Türkiye Solunun Yanılgılı ve Acılı Tarihi…

 

436408

 

Polis işkencesinde canını veren yüzlercesine…

 

 

Vehbi Ersan, 1970’lerde Türkiye Solu, İletişim, 2013

 

Vehbi Ersan’ın kitabı, özellikle sol örgütlerin ve o zamanki olayların ayrıntılarını öğrenmek açısından son derece yararlı. İçinde yaşadığım bir tarihi dönem olduğu halde şahsen çok şey öğrendim. Baştan bunu belirterek başlayayım. Ancak ben öncelikle kitabın bazı kusurları üzerinde durmanın daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunun ardından, kitapta anlatılanlardan çıkardığım önemli iki ana noktanın üzerinde duracağım. Zaten bunlar ara başlıklarla belirtilecek.

 

Kitabın Hata, Eksik ve Zaafları

 

Kitabın temel zaaflarından biri adında gizli. Kitap, doğal olarak, 1970’leri anlatabilmek için 1960’lara, hatta daha eskilere kısa da olsa bir yolculuk yapmış. Dahası, anlatılanları 1970’lerin sonunda kesmek mümkün olamamamış, çünkü 1980’lerin başında, bütün 1980’leri belirleyen ve o güne kadar çeşitli mücadeleler yürüten sol örgütlerin kaderini belirleyen 12 Eylül 1980 darbesi var. Dolayısıyla kitap, 1980’lere, hatta bir ölçüde de 1990’lara ve 2000’lere uzanmak zorunda kalmış. Evet, ele alınan örgütlerin esas yapısının 1970’lerde oluştuğu doğrudur ama tarihi 1970’lerle kısıtlamanın mümkün olmadığının yazar da farkında ki, daha ötelere uzanmış.

Ama yazar, kitabın adına bağlı kalmak istemesinden olacak, bu sefer 1980’leri, özellikle bu yıllarda solda meydana gelen ve örgütleri de bir hayli etkileyen önemli ideolojik gelişmeleri hiç ele almamış. Oysa bu yıllarda sol örgütlerin bir kısmında Stalinizm üzerine önemli tartışmalar cereyan etmiş; 1970’lerde hiçbir varlık gösteremeyen Troçkizm, feminizm, anarşizm, sol liberalizm gibi akım ve eğilimler ortaya çıkmıştır. Yazar, ya anlatımını 1979 yılının sonunda kesecekti ya da 1980’lere uzanmışsa bu büyük değişimleri de ele alacaktı. Hem 1980’lere uzanıp hem de bu önemli değişimler hiç olmamış gibi davranmak solun tarihi gelişimini anlamak ve anlatmak açısından gerçekten büyük bir zaaftır.

Diğer yandan, kitabın adı açısından başka sorunlar da vardır. Örneğin bu anlatımda Kürt solu yer almamıştır, ancak bu durumda “Türkiye solu” deyimini kullanmak ne kadar doğrudur. Ayrıca Türkiye solunu, Kürt solu dışında ele alıyor bile olsak, buna “Türkiye solu” dışında bir ad vermek daha doğru olmaz mıydı? Kaldı ki, Kürt bölgeleri dışındaki solla Kürt solunu birbirinden kopararak ele almak da o kadar imkân dâhilinde değildir. Nitekim yazar, örgütlerin tarihini anlatırken, kısıtlı ölçüde de olsa Kürt soluna değinmek zorunda kalmıştır.

Kitabın ismi açısından bir diğer nokta, anlatılanın soldan çok, sol örgütler olmasıdır. Elbette solun sol örgütlerden ibaret olduğu ileri sürülebilir ama konuya “Türkiye solu” diye baktığınızda, bu örgütleri de kapsayan daha üst ve global bir değerlendirme yapmak, örneğin, 1970’lerde, Türkiye solunu oluşturan üç ana kümeleşmeyi ve bunun uluslararası nedenlerini tahlil etmek zorundasınızdır. Oysa kitabın perspektifi farklıdır. Kitap, sol örgütleri, global bir sol bakıştan değil, solu sol örgütlerden bakarak anlatmayı tercih etmiştir. Elbette bu da bir tercihtir ama o zaman kitabın adını “Türkiye solu” olarak koymak hatalıdır. Özetle, kitabın adı bence şöyle olmalıydı: Türkiye’deki Sol örgütler, 1960-1990 (Kürt sol örgütleri hariç). Parantez içindeki ibare konmayabilirdi ama o zaman da girişte bu durum izah edilmeliydi.

Ayrıca, böyle kapsamlı bir kitabın ad ve kitap dizinine, hatta örgüt isimlerinin açılımlarına ve şemasına sahip olmaması da önemli bir eksikliktir. Bu eksikliği, yazardan çok, yayınevi editörüne ve yayınevine hatırlatıyorum.

Bundan sonra, gözüme çarpan tek tek hatalara geçebilirim.

Yazarın olaylara bakışı önemli ölçüde objektif ve kapsayıcıdır, bu bakımdan pek bir sorun yoktur. Buna rağmen, bazı sübjektif değerlendirmeler ve bundan kaynaklandığını sandığım küçük hatalar saptadım.

Olaylara bugünden bakınca farklı, yaşandığı andan bakınca farklı görünür. Yazarın bu konuda yaptığı tipik bir hatayı buraya alayım:

Gençlik eylemlerinden yeni kuşak devrimci liderler çıktı. Bunlar arasında Deniz Gezmiş, Yusuf Küpeli, Harun Karadeniz, Doğu Perinçek, Mahir Çayan, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakkaya… gençliğin siyasal-örgütsel arayışı içinde ön plana çıkan başlıca isimlerdi.” (s.32)

Tamamen bugünden bakılarak yapılmış yanlış bir saptama. Yukarda sözü edilen isimlerden sadece üçü, o anda “gençlik eylemlerinden” çıkmış” yeni kuşak devrimci liderlerdir: Deniz Gezmiş, Yusuf Küpeli ve Harun Karadeniz. Harun Karadeniz, daha sonraki süreçte, MDD hareketi içinde olmadığından kendiliğinden elendi. Doğu Perinçek, gençlik eylemlerinden çıkmamıştır, zaten o dönem asistandı. FKF’nin başına doğrudan TİP Bilim Kurulu’ndaki çalışmalarından gelmiştir. Mahir Çayan da 1968-69 gençlik eylemlerinde ön planda yer alan ve çok tanınan biri değildi; zaten eylemlerde çok sık yer almazdı. Esasen teorik yetenekleriyle parlamış ve Yusuf Küpeli’nin FKF başkanlığını almasından sonra, onunla arkadaşlığı sayesinde ipleri adım adım ele geçirmiştir. Hüseyin İnan ve İbrahim Kaypakkaya, o sırada gençlik hareketinin içinde yer almakla birlikte, ön plana çıkmış, lider vasıfları göstermiş arkadaşlar değildi. Hüseyin İnan, genellikle geri planda durmaya dikkat eden bir gençti. Onun THKO’nun örgütleyicisi olduğu sonradan ortaya çıktı. İbrahim Kaypakkaya da İstanbul’da, Türk Solu dergisinde çalışan bir gençti ama gençlik eylemlerinde ön plana çıkmış değildi. İstanbul’da, gençlik eylemlerinde Deniz Gezmiş’ten sonra en ön plandaki genç, bugün adı bile anılmayan Mustafa Gürkan’dı. Bunları uzun uzun anlatmamın nedeni, tarih yazımında, belki de tarihçilerin önemli bir kısmının düştüğü bir hataya değinmek. Olayları yaşandığı andaki gibi görebilmek, eğer o dönemi ele alan kişi içlerinde doğrudan yaşamamışsa imkânsıza yakın bir şeydir.

TİKP ile ilgili birkaç yanlış bilgiye de değinmek istiyorum.

1971 Ocak’ında Doğu Perinçek, Ömer Özerturgut ve Şahin Alpay partinin ilk merkez komitesini oluşturdu.” (s. 53)

Bu doğru değildir. Doğu Perinçek, 12 Mart döneminde, polisteki ifadesinde bu üç ismi, polisi yanıltmak ve gerçek merkez komite üyelerini gizlemek için vermiştir. Bunu şuradan biliyorum ki, o zamanki merkez komite üyelerinden biri de bendim. Yazarın, iddianamelere yansımış bu bilgiyi (Şahin Alpay hiçbir zaman MK üyesi olmamıştır) hiç sorgulamadan kitabına alması hata olmuş. Oysa, kitabında alıntılarına yer verdiği Havariler kitabımı daha ayrıntılı okumuş olsaydı şimdi anlattığım bu bilgiye rastlayacaktı (Havariler, İletişim, s. 16)

Aydınlıkçılar da eylemci gençlik liderlerini ‘maceracı’, ‘anarşist’, ‘kitlelerden kopuk’ diye eleştiriyordu… ‘anarşistçe eylemler’ bu milli cepheye de zarar veriyordu.” (s. 53)

Yazar, tırnak içine aldığı halde kaynak belirtmemiş. Belirtseydi bunca yıl sonra şaşırırdım zaten. Çünkü o zamanki Proleter Devrimci Aydınlıkçılar (PDA) “İlkesiz Birlik Cephesi” adını taktığı Kırmızı Aydınlıkçılara karşı hiçbir zaman anarşist sıfatını kullanmamıştır.

Belki çok önemli değil ama bir yanlış bilgi de şudur:

Merkez Komite üyelerinden Ömer Özerturgut, Filistin örgütleri, ÇKP ve Kuzey Kore komünist partileriyle temas kurmak için yurtdışına çıkmakla görevlendirildi.” (s.55)

Yazar, bunu TİİKP’nin 12 Mart’tan sonra aldığı önlemler çerçevesinde söylemektedir. Oysa Ömer Özerturgut, yurtdışına 12 Mart öncesinden çıkarılmıştı.

