Başka Bir Yol…

 

Bu yoldan her seferinde Ankara’ya gidiliyorsa siz İstanbul’a gidiliyormuş gibi yapamazsınız. Yapsanız da kimse inanmaz. İnansa bile, otobüs Ankara terminalinde durduğu zaman foyanız meydana çıkar.

XIX. ve XX. Yüzyıl, büyük ayaklanmalar ve devrimler çağıydı. Ayaklanma ve devrimlerin hepsi genelde aynı sonucu verdi: Yeni diktatörlükler ve yeni diktatörler; eskimiş devlet yapılarının zor yoluyla restorasyonu.

XXI. Yüzyıl da Arap dünyasındaki ayaklanma ve devrimlerle başlayarak yeniden umut verir gibi oldu. Aradan iki yıla yakın zaman geçtikten sonra ortaya çıkan olgular yaklaşık bir sonuca varmamızı sağlayıcı nitelikte: Arap devrimleri ve ayaklanmaları da yeni diktatörlüklerle sonuçlanmıştır. Sadece halk ayaklanmalarının söz konusu olduğu, silahlı çatışmaların asgari düzeyde kaldığı Mısır ve Tunus’ta nispeden daha yumuşak bir geçiş olmuş ve bu ülkelerdeki devletler, ayaklanmalar sayesinde restore edilmeye girişilerek, onaya dayanan, parlamentarist-muhafazakâr diktatörlük rejimleri kurulmuştur. Libya ve Suriye’de ise mücadele, emperyalist müdahalesiyle silahlı mücadeleye dönüştüğü ölçüde geçiş de o kadar zorlu olmuş ve  sonuçta Libya’da devletin restorasyonu eskisini aratmayacak bir baskıcı diktatörlük rejimi aracılığıyla yürütülür olmuştur. Suriye’de de benzeri bir durum vardır ama eski diktatör henüz yıkılmamıştır. Yıkılsa da yıkılmasa da devletin yeni koşullara uyum sağlamak üzere restorasyonu kaçınılmazdır.

Aslında tüm devletler sürekli bir restorasyon içindedirler. Tamirat ve restorasyon hiçbir zaman durmaz ama bazen daha köklü restorasyonlar gerekebilir. Bu da genellikle ya ayaklanmalar ya da askeri darbelerle sağlanır; bazen halk oylamalarının da restorasyon rejimlerine yol açtığı görülebilir.

Tarihteki devrimlerin hepsi sonuçta diktatörce restorasyon rejimlerinin kurulmasını getirmiştir. 1917 devrimi, çürümüş Rus devletinin restorasyonunu getirmiş ve Rusya’nın sanayileşmesi bu devletin zorbalığıyla sağlanmıştır. Meksika Devrimi, Meksika devletinin, Atatürk “Devrimi”, Osmanlı-Türk devletinin restorasyonu için işlevsel olmuştur. Zamanında “devrim” adı verilen, 27 Mayıs gibi askeri darbeler de sonuçta devletin ve parlamenter sistemin restorasyonu için işlevseldi. 27 Mayıs’ın “ilericiliği”, o dönemki parlamenter rejimin restorasyonunda nispi bir çoğulculuğun ve düzen içi kurumların birbirini denetlemesinin gerekli görülmesinden, sanayileşmenin legal sendikacılığı zorunlu kılmasından, ayrıca 27 Mayıs dönemindeki dünya ve ülke konjönktürünün dipten gelen bir toplumsal hareketin taleplerini ön plana çıkartmasından kaynaklanmıştır. Yoksa mesele, o zamanki subayların “iyi niyeti”, doğaçtan “ilericiliği” ya da bir takım solcunun sandığı gibi, Kemalizmin “ilerici” karakteri meselesi değildir.

Başka alt konulara sapmadan makalenin başındaki mevzuya dönecek olursak, iki yüz yıllık mücadele ve devrimlerin sadece devletlerin restorasyonuna zemin hazırladığı ve devrimlerden sonra kurulan restorasyon rejimlerinin genelde eskisinden çok daha baskıcı olduğu sonucuna varabiliriz.

Lenin, basın özgürlüğünü “geçici” olarak “askıya” alan yasayı kamuoyuna açıklarken, bu uygulamanın, çok olağanüstü koşulların dayattığı ve kısa zamanda basın özgürlüğüne yeniden dönülecek tamamen geçici bir önlem olduğunu belirtmişti. Bu “geçici önlem” tam yetmiş yıl sürdü. Toplumda bazı öyle temel kurumlar vardır ki, bunları geçici olarak kaldıramazsınız. Bu, trafo merkezlerini, tren yollarını geçici olarak kaldırmak gibi bir şeydir. Tren yollarını toptan kaldırmak, tren seferlerini bir daha yapılmamak üzere kaldırmak anlamına gelir.

Bugün Türkiye’de yaşanan da bir restorasyon rejimidir. Bu restorasyon rejimi, parlamenter-muhafazakâr rejimi ilelebet değişmez bir rejim haline getirmek üzere bu rejime aykırı düşen bütün delikleri kapamayı ve yamamayı hedeflemektedir. Askeri darbe yolu kapatıldığı gibi, parlamento yoluyla iktidar değişimi yolu da tıkanmaktadır. Bu restorasyon rejiminde geriye bir tek halk ayaklanması yolu kalıyor ki, o da kısa vadede ufukta pek görünmemektedir. Ama unutulan nokta şudur ki, mekânların açık noktaları aynı zamanda onların hava alma noktalarıdır. Bir rejimin değişmesini sağlayacak bütün kanalları tıkadığınız zaman içerde büyük bir infilaka da yol açabilirsiniz.

 

İki yüz yıllık deneyleri gözden geçirdiğimiz zaman görüyoruz ki, ayaklanmalar eski diktatörlükleri yıkabiliyor ama yerine özgürlüğü ve özyönetimi hakim kılamıyor. Bunun nedenleri üzerinde ayrıca düşünmek gerekir. Bana öyle geliyor ki, en büyük neden, diktatörlük istemeyen halk kitlelerinin özgürlüklerine sürekli olarak sahip çıkma becerisi gösterememesidir. Çünkü diktatörlükleri yıkmak nispeden kolaydır ama onun yerine özgürlüğü hakim kılmak ve sürekli olarak yaşatmak, beslemek çok daha zordur.

Kanımca devrimci çabalar, diktatörlükleri yıkmaya çalışmaktan daha çok, bugünden özgürlükleri yaşatacak bir yaşam tarzını yerel alanlarda inşa etmeye, kapitalizm dışı dayanışma örgütlenmelerini geliştirmeye, devrimi içerden ve bugünden başlatmaya, özgürlükleri içselleştirmeye yönelmelidir. Altta sessizce oluşturulan binlerce komünün oluşturduğu ağ, üstteki diktatörlüğün temel dayanaklarını kemirir ve sonunda çökertir. O çöküntüden yeni bir devlet restorasyon rejimi değil, özgür komünler federasyonu doğar.

 

Gün Zileli

27 Ağustos 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Son Kale !

Artıgerçek Günlük siyasete ilişkin ilgimi son seçimden itibaren neredeyse tümüyle kaybettim. Televizyondaki ilgili programları görür …

47 Yorumlar

  1. metin kurt ölümsüzdür

    sag çizgide ki solak artık yok

  2. 200 yillik hikaye

    Bundan tam 200 yil önce Fransiz sosyalist Fourier ayni öneriyi yapiyordu. Dolayisiyla yeni birsey yok.
    1970’lerde de Bati Avrupa’nin birçok ülkesinde ortaya çikan bu tür topluluklarin hiçbiri yasamadi. Her tarafta görülen su: Iyi niyetle komün hayati yasamak isteyen gençler, güzel konusan, fakat insanlari bir amaç degil araç olarak gören birilerinin agina düsüyor, her komünde bir-iki sef çikip gençleri madden fizik olarak ve manen sömürüyor. Dikkat. isteyen Almanya’da, Isviçre’de, Danimarka’da ve Hollanda’daki örnekleri inceleyebilir.

  3. 2 no’lu yorumcu, Işık Evleri’nden bahsediyor 🙂

  4. 1917 ekim devrimi; egemenligin ve devletin yeniden restorasyonu gerceklestirdigi dogrudur.Feodal Carlik Rusyasinda var olan parcali iktidar merkezileserek ,Car ve feodal Rusyadan kalan eskimis ne varsa temizlemistir.

    Proleterya adina yapilan bu temizlik sonuclari itibariyle daha guclu ve dinamik kapitalist devletin ortaya cikmasina yol acmistir.

    Bunun boyle olmasinin asil sebebi; devlet eliyle kapitalizmin gelistirlmesi-NEP-donemi uygulamasidir. Bu uygulama eskiye ait tum uretim iliskileri ve bicimlerini tasfiye veya -restorasyonu – gercekleserek kapitalist uretici guclerin gelismi saglanmis ve yetmis kusur yil sonrada kapitalist sistem hakim olmustur.

    Kendisine devrimci marksist diyenler devletin yeniden restorasyonuna katilamazlar, biz musluk tamircisi degiliz!

    Kapitalizmden kacinilmaz olarak devir alacagimiz devlet aygitini ozu ve bicimleriyle bir daha hayatimiza yasamimiza sokmamak icin hemen simdi yapilmasi gereken yerel iktidar alanlarinin yaratilmasi temel perspektif olmalidir.

    Bu gunden olusacak kucuk kucuk alanlar- bir anlamda sistemle gogus goguse verilecek mucadeleler- yerel iktidar alanlarini insanca yasamak isteyen herkesi kapsayarak genisliyecektir,bir gecede gelen tum iktidarlar kan ve gozyasini artirmaktan baska ne yapmistir, basta Turkiye solu ve anti-sistemcilerin darbeci gelenekten kopmasi bu perpektife sahip cikmaktan gectigine inaniyorum.

  5. Gün hocaya soru(lar): Rejimlerde, yerellerdeki komünal yaşam ağlarının daha hızlı yayılmasını kolaylaştıracak, onlara nefes aldıracak restorasyonlar mümkün müdür? “Aşamalı devrim – Aşamasız devrim” ikileminin ötesinde, hem geleceğin ideal toplum hayatını (ve alanlarını) bugünden kurmaya çalışan, hem de bu tarz yaşam alanlarının yayılmasını kolaylaştırmak için rejimin restorasyonu faaliyetlerine de önem veren bir mücadele (yani kendi içinde devrimci-dönüşüm ile dışarıda reformizmi eşgüdümlü bir şekilde sürdüren bir mücadele) mümkün müdür? Toplumsal devrime hizmet eder mi?

  6. Hayrı Zafer Korkmaz

    Sorunu kimi entellektüel vb kişilerin komünler kurmasının ötesinde -ki bunu da reddetmiyorum- kitlelerin hayatın her alanında benzeri yapılanmalar oluşturması olarak görmek gerekir. Ve hayatın içinde binbir çeşit denenebilir. İlla ki komün olması da gerekmez. Hayatın ihiyaçlarına cevap verecek Kimi zaman geçici kimi zaman kalıcı yapılanmalar olarak düşünübilmeliyiz. Bu noktada Abdullah Öcalan’ın söylediklerine de kulak vermekte yarar var.. Şimdi kimileri hop oturup hop kalksa da ben bu konuda düşünce ileri süren herkese kulak verilmesi gerektiğin, düşünüyorum. Ayrıca Kürdistan coğrafyasının bu konuda mümbit bir coğrafya olduğunu da.. Neden sınıflı toplumların doğup, bir yağ lekesi gibi yeryüzüne yayıldığı bu topraklar (Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “Tarih Tezi”nde ki tanımlaması) zıddını da doğurmasın?

  7. yazıda önerdiğiniz yerel kömünler ve birlikte üretip yönetme sisteme alternatif yenibir üretim ilişkisinin nüvelerini içinde taşıyan yeni kural kurum ve işleyişleri gerek programında gerekse yönetebildiği yerel deneylerde savunup uygulamaya çalışan bir organizasyon varmıdır? yoksa bu anlayışa yakın diyebileceğimiz çabaları kimler yapmaya çalışıyor?güney kürdistan (suriyenin kuzeyi) da kentleri kent yaşayanlarının seçtiği kent meclisleri marifetiyle birlikte yönetme pratiği hakkında ne düşünüyorsunuz?egemen efendileri ve sistemin kolonyalist sahiplerini bu derece ürkütmesi sisteme alternatif başka bir hayatın mümkün olması olabilirmi?yoksa bizde onlar gibi bu deneyleri itibarsızlaştırmalımıyız yoksa sahiplenmelimiyiz?

  8. (Suriye Kürdistanı’ndan bahsetmişken, aşağıdaki yorum önemli)

    “Gerçek korku, Suriye’nin bölünecek olması değil, Kürtlerin birleşiyor olması.”

    Türkiye Suriye politikasından pişman olabilir’

    Independent’ın Ortadoğu uzmanı yazarı Patrick Cockburn, Suriye’yle ilgili son yazısında çatışmaların şiddetlendiği ülkede süreçten tek kazançlı çıkan kesimin Kürtler olabileceğini iddia ederken, Türkiye’nin de ileride Suriye politikasıdan pişman olabileceğini belirtti.

    Patrick Cockburn, yazısında Suriye krizinde Kürtler’e ilgili gelişmelere dikkat çekti ve şiddetin yoğunlaştığı bir ortamda Suriye’de tek kazananın Kürtler olabileceğini idda etti.

    Ülkede şiddetin derinleştiğine, etnik-mezhepsel gerilimlerin arttığına dikkat çeken ve bu durumun hem Suriye’yi hem de komşu ülkeleri etkilediğini belirten Cockurn, ülkedeki yeni gelişmeninse Suriye ordusunun, Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı ülkenin kuzey bölümünden çekilmesi olduğunu yazdı.

    ‘Hem Esad hem isyancılar Kürtler’i kabul etmek zorunda kaldı’

    “Suriyeli Kürtler (Toplam sayıları yaklaşık 2.5 milyon civarında ve Suriye nüfusunun yüzde 10’unu kapsıyorlar), Iraklı Kürtler’in 1991’de yaptığı gibi de facto bir şekilde özerkliğe ulaştı” diye yazan Cockburn, hem Beşar Esad’ın hem de Suriyeli isyancıların şimdilik Kürt oluşumunu kabul etmek zorunda kaldığını belirtti.

    Cockburn, Suriye’deki Kürtler’in Irak Kürtler’iyle benzer bir statüye kavuşması durumunda Türkiye’nin nasıl kendi sınırları içinde yaşayan Kürtler’in de benzer bir statüye sahip olmalarını nasıl reddebileceği sorusunu sordu.

    ‘Erdoğan taviz yerine baskıyı tercih etti’

    Cokcburn analizinde şu cümleleri kullandı: “Eğer Suriyeli Kürtler, Irak’ta gibi bağımsızlığa yakın bir özerklik statüsünü elde etmeyi başarırsa Türkiye, güneydoğusundaki kendi Kürt azınlığına benzer bir statüyü nasıl reddedebilecek? PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi) gerilla savaşı başlattığı 1984’den bu yana Ankara isyancıları, siyasi ya da askeri olarak bastıramadı. Son iyi yılda da Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ileri görüşlü olmayan bir yaklaşımla taviz yerine baskıyı tercih etti.”

    Yazar Türkiye’yle ilgili yorumlarını şu sözlerle sürdürdü: “Bir gün Türkiye, Suriye’deki müdahalesinden pişmanlık duyabilir. Türkiye, PKK’nın Kuzey Suriye’de kontrol sağlaması durumunda bölgeyi işgal etmekle tehdit ediyor ancak hareketi evinde yok etmeyi başaramadığına göre yurt dışında başarması olası değil ve hatta bu daha büyük bir kargaşaya neden olur.”

    ‘Gerçek korku Kürtler’in birleşmesi’

    “Irak ve Türkiye’deki Kürt azınlıklarının pozisyonu bu ülkelerin istikrarı için çok önemlidir” yorumunu da yapan Cockburn Irak’taki özerk Kürt Bölgesel Yönetimi’nin pratik olarak Birleşmiş Milletler’deki çoğu devletten siyasi, askeri ve finansal olarak daha güçlü olduğunun altını çizdi.

    Cockburn yazısının sonundaysa Türkiyeli Kürtler konusunda uzman olduğunu belirttiği National Interest dergisi yazarı Aliza Macus’un bir yorumuna yer Verdi: “Gerçek korku, Suriye’nin bölünecek olması değil, Kürtlerin birleşiyor olması.” (BBC)

    http://www.serbesti.net/?id=1785

  9. Tamam, komünler oluşturalım kapitalist olmayan üretim ilişkilerini hayata geçirelim, bu örgütlenmelerin de(komün) ülke çapında birbiriyle koordinasyonunu sağlayalım. O zaman toplumsal devrime ne gerek var? anarşiye, mülkiyetin kaldırılmasına, fabrikaların işgaline ne gerek var? Toplumsal devrim olmadan oluşturulabilecek tek komün öğrenci kampı olur o da gençlerin birbiriyle kavga etmesi yüzünden dağılır.

  10. Çıracı’ya, Bence özgür komünler halihazır sistemle her türlü (para bağı da dahil olmak üzere) bağlarını kopartarak var olabilirler. Bu elbette bir anda olabilecek bir şey bu değil. Ama amaç bu olmalıdır. Eğer yerel örgütlenmeler sağlam durur ve kendine güvenli bir şekilde ilerlerse rejimlerin, en baskıcı bir rejimin bile onları bastırmak ya da dağıtmak için yapacağı şeyler kısıtlıdır.

    Gürkan’a: Tabii ki kastettiğimiz, sen ben bizim oğlan bir kamp hayatı değildir. Hayatın içindeki kitleler buna karar verirlerse parça parça geliştirebilirler. Bunun kendisi zaten toplumsal devrimdir. Ve sömürücü iktidarları da gerçekten alaşağı edip yerine yeni bir sömürücü iktidarı kurulmasını önleyecek yol da budur. Yani kısaca belirtecek olursak: Önce devrim sonra toplumsal değişim değil, öncelikle ve bugünden toplumsal değişim ve devrim.

    Özgürlükçü’ye: Yerel özerklik programını bütünüyle desteklediğimi defalarca belirtmiştim.

  11. Leninler basin ozgurlugunu kisitlarken bunu kamuoyuna acik acik deklare ediyorlardi. Bu eger bu isin kesin bir sonu yoksa gelin hesap sorun demektir.

    Oysa Stalin 1936’da tarihin en ozgurlukcu anayasasini yaptigini iddia ediyordu. Esit oy hakkini tahsis ediyorlardi. Bu ise basina kisitlama yok, ozguruz, demektir.

    Yani ikincisi tipki sansurun kaldirilisini kutlarken, gazetecileri oto sansur yapmaya zorlayan cezalarla korkutmak gibi. “Basin ozgur ki, niye basin ozgurlugu istiyorsunuz?” Bu iki davranis arasindaki fark gelecegin politik insanlarini da etkileyecek. Bu iki jestin farkini gormek gerek.

    Ve sonucta uretim sistemini kolektiflestirmeyen hicbir caba ise yaramaz. “ozgur komunler” sistemin koltuk degnegi bile olabilir. Sistem surer, istenmeyenler, disarliklar, uyum saglayamayanlar dogru komunlere. Sisli Ingiltereden gunesli guzel Avustralyaya surgun mesela. O halde uretimi nasil kolektiflerecegiz peki?

  12. Kapitalist üretimin dışında parça parça üretim kolektifleri kurarak. Kapitalist üretimin yüzde 90’ı gereksizdir. Bu çöplüğü kolektifleştirip ne yapacaksın ki? Sosyalizmin üretici güçleri geliştirme ya da kapitalist ekonomiyi devralma ve sanayileşme hülyaları saçmadır ve bunun saçmalığı ortaya çıktı.

  13. 7 milyar insan, onlari yalnizca bedensel degil zihinsel olarak beslemek icin kurulmus gubre uretiminden et icin yem uretimine kadar koca bir endustriyel ag, insanlari birlestiren butun elektronik ve bilgisayar teknolojisi, hastaliklar icin inanilmaz detayli bir kimya endustrisi… Bunlari yok saymak nufusu buzul cagindaki 300 kisilik o ilk homo sapiens topluluguna geri dondurelim demektir. 7 milyar insanin insanin iyi ihtimal bilincli bir sekilde cocuk yapmamalari, kotu ihtimalle bir nukleer savas gerekir bunun icin. Bu “mutluluga giden yol” degil.

    Ve tabi ki ertesi gune bizi dondurmeyecek, emek urunlerimizi daha da buyutmeyecek hic bir iktisadi sistem ayakta kalamaz. Yani o %90 gereksiz degil. Koca endustriyel komplex sakiza ihtiyacimiz yok, kolaya ihtiyacimiz yokla aciklanamaz.

  14. ücretli emek sürdükçe sosyalist ya da kapitalist devlet farketmez sömürü sürecektir …hem kapitalistlerin emekçisi olup hemde pazarı olup onu yıkabilecğini düşünmek ancak sosyalistlerin düşlerinde gizlidir…ona üretmeyip ondan almayacaksın o zaman onun sistemine çomak sokarsın…
    yusuf cemal eğer dünyanın hali senin çizdiğin iktisadi protredeki gibiyse o işi ancak kapitaalizm yapar…

  15. Sn Zileli’nin yukarıdaki yorumuna katılıyorum. 12. yorumda dendiği gibi “300 kisilik o ilk homo sapiens topluluguna geri” dönmeye gerek yoktur. “insanlari birlestiren butun elektronik ve bilgisayar teknolojisi, hastaliklar icin inanilmaz detayli bir kimya endustrisi…” vs. gibi örnekler verilmiş. Yanlış olan, bunların varlığı değil, aşırı üretimi, gereksiz kullanımı ve israfıdır. Dolayısıyla elbette tamamen ortadan kaldırılmamalı ve kaldırılamaz da zaten.

  16. şu üretimleri planlama hastalığımızdan kaçınamıyoruz.adı komün de konulsa toplum mühendisliğine soyunuyoruz.bireylerinin biraradayken konuşabilecekleri durumları onlar adına konuşmak hoşumuza gidiyor.
    neden.
    dahası devrimi gine ekonomik meseleler üzerinden tartışıyoruz,kültürel olarak biçimleri değişse de tahakküm,otorite vb. konulara pek değinilmeden geçiliyor.

  17. eylem güzel özetlemiş, komünü iktisadi akılla ele alacaksak aydınlanmanın, modernizmin eleştirisinden pek bir şey anlamamışız demektir.

  18. Kapitalist üretimin gerekli olan yüzde 10nu nedir.

    ,Hayatın içindeki kitleler,dendikten sonra onların neye karar verecekleri de söylenmiş olunmuyor mu.
    hala eski jargonla yeni şeyler söylemeye çabalayanların düşüverdikleri derin yanılsamalar ile kurulacak komünlerin de bir başka restorasyon yolu olmayacağına dair elimizde ne var.

    Pek çok kişi ,kitlelere, yeni yer göstermekle, akıl vermekle meşgul.

  19. Kollektifler oluşturmak, tüketimin %90’ını kapitalizm olmadan halletmek güzel de devrim için fazla uzun vadeli bir plan değil mi?

  20. Iktisadi akli ihmal edersek bu da ac kalacagiz demektir. Belki de tartisma aslinda kolektif ozneleri -yani “kitleler”in degil, tabiri caizse uyanmis olanlari- isyerleri disinda mi icinde mi kurmaliyiz tartismasi olmaliydi. Isyerlerini kapitalist duzenin parcasi olarak dislayarak kolektifler kurma fikri uretimi -iktisadi, bilimsel ve kulturel uretimi- ihmal ettigi icin eksik. Total dusuncelerin neler yaratabilecegini biliyoruz. Ama eksik dusuncelerin nelere yol actigini pek de umursamiyoruz nedense.

    Yani isin kisacasi, eger eger total bir bakis acisiyla gidilmezse, en iyi ihtimal Anares’e postalarlar, orta iyi ihtimalde o kolektifler kapitalizmin koltuk degnegi olurlar, en kotu ihtimalde de rekabeti yeniden yaratip kapitalizmi yeniden dogururlar. Bu sebeple isyerlerinde kapitalist hiyerarsiyi kiracak, onlarin yonetim anlayislarini bozacak kolektifler de yaratmak gerekiyor.

  21. Hiçbir şekilde üretim birimlerinin dışındakilerle kısıtlı bir komünal yaşam önerilmiyor. elbette işçiler de komünal örgütlenmelere gitmeli ve işyerlerinin, fabrikaların kolektifleştirilmesi için mücadele etmelidirler. Ama kamulaştırma ya da devletleştirmeden söz etmeyin lütfen. Kolektif mülkiyet yerinde ve işçilerce yapıldığı zaman gerçek anlamda toplumsal mülkiyettir. ücretli köleliğe son vermek istiyorlar mı? O halde bugünden kolektif mülkiyet yönünde adımlar atmalıdırlar. Bu elbette bir anda olmaz. önce sendikaların egemenliğini yıkıp gerçek işçi sandıklarını kurmakla işe başlamak gerekir.

  22. -1970lerde latin amerikada başlayan gecekondu örgütlenmeleri.
    -Hacker kültürünün başlattığı özgür yazılım,açık kaynak ve copyleft hareketi
    -Food Not Bombs, küresel ölçekli radikal ekolojist ağlar
    -94 Chiapas isyanıyla başlayan topraksız köylü hareketleri ( örn : EZLN(Chiapas), MST(Brezilya), LPM(Güney Afrika) …)
    -Öfkeliler ve işgal et hareketi sayesinde ortaya çıkan halk meclisleri ve alternatif yayın organları
    -Avrupa’daki otonom gençlik hareketi, squadlar ve komünler
    -Çindeki yeraltı işçi hareketi ve inşa edilen bağımsız taban örgütleri.

    Anlaşılan hala Fourier’in fantezilerinden etkilenen baya bi saftirik var.

  23. Isyerlerinde yalnizca mucadeleyi degil, isin akisini ve kapitalist hiyerarsiyi kirmayi da amaclayan aglar/kolektifler/cemaatler yaratmadan zaten devrim yalnizca histerik bir patlama olur. Histerik patlamalar da kendisine yeni bir Oteki bularak sonumlenir. Eger bir kez daha ayni cukura yuvarlanmak istemiyorsak, yeni Stalinlerle karsilasmak istemiyorsak yarinin olasi organizmalarinin embriyolarini bugunden insa etmek, Fouriercilik, Simonculuk degil. Tum sistemi parcalamadan -hem de dunya capinda parcalamadan- bu tur girisimlerin bir seyleri duzeltmeyecegi kesin. Ama fabrikalara gelip, orada calisanlara bu isletme sosyalist devlete aittir deme cesareti bulacak insanlari da zopayla kovalamamak da imkansiz. Dolayisiyla hayatin organikligi icinde devrimle gelecegin organizmalarina ait deneyleri birlestirecek yollar bulmak gerek.

    O Yunanistandaki olayi da bu sekilde gormek gerek. Neredeyse devrim denebilecek bir ortamda isletmelerin calisanlarinin bu tur deneyler yapmamasi sorgulanmasi gereken bir sey olurdu asil. E elleri kavusturup KKEnin sert bakisli, gejis omuzlu, uniformali tiplerini bekleyecek degillerdi ya…

  24. Gözaltına alınan kadınların 'büyük' intikamı

    Trabzon’da dolandırıcılık yaptığı iddiasıyla gözaltına alınan 6 kadın, önce ekip otosuna, sonra da karakoldaki nezarete tuvaletlerini yapınca polisler zor anlar yaşadı.

    TRABZON – Trabzon’da polisi arayan bir işyeri sahibi, 15 yaşlarında esmer bir kız ile yanındaki kadınların, tırnakçılık yaparak para çalmaya çalıştıkları yolunda ihbarda bulundu.

    Bunun üzerine kentin değişik yerlerine operasyon düzenleyen polis, 6 kadını gözaltına alarak minibüsle karakola götürdü.

    Çarşı Polis Merkezi’ne getirilen kadınların, araca pisledikleri görüldü. Karakolda da üst araması yaptırmamakta direnen kadınlar daha sonra da konuldukları nezarete tuvaletlerini yaptı.

