Köprüler!

 

Aslında 1 Eylül barış değil, savaş günüdür. 1 Eylül 1939 günü Nazi ordularının Polonya’yı işgal etmesi üzerine, II. Dünya Savaşı fiilen başlamış, iki gün sonra İngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı resmen savaş ilan etmiştir.

Savaşı esas başlatan, 1 Eylül’den 8 gün önce, 23 Ağustos 1939 günü, Alman ve Sovyetler Birliği dışişleri bakanları, Ribbentrop’la Molotov arasında imzalanan Alman-Sovyetler Birliği Saldırmazlık Paktı’dır. Bir yerde iki devlet bir saldırmazlık paktı imzalamışlarsa, bilmek gerekir ki, bu iki devlet birlikte ya da ayrı ayrı bir yerlere saldıracaklardır. Nitekim öyle olmuştur. Hitler, Sovyetlerle anlaşmanın mürekkebi bile kurumadan Polonya’ya karşı saldırıya geçmiştir. Stalin, patlaması eninde sonunda mukadder olan II. Dünya Savaşı’nın nispeten erken bir tarihte başlamasını sağlayan kişidir. Eğer Hitler, Stalin’le bu anlaşmayı imzalamasaydı savaşın başlaması bir süre daha geciktirilebilirdi. Bu bakımdan, Stalin’in, bu Pakt’ı zaman kazanmak için imzaladığı, tam bir Stalinist palavradır.

Hitler’le Stalin’in yaptığı Pakt’ın gizli maddeleri de vardı. Bu gizli maddelerden biri, Polonya’nın, Almanya ile Sovyetler Birliği arasında paylaşılarak ortadan kaldırılmasıydı. Diğer bir madde ise, Sovyetler Birliği’nin, Nazi Almanya’sından kaçarak kendisine sığınmış anti-Nazileri, Alman ve Avusturya komünistlerini Gestapo’ya teslim etmesiydi. Bunu yapmak, Stalin’in GPU’su için hiç de zor bir şey değildi; çünkü Alman komünistlerinin büyük çoğunluğu Büyük Temizlik sırasında GPU tarafından zaten tutuklanmıştı. Eğer bunlardan bir kısmı Nazilere iade edilemiyorsa, bunun sebebi, GPU mahzenlerinde birkaç yıl önce öldürülmüş olmalarıydı (şu işe bakın ki, Alman Komünist Partisi başkanı Thaelman, 1944 yılına kadar Alman toplama kamplarında yaşamış, ancak yenilginin ufukta görülmesi üzerine Hitler’in özel emriyle öldürülmüştür). Öldürülmemiş olup Sovyet çalışma kamplarında tutulan Alman komünistlerinin ve anti-faşistlerininin, 1940 yılında, o sırada Nazilerin işgali altında bulunan, Sovyet-Polonya sınırındaki Brest-Litovsk köprüsünden Gestapo’ya teslim ediliş sahnesi, önümüzdeki günlerde İmge Yayınları tarafından yayımlanacak, tarafımdan çevrilmiş, Margaret Buber-Neumann’ın İki Diktatörlük Altında-Stalin ve Hitler’in Mahkûmu kitabında bütün canlılığıyla anlatılmaktadır.

Son derece etkili ve dramatik bir köprü sahnesi de Polonyalı yönetmen Andrei Wajda’nın Katyn filminde vardır. 1 Eylül 1939 günü Naziler Polonya’ya girip ülkeyi işgale başladıktan sonra, Pakt’ın gizli maddesine uygun olarak, Sovyet Kızıl Ordusu da, 1 Eylül’den yaklaşık iki hafta sonra, 17 Eylül 1939’da, diğer ucundan Polonya’ya girmiş ve ülkeyi işgal etmeye başlamıştır. Kimin nereyi ne kadar işgal edeceği, nerede duracağı önceden belirlenmiştir zaten.

Wajda’nın Katyn filmi de bir köprü sahnesiyle başlar. Kimi at arabalı, kimi otomobilli, kimi yürüyen, eşyalarını yüklemiş, hayvanlarını önlerine ya da yanlarına katmış, çoluk çocuk, yaşlı genç, evlerini terk etmek zorunda kalmış göçmen Polonyalılar, köprünün karşısından aynı kendileri gibi bir Polonyalı grubunun geldiğini görünce şaşkınlıkla yerlerinde çakılıp kalırlar. Grubun içinden biri köprünün öbür ucundakilere seslenir: “Hey, nereye gidiyorsunuz? Arkadan Almanlar geliyor.” Karşı gruptan biri ise ona şöyle cevap verir: “Esas siz nereye gidiyorsunuz? Arkadan Ruslar geliyor.”

