Bir Kürt Gencinden Ulusalcılara!

biz kürd gençleri olarak gezide tgblilerle konuşuyorduk.

barikatlarda birbirimize yardım ediyorduk.

aynı şiddete maruz kaldığımızda sırtsırta veriyorduk.

hiçbir ayrıştırıcı söylemi öne sürmüyorduk.

birimiz yaralandığında diğerimiz koşuyordu yardımına.

birgün aydınlık gazetesini alıp doğu perinçeğin yazısını okumuştum.

çok ırkçı bir yazıydı.üzülmüştüm.

peki bu yaşadıklarımız neydi diye kendime sormuştum.

hayal mi görmüştüm ben diye şüphe etmiştim kendimden.

ama hayal olmadığını biliyordum.

doğunun bu yaşadıklarımızdan haberi olsaydı böyle yazmazdı diye kendimi teselli etmiştim sonra.

ve birilerinin bu güzel mücadelemizi ona anlatması gerektiğini düşünmüştüm.

doğu, barikatlara gelebilseydi o bile dönüşürdü diye düşünmüştüm naifce.

çünkü biz de gezi öncesi birbirimize düşmandık.

üniversitelerde birbirimizin kafasını kırıyorduk.

peki neydi o?

ve neden böyle iki düşman kampa ayrılmıştık?

kimler bize siz düşmansınız demişti de bizler de sorgusuz sualsiz inanmıştık bu saçmalıklara aslında?

daha 10-15 sene öncesine kadar böyle değildik ama.

birçok devrimci yapı da böyle keskin çizgilerle ayrışmamıştı birbirinden.

ama birileri böyle istemişti ve başarmıştı da.

Mahir kızıldereye denizler için gitmemiş miydi?

İbrahim nurhaktakileri ihbar eden muhtarı cezalandırmamış mıydı?

o insanlar birbirleri için ortak eylemler yapabiliyorlardı.

ama şimdi bizler ne yapıyoruz?

devrim perspektifleri taban tabana zıt olmasına rağmen bunları yapabiliyorlardı.

peki biz neden yapamıyoruz?

Azadi

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Alaturka ‘Çitleme’…

‘Çitleme’ İngilizce ‘enclosure’un’ karşılığı. Kabak çekirdeği çitlemek değil… İngiltere’de XVI’ıncı yüzyılın başında müşterekler kapsamında olan …

27 Yorumlar

  1. ne yani “ne mutlu türküm diyene”, “türkiye türklerindir” diyenler ile aynı safta mı yer alalım ?

  2. Hayır tabii ki ama onlar sizinle aynı safta olabilir bir gün.

  3. Türk diye bir şey yok, türkler de azınlıktır bana göre de..

  4. ‘normal’,’sıradan’ vatandaş hayatına müdahale edildiğini gördü ve ‘hayır buna dur denmeli’ dedi .bir avuç alan için destansı bir mücadele verdi.siyaset ona öcü gibi gösterildiği için ‘örgüt’ten korkuyordu başkaldırmak,soru sormak onun lügatında olmadığı için hem korkuyor hem de ileri gidiyordu. aziz nesinlik bir durum yani.ve aydın olmanın en güzel hali: hem korkmak hem de yapmak.
    ama bir şey oldu ve bu süreçten geçti sokaktaki adam.ve o süreç içinde kendisini ifade edebileceği ve diğerleriyle birleşebileceği(birleşmenin ne demek olduğunu kadıköydeki evinde ahkam kesen ‘aydın’dan daha iyi biliyordu çünkü) simgeyi ilk günlerde,kendiliğinden keşfetti:türk bayrağı.
    şüphesiz sizi ulusalcı paranoyalarımla rahatsız etmek istemem ve ‘..olmazsa sevr gelir’ yollu yazılarla meşgul etmem ama anadolunun bi tarafındaki adam hem örgütten kaçındığı ama hem de birleşmek istediği için eline bayrak alıp alana indi.hem de bunu her yerde yaptı.
    gerçekten o ruhla birleşmek istiyorsan güzel kardeşim, içinden gelen tepkiyle türk bayrağını alıp mustafa kemalin askerleriyiz diye slogan atan insanlarla birleşiceksin.he istemez misin? barzani orda.

  5. yapamazsınız… çünkü siz bir “ırk”ın temsilcisisiniz… ne mahir, ne ibo, ne diğer bu uğurda eriyip gidenlerin hiç biri ama hiç biri ne türk, ne kürt, ne ermeni, ne de herhangi birşeyin temsilcisiydi… o yalnızca devrimciydi…

  6. biraz düşün derim biraz düşün be anonim kardeşim,biraz düşün be zor değil,biraz vicdan be kardeşim!

  7. doğu perinçeki dikkatli okursanız ırkçılığa ne kadar karşı olduğunu farkedersiniz.ciddi bir eleştiri yapın katılalım.

  8. Türk vurgusu başlı başına ırkçılıktır.

  9. Biri diyor ki, “ne yani?”. Öteki de ona “kim ırkçı?”
    Açık ve net yazmış çocuk?
    Soru da açık.
    Kim?
    Bizi birimizi ırkçı diye, diğerimizi şöven diye, birimizi, Alevi diye, diğerimizi Ermeni diye parçalayıp bölen kim?
    Barikatlarda bölenler yoktu. Onlar orada olmadıkları için bilmezler zaten o ruhu. Birbirinin elinden tuttup aynı düşmana “gel” demeyi.
    Aferin çocuk. Aferin Gün Zileli! (Bu “aferin”i asla bir kibirlenme olarak algılamayın lütfen.) Çok yıldır bağırıp duruyorum ama hiç bu kadar yalın dile getirememiştim.
    Ve hala bu yazıya bile itiraz edebilen var ya…

  10. Doğu Perinçek’in Türk vurgusu yapmasını ben de doğru bulmuyorum. İP, sosyalizmin; anti-emperyalist ulusal bağımsızlıktan geçtiğini düşünüyor sanırım. Bu amaçla birleşeceği ulusal güçleri yanlış seçiyor. Tasviye edilen Gladyo artıklarıyla ittifak yanlıştır. Bunların çoğu ırkçı-şöven. Ayrıca onlarla ittifak adına, sosyalizm ve sınıf mücadelesi kavramları da unutuldu. TGB’li gençlerden kaç tanesinin sınıf mücadelesin haberi var merak ediyorum.
    Bunun karşısında Aydınlıkçılarla anlaşamıyan Kürt hareketinin de gözü Kürt milletinden başka birşey görmüyor. Bazı belediyelerde “sosyalizm” uyguladıkları iddiaları var. Ama yıllardır PKK’nın ne ağalara karşı, ne kapitalist patronlara karşı ne de tüm dünya emekçilerinin düşmanı küresel sermayeye ve onların yönlendirdiği kurumlara eleştirisine şahit olmadık. Tam tersine Kürtlere “bağımsızlık” veya “otonomi” bahşedilmesini bu kurumlardan bekliyorlar. Militanları arasında, “Kürdistan” için, Filistin halkına düşmanlık edenler, İsrail siyonizmini savunanlar var.

  11. Yaşadığımız emperyalizm çağında ülkemizin içinde bulunduğu ve yaşadığı sorunların bugün batı tarafından neden kaşındığını anlamayan arkadaşlar hep yanlış yerde duruyor ve meseleyi anlamakta güçlük çekiyor.Türk kimliği etnik bir kimlik değildir açılımı şöyle Türkiye cumhuriyetini kuran (burada bütün etnik kimlikleri kapsamaktadır sadece Türkler ve kürtleri değil).Türkiye halkına türk milleti denir.Bu Mustafa Kemalin Anayasaya koyduğu tanımdır.Almanya-Fransa-Yunanistan bu gibi ülkelerin çoğunda üst kimlik mevcuttur ve sorun hiç bir etnik yapıyı ikinci sınıf değil asli unsur olarak görmektedir.Haa yanlış uygulamalar olmuş baskılar olmuş bunları biliyoruz ama çözüm batıya güvenerek ve Emperyalizmi konuya dahil ederek çözülemez.Emperyalizm çıkarı olmadan hiç bir yere müdahale etmez.Yıllardır ABD ve Ab nin türkiyeye uyguladığı ve hükümetleri kullanarak bölme parçalama planlarını türkiyeye veya kürt halkına demokrasi gelecek ve kürt halkı özgürleşecek sanarak beklenti içine girmek yanlızca böyle düşünenleri emperyalizmin yanına iter. Bugün sözde çözüm süreci tamamen ABD nin kontrolünde ve istekleri doğrultusunda yapılmaktadır.görüşmeler osloda bir hükümet heyeti bir bdp heyeti ABD ye gidip gelmektedir.Türkiyede Türk te ezilmektedir kürt te çerkezde laz da kurtuluşları oslo sürecinde değil Türkiye de kendi içindeki dinamizmde saklıdır.Kürt meselesini batıya yaslanarak çözeceğini sananlar Irak körfez savaşında ABD nin Irak halkına demokrasi getireceğini savunmuşlardı halada savunuyorlar ırakta 600 bin çocuk öldürüldü ve Irak’ın kuzeyinda bir devletçik kuruldu bu devletçiğe şimdide Türkiye ve suriye dahil edilmek isteniyor.Suriyenin batısında bizim güneydoğu sınırımızda yaşananları ve AKP hükümetinin kimleri desteklediğini görmezden gelemezsiniz.Eğer bu yaşananlar olumlu olarak algılanıyorsa AKP hükümetinin ”Ne kadarda demokratik bir atılım” yaptığı savunulmuş olacak ki AKP liderinin Biz büyük Ortadoğu projesi eş başkanıyız burada bizim önemli bir görevimiz var diyerek safını açıkça belli etmiştir.Irakta ABD askerleri için inşallah sağ salim bir şekilde vatanlarına dönerler açıklamasını yaparken Tayyip Erdoğan Türkiye de vatan kelimesini kullananlara sanki kötü bişeymiş gibi Ulusalcılar suçlamasını yapmaktadır kürt milliyetçileri de bugün aynı kulvarda hareket etmektedir.Kürt milliyetçilerinin milliyetçi emperyalizmin yanın da yer alarak sözde çözüm süreci Türkiye nin parçalanmasını savunanlar Türkiye nin kuruluş aşamasında bütün etnik kimlikleri bünyesinde barındıran Türk kimliğine saldırmaları normaldir.

  12. Yukarıda bir kürt gencinden ulusalcılara yazısı Doğu Perinçeğin yazısı yer almadan hiç bişey ifade etmiyor.Doğu nun o ırkçı diye anılan yazısıda konmalıydı.Bu kürt arkadaşımızın olaylara ırkçı bakmadığını nereden biliyoruz.Ayrıca üzülmesin bu arkadaşımız zaten kurtuluşumuz türk ve kürt halkının birlikte mücadelesiyle olacak diyor Doğu Perinçek.Arkadaşımız çözüm konusunda yanlış yerde bence Ayrı bir kürt devletçiği kurulunca kürt halkının kurtulacağını özgürleşeceğini sanıyor.Gezi eylemlerine kimler darbeciler yaftası yapıştırdı BDP milletvekilleri sözcüleri Örnek Sırrı Sakık mücadele yükseldikçe bunlar daha iyi anlaşılacak.BDP bugün için AKP dükümetinin devamını hayati bir sorun olarak görmekte ve başka bir hükümet altarnatifine sıcak bakmamaktadır.AKP den demokrasi ve özgürlük beklemektedir.AKP nin toplam proğramı gezi eylemcilerine yapılan zulüm aynı şakilde Ergenekon davasındada devam etmektedir.burada aynı plan uygulamaya konmuştur.

  13. doğu perinçek deyince benim ömrümün yarısı gidiyor, adamın kendisi ırkçı zaten, hiç kimse de kızmasın!

  14. sağcısı gelir perinçek’e kürtçü der solcusu gelir ırkçı der. burada da kürt kardeşimizin bahsettiği yazı konulursa daha iyi anlayabilir ve tartışabiliriz. doğu perinçek milletleşmeden bahseder ve ben burada hiç bir ırkçı taraf göremiyorum aksine birleşme ve kardeşliğin formülüdür. kürt kardeşlerimizin hassasiyetini anlıyorum ama eğer kürtleri ezenleri arıyorsa sözde kürtlerin hakkını savunduğunu söyleyenlere gafillere baksın

  15. Milletleşme tamamen sağcı bir kavramdır.

  16. diyelim ki yazı konuldu?
    mesele yazı mı şimdi?
    o genç başka sorular soruyor bizlere. asıl mesele o sorulara doğru cevaplar bulmaktır.
    ne Doğu ne Öcalan ne de başka bir şef…
    zaten aramızdaki yapay duvarlar o şeflerden doğru örülmüştür.
    onların kavgasına biz de ortak olmuşuz ve o kavga büyümüş işte.
    biri bu yangını söndürmek için eline bir kova su almış yüreklice yangı söndürmeye çalışırken siz hayır söndürme biraz daha yanalım diyorsunuz.
    yazıyı boşverin sorulara odaklanın,bir kova da siz alın ki yangın söndürülebilsin.

  17. doğu perinçek özde sadece bir devlet müdafiidir. bunu geçmişte maoizmle yapamayınca leninizm-stalinizme saptı…
    bir ara islamı denedi, orada da dikiş tutturamayıp kemalizmi abarttı, anlaşılan bütün o yalapşap ifadelere rağmen aradığını orada da bulamamış ki, devletseverliğin en az maskelenmiş hali olan milliyetçilikte:durakladı, o da şimdilik…

    (neylesin garip, devletseverliğin aleni savunulduğu bir ideolojiyi, devletler bile becerememiş de… anarşizm hariç tüm düşün ve inanç biçimlerini ideolojikleştirip, dolgu malzemesi olarak kullanmaktan maada yol bulamamışken, yapabileceği bişey yok ki . devletperest ideoloji icad etmek, belki bir ilham ile geliverir, belli mi olur? ama şimdilik ırkçılığı yoklamakta beis görmez.)

    hatta milliyetçiliği ırkçılık yönünde zorladığı şu ifadelerinde sırıtmıyor mu:
    “türk miileti (milliyetçiliği) ile kürt milleti /milliyetçiliği toplumsal pratikte eşit midir?”

    milliyetçiliğin sidik yarışı ise hedef, söylenmesi gereken; “sümme haşa türk milliyetçiliği devletlu katliamcılıkta kürt milliyetçiliğine nefes aldırmaz” olurdu..
    ingilizlerin padişahla anlaşarak kotardıkları “cumhuriyet”in koçgiri, şeyx said , ağrı, zilan, dersim, solcu avı, sivas, maraş, çorum say sayabildiğin tarihine bakmak fazla bile…
    denizleri, mahirleri, iboları ne için katletti sanıyorsunuz? tabi ki “kağıttan kaplan emperyalizmle ve de asıl düşman sosyal emperyalizmle savaş amacıyla….