Yanlış bilgilerin ötesinde, yazar bazen, eskinin birtakım yanlış değerlendirmelerini de benimseyip kendi fikri gibi ileri sürmektedir. Ona göre PDA’cılar;

“68 kuşağının THKO’lu, THKP-C’li gençlik liderleri gibi ‘eylemci’ değillerdi.” (s.53)

Yanlış bir yargıdır bu. PDA’nın özellikle gençlik kesiminden gelenleri o dönemin en eylemci gençleri arasındaydı. Yani sonradan THKO veya THKP-C’yi oluşturan gençlerle aralarında eylemcilik açısından bir fark yoktu. Fark, eylemlere bakıştaydı.

Yazarın, kitabın en son bölümünde yer alan Dev-Sol örgütünü ele alışta da bazı sübjektif değerlendirmeler yaptığı, daha açıkçası Dev-Sol’u biraz kayırdığı  kanısındayım. Örnek:

2000 yılının ölüm orucu… ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun ardından tam tersine evrilerek, legal sosyalistlerin, giderek de radikal grupların dahi ilgi göstermediği, toplumun kesif duyarsızlığı altında DHKP-C’li bir grup tutuklu ile yakınının yıllarca süren gözlerden uzak eylemine dönüştü.” (s.399)

Burada, korkunç ölçüde hatalı bir eylem çizgisini dayatan DHKP-C yönetimi hiç eleştirilmediği gibi, “toplum” son derece haksız bir şekilde “duyarsızlık”la suçlanmıştır. Elbette bir tarih kitabında örgütlerin izlediği çizginin eleştirisini bekliyor değilim ama ters yönde bir savunmacılığı da doğru bulmadım. Toplum ya da halk diyelim, aslında açlık grevlerine başlangıçta büyük ilgi göstermiş ve destek de vermişti. Fakat DHKP-C önderliğinin akıl sır ermez ve saçma bir inatla sürdürdüğü ölüm orucu, devlete otuzdan fazla militanı öldürme fırsatı tanımış ve bundan sonra da aynı hatalı çizgi terk edilmeden sürdürülüp insanlar boşu boşuna ölüme sürülmüştür. Burada söz konusu olan, “toplumun kesif duyarsızlığı” mıdır, yoksa DHKP-C önderliğinin kesif vurdumduymazlığı mıdır? Yazarın bu hatalı ve haksız yargısı bir anı kitabında ileri sürülseydi, “onun kendi düşüncesi” der geçerdim ama objektif olması beklenecek bir tarih kitabında böyle gelişigüzel yargıları ileri sürmek gerçekten de sorumsuzluk kelimesini hak etmektedir.

Yazar, bu sübjektivizmi, bir örgüt üyesi, hatta yöneticisi gibi, şu tür değerlendirmelerinde de tekrarlamaktadır:

12 Eylül sonrası yıllarda, yönetici komite de görevler de o sırada en uygun kişilerce üstlenilmişti.” (s.404)

Bir tarih kitabında rastlanması imkânsız bir yargı. Böyle bir yargıyı, bırakın bir tarihçiyi, bir örgüt üyesi ya da yöneticinin bile, hele illegalitenin sürdüğü bir döneme ilişkin olarak ileri sürmesi oldukça güçtür. Yazar, “en uygun kişilerin” bunlar olduğunu nereden bilmektedir? Diğerleriyle karşılaştırma olanağı var mıdır? Ayrıca “uygun”luk kıstasının tamamen sübjektif bir şey olduğunu bilmesi gerekmez midir?

Yazarın, Dev-Sol tarihini 2000’lere kadar izlediği halde, bu örgütün iç infazlarına neredeyse hiç ya da asgari ölçüde değinmesi de dikkat çekicidir. Hele hele örgütteki bölünmeyi anlatırken, Bedri Yağan kesimini, merkezin ağzıyla ve tırnak içine almaya bile gerek görmeden “darbeciler” diye nitelendirmesi insanı şaşkınlıklar içinde bırakacak ölçülere varmaktadır.

 

Düşman Kardeşler Cunta işbirlikçiliğinde Birleşirken…

 

TİKP’nin 12 Eylül cuntasına karşı işbirlikçi bir tutum aldığı bilinmektedir. Ancak belki de TİKP çok göze battığından ya da onun “düşman kardeşi” TKP ilk başta direnme tutumu almışken, bundan bir yıl sonra aynı TİKP gibi işbirlikçi tutuma yöneldiğinden, TKP’nin de cunta işbirlikçisi olduğu o kadar fazla dikkat çekmemiş ya da dillendirilmemişti. Vehbi Ersan’ın kitabından bu işbirlikçiliğin ayrıntılarını ve buna neyin yol açtığını öğreniyoruz. Bunu uzunca bir alıntıyla vermek zorundayım:

Ocak 1981 tarihli Politik Durum ve TKP’nin Tutumu adlı politbüro imzalı broşür cuntaya ilişkin görüşleri kökten değiştiriyordu. Broşürde cuntanın Amerika ve NATO’nun kuklası olarak değerlendirilemeyeceği, özgün bir dış politika izlediği, Atatürkçü niteliklere sahip olduğu, antidemokratik uygulamalarına karşın MHP’ye de vurduğu, ‘sol terörist gruplara karşı önlemler’in demokrasi güçlerine karşı saldırı gibi algılanamayacağı; ordu içindeki antiemperyalist öğelerin desteklenmesi gerektiği belirtiliyordu. Broşüre göre cunta içinde ‘çeşitli kanatlar’ ve bu kanatlar arasında ‘çelişkiler’ vardı… şöyle devam ediliyordu: ‘Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist dünyanın gücü cuntanın politikasını etkiliyor. Cuntanın sosyalist ülkelerle işbirliği yolundaki girişimleri emperyalizmin en saldırgan kesimlerinin politikasıyla çelişkiler taşıyor. Bu yolda atılan adımlar ülkede işçi sınıfı ve ilerici güçlerin savaşımı için daha elverişli koşullar yaratıyor.’” (s. 146)

Bundan sonra yazar, “düşman kardeşler” TİKP ve TKP ile ilgili olarak şu doğru saptamayı yapmaktadır:

İlginç olan, TİKP’nin düşman gördüğü, tam zıt yaklaşımlara sahip olduğunu düşündüğü TKP’nin de 12 Eylül cuntasına karşı aynı tutumu takınmış olmasıydı. Üstelik Sovyetler Birliği de, ABD’nin desteğiyle gerçekleşmiş darbeye karşı çıkmamış, tersine desteklemişti.” (s. 186)

Aslında bu iki örgüt, hangi nedenle, ortalığı toza dumana bulayacak ölçüde düşman olmuşlarsa, aynı nedenle cuntaya dost olmuşlardır. İkisini de yönlendiren Sovyetler Birliği’nin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarlarıydı. Bu iki ülke, ulusal çıkarları doğrultusunda, dünya çapında olduğu gibi, Türkiye solu üzerinde de kıyasıya bir rekabeti sürdürmüş; aynı çıkarlar doğrultusunda 12 Eylül cuntasıyla işbirliğinin yollarını aramış ve kendi piyon partilerini de buna yöneltmişlerdir. Elbette bu iki partinin, bağlı oldukları ülkelerin yönelimine uygun bir şekilde içerde egemen sınıflarla işbirliği yollarını arayan partiler olmaları da bu siyasetlere katkıda bulunmuştur.

Bir mahallede iki kabadayı birbirinin gözünü oyacak bir rekabet içindeyse anlayın ki, o kabadayıların efendileri de kendileri de o mahallede aynı çıkarların peşindedirler.

 

Şu “Ricat” Denen Şey…

 

Bizim solun bütün kesimleri Lenin’in tembel öğrencileridir. İşin aslını astarını öğrenmeden “Leninizm” kitabından kopya çekerek sınıfı geçmeye kalkışırlar. Bu kitapta Lenin, Bolşeviklerin taktiklerinden biri olarak “ricat”tan da söz etmiştir. Nedir ricat? Burjuvazinin şiddetle saldırdığı ve güçler dengesinin eşit olmadığı koşullarda parti ricat etmesini bilmeli ve bozguna sebebiyet vermeden güçlerini topluca geri çekmenin yollarını aramalıdır. İşte öğrenilen ya da kopya çekilen ders budur. Yoksa “daima ileri” gitmekten başka bir şey bilmeyen solun kendi deneyimleriyle ve mantığını işleterek böyle bir “ricat”ı akıl etmesi mümkün değildir. Bu yüzden 12 Eylül darbesi koşullarında bu “ricat” sözcüğünü fiyakayla ve hatta gururla telaffuz etmekten çekinmemişler ve bunun uygulayıcısı olmuşlardır. İşte aralarındaki bütün ayrılıklara rağmen bunu topluca uygularken de en büyük yanlışı yapmışlardır. Çünkü 12 Eylül darbesinden sonra yapılacak en yanlış şey ricattı. Bunu tartışacağız.

Fakat konu kopyacılıktan ibaret de değildir, ne yazık ki. “Leninist” örgüt bencilliği ile bu ricat denilen şey tam da üst üste oturmuştur. Leninist örgüt nedir? Halkın ya da işçi sınıfının devrim mücadelesinin “öncü”südür. O halde her şeyden önce bu”öncü” korunmalıdır. O zaman gelsin ricat!

12 Eylül öncesindeki keşmekeş ortamında bütün sol örgütler “Leninist öncü örgüt”ün inşasından söz ettiği halde, aslında bunu hiçbiri ciddi bir şekilde yapmıyordu. Çünkü büyük bir toplumsal hareketlilik vardı ve “gizli” örgütlenme bu hareketliliğe ayak uyduramıyordu. TİKP bile, 1974’te işe yeniden başlarken bu ilkeleri sıkı sıkıya uygulamaya kalkmış, fakat bir iki yıl içinde böyle bir örgütlenmenin koşullara uymadığını fark edip açık mücadele alanına balıklama dalmış, “gizli” hücreleri falan bir kenara bırakmıştı. Diğer “Leninist” örgütler de öyle. Çünkü Lenin’in sözünü ettiği örgütsel ilkeler Çarlık Rusya’sında, legal olanaklardan önemli ölçüde yoksun bir örgüte ilişkin deneylerden yola çıkarak hazırlanmıştı.

Bizim sol örgütler, “Leninist örgüt”lenmeyi, sadece genç militanları büyülemek ve onları asla ulaşılamayan bir “proletarya örgütünün üyeliği” mertebesine “yükseltmek” için olta olarak kullandılar. Gerçekte böyle bir örgütlenme yoktu. Bütün örgütler, korkunç bir rekabet içinde, okullarda, mahallelerde militan avlama yarışı içindeydiler ve dolayısıyla, herhangi bir askeri darbeye ve ardından gelecek baskıya karşı ciddi hiçbir önlem almamışlardı.

Darbe birdenbire gelince, 12 Eylül’den önce bencil örgüt çıkarları nasıl ciddi bir örgütlenmeyi bir tarafa bırakıp militan avlama peşince koşmayı gerektiriyor idiyse, aynı çıkarlar bu sefer örgütü cuntanın saldırısından koruma güdüsünü harekete geçirdi. İşin aslı şuydu: “Şimdi bırakın cuntaya karşı direnişi falan, militan avlamayı da bırakın; şimdi yapılması gereken tek şey, bugüne kadar avlanmış militanlardan ibaret dar örgütümüzü korumaktır.” İşte bu koşullarda Lenin’in “ricat” teorisini hatırladılar. Bu, tam da o anda onların ihtiyaç duyduğu şeydi. Taraftarlarınızı, size inanan mahallelerdeki insanları kaderleriyle baş başa bırakın ve bir avuç militanınızla ortadan toz olun. İşte “ricat” dedikleri şey buydu. Bu furyaya bir tek o zamanki Dev-Sol katılmadı. Hangi güdülerle katılmadı, bu ayrı bir tartışma konusudur ama bu noktada cuntaya saldırı çizgisini savunmasıyla (s. 373, 384) Dev-Sol doğruyu söyleyen tek örgüttü.

Evet, ihtiyaç olan, ricat değil, tersine bütün güçlerle cuntanın darbesine mahallelerde, fabrikalarda direnmekti. Çünkü zaten olan olmuştu ve adamlar solu ezeceklerdi. Sonuçta bir yenilgi olsa bile, 12 Eylül’den sonra yaşanan o korkunç moral bozukluğu olmazdı. Bu ricat politikasının sonucunda, o zamana kadar örgütlere destek vermiş, onlara güvenmiş, faşistlere karşı direnmiş on binlerce insan başıboş, savunmasız ve örgütsüz bırakıldı (s. 349-350). Onlara direnme yolunda bir yol bile gösterilmeden bütün örgütler bencilce sırra kadem bastı. Ondan sonra da gelsin “tabandakilerin” suçlanması. Oysa suçlu olan örgütlerdir, onların merkez yöneticileridir. Şahsen ben de dâhilim bu yöneticilere.

Hadi taraftarlar ortada bırakıldı. Sanki o çok değerli örgütsel çekirdekler korunabildi mi? Ne gezer! Her derde derman olduğu sanılan bütün merkeziyetçi gizli örgütlenmeler tam da polisin istediği şeyi yapıyorlardı. Polis adeta şöyle düşünüyordu (belki de içgüdüsel bir şekilde): “Siz en değerli militanlarınızı hücrelerde toplayın, o hücreleri birbirine bağlayıp merkezileştirin. Ondan sonra da biz gelip bir noktadan başlayarak işkence yoluyla ilerleyelim ve hepsini birden toplayalım.” Böylece bütün örgütlerin binlerce değerli militanı ve üyesi şu meşhur “Leninist örgütlenme” sayesinde polisin ağına düşürüldü (s. 313-314). Bu toparlamadan en az zarar gören örgüt TKP-ML oldu, çünkü bu örgüt diğerlerine göre çok daha ademimerkeziyetçiydi.  (s.227-228).

Eğer TDKP’nin sonradan hataları ele alırken belirttiği gibi, sol örgütler ricat adı altında sağa sola kaçışacakları yerde aralarında bir blok kurup cuntaya karşı esaslı bir kitlesel direnişe geçmeyi hedeflemiş olsalardı, gerçekten büyük bir direniş gösterilmesi ihtimali vardı. Ne yazık ki, o sırada yapılması gereken tek akılcı şey kimse tarafından akıl edilmemiş, önerilmemiştir bile. Öyle ki, cuntacılar bile, 12 Eylül öncesinde ortalığı yıkıp geçiren solun kendilerine daha fazla direneceğini hesap etmiş, ona göre hazırlanmışlardı. Solun akılsızlığı onları bile hayal kırıklığına uğratmış olmalıdır.

Son olarak şu polis sorguları meselesine değinmek istiyorum: Poliste zaaf mevzuu. Kitaptan öğrendiğime göre, Dursun Karataş bile, “poliste zaaf” konusunda taraftarlarının önünde özeleştiri vermek zorunda kalmış (s. 402-403). Oysa bu, solun en büyük hatalarından biridir. Sol, “proleter devrimci” militanı insan üstü bir varlık mertebesine çıkararak hem kendine, hem de on binlerce fedakâr militanına kötülük yapmış, onları boşuna ağır manevi yüklerin altına sokmuştur. İşkenceye uğramadan, kâğıt üzerinde kahramanlık destanları yazmak kolaydır ama polis işkencesine, hele ağır yükler almış militanların karşı karşıya kaldığı korkunç işkencelere dayanabilmek için gerçekten insanüstü bir varlık olmaya doğru yol almak gerekir. Bu yüzden hiç de gerekmediği halde yüzlerce değerli insan, sırf örgütlerine ve arkadaşlarına layık olabilmek için bu insanüstü tahammülü gösterebilmek amacıyla canını vermiştir. Lafın kısası, şu meşhur “proleter örgütlerini” kuranlar, sinir sistemleri olan ve acıya dayanma sınırı olan bu insanlara “örgüt sırrı” adına çekemeyecekleri kadar ağır yükler yükleyerek ya maddi ya da manevi ölümlerine yol açmışlardır. Fazlasıyla abartılan “ser verip sır vermeyen” destanları da buna katkıda bulunmuştur. Oysa fiziki dayanmanın sınırları vardır. Bir insandan bir ton yükü taşımasını istemek, taşıyamayıp yere yığıldığı zaman da yükü yükleyeni değil de yükü taşıyamayanı suçlamak gerçekten haksızlıktır. En büyük haksızlık bu yürekli insanlara yapılmıştır.

 

Gün Zileli

11 Ekim 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

12 Mart ve Sol

Artıgerçek Ümit Zileli, Tele-1’deki programın başında “Neydi 12 Mart?” diye sormuş, ben de bugüne kadarki …

51 Yorumlar

  1. Gun arkadas dogru soyluyorsun. 12 eylul den sonra sokaklarda, okularda, bolgelerde, sivil kurumlarda en buyuk kitleye sahip Devrimci yol , Halkin kurtulusu (TDKP) ve Kurtulus onder kadrolariyla birlikte kendiliginden ricat karari almistir.
    Bu yapilarin disindaki sol grublar cok belirleyici olmadigindan 3 buyuklerin bu davranisi , turk solunun yenilgisini, taraftarlarini ve kitleleri de husrana ugratmistir.

  2. Saflar, saflara!..

    80 öncesini ve sonrasını yaşamış biri olarak, bu yazınızı çok aydınlatıcı buldum. Gözümdeki perde aralandı. Ricat taktiğinden geliyormuş bütün o direnişsiz yenilgi demek. Bu güne dek solun toparlanamamasında da bu utanç verici yenilginin payı olmalı. Solumuzun artık sol olmaktan çıkıp bıkkınlık verici söylemleri tekrarlayan papağanlara dönüşmesini de 30 yıl önceki bu talihsiz kararda aramalıyız belki de.

    O yıllarda genç bir sempatizandım. 12 Eylül darbesi karşısında devrimcilerin bir türlü direnişe geçmemesini anlayamıyordum. Meseleyi hiç böyle düşünmemiştim. Ben hep, direnmek istediler ama yenilince ricat kararı aldılar diye düşünüyordum. Çok safmışım!

  3. Yazılanlar çok yenir yutulur gibi değil ama doğru. Eksiği var, fazlası yok. Özeleştiri, ders çıkartıp aynı hatayı bir kez daha yapmamaktır. Aksi takdirde yalnızca “günah çıkartma” olur.

    Gezi Direnişi’nin periferisinde gördüklerim bana, eski manzaranın devam ettiğini düşündürdü. Kuşaklar, bir lokomotifin ardındaki tren katarları gibi sürüklenip gidiyorlar. Kopanlar ise hareketsiz ve çaresiz!

  4. Ben de yeni bitirmiştim kitabı ama 80 sonrası solundan gelen bir okur olarak, 70’lere ait bu yazıda eleştiri konusu edilen birçok detayı fark edememiştim. Mesela bugün kimsenin ismini hatırlamadığı, dönemin Deniz Gezmiş’in ardından en önemli lideri Mustafa Gürkan konusu… Bu tip detayları, dönemi yaşamadan bilmek olanaksız. Bu tabii büyük zaaf ama bu zaaf aslında bütün tarih kitapları için söz konusu değil mi? Mesela TKP’nin kuruluş dönemine ya da mesela İttihat ve Terakki’ye ilişkin kim bilir ne çok şeyi fazlasıyla eksik biliyoruz… Yine de bence Ersan’ın kitabı, 70’lere dair tarafsız olmaya çalışan pek fazla kaynağını olmadığını düşünecek olursak, çok değerli.

  5. yazıyı okuduktan sonra insan, rahmetli aybarın “leninist parti burjuva modelinde bir örgüttür” uyarısını dikkate almamanın bedeli, diye düşünmeden edemiyor.

    hem zaten sol örgütlerin “ana çekirdekleri olan tkp -ler ve aydınlık örgüt ve yayın çevrelerinin “önder kadroları” ittihatçı değil miydi ve örgütün de militarist kesimlerinden gelen?

    lenin de kazanlı bir tatar olarak, temel kaygısı “devletin kutsallığı”na inanmış bir otoriterdi; bakmayın siz “devlet ve ihtilal”deki cümlelere… marxizmin tipik kurnazlığı burada, bence: faşizm devletin kutsiyetinin aleni ilamı ise, marksizm-leninizm lafta “”ama” lı devlet karşıtılığı ile bunun en rafine teorisini yapmış olan bir ideolojidir.

    o kadar ki, bunca utanç verici yenilginin ardından hala devlet meselesinde “esnemeyen” yapılar üretmeye devam ediyor.

    “En büyük haksızlık da bu yürekli insanlara yapılmıştır”.

  6. Niye devlet ve devrimdeki cumlelere bakmayalim?

  7. Çünkü, Lenin orada önerdiklerinin tam tersini uygulamıştır iktidara gelince.

  8. bugun, o zamanlari, o zamanlar yapilanlari elestirmek kolay. 12 eylul oncesinde hayatin ne kadar dayanilmaz bir hale geldigini hatirlayanlarin sayisi artik azaliyor. o gunlerin kosullarinda neden birbiriyle kanli bicakli bu kadar “sol” olusum teker teker “ricat” karari aldi acaba? o gunlerin kosullarinda baska care gormediklerinden olmasin?

  9. Hepsinin binlerce taraftarı vardı. Deanemediler bile. Çünkü kendi hayatları ve örgütleri her şeyden önemliydi.

  10. kendi hayati her seyden onemli olmak diye bir elestiri olabilir mi bilemiyorum.

  11. eğer başkalarının hayatını önemsemiyorsa, başkalarını tehlike ile yüz yüze bırakıp kaçıyorsa, bu eleştiri konusu olabilir ve olmalıdır. O dönemde binlerce taraftar sudan çıkmış balık gibi ortalıkta bırakıldı. Örgütler sadece kendi merkezi ihtiyaçlarını ve güvenliklerini düşündüler. Bunları yaşayanlar çok iyi bilir.

  12. bildigim kadari ile 12 eylul’un gelecegini gorup butun solda birlikte direnis onerisine sahip gruplar vardi. onlar hakli miydi?

  13. mesela ceren çalık olabilir benim ismim

    kitabı okumadığım için değerlendiremem ancak konuya yaklaşımınızı çok sağlıklı bulmadığımı belirteyim. bir kere bütün suçu leninizme atıp, vicdanları rahatlatmayı hiç anlamlı bulmuyorum. hele hele türkiye solunun lenin’in tembel öğrencileri olduğunu söylerken faturayı leninizme kesmeniz hiç mantıklı değil. ayrıca adil de değil bana kalırsa

    mesela Dev Yol’un yediği büyük merkezi operasyonu ele alalım. sizin ankara gibi örgütlenmenizin merkezi olan bir şehirde bütün kritik noktalardaki kadrolarınızı polis alıp, kısa süre sonra bırakacak ve siz bütün faaliyeti hiç bir şey olmamış gibi sürdüreceksiniz! eh ondan sonra 2 ay içerisinde bütün mk’nızın ve ileri kadrolarınızın alınması tesadüf olamaz. böyle bir aymazlık dost ve düşman herkes kabul eder ki lenin’in partisinde olmaz. bu noktada “işte bunlar hep leninizm” demenin anlamı ne?

    ayrıca ricat taktiği teker teker siyasetlerin örgütsel durumundan kopartılarak tartışılamaz. mesela daha 12 eylül’den aylar öncesinden örgütlü olduğu bütün alanlarda fire vermeye başlayan kurtuluş ne yapacaktı? hele antifaşist bir direniş cephesi kurulamadığı bir ortamda? tabi bu noktada kurtuluş’un yaptığının ricat mı yoksa ricat adı altında bir tasfiye mi olduğu tartışılabilir tabi. orada yapılan örgütü ve kadrolarını korumaktan çok örgütü tasfiye etmektir. sonunda merkez komitenin bile ricat adı altında kendisini tek kişiye indirdiği gerçek bir “ricat” komedisidir yaşanan. ama bunun hesabını lenin’den değil mahir sayın’dan sormak gerekir herhalde.

    ayrıca sorun geri çekilmemekten ibaretse, her köşe başında resimleri olan, çoğu zaman kalacak ev bile bulamayan militanlar geri çekilmese her şey çok farklı olacaksa Dev Yol ve TDKP uzun süre geri çekilmedi. yada daha 12 eylül’den önce kadrolarını suriye’ye taşıyan PKK’ye ne diyeceğiz? sorun geri çekilip çekilmeme değil türkiye’de burjuva demokrasinin artık alışıldık yollardan sürdürülemeyeceğini, dolayısıyla faşizmin geldiğinin analizini yapıp buna göre taktikler geliştirmekti. zaten bunun analizi yapılabilseydi darbecilerin en zayıf olduğu anın aslında 12 eylül sabahı olduğu görülür, “bekle gör” mantığına girilmeden ivedi bir direniş konulurdu herhalde.

    bence bunun en net örneği TDKP’dir. giderek zayıflayan KSD ile kendisini dev zanneden Dev Yol’un aksine sıkıyönetim döneminden güçlenerek çıkmış bir örgüttü. çorum’dan tariş’e 1980 yılı içerisinde devleti zorlayan bütün silahlı direnişlerin başını çekmişlerdi üstelik. yapacağı antifaşist cephe çağrısının da kurtuluş’un yapacağı çağrıdan çok daha fazla alıcısı olacağı kesindi. ama arkadaşların enver hoca’ya mektuplar yazmak, kürdistan’da PKK ile hakimiyet mücadelesine girmek gibi daha önemli işleri vardı ve bir darbe olasılığı ancak ağustos’ta gündemlerine girebilmişti! ama sanırım sorun fazlasıyla leninist olmaları değildir. zira lenin finlandiya’dan bile yaklaşan devrimi görebilen bir liderdir bunlar ülke içinden göremediler.

    bu arada ricat kararlarıyla ilgili “halkı yalnız bıraktılar” diye örgütler suçlanır. haklılık payı olmakla beraber haksız bir suçlamadır. örgütlerin bile kafasının net olmadığı bir ortamda zaten halkın kafası heptn karışıktır ve kenan evren’in CHP’li bir asker olması kafaları iyice bulandırmıştır. darbenin asıl yüzünün ortaya çıkmadığı ilk günlerde “artık geceleri rahat uyuyabiliyoruz size gerek kalmadı çocuklar” diye devrimcilerin suratına kapıların kapandığı da bir diğer gerçektir. bunu söylemeden halkı yalnız bıraktılar demek haksızık olacak.

    DHKP-C ile ilgili olarak… 12 eylül’den sonra solun tarihi DHKP-C’siz yada DHKP-C ile ilgili görüş belirtmeksizin yazılamaz. ama ben cepheyle ilgili değerlendirmelerin kutsallaştırmayla nefret arasına sıkıştığını düşünüyorum. bir yanda direniş edebiyatı öte yanda bazı kirli ilişkiler… aslında ikisi de gerçek. cephe bunlardan birine veya diğerine indirgenemez. cephe’nin strateji ve taktikleri tartışılabilir. hatta cephe’nin polisliği bile tartışılabilir. ama cephe’nin devlete karşı amansız bir örgüt olduğu tartışılamaz. dahası bir çoklarının havlu attığı devrim iddiasını hala sürdürüyorlar. tabi burada saşma sapan eylemler koyarak mı devrim iddiasını sürdürüyorlar denilebilir. o iddia öncelikle pratik bir tavırdır ve devletle karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkar. dost düşman herkes kabul eder ki cephe düşmanla karşılaştığında taviz vermez. yoksa teorik olarak iflas etmiş bir çizgi olmasına rağmen bu yüzden hala varlığını sürdürebiliyor. ortalık reformistten geçilmediği için bir boşluğu doldurabiliyorlar. ÖO sürecini kazanımla bitirebilecekken anlamsız bir inatlaşmayla çıkmaza soktular, bu doğru. ancak 19 aralık sonrası teslim bayrakları bir bir çekilirken direnişi de onlar sürdürdü, bu da doğru. ayrıca yazarın ÖO sürecinde solun cepheyi yalnız bırakması eleştirisine de katılırım. dönemi bizzat yaşadım, bir çok siyaset konuyu ağzına bile almaya korkuyordu. meseleyi gündemine alanlarda devletin hapisanelerdeki dayatmalarını kabulleniyordu maalesef. bunu süreci cepheli olarak yaşamamış birisi olarak söylüyorum.

    işkence konusundaki yaklaşımınız oldukça insani. ben de bazen insanların çok insafsız eleştirildiğini düşünüyorum. ama devletin örgüte sızmasında, sonrasında yaşanan iç infazların kökeninde D.Karataş’ın ve diğer örgüt yöneticilerinin çözülmüş olmasının yatabileceğini neden düşünmüyorsunuz. bu arada Bedri Yağan’ın polisteki tutumu çözülmenin ötesinde utanç verici olduğunu da ekleyeyim. işkence ne olursa olsun bir insanlık suçudur ve mağdurlarından hesap sorarak birde biz yaralamayalım. ancak iş gizli bir örgütü kurmaksa orada prensipler ağır basar. eğer örgüt eski yöneticilerine verdikleri emekler için teşekkür edip, yol vermiş olsaydı sonrasında yaşanan bir ço acı olay yaşanmazdı.

  14. özgürlükçü

    haklı yanları olduğu gibi zilelininde fark ettiği eksik yanları olduğunu söylemeliyiz hatta zilelininde fark etmediği yada bilmediği bir çok eksik olduğunu bir yaşanmış örnekle açıklamalıyım.bu örnek kurumsal olarak 80 öncesinin devrimci örgütler otonom yapılar ve bilumum politik geleneklerin eksikliği yanlışları ve sorumluluğunu eleştirmemizi engellememesi gerektiğini belirterek örneği vereceğim.dönemin en kitlesel ve militan toplumsal devrimci geleneği olan dev-genç 80 nin hemen öncesinde dev-yol-dev-sol-3.yol ve benzeri yerel otonom özgürlükçü özerklikçi katı merkezi yapıdan bağımsız bir çok bölünme yaşamasına rağmen bazı yerel grupların 83 lerde bile barınamadığı kendi yerelinin dağlarında cuntaya silahlı direniş göstermiştir hatta hiç unutmam artvinin dağlarında oprasyonlardan sıkışan bir gurup devrimcinin sıkışıp sınırı geçtiğini o zamanki SSCB nin sınır devriyelerince ellerindeki silahlar alınıp sınırdan Artvin tarafına gönderildiğini bu olumsuz şartlarda bile direnip jandarma ile çatışmada ölenler olduğunu hatırlarsak ki biride arkadaşımdır erkan uzuneminağaoğlu gibi son ana kadar 12 eylül faşizmine yiğitçe dağlarda direnen özgürlükçü toplumsal devrimciler olduğunu hatırlamalıyız.bu geleneğin politikleşmiş askeri savaş stratejisini kürt özgürlük hareketinin kendi pratiğine uygulayıp başardığınıda unutmamalıyız

  15. Son söylediğinizle ilgili olarak şunu söyleyeyim: Bu tür örgütlerde örgüt merkez yöneticilerinden ibarettir, dolayısıyla örgütün onlara yol vermesi imkân dâhilinde değildir. Öte yandan ben faturayı Leninizme değil, Lenin’in tembel öğrencilerine çıkardım. Tembel öğrenciye vurgu yapmam bile onların Leninizmi yaratıcı bir şekilde uygulamadığını anlatır. Leninizmin doğrudan eleştirisi ise başka bir mevzudur.

  16. mesela ceren çalık olabilir benim ismim arkadas 12 eylul oncesi bazi grublar birlik cagrisi yapti diyorsun kim yapti da kim uygulamadi.1978 de YDGD lerde birlesik cephe cagrisi yapildi. Anti sovyetik HB,HY,KAWA veHalkin gucu (TKP-ML) temsilcileri geldi. tartisilmanin akabilinde sira cephenin yonetiminde yer alacak kisilerin sayisi ve grublarin kitle oranina gore yonetimde yoneticisi bulunmasi . Yani HK disindakiler 1 er kisi HK (TDKP) 3 kisi olacak dediler. Tabi toplantiyi diyer grublar terk etti ve cephe suya dustu.
    Devrimci yol hic bur zaman cephe cagrisi yapmadi cunku kendi disindeki solu kucuk kardes gorup asagilara inmediler.

    TKP TIP ve TSIP birlesik cephe olusturdular ama onlarda zaten fasizme karsi savasmiyorlardi.

    Devrimci Sol 12 eylul eveli kitsel olmadig icin cephe tartismalarina cok yeri yoktu.

    Aydinlik zaten karsi devrimci oldugundan sol onlari yanina bile yaklastirmiyordu.

    Merkez komiteler, genel komiteler, il ve bolge komiteleri evlerine yakalandilar. Buyuk sehirlerin disindaki devrimciler bolge sorumlulari ile kir gerila grubu olusturmaya calistilar. DY dagci tayfalarini lav etti. HK kars tunceli bolgelerinde yer edinmek icin PKK la catisit. Kurtulus ise kurdistan sorunundan dolayi kendi icindeki tekosin ayrilig yasadi ve kurdistan daglarina cekimeyip teslim oldular. Kurtulus MK komitesi Mahir sayin degildir. Kacaroglu, Ali demir, Ilhami aras, da MK dir ve kacaroglu tek ses dir.

    Taris, corum , sivas alibaba mahalesi ve maras da tum siyasetler vardi. tekel direnisinde kurtuluscular vardi. eeeeee

    Sonuc lenenist orgut mantigi

  17. Gun Zileli’nin analizleri cok dogru. O yillari yasamis olmak gerekmiyor bunu anlamak icin. Gercegin yapisini idealize etmeyi iceren formullerin ayartisina karsi her direnis, zaten kendiliginden haklidir. “Gençlik eylemlerinden yeni kuşak devrimci liderler çıktı.” sozune karsi cikis bu isin can damari.

    Darbeye karsi direnisi yenilgiyle bitse bile, direnisi surdurmeye calisan bir ana organizma dahi olsaydi, o cizginin bugun en yaygin cizgi olmasi isten bile degildi. Bu Gun Zileli’nin isaret ettigi gibi Lenin’den isine uygun olarak alinti yapma meselesi. Burada, Kuran’dan istedigi alintiyi yaparak caninin istedigini yapan uyanik koylu kurnazligini gormemek mumkun degil. Bunun yaninda bir de “Kuran uzum suyundan yapilan ickiye haram demis, hurmadan yapilan helaldir” turevi Harun Resit sahtekarliklarina benzeyen alternatif yol arayislari var. Onlar da zaten tum Turkiye solunun yolu olarak okunabilir. “Lenin isci sinifi felan demis ama diger devrimci gucleri de saymis. O zaman biz de sinif felan takmadan halk devrimi yapariz, kirlardan kentleri kusatiriz, yok suni dengeyi bozariz, yok once MDD yapariz” felan.

    Leninler meselesine gelince, iktidara gelince tavir degistirdi diye yazilanlarla ilgilenmemek, acayip sakat bir tavir. Bu “ilkesellikle” devam edilirse okuyacak adam kalmaz. CNT bile kenara atilir. Franco oncesi Katalonya adalet bakaninin CNTnin liderlerinden biri olmasi halinin altina supurulebilecek bir sey degil.

    Bu arada, isi “Leninler iktidara geldi, hemen degistiler” noktasina surmek, cok buyuk bir inceleme imkanini, tarihin yapisina dair cok onemli bir ayrintiyi cocukca kenara atmak demek. Bal gibi de politik baslamis ve demokratik gorevleri olan bir devrim, sosyalist devrime yani toplumsal olana cevrilirken tum dunya tarafindan tecrit edilip, mal gibi ortada kalmasi ve ardindan egemen sinif olarak orgutlenen burokrasi oykusunden, “iktidara gelene kadar tanrinin istediklerini yapmis, iktidara gelince tanrinin emirleri yerine kendi cikarlarini tatbik eden ve bu sebeple de tanri tarafindan helak edilen” oykusu cikarmak cok dinsel bir dusunus.

  18. Yusuf Cemal arkadaş lenin’i ya da herhangi bişeyi, kişiyi okumayın diye söz etmedim. etmem.
    söylediğim şu: bakmayın kitapta doğru laflar (da) etmiş olmasına, iktidar herkes gibi onu da bozdu. söylediklerinin tam tersi şeyler yapmaya başladı.

  19. Heh işte Alişer, benim söylediklerimdeki ikinci kısım da bu. “Lenin’leri iktidar bozdu” düşüncesindeki kolaycılık, ayartı. Böyle düşünmek, dinsel bir öykü kalıbını tarihe entegre etmek demek bana kalırsa.

    İktidar onları bozdu mu bozmadı mı pek ilgilenmiyorum. Bozmuşsa, mesela iktidar olduktan sonra gidip sıradan bir işçiye, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben Lenin’im ülen!” diye bağırmışsa, çiğliklerindendir. Ama sen bu cümleyi kurduğunda bundan bahsetmiyorsun. Sen iktidarı bir kez ellerine aldıklarında artık onun mantığıyla davranmalarından bahsediyorsun. Ki bu “iktidar onları da bozdu” cümlesiyle es geçilecek bir fenomen değil.

    Bir burjuva devrimi olarak başlamış, henüz burjuva iktidarını tarihsel dersler çıkaracak kadar yaşamamış, onun handikaplarını görüp yeni bir yol arayışına girmemiş, daha henüz bir demagog tarafından kandırılıp savaşa sürüklenmemiş vs. bir halkın, işin mantığı gereği sosyalist devrime doğru ilerlemek zorunda kalması, ama onun kültürel ve poltiik kurumlarının henüz olgunlaşmamış durumda olması sebebiyle, iktidara gelenlerin mal gibi ortada kalmaları durumundan bahsediyorum. Onların bu krizden çıkmak için alternatif arayışlarının çökmesinin, Stalin’i başa geçirmesinden bahsediyorum.

    İktidarı bırakırlarsa gericiliğin ele geçireceği kesinken, iktidarı bırakmadıklarını ama bunun da problemlerine çare olmadığını, gericiliğin (aslında hümanizmin) başka bir şekilde yine ortaya çıkıp onları yendiğini düşünüyorum. Bence problemleri dünyanın daha gelişmiş ülkelerinde iktidar odaklı olmayan devrimlerle çözülebilecekti. Yani, burjuvazinin yöneten-yönetilen mantığıyla yavşamayacak devrimler. O devrimler Lenin’lere, şu iktidar kurumlarını tek tek tasfiye edin bakalım, diyebilecekti. Burada Zizek’in Stalin insanlığın insanlığını kurtardı formülü doğru bir formül bence.

  20. özgürlükçü

    70 ve 80 sürecinde toplumsal devrimci örgüt ve geleneklerin mücadelesinin bilinen görünür olanın ardındaki asıl gerçekler ve asıl dinamikleri inceleyip açığa çıkarmaya ve süreçleri olumlu tüketmeye ihtiyaç vardır.bu konudaki her türlü tanıklık ve kendi penceresi yada objektif anlatımları içeren bütün kitaplar ve kitaplaşamayan bütün bilgi ve birikimlerin radikal liberter tarih yazılımı için kaynak olabilir.80 lere kadar öğrendiğimiz kömüntern markxizmini hatırlarsak daha sonra öğrendiğimiz bookchin in dünya halk ihtilaleri tarihi ile karşılaştırınca insanlık tarihi hakkında öğrendiklerimizin ne kadar eksik ve yanlış olduğunu hatırlarız.buradaki asıl mesele bookchininde yaptığı gibi halk ihtilaleri ve isyanlarında görünenin ardındaki asıl toplumsal devrimci dinamikleri açığa çıkarma çabası çok değerli ve önemlidir.devrimci görünümlü iktidarların bile aslında halkın bedel ödeyerek edindiği özgürlükçü toplumsal devrimci kazanımlarını kendini devrimin aktörü gibi gösterip ele geçirenlerin aslında halkın devirdiklerinin değişik bir devamı olduğunu her defasında anlayıp bir 3. devrim ihtiyacı ve çabasında olan liberter toplumsal devrimci anarşizmin önemini fark ederiz

  21. demir küçükaydın ın troçkist “eşitsiz ve bileşik gelişme” kuramı ile, kıvılcımlının “azgelişmişliğin gelişmesi” teorilerini okudum ama pek de bişey anlamadım.
    stalin in insanlığın insanlığını kurtarması tezini ise öğretmen anlatmadı. daha o konuya gelmedik yani.
    öğrenmek isterim doğrusu…

  22. Sol komunistler, anarsistler sozde cocukluk hastaligi icinde degillerdi. Bizat bolsevikler de iktidara ve herseye sahip olma hastaligi vardi. cocuklara mal edilmek istenen hastalik, yanlis bir dusuncenin urunudur.

    Bizim solda kendi disindaki herkes oportenist, revizyonist , kucuk burjuva maceracisi, karsi devrimci ,devrim kackinlari, pasifist, gosist, bozkurcu, sosyal fasist , halk dusmani, anti yurtsever, milliyetci gibi kavramlar yapistirmakla hastaliklari bagrinda tasiyorlardi.

  23. O Leninizmden değil, Türkiye solunun köylülüğünden kaynaklanıyordu. Hiç kimseyi beğenmeme, burnu büyüklük, her önüne gelene bir kulp bulma, teorik düşüncelere aynı anda hem aşağılayarak bakma hem de benimsediğinde Allah kelamı gibi inanma, entellektüellerin aşağılanması, hareket manyaklığı, tarla rekabeti gibi örgüt rekabetleri, kan davaları, alakasız ilkelilikler, sonra tumturuklu ilkeli tutumların bir bahaneyle kenara atılıverilmesi, ahlaki yobazlık, yukarıdaki konuda bahsi geçen ricatın psikolojik kökeni (bükmediğin eli öpersin) vs. 80 öncesi yayınları okuyan herkes, köy kahvelerindeki tartışmalara ne kadar benzediğini fakeder. İstanbul herkesi yedi. O köylülüğü üreten şartlar bitti, gitti. Mirası da, kültürü de yakında bitecek. Bitmeye yüz tuttu bile.

  24. izim solun bütün kesimleri Lenin’in tembel öğrencileridir. İşin aslını astarını öğrenmeden “Leninizm” kitabından kopya çekerek sınıfı geçmeye kalkışırlar. Bu kitapta Lenin, Bolşeviklerin taktiklerinden biri olarak “ricat”tan da söz etmiştir. Nedir ricat? Burjuvazinin şiddetle saldırdığı ve güçler dengesinin eşit olmadığı koşullarda parti ricat etmesini bilmeli ve bozguna sebebiyet vermeden güçlerini topluca geri çekmenin yollarını aramalıdır. İşte öğrenilen ya da kopya çekilen ders budur. Yoksa “daima ileri” gitmekten başka bir şey bilmeyen solun kendi deneyimleriyle ve mantığını işleterek böyle bir “ricat”ı akıl etmesi mümkün değildir. Bu yüzden 12 Eylül darbesi koşullarında bu “ricat” sözcüğünü fiyakayla ve hatta gururla telaffuz etmekten çekinmemişler ve bunun uygulayıcısı olmuşlardır. İşte aralarındaki bütün ayrılıklara rağmen bunu topluca uygularken de en büyük yanlışı yapmışlardır. Çünkü 12 Eylül darbesinden sonra yapılacak en yanlış şey ricattı. Bunu tartışacağız.
    Sevgili Gün sana bu konuda tamamiyla katiliyorum.Bu mevzu boylu boyunca yerlerde hala sürünerek tartisilmayi bekliyor.Bana görede ünlü ricat taktigi geride kalan militanlari, hapiste yatanlari ve direnisin terk edisinin codlanmis türkcesiydi.Bu kararlari alanlarin ve uygulayanlarin subjektij niyetleri ne olursa olsun:bu ricat taktigi filmin sonunu getirdi.
    Bu günde hala suna inaniyorum:eger sol adina dögüsenler 12 Eylül sabahi var olan tüm gücleriyle bir intihar dalisi yapan tüm silahlarini generallere ve kurumlarina bosaltabilmis olsalardi 12 Eylülün ABS sistemlerini yani topluma getirdigi tüm frensistemlerinin yerle yeksan edebileceklerdi.Böylece Türk Ordusunun ve generallerin yenilmezlik efsanesine son vermis olacaklardi.Iste bu yapilmadi.Sol belkide tuzla buz olacakti,ama boylu boyunca hala yatan cesed olmayacakti.

  25. Alişer, şu yazıda bahsi geçen kitaplardan birindeki bir formül bu:
    http://www.gunzileli.com/2011/08/01/zizek-ne-yapti/

  26. Mesela ceren calik…. adli arkadas. Ne yazikki dezenfermasyon türkiye soluna da ilismis bir durum. Bugünki DHKP-c yayinlarini takip ettigimde bu yanlis bilginin hat safhada izledigini söyleyebilirim. Seninde söyledigin 19 aralik sonrasi direnisi bir cok örgüt bir bir birakmamistir. Aksine 19 araliktan iki ay önce üc örgütle baslayan Ö.O, 19 aralik sonrasinin hemen öncesinde aclik grevleri ve sonrasinda ölüm orucuna dönüstürmeyle, bir iki yapi haric (basta TDKP baska cezaevlerine sefklerini alarak sürecten uzak durmaya calismislardir) bütün yapilar katildi. Yine DHKP haric diger yapilar ö.o tek tek birakmamis, ö.o yildönümünde bir kac yapi haric bütün yapilar ortak karariyla birakilmistir. Bu süreci tamamlama tartismalarina DHKP de katilmistir, ancak TKEP/L ile birlikte devam etme karari almislardir.
    Bu bir yön iken. Gün Zileli arkadasta kitabin yazari gibi bazi maddi hatalar yapmakta. Bahsi gecen büyük yapilar ve bazi yasal kuruluslar ricat ederken, 12 eylül sonrasinda ülkede israrla duran yapilarda mevcuttu. Hatta bunlarin bazilari 12 eylül sonrasi ilk yillarda ciddi düsman darbesi almadilar. Hatta TKP(ML) 82 yilina 2. konferansi yaparak girdi. Ayni dönemde dev-sol ve tkp/ml arasinda fasizme karsi birlesik cephe olusturlmasi icin görüsmeler yapilir. Ancak kesintiye ugrar. Ayni sey TIKB adli örgütlenme icinde gecerli. Yasar Ayasli kitabinda faaliyetlerini anlatirken, TKP/ML adli yapidan hasan hakki erdoganla birlikte hareket etmek icin görüsmeler yaptigini aciklar. Dev-yol. Kurtulus, TKP gibi kitlesel yapilarin tavri bu örgütlenmelerin hareket alanini da etkilemis, tasfiyeci bir etki yapmistir. Hele TKP gibi 12 eylülden ilericilik cikarmaya dönük rezil aciklamalar, kitle hareketine önemli darbeler vurmustur.

  27. Gün Zileli nin yazarın maddi hatalarını düzeltmesi yerinde ve isabetli olmuş Gün Zileli’nin anarşizminden çok bu yönü beni daha çok igilendiriyor. Türkiye sosyalist hareketinin tarihini yazma mevzusu ciddi bir uğraş Marksistler bu işi sol liberallere bırakmamalı özellikle İletişimden çıkan modern türkiye sol düşünce cilt 8 bu açıdan ağır maddi ve siyasal çarpıtmalarla dolu ve umarım yine tarihi yapma ve yazma işini bütün eğilim ve çeşitliliğiyle devrimci bir tarzda layıkıyla yapılır… Lenin mevzusu kabak tadı verdi o kadar düştü ki mehmet ali aybara kadar geldi.. lahana dense cinsellik anlayan freud’dan farksız bir lenin ‘tartışması’

  28. Evet, tam anlamıyla böyle. Ben de bunu anlatmak istemiştim. Sen benden daha iyi anlatmışsın. Mutlu oldum.

  29. Benim gözlemlerime göre solun müstakbel yenilgisinin başlangıcı 1977-78 yıllarında yaşanan gelişmelerde düğümleniyor. Zileli’nin çoğu tespitlerinin yanı sıra özellikle şuna katılıyorum, solu aşırı fraksiyonist ve merkezcil yapılanma anlayışı bitirdi. Goşist naifliği de buna ekleyeyim. Peki ne yapılmalıydı? 77’den itibaren Gramscigil tarzda anti-faşist temelde geniş ve yaygın bir Tarihsel Blok oluşturulabilirdi, bunun şartları nispeten daha fazla vardı, Zileli darbe sonrası için “bu denenmedi bile” diyor, bana göre ise çok geç kalınmıştı artık, denenemezdi bile. Fikri çapsızlık, eylem fetişizmi, MK merkeziyetçiliği yüzünden hemen hiçbir meselede söz ve karar sahibi oldurulmayan “aparatçik militan” anlayışı, gençlik dışı kitlelerle bütünleşememe vb. yenilginin önemli nedenleri arasındaydı.
    Solun büyük yenilgisinin derin sebepleri üstüne düşünmek için, birçoklarına anlamsız ve gülünç gelebilir ama, Oğuz Atay’ın “Eylembilim” kitabının okunmasını tavsiye ederim. Bu memlekette edebiyat bazen kuru teoriden daha öğretici olabiliyor, geçmişteki zaafların farkına varmak için.
    Tabii, solun geçmişini daha iyi anlamak için muhteşem Gezi deneyimini de iyi okumalı. Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde bir “ilk” gerçekleşti, kendiliğinden bir Tarihsel Blok oluştu, belki çabucak dağıldı ama anlamlı bir model de oluşturdu. Dün ve bugüne örgütçü-pozisyonist bakmak yerine maksimalist-iradi bakabilirsek alınacak önemli dersler var önümüzde.

  30. Evet, Gezi gerçekten de bunu gösterdi.

  31. Yenilen 70’lerin solundan ancak ders cikartilabilir. Öyle bir solun yenilmesi,dagilmasina üzülmemek gerek..
    Yeni bir Sol ancak yeni fikirlerle olusmali..Dünya solunun sorunuda burda yatiyor..
    Sol fikrin yok olunmasindan korkmaga gerek yok. O hala en Güclü akimdir..yesermiyor,yasatilimiyor.Tam tersine hep öldürülüyor,kesiliyor.. genedede en büyük hayalet..

  32. mehmet avan’in 14 ekim’de yazdiklari bir tane daha kizildere vakasini istiyor.gun zileili de pek begenmis. fena yaniliyorsunuz, daha ne diyeyim.

  33. suni dengeyi kirmak yillardir karikaturize edilip sonra elestrilir, bir nevi seytan taslanir, ama ekonomik ve siyasi krizin bir nebzeye kadar sürekli oldugu bir ülkede , kitlelerin kendiliginden etkinliginin ayni oranda olmamasini, bir dengesizlik oldugunu,bunun tespit edilmesi gereken bir olgu oldugunu, artik emperyalist sömürge savaslari olmadigini, burjuvazinin bir beyinsiz sosyal hayvan olmadigi devrimlerden dersler cikardigi, menderesin köylülerce neden sevindiginin tespitini yapmayi(nispi refah) yari sömürgeden yeni sömürgeye geciste kitlelerin sosyal davranis ve dusunusleri, bunun bir ifadesine basvuran ve çözüm yolu arayan( ürettikleri çözüme katilmayabilirsiniz) lari onlarda teorimi demeden önce düsünmeli biraz insan. Sal isci eyleminin nostaljik yazarlari olmak istemiyorlar ise. bunun disinda anakronik demagojilere girisilmek niyetinde degil ise kisi , en azindan ISCI SINIFININ IDEOLOJIK ONCULUGU nu milli demokratik devrim burjuva devrimidir oyleyse birakin kemalistler yapti biz pesine takilalim diyenlere dersini veren , demokratik devrimde de isci sinifinin önderligi emperyalizm döneminde kuraldir, eger sinif bunu fiilen yapamiyorsa baslangicta ideolojik giderek fiili olarak yapar diyen adami karikaturize etmemk gerek. o dönemde demokratik devrim in leninist formulasyonlarini tek dogru koyan adam o suni dengeci adamdir , acilir bakilir okunur anlasilir sonra elestrilir seytan taslanmaz… Milli bir demokratik devrim ile sosyalist devrim arasinda iktisadi toplumsal bir asama koymadan, demokratik devrim ile sosyalist devrimi kisa siyasal sürecler, yani iktisadi evrime ihtiyaclari distalayan kesintisiz devrim diye yazi yazan adami anakronik olmadan bu denli karikaturize edip bir uluscu ya indirgemek derdi neden… üstelik o adamin yazilarinda kirlarin önemi , demokratik devrimin sinifsal karakterinden (köylü devrimi) degilde tamamen varolan devletin kirlarda zayif olmasi ile aciklanirken, ve bu yönüyle, bugün kendini pekala sehirlere ve isci sinifinin fiili öncülügüne de uyarlayabilecegi teorik önermeleri ve kavrayisi var iken , baaaazi iflah olmaz uvriyeristlerin bu kücümseme komplexi nereden kaynaklaniyor. acikcasi bu kucumsemenin sahiplerinin halen kasdedilen teorisyenin seviyesinde olabildiklerini bile sanmiyorum…. Zileli Emperyalizmin icsel olgu oldugunu belirlemesiyle güya hakkini teslim ediyopr. eksiktir yasadigi dönemde leninist kesintisiz devrimin mensevik olmayan yorumlarini ilk yapan adamda odur, digerleri ya kemalizm onderliginde mdd iktisadi gelisme süreci zinde gucler teorisi yada chp iktidari ile demokratiklesmis bir ulkede sosyalist söylemli reformizm (o dönemde sanki sosyalist devrimi savunan varmis gibi acin bakin sosyalist devrimi savunanlar neyi savunuyorlar Behice Boranin panellerde utanc verici durumlari)savunusu yapilirken.. insan acar okur hangi donem kiminle ne tartisilmis kiminle sirasiyla nerelerde kopulup nerelere gelinmis. hala en kaba vulger maoizmin söylemini yakistirip yaziyor baaazilari, oya baydarin mahirci akimlara turkiyeyi yari feodal olarak tespit ettirmesi gibi bisey bu.. oysa türkiyenin artik yari somurge yari feodal degil hakim uretiminin kapitalizm oldugu bir ülke oldugunu, devrimi demokratik(daha dogrusu kesinitisiz )kilanin ust yapinin demokratik olmayisi, carpik kapitalizmin yarattigi kucuk burjuvalar ulkesi bunun getirdigi ittifaklar sorunu. neyse bosuna yaziyorum birakayim inancli uvriyeristler seytanlarini taslasinlar..mao cular emperyalizmin icsel bir olgu olmasini emperyalizmi, kapitalizmi gelistirmis demekki emperyalizm övülüyor bu trockizmdir diye taslayip durdular. o simdi adina sempozyum yapilan büyük teorisyen ve ardillari 1970 lerde gercekten kahrolsun aga patron devleti diyebildiler,hala da diyorlar ve büyük teorisyen oluyorlar hemi????

  34. Kitaptaki bir yanlış da Dev- Genç’in 12 Mart Darbesi’ne destek verdiği iddiasıdır. dönemin Dev Genç başkanı E.Kürkçü yalanladı, olayın ayrıntısı şurada http://www.milliyet.com.tr/2007/03/15/yazar/dundar.html
    Devrimci Yol da taa 1976 yılında yalanlamıştı
    http://www.devrimciyol.org/Devrimci%20Genclik/devrimcigencliksecmeler/secmeler27.htm
    Bu da 11 maddelik Dev Genc bildirisi
    http://www.devrimciyol.org/Devrimci%20Genclik/devrimcigencliksecmeler/secmeler27.htm
    yazara sormak lazım 15 yıldır araşıtrma yapıp kitabı basıyorum demiş, bu şimdi ne kadar inandırıcıdır?

  35. @suni dengeyi kirmak yillardir karikaturize edilip sonra elestrilir

    Yalcin Dayi? Sen misin v_v

  36. Gün ağabey,

    Fatih Yaşlı gibi sosyalistlerin emperyalist Rusya yandaşı pozisyon almalarını nasıl yorumluyorsun? Stalinist Sovyetler’e duyululan özlem olabilir mi bunun altında?

  37. Fatih Yaşlı’nın bu konudaki tutumunu bilmiyordum ama benim açımdan şaşırtıcı olmadı. Fatih Yaşlı iyi bir arkadaş olmakla birlikte zaman zaman ulusalcı bir bakış açısına kaydığı oluyor. Sanırım Sovyetler Birliği özlemi değil de bu etkili olmuştur.

  38. Fatih Yasli tam anlamiyla bir ucuncu dunya stalinistidir. Hatta uluscu ideolojiye yakin durusu nedeniyle kendisi icin nasyonal bolsevik demek daha uygun olur. Boyle bir kafanin Kremlini yoneten KGB cuntasinin yandasi olmasi dogasinin geregidir.

  39. Fatih Yaşlı son iki seçimde de Demirtaş ve HDP’ye oy çağrısı yaptı. Ulusalcılık bunun neresinde?

  40. Evet, ben de buna katılıyorum.

  41. Kurt Hareketi de ozunde ulusal bir hareket. Dolayisiyla Yasli’nin bu hareketin siyasi temsilcisine destek vermesi onun uluscu ideolojiye karsi oldugunu gostermez.

  42. bu mantıkla herkesi ulusalcı ilan edebiliriz.

  43. Hocam, “ulusalci” denmemis zaten, uluscu ideolojilere yakin durdugu soylenmis. Gerek Kemalizme gerek Kurt hareketine destek veren yazilari var kendisinin. Bunlarin ikisi nasil ayni potada erir onu siz daha iyi bilirsiniz.

  44. ulusçulukla ulusalcılığı da ayırmak gerekir. Her ulusçu ya da milliyetçi ulusalcı değildir. Örneğin MHP milliyetçidir ama ulusalcı değildir.

  45. Fatih Yaşlı iki emperyalist blok’tan biri olan Rusya-Çin bloğunun yanında pozisyon almak gerektiğini daha önceki yazılarında açıkça belirtmiştir. Bu Avrasyacılık hareketinin temel teorisidir. Avrasyacılık Türkiye’de Doğu Perinçek grubu ve bir kısım ulusalcı ve TKP gibi sol kemalistlerin ideolojisidir demek yanlış olmaz. Hareketin günümüzdeki fikir babası Putin rejimi ideologlarından neo-faşist Aleksander Dugin’dir.

    Bu hareket günümüzde Kremlin propaganda ajansları olan, Rusya’nın Anadolu Ajansı ve Yeni Şafağı diyebileceğimiz, Russia Today ve Sputnik benzeri araçlarla Türkiye gibi periferi ülkelerde rejim karşıtı muhalif kitlelere erişme amacındandır. Özellikle Gezi direniş kitlesi ve CHP seçmenleri bu tarz propaganda için biçilmiş kaftan olarak görülmektedir. Belki Gün Bey bir gün bu önemli konu hakkında detaylı bir yazı yazar.

  46. 21 Ağustos 2012 Salı

    Fatih Yaşlı Nereye?

    Hep sol liberalizmin saçmalıklarını yazacak değiliz ya, bu kez sıra sol ulusalcılığın saçmalıklarında. TKP’nin haber portalı olan soL.org.tr’de yazan Fatih Yaşlı, Foti Benlisoy’un Suriye analizlerini eleştirdiği yazısında(”Suriye’yi ‘Soldan’ Tartışmak”) pot üzerine pot kırdı ve TKP’deki -bugüne dek az veya çok gizlenebilmiş- ulusalcı sapmayı açık biçimde gösterdi. Yazı bu yüzden önemli. Yazısından alıntılarla irdeleyelim;

    ”Birinci olarak, Suriye’de bugün, devrimin çalınmasının ötesinde, yazının da başında sözünü ettiğimiz üzere küresel bir savaş yaşanıyor, emperyalizmin bölgeye yönelik planlarının merkezinde Suriye’deki Esad rejiminin düşürülmesi var. Rejim düştüğü gün, emperyalist planların ilk kısmı başarıya ulaşmış olacak. ”Suriye’nin arkasında da Rusya ve Çin gibi emperyal güçler var” şeklindeki bir karşı-argüman ise anlamlı görünmüyor; Çin ve Rusya’nın emperyal nitelikleri başka bir şey, kapitalist dünya sisteminin günümüzdeki hegemon gücünü ABD ve Atlantikçi güçlerin teşkil etmesi başka bir şey.” (F.Yaşlı)

    Bu satırlarda Yaşlı açıkça iki emperyalist grup(Atlantikçiler ve Avrasyacılar) arasında tercih yapmak gerektiğini ima ederek Avrasyacılığın sinyallerini veriyor. Açık konuşuyor. Bunlar yakında ‘Avrasya Güçlerinde’ keramet bulan teoriler üretirler. İP’leşme yolunda büyük bir adım. Ama şaşırtıcı değil! Avrasya’dan komünizm çıkar mı peki? Elbette hayır! Oradan anca Baas veya kemalizm çıkar. Ama görünen o ki Yaşlı buna bile razı. Eski TKP de bir türlü tam bağımsızlığı savunamayıp SSCB’nin uydusu gibi hareket eder, SSCB istedi diye kemalizme soldan destek verirdi. Artık SSCB kalmadı ama TKP çizgisi hala Rusya’dan taraf tutuyor. Huy edinmişler herhalde! Okumaya devam edelim…

    ”İkincisi, Suriye’de bugün Esad rejimi, kendi varlığını müdafaa adına olsa bile, anti-emperyalist bir mücadele veriyor. Rejimin otoriter niteliği, kapitalizmle herhangi bir derdi olmaması, emperyalistlerle uzlaşmaya açık olması vs. mücadelenin anti-emperyalist niteliğini ortadan kaldırmıyor; çünkü mücadele, şimdi ve bugün, Suriye’ye dair emperyalist planları bozuyor, onları geçersizleştiriyor.” (F.Yaşlı)

    Alıntılardaki koyultmalar bana ait. Zira TKP’deki teorik kırılmayı açıkça göstermesi bakımından önemliler. Yıllarca ”sosyalist devrim teorisi”ni ve ‘anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunamayacağını’ savunan bu arkadaşlar, şimdi Yaşlı’nın da açıkça ifade ettiği gibi, bir rejimin ”kapitalizmle herhangi bir derdi olmamasının”, onun ”anti-emperyalist niteliğini ortadan kaldırmadığını” yazıyorlar! Bu bir teorik kırılmadır. ‘Kapitalizmle derdi olmayan’, ‘otoriter’, ’emperyalistlerle uzlaşmaya açık’ rejimler bile anti-emperyalist olabiliyorsa, o halde kemalizm de anti-emperyalist görülüp ”emperyalist planları bozma” adına desteklenebilecektir! Bunun adı ”çubuğu bükmek” değil ideolojik kırılma ve saf değişimidir. Yaşlı burada ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen işit’ dercesine, Esad’ı anti-emperyalist ve ilerici ilan ederek kemalizme mesaj veriyor. Bürokratik ‘komünist’lerin geldiği yere bakınız! Anlaşılan o ki TKP, tarihsel TKP’nin geleneğine geldi ve kemalizme soldan yamandı. Aldığı isim kendine benzetmiş bu arkadaşları. Ama onların bugün inkar ettiği doğruyu biz hatırlatalım: Anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunamaz. Bu yüzden kapitalist kamplar arasında taraf tutmak, kapitalist Esad’ı savunmak v.b. anti-emperyalizm anlamına gelmez! Ulusalcılara, Baasçılara fikren teslim olunduğu anlamına gelir sadece.

    ”Bir, emperyalizmin planlarının başarıya ulaşmaması için Suriye’deki iç savaşı Özgür Suriye Ordusu’nun değil, Esad rejiminin kazanması gerekmektedir; çünkü rejimin devrilmemesi emperyalizmin başarısızlığı anlamına gelecektir” (F.Yaşlı)

    Buyurun buradan yakın! Yaşlı’nın aklı öyle mekanik çalışıyor ki, ya emperyalistlerden yanasın ya Esad’dan; üçüncü bir seçenek yok! Böyle bir seçeneği bırakın inşa etme azmini, aklınıza bile getirmiyorsanız siz sosyalist olamazsınız. Zira ‘ilericilik’ ve ’emperyalizmin planını bozma’ adına Esad’ı açıktan savunmaya başlamışsınız. Bu bahanelerle kemalizmi de açıktan savunmak mümkündür. Ama bunu yapana kemalist denebilir, ulusalcı veya Baasçı denebilir, fakat sosyalist denemez. Faşizan bir sömürü rejimini savunmak için o rejimi ’emperyalizmin planlarına karşı çıkıyor’ diye lanse etmek yeterli demekki! Hitler de emperyalist güçlerle Esad kadar çelişiyordu, hatta sıcak savaşa girmişti; SSCB’yle de savaşmasa bizim ”komünistler” Hitleri de anti-emperyalist ilan edip destekleyecekti galiba! Bu kafayla yarın ”emperyalist planlara karşı” yobaz İran’ı da şartsız-şurtsuz savunacaklar herhalde. O zaman, bugün Esad’ı savunmak için istismar ettikleri ”gericilik” muhabbeti hangi ceplerine girecek işte onu bilemiyorum! Bu yazıyla Yaşlı, çeşitli fraksiyonlardan oluşan bağımsız devrimci hareketten kopup İP’e yakın mevzilendiğini iyice açık etti. İP ile DSİP birbirine zıt gözükseler de dünyayı okurken aynı kısır ikiliğe sıkışmışlardır ve mutlaka sistem içi taraflardan birini seçerler. İkisine de hayır deyip devrimci bir seçeneği inşa etmek için mücadele etmek nedense bu arkadaşlara zor gelir. Çünkü reformizm ve pasifizm içlerine işlemiştir.

    ”Savaşan tarafların adını koyabilir miyiz? Mümkün görünüyor; en yalın haliyle, Suriye’de savaşanların Atlantik güçleriyle Avrasya güçleri olduğunu söyleyebiliyoruz.” (F.Yaşlı)

    Yaşlı’nın görüşü bana nedense Perinçek’in ”Bugün yaşanan saflaşma gerici güçler ile kemalist güçler arasındadır; sosyalistlerin ise esamesi okunmuyor, hayal görmeyin” türünden görüşlerini hatırlattı. Perinçek, bu ‘dahiyane'(!) tespitten hareketle kemalizme yamanmıştı. Benzer bir kısır ikiliğe aