TÜYAP’ın Kaplumbağaları…

 

 

Bir arkadaşım çok isabetli özetledi durumu: “Oraya kitap okuyucusu değil, kitap tüketicisi gidiyor.”

Dolayısıyla kitabevleri de kitap yayınlama değil, kitap ürününü pazarlama konumunda oluyor.

Zaten, önüme ilk telif sözleşmesi geldiğinde epeyce yadırgamıştım. Sözleşmede kitaba “ürün” deniyordu.

Kimdir bu Tüyap? Bir şahıs değil elbette. Bir pazarlama kurumu. Ardında hangi sermaye grubu var, allah bilir. Beylikdüzü’ndeki o uzak diyarda bir hafta araba pazarlanıyor; başka bir hafta en gelişmiş bilgisayarlar; bu hafta da kitap adı verilen ürünler sunuluyor kitap tüketicilerine.

Bu Tüyap’ın baş koordinatörü Deniz Kavukçuoğlu’nu tanıyorum. Bir zamanlar tanıyordum demek daha doğru olur. Artık o kadar “yüksek”lerde ki, sekreterler barikatını yararak kendisine ulaşmak mümkün değil. Tüyap dolayısıyla yüzünü ekranlarda görmek mümkün tabii ki.

“Büyük yazarlar” Deniz Kavukçuoğlu kadar ulaşılmaz değil. Onları bizim gibi fanilerin arasında görmek mümkün, en azından Tüyap’ta. Tüyap’ın bu iyiliğini unutmamak gerekir. Normal zamanlarda ulaşmamız mümkün olmayan yazarlarımızı ayağımıza kadar getiriyor. Onları görmek, hatta dokunmak, imzalarını almak istiyorsanız Tüyap’ın bu hizmetinden faydalanmanız işten bile değil. Gerçi sizinle bir dakikadan fazla çene çalmaları mümkün değildir. Hatta bir dakika bile fazla. Sırada bekleyenler var ve yazarımız sizi bir an önce başından savıp sıradakilere imza sallamak zorunda.

Bu yılki onur yazarı Gülten Dayıoğlu’nu gördüm orada. Çocuk hikâyeleri yazarı. Yaşlı bir hanımefendi, tonton, sevimli bir insan. Önündeki, çoğunlukla çocuklardan oluşan kuyruğun sonunu görmek mümkün değil. Kadıncağız, “sevgili çocuklarını” tanıma olanağına bile kavuşamadan imza atmak zorunda kitaplarına. Yayınevi ellerini oğuşturuyor tabii. Ürün satışları çok iyi!

Kitap bolluğundan gözlerim ve beynim uyuşmuş, artık bir kitabı diğerinden ayırt edemez bir halde stantlar arasında serseri mayın gibi dolaşırken Vural Savaş’ı gördüm. Hani şu ulusalcı cumhuriyet savcısı. Bir zamanlar epeyce esip üfürürdü. O cumhuriyet savcısı haşmetinden ve haşinliğinden eser kalmamış. Bence yazar olmak ona iyi gelmiş. Yaşlansa da eski haline göre çok daha insan. Tezgâhın gerisinde sessizce oturuyor, müşteri bekliyor, gelip geçene gülümsüyor hatta. İçimden, yanına yaklaşıp bir şaka yapmak geldi ama yapmadım. Bunun “düşene” vurmak gibi olacağını hissettim. Yanına yaklaşıp, “kovuşturma emirlerini imzalamak mı, yoksa kitap imzalamak mı daha iyi bir şey, Vural bey?” diye sorsaydım, cevabı ne olurdu acaba?

Kitap imzalayan çoğu “büyük yazar”ımızı tanıyordum. Çoğu eski sol harekettendir. Programa bakıp, imza attıkları yerin yakınına yaklaşarak bir selam sallayabilirdim. İçimden gelmedi doğrusu. Sanki onları “suçüstü” yakalamışım gibi bir duyguyu tatmak istemediğimden belki de.

Ben daha çok “küçük yazar”ların pineklediği ya da sinek avladığı 4 nolu koridorda dolaşmayı tercih ettim. Tüyap fuarı bir yarış pisti. Dünyanın en yavaş hayvanı kaplumbağa ile dünyanın en kızlı koşan hayvanı çitanın yarıştırıldığı bir pist bu. Kaplumbağanın kaybettiği baştan belli. Çünkü tüketici, büyük yayınevlerinin bulunduğu, kalabalığın kitaplara üşüştüğü parlak ışıklı büyük salonları tercih ediyor doğal olarak. Dolayısıyla “kaplumbağa”ların bulunduğu sönük koridorları görmüyor bile çılgın kalabalıklar. Kazara, ayakyoluna falan giderken oradan geçenler de, küçümseyerek, şöyle bir gezdiriyorlar kitapların üzerinde gözlerini. Zaten çoğu stant bir kundura tamircisi dükkânı büyüklüğünde.

