Yaklaşan Tek Kişi Diktatörlüğüne Karşı Direniş Komiteleri…

  

Bundan iki yıl önce Özgür Üniversite’deki “Demokrasi ve Sol” konulu seminer dizisinde yaptığım ve bir hayli tartışmalı cereyan eden, geçenlerde kendi sitemde (aşk ve devrim: www.gunzileli.com) “Reel Demokrasinin Üç Temeli” başlığıyla yayımladığım konuşmamda “reeldemokrasinin” (reelsosyalizmle bir anıştırma yaparak halihazır burjuva demokrasilerine bu adı takmıştım) üç temelinden söz etmiştim: Birincisi, burjuvazinin çeşitli kesimleri ve hizipleri arasındaki konsensüsü (ve aynı zamanda ezilen sınıf ve kesimlerin sisteme onayını) sağlayan seçim ve parlamento; ikincisi, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki konsensüsü sağlayan toplu sözleşme ve grev hakkı ; üçüncüsü, burjuva bireyle burjuva devleti arasındaki konsensüsü sağlayan bireysel haklar ve hukuk. Buna bir dördüncü temelin daha eklenmesi gerekirdi: burjuva devletinin içindeki yürütme ile yasama ve yargı arasındaki konsensüsü sağlayan kuvvetler ayrılığı.

 

Bugünkü düzende kuvvetler ayrılığını (ki bu “ayrılık” çoğunlukla görüntüsel olsa bile) ortadan kaldırmaya yönelmenin tek bir anlamı vardır, o da, diktatörlük yolunda doludizgin ilerleme eğilimi içinde olan yürütmenin kendisini “zincirleyen” bir takım bağlardan derhal ve acilen kurtulma arzusudur ki, yürütmenin dizginsizce hüküm sürdüğü rejimin adı faşizmden başka bir şey değildir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı”ndan şikayet eden sözlerini “başkanlık sistemine geçiş” hazırlığı olarak yorumlayanlar yanılıyor. Başkanlık veya yarı-başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığı bilinen parlamenter sistemlerdekinden çok daha güçlüdür. Yürütme gücü, bir hükümet konseyi (bakanlar kurulu) yerine tek bir kişide (başkanda) toplandığından başkan burjuva devletinin farklı kurumları tarafından çok daha etkili ve sıkı bir şekilde denetlenir, yargı ve yasama parlamenter rejimlerdeki hükümetten çok daha bağımsızdır. Yasama organı, başkanın dışında bir işlerlik kazanmıştır ve başkanın yürütmesinin önüne çok önemli engeller çıkarabilir.

Tayyip Erdoğan’ın düşündüğü “başkanlık sisteminin” bununla alakası yoktur. Onunkine başkanlık sistemi yerine “otokrat sistemi” demek daha doğru olabilir. Ya da belki Hitler’in şansölye olduktan sonra bir diktatörlük sistemi kurup Reichstag’ı muhalefetsiz bir kuklalar meclisi haline getirdiği faşist rejime benzer bir rejim tasarlandığını söyleyebiliriz.

Bu rejimde Tayyip Erdoğan “Sayın Başkan” olarak bütün yürütme yetkisini elinde toplayacak, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp yargıyı bugünkünden bile daha fazla bir şekilde kendi buyruklarını yerine getiren bir araca dönüştürecek, böylece hukuku ve bireysel hakları da fiiliyatta ortadan kaldıracak, yasamayı (yani parlamentoyu) “Sayın Başkan”ın isteklerinin onay mercii haline getirecek, hatta giderek kendi partisi AKP’yi bile tamamen monolitikleştirip baş sallayan evet efendicimlerden oluşan içi boş bir kabuğa dönüştürecek (şimdiden de bu yoldadır bu parti zaten), bu şekilde otokratın önündeki her türlü engeli ortadan kaldıracaktır. Bunun adı faşizm değildir de nedir?

 

Eğer durum buysa Türkiye’deki faşist diktatörlük karşıtlarının sorunu çok ciddi bir şekilde ele almaları gerekmektedir. Nazilerin kendi diktatörlüklerini yasama yoluyla kurdukları unutulmamalıdır. Geleceğin Tayyipist faşist diktatörlüğü de bugünden parlamento yoluyla adım adım döşenmektedir. Birçok insan, bugünkü yazma ve konuşma koşullarının rahatlatıcı ortamında sanki bu durum ilelebet sürecekmiş gibi bir rahatlık içindedir ki, bu çok büyük bir hatadır. Gerçi günümüzde yazmanın ve konuşmanın ya da mahkemede savunma yapmanın pek de bir önemi kalmamıştır ama yarın öbürsü gün, Tayyipist diktatörlük altında bunlar da lüks olarak görülecek ve ortadan kaldırılacaktır. Türkiye hızla tek kişi diktatörlüğüne doğru gitmektedir.

 

Tarihe dönüp baktığımızda keşke şöyle yapılmasaydı, keşke şu hata işlenmeseydi dediğimiz olur. Örneğin, Hitler’in iktidara yürüdüğü koşullarda komünistlerle sosyal demokratların birbirlerini baş düşman görerek bir ittifaktan kaçınmaları Hitler’in çok işine yaramıştır. Bugün 80 yıl öncesine baktığımızda keşke ittifak yapabilselerdi, belki de Nazilerin iktidara gelmesini engelleyebilirlerdi diyebiliyoruz.

Bugün de böyle bir tarihi momentte yaşadığımızı düşünüyorum. Tayyipist tek kişi diktatörlüğünü önlemek için yapılabilecek her şey yapılmalıdır. Belki de toplumsal güçler bu gidişin önüne öyle bir baraj kurarlar ki, böyle bir diktatörlüğün önü kesilebilir.

Nasıl?

Ben şu özel durumda ilerleyen silindirin önüne çıkarılabilecek hiçbir gücün ihmal edilmemesi, küçümsenmemesi ve önemsemezlik edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani Tayyipist diktatörlüğün karşısına eğer muhafazakâr kesimin, hatta AKP’nin içinden karşı çıkanlar olacaksa onlar dahi ihmal edilmemelidir.

Diğer yandan en önemli nokta şudur: Eğer tek kişi diktatörlüğünü gerçekten önlemek istiyorsak, Tayyipist diktatörlüğün taşlarını döşeyen parlamento gibi kurumların derhal terk edilmesi ve bu diktatörlüğü kendi elleriyle kuracak bu kurumun meşruiyetinin tartışma konusu yapılması zorunludur. Bu parlamento, Tayyipist diktatörlüğün temel kurucu organı olacaktır. Devrimcilerin ya da sosyal demokratların faşizmin kurucusu bir kurumda, bu kuruma meşruiyet sağlayacak bir süs görevi görmesi olacak şey değildir. Sözüm sadece CHP’lilere değildir. Aynı zamanda BDP’nin oradaki varlığı da son derece sakıncalıdır. Faşizme karşı direnmek isteyen meclis üyeleri bu meclisi derhal terk etmelidirler. Bunu yapmadıkları sürece, ilerde Tayyipist diktatörlüğün kurucu organının mensupları olarak anılacaklardır.