    Pis koku yayılması üzerine polisler karakoldan dışarı kaçtı, bazı polisler de ıslak mendillerle burunlarını tutarak karakola girdi. Ardından karakolda temizliğe başlandı. (dha)

  25. gün hocanın dediğine katılmamak elde değil. kamulaştırmadan, devletleştirmeden komünalize ederek üretmek…bunun için sendikaların eski sandıka hallerine dönüşmeleri.(sendikalar konusu ayrı konuşulsa iyi olur).
    ya sonra?…dağıtım, bölüşüm ilişkileri nasıl olmalı? burada bir planlama vb işlemler gerekecek mi yoksa “piyasanın (düzenleyici elinin) insafına mı terkedilecek?”
    solcu arkadaşlarımın hilafına ben piyasadan yana olmayı daha gerçekleşebilir buluyorum.
    kapitalist serbest piyasanın “serbestiliği ” mülkiyeti ve onun garantörü olarak devleti sarsmayan bir serbestiliktir. asgari ama çelik çekirdek devlet, çünkü aksi halde mülkiyet tehlikeye düşebilir.
    piyasa anarşisi ya da anarşist piyasa ise hem mülkiyeti hem de onun bekçiliğini (ama aslında, gerektiğinde gerçek sahipliğini- kentsel dönüşüm canlı örnek) yapan devleti eşzamanda devreden çıkaran, dolayısıyla mülkiyetleşmeyi engelleyen bir dağıtım, bölüşüm ve değer belirleme ilişki olur.bu anlamda komünalize edilen üretim, piyasanın mülkleşmeden bölüşüm ilkesine uygun yapılanmak zorundadır- her nekadar bu kelimeyi sevmesek de…
    birileri şimdi buna “anako-kapitalizm” vs isim takar; umurumda değil ama yine de alakası yok. çünkü kapitalizm bireysel mülkiyeti temel alan bir sistemin kavramlaşması.
    (ayrıca mülkiyetsiz de değil zira o durumda “benim bizim ekonomik-siyasal mülkiyetimize geçmeli” diyen melik ve maliklerin egemenlik arzularını kamçılamaya yarar.bu anlamda Malik ül Mülk olan Allahın mülkiyeti ya da aynı anlamda herkesin ve hiç kimsenin… bu öznel bir inanç konusu ve başka yazıda da ifade ettiğim gibi ayrıca konuşulabilir bir mesele).

  26. Ekonomi üzerine farklı bir yorum.
    http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=XHCAMJWJUG5BDSVKL0HT&searchstring=kat%FDl%FDmc%FD
    Bu kitabı okudunuz mu bilmiyorum, benim geçenlerde elime geçti, açıkçası henüz okuyamadım ama ilgimi çekti.

  27. r hangi anlamda farklı bulduysan “da” teşekkür ederim. kitap tavsiyen için de ayrıca sağol. kitaplığımda var. ilk çıktığında okumuş ve etkilenmiştim.
    kısa bir anım da var. galiba Bsp ya da Ödp sürecinide örgütleme çalışmaları için antakya ya yaptığı bir panel öncesi Metin Çulhaoğluna kitaptan sözederken yazarların adını unuttuğumdan yanlışlıkla robin ve Willams deyiverdim. Çulhaoğlu espri fırsatını kaçırmamıştı:
    “William Robins i okumadım”

  28. Ama bu tarif ettiginiz tekel oncesi kapitalizm zaten. Amerikan anti-trost yasalarini biraz daha genis capli tutarsaniz ayni noktaya gelirsiniz. Trostlerin ekonomik avantajlari, onunde sonunda o yasalari asindiracaktir. Ama bu noktaya gelmeye de gerek yok. Bu kadar sert yasalari uygulamak icin cok sert bir devlet gucu gerekecektir. Paranin sehvetiyle kudurmus kucuk burjuvaziyi ekonomik olarak durdurmak cok zor.

    Sonucta kamulastirma-devletlestirme-millilestirme vs o kadar uzun sure benzer anlamlarda kullanilmis durumdaki, kapiton noktasi coktan kaymis gitmis. Simdi oturup bir de bu anlamlari yerli yerine oturtmak icin tartismak verimsiz olacaktir. Ama calisanlarin isyerlerini uretimsel ve ekonomik olarak ele gecirme denemelerine yeni bir isim vermek gerekiyor sanirim.

  29. ilerki yazılarda teorik ve edebi olarak beceremeyeceğim güzellikte konuyu açıklamışken, getirip tekel öncesi kapitalizme, anti töst yasalarına bağlamanızı ve devletle ilişkilendirmeyi kusura bakmayın, anlayamadım.
    özet olarak üretim briminde bulunan insanlar kendi işyerlerine komünal biçimde egemen olup, piyasaya dönük faaliyetlerine devam ederler.
    buradaki fark, piyasanın devletin mülkiyet ve miras hukukunun dışında, tümüyle özerk olması durumunda… buna devletin mülkiyet ve miras bağlarından sıyrıldığı için anarşist piyasa ya da özgür piyasa diyebilirim. arz ve talep diyalektiği bu iki bağdan kurtulduğu oranda biribirlerini etkileyip yönlendirirler…

  30. Anlasilmayacak bir sey yok. Birikimi yonlendiren ekonomik rekabet sonucta. Yani SSCB bile askeri ve ekonomik rekabet sebebiyle ayni kurallara -yani birikim ugruna birikim- tabiydi. Sonuc ortada. Ekonomik rekabet orada durdugu surece bunun diger durumlardan farki olsa olsa yasalardir. Bu durumsa bir devlet gucu gerektirir. Yasalari biri uygulamali, degil mi?

    Yani piyasa devlet olmadan var olamaz. Anlatmak istedigim buydu. Siz bunun olasi oldugunu dusunuyorsunuz sanirim.

  31. evet aynen böyle düşünüyorum… piyasanın kendi işleyiş düzeni içinde bu meseleleri başka bir araç gerektirmeden düzenleyeceğini…bir anlamda “bırakınız yapsınlar…” ama bırakmak için devlet ve onun engellerinden(miras, mülkiyet, kanun , döviz kurlarıyla oynama, gümrük vb.) kurtulmuş olan ekonomik işleyişten söz etmeye çalışıyorum.
    bütün bu arazlardan kurtulmuş gerçek anarşist bir piyasadan.
    örnek devasa silah teknoloji ve sanayiine öylesi durumda kimse ihtiyaç duyabilir mi? eğer mülkiyet tutkusu olmasa kimsenin değilse bile çoğunluğun devlet benzeri milli, sınıfsal yada dinsel vb. hegemonya için organize olmayacaktır, diye düşünüyorum.
    daha da önemlisi, mülke dönüşme imkanları kalmadığında (toplumsallaştığında) sermayenin birikim sürecinde farklı bir süreç yaşanmaya başlar. Para-meta nın kullanım ve değişim değer farklarının mülkleşme devreden çıktığında asgarileşeceğini…paranın metalaşmadan kurtulup,asli işlevi olan emeğin soyut eşdeğeliliği üzerinden ürünlerin değişimi rolune döneceğini savunuyorum.

  32. Aşağıdaki haberde de görüleceği gibi sanayileşme ve teknoloji dünyaya ve insanlığa verdiği zararlara rağmen, onun kurtuluşunu da sağlayabilir. O halde sorun, bir denge sorunudur. Hiçbir şey tek yönden ve tek taraflı değerlendirilmemeli:

    http://www.hurriyet.com.tr/planet/21355647.asp

  33. Tamam ama islemez. Piyasa iliskileri de butun uygarlik yaratici iliskiler gibi insan dusuncelerindeki temel tutarsizliklari, handikaplari, fetislestirmeleri, soyutlamalari kullanir. Paranin degeri diye bir seye insanlarin cogunun inanmalari gerekir mesela. Yoksa kagit parcasinin kullanim degeri neyse o olabilir degeri. Dolayisiyla onlari piyasanin isleyebilecegine, paranin degeri olduguna vs. “inandirabilecek” her turlu yolu kullanmak gerekir. Ve bu yollar yalnizca “Bakin bu para ise yariyormus” demek gibi yollar degil. Parayi calani asmalisiniz ki insanlar degerine inansin, baklava calan cocugu hapse atmalisiniz ki malin karsiliginin kucuk kagit parcalari oldugunu anlasin. Uretici malinin calinmayacagina inansin. vs. Bunlar da devleti gerektirir. En iyi ihtimal piyasaya mal satmayani guzel tuketim urunleriyle kandirmalisiniz ki kendisi icin degil piyasa icin uretsin. Yoksa ekonomi takas trampa sistemine dogru cokecektir.

    Yani kisacasi piyasa iliskileri insan dusuncesindeki fetislestirmelerden dogar ve bunlar kendiliginden degil, devlet-aile-tanri yoluyla kafalara yerlestirilir. Dogal durum degildir. Dolayisiyla iktidarsiz bir piyasa iliskisi surdurulemez. Diye dusunuyorum.

  34. tersine aile-tanrı-devlet vb.”fetiş üreticiler “de piyasada alıcısı bulunduğu için/sürece fikir , inanç,töre vb. olarak vardırlar. aslında daha doğru bir ifadeyle bu soyutlamaların fetiş üretmeleri de imkansızdır. bu “fetiş üretcilerini de üreten” insanın arzu ve tutkularıdır. yani açlık, susuzluk, neslin devamı endişesi ve güvenlik arayışı. bunun da “aklileştirilmesinin gereği “(küreselleşen dünyada bu ” gerek”lerin konumları da değişmektedir, ayrıca konuşulabilir).
    burada piyasanın özgürce işlemesi önemlidir. yani arzın talebi, talebin de arzı belirlemesinin önündeki engellerin kaldırılması ki, devletin mülkiyet ve miras hukuku olduğunu, böyle düşündüğümü söylemiştim. Üreticinin malının çalınması korkusu ya da paranın değeri gibi konular bu durumda teferruat kaçar. Mülk satın alamayacaksa kim niye çalsın? dahası açlığını giderecek kadar çalabilir, zengin olmak için değil. Bunlar biraz hobbesci zorlama yorumlar, “insan insanın kurdu” doğal durum hikayeleri…ihtiyaçlarını gideremediğinde doğru kabul edebilirim. ama insana her şartta değişmeyen bir öz olarak bunu atfetmek, bence haksızlık. adaletli bir ortamda insan dayanışmacı ve dost canlısıdır.
    Doğal- toplumsal ayrımı sandığımız kadar keskin midir?

  35. Temel düşüncelerinin, araçların insan ihtiyaçlarından çıkması ya da birebir olmasa da onların karşılığı olduğu düşüncesi biraz indirgemeci bir yaklaşım. Örnek vermek gerekirse, para gibi bir düşünce yalnızca mübadele gereği ortaya çıkamazdı. Mübadele, ortaya çıkması için gerekli itki ama başka mübadele şekilleri de tasarlanabilir. O diğer mübadele şekilleri yerine özellikle “Para” fikrinin ortaya çıkışı, ihtiyaçlarla açıklanabilecek bir şey değil. Para, başka bir evrende, başka bir domende asla bozulmuyormuş, asla değerini yitirmiyormuş, onun bu dünyadaki yansıması kağıt parçaları yalnızca onun temsilcisiymiş gibi davranıyoruz. Enflasyona karşı liberallerin olağan üstü korkusu bunu ele veriyor mesela. Para gibi bir düşüncenin ortaya çıkması için insanın kendi düşünsel arka planından bir şeyler getirmesi gerekiyor. Çizgi filmlerdeki karakterlerin kafasına balyozu yediği halde ölmemesi, biraz sonra aynı şekilde karşımıza çıkması meselesinde olduğu gibi. Sanki çocukluğa, dolayısıyla psikanalize dair bir şeyler var gibi.

    Yani insanın “özü” meselesi ya da lupus meselesi değil anlatmak istediğim. O öze inmeden çok önceki düşünüş şeklimizden bahsediyorum. Yalnızca piyasa ilişkilerinin mesela “emek gücünün karşılığı para” ve “üreticinin ürünü” arasında bir karşılıklı alış veriş olmadığını, bunların altında bize bu formu veren daha karmaşık süreçler olabileceğini ve o süreçlerin de moda tabirle bir tür Büyük Öteki gerektirebileceğini söylemek istiyorum.

    Neyse, buna ilişkin bir deney tasarlamadan ya da önümüzdeki olayları çok daha detaylı incelemeden zaten bir karara varmak çok zor. Ne demek istediğimi anladınız. Piyasa ilişkilerinin kendisi bir devlete ihtiyaç duyar, diye düşünüyorum.

  36. işin psikolojik boyutunu yadsımış ya da küçümsüyor değilim. güdülerin bilinç alanına çıkışı meselesinin önemi konusunda kesinlikle haklısın-ız. işin püf noktası burda bence…güdü ve tutukuların tatmini için didinip-yaşarken (doğa varlık ya da hayvan olarak) işin içine akıl ve bilinç girip de bu tutkuları öncelik sırasına dizme ” akıllığı” ve haliyle diğerlerinin bastırılması…(örneğin güvenlik arayışımızı acilleştirip, cinselliği bastırmak gibi). bu sürece “arzunun söylemsel inşası” diyebiliriz mesela ve iktidarın varlık bulduğu alan tam da burası diye düşünemez miyiz?
    mülkiyet ve miras üzerinden böyle birn kaygıyı zihinlerimizden atamadığımız sürece devlet ve iktidardan kurtulamayacağız sanırım.
    piyasanın önemi bence bu algıyı yıkabilecek, öncele ve aciliyet sırasını değiştirme olanağıverebilecek bir estrüman…

  37. Kapitalizm öncesi arkaik feodal üretim biçimlerinin hala daha yaygın olduğu Türkiye gibi toplumlarda ”yerel komünler”den kastımız feodal beylikler olamıyacağına göre,böylesine bir dönüşümün olabilmesi çok daha köklü bir kültürel devrimii zorunlu kılar.Ekonomik üretim biçiminin birinden diğerine geçiş belki ekonominin devrimci bir dönüşümü olabilir;ama bu asla insanın devrimci dönüşümü olarak algılanmamalıdır.Ben herseye karsın emperyalist-kapitalist kusatma altında tek basına yerel örgütlenmelerle de bu işin olacağına inanmıyorum.Politik devrimin köklü bi toplumsal devrimle tamamlanması ”merkez-yerel diyalektiğinin”uyumlu işleyişine bağlıdır.Emperyalist-kapitalist kusatma altında merkezi redderek yerel komünleri yasatmak mümkün olmadığı gibi yereli redderek de toplumsal devrimi derinleştirmek mümkün değildir…

  38. Binlerce devrimci yerel deneyim devrimdir zaten fikri duzeyleri ihmal ettigi icin Aktor Network teoriyi andiriyor. Ama devrimci durum yaratmak icin gerekli yerel deneyimleri cogaltmaya calismamak da bu durumdan kacis degil soylediginiz gibi.

    Ama acikcasi denge dusuncesi gecici bir cozum. Daha ince analizler gerek sanirim. Ama o noktaya kadar denge dusuncesini gozetmeliyiz. Yerel deneyimler yalnizca devrimci durumu one “ittirmiyor”, ayni zamanda devrim ertesi yonetimin ipuclarini vererek ikna faaliyetine de yariyor. “Her sey guzel olacak,siz bizi destekleyin yeter” memi yayilabilecek ve calisanlari ikna edecek bir mem degil. Temel koordinatlar degistikten sonrasina iliskin kucuk de olsa ipuclarini vermek,oncelikli olarak calisanlari ve sonucta toplumun tum kesimlerini bu isin oluruna he dedirtmek gerekiyor. SSCBden sonra ise bu zaten olmazsa olmaz artik. Gramsci’nin mevzi savasinin temel mantigi saniyor sanirim.