Yaba yayınlarının sahibi Aydın Doğan’ı görmüştüm fuardan önce. Bana önemli bir şey söyledi. “Fuar Odakule’deyken küçük yayınevleri çok daha avantajlıydı” dedi, “oraya gelen insanlar, hiç değilse bizi de görürlerdi, önümüzden geçerlerdi.” Anlayacağınız, seçimlerdeki %10 barajı gibi bir şey bu. Küçüklere en ufak bir şans tanınmıyor. Fuarın şehrin merkezindeki Odakule’den ta cehennemin dibindeki Beylikdüzü’ne taşınmasının üstünde hiç durmayayım artık. Kitap tüketicisi yine de övgüye değer. O kadar yolu göze alıp gelebiliyorlar.

4 numaralı “ayakyolu” koridorunda kitap işinin gerçek emektarlarına rastlamak mümkün ama tüketicinin %99’unun aradığı onlar değil. %1’i oluşturan bilinçli kitap okuyucusu gelip buluyor onları. Zaten onlar reklam edilen kitabı almaya değil, aradığı kitabı almaya geliyor. Çok çok önemli bir fark bu.

İşte Masis Kürkçügil orada, Ahmet Nesin orada, Eşber Yağmurdereli orada, Sezai Sarıoğlu orada. Türkiye’nin en eski Troçkisti Masis Kürkçügil, Troçki’nin kitaplarını basan Yazın yayınevinin stantının arkasında, ayakta duruyor, en yakın arkadaşından bile daha iyi tanıdığı Troçki’nin özellikleri, hayatı, fikirleri üzerine konuşuyor ilgilenenlerle. Troçki’nin İspanya İç Savaşını tahlil eden kitabını gösterip, “POUM’a karşı neden öyle sert bir tutumu vardı Troçki’nin?” diye soruyorum (İspanya iç savaşı sırasında, Stalinistlerin, anarşistlerin yanı sıra saldırdığı bir parti olan POUM, içinde Troçkistlerin de yer aldığı devrimci-Marksistlerin partisiydi ve Troçki’nin sert eleştirilerine maruz kalmıştı nedense). İtiraf edeyim ki, bunu sorarken, sıkı bir 4. Enternasyonalci olan Masis’in Troçki’nin bu tutumunu da savunacağını düşünmüştüm. Öyle olmadı. “Üstat, bu konuda bir eşeklik yapmıştır” dedi. Bunu duyduğuma sevindim.

Beni sevindiren bir başka olay daha yaşadım o 4 nolu “ayakyolu”nda. Bir de baktım, o dar kundura tamircisi dükkânlarından birinde, ta 1966 yılından beri tanıdığım ve Yarılma’da kendisinden söz ettiğim öğretmen-yazar Zeki Sarıhan oturuyor. Yanında da içeriye zor bela sığışabilmiş bir arkadaşı. İşte eski arkadaşımız Deniz Kavukçuoğlu’nun “kaplumbağa”lara reva gördüğü yer bu kadarcık. Yıllardır ısrarla çıkmaya devam eden Öğretmen Dünyası dergisinin stantı burası. Zeki’nin yanına yaklaşıp, “selam Zeki Sarıhan” dedim, soyadını da söyledim ki, onu kesin tanıdığımı anlasın, bir yere kaçamasın. “Oooo merhaba” dedi. Elimden böyle diyerek kurtulamazdı. “Beni tanıdın mı” diye sordum. “Vallahi tanıyacağım ama” diye mırıldandı, böyle zor durumda kalanların her zaman yaptığı gibi. “Öyle tanıyacağım falan olmaz. Ben bir tur atacağım. Üç dakika sonra geleceğim. Sen de bu arada iyice bir düşün bakalım” dedim.

