etmesi ve model oluşturması söylemiyle pazarlanan bu gerici ve hegemonyacı dış politikanın, bir çoğu yüzyıllarca Osmanlı boyunduruğu altında yaşamış olan Arap ve İslam halkları ve ülkeleri katında bir kabul görmeyeceği çok açıktır. Öte yandan Türkiye, Malatya’da füze kalkanının kurulmasına onay vermesi ve Suriye’deki terör hareketlerini açıkça desteklemesi nedeniyle, petrol, doğal gaz alımında büyük ölçüde, turizm alanında kısmen bağımlı olduğu Rusya ve İran ile ilişkilerini zora sokmakta, hatta kendi topraklarını bu devletlerin askeri saldırılarının potansiyel hedefi haline getirmektedir.

    Bu gelişmelere; 1 Mayıs 2012′nin, özellikle İstanbul’da (ve başka bazı illerde) görkemli ve kitlesel bir biçimde kutlanmasının yanısıra, bazı üyeleri (Yunanistan, Portekiz ve İspanya) gerçek bir ekonomik krizle boğuşan, bir kaç yıldır eksi ya da sıfır büyüme yaşayan, işçi sınıfının ekonomik ve toplumsal kazanımlarının aşınmakta, yabancı düşmanlığının artmakta olduğu ve dış politika alanında neredeyse tümüyle ABD ve İsrail’in kuyruğu haline gelmiş olan Avrupa Birliği’nin giderek kritik bir hal alan konumu eklenmelidir. Bu üç ülkede ve özellikle de Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde ırkçı, şovenist, faşist ve anti-komünist eğilimler daha önceki onyıllarda görülmedik boyutlara erişmiştir. Avrupa Birliği üyeliğinin demokrasi ve refah getireceği hayallerinin yıkılması anlamına gelen bu süreç aynı zamanda devrim olanaklarının artması anlamına da gelmektedir. Avrupa bir kez daha koşulların halklara, faşist diktatörlük ile sosyalizm arasında seçim yapmayı dayatacağı bir kavşağa yaklaşıyor. Avroland’daki gelişmelerin, en azından kısa erimde Türkiye üzerinde olumsuz bir etkisi olacaktır; yani Türk burjuva devleti AB normlarına uyum sağlama ve bu bağlamda kısmi demokratik iyileşmeler yapma konusunda kendisini daha az baskı altında hissedecektir. Objektif faktörler bunlar.

    Bu arada şunu da belirteyim: AKP’nden beklenen “demokratik açılım” umutlarının sönümlendiği ve hükümetin de artık vitrininde “demokratik süsler” bulundurmaya gereksimin duymadığı bu koşullar, liberallerimizi daha da sağa kaymaya ve giderek daha açık bir karşı-devrimci ve anti-komünist bir çizgi izlemeye zorlamaktadır. Özel olarak Halil Berktay’ın ve genel olarak Taraf gazetesinin ve onunla aynı çizgiyi paylaşan liberallerin düzen-yanlısı, devlet-yanlısı reflekslerini harekete geçiren bu sürecin bir yan ürünü de bu akımın saflarında bir çatlamanın yaşanması ve insansal ve ahlaksal reflekslerini yitirmemiş olan bazı liberallerin daha sol bir tutum almaya yönelmesidir. Bunu, olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak kaydedebiliriz; ancak şu da unutulmamalı: Açıkça dile getirmeseler de, Berktay’ın liberal ve demokrat “eleştirmenlerinin” önemli bir bölümü de, kapitalizmin “alternatifsizliği”ni savunmakta, gerçek bir eşitlik ve özgürlüğün hüküm sürdüğü sınıfsız bir toplum kurma özlemini “ütopik” bulmakta ve kapitalist sistemin ve rejimlerin kitlelerin devrimci zoruyla yıkılması düşünce ve eylemini reddetmekte, özetle “çirkin” ve itici” yanlarından arındırılmış bir kapitalizmi savunmakta, yani son çözümlemede Berktay ve ortaklarının dünya görüşünü paylaşmaktadırlar. Gene onlar, 2 Mayıs’ta yaptığı ve tartışmaların başlamasına yol açan konuşmasında devrimci hareketin 1977′deki durumuna değinirken,