Tabii ki tek kişi diktatörlüğüne karşı en büyük direniş odağı sonuç olarak, neoliberal kapitalizmin baskısı altındaki ezilen kitlelerdir. İşyerlerinde, mahallelerde, sokaklarda kurulacak direniş komitelerini bugünden örgütlemenin vakti gelmiştir ve geçmektedir.

Faşizme karşı Direniş Komiteleri.

 

Gün Zileli

18 Aralık 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Birgün’ün 23 Aralık 2012 tarihli “Pazar Eki”nde yayımlanmıştır.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Son Kale !

Artıgerçek Günlük siyasete ilişkin ilgimi son seçimden itibaren neredeyse tümüyle kaybettim. Televizyondaki ilgili programları görür …

50 Yorumlar

  1. Parlementoda ki partiler açısından bakıldığında karşılığını hiç bir biçimde göremeyeceğimiz bi öneri…Ancak sokakta gerçekleştirilmesi mümkün olabilecek bi öneri bu..Grupları ve partileri yöneten ve patronaj durumunda olan şefler aşılabilirse tabii….Ama kim ne derse desin analizinize ve önerinize bi biçimde katılıyorum…Enteresan bi şekilde freni tutmayan bi kamyon gibi açık faşist bi döneme doğru gidiyoruz..İçinde bulunduğumuz dönemi de burjuva demokrasisi olarak da tanımlamıyorum tabii…Parlementoda ki partilere gelirsek MHP’yi bi tarafa alırsak,CHP ve BDP hangi temeller üzerinde anlaşıp da meclisi boşaltacaklar ki……Yüzümüzü yine sokağa dönmek durumunda kalıyoruz…

  2. Faşizme karşı kurulacak parlamento dışı muhalefet odaklarının bileşenleri sadece CHP ve BDP’mi olacak. hangi toplumsal kuvvetlerin direniş için bir araya gelmesinden bahsediyorsunuz? bu kuvvetlerin iktidarı yıkmak ve iktidar olmak gibi hedefleri olacak mı? İktidar hedefi olmadan da kitlelerin Faşizme karşı seferber edilebileceğine inanıyor musunuz?

  3. * CHP ile BDP’nin meclisten çekilebileceğine ihtimal dahi vermiyorum. Daha, tabandan gelen tüm baskılara rağmen “yeni anayasa” komisyonundan bile çekilmeye yanaşmıyorlar.
    * BDP maalesef, şu anda AKP’yle “win-win” oynamaktadır; “biz size başkanlık sistemi için destek verelim, siz de bize bir çeşit yerel-yönetim reformu yapıverin” pazarlığı içindeler. Halbuki AKP’nin tahayyül ettiği “yerel yönetim reformu” ile “demokratik-özerklik” projesi, taban tabana zıttır. Ancak, gel gör ki, hem AKP’li bazı “Kürt” vekillerin yarattığı dezenformasyon, hem GÜNSİAD benzeri kuruluşların bu neoliberal “reformu” iştahla desteklemesi, hem de KCK tutuklamaları sonrası BDP’de iyice zayıflayan antikapitalist perspektifin etkisiyle, BDP’liler demokratik-özerklik projesinden fiilen vazgeçmiş ve neoliberal bir yerel yönetim “reformuna” fit olur hale gelmiştir.
    * Yeni-CHP’nin yapısal sorunu ise, yöneticilerinin TÜSİAD ve Fethullahçı cemaat ile çok içli dışlı olmalarından kaynaklanıyor. Onların şu anki tek hedefi, “Tayyipsiz bir AKP’nin” diktatörlüğü devam ettirmesidir; bunu sağlamak amacıyla Abdullah Gül’ü desteklemeye hazırdırlar. Onların, AKP’nin kurduğu neoliberal-otoriter-islamcı rejim ile bir derdi yoktur; tek dertleri ABD-İsrail bloğu dışındaki emperyalist bloklara kaymayacak “güvenilir” bir kişinin halihazırdaki diktatörlüğü sürdürmesidir.
    * “Faşizme karşı direniş komiteleri” önerisine ise aynen katılıyorum. Hem tekelci-burjuvaziyi (bütün fraksiyonlarıyla) türbülansa sokmayı, hem de bütün muhalif kesimler için bir cazibe merkezi oluşturmayı hedefleyen bu tarz yapıların gerekliliğine ben de inanıyorum.

  4. “hem de KCK tutuklamaları sonrası BDP’de iyice zayıflayan antikapitalist perspektifin etkisiyle” dedim, anlatım bozukluğu oldu.
    Doğrusu: “hem de KCK tutuklamaları sonrası BDP’de antikapitalist perspektifin iyice zayıflamasının da etkisiyle” şeklinde olacak.

  5. KCK tutuklamalarının, Kürt hareketi üzerindeki olası etkilerini iyi öngörebilmiş, eski ama yeniden güncel bir metin: http://demirden-kapilar.blogspot.com/2011/11/kck-nedir-ve-kck-tutuklamalar-ne-anlama.html

  6. CHP ve BDP’den parlamentoda oldukları için söz ettim. esas güç, direniş komitelerinde yer alacak ezilen kesimlerdir. “İktidar hedefi”ne gelince: İktidarı yıkmaya evet, iktidara gelmeye hayır.

  7. ğünarkadaşın., yazısını birğünde okudum., hemen döndüm ve sitesindeki yazı ile ilğiliyorumları okudum.,,,,,,aklıma bir ay kadar önceki sol ve medya adlı yazısı ve yapılan tartışmalar ğeldi., hani şu., ,,,,bu ğazetelerin.,sol, birğün, evrensel.,,ğibi hakkında yazdıkları falan. hafif bir ğülümseme ğeldi yüzüme., selamlar.

  8. Gün Abi yine beni şaşırtıyorsun

    Bireysel haklar ve hukuku, sadece burjuva birey için düşünmene inanamıyorum. Bunlar asıl olarak ezilenler, yönetilenler için değil midir? Zaten demokrasi de bunun için iyi değil midir? Özellikle ezilenler, bu hakları ve hukuku kullanarak, hem bireysel olarak haksızlıklara karşı duracak, hem de sınıfsal ve toplu olarak, demokrasinin sınırlarını genişletip, hak ve özgürlükleri daha ileriye taşıyıp, daha rahat, daha özgür, daha refah bir yaşam hedeflemeyecekler mi?

    Sınırları ne kadar dar, seviyesi ne kadar düşük olsa da ülkemizdeki demokratik ortamı, hukuk düzenini, kazanılmış hakları, bu kadar kolay elinizin tersiyle itebilmenize hayret ediyorum. Acaba hayalmi görüyorum, yoksa ben İran’da, Çin’de, Suriye’ de, Rusya’da, Mısır’da falanmı yaşıyorum, benmi farkında değilim diye.

    Parlamentoyu terkedelim, sokak direniş örgütleri kuralım!!! Sonra napıcaz, çarpışacağız herhalde. Kiminle: AKP hükümetini devirmekten daha yeni yeni vazgeçmiş TSK ile, MİT müsteşarını soruşturmak ve tutuklamak isteyen Polisle. Başka çarpışacak bir güç göremiyorum şu anda

    Merak ediyorum, Tayyip faşizmi nasıl kurulacak? Faşizmi kurmak için hangi silahlı güce dayanacak? Silahlı Kuvvetlere mi, polise mi? Yoksa bilmediğimiz bir silahlı milis gücüne mi?
    Yoksa sizin Direniş Komitelerini kuralım dediğiniz %50 si Tayyibe oy veren ezilen halklamı?

    Gün abi sana geçmişten bir örnek vermek istiyorum: 60 lar ve 70 lerde, eğer sol örgütlerin aklı başında olsaydı, tek vücut olup, doğru siyasetler izleyip, hak ve özgürlükleri en iyi şekilde değerlendirip, arkalarındaki halkın çoğunluğuna en iyi şekilde önderlik etselerdi, mecliste bile çok güçlü bir gurup kuramazlar mıydı? Örneğin o zamanki CHP ile koalisyon kuramazlar mıydı? Ve bu ezilen halk ve yönetilenler için çok iyi olmaz mıydı? Büyük ihtimalle 12 Eylül faşizmi asla olamazdı o şartlarda.

    Bu kadar tecrübeden sonra, şimdi meclisi terkedelim, boşaltalım, direniş komiteleri kuralım diyorsun! Bu önerilerin, 40 sene önceki 70’lerden bile daha geri gittiğini gösteriyor. Umutsuzluğa kapılıp, şaşırıp bakakalıyorum.

  9. ğün arkadaşın yazısını beğendim., birğünde binlerce kişi yazısını okudu., birğün* ün bir işe yaramış olmasına ise çok sevindim……selamlar

  10. “Ben şu özel durumda ilerleyen silindirin önüne çıkarılabilecek hiçbir gücün ihmal edilmemesi, küçümsenmemesi ve önemsemezlik edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani Tayyipist diktatörlüğün karşısına eğer muhafazakâr kesimin, hatta AKP’nin içinden karşı çıkanlar olacaksa onlar dahi ihmal edilmemelidir.”

    Geç de olsa bu saptamaya söyleyecek bir şey yok.
    Ama bu saptamayı devrimciler en az 10 yıldır yapıyor.
    Ve savaşım veriliyor.

    Hani o , Zileli-nin gitmeye cesaret edemediği Silivri Meydanları varya orada veriliyor.

    Ve savaşım cumhuriyetin kazanımları üzerinden veriliyor.

    Bakalım bu saptamayla Zileli daha nereye kadar ilerleyecek…

  11. selam Yalçın, ben sosyolojik olarak bireysel hakların burjuva hakkı olduğu kanaatindeyim. Ama yanıldığın nokta benim bunları küçümsediğim. Bu da burjuvaziyle ait her şeyin küçümseneceği önyargısından geliyor. Oysa durum hiç de öyle değil. Bireysel hak burjuva bireyin burjuva devlete karşı korunması isteğinden doğmuştur ama bunlar insanlığın ve emekçilerin de kazanımıdır aynı zamanda. Dolayısıyla burjuva hakkının (örneğin basın özgürlüğünün de) küçümsenmesi son derece saçmadır. Hatta bazı durumlarda bu hakkı burjuvazi bile savunmaktan vazgeçer ama bizim vazgeçmemiş söz konusu değildir.

    Tayyip bugün ordusuyla polisiyle ve hapishanesiyle devlete dayanmaktadır, dolayısıyla bu somut durumda Tayyipist diktatörlükle mücadele devletle mücadeleden ayrılamaz.

    Parlamento faşizme karşı bir direniş noktası olamaz. 12 Mart’ta askeri yönetimin en büyük dayanağı parlamentoydu. Denizlerin idamı parlamentodaki oylamayla gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül’de parlamento önce feshedilmişse de bu rejim daha sonra parlamento aracılığıyla sürdürülmüştür. Bugün de parlamento faşizmin kalesi durumundadır. Tayyipist tek kişi diktatörlüğü de bu meclis aracılığıyla kurulacaktır. Burada direnmeye çalışmanın hiçbir faydası yoktur. Parlamentonun dışına çıkılarak yapılacak bir mücadele, bir sokak hareketi, bölgesel direnişler, işyeri direnişleri vb. durdurabilir faşizme doğru gidişi ancak.

  12. AKP-faşizmine karşı (haklı olarak) mücadele edecek olanlar, ABD-özelinde cisimleşen şu yanlış uca meyletmemeye özen göstermeliler:
    http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=49139

  13. Yazınızdaki şu kısım kulağımı çok tırmalıyor: “Ben şu özel durumda ilerleyen silindirin önüne çıkarılabilecek hiçbir gücün ihmal edilmemesi, küçümsenmemesi ve önemsemezlik edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani Tayyipist diktatörlüğün karşısına eğer muhafazakâr kesimin, hatta AKP’nin içinden karşı çıkanlar olacaksa onlar dahi ihmal edilmemelidir. ”

    Umarım o kısımda Abdullah Gül’ü kast etmiyorsunuzdur. Çünkü, RTE’nin faşist yüzünü artık saklamadığı şu son aylarda; solda ve liberal cenahta oldukça geniş bir kesimin “Tayyip otoriteryenizmi” diye bir söylem tutturduğu sıralarda Abdullah Gül, RTE’ye yönelik tepki rüzgarlarını kendi lehine kullanmak için son zamanlarda çok “özgürlükçü-demokrat” bir maskeyle gerçek yüzünü gizlemeye özen gösteriyor. Bunun karşılık buluğunu da söyleyebiliriz; TÜSİAD, sol-liberaller, Yeni-CHP ve Fethullahçı cemaat, RTE’ye alternatif olarak açıkça Abdullah Gül’ü destekliyorlar.
    Toparlamak amacıyla soruyorum; üstte alıntıladığım kısımda “Tayyipist diktatörlüğün karşısına eğer muhafazakâr kesimin, hatta AKP’nin içinden karşı çıkanlar olacaksa onlar dahi ihmal edilmemelidir.” derken Abdullah Gül’ü mü kast ettiniz?