 

Üç dakika sonra geldiğimde, tabii ki Zeki beni hâlâ tanıyamamıştı. “Gel otur hele şuraya” dedi, arkadaşı kalktı, o daracık yere ben sıkıştım. Tahmin ettiğim gibi beni tanıyamamıştı. Bunun üzerine aramızda tuhaf bir soru-cevap diyaloğu geçti. O da soruyordu ama soruları soran daha çok bendim, ona bir şeyleri hatırlatabilmek için. “Dev-Genç davasındakileri bir düşün bakalım” dedim. Saydığı isimler arasında ben yoktum. Mecburen saymadığı isimleri hatırlattım. Sonra da, “Peki Gün Zileli” dedim, “o ne yapıyor şimdi?” “O İngiltere’de” dedi, “duyduğuma göre anarşizmin kara bayrağını yükseltmiş.” “İşte o kara bayrağı yükselten Gün Zileli karşında” dedim, artık daha fazla dayanamayıp.

Yarım saat kadar sohbet ettik. Çerkes Etem ve kurtuluş savaşı hakkındaki görüşlerine ne kadar karşı olursam olayım, dürüstlüğüne her zaman güvendiğim bir devrimci ve sosyalistti  Zeki Sarıhan. Ve bu güvenimin hiç de yersiz olmadığını, beni çok sevindiren bir açıklamasıyla gördüm: Zeki Sarıhan, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunlarındaki milliyetçi tutumu dolayısıyla İP’ten istifa etmişti.

Ne kadar sevindiğimi anlatamam. Tüyap’tan çıkmış, metrobüs duraklarına doğru yürürken dürüst insanların eninde sonunda düzgün bir tutum alabildiklerini görmenin sevinciyle uçuyordum adeta.

İnsana (ve kaplumbağaya!) güvenmek güzel şey be kardeşim!

 

Gün Zileli

20 Kasım 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Gündoğusu Dergisinin Aralık 2012, 5. Sayısında yayımlanmıştır.

Not: Zeki Sarıhan’ın İP’ten istifa mektubu konuk yazılar bölümünde bulunmaktadır. G.Z.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Ne Mutsuz Yunanım Diyene!

Artıgerçek Nikos Dimu, Ne Mutsuz Yunanım Diyen!, Çev: Herkül Millas, İstos, 2017 (ilk Yunanistan basımı: …

20 Yorumlar

  1. felsefe tarihinin en önemli paradokslarından biri “Aşil ve kaplumbağa’nın yarışı”dır.Kıbrıslı Filozof Zenon’a göre Aşil çok hızlı olmasına karşın asla Kaplumbağaya yetişemeyecektir.

  2. Kaplumbağa adımlarıyla da olsa dürüst davranıp doğruya yakın kulvarlarda koşmaya durmak güzel bi şey tabii Gün abi..Tıpkı Zeki Sarıhan gibi…Ama yetmiyor tabii…Yetmediği gibi daha çok itiliyorlar,nefessiz bırakılıyorlar küçük kunduracı dükkanlarında..

    Bi de enteresan olan şudur ki bunu okur bile anlayamıyor ya da anlamak istemiyor…Kitabı yazan ünlü yazar ile dışarıdaki yazar-insan arasında davranış farkı var gibi geliyor bana…Bu gördüğüm ve seninde söylemeye çalıştığın yabancılaşma beni de ya da bizleri de soğutuyor bu ikili davranış biçimine karşı…Ayrıcalıkları ve eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri sivri ve usta kalemiyle işleyen yazarın-yazarların kunduracı dükkanlarına sıkıştırılan meslektaşlarının durumunu protesto etmeleri gerekmiyormu?Bu nasıl bi iki yüzlülük ve aldırmazlıktır….

  3. Zeki Sarıhan’a ben de buradan sevgilerimi iletiyorum. Şanal’a da tabii. 12 Mart’ın Dev-Genç koğuşu ranza komşum!

    Tüyap Kitap Fuarı’nın dört no.lu ayakyolu koridoru, bir yüce gönüllülükle ucuza/bedavaya yakın pazarlanan tüketim fazlası yer. Diğer fuarlarda da var bu “left-over” kutucuklar.

    “Business” söz konusu olunca kitap da “ürün”, yayıncı da işveren oluyor. 500 sayfalık kitap çevirisi ölsen dirilsen birkaçbin ediyor.

  4. Zeki Sarıhan’la Silivri yolculuklarında (2008-2009) birlikte aynı otobüsle gider gelirdik Ankara’ya. Sabaha kadar uyumaz, koltuğun yanan küçük ışığında devamlı kitap okurdu. Mütevazi olduğu kadar herkesin dostuydu parti içinde. Ayrıldığını yeni duydum… İP için bir kayıp.