    “Hemen hiç kimse barışçı ve demokratik değildi” diyen Berktay’ın bu kanısını bütünüyle paylaşmaktadırlar. “Barışçı” olanla “demokratik” olanı antagonist gören ve en demokrat burjuvayı bile tutarlı devrimcilik ve enternasyonalizmin karşısında konumlandıran anlayış burada bir kez daha sergilenmiştir. Gerek teori ve gerekse pratik; “barışçı” olan ile “demokratik” olan arasına ve “zor içeren” ile “anti-demokratik ve gerici” olan arasına eşit işareti koyan ve bir siyasal eylemi içeriğine değil biçimine bakarak değerlendiren bu anlayışın yanlışlığını yeniden ve yeniden göstermiştir. Bu yanlış eşitliği çürüten klasik örnek; monarşiyi, Kiliseyi ve aristokrasiyi yıkan ve bu arada devrimci terörü cömert bir biçimde kullanan 1789 Fransız burjuva demokratik devrimidir. Sözünü ettiğim hatalı anlayışın mantıksal sonucu, sömürücü sınıfların devrimci zor tekelini onamak ve kutsamaktır. Bu anlayış sahipleri, işçilere ve diğer sömürülen emekçilere kapitalizmi devrimci zorla yıkmayı yasaklamakla kalmamakta, ezilen ve sömürülen yığınların faşist teröre karşı özsavunmasını ve bu arada ezilen ulus ve milliyetlerin ulusal kurtuluş için devrimci zor kullanımını tu kaka etmektedirler. Örneklemek gerekirse bu anlayış, örneğin Rusya vb. işçi sınıfı ve halklarının Çarlığı bir ayaklanma ile yıkma hakkını olduğu gibi, Ermeni halkının Abdülhamit rejimine ve İttihat ve Terakki kliğine, Yahudi, Sovyet, Avrupa vb. halklarının Hitler ve Mussolini faşizmine, Çin ve Güneydoğu Asya halklarının Japon militarizmine, Vietnam, Kamboçya, Laos, Afganistan, Irak vb. halklarının ABD emperyalizmine ya da Filistin halkının Siyonist İsrail’e vb. karşı silahlı direniş ve özsavunma hakkını reddetmektedir. Bunun bir adım ötesi ise, işgallerin ve saldırı savaşlarının “meşru” kabul edilmesi ve işgal, kıyım ve jenosidlere karşı silahlı direniş ve özsavunmanın “terörizm” olarak nitelenmesidir. (Bu bağlamda, Türkiye’de bir tabunun kırılması, yani “Ermeni sorunu”nun tartışılması konusundaki katkılarına saygı duymakla birlikte, Berktay’ın bu bakış açısının, Ermeni halkının Hamidiye Alayları’nın saldırılarına, 1895-96 ve 1909 kıyımlarına ve 1915 jenosidine karşı sİlahlı dİrenİş hakkını reddetmek anlamına geldiğini ve onu objektif olarak Osmanlı-Türk gericiliğinin ve jenosidin mimarlarının kampına yerleştirdiğini de belirtmek isterim.) Tarihsel deneyim şunu göstermektedir: Ezen ile ezilen, sömüren ile sömürülen arasındaki çelişmelerin keskinleştiği koşullarda zor sorunu insanların iradesinden bağımsız olarak ve kaçınılmaz olarak gündeme gelmekte ve liberallerimizin “demokrasi”, “insan hakları” vb. konusundaki -tümüyle sahte olmayan- olumlu tavırları bu koşullarda tam tersine dönmekte ve onları objektif ya da subjektif olarak siyasal gericiliğin kampında yer almaya götürmektedir.

    Aslında Berktay’ın 1 Mayıs 1977 “eleştirisi” bağlamında dile getirdiği sözünü ettiğim bu düşünceleri hiç de yeni değil elbet. Burada görece yeni olan, 1 Mayıs 1977 örneğinden yola çıkarak, daha doğrusu onu çarpıtarak devrimci zor kavramını karalamak ve küçültmek, hatta bu amaçla bir dalavereye başvurmaktır. Oysa, bir ilkokul beşinci sınıf öğrencisi bile, devrimci zorun hatalı kullanımı örneklerinden yola çıkarak onu tümüyle reddetmeye kalkışmanın en bayağı türden bir hile ve en rezilce bir demagoji olduğunu kavrayabilecektir. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu da belirtmeliyim: Devrimci zorun tartışma götürmez meşruiyetinin altını çizmek ve sosyalist devrimin kural olarak burjuva devlet aygıtının kitlelerin devrimci zoruyla yıkılması sonucu gerçekleşebileceğini söylemek “barışçı” savaşım metotlarını reddetmek anlamına gelmez. Bir başka anlatımla; burjuvazinin ordu, polis, istihbarat vb. örgütlerinin devrimci zor yoluyla yıkılmasının zorunluluğunu belirtmek, devrim-öncesi sürece; grevler, boykotlar, işyeri işgalleri, kitle gösterileri, sokak eylemleri, genel grev gibi “barışçı” metotların damgasını vuracağını belirtmekle zerrece çelişmez. Türkiye gibi kapitalizmin orta düzeyde gelişmiş ve işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin örgütlenme ve hak alma olanak ve geleneklerinin belli ölçüde oluşmuş ve yerleşiklik kazanmış olduğu ülkelerde (ve daha ileri ülkelerde) devrimci süreç esas olarak, “barışçı” ya da daha doğru bir anlatımla silahlı-olmayan savaşım ve örgütlenme metotları aracılığıyla ilerleyecektir. Öte yandan bunun, faşist saldırılara ve devlet terörüne karşı silahlı özsavunma eylemleri ve bu eylemlerin gerekli kıldığı örgütlenmeler oluşturmakla çelişmediği de açık olmalıdır.