    bir başka ırkçılık örneği cümlede şunu demiş perinçek:

    “abd ve ab emperyalizmine karşı ayağa kalkan millet, türk milletidir”. bunun daha veciz söylenişini şair söylemişti:

    “gavura karşı kıyam etmiş müslümana türk denir.” gene de bu biraz insaflı. arap, kürt, laz vb. müslümanları da türk etmiş, allah razı olasıca…tevekkeli, boşuna mı denmiştir “gavura bakınca kürt müslüman” diye?…

    bu konuda lafı çoğaltmanın gereği yok. zaten alıntıladığım dergide eski yoldaşı e. helvacıoğlu gereken yanıtı vermiş.

    ahir ömründe bir türlü m. kemal olup da samsuna devlet (kurmak olmasa bile) kurtarmak için çıkamadan, bu düşün(cenin) peşisıra ömürü devletin cezaevinde tamamlamak allah gecinden versin ama çok trajronik olur

    ” türk milliyetçiliğinin tarihi, emperyalizme karşı savaş tarihidir”

  18. Bayık: Gezi’ye zayıf katılmak yanlıştı
    29/08/2013 15:48|
    Bayık: Gezi’ye zayıf katılmak yanlıştı
    KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’la Gezi Parkı eylemleri ve Kürt siyasetinin tutumunu değerlendirdi: Zayıf katılım yanlıştı. Gerekçeleri ne olursa olsun!

    facebook’ta paylas
    Arşive ekleMail GönderYazdırYorum Yaz
    Bayık: Gezi’ye zayıf katılmak yanlıştı

    Radikal.com.tr – BBC Türkçe’den Mahmut Hamsici’ye konuşan KCK Eş Başkanı Cemil Bayık, Gezi Parkı eylemleri sırasında Kürt siyasi hareketinin hata yaptığını belirtti. Bayık, çeşitli gerekçelerle hareketin eylemlere zayıf katıldığını ama bu gerekçelerin yanlış olduğunu belirtti.

    ‘SÜREÇ ZARAR GÖRÜR DİYE DÜŞÜNÜLDÜ’
    Bayık, Gezi eylemlerine verdikleri anlamı şu cümleyle ifade etti: “Gezi’den sonra Türkiye artık eskisi gibi olamaz.”
    Bayık “Demokratik siyasetin önünü açan bir eylemdir. Dolayısıyla bu, çözüm sürecine de hizmet eden bir eylemdir. Ona katılmama, tereddütler yaşama yanlıştır” diyor.
    “Ama bu tereddüt yaşandı” dediğimizde, “Evet” diye onaylıyor ve bu tavrın nedenlerini açıklıyor:
    “Neden onu yaşadılar? Birincisi ‘Katılırsak, devlet Türkiye’deki demokrasi güçlerine saldırabilir, eğer katılmazsak saldırı olmayabilir, o zaman bu hareket daha güçlü gelişebilir’ diye düşünüldü. İkincisi, ‘Eğer katılırsak Önder Apo’nun başlattığı süreç zarar görebilir. Bunu kullanan güçler olabilir. Özellikle hükümet bunu kullanabilir. Zaten çözüm yönünde adım atmaya pek niyeti yok, bunu da gerekçe yapıp adım atmayabilir’ anlayışı vardı.”

    Bayık “Bu endişelerle, katılmama ve zayıf katılma durumu yaşanmıştır. Bu iki anlayış da yanlıştır. Bunun kesinlikle yanlış olduğunu söylüyorum” diyor.
    “Peki bu kaygılar geçti mi?” sorusuna ise, “Elbette geçmiştir” diye yanıt veriyor.
    Bayık’a göre, Türkiye’de 15-16 Haziran olaylarından sonra ilk kez büyük, kitlesel bir hareket gelişiyor ve bu, Türkiye’de demokratik siyasetin önünü açıyor.
    Bayık, bazı kesimlerin eylemlere gölge düşürdüklerini de söylüyor: “O endişelerle çok güçlü katılınmadığı için birçok güç öncülüğün zayıflığını gördü, oraya üşüşmek, öncülüğünü ele geçirmek, o hareketi amacından saptırıp kendi dar çıkarlarına alet etmek istedi. CHP – MHP -İşçi Partisi bunu AKP ’yi yıpratma hareketine dönüştürmek istedi. Bu bir saptırmaydı. Diyelim ki bu sonuç yaratıldı, bunun kesinlikle Türkiye’nin demokratikleşmesine, Kürt sorununun demokratik, siyasal çözümüne hizmet etmeyeceği çok açıktır. Başarılı oldular mı? Elbette ki olamadılar ama gölge düşürdüler, bu bir gerçek.”

    Bayık’a “Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?” sorusunda ise, “Birçok yerde sanki o hareket onlar tarafından geliştirilmiş gibi bir izlenim yaratmaya çalıştılar. Belki tümden değil ama en azından bazılarının üzerinde bu izlenimi yarattılar” diyor. Bayık’a, Gezi eylemcilerinin önemli bir bölümünün eylemlerini siyasi partilerin kullanmasına izin vermeme tavırları olduğu hatırlatıldığında ise şunları belirtiyor:
    “Evet, Gezi Parkı’nda eyleme katılanlar çok çeşitli çevrelerdi. Sol, anti-kapitalist Müslümanlar, çevreciler, insan haklarını savunanlar, liberaller, demokratlar, akademisyenler, yani toplumun birçok kesimini temsil eden örgüt veya yandaşları vardı. Bir kesimi de belki hiç bir örgütle ilgili olmayan kesimlerdi. Bu muazzam bir şeyi ifade ediyor. Özellikle uzun bir tarihten sonra Türkiye toplumunda böyle bir oluşumun gelişmesi, Türkiye için büyük bir şanstır. İşte egemenler bunun tehlikesini gördüler ve onu provoke etmeye çalıştılar. Kitle politikleşmesin, örgütlü bir kitle haline gelmesin, örgütlü bir mücadele yürütülmesin istediler. Bunu belirttiğim o ulusalcı geçinen güçler de yapmak istedi. Onun zaaflarından yararlanarak kendi amaçları temelinde geliştirmek istediler. Elbette ki tam başarılı olamadılar. Eğer buna özgürlük hareketi yanlısı güçler de katılmış olsaydı o güçler bu kadar üşüşmeyecekti. O hareket daha güçlü, daha nitelikli gelişecekti.”

    YAN YANA ÖCALAN VE ATATÜRK

    Bayık, Gezi Parkı eylemlerinin ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan birinin Atatürk ve Abdullah Öcalan bayraklarının birlikte taşınabilmesi olduğunu, çünkü bunun Türkiye toplumunun çözüm isteğinin göstergesi olduğunu söylüyor.
    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ’ın ulusalcılara bu manzaradan dolayı kızmasının çok dikkat çekici olduğu, başbakanın açıklamalarıyla şovenizmi körüklediği görüşünde.
    O görüntülerle ilgili Bayık, “Bundan daha iyi bir gelişme olamaz. İşte bu, Türkiye ve Kürt halkının yakınlaşmasını sağlayabilir, birlikteliğini sağlayabilir” diyor.