  14. Ayanoğlu kendi konumu icabı doğru noktadan vurmuş. Bu direniş komitelerinin, daha önceki direniş komitelerinden farkı ne olacak? Mesela AKP içindeki çatlak sesleri kendimize çekebilmek için söylemlerimizi geri çekecek miyiz? Ya da çekmesek bile o bölümlere vurguyu azaltacak mıyız? CHP’lileri elde edebilmek için CHP’den daha kemalist olmamız gerekiyor mu örneğin?

    Kadim dildeki haliyle, Halk Cephesi mi kuracağız, ki kendi söylemi ve eylemiyle “yandaşlar”ı ürkütmemek, hatta belli ölçülerle onlara uyarlanmak, hedefleri demokrasiyle/Tayyip’in gidişiyle/AKP’nin iktidardan inişiyle sınırlamak demek bu, yoksa mesela çalışanlar ekseninde herkesin kendi sözünü ve eylemini saklamayacağı ama ayrı ayrı yürüyüp, aynı anda vurabilecekleri bir ortam mı arzuluyoruz? Halk cephesi modelini mantıki sonuçlarıyla örnek alan İP var zaten. Onlardan farkımız sırf ideolojimiz mi olacak?

  15. kesinlikle abdullah Gül’ü kastetmedim. Böyle bir şey aklımın köşesinden bile geçmez. Ben bunu ileriye dönük olarak söylemiştim. Mutlaka o parti içinden de bu gidişten rahatsız olanlar çıkabileceğini düşünerek.

  16. Hocam sağolun. “Abdullah Gül’e evet” deseydiniz kalbime inecekti 😀

  17. hayır, halk cephesinin tam tersi. Halk cepheleri partiler ve örgütler koalisyonudur. Ben ise, örgütlerden bağımsız bir taban örgütlenmesi öneriyorum. AKP-Devlet’e direnmek isteyen herkesin içinde yer alabileceği.

  18. senden önce benim kalbime inerdi:)

  19. “İktidar hedefi”ne gelince: İktidarı yıkmaya evet, iktidara gelmeye hayır.”

    Zileli büyük politik saptamasını bir kez daha yinelemiş.
    “İktidarı burjuvaziye hediye etmek.”

    Zileli-nin teslimiyetciliğinin özündeki politik anlayışı budur.
    Bu anlayış gericiliğe ve faşizme direnebilir mi…

  20. Ya Ayanoğlu, sanki bir kez olsun bu dünyada bir faşist rejim, savaş dışında yenilmiş de solcular iktidarı almış gibi konuşuyorsun. Bunun tersi örnekler var tabi de, sen nasıl bunu söylüyorsun ona hayret.

    İtalya var, Amerikan birlikleri Sicilya’dan girdiklerinde kuzeyde ayaklanma çıkıyor, Mussolini’yi ayağından sallandırıyorlar. Sonuç ne oluyor? Bir telefon, çat “Biz Yalta’da anlaştıydık, siz iktidarı teslim ediverin anti-faşist burjuva koalisyona bi zahmet” Fransa var, Overlord’dan hemen sonra Paris’e öylesine uğradıkları zaman FKP’liler Amerikan birliklerini çiçeklerle karşılıyor. Yunanistan var, İngilizler Atina’da kenar mahalleleri bombalıyorlar, sırf komünistler almasın iktidarı diye. Sonuç? Merhum Mihri Belli’de yara izi. Franco’nun iktidara gelişi var, düşüşü var, Salazar’ın düşüşü var, var da var. Ama ortada “iktidarı alan” bir işçi hükümeti neyin yok valla.

    Yok, hata yapıldı, Stalinist bürokrasi dünyayı stabil hale getirebilmek için işçi devrimlerini sattı diyorsan, bundan sonra onların yaptıklarını yapmayacağız, biz iktidarı alacağız diyorsan, benden eyvallah. Ama unutma, rekabet kapitalizmi yeniden canlandırır ve iktidar da yozlaştırır, alarmı kursan iyi edersin. İki yıl bilemedin üç yılın var. Sonrası… Sonrasını biliyorsun zaten.

    Gün abi, ben halk cephesi politikası denilince bir partiler ittifakı vs. algılamıyorum. Genel bir politika algılıyorum. Problem şu: Birileri bizle birlikte olsun diye kendi politik eylemimizi sınırlayacak mıyız? Yani bizle birlikte direnmek isteyen burjuvazinin bir parçası ortaya çıkarsa, onları ürkütmemek için mesela grevleri durdurmaya çalışacak mıyız? Ya da kemalistlerin bu organizmalara hakim olduğu bir anda, birlikteliği zayıflatmamak için onlara yönelik eleştirimizi saklayacak mıyız? Sorduğum buydu. Tabi bu sorunlar ilk inşa zamanına ait değil, gelecekte bir şeyler olursa durumu için. Mesela şimdi grev felan yok. Neyi durduracağız? Kimin için durduracağız? Biz ateşlemeye çalışıyoruz, durdurmaya değil.

  21. kendi adıma bu durdurmalardan hiçbirine taraftar olmadığımı belirteyim. Ancak benim düşündüğüm direniş komiteleri öncelikle özinisiyatife dayanacağından ve basit bir koordinasyonun dışında merkezi bir yönetimi olmayacağından senin belirttiğin hatalı yolu izlemek isteyenler de çıkabilir elbette. ama önemli olan, böyle bir direniş bilincinin insanları bir araya getirmesidir bugünkü aşamada.

  22. Gün Abi;

    Muhafazakar kesimden bu faşizan uygulamalara karşı direnecek bir güç beklemek, AKP’nin truva atları dışında naif bile olsa bir eleştirel açıklama beklemek, hatta bu insanların herhangi bir komitede bu iktidardan gelecek herhangi bir zorbalığa karşı duracağını düşünmek bana çok aşırı bir iyi niyet gibi geliyor. Bu muhafazakar kitlelerin geçmiş pratikleri 12 mart 12 eylül ve mc dönemlerinde silindirin önünde durmak bir yana sol görüşlü ve demokrat insanları ezilsin diye silindirin önüne atmaktan, “sayın muhbir vatandaş” olarak ödüllendirilmekten ibaret olmuştur. Son ODTÜ olaylarındaki açıklamaları ile sizin döneminizde 71 deki ODTÜ olaylarından sonra aynı kesimlerin yaptığı açıklamaları karşılaştırdığında sen bir fark görebiliyormusun.