  39. nasıl yapmalı bahsi çok uzun tartışma gerektirir bence.
    biz daha ne olduğu meselesini dahi yeterince konuştuk mu ki?
    mesela şu emperyalizm, hala anlamlı bir kavram mıdır? yoksa ulus devlet savunurlarının son sığınağı mı?
    kim izah eder, bilemem ama benim bu konuda bilgilenmeye ikna olmaya cidden ihtiyacım var, her ne kadar lenini okudumsa da…abcsinden dahi başlanmasında bence sakınca yok. bazen bildiğimizi sandıklarımızında güncellenmesi gerekmez mi?

  40. Var aslinda. Dusuncelere ve kisilere imanla ve peygamberce degil, kazanmak icin onlarin fikirlerinden yararlanmaliyiz mantigiyla bakanlat var. Mesela radikal solun soyle ucuncu dunyaci olmayan ve ABDyi buyuk Oteki gibi gormeyen ilk elestirileri Michael Kidron’lardan geliyor bildigim kadariyla.

    Temelde soyledikleri su: Lenin zamaninda bile emperyalizm, Lenin’in ve onun da ilham aldigi dusunceleri ortaya atan Hilferding ve Buharin’in fikirlerindeki gibi bir sey degildi. Somurgecilik zaten sakat bir kavram. Kolonyalizm somurgecilik halinde sunulunca emperyalizmin ucuncu dunya ulkeleri disinda pek bir olayi yok gibi goruluyor. Oysa 1945 sonrasi somurgelerin bagimsizlasmalarini goruyoruz. vs..

  41. HAYALLER,GERCEKLER, GERZEKLER

    BDP, karısını döven Özgür Gündem yazarı Hayri Tunç’u gazete zarar görmesin diye korumaya alarak, mağdur eşinin şikâyette bulunmasını önlemeye çalıştı. PKK’ya yakın Özgür Gündem gazetesi yazarı Hayri Tunç, BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel başta olmak üzere partililerin aracılığıyla kendisinden 10 yaş küçük Y.G. ile evlendirildi. Sebahat Tuncel ile Abdullah Öcalan’ın avukatı Doğan Erbaş’ın katıldığı düğünle evlenen çift arasında kısa sürede anlaşmazlıklar baş gösterdi. Önce eşine psikolojik şiddet uygulayan Tunç, sonra da feci şekilde dövdü. Hastaneye giden genç kadına verilen darp raporunda kolunda ısırık izleri, sol elmacık kemikte ezilme ve sağ kolda yarık bulunduğu belirtildi.

    ‘ŞİKÂYETÇİ OLMA’

    Savcılığa suç duyurusunda bulunmak isteyen Y. G.’ye bu kez BDP’li yöneticilerden “Partimiz ve gazete zarar görür. Şikâyetçi olma” baskısı geldi. Ancak genç kadın tüm baskılara rağmen darp raporuyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na giderek, şikayet dilekçesi verdi. Dilekçesinde eşinin kendisini darp ettiğini, eşi ve ailesi tarafından dolandırıldığını belirten Y.G., memleketi Bingöl’e döndükten sonra boşanma davası da açtı. SABAH’a yaptığı açıklamada “BDP yöneticileri susmamı istedi. En çok da bu zoruma gitti. Susmayacağım, davalarımın arkasındayım” diyen genç kadın, eşinin ailesiyle birlikte kendisini darp ettiğini, 70 bin liralık düğün gelirine el konulduğunu ve 87 bin liralık borçlu dükkânın usulsüz şekilde üzerine geçirildiğini söyledi. Boşanma davası Bingöl Aile Mahkemesi’nde devam eden Y.G. şöyle devam etti: “Hayri Tunç ve ailesi benim altınlarımı aldı. Beni BDP yöneticileri istedi. Düğünümüze katıldılar. Düğünün ikinci günü 70 bin TL’lik takılarıma el koydular. Bana şiddet uyguladılar. Dükkânın borcunu bana yıktılar, dolandırıldım. Bir de dayak attılar.” Hayri Tunç’un, bir arkadaş ortamında tanıştığı Bingöllü Y.G. ile evlenmek için BDP’yi araya sokması üzerine Bingöl BDP İl Başkanı Halis Yurtsever ve beraberindeki partililerin kız istemeye gittiği öğrenildi. Ailenin rızasıyla 29 Ekim 2011’de evlenen çiftin düğününde BDP İstanbul Milletvekili Tuncel gelinle birlikte halay çekti. Ancak çiftin resmi nikahı Y.G.’nin ısrarları sonucu evlendikten 4 ay sonra kıyıldı. Düğünde toplanan yaklaşık 70 bin TL’ye Tunç ailesi tarafından el konulduğu için kızan gelinin ailesi nikâha katılmadığı için Y. G.’nin nikâh şahitleri belediyenin temizlik personeli oldu.

    AİLECE DÖVDÜLER

    18 Temmuz 2012’de ise eşinin telefonda başka bir kadınla mesajlaşmasına tepki gösteren Y.G. çıkan tartışma sonucu kocası tarafından darp edildi. Y.G., Hayri Tunç’un saçından sürükleyerek götürdüğü babasının evinde de Tunç’un kardeşleri ve halası tarafından darp edildi. Kaçarak polise sığınan ve kıyafetleri yırtılmış halde Haseki Hastanesi’ne götürülen kadın bir gece hastanede kaldı ve darp raporu verildi. Bu gelişmelerden sonra Hayri Tunç’un, kendisine boşanma davası açan Y. G. hakkında, “Olayı basına sızdırırsa ben de uygunsuz fotoğraflarını yayarım” şeklinde tehditler savurduğu iddia edilirken, BDP yönetimi ve Özgür Gündem gazetesindeki birçok ismin de Y. G.’yi arayarak “Bu olay basına intikal etmesin. Parti ve gazete zedelenir” dediği öğrenildi. Sebahat Tuncel’in genç kadına haber yollayarak “Borçları üzerinden kaldıracaklar. Basında haber olmasın” dediği öne sürüldü. Ayrıca Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in de aracılar kanalı ile Y.G.’ye ulaşarak şikâyetçi olmamasını, olayı basına intikal ettirmemesini istediği iddia edildi.

    BORÇLU ÇIKARDILAR

    İstanbul Fatih’teki özel bir hastanede kadın doğum asistanı olarak çalışan Y.G., düğününde toplanan 30 bin lira para ve 40 bin liraya yakın ziynet eşyasına eşinin ailesi tarafından el konulduğuna ilişkin savcılığa şikayette bulundu. Y.G., dilekçesinde altınları kendisinden alındığı için eşinin kitapçı dükkânını üzerine yapmak istediğini ve buna sevindiğini anlattı. Y.G.’den alınan imza ile gerçekten de dükkân genç kadının üzerine yapıldı. Ancak o imza Y.G.’nin başına bela oldu. Genç kadın, kitap dükkânı ile birlikte 14 bin liralık vergi borcu ve bankalardan toplam 87 bin liralık krediyi devraldığını fark etmedi. Y.G., yurtdışına çıkmak için yaptığı vize başvurusu “Borçlarınız var” denilerek onaylanmayınca gerçeği öğrendi.