  5. Beylikdüzü’ne birkez gittim. Gün Abi’nin dediği gibi, izini zor şürmüş, yol bitmek bilmemişti. Önce kaos yayınları, ardından loş koridorlardaki insanlara ulaşmıştım. Satış pek umurlarında değildi. Uzunca bir süre onlarla tatlı konuşmalarım oldu. Diskodaki avcıların dev stantları insanın üstüne yıkılır gibiydi. Yıllar sonra ulaşılması güç, keskin bir yaratıcılık ve dehayla yazılan onlarca şiir ve romanın yazarı, kendilerine ayrılan bu tapınakları görmüş olsalardı; sanırım elleri çok isteklice kalemlerine gitmezdi. Gördüğüm kadarıyla buna az sayıdaki dar ve loş koridor pazarlayıcıları da dahildir. Ancak kitap yüzyıllardır bir pazarlama unsuru, matbaadan fışkıran eşsiz bir ışın demeti ürünü gibi görülse de, insanların o veya bu stantın yakınında bulunması genede bir umut kaynağıdır. Çünkü akılalmaz bilgi bombardımanı yaşadığımız bu çağda, hala bizi sorgulamaya iten, hala insan olduğumuzu hatırlatan yazarlar, ticari bir amaç için olsa da büyük yayınevlerinin tekelinden kurtulup sadece onları değil, okuyucuların da düşsel dünyasını zenginleştirmeye devam ediyorlar. Sadece bu yüzden bile bu konuda keskin bir yargılamaya gitmiyorum. Ancak seri üretimle coşan bu fabrikalar, onlarca baskıdan sonra bile imla, yazım ve anlatım bozukluklarına saygısızca devam ediyorlar. Ama arkadaki etikette hiçbir zaman hata olmuyor.

    Paranın kendisinin suyunu çeke çeke yok olduğu, sanat denilenin, “sanatçıların” sanatından özgürleşip, tüm insanlığa yayılması ve dolayısı ile sanat kavramının ortadan kalkması, kitapların değil fuarların yakılması, velhasıl, şiir ve romanların gerçek ruhlarına kavuşacağı günler dileğiyle..

  6. Yer: Tüyap’ın şatafatlı İletişim Yayınları Standı…
    Soru: Gün Zileli’nin “Sığınmacılar” adlı kitabını rica edecektim?
    Cevap: Gün Zileli?!? O Cumhuriyet Kitap’da galiba!?
    Diyerek yeğeni Ümit Zileli’yi kasteden, kendi yazarını dahi tanımayan yayıncı kılıklı pazarlamacıların olduğu garip bir yerdi orası.
    Yarılma, Havariler ve Sapak’tan sonra okumayı istediğim serinin son kitabına maalesef ki Kitap Fuarı adı verilen AVM gezicilerinin doldurduğu yerde bulamadım.

    Maalesef eserlerin aranıp bulunmak istediği dönemi geride bıraktık.Devir seri üretim reklamcılık dönemi…

  7. Zaten dağıtımları berbat. Kendi standlarındaki manzara ise bu. Yani kendi standlarında kendi bastıkları kitapları satmaktan bsile acizler.

  8. Sol'un anlami: Aydin-bürokrat diktatörlügü

    Dr. Melike’yi ölüme sürükleyen şikayetin ayrıntıları ortaya çıktı. 82 yaşındaki babasının sondasının değiştirilmediğİni belirten vatandaş şikayetçi olmuş. Başhekimlik gönderdiği yazıyla savunma istedi