    Gelelim Berktay’ın bu çıkışına yol açan ve/ ya da zemin oluşturan subjektif faktörlere. Bence Berktay’ın açıklamasının bu süreçte bir işaret fişeği rolü oynaması hiç de rastlansal değildir. Yazarımızın anti-komünist ve devlet-yanlısı ve sertliğiyle bir çok insanı şaşırtan çıkışı, kişisel bir nitelik taşımaktan ziyade onun, içinden çıktığı ve mayasında sol düşmanlığı bulunan Aydınlık geleneğinin genel siyasal çizgisini yansıtmaktadır. Bu bakımdan Berktay’ın, Libya ve Suriye’yi hedef alan emperyalist ve gerici saldırıları ve terörizmi alkışlayan Taraf gazetesinin desteğiyle yaptığı bu çıkışın, onun düzeni ve devleti savunma içgüdüsüyle son derece uyumlu bir davranış olduğunu söyleyebiliriz. (Bu konuda bkz. Garbis Altınoğlu, “Y. Çongar, A. Altan ve M. Altan’ın Düşünceleri Işığında Emperyalizm, Askeri Darbeler ve Liberallerimiz”) Bu nedenle sözlerimi, Halil Berktay’ın saflarında önemli bir rol oynadığı ve uzun süre öndegelen yöneticilerinden biri olduğu Aydınlık hareketine değinerek bitirmem gerekiyor.

    1970′te oluşmaya başlayan ve o zaman TİİKP (=Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi) olarak tanınan bu hareket, Maoist, enternasyonalist ve anti-revizyonist söylemine rağmen aslında milliyetçi-reformist bir nitelik taşıyordu. (TİİKP’nin ya da Şafak revizyonizminin görüş ve taktiklerinin kapsamlı bir eleştirisi için, İbrahim Kaypakkaya’nın “Seçme Yazılar”ında yer alan değişik makalelere bakılabilir.) 1970′lerin ortalarına kadar bu konumunu sürdüren Aydınlık hareketi, özellikle Türkiye’de sınıflar ve siyasal güçler arasındaki çelişmelerin keskinleştiği 1970′lerin ikinci yarısında giderek daha da sağa savruldu. Bu süreç, kabaca 1978′den itibaren Aydınlık geleneğinin, genel olarak sola karşı açık düşmanlık tavrı alması ve karşı-devrimci bir çeteye dönüşmesiyle sonuçlanacaktı. Böylece Ocak 1978′de TİKP (=Türkiye İşçi-Köylü Partisi) adı altında örgütlenen Aydınlık geleneği, sol hareketin dışında milliyetçi, devletçi ve pro-Amerikan bir örgütçük haline geldi. 1970′lerin ikinci yarısında Türkiye devrimci hareketine damgasını vuran ve bazı durumlarda silahlı çatışmalara kadar varan ve birbirlerini karşı-devrimci olarak ilan etmeye varan bir sektarizmin varlığı bir gerçek. Ancak bu hastalık, kendisi dışındaki bütün sol grupları “sahte sol” ve “Moskova’nın kışkırttığı ve yönlendirdiği terör”istler olarak nitelendiren, 1979-80 yıllarında illegal çalışma yürüten devrimci kadroların gerçek adlarını, fotoğraflarını ve çalışma yürüttükleri alanları günlük gazeteleri Aydınlık’ın sayfalarında yayınlayan, sosyal-emperyalist Rusya’nın Türkiye ve dünya halklarının baş düşmanı olarak değerlendiren, kendisini Türk burjuva devletin, onun ordusunun ve ABD emperyalizminin yanında konumlandıran ve 12 Eylül askeri-faşist darbesini alkışlayan Aydınlık çevresinin durumuyla kıyaslanamaz. Dahası böyle bir ideolojik-siyasal duruşa sahip olanların şimdi çıkıp da sol hareketin 1 Mayıs 1977 döneminde giriştiği hatalı şiddet eylemlerini eleştirmeye ne denli haklarının olduğu (EK’te sunacağım alıntılar, konuyu yakından bilmeyen genç devrimcilerin TİKP-Aydınlık geleneğinin bu özelliğini daha iyi kavramasına yardımcı olacaktır.) Halil Berktay, başını Doğu Perinçek’in çektiği Aydınlık çevresinin en öndegelen isimlerinden biriydi. Bu çevrenin diğer yöneticileri arasında; Oral Çalışlar, Şahin Alpay, Gün Zileli, Cengiz Çandar, Hasan Yalçın, Ferit İlsever, Bedri Gültekin gibi tanınmış kişilikler de bulunuyordu. Sözünü ettiğim kişilerin hepsi değilse de çoğu 1960′ların sonlarından 1980′lerin sonlarına kadar uzanan bir dönemde Doğu Perinçek’le birlikte hareket etmişler, yani 1978′den itibaren örgütlerinin açıkça gerici bir karakter taşıyan siyasal çizgisini istikrarlı bir biçimde savunmada diretmişlerdir. Bu isimlerin bir bölümü 1992′de kurulan Sosyalist Parti’de ve daha sonra onun yerine kurulan İşçi Partisi’nde Doğu Perinçek’le birlikte hareket etmeye devam etmişlerdir.