Tarihin en trajik anlarından biridir bu. İki devlet, masa başında bir ülkeyi yok etmeye ve bir halkı köleleri haline getirmeye karar vermiştir. Polonyalıların bundan sonra yaşadıkları bunu doğrular niteliktedir. Sovyetler Birliği’nin gerçekleştirdiği Katyn ormanı katliamının üzerinde hiç durmayayım (merak edenler, bu sitedeki “Katyn” ve “General Blokhin” yazılarına bakabilir). Daha da trajik olanı, savaş döneminde, Polonya entelijensiyasının hem Nazi toplama kamplarında hem Sovyet çalışma kamplarında en çok ezilen ve eziyet gören kesim olması, Polonyalı emekçilerin, hem Nazi Almanya’sında hem de Sovyetler Birliği’nde (Ukraynalılarla birlikte) en fazla köle-işçi olarak çalıştırılan sınıfı oluşturmasıdır.

Dün İmece TV kanalında Ufuk Uras ve Atilla Keskin’in Vedat Türkali’yle yaptığı söyleşiler dizisinin üçüncüsünü (bu akşam dördüncüsü  yapılacak) izlediğim sırada Vedat Türkali’nin 1 Eylül Barış Günü’nü anlatırken söyledikleri neden oldu bu yazıyı yazmama. Vedat Türkali, II. Dünya Savaşı’nın, Nazilerin Alman-Polonya sınırında giriştikleri provokasyondan çok, Stalin’le Hitler’in anlaşması sonucunda çıktığını bilmiyor muydu? Ya Sovyetler Birliği’nin savaştaki 20 milyonluk kaybının yaklaşık yarısı kadarının da, 1930’da Rus köylülerine karşı başlatılan zorla kolektifleştirme, 1934 yılından itibaren tüm kırsal ve kentsel alanlara yayılan Büyük Temizlik ve savaş sonrasında Sovyetler Birliği’ndeki milliyetlere (özellikle Kırımlılar, Yahudiler ve Ukraynalılar) karşı girişilen bastırma ve temizlik harekâtlarında verildiğini?

 

Vedat Türkali’ye büyük saygı duyarım; uzun bir ömrü onurla taşımış ve bizlere çok güzel şeyler aktarmıştır. Onunla aramdaki köprü, Komintern kalıntısı Stalinist yanıltmacalar değil, o ölümsüz Bir Gün Tek Başına ve Güven romanlarıdır.

Köprülerin altından çok sular geçse de köprüler kalır.

 

 

Gün Zileli

2 Eylül 2012

www.gunzileli.com

günzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

12 Yorumlar

  1. Tarık Günersel

    Yine güzel bir yazı, kaleminizden. Sağ olun.

  2. Bu olay Stalin’in Leninlerin devamı olmadığını göstermek için çok güzel bir örnek. Eğer ortada ayrı saikleri, ayrı beklentileri olan iki siyasi akım varsa, onları ayıran şey tam da ikisinin birden ortak yaptıkları, söyledikleri şeylerde gösterilmeli. Çünkü zaten ayrımlarda adı üzerinde ayrı davranıyorlar. Ama ortak noktalarda bakışları, beklentileri, niyetleri farklıysa, buna rağmen görünüşte aynı şeyleri yapmışlarsa, bu onların ayrı akımlar, ana varoluş nedenleri olan düşünceler olduğunu gösterir.

    Eğer bu mantık doğruysa Leninlerin zamanındaki Polonya’yı işgal girişimiyle, bu anlattığınız Molotov-Ribbentrop paktı ve ardından gerçekleşen işgal arasında bakış açısı/niyet farkı bulmamız gerek. Eğer böyle bir fark yoksa, en azından bu konuda iki akım da -yani Stalin de Leninler de- aynı saiklerle donanmış demektir.

    Stalin’in SSCB’nin etkinliğini-topraklarını genişletmek, yapabilirse kolonileştirmek istediğini biliyoruz. 1945 sonrası Doğu Avrupa devletlerini kapsayan Comecon’dan Varşova paktına kadar herşey bunu gösteriyor. Batının küçük farklılıklarla simetrisi.