    “O iki resmin birlikte taşınması onu gösteriyor. Yani çok rahatlıkla Türkiye toplumunda ulusalcı denen kesimin bile çözüme gelebildiğini, benimsediğini gösteriyor” diyen Bayık, Lice eylemlerinin çok önemli olduğunu belirtiyor ve açıyor: “Türkiye’de Lice selamlanmıştır. Eskiden Kürdistan’da vahşet uygulanırdı, Türkiye toplumu bunu pek duyamazdı çünkü üzerinde psikolojik bir savaş yürütülüyordu. Biz, ulusalcı çevreleri çözüm karşıtı olarak, düşman olarak kesinlikle görmüyoruz. Çözümü istemeyen AKP’dir, devletin kendisidir, toplum değil. Veya ulusalcı güçler denen kesimler de değil. Belki onlarda kemikleşmiş bazı kadrolar karşı durabilir ama taban kesinlikle çözümden yanadır. O iki resmin birlikte taşınması onu gösteriyor. Yani çok rahatlıkla Türkiye toplumunda ulusalcı denen kesimin bile çözüme gelebildiğini, benimsediğini gösteriyor. Biz bunu olumlu görüyoruz.”

    kaynak:radikal gazetesi

  19. Atatürk ve Kürtler: Kürtler Atatürk’ü neden sevmez?

    İbrahim Güçlü: ‘Kürtlerin büyük bir kesimi, tıpkı İttihat-Terakki Partisi’ni kurdukları ve destekledikleri gibi, Erzurum ve Sivas Kongresinde de Atatürk’ü destekleyerek, Osmanlı Döneminden daha fazla hak elde edeceklerini; Özerk bir statüye kavuşacaklarını düşünüyorlardı.’

    Ekim Ayı Başlarında Meclis’te doğrudan olmazsa bile, dolaylı bir şekilde Atatürk üzerine bir tartışma yapıldı. Milletvekillerinden biri de “Atatürk’ü sevmiyorum” ya “Atatürk’ü sevmek zorunda değilim” diye bir beyanda bulundu.

    Meclis’te milletvekilinin yaptığı bu açıklama, kamuoyunda büyük etki yarattı. Yazılı ve görsel basında tartışmalara neden oldu. Ama bu konuda en kapsamlı programlardan birinin, A HABER Televizyonunda gerçekleştirildiğini söyleyebilirim.

    Konu, A Haber’de, Sevilay Işıl’ın hazırlayıp sunduğu “Yüzde Yüz Siyaset” programında ele alındı. Tartışma, “Atatürk ve Kürtler” üst başlığı ve “Kürtler Atatürk’ü sever mi ya neden sevmez?” alt başlığıyla tartışmaya sunuldu. Program, 18 Ekim 2012 tarihinde, yani “29 Ekim Bayramı” denilen, Kürtlerin tümüne, Türklerin de büyük kesimine, diğer etnik grupların da büyük bir kesimine ait olmayan bayramdan on bir (11) gün önce gerçekleşti.

    Programda iki tarafın var olması; programın Kürtler ve Türkler; başka bir doğru ayrımla Kemalist olmayanlarla, Kemalistlerin katılımıyla gerçekleşmesi oldukça isabetliydi. Kemalistlerle, Kemalist olmayan ayrımının daha doğru olmasının nedeni, katı Kemalist olan Nurşen Yazıcı da Malatyalıdır. Kürt olduğu konusunda net bir bilgi olmazsa bile, Kürdistanlı olduğu tartışmasız.

    Programın Kürt ve Kemalist olmayan tarafında ben ve Ümit Fırat, Kemalistler tarafında da profesör kariyerlerine sahip Nurşen Yazıcı ve Erol Tecimer vardı.

    Programda önemli konular konuşuldu. Zaman-zaman da programda büyük gerilimler oldu. Kemalistler, programı terk etmekle bile programcıyı tehdit ettiler.

    Kemalist taraf: Nurşen Mazıcı, “herkesin Atatürk sevmezi gerekmiyor” demesi bir yenilikti.

    Onun dışında her iki katı Kemalist katılımcının görüşleri Atatürk’e ve Kemalizm’e dair görüşleri, eski geleneksel, otoriter, faşizan, yeni bir ulus ve ulus devlet yaratma adına: Atatürk’ün Kürtleri asimile etmesi ve gerektiği için katliamlarla karşı karşıya bırakmasını, meşru ve dönemin bir gerekliliği olarak ifade etmeleriydi.

    Kemalist devletin resmi politikaları, gerçekçi ve insani olmayan gerekçelerle doğrulanmaya, meşrulaştırılmaya çalışıldı.

    Bizler ise, Kürtlerin neden Atatürk’ü sevmediklerini ve sevmeyeceklerini anlatmaya çalıştık.

    Atatürk’ü koruma Kanunu…
    Hiçbir kimsenin Atatürk’ü sevmesi zorunlu ve gerekli değildir. Ama bundan daha önemli olan, “Atatürk’ü Koruma Kanununa” yaklaşımın ne olduğudur.

    Bu kanun, insanları, Atatürk’ü sevmeye, Atatürkçüğü savunmaya zorlamaktadır, zorunlu kılmaktadır.

    Bu yasa, Atatürkçüğün eleştirisini engellemektedir. Atatürkçülüğün, felsefe, siyaset, pratik anlamda insanların hayatlarına, özellikle Kürtlerin hayatlarına nelere mal olduğunu ele almayı engellemektedir. Bu kanun ile Anayasa’nın 35. Maddesindeki “Darbecileri Koruma Kanunu” arasında bir doğrudan bağ vardır.

    Atatürkçülüğün ve Kemalizm’in, Kemalist devlet felsefesinin ve paradigmasının, yol açtığı felaketleri ve katliamları tartışabilmek; Kemalist devletin, resmi politikalarının, halka ve Kürtlere ve diğer etnik gruplara ait olmayan niteliksel yapısının tartışılması için, “Atatürk’ü Koruma Kanununun” ortadan kalkması gerekir.

    Programda görüşlerimi dile getirirken, bu kanunu gözetmediğim gibi, özel olarak kanunu yok sayan, kanunu ihlal eden bir yaklaşım içinde oldum. Bunu da belirttim. Bundan amacım, hakkımda açılacak bir davada bu konuyu tartışmak ve kamuoyuna mal etmek; kanunun değişimini zorlayacak psikolojik, siyasal, sosyal ortamı yaratmak içindi.

    Atatürk’ü sevmemek sadece Kürtlerle ilgili değil: Türk halkının çoğunluğu da Atatürk’ü sevmiyor…
    Atatürk felsefesi, bu felsefenin yarattığı devlet, siyasi sistem ve rejim, yol açtığı toplumsal sonuçlar; sadece Kürtler için değil, Türkler, diğer etnik gruplar, farklı dinsel ve mezhepsel gruplar, farklı toplumsal kesimler, farklı felsefe sahipleri için de önemli; onlarında doğrudan ilgilendiren bir sorundur.

    Atatürkçülük ve Kemalizm, denildiği gibi bir “Türk ulus devletini” yapılandırmadı. Devlet-Ulus yapılandırmasını yarattı. Türk ulusu içinde, tüm Türklerin değil, küçük ve Kemalist dediğimiz elitin devletini yarattı. Devleti halka ve halklara hizmet olarak yapılandırmadı. Halkı ve halkları devlete hizmetçi, köle, kul haline getirdi. Devlet, vatandaşın devleti değil, vatandaş devletin hizmetçisi olarak konumlandırıldı. Bu bağlamda, devlet Kürtlerin, diğer etnik grupların devleti olmadığı gibi, Türklerin de devleti olmadı.

    Atatürkçülük ve Kemalizm, bir toplumsal elitin, kendisinin yorumladığı biçimde yarattığı yeni devlet dini olan İslam’ın ve suni mezhebin, Kemalist düşüncenin devleti oldu. Diğer bütün dinleri, mezhepleri, fikirleri, toplumsal kesimleri dışladı.