    * * * * *

    Yaşanan süreç maskelerin inmesi/ indirilmesi, aynıların aynı yerde ve ayrıların ayrı yerde toplanması doğrultusunda ilerlemektedir. Buna sevinmek gerekiyor. Ezilen ve sömürülen kitlelerin, zincirlerinden kurtulmalarının en önemli önkoşullarından biri de onların milliyetçi, demokratik ve barışçı yanılsamalarından kurtulmalarıdır.

    DİPNOTLAR

    (1) Bu verilerin önemli bir bölümü daha 1 Mayıs 1977 katliamının hemen ardından ortaya çıkmıştı. Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyordu:

    “14 Mayıs (1977- G. A.) Cumartesi günü Halkın Yolu, Halkın Birliği ve Halkın Kurtuluşu gazeteleri tarafından düzenlenen halka açık basın toplantısında bu belgelerden bir kısmı basına ve beşbini aşkın bir halk topluluğuna sunuldu; olayların gelişimi gerçekten olduğu gibi anlatıldı. Belgeler içerisinde, olayları, özellikle de olay sırasında Sular İdaresi üzerinden ateş açan eli tomsonlu 5 katili tesbit eden film ve bir grup DİSK görevlisi işçinin açıklaması ile olaydan önce devrimcilerin hareketini, DİSK görevlilerinin devrimcilere karşı tedbirlerini, meydanda gelişen olaylardan görüntüleri tesbit eden slayt gösterisi büyük önem taşıyordu…

    “Halkımızın gerçekleri öğrenmesine daha fazla yardımcı olabilecek bilgilerin bir bölümü Halkın Kurtuluşu’nun 56. ve Halkın Yolu’nun 13. sayısında verildi. Bu sayımızda bu belgeler ve bilgiler ile buna ek olarak DİSK görevlisi bir işçi arkadaşın açıklamasını veriyoruz. Olay hakkında bize ulaşan sağlam ve dikkate değer bütün belge ve bilgileri açıklamaya devam edeceğiz.” (“1 Mayıs Katliamının tertipçileri açığa çıkıyor! ”, Halkın Birliği, Sayı: 9, 24 Mayıs 1977) Aynı yazıda şu bilgiye de yer veriliyordu:
    “Olaydan çok kısa süre önce 20 numaralı polis timinin 132′ye telsizle Sular İdaresi’nin üzerindeki silahlı adamlarını almalarını istediği, 132′nin ise ‘ben alamam’ cevabını verdiği bilinmektedir. Olay sonrasında Sular İdaresi üzerindeki silahlı kişilerin polise teslim olduğu da tesbit edilmiştir.”