    Türkiyede insanların döneminin bittiği org’ların çağının başladığı bir dönem yaşıyoruz ve ben şu anda yüzüğü taşıyacak bir özinsiyatif göremiyorum. Yakın zamandada bir yüzük kardeşliği oluşacak gibi durmuyor.

  23. Hemen bugün için söylemedim ama ola ki ilerde böyle şeyler olabilir. Tabii ki, umudumuzu bunaü bağlayacak değiliz, bu çok saçma olur. Esas güç ezilen emekçi kitleleridir.

  24. Bir gün Gül'ü seven, Gün'ün kalbine indirir

    Ayanoğlu Gün’ü desteklemiş. Sonra geri adım atıp, desteğinin yarısını geri çekmiş. Gün “Gül de mi?” sorusuna, “kalbime inerdi” demiş. Ayanoğlugiller bir gün, Gül’ü destekleyip Gün’ün kalbine indirecekler. Yazıyorum buraya… 🙂

  25. Abi dev-yol esintileri görüyorum :))

  26. Ben dev-yol’dan önce de vardım:)

  27. Mantıklı Memur

    Dev-Yol Gün abiden esinlenmiş. 🙂

  28. Gün abi, babam diyor ki :”Çin de her köşe başında mcdonalds, kfc, amerikan bankaları, holdingleri var.” Bu çok iii bişi di mi Gün
    abi?

    Sevgilerrr xoxo

  29. Burasi pek bir sevgi saygi dolu oldu. Bunu bozmak adina kafamdaki asil fikri soyleyeyim. Isyerleri disinda kurulacak komiteler, direnis odaklari vs. anti-kapitalist bir yonelim icine giremez. Dolayisiyla eger bu tek kisi diktatorlugune karsi bir calisma yapilacaksa butun gucu, butun ilgiyi uretim mekanlarina yoneltmek gerekir. Yani “zamanin ruhu”nu degistirmek uzere isyerlerine yiginak yapmaliyiz. Bunun goturuleri herhalde gorunuyordur. Su anda yavas yavas egemen hale gelen “daha orgutlu sokak mucadeleleri” ruh haline karsi koymak, devrimci olmamakla suclanmak vs. Cunku her zaman sokak mucadelesi, sabirli isyeri mucadelesinden daha ilgi cekici, daha reklamcidir. Ve boyle durumlarda 1968deki evrimsel biyolojiden alinti yaparsak “silahlanma yarisi” baslar ve daha radikal gorunebilmek icin daha da “radikal” eylemler yapilmasina yol acar.

  30. İşyeri mücadelesinin örneğin işsizleri, işportacıları vb. nasıl kapsayacağı/kapsamaması mı gerektiği üzerine kafamda bir soru işareti belirmedi değil. Pek çok kişi artan ücret farklılıkları ve sonuç olarak rekabetçiliği de düşünerek, mahalli örgütlenmelerin dayanışmayı geliştirmek adına daha uygun olduğunu düşünmektedirler. Ben ikisi gibi de düşünmüyorum. Bence her koşulda doğru bir araç/yöntem yoktur. Uygun aracı koşullar belirler.

    Şu çin mevzusunda da Marksist kilisenin NEP/Düzenli geçiş vb. retoriklerinin yanı sıra, Franz Fanon’un milli burjuvaziyi ardına gizleyen ulusal hareketler üzerine söylediklerine de bir bakmak lazım.

  31. *adına değil amacıyla diyecektim, bu sözün böyle kullanılmasından haz etmem klavye kaymış.

  32. Eldeki verili koşullara bakalım: Türkiye’deki işçi sınıfı hareketinin, diğer Avrupa ülkelerindeki düzeyleriyle karşılaştırırsak, ortaya pek içaçıcı olamayan bir manzara çıkıyor. 15-16 Haziran, bir 1936 İspanya değil örneğin. Bir Tariş direnişi de mesela 1921 Fiat olaylarıyla karşılaştırılamaz. Bizim işçi sınıfı hareketi onların yanında hep mütevazi kalmış. Bunun üzerine, Türkiye sol geleneğinin sokakçılık, mahallecilik, ilçecilik vs gibi geleneklerini de düşünürsek bir çok insanın gerçekten rasyonel bir şekilde dezavantajlarını düşünerek mahalle örgütlenmesi istediklerine karşı şüpheyle yaklaşıyorum.

    İlla tarihsel vs. bakmaya da gerek yok. Şu anda kaç sol örgütün sınıf içinde çalışma yaptığı malum. Bir de onların içinden rasyonel plan yapıp, bir grevi ya da bir işyerinde bir şekilde örgütlenmeyi adam devşirme olarak görmeden ilerlettiğini gördüğümüzde feci bir manzara çıkıyor ortaya. Hele hele, çalışan sınıfın sistemi doğrudan kontrol ettiği bir “rejim”i düşünerek, sınıf içinde rasyonel ve mücadeleci örgütlenmeler kurma planı olanlar ne yazık ki sıfır. Bu böyle örgütlenmeler sıfırdan inşa edilecek demek kanımca. Bütün sol geleneğe, bütün rekabet koşullarına, bütün ezici ve boğucu şartlara rağmen.

    Neyse, şu noktada haklısın, işyerleri mücadelesi yalnızca işsizleri, işportacıları vs. değil, daha teorik olarak Kobileri bile kapsayamaz halde. 30 kişinin altında sendikal yetki yok biliyorsun. Oralara yönelik klasik sendikal yaklaşımdan daha farklı şeyler yapmak zorunda kalacağız kesinlikle. Sendikanın adını duyunca beyaz yakalıların tüyleri diken diken oluyor örneğin. Onlara da farklı tarzlarda yaklaşmak gerekiyor vs. Ama ben bunları “çözülmesi gereken problemler” olarak görüyorum. Çözebilmek için zaten bir şekliyle işyerleri ağlarını yaymak gerekiyor. Ki bu da yalnızca mesela o greve desteğe giderek, bu direnişte boy göstererek, “işçi sınıfına” yardım ederek yapılabilecek bir şey değil. Çalışan sınıfın sol muhalefetinin, gömülü oldukları iş yerlerinde rasyonel bir şekilde plan yapıp, bunun için çalışmaya başlaması gerekiyor.

    Bana göre bu bir araç değil zaten. Bu amacın kendisi. Amaçları hep yüksek tuttuk bugüne kadar. Anarşizm dedik, komünizm dedik, sınıfsız toplum dedik. Sonuçta nasıl bir şey olduğunu bilmediğimiz için birileri “Ahanda bu komünizmdir” dedi ve yemiş gibi yapmak zorunda kaldık. Nasıl bir şey olabileceğini görebileceğimiz bir şey olmadığı sürece kimsenin artık beleşten güven veremeyeceği, vermeyeceği, büyük fikirlere o kadar kolay lokma olmayacağı noktaya geldik. Daha önceki tartışmalarda Alain Badiou Komünizm Fikri derken, benim itirazım da buydu. Artık kimse görmediği bir ideal için hayatını adayacak durumda değil. Bunun işaretini Gramsci zamanında Modern Prens’te vermişti. Ama bu başka bir tartışma konusu tabi ki. 🙂

  33. Tehlike çanlarının çaldığını gösteren güzel bir yazı olmuş…

  34. Liberaller çok az maalesef
    Roni MARGULIES/Taraf GAZETESİ

    Liberallerin azlığı Türkiye’de çok ciddi bir sorun. Liberal bir kamuoyu yok, dünyaya liberal bir gözle bakan insan sayısı acınacak ölçüde az.

    Liberal siyasetlerden söz etmiyorum. Siyasî liberalizmi kast etmiyorum. O da yok Türkiye’de, ama benim eksikliğini hissettiğim o değil.

    Benim özlediğim, genel anlamda, içgüdüsel düzeyde liberal bir dünya görüşüne sahip olan bir insan kalabalığı.

    Özlediğim, insana ve bireye önem veren; insan ve birey haklarını önemseyen; herkesin istediği gibi yaşama hakkı olduğuna inanan; devlet dayatmacılığını da, her türlü dayatmayı da yanlış bulan; milliyetçiliğe, ayrımcılığa ve savaşa genellikle karşı olan bir insan türü.

    Ve bunları fazlaca ince eleyip sık dokumadan, görüşlerin iç tutarlılığını çok dert edinmeden, ayrıntılı bir siyasî/teorik çerçeveye oturtmadan doğru bulan bir insan türü.

    Batı’da, belki de özellikle İngiltere’de ve İskandinav ülkelerinde, bunlar çoktur.

    Çok olmaları, genel olarak daha rahat, daha hoşgörülü, daha yaşanabilir bir ortam yaratır memlekette. Hem gündelik hayat açısından hem de siyasî açıdan.

    Gündelik düzeyde, kimsenin kimseye pek bulaşmaması; görüşlerine, inançlarına, cinselliğine karışmaması; ırkçılığın, ayrımcılığın genellikle ayıpsanması hayatı kolaylaştırır. (Hep böyledir diye anlamayın lütfen, Batı’nın cennet olmadığını iyi bilecek kadar uzun süre yaşadım oralarda.)

    Siyaset düzeyinde ise, benim bir sosyalist olarak yanlış/doğru bulduğum şeyleri sosyalist olmayan milyonlarca insanın da yanlış/doğru bulması benim gibilerin hem hayatını hem mücadelesini kolaylaştırır.

    Örneğin, Irak’a saldırılacak, karşı çıkmak, bir barış kampanyası yaratmak gerek. Bir avuç sosyalistin başlattığı kampanya sonucunda Londra’da iki milyon kişi sokağa dökülür. İngiltere’de iki milyon sosyalist olmadığına göre, bu kalabalığın büyük bir kısmı yukarıda kabataslak tarif ettiğim “liberal” görüşlü insanlardan oluşur.

    Savaş karşıtlığında olduğu gibi, siyahların ve Müslüman azınlığın ırkçılığa karşı korunması, eşcinsellerin haklarının savunulması, hükümetin eğitime müdahale etmemesi gibi daha pek çok konuda, aynı “liberal kamuoyu” seferber olur.

    Batı’daki durumu abartmak istemem, bizdeki durumun farklılığını vurgulamaya çalışıyorum sadece.

    Bütün bunları, Doğan Kuban’ın Cumhuriyet gazetesinin bilim ekinde okuduğum bir yazısı düşündürttü bana.

    Kuban’ın hayal meyal farkındaydım, mimarlık tarihi ve restorasyon alanlarında dünya çapında bir uzman, önemli bir kültür adamı olarak biliyordum. Şöyle yazmış:

    “Kurtuluş Savaşı, yurtlarının işgal edilmesine karşı ayaklanan Türklerin romantik fakat kararlı direnişidir. Bu direnişe Osmanlı devletini yıkmak isteyen ne Rum ne Ermenilerin ne de Kürt ve Arapların Osmanlı olarak katkıları olmamıştır. Kurtuluş Savaşı bir Osmanlı direnişi değil, sadece bir Türk direnişidir.”

    Yazı “Osmanlı Mirası” hakkında. Ve böyle bir miras olmadığını anlatıyor. Altı yüzyıllık kültür yok sayılıyor. “Sadece direnen bir ulus ve onları yönlendirecek liderler vardı” diyor.

    Ucuz, berbat, pespaye bir Kemalizm. Önemli bir kültür adamından.

    Sonra, geçenlerde Bostancı Gösteri Merkezi’nde sanatçıların düzenlediği “diktaya, korkuya, adaletsizliğe, sanat ve sanatçı düşmanlığına karşı büyük buluşma” geldi aklıma.

    Beğeniriz, beğenmeyiz, ama katılanların her biri kendi alanında önemli bir isim.

    Gecenin sloganı “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”. Sahnede “Bir karı buldum gidip onu düzeceğim” diyenler, Ahmet Kaya’nın adı geçince yuhalayanlar…

    Berbat, pespaye, darbeci bir Kemalizm.

    İnsana, bireye zerre kadar önem vermeyen, 1920’lerde kurulan bir devleti ve o devletin ideolojisini, kurumlarını ve dayatma hakkını kutsayan bir dünya görüşü.

    Düşünce dünyamızın, kamuoyunun bir yanında bunlar var. Ya öte yanında?

    Öte yanında, zaten birey diye bir şey tanımayan, dünyaya ümmet gözlükleriyle bakan, teokratik bir kafa yapısıyla kutsal saydığı bir kitabın değerlerini herkese dayatmayı görev bilen bir dünya görüşü.

    Bir gün cinsel hayata, öbür gün sanat beğenimize, üçüncü gün aile hayatımıza müdahale etmeyi en doğal hakkı olarak gören bir bakış.

    Ben bir sosyalist olarak, liberal görüşlü insanların daha kalabalık olduğu bir ülkede yaşamayı tercih ederdim doğrusu.

    http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=12898&roni_margulies-liberaller_cok_az_maalesef

  35. İnsana, bireye zerre kadar önem vermeyen, 1920’lerde kurulan bir devleti ve o devletin ideolojisini, kurumlarını ve dayatma hakkını kutsayan bir dünya görüşü.

    bunu bir troçkistin yazması kadar komik birşey olamaz..