    Ama Leninlerin zamanındaki girişimi inceleyince, böyle bir niyet olmadığını görüyoruz. Mesela Polonyalılar Kızılorduyu püskürtüp, zopalarla kovalayıp, rezil edince Lenin şöyle bir açıklama yapıyor:

    “Polonyalilar Kizil Ordu askerlerini kardesleri ve kurtaricilari olarak degil, düsmanlari olarak gördüler. Toplumsal ve devrimci degil, milliyetci ve emperyalist bir tarzda düsündüler ve bu sekilde hareket ettiler. Polonya’da kendisine bel bagladigimiz devrim gerceklesmedi. Pilsudski ve Daszynski tarafindan kandirilmis isciler ve köylüler kendi sinif düsmanlarini savundular, bizim cesur Kizil askerlerimizi ac biraktilar, onlari pusuya düsürdüler ve öldüresiye dövdüler… Radek neler olacagini önceden görmüstü. Bizi uyarmisti. Çok sinirlenmis ve onu ‘yenilgicilik’le suclamistim… Ama iddialarinda hakliydi.”

    Molotov-Ribbentrop paktının gizli maddelerinde açıkça bir emperyalist devletle anlaşıp Polonya’yı iç etmeye çalışan Stalin’in istekleriyle, bu düşünceler-niyetler arasında devasa farklar yok mu? Kış savaşı’nda Finlandiya’dan iki karış toprak istemiş ve binlerce insan kaybıyla Pirus zaferi kazanmış Stalin’in niyeti Kızılordu’nun girişimiyle Finlandiya’da başlayacak bir devrim olabilir miydi?

    Ek olarak, Gün Zileli, bu kitaplar da Jan Valtin kadar sürükleyici mi? Karanlığın Ötesinde’den sonra politik anı kitaplarındaki tatsız tutsuzluk can sıkmaya başladı. Anafora Doğru’yu okudum, Anaforun İçinde’yi henüz edinemedim. O da çok iyiydi ama insanda Jan Valtin özlemi yaratıyor. Ya bu?

  3. Lenin’le Stalin’i aynı kefeye koymayı doğru bulmam, anarşistlerin çoğunun tersine. Bununla birlikte, Stalin’in, Lenin’in yanında yetiştiğini, onun milliyetler komiseri ve parti sekreteri olduğunu; ayrıca tek parti diktatörlüğünün ve muhaliflerin bastırılmasının, Kronstadt olayının Lenin zamanında yaşandığını da unutmamak gerekir.

    Margaret Buber Neumann’ın anılarının da son derece ilginç olduğunu düşünüyorum. Yayınlandığında üzerinde konuşuruz.

  4. Güzel yazı

  5. Mantıklı memur

    yine ben!..

    güzel yazı… polonya’dan bu işgal sonrası komünist çıkmış mı ve nasıl çıkabilmiş, hayret etmemek mümkün değil.

    ayrıca yusuf cemal’in lenin alıntısı da öğretici. işlenmeli…

  6. Mantıklı memur

    Sayın Yusuf Cemal Lenin’in bu sözlerinin kaynağını belirtebilir mi?

  7. Clara Zetkin – “Reminiscences of Lenin”, 1924’ün içinde. http://www.marxists.org‘daki Clara Zetkin arşivine baktım. Hazırlanıyor diyor. Ama scribt’de var, internet sağolsun:
    http://www.scribd.com/doc/69320222/Zetkin-Reminiscences-of-Lenin
    19-20. sayfalarında bulabilirsiniz.

    Türkçesi: Lenin-3 Kuşatılmış Devrim – Tony Cliff
    http://www.antikapitalist.net/kutuphane/acik-kitaplik/cliff/lenin3/LEN3-14.pdf
    Bu linkte 6. sayfada var.

  8. Mantıklı memur

    Teşekkürler sayın Cemal.

  9. devrim karasansar

    sscb nın kürtlerın bolumesı karsısında susması , polonya olayı, Kronstadt vb hepsı butunluklu bır polıtıkanın uygulamalarının sonucları. ama anadolu soluna gelde anlat bu durumu…
    dıger yandan sınıf dusmanının gundemınden pacayı kurtaramayan onun kelımelerı ıle dusunen , kendı gundemını bır turlu olusturamayan ırı govdelı mıkık kafalı bır sol var bu topraklarda…

    kanımca kendı gundemını olusturamamanın temel nedenı
    bır kıbleye baglı kalmak.
    bagımlı olmak ıle ozgurluk felsefesı taban tabana zıddır oysa.

    kafa acıcı yol gosterıcı bır yazı elıne saglık gun abey:)

  10. devrim karasansar

    duzeltıyorum ; “mınık” bılerek yazmadımm:(

  11. Tarih kesin ve nettir eski solcular bu yazıyı okumasını ve kendini az da olsa eleştirirlerse şayet dedigim dedik insan olmayı bırakabilirse çok güzel olur.SAGCIDAN YAR SOLCUDAN YOLDAŞ OLMAZ(ANARŞİZM)

  12. Emma goldman’nin bolşeviklerin devrime ihaneti de güzel bir ani kitabı tavsiye ederim