    EK

    “Devrimciler bugün üçüncü dünyayı, dünya devriminin temel gücü olarak görüyorlar. Hemen belirtelim bu temel güce İran Şahı’nın, Süleyman Demirel’in veya (Filipinler diktatörü- G. A.) Markos’un devletleri de dahildir.” (Halkın Sesi, Sayı: 26)

    “NATO dün olduğu gibi bugün de emperyalist bir pakttır. Fakat aynı zamanda esas saldırgan emperyaliste karşı koyan bir pakttır.” (Aydınlık, Sayı: 72, Şubat 1977)

    “Proleter devrimcilerin bugünkü siyaseti, ordunun parçalanması ve zayıflatılması amacını taşımıyor.” (Aydınlık, Sayı: 78, Ağustos 1977)

    “Bugün 1971 direnişi diye göklere çıkarılan hareketler maceracılıktan başka bir şey değildir. Bu eylemler sonuç olarak devrimci güçlerin dağılmasına ve faşistlerin ilerlemesine hizmet etti. Bir çok devrimcinin ve devrimci enerjinin heba olmasına yol açtı. O günlerde burjuva basını bu tür eylemleri kasıtlı olarak abarttılar. Bir çok devrimci ise büyük bir yanılgıya düşerek bunun ‘devrimci propaganda’ olduğunu sandılar. Diğer yandan, revizyonistler ve darbeci-reformistler de maceracı eylemlere girişen gençleri bu yolda teşvik ettiler.” (Gün Zileli, Sol Kendini Anlatıyor, İstanbul, MAY Yayınları, 1977, s. 268-69)

    “Maceracılık, bugün Türkiye’de artık halk düşmanı ve devrim düşmanı bir nitelik kazanmıştır. Sovyet sosyal emperyalistleri, 1970 yıllarından beri maceracı örgütlerin içine sızıyor, bunlar aracılığıyla Türkiye’yi iç kargaşalığa sürüklüyor ve halkın güçlerini bölmeye çalışıyorlar.” (Doğu Perinçek, “Yolumuz Aydınlıktır, Gelecek Aydınlık”, Aydınlık, 20 Mart 1978)

    “Sovyet sosyal-emperyalizminin önemli ölçüde yönlendirdiği çeşitli maceracı örgütler, bugün halk düşmanı çeteler halini almıştır. Yaptıkları bütün iş, halka saldırmak, halkı parçalamak, yığınları devrimci mücadeleden uzaklaştırmak ve devrimciliği gözden düşürmektir. Mahallenin haracını yiyen serseri ve kabadayı, bugün bu işi Ülkü Ocaklı veya TİKKO gibi halk düşmanı çeteler içinde devam ettirmektedir. Gene bazı maceracı çeteler, kendilerine karşı çıkan herkesi okullara almamaya kalkışmakta ve haraç toplamaktadır.” (Anarşinin Kaynağı ve Devrimci Siyaset, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1978, s. 16)

    “Bazı sahte solcu gruplar, TİKKO’cu canileri açıkladığımız için bizi ‘ihbarcılık’la suçluyorlar. Kimi, kime ihbar etmişiz? Kontrgerillayı Kontrgerillaya ihbar etmek kadar anlamsız bir şey olabilir mi?” (Aydınlık, 29 Mart 1978)

    “Anarşinin iki kolu var Türkiye’de. Birisi Kontrgerilla ve MHP, diğeri Beşinci Kol ve sahte sol. Birincisi, yani Kontrgerilla ve MHP bize Amerika’nın hediyesi, ikinci ise Beşinci Kol ve sahte sol ise Rusya’nın hediyesi…

    “Bunlar niçin sahte solcu? Çünkü faşistlerin halka saldırırken kullandıkları bütün yöntemleri kullanıyorlar. Faşistler gibi halk üzerinde küçük bir zümrenin tahakkümünü kurmak istiyorlar. Onun için sahte solcular. İkisi de yani faşistler de sahte solcular da halkın üzerine gelişigüzel ateş açıyor. İkisi de kahve tarıyor, sahte solcular da faşistler de. İkisinde de yüzen gezen silahlar var.” (Doğan Yurdakul, Türkiye’de Anarşi, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1979, s. 52)

    “Bugün ‘iç savaş’ veya ‘silahlı mücadele’ taktiğini benimseyen maceracı örgütlerin tümü pratikte Sovyet sosyal-emperyalistlerinin Türkiye’yi ele geçirme emellerine hizmet ediyorlar. Çünkü onlar, Türkiye’de milli çelişmenin belirleyici bir nitelik kazandığını göremiyorlar. (…) Bunu kavrayamayarak, esas darbeyi Türkiye devletine ve orduya yöneltenler, Brejnev’in gösterdiği hedefe saldırıyorlar.” (Doğu Perinçek, “Başyazı”, Aydınlık, 24 Ocak 1979)