  36. Gün Zileli hocam,
    AKP faşizmini geriletmeyi öncelikli mesele olarak ortaya koymanın mantıksal sonuçlarından biri de AKP denetimi dışındaki bölgeleri (özetle Trakya, Batı Ege, Kürdistan+Dersim, Akdeniz) birer “kurtarılmış bölge” olarak görmektir. Eğer böyle düşünüyorsak, bu mücadelenin verileceği yer, AKP’nin (veya daha geniş anlamda “Anadolu sağcılığının”) tesiri altındaki muhafazakar emekçi kesimlerin yaşadığı bölgeler olmalıdır. “Kurtarılmış bölgeler” kapsamındaki yerlerde yaşayan emekçiler bu rejime karşı harekete geçtiğinde “İslam ulusunun” (bunu “Üç Ulus” tezinize referans yaparak söylüyorum) dışında kaldıkları için AKP’yi en fazla “dışarıdan” sarsmaya yarayacaktır (bunun yakın zamandaki örnekleri: 29 Ekim eylemi, Açlık Grevleri, Topyekun Direniş eylemi, Silivri Eylemi vs.), dolayısıyla etkisi çok sınırlı olacaktır. Halbuki, AKP’ye -hala- zımni destek vermekte olan muhafazakar emekçilerin olası bir ayaklanmasının yaratacağı etki kanımca diğer “uluslarınkine” kıyasla daha fazla yıkıcı olacaktır, çünkü burada bu kitlenin AKP’ye “dışarıdan” bir müdahalede bulunması değil, bizzat AKP’nin tabanından koparak AKP’ye karşı ayaklanması söz konusu olacaktır. Sizin uzun zaman önce sormuş olduğunuz “Anadolu sağcılığını ne yener?” sorusu burada yeniden güncellik kazanıyor. Kanımca, AKP faşizmine karşı mücadele yöntemleri üzerinde düşünürken o soruyu temel almanın ve stratejiyi onun üzerine bina etmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Gün hocam, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

  37. tamamen katılıyorum. Gerçi anadolu sağcılığı yazısına yeniden bir bakayım

  38. Gerçekten de iyi bir yazışmış. Hatırlattığın iyi oldu. Buraya da alayım da okumayan arkadaşlar okusun:

    Anadolu Sağcılığını Ne Yener?

    Seçim sonuçları her ne kadar “blok”çuları memnun edecek nitelikteyse de, genelde devrimci güçleri pek memnun edecek bir sonuç yok ortada. AKP artı MHP’nin oluşturduğu Anadolu sağcılığının oranı, seçime katılmayanları ve iptal oylarını da hesaba katarsak %60’tır. Anadolu sağcılığının karşısında yer alan muhalefet (CHP artı BDP) ise, yine seçime katılmayanların ve iptal oylarının hesaba katılmasıyla %40 olarak hesaplanabilir. Şahsen beni parlamentodaki bileşim ya da AKP’nin milletvekili sayısından çok bu oran ilgilendiriyor.

    Bu oran bize neyi gösteriyor? Anadolu sağcılığının egemenliğinin taş gibi yerli yerinde durduğunu gösteriyor. Bir gerileme yok, taşlaşma var.

    Nedir bu taşlaşmaya yol açan? Bunda birinci rol, AKP’nin becerilerinden çok muhalefetin başını çeker gibi görünen CHP’nin beceriksiz politikalarıdır. CHP, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa gelmesinden sonra eski politikalarında değişiklik yapar gibi yaptı ama halka umut verecek hiçbir değişikliğe gitmedi diyebiliriz. Eski devletçi yönelimlerini bir kenara bırakmazken, aklı sıra ekonomik bazı sloganlarla halkın teveccühünü kendisine çekebileceğini sandı. Oysa insanların karnı ekonomik vaatlere, demagojilere ve yalanlara toktu. Diğer yandan CHP, geleneksel laikçi yöneliminde de radikal bir değişime gitmedi. Kısacası CHP, tutum olarak en yerinden kıpırdamaz, en hantal, en muhafazakâr parti olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu ve bunun karşılığını da oy oranında ancak %2’lik bir kıpırdanma sağlayarak aldı. Kılıçdaroğlu başarısız oldu.

    Anadolu sağcılığı ile muhalefet arasındaki %60-%40 oranını tersine çevirecek (bu oran 1974-1977 yıllarında tersine çevrilebilmişti) atılımın unsurları ne olabilir?

    Bence bunun iki hayati koşulu vardır:

    Birincisi, laiklik-dincilik çekişmesinin yerine sınıf çatışmasını egemen kılmak. O zaman Anadolu sağcılığının demagojilerinin alt edilmesinin yolları açılacak, sağcı taşlaşma ortasından yarılacak ve İslam kültürünün etkisi altındaki yoksul kitleler devrimci yönde bir akış içine girebileceklerdir. Sınıfsal çelişme derken, CHP’nin son zamanlarda yaptığı gibi ekonomik demagojileri asla kastetmediğimi, tam tersine gerçekçi bir sınıf analiziyle, Anadolu sağcılığının üst kesimleriyle alt kesimleri arasındaki sınıf çatışmasını körüklemekten söz ettiğimi belirtmeliyim. İslam kültürü içinde de bir sınıfsal bölünme ve çatışmanın kaçınılmaz olduğunu, bu kültürün içinde yer alan kitlelerin homojen olmayıp, farklı çıkarlara sahip sınıfsal kesimlerden oluştuğunu bilmek gerekir.

    İkincisi, Anadolu sağcılığına karşı topyekûn bir kültürel savaş açmanın zorunluluğunu kavramak gerekir. Kültürel savaş derken, kesinlikle CHP’nin ya da ulusalcıların yaptığı gibi bir laiklik-islamcılık kutuplaşmasından söz etmiyorum. Tam tersine, bu modası geçmiş çatışma kesinlikle terk edilmelidir. Ancak bunun terk edilmesi, Anadolu sağcılığına karşı bir kültürel savaşın da terk edilmesi anlamına gelmemektedir. Köhnemiş Anadolu sağcı kültürüne karşı yeni bir alternatif gerekiyor. Bu alternatif, ne Alevilik ne laiklik, ne de Atatürkçülüktür. Bu alternatif, yepyeni bir devrimci kültürdür. Merkezine ekolojiyi, sınıf mücadelesini, kadını, anti-kolonyalizmi, bütün ezilenleri alan yeni bir devrimci kültür. Anadolu sağcılığının gerçek alternatifi olan bir sınıf kültürü.