    Mete YILMAZ AKSAM
    Hakkındaki sikayet üzerine savunmasını yapıp çalıştığı İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nden atlayan Asistan Dr. Melike Erdem (30)’i ölüme götüren süreç netleşiyor… Sağlık Bakanlığı’nın ‘adı geçen doktora ilişkin bir şikayet yok’ açıklamasına rağmen olay adım adım şöyle gelişti…
    SAĞLIK Bakanlığı İletişim Merkezi (SABİM)’ne 22 Kasım’da M. A. adlı hasta yakını tarafından şikayette bulunuldu. M.A. şöyle dedi: 22 Kasım, 17.00-18.00 civarında 82 yaşındaki özürlü babam A.A.’nın sondasının değiştirilmesi için Acil Servise başvurdum. Acil, beni Üroloji’ye yönlendirdi. Hekim ‘Değiştirmek zorundalar, bana havale etmelerine gerek yok’ dedi. Tekrar Acil’e geldim. İsmini bilmediğim doktor değiştiremeyeceğini yarın polikliniğe gelmemizi söyledi. Sondayı değiştirmeden eve döndüm. Acil’de görevli ismini bilmediğim doktordan şikayetçiyim…’ SABİM şikayeti, hastane baştabipliğine iletti. Başhekim Dr. Mehmet Salih Gürel imzasıyla, Dr. Melike Erdem’e 28 Kasım’da iletilen yazı ise şöyle: M.A. tarafından SABİM hattına şikayette bulunulmuştur. Yazılı görüşünüzü 3 gün içinde bilgisayar ortamında yazarak Baştabipliğe teslim etmenizi rica ederim.
    GÖZ İÇİN GELMİŞTİ
    ERDEM, 30 Kasım’daki savunmasında şu yanıtı verdi: ‘Hasta, göz polikliniğe geldiğini belirtip prostat şikayeti bulunduğunu, özürlü olduğu için mevcut saatlerde poliklinik başvurusunun zor olduğunu, gelmişken sonda değişimi ve üroloji doktoruyla görüşmek istediğini iletmiştir. Bunun üzerine ürolojide konsülte edilmiş, bir daha acile uğramamıştır.’.
    DR Melike, bu savunmadan birkaç saat sonra 6. kattan atladı.

    Hiçbir filtreleme yok
    İSTANBUL Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu, SABİM hattına hekimlerin neden tepki gösterdiğini anlattı: Her şikayet neredeyse hiç filtrelemeye tabi tutulmadan hekime soruşturma olarak yansıyor. Yetkili mantıklı olup olmadığına bakmadan soruşturma açıyor. İfadeye çağırıyor. Bu durum şikayetçiye bildiriliyor. Böylece popülizm yapılıyor. Ayda 13 – 14 nöbet tutan ve gecede 500 hastaya bakan hekimler sıklıkla bu soruşturmalara maruz kalınca kendilerini değersiz görmeye başlıyor.

    Sağlıkçı hastaya kırdırılıyor
    DR. Erdem’in meslektaşları dün iki saat iş bıraktı. İ.Ü. Tıp Fakültesi bahçesinde toplanan sağlık çalışanları, ‘Alo 184 Sabim Sağlıkçı Taciz Hattı Kapatılsın. Sağlık Bakanı İstifa Etsin’ yazılı pankart açtı. Ellerinde Doktor Erdem’in fotoğraflarını taşıyan topluluk, Erdem’in intihar ettiği hastane bahçesine kadar yürüyerek karanfiller bıraktı. T TB Başkanı Özdemir Aktan, sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin tırmandığını belirtti. İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu da sağlık çalışanlarını hastalara kırdıran ‘Alo 184’ hattının kapatılması gerektiğini vurguladı.

  9. Laz'in son sözleri

    idam sehpasindaki Temel’in son sözleri: “bu baa iyi pir ters oldi”

  10. Ya polis, sen bosver simdi o hikayeleri de, soylesene bu sendika hikayesine iliskin bir gelisme var mi sizin orda? Radikalde felan iki de bir haber cikiyor Emniyet-sen icin. 32 bin kisi basvurmus. Sen katilmayi dusunmez misin mesela? Dusunmuyorsan ideolojik nedenlerle mi dusunmuyorsun, yani mesela solcu bunlar diye mi istemiyorsun, yoksa o is yas diye mi? Bi anlatsan super olur…

  11. ikide bir çirkin yüzünü gösterme

  12. Tamam soz gostermeyecegim de, sen de su isi bi anlatsana. Nasilsa kendi isminle ya da lakapla felan yazmiyorsun. Birileri gidip, bu gorevini yapmiyo, cene caliyo dese, o ben degilim der kurtarirsin.

    Ciddi ciddi soruyorum, nedir bu sendika olayi? Var mi oluru? Karsisin sen heralde bu ise. Ama neden karsisin? Hakkiniz hukukunuz az da olsa karsilanacak. Hem de sizde torpil morpil adam kayirma felan cok bildigim kadariyla. Hic degilse gorevini duzgun ifa ettiginde, yukselecegini, daha az keyfilik olacagini bileceksin vs. Istemez misiniz boyle bir sey?

    Kusura bakmasinlar diger arkadaslar konu disina ciktim ama meraklandim iste.