    “Sovyetler Birliği, bu niteliğiyle bir zamanlar Hitler’in ve 1945’ten sonra da çeyrek yüzyıl ABD emperyalizminin giydiği çizmeleri ayağına geçirmiş, artık dünya gericiliğinin, faşizmin merkezi, savaşın kaynağı ve dünya halklarının baş düşmanı haline gelmiştir.” (Türkiye İşçi-Köylü Partisi’nin Siyasi Çizgisi, Ankara, TİKP Yayınları, 1980, s. 11-12)

    “Eskiden ABD’nin Avrupa’yı denetim altına alma, sosyalist ülkeleri kuşatma ve Üçüncü Dünyaya hükmetme aracı olan NATO, günümüzde Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa’nın savunma örgütü haline gelmiştir.” (aynı yerde, s. 17)

    “Bugünkü görev, Sovyetler Birliği’nin yayılma çabalarına karşı, ABD dahil dünyanın barıştan yana olan bütün ülkelerinin içinde yer aldığı mümkün olan en geniş barış cephesini gerçekleştirmek ve güçlendirmektir.” (aynı yerde, s. 23)

    “Bugün daha berrak olarak görüyoruz ki, toplumun tortusuna dayanan sahte solcu örgütlerle birlikte yürüyen, halkla birlikte yürüyemez. Halkla beraber yürüyen, sahte solcu grup ve örgütlerle beraber yürüyemez. Devrimci hareket içinde bir sapma olarak ortaya çıkan revizyonizm ve maceracılık, esas olarak halk düşmanı bir nitelik kazanmıştır.” (aynı yerde, s. 60)

    “Milli Güvenlik Kurulunun ve ordunun başında bulunan generallerin zaman zaman Ortadoğu’daki hegemonya mücadelelerine dikkat çekmeleri ve Sovyetler Birliği’ne karşı uyanık bir tutumu savunmaları da ülkemizin yararınadır. Afganistan’ın işgalinden sonra ordu, dış tehdide karşı milli savunma görevinde yoğunlaşmak ve bu nedenle Sıkıyönetimi bırakmak istemektedir.” (aynı yerde, s. 69)

    “Anarşi odaklarına karşı bir milli seferberlik ilan edilmelidir. Hükümet, halkın desteğini alarak terör örgütlerinin beynine inmelidir.” (aynı yerde, s. 92)

    “Bugün gerçek bir devrimci, gerçek bir halkçı Türkiye devletinin yaşamasından yanadır. Hatta tarih, bugün devrimcilerin omuzlarına devleti yaşatmak için en önde savaşmak zorunluluğunu yüklemiştir… TC bugün yaşamak için kendisine gerçek devrimciler ve demokratlar kadar sağlam savunucular bulamaz.”(“Başyazı”, Doğu Perinçek, Aydınlık, 1 Ağustos 1980)

    “İddianame, bizim devleti yıkmak ve orduyu parçalamak için çalıştığımızı ileri sürüyor. (…) TİKP’nin devlete ve orduya karşı tutumu son derece açıktır. TİKP, dünyadaki gelişmeleri değerlendirerek, 1978 Ocağındaki kuruluşundan itibaren Türkiye devletini ve orduyu, dış tehdide karşı koruma ve güçlendirme çizgisi benimsemiş ve uygulamıştır. Bunun yüzlerce kanıtı vardır.” (Doğu Perinçek, “Sorgu”, TİKP İddianame ve Sorgu, Derleyen: Selim Arıkdal, Avukat Hüseyin Gökçearslan’ın kendi yayını, Ankara 1981, s. 124)

    “Partimiz, orduyu parçalamak bir yana, orduyu düşman ilan edenlerin adresini göstermiştir. (…) Orduyu savunan tutumumuzu her olayda ortaya koyduk. Subaylara ve askerlere kurşun sıkılmasını her seferinde kınadık…

    “Orduyu parçalamak amacını güden bir parti, hiç ordunun daha fazla silahlanmasını ve modernleşmesini ister mi, hiç orduya yönelen saldırılara göğüs gererler mi?” (Doğu Perinçek, aynı yerde, s. 129)

    “Partimizin ayrılıkçılık ve bölücülüğe karşı tutumu, Doğu bölgesindeki çeşitli illerimizin vali, emniyet müdürü ve sıkıyönetim komutanlarınca da kabul ve ifade edilmiştir. Mahkemenizden, kendilerinin tanık olarak dinlenmesini talep edeceğiz.” (Doğu Perinçek, aynı yerde, s. 139-40)