    Gün Zileli

    13 Haziran 2011

    Read more: http://www.gunzileli.com/2011/06/13/anadolu-sagciligini-ne-yener/#ixzz2HCBdheQE

  39. kime bu çağrı? sosyalist sola mı? yoksa her gün sol, birgün, aydınlık, evrensel alan yüz bin kişiye mi? yoksa kürt hareketine ve ona eklenmiş dergi çevrelerine mi?

    bugün türkiyede egemen iktidara ve kapitalist biyopolitikalara kafadan, cepheden karşı çıkamazsınız. bu çağrınızın öznesi yok. çünkü çağrı yaptığınız “özne” tarih sahnesinden silindi.

    egemen iktidarın sadece akp’de ve tayyipte toplandığını ve o devrildiğinde faşizmin gerileyeceğini zannediyorsunuz. bu teori yanlış.
    iktidar her yerdedir. iktidarın yeri yoktur. saul newman bunu bakuninden lacana adlı kitabında uzun uzadıya temellendirir.
    faşizm her yerdedir. ona karşı direnme biçimi olarak anarşizm de her yerden olmalıdır.

    faşizme karşı cepheden bir saldırı yerine, küçük küçük kurtarılmış bölgeler, geçici otonom direniş alanları yaratmak gerekir. bu alanlar sanal da olabilir, gerçek de. zira sanalda bir kelebeğin kanat çırpması, gerçekte kasırgaya neden olabilir.

    elbette bu geçici direniş bölgeleri, kapitalizme karşı ancak bir müddet direnebilecek ve ardından çözülecektir. ama ardında, damlaya damlaya bir anarşist gelenek oluşturacak, değerli bir tortu bırakacaktır.

    saint imier organizasyonunun yerel çapta bir benzerini, mümkün olan en çok katılımın sağlanacağı bir yerde ve bir zamanda organize etmek lazım. asıl faşizme karşı direnecek kitle budur. çünkü faşizm her yerdedir ve ona her yerden direnebilecek kesim de sadece anarşistlerdir.

    enternasyonalde bakunin’i yok eden marksçılara, rusya’da, ispanya’da kafalarımızı kesen leninistlere, trotskistlere, stalinistlere karşı duygusal olmamak lazım. zindanda kendi yoldaşının sırtına ütü basan insanlarla hiç-bir-şey-ya-pı-la-maz.

    gerileyen sosyalist solun bıraktığı büyük boşluğu doldurmaya oynamak ve tarihsel hesabı görmek varken neden katillerimize eklemleniyoruz?

    bugün türkiye’de anarşist veya anarşizan, anarşizme sempati duyan entelektüeller, sosyalist solun komiserlerinden, kanaat önderlerinden ve nostaljik yaşlılardan çok çok daha nitelikliler. ama maalesef egoları şişkin olduğu için bir arada ortak iş yapamıyorlar. bu önemli bir sorun.

    yazıyla ilgili asıl sorun ise sizin iktidarı tek bir yerde toplanmış gibi görmeniz. on dokuzuncu yüzyılda yaşamıyoruz gün abi.

  40. Sen Gün Zillei’yi gerçekten digerlerinde degisik mi zannediyorsun? Düsün bir, yoksa kendini mi kandiriyorsun?

  41. gün abinin anılarını sayfaların altını çize çize büyük bir açlıkla okudum. benim ve yakın arkadaşlarımın kişisel gelişiminde kendisi eserleriyle bir okul olmuştur.
    son yılların en önemli olayı olan saint imier toplantılarını takip ederek ne olup ne bittiğini bizimle paylaşan kaç anarşist var? herkes teoriyi, tartışmayı küçümsüyor. ne kadar polisiye olay yaşarsan, yani fallusun ne kadar büyükse, o kadar çok anarşist kabul ediyorlar seni.

    gün abi, iktidarı sanki tek bir yerde, akpde ve rtede toplanmış gibi değerlendiriyor. bu önemli bir sorun.
    öte yandan, gün abinin devrimci metamorfozları bence halen devam ediyor.
    sağlam argümanlarla onu iktidarın her yerde olduğuna ve direnişin de her yerden olması gerektiğine ikna edebiliriz.

  42. ikna oldum siyahicim 🙂

  43. Tam 2o yıl önce hem de.

  44. dşreniş için harekete geçme zamanı çoktan geldi yenş anayasa yapılırsa ki yapılacak gibi görünüyör akp tasfiye sürecine hız verecek

  45. REDHACK’le ilgili belgeselin tamamı:
    http://www.youtube.com/watch?v=nf-24WuN–Y

  46. Bu yazı 18 Aralık 2012 tarihini taşıyor. Son yorum Mayıs 2013. 26 mayıs’da bir video link önerisi var ve 5 gün sonra da Gezi İsyanı patlak vermiş…
    Bu konu da nereden çıkıyor… Toplumsal süreçlerde “koku almak” önemlidir. “…Bugün de böyle bir tarihi momentte yaşadığımızı düşünüyorum. Tayyipist tek kişi diktatörlüğünü önlemek için yapılabilecek her şey yapılmalıdır. Belki de toplumsal güçler bu gidişin önüne öyle bir baraj kurarlar ki, böyle bir diktatörlüğün önü kesilebilir.”
    Altı ay sonra da Gezi İsyanı patladı…
    “Gezi İsyanı” toplumun üzerine serpilmiş ölü toprağını dağıttı. “Korku imparatorluğunun” amaçladığı o utanç verici ataleti yendi.
    Kimileri yazıyor ya… “RTE üzerinden muhalefet yetersiz… sonra ne olacak…” Bu ve benzeri düşünce taşıyanlar tümüyle “anosmik’tir” ! “Koku alamayan’dır.” Burunsuz insanlar! Kullanmayacağı, kirletmeyeceği, utanacağı hiç bir değer yok! Hevesli bir Avrupa Birlikçisinden İslam birlikçisine 24 saatte dönüşebilir. Irak’ı işgal eden ABD’li askerlere ve Filistinli isyancı ölülerine aynı şekilde dua edebilir…
    Bilinir, çok iyi oyuncular “kötü adam” rollerini severler. Gene Hackman örneğin… Bu RTE de “bizim sahnemizde” benzeri bir “performans” gösteriyor… Özgün! Bir kaç saatlik sürede Dört meleği de oynayabilir!
    Yüzlerce ölünün cenazesine giden o acımasız, empatisiz, köle-işçi patronları yandaşı ile bu adamla bu linkteki adam aynı kişi mi? http://webtv.hurriyet.com.tr/2/64644/26480403/erdogan-ugur-suleyman-soylemez-in-evinde-kuran-okudu
    *
    Şimdi “nasıl kokular” alıyor ve ne yapacağız?