  42. Kidronun yazısının benim gibi ingilizce özürlülere türkçesi yok mu?
    Emperyalizm kavramını emperyalist- kolonyalist ülkeler ikilemi, dolayısıyla DEVLET(ler) dışından bir okuma mıdır bu yazı? eğer öyleyse bir an önce okumalıyım, yardımcı olacak olana müteşekkirim.
    ancak tam böyle de düşünmüyorum.
    Emperyalizm diye nitelenebilecek bir dönemin yaşandığını ve leninin tezinin zamanı için genelde doğru ve haklı olduğunu kabul ediyorum. Sermayenin temerküzünde böylesi ulusal karakterli bir dönem yaşandığı için, emperyal ve sömürge ayrımına dayanan bu görüşe, evet, diyorum. itirazım onun “dönemselliğinin” görmezden gelinmesine.
    kısaca sermaye bir dönem (merkezileşip yoğunlaşmasının geri bir aşamasında) ulus devletinin teritoryal sınırları içinde, devletinin koruması altında “ulusal sermaye” biçiminde birikim sağlamış, banka ve sanayi sermayesi olarak “finans kapitale” dönüşerek kartel-tekel benzeri aşamalaradan geçmiştir.. Sonra da geri ülkelerdeki (ülke kavramı da o sermaye tarafından içeriklendirilir) sömürü için kolonyalizm uygulamalarına girişmiş, dolayısıyla “mazlum halkları da “ulusal” işçi sınıfı gibi sömürmüştür.
    ancak, süreç burda duramazdı nitekim de durmamıştır: birikim miktarındaki artışa paralel olarak sermaye ulusal karakterinden (tarihsel kazaların geciktirmelerine rağmen)çıkıp, küresel bir nitelik almıştır.Artık tek tek ülke adı üzerinden değil; küresel sermaye hareketlerinden söz etmek gerekir. Kahrolsun ABD ya da hangisiyse benzeri ülke üstünden ifadeler anlamsızdır. Bugün sermayenin başat karakteri onun küresel işleyiş düzeninin hem bir yandan inşa edicisi hem de (kendi uyum sağladığı gibi/oranda şeylere uyum da sağlatan) adaptörü olmasıdır. Sermaye ulus, din gibi ideolojilerı kullanarak ayrıksı duran devletleri aşındırarak,kontrollerindeki küçük sermayecikleri genel temerküze hızla dahil etmektedir. ve bu uğurda militarist-millici sermaye artıklarıyla kıran kırana mücadele etmektedir. (örneğin günümüz ortadoğusundaki ekonomik-siyasi deprem).O artık din-ulus benzeri sorunları kendine dahil ederek çözerken, doğasını belirleyen o tek yasaya uymada gitgide daha rahat hareket edebilmektedir; “en kısa zamanda en yüksek kar!”.Bu yasaya uyması demek,ulusal-dinsel- ekonomik başka hiç bir şeyin onu barajlayamayacağı demektir. Bir anlamda geciktirilmesinin, temerküz etmesi sürecinin engellenmesi nafile çabalarının öcünü alırcasına, ivmelenmektedir.
    Bu sürecin uzamasında SSCB nin ulus-devletci sosyalizm anlayışının etkisi çok büyüktür. SSCB vb oluşumlar sermayenin gelişim seyrine aykırı düşen birer “tarihsel kaza” sayılmalıdır.
    Sonuç olarak sermaye merkezileşip yoğunlaşma sürecinde “emperyalizm çağından” çıkıp, “globalizm” dönemine girmişken, emeğin mücadelesinin de bu gerçeği görerek verilmesi gerekir.

  43. Yazinin turkcesini bulamadim. Bu fikirler aslinda DSIPin elinde rehin olarak kalmis ne yazik ki. Onlar da o anda islerine gelirse cevirip piyasaya veriyorlar. Dolayisiyla toplu bir fikir ortaya cikmiyor. Dedigim gibi fikirlere ve kisilere peygamber sozuymus gibi “iman”sa zaten elestirel dusunceleri yok ediyor.

    SSCByi ise kapitalist kabul etmek gerekiyor bence. Cunku yalnizca o ulkeye odaklanirsak ayni bir fabrikanin ici gibi meta alis verisi gormuyoruz. Tam tersine planlarla “buyuyen” bir ekonomi goruyoruz. Ama yine tipki bir fabrika gibi disaridaki rekabet (askeri ve ekonomik) iceride calisanlarin arti degerinin somuruldugu bir sistem yaratiyor. Krizlerden verimsizlige kadar her kapitalist ozellik mevcut. Yalnizca bayrak kizil.

    Sanirim Kidron’in bir baska katkisi da sizin bahsettiginiz “uzama” meselesini ekonomik olarak aciklamasi. 1945-1968 arasi 23 yil boyunca birakin krizi tek bir dalgalanma gostermeyen dunya kapitalist ekonomisini “surekli silahlanma ekonomisi” dusuncesiyle aciklamaya calisiyor. Tabi alt yapi emperyalizmin degisen yapisi. Onun turkcesi var. Ama simdi bir goz attim bulamadim brosuru nette. Yine rehin tutmus olabilirler. 🙂

  44. tavsiye ve açıklamalar için teşekküe ederim.

  45. EKOSOSYALİZM SEMİNERLERİ – I

    Pazar, 02 Aralık 2012

    Küresel ekolojik kriz insanlığın tarihinde karşılaştığı en büyük meydan okumayı oluşturuyor. Ekolojik krizin ulaştığı boyut ve yarattığı tehdit tüm düşünsel ve siyasal geleneklerin bu krize yanıt verebilmek için bir biçimde paradigmalarının merkezine ekolojik bir farkındalık eklemlemelerine yol açmakta. İnsanlığın ve yeryüzündeki canlı yaşamının geleceği ekolojik krize verilecek yanıtta düğümlendiğinden içerisinde bulunulan yüzyılda insan-doğa ilişkisinin seyrine ilişkin tatmin edici cevaplar üretemeyen düşünsel ve siyasal geleneklerin geleceğinin olmayacağı tespitinde bulunmak mümkün. Bu sunuşta insanlığın doğayla ilişkisinde girdiği kritik eşiği aşması için gerçekleştirmesi zorunlu olan ekolojik devrim ve bu devrimi gerçekleştirmek için uygulanabilecek stratejik yönelimin anahatları tartışılmaya çalışılacaktır.
    Ekolojik Devrim ve Ekososyalist bir Stratejinin Temelleri
    Ekososyalizm Seminerleri – I
    Stefo Benlisoy

    Tarih: 3 Aralık 2012 Pazartesi, 16.00
    Yer: Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs
    Özger Arnas – Kırmızı Salon

    Öğrenci Kooperatifi Çalışma Grubu etkinliğidir.

    Stefo Benlisoy, 1976 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde lisans, aynı üniversitede Tarih alanında yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Halen İstanbul Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Ekoloji Kolektifi Derneği üyesidir. Ekososyalist Dergi Kolektif, Mesele, Sosyalist Demokrasi için Yeniyol, Tarih ve Toplum ve Toplumsal Tarih gibi dergilerde çeşitli yazıları yayımlanmıştır.

    ( http://www.ekolojistler.org )