    “(Aydınlık’ın) ‘Bilinmeyen Sol’ dizisinde ise, sahte solcu terör çetelerinin halkı hedef alan cinayetleri aydınlatılmıştır.
    “Devlet, teröre karşı mücadelede Aydınlık’tan yararlanmıştır. Birçok yetkili bu gerçeği belirtmiş ve Aydınlık’a sık sık başvurmuştur.” (Doğu Perinçek, aynı yerde, s. 166)

    “Şunu hemen belirtelim ki, Apocuların ne halkla, ne solculukla bir ilgisi yoktur. Bu örgüt, vatanın, ulusun, solun ve demokrasinin düşmanıdır. Apocuların girdikleri her yerde vatandaşın derin bir suskunluğa gömülmesi, bugüne kadar öldürdükleri insanlar arasında solcu vatandaşların önemli yekun tutması, bunun en açık göstergelerinden biridir.

    “Apocu halka baskı yapar, yarattığı dehşete dayanarak iş görür. Halk Apocudan nefret eder, bir Apocu kahveye girdiğinde kahveyi terkeder. Halk, geçmişte gücünün yettiğinde Apocuya karşı direnmiştir.

    “İşte bu nedenle, halka düşman ve yabancı çıkarların aleti bir güce karşı mücadele, onun tam zıddı bir yönelimle başarıya ulaşabilir. Önemli olan, köylü vatandaşı Apocudan kesinlikle ayırmak, Apocunun dehşetine karşı, ona müşfik insan elini uzatmaktır.

    “Köylü vatandaşın gönlü ferah olursa, Apocunun içi kararır.” (“Apocular Olayı”, Saçak, Sayı: 10, Kasım 1984, s. 2-3)

    “Ermeni teröristleri ve Apocular Türkiye’nin uluslararası yalnızlaşmasından cesaret ve güç alarak ülkemizin başına bela olmuşlardır…

    “… Bu cephede tek çözüm ise teröre ve Sovyet tehdidine karşı Batı ile dostluk ve işbirliğini güçlendirmektir… Siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel ve askeri alanlarda Batı ile ilişkilerimiz hayati önemdedir.” (“1985 Yılında Türkiye’nin Tek Alternatifi”, Saçak, Sayı: 12, Ocak 1985, s. 4)

    “1978’den sonraki hatalarımızın merkezinde, milli çelişmeyi esas alarak cephemizi Sovyetler Birliği’ne dönmemiz bulunuyor. Sovyetlerin hegemonyacı bir devlet olarak 1975 sonrasında inisiyatifi ele alması, bizde sübjektif ve Türkiye açısından abartmalı değerlendirmelere ve bundan türeyen bir dizi yanlış tavra ve politikalara yol açtı. Biz Sovyetler Birliği’nin 1980’den itibaren inişe geçeceğini önceden gördük. Ama, bu yüzden daha da saldırganlaşacağı varsayımını temel aldık. Bu yanlış çıktı. Türkiye sosyalistlerine tavırlarımızda da ciddi hatalarımız vardı. TKP, TİP ve TSİP gibi Sovyetlerin etkilediği örgütlere ‘sosyal-emperyalizmin beşinci kolu’ ve ‘halk düşmanı’ dedik. Yine zaman zaman halkla karşı karşıya gelen bireysel terör hareketlerine bakarak, bir çok devrimci sosyalist örgüt veya grubu, özellikle 1 Mayıs 1977’den sonra ‘sahte sol’ olarak niteledik. İkisi de yanlıştı. Oysa bunlar demokratik mücadelede halkın safındaydı.” (Doğu Perinçek, Sosyalist Sol Konuşuyor, İstanbul, Cem Yayınevi, 1989, s. 23-24)

  106. Niye sileyim ki, Toplumsal Devrim’e gelen bu yazıyı biz yayımladık tartışma bölümünde.

  107. Bini yazan da akp-polis masası. Üslubunu öğrendik bu kadar zaman içinde ne de olsa.

  108. Stalin devriyle ilgili anlatılanların ve yazıların eksiği var fazlası yok ahmet kardeşim.

  109. Bu sitede polis mesajlarına yer verilmemektedir. Bu nedenle kaldırılmıştır.

  110. Gün abi neden çark ettin

    Geçen gün verdigin ifade ne güzeldi, onu yazsana.

  111. Sana neden dadanmış?

    O kadar devimci site var, polis sana neden dadanmış? Pek anlamadık doğrusu.