  13. Z.Sarıhan-ın son yazıları AKP kuyrukculuğu ve Kılıçdaroğlu yandaşlığı içeriyordu.
    Dahası “yetmez ama evetcilere” yakın duruyordu.
    Kendisine bu eleştirilerimi mail yoluyla ilettim.
    Sarıhan-ı 1974-den beri tanıyorum.
    Birlikte çalışma da yaptık.
    Ancak son geldiği yer AKP-yi “takdir etmek” ve “Kılıçdaroğlu destekciliği” idi.
    Bu görüşlerini bana mail yoluyla da iletti.
    Zaten Zileli-nin Sarıhan-a ilgisi de bu politik dönüşüm bağlamında ele alınmalı.
    Zileli,vazgeçenleri,kıyıya çekilenleri kolluyor ve onların duyarlığını paylaşıyor.
    Ama bu durum Zileli-nin ruhunu rahatlatmayacaktır.

    Teslim olanlar ile direnenler ve savaşanlar ayrım edilebiliyor.

  14. Sayın Ayanoğlu,
    Benim adım Zeki Sarıhan. Gördüğünüz gibi adımla yazıyorum. Siz kimsiniz? Ayanoğlu adında biriyle çalışma yaptığımı hatırlamıyorum. “AKP’ye yakın olmak, direnmekten vazgeçmek” gibi kavramları biraz açar da benim yazılarımdan buna örnek verirseniz gerçek ortaya çıkar. Yoksa sosyalizmden vazgeçip ırkçı bir söyleme sapmış olanların bir kara çalması mıdır yaptığınız? Gerçeği öğrenmek herkesin hakkıdır.

  15. Sn Sarıhan,bu sözleriniz bile son konumunuzu ele veriyor.
    AKP-ye yakınlığınızı ve liberal konumunuzu bu sözleriniz gideremiyor.
    Sn Zileli-nin takdirini de kazanmışsınız.
    “Ah ne yazık,ne yazık ki ona…” diyebiliyoruz.

  16. Hangi cumlesinde son konumunu ele veriyor yaf? Adini soyledigi cumle mi? Yoksa gercegi ogrenmenin herkesin hakki oldugu cumlesi mi? 😀

  17. Kaplumbagalar ve citalar modellemesi yerine acep labirent modellemesi kullansak nasil olur? Hepimiz labirentin icinde cikisi arayan fareler gibiyiz. Yalnizca sagda solda cikmaz yollar yok. Ayni zamanda heryer tuzaklarla dolu. Ilerliyoruz ve her cikmaz sokakta eskiden tanidiklerimizi goruyoruz. Hepsi kendi cikmaz sokaklarini ovup ancak onlarin cikmaz sokaginda oyalanirsak cikisi bulacagimizi soyluyor. Onlara bagiriyoruz, yalvariyoruz, burasi cikmaz sokak, burasi dogru yer degil diyoruz. Ama bizi tipide donmak uzere uyuyan arkadaslarimiz gibi kufurlerle karsiliyorlar. Yalnizca uyanmalarini soylemek yetmez, tokatlamak da gerek bazen. Yoksa olup gidecekler. Tatli ruyalarindan uyandiramayinca tamam sen de burda kal deyip cikisi bulmak icin ilerliyoruz.

    Labirentin cikisi 4. koridordaydi, boyle bir donemde az ilgi gormesi bile bunun isareti. Diger koridorlarda tuzaklar, cikmaz sokaklar, eglenceli ama vakit kaybi cok sey vardi.Ama 4. koridorun da eskimis bir hali yok muydu yani? Benim hissettigim o koridorun aglarinin temizlenmesi gerektigiydi. Uzun sure depolarda kalmis onlarca kitabin kokusunu gidermek gerekiyor biraz. Yeni kitaplarla, yeni insanlarla…

  18. Mantıklı memur

    Ayanoğlu’nun müdavimlerindenim. 🙂 Onun yazdığı forumlara takılmak ve onunla tartışmak ayrı vir zevktir. Hiç değişmeyen, istikrarlı, yanlışlarda ısrarlı bir tarzı vardır.

  19. Konu “Tüyap” iken nerelere gelmiş, yorgunu yokuşa sürmektir bu. Solcunun anlamını aydın bürokrat diye açıklayan kişi konu ayırt etmeyi öğrenseydi, öyle önemli iki konunun ikisi de güme gitmezdi. Tabii bir de Ayanoğlu ayabilseydi…