    Kemalizm, burjuvaları da dışladı. Sivil ve asker bürokrasiyi sahiplendi, korudu ve geliştirdi.

    Atatürkçülük ve Kemalizm, otoriter, oligarşik, faşist, sömürgeci bir siyasal sistem ve rejim yapılandırdı.

    Bugüne dek de Atatürkçülüğün yol açtığı temel sorunlar, özellikle de Kürt millet sorunu trajedik boyutta yaşanmaya devam ediyor.

    Bu nedenle Atatürk, Atatürkçülük ve Kemalizm, sadece Kürtlerin sevmediği bir kişi, bir ideoloji ve siyasal sistem, toplumsal bir uygulama değil; Kürtlerin dışındaki etnik grupların ve Türklerin büyük kesiminin de sevmediği bir kişi, düşünce ve siyasal sistem.

    Atatürk ve Atatürk Anlayışının yol açtığı genel tahribatlar…
    Atatürk felsefesi, Latin alfabesini kabul edip Osmanlı alfabesinin kesinlikle kullanılmasını yasaklamakla; Kemalizm dışındaki düşünceleri ve kültürleri yasaklayarak; etnik grupları ve özellikle Kürtleri yok sayarak tarihsel ve kültürel lince yol açtı.

    Kürtler, diğer etnik gruplar, dinler ve mezhepler üzerinde genel olarak, özel olarak İslam’dan farklı dinler üzerinde tarihsel araştırmaları, analizler engelledi.

    Bunun sonucunda düşünce kısırlılığını ve çöllüğünü yarattı.

    Üniversiteler ve araştırma kurumları: Atatürk, Atatürkçülük dışındaki hiçbir alanla ilgilenmediler. Bu yaklaşım, bilimde geriliğin ötesinde, bilimsellikten uzaklaşmayı, Atatürk ve Atatürkçülük paradigması ile olayları açıklamaya, anlamaya çalışmayı yarattı.

    Atatürk ve Atatürkçülük, tek lidere, tek ideolojiye, tek partiye dayalı bir otoriter ve faşizan sistemi içselleştirdi.

    Günümüzde halen bütün siyasi partiler ve liderler, bu kültür üzerinde yollarına devam ediyorlar; düşünce ve davranış kalıplarını sergiliyorlar.

    Türkiye’de teknik anlamda tek partili sistem olmamasına rağmen, bütün partilerde içselleşen, bütün farklı akımlarda içselleşen bir Atatürkçülük ve Kemalizm var.

    Bütün siyasi parti liderleri, Atatürk gibi davranıyorlar; Atatürk gibi olmak istiyorlar. Yani her “lider aslanın” gönlünde bir Atatürk yatmaktadır. Bu bağlamda oldukça olumsuz bir model ve figür oldu.

    Her dindar, her komünist, her liberal, her sosyal demokrat ve hatta her Kürt epeyce Atatürkçü ve Kemalist’tir.

    Kemalizm, işte böyle tehlikeli bir yapısalcılığa yol açtı.

    Bu nedenle Atatürk, tüm toplumu otoriter ve faşist zihniyet ve anlayışla zehirleyen bir aktör ve lider oldu.

    Kemalizm her yerde teknik anlayış olarak kendi modelini yarattı. Kürdistan’da da PKK modelinin yaratılması da Kemalist zihniyetin bir ürünüdür.

    Atatürk zihniyeti, devlet felsefesi ve toplum paradigması, çok partili siyasal dönemde bile Türkiye’de Kemalist/Atatürkçü düşünce ve iktidar yapısının sınırlarının dışına çıkılması; siyasetin halka ulaşması ve halkla yapılması; halkın bizzat siyaset yapması; Kemalist egemenlik sisteminin değişim doğrultusunda zorlanması; devletin yapısının değişikliği konusunda taleplerin yükselmesi ve mücadelenin boyutlanması hallerinde, asker darbelere kaynaklık etmiştir.

    Bu nedenle, Kemalist Devlet, aynı zamanda bir darbe/darbeler devletidir.

    Atatürk mücadele ve ittifak anlayışında, ilkesel ve ahlakî değildir; İkiyüzlü ve riyakârdır…
    Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasına dayalı olarak kendi iktidarını kurmak için, en büyük desteği, para ve manevi desteği, zamanın padişahından almıştır. Padişahın izniyle Anadolu’ya geçmiştir. Buna rağmen, Anadolu’ya gittikten sonra padişaha karşı bir hareket organize etmiştir. Bunu uzun zaman da gizlemiştir.

    İngilizlere ve Avrupalılara karşı, dini ve halifeliği kurtarmak için yola çıktığını ve mücadele ettiğini söylemiştir. Ama daha sonra Halifeliği ortadan kaldırmış; takkiye ve zaviyeleri, medreseleri yasaklamış ve kapatmış; İslamcılara düşman ilân etmiştir. İslamcıları, tarih ve siyaset sahnesinin dışına itmiştir.

    1917 Ekiminde Lenin ve arkadaşlarının Çar’ı iktidardan uzaklaştırmasından sonra, Sovyetlerle Birliği’yle ittifak etmiştir. Daha kendi devletini kurmadan İngilizlerle ilişki kurduktan sonra, Sovyetler Birliğini devre dışında bırakmış. Ya da iki yönlü oynamaya devam etmiştir. Hem İngilizlerden ver hem de Sovyetler birliğinden destek almaya çalışmıştır. Sonunda da Batıyı tercih etmiştir.

    Atatürk’ün, Türkiye Komünist Partisi vasıtasıyla Sovyetler Birliği ile ilişki kurduğu güçlü bir tezdir ve akıl dışı da değildir. Çünkü Türkiye Komünist Partisi de Lenin’in teşviki ve Mustafa Kemal’i olumlamasından dolayı, Atatürk’e destek vermiş; parti liderleri onun saflarından savaşmak için Sovyetler Birliği’nden dönüşe karar vermişlerdir. Ne yazık ki, Atatürk’ün emriyle Karadeniz’de öldürülmüşler ve boğulmuşlardır.

    Kendisi de mandacı olmasına rağmen, iktidar olduktan sonra, iktidarını sağlamlaştırmak için mandacı arkadaşlarını tasfiye etmiştir.

    Ege’de Çerkez Ethem’le ittifak etmiştir. Daha sonra Çerkez Ethem’i tasfiye etmiş ve düşman ilân etmiştir.

    Serbest Fırka Partisinin kuruluşunu teşvik etmiştir. Partinin yerel seçimlerde halk içinde güçlü olduğu saptanınca, hareketin liderleri tutuklanmış, Kürt ayaklanmalarına destek gerekçesiyle İstiklal Mahkemelerinde yargılanmışlardır.

    Atatürk en büyük ve hayati ittifakı Kürtlerle yapmıştır. Kürtlerle ittifakından sonra en trajedik durum ve sonuç ortaya çıkmıştır. Atatürk, hareketini Kürdistan’da Kürtlerle ittifakla başlatmıştır. Ama Kürtlere en büyük ihaneti, ilkesizliği, riyakârlığı göstermiştir.

    Bu konuyu ayrıca aşağıdaki bölümde ele alacağım.

    Atatürk’ün bu mücadele ve ittifak anlayışının olumsuz örneklerini çoğaltmak mümkündür.