  112. Zileli, görmemiş ama biliyor

    Zileli’nin yalanlarından bıkanlara faydalı bir link ve alıntı:

    http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45094

    “Yine Gün Zileli “Maocu ve Sovyetçi grupların şiddetli rekabet ve düşmanlığının provokasyon ortamını hazırladığı ve başlattığı” iddiasında bulunarak şunları söylüyor:

    “Ben doğrudan görmedim ama anlatılanlardan, Tarlabaşı tarafında Maocu ‘üçlü blok’la Sovyet yanlılarının güdümünde bulunan DİSK’liler arasında silahlı çatışma çıktığını biliyorum. İlk silahı kim attı? Bunu bilmek mümkün değil. İki grup birbiriyle göğüs göğüse geldiği sırada kenardan birinin ilk ateşi başlattığı söyleniyor ama bu o kadar önemli değil. İki taraf da birbirine karşı kullanmak üzere ağır bir şekilde silahlandığına ve üzerlerindeki bu silahlarla karşı karşıya geldiğine göre, bir ajanın ilk atışı yapmasına bile gerek yok. Birbirine düşmanca bakan iki grup söz konusu. Bir grup öbürüne “sosyal-faşist” adını takmış; diğeri de ona ‘Maocu-faşist’…”

    Görmemiş ama biliyor. Orada değil ama kenardan birinin ateş ettiğinden emin: “Sosyal-faşistler”le “Maocu-faşistler Tarlabaşı girişinde karşı karşıya geldiler ve birbirlerini öldürdüler!

    Kanıtı da hazır:
    “…Taksim Meydanı’nda ölenlerin aşağı yukarı hepsinin (Tarlabaşındaki “Maocu-Sovyetçi” çatışmasında öldürülen DİSK görevlisi dört Uzel işçisini çıkarırsak), devletin polis güçlerinin yarattığı kasıtlı panik sonucunda ezilerek öldükleri açıktır ki…”

    Demek ki “Maocu-faşistler” hızlı çıkmış ve Tarlabaşı’nda karşılaşır karşılaşmaz “DİSK görevlisi dört Uzel işçisini” öldürmüşler!… Bunu ilk defa duyuyorum. Meydan içerisinde kurşunla ölenlerin (biri polis memuru) yerleri ve adları belliyken böyle bir şeyi neye dayanarak söylediği belli değil.

    Öyle bir şey olsa herkesten önce biz görürdük. Olaylar hakkında bilgisi olmayanları, özellikle genç kuşakları kandırmak için atılıyor bu yalanlar.

    Gün Zileli, Oral Çalışlar, Halil Berktay gibilerinin birbirlerine sarılmaları çok normal: Kök aynı, mantık aynı, sermaye aynı, maksat aynı. “

  113. Taraf'ın ve Zileli'nin işlevleri aynı

    Taraf’ın eski editörü İnci Hekimoğlu, Taraf’ın ve Ahmet Altan’ın işlevleri hakkında aşağıdaki güzel yazıyı kaleme aldı. Biz de Hekimoğlu’nun yazısının başlığını bu siteye uyarlayıp Zileli’nin artık açığa çıkan işlevine adadık.

    Operasyon gazetesi Taraf sola, operasyon yazarı Zileli ise kerameti kendinden menkul uyduruk bir anarşizme ayar vermeye çalışıyor. İki operasyonun ortak hedefi Marksizm ve komünizm.

    http://www.odatv.com/n.php?n=tarafin-islevi-altanin-vicdan-yazilariyla-kamufle-olmaz-1905121200

    “1 Mayıs 1977 kontr-gerilla katliamını bile, katliamcılarla aynı safta yer almaktan gocunmadan sistemli olarak solun üstüne yıkma politikası bunu gösteriyor. Soyadı ya da cemaat kontenjanından köşe kapan “genç yazar”larının cahil cesaretiyle kaleme aldığı yazıları desteklemesi, doğrusu aklıma Fuller’in geçenlerde verdiği bir röportajda söylediklerini getiriyor. Yeşil-kuşak teorisyeni Bay Fuller bu kez de “Türkiye’ye sol lazım” diye buyurmuş. Bu solun nasıl bir sol olması gerektiğini Taraf’ı izleyerek çıkarabiliriz.

    Anlaşılan o ki; operasyon gazeteciliğinin öne çıkan örnekleri Taraf, sağdan çakan Bugün gibi gazetelerin üstlendikleri görev, birinin psikolojik harp teknikleriyle itibarsızlaştırma diğerinin de belirsiz kaynaklardan edinilmiş asılsız ithamlarla sol muhalefeti kriminalize etme çabalarıyla sürecek.”