    Bütün bu önemli örnekler, Atatürk’ün mücadele anlayışında ve ittifaklarında ilkesel, daha önemlisi ahlâki olmadığını; ikiyüzlü, riyakâr ve ihanetçi olduğunu ortaya koyuyor.

    Özellikle iç ittifaklarında bu tehlikeli anlayışı her yanıyla ortadadır. Büyük katliamlar gibi sonuçlar doğurmuşlardır.

    Kürtler Atatürk sevmez, sevmeleri için bir neden yok…
    Kürtler ve Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de-facto yarı-özerk ve yarı-otonom yapıya sahiptiler. En azından klasik sömürgecilik kanunlarıyla Osmanlı İmparatorluğu ile bir bağlılık içindeydiler.

    Kürtlerin büyük bir kesimi, tıpkı İttihat-Terakki Partisi’ni kurdukları ve destekledikleri gibi, Erzurum ve Sivas Kongresinde de Atatürk’ü destekleyerek, Osmanlı Döneminden daha fazla hak elde edeceklerini; Özerk bir statüye kavuşacaklarını düşünüyorlardı.

    Atatürk’ün de onlara bu yönde verdiği sözleri vardı.

    Koçgiri ayaklanmasını organize eden Dr. Nuri Dersimi ve arkadaşları, ayrıca Azadi örgütünün liderleri ve taraftarları, Atatürk’ü destekleyen Kürtlerin bu siyasetini desteklemiyor ve doğru bulmuyorlardı. Çünkü onlar Atatürk’ün ve arkadaşlarının amaçlarının ne oluğunu ve sonuçta ne felaketlerin doğacağını biliyorlardı.

    M. Kemal ve arkadaşları iktidarı ele geçirip, kendi düşünce sistemlerine uygun devlet kurduktan sonra, Kürtlerle ilgili politikalarını açığa çıkarmaya başladılar. Dr. Nuri Dersimi ve arkadaşlarının, Azadi Örgütü liderlerinin dediği sonuçlar ve felaketler ortaya çıkmaya başladı.

    M. Kemal ve arkadaşları, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki Kürt örgütlerinin bile meşru olmadığını ilân ederek mesajını Kürtlere iletmişti. Ama ne yazık ki, Kürtlerin büyükleri ya bu mesajı almadılar, ya da bu mesajı almak onların işine gelmedi.

    Mustafa Kemal, iktidar mücadelesi döneminde Kürdistan’ın özerk olacağını ilân etmesine rağmen, bu konuda adımlar atmadı. Sevr Antlaşmasının ortadan kalkması için büyük oyunlar oynadı, dolaplar döndürdü. Lozan Antlaşması ile kendi Kemalist Devleti’ni onaylatırken, Kürtleri de temsil ediyor gibi bir sahtecilik oynadılar.

    Lozan Antlaşmasıyla, Kürdistan’ın bölünmesine yol açarken, Kürdistan’ın iki parçası (Güney-Batı ve Doğu Kürdistan) İngiltere’ye ve Fransa’ya rüşvet olarak sunuldu. Ya da uluslararası bir komployla Kürdistan dörde bölünmüş oldu. Kürdistan her parçası da Türkiye’ye, Irak’a ve Suriye’ye peşkeş çekildi.

    Lozan Antlaşmasından sonra, yeni bir ulus, “Türk ulusu yaratma” adı altında “Kürtlerin Türk olduğunu” ispatlamaya çalışan Türk Tarih Tezini ve Güneş Dil Teorisini yarattı.

    Kürtleri Türkleştirmek için asimilasyonu ve kültürel soy kırımı planladılar.

    Kürtlerin bütün ulusal haklarını gasp ettiler. Kürtçe konuşmayı, yazmayı, eğitim-öğretilmesini yasakladılar. Kürtçe konuşanları, büyük para ve hapis cezalarına çarptılar. Kürtlükten, Kürdistan’dan, Kürt ulusal haklarından bahseden aydınlar ağır cezalara maruz bırakıldılar.

    Atatürk, Kürdistan’ın Kuzeyinin klasik sömürgecilik statüsüne bile son verdi, Kürdistan’ı tümden ilhak etti. Yok saydı.

    Bu hak gaspına, Kürt milletinin ve Kürdistan’ın yok edilmesine onay vermeyen Kürtler hak talebinde bulundular. Ayaklandılar. 1919 yılında Koçgiri’de başlayan ve 1938’de Dersim’de sonuçlanan bu ayaklanmalar, katliamlarla bastırıldılar. Kürt liderleri ya doğrudan öldürüldüler, ya da İstiklal Mahkemesi gibi hukukla alakası olmayan mahkemeler tarafından idam edildiler.

    Kürt şehirleri, kentleri, köyleri boşaltıldı. Büyük bir sürgün hayatı başlatıldı.

    Atatürk’üm Meclise taşıdığı Kürtler bile daha sonra idam edildiler.

    Kürtler, siyaset ve tarih dışına itildiler.

    O günden bu yana bu devlet siyaseti devam ediyor.

    Bütün bunlardan sonra Kürtler, Atatürk’ü ve devleti neden sevsinler? Neden Atatürk’ten ve devletten nefret etmesinler?(İbrahim Güçlü-Rizgari)

  20. “Devleti halka ve halklara hizmet olarak yapılandırmadı.” Hiçbir devlet halklara hizmet etmez.

  21. Badoo’dan gelen mesajların benimle bir ilgisi yoktur arkadaşlar.

  22. Kemal Atatürk’ün kurduğu rejim demokrasi midir?

    Saltanatın ilgası, hakimiyetin millete malolması demektir. […] Millet Taç giymiştir. Halifelik de (hükümet anlamında alınarak) milletin temsilcisi olan TBMM’ne verilmiştir. […] Böylece hem hakimiyet, hem de siyasi iktidar halk’a, millet’e maledilmiş oluyordu. Hakimiyetin (iktidar dahil) millileştirilmesiydi bu… Demokrasi budur. (Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri…, s. 93)

    Demokrasi kavramını […] ülkeye tanıştıran Mustafa Kemal, ayrıca hiçbir zaman genç Türkiye Cumhuriyetinde yalnızca tek bir parti olmasını istemedi. […] Ne Terakkiperver Fırkanın, ne de Serbest Fırkanın kurulmasına karşı çıktı. Zaten söylenilenlerin aksine, Mustafa Kemal döneminde parti kurmak yasak değildi. (, Bedri Baykam,, Mustafa Kemaller Görev Başına, s. 10)

    Kurtuluş Savaşı sırasındaki ve ertesindeki göreli özgürlük rejimine karşın, Türkiye sonraki yıllarda gerçekten demokratik bir düzeni yaşatabilir miydi? Burası şüphelidir. Çeşitli ekonomik gelişim göstergelerinin demokrasinin önkoşullarını oluşturduğu yolunda, doyurucu bir toplumbilimsel kuram bulunmamakla birlikte; aralarındaki nedensellik ilişkileri kanıtlanmasa da, demokrasinin en azından belli gelişkinlik ölçütleriyle eşzamanlı olarak geldiği söylenebilir. (Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti…, s. 332)

    Atatürk 1923’lerde, yani bir ortaçağ toplumunda niçin bugünün 1990’ların İngiliz demokrasisi gibi demokrasi kurmadı demek, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman niçin telefon şebekesi kurmadı demekle aynı anlama gelir. (A. Taner Kışlalı, Mustafa Kemaller Görev Başına, s. 162)

    Tek Parti rejiminin demokratlığına ilişkin argümanlar altı başlık altında toplanabilir:

    1. Rejim demokrasidir. Parti kurmayı yasaklayan bir kanun çıkarılmamıştır. Ancak CHP iktidarını halk desteklediği için, muhalefet edecek kimse çıkmamıştır.

    2. Rejim demokrasi değildir. Demokrasiyi kurmak için 1920’ler Türkiyesinin sosyal ve ekonomik koşulları elverişli değildir. Demokrasinin objektif koşulları yoktur.

    3. Rejim demokrasi değildir. Atatürk’ün ileriye dönük amacı ülkeye demokrasiyi getirmektir. Ancak fırsat bulamamıştır.

    4. Rejim demokrasi değildir. 1920’de ilan edilen “milli egemenlik” ilkesi, en azından prensip düzeyinde demokrasinin zeminini hazırlamıştır.

    5. “Tam” demokrasiye ulaşılmamış olsa da, kadınlara oy hakkı vermek gibi önemli bazı adımlar atılmıştır.

    6. Rejim demokrasi değildir. Ancak CHP rejiminin tek alternatifinin İslamcı, Osmanlıcı, hilafetçi ve ümmetçi bir gericilik olduğu unutulmamalıdır.

    İlkini bu bölümde olmak üzere, bu görüşlerin her birini sırayla ele alacağız. Kemalist rejim hiç şüphesiz demokrasinin varlığı veya yokluğu meselesinden bağımsız olarak, daha farklı ve belki daha derin düzlemlerde de tartışılabilir. Ancak o konulara gelmeden önce “demokrasi” konusunda bir düşünce netliği oluşturmakta fayda vardır.

    Tek Parti rejimi demokrasi midir?

    Demokratik rejimi tanımlayan asgari unsur, siyasi iktidarın serbest ve genel seçimlerle belirlenmesidir.

    Birtakım ek unsurlar bu tanıma katılabilir; örneğin siyasi partiler, basın ve dernek özgürlüğü, bağımsız mahkemeler ve benzerlerinin demokrasinin vazgeçilmez koşulları olduğu ileri sürülebilir. Ayrıca “serbest ve genel seçim” kavramının sınırları tartışılabilir; serbestliğin derecesi (örneğin, bir açıdan kısıtlanan seçimler serbest sayılır mı?), genelliğin ölçüsü (halkın bir kısmının oy hakkı yoksa o yerde demokrasi var denebilir mi?), seçimin belirleyiciliği (kurumsal iktidar sahiplerine karşı, seçilmişlerin gerçek gücü nedir?) gibi kriterler, ilginç ve yararlı ayrımlara konu olabilir. Ama serbest ve genel seçimlerin hiç olmadığı bir yerde demokrasiden söz etmek, kavramlar konusunda vahim bir kargaşaya işaret etmek dışında bir anlam ifade etmez.

    Birtakım teorilere dayanarak, şu ya da bu tür devlet politikalarının halkın “gerçek” yararını temsil ettiği, işçi sınıfını ihya ettiği, “ilerici” olduğu, çağdaş uygarlığın gereği olduğu vb. ileri sürülebilir. Bu görüşler doğru da olabilir. Ancak demokrasi düşüncesinin temeli, “halkın yararına” politikalar izlenmesi değildir. Neyin halkın yararına olup neyin olmadığına, halkın kendisinin karar vermesidir. Bu kararı vermeye hakkı olmasıdır. Roma imparatorları ve Rus çarları dahil tarihte hemen hemen her rejim “halkın yararına” yönettiğini iddia etmiştir; ama demokrasi örnekleri olarak kabul edilmezler.

    Türkiye’de nisbeten serbest ve genel sayılabilecek ilk seçimler, bilindiği gibi, 1908 yılında gerçekleştirilmiştir. 1912, 1913/14 ve 1919 seçimlerinde belirli bir siyasi kadronun (ilk ikisinde İttihat ve Terakki, üçüncüsünde Müdafaa-yı Hukuk örgütlerinin) baskı ve manipülasyonları belirleyici olmakla birlikte, henüz merkezi bir denetim sisteminin yeterince etkin olamadığı ve en azından yerel düzeyde seçimlerin bir hayli çekişmeli geçtiği anlaşılmaktadır. 1923, 1927, 1931, 1935 ve 1939 “seçimleri”, Tek Adam tarafından belirlenmiş milletvekili listelerinin – eski Sovyet rejiminde olduğu gibi – halka “onaylatıldığı” birer siyasi gösteriden ibarettir. Mustafa Kemal Paşa iktidara seçimle gelmemiş, yaşamı boyunca gerçek ve serbest hiçbir seçime katılmamıştır. Kurduğu parti, cumhuriyet tarihinin ilk serbest seçimlerinde – 1950’de – hezimete uğrayacak, ve ondan sonra da girdiği her seçimden yenilgiyle çıkacaktır.

    Bu anlamda 1923 tarihinin, Türkiye’nin demokratik evriminde ileriye doğru atılmış bir adım sayılamayacağı ortadadır.

    Yukarki paragrafta değindiklerimizi biraz daha açarak bu yargıyı pekiştirmeye çalışalım.

    I. Meşrutiyet

    Türkiye’de iktidarın serbest ve genel seçimlerle belirlenmesine yönelik ilk iki ciddi teşebbüs 1877 ve ardından 1908 seçimleridir. Siyasi partiler 1908’den hemen sonra ortaya çıkmıştır; 1911 sonunda Mebusan’da temsil edilen dört veya beş parti bulunur. Meclis tartışmaları zaman zaman “anarşik” denebilecek ölçüde serbesttir. 1908’de basından sansür kaldırılmıştır. Bunu izleyen dört yılın Osmanlı basını, Türkiye’nin o günden bu yana bir daha yaklaşamadığı bir özgürlük ortamına sahip olacaktır.

    1909’da yapılan anayasa değişikliğiyle hükümet meclise karşı sorumlu hale getirilmiş, bu tarihten itibaren kabinelerin kuruluş ve düşüşünde güvenoyu mekanizması işletilmiştir.

    Saray 1908’den veya en geç 1909’dan 1918’e kadar, siyasi sahnede bağımsız bir varlık gösterememiştir. Kanun-ı Esasinin 1909’da değişen 3.cü maddesi uyarınca padişahın hükümranlığı “vatan ve millete sadakat” koşuluyla sınırlandırılmıştır. Uygulamada bu hükmün anlamı, padişahın Meclis tarafından tahttan indirilebileceğidir. Abdülhamid’in hal’inin yasal temeli de (geriye dönük olarak) bu maddeye dayandırılmıştır.

    II. Mütareke ve Birinci Meclis

    İttihat ve Terakki zorbalığı altında gerçekleşen 1912 ve 1913/14 seçimlerinden sonra, 1919 Aralık ayında yapılan son Osmanlı Mebusan seçimleri bu kez Müdafaa-yı Hukuk hareketinin baskısıyla şekillenmiştir. 1920 Martında bu meclisin tatili üzerine ertesi ay Ankara’da toplanan Millet Meclisi de yaklaşık olarak aynı örgüt ve kadronun eseridir.1

    Her iki seçimi “serbest” saymak mümkün değildir. 1919 ortalarından itibaren Anadolu’ya hakim olan Milli Hareket, kendi yandaşları dışında kimsenin seçimlere katılmasına izin vermemiştir. Muhalefet, son Mebusan seçimlerini boykot etmiştir; Ankara meclisine ise, tanımı gereği, Milli Hareketi desteklemeyenler katılmamıştır. Ayrıca, anayasaya göre Osmanlı vatandaşı olan gayrımüslimler her iki seçime de iştirak ettirilmemiştir.

    Öte yandan, kuruluşlarındaki anti-demokratikliğe karşın, işleyişte iki meclis de dikkate değer bağımsızlık emareleri gösterebilmiştir. Özellikle Mustafa Kemal’e verilen yetkiler konusunda, Ankara BMM’nde oldukça sert muhalefet gösterenler olmuştur. Bir muhalefet partisine izin verilmemişse de, devlet partisinin yokluğunda, iktidar meclis üzerinde yeterli denetim sağlayamamıştır. İstanbul ile Ankara arasındaki ikilik, en azından İstanbul’da belirli bir basın özgürlüğünün sürmesine olanak sağlamıştır. Bu nedenlerle, 1923’e kadar hüküm süren geçiş rejimini bazı bakımlardan yarı-demokratik olarak nitelendirebiliriz.

    III. Cumhuriyet

    1923’te yapılan İkinci Meclis seçimlerine sadece bir parti – Halk Fırkası – katılmıştır. Tüm parti adaylarının “gece gündüz bilfiil çalışarak” Mustafa Kemal ve yakın çevresi tarafından belirlenmiş olduğu döneme ait hatıratların birçoğunda ayrıntılı olarak anlatılır. Birkaç yerde seçimlere katılan bağımsız adaylar, Mustafa Kemal’in kişisel emir ve komutası altında yürütüldüğü anlaşılan çeşitli çabalarla ikna edilmişler, ve sonuçta meclise sadece bir muhalif bağımsız (Gümüşhane mebusu Zeki [Kadirbeyoğlu]) girebilmiştir.2

    Her şeye rağmen bu mecliste, Milli Mücadeleye ön saflarda katılmış olup bağımsız bir kişilik ve prestije sahip bulunan ve Mustafa Kemal’i ancak “eşitler arasında birinci” olarak görmeye devam eden üyeler vardır. Bunların önde gelenleri 1924’te bir muhalefet partisi (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) oluşturma girişiminde bulunmuşlarsa da, bu parti altı ay sonra Takrir-i Sükûn kanununun baskı ortamında kapatılmış, bir süre sonra partiye mensup tüm milletvekilleri tutuklanmış ve aralarından altısı, şehir meydanlarına kurulan darağaçlarında asılmıştır.

    Bu tarihten sonra, Atatürk’ün ölümüne kadar, CHP hükümetine yasal çerçevede ve kendi iradesiyle muhalefet etmeyi göze alan kimseye rastlanmaz. 1930’da Atatürk’ün emriyle kurulan Serbest Fırkayı bir muhalefet partisi olarak değerlendirme imkânı yoktur. Bu partiye katılmaları Reisicumhur tarafından öngörülen bazı milletvekillerinin nasıl korkuya kapıldıkları ve CHP’ye geri gitmek için yalvardıkları, cumhuriyet tarihinin ibret verici sayfaları arasında yer alır.

    CHP tüzüğünün ömür boyu kendisine tanıdığı yetki uyarınca Reisicumhur, üçüncü (1927), dördüncü (1931) ve beşinci (1935) meclislerin üye listelerini şahsen hazırlamak ve ilan etmek görevini üstlenmiştir. Dördüncü ve beşinci dönemlerde gerçi birkaç bağımsız milletvekili için kontenjan (350 kadar üyelik içinde, sırasıyla 12 ve 16 sandalye) ayrılmıştır. Ancak bağımsız adayların bizzat Atatürk tarafından belirlenen birtakım ideolojik ve kişisel kriterlere uyması talep edilmiş, kendilerine karşı Parti tarafından aday gösterilmemiş, ve bağımsızlara oy vermeleri Partili ikinci seçmenlerden “rica” edilmiştir.3

    Halk çoğunluğunun desteğine sahip olduğunu ileri süren bir rejimin neden serbest seçimler yoluyla bu olguyu kanıtlamak yoluna başvurmadığını anlamak kolay değildir. Ancak gerek 1924’teki gerçek, gerekse 1930’daki düzmece muhalefet denemelerine, rejime karşı neredeyse birer halk ayaklanmasına dönüşmek eğilimi kazandıkları için son verilmiş olması, bu konuda gereken ipucunu sağlayabilir. 1950’deki ilk serbest ve dürüst seçimlerde CHP %39 oranında oy alabilmiştir.

    Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Tek Parti döneminin güdümlü seçimlerini şöyle tanımlıyor:

    “Gerçi iki dereceli seçim yasasındaki yönteme göre bütün illerdeki milletvekili seçimleri yapılıyordu, ama bu seçim, işin formalite yönüydü. Halk Partisi tarafından gösterilen aday mutlaka seçiliyordu. O halde bu adaylar, ‘halkın seçimine sunuluyordu’ demektense, ‘halkın onayına sunuluyordu’ deyişini kullanmak belki daha yerinde olur.”4

    “Onayına sunmak” kavramı onay verip vermeme tercihini içerdiğine göre, bu tanımlamayı kabul etmek mümkün gözükmüyor. Yapılan iş, daha çok “halka gözdağı vermek”, ya da “halkı (daha doğrusu ikinci seçmenleri) onay vermeye mecbur ederek, vicdanen özgür kalmalarını önlemek” tanımlarına girmektedir.

    Notlar

    1. Tek muhalefet partisi olan Hürriyet ve İtilaf, yasadışı baskıları ileri sürerek Mebusan seçimini boykot etmiştir. Milliyetçilerin kontrolünde olmayan İstanbul’da, seçim teşkilatına hakim olan eski İttihatçılar, iki kişi hariç Müdafaa-yı Hukuk adaylarının seçilmesini sağlamıştır. Son Mebusanın 140 dolayındaki üyesinin hemen hepsi Müdafaa-yı Hukuk adaylarıdır; kalan birkaç kişi de Milli hareketi destekleyen çeşitli bağımsız ve marjinal grupların temsilcileridir. (Bak. Karaca, Son Osmanlı Meclis-i Mebusan Seçimleri).

    2. Kadirbeyoğlu’nun seçilişinin ilginç öyküsünü, Ahmet Demirel aktarır. Anlatılanlara göre, seçim yapmak için toplanan ikinci seçmenler her ilçede jandarma birlikleri tarafından ziyaret edilerek, “hükümetin istediği adamlardan başka hiç kimseye oy verilemeyeceği”ne ilişkin, çeşitli sertlik düzeyinde emir ve tehditler kendilerine tebliğ edilmiştir. Bunun üzerine bir-iki yerde silahlı çatışma çıkmış, direnişle karşılaşan jandarma kumandanları ise “evvelce aldıkları talimat dairesinde” Mustafa Kemal Paşayı telegrafla haberdar ederek talimat istemişlerdir. Sonuçta Zeki Bey seçimi kaybetmiş, ancak anlaşılan vilayette huzursuzluk çıkması ihtimali üzerine, içişleri bakanlığı emriyle milletvekilliği onaylanmıştır. (Demirel, s. 575-582)

    1924 Aralığında yapılan ara seçimlerde de, Bursa’dan bağımsız aday olan (Sakallı) Nurettin Paşa milletvekili seçilmiştir. (Tunçay, s. 117-120) Atatürk döneminde, CHP’ne muhalif olarak seçilen başka bağımsız milletvekili yoktur.

    3. Bak. Parla, Siyasi Kültürün Resmi Kaynakları II, s. 56-66.

    4. Velidedeoğlu, Milli Mücadele’de Anadolu, s. 246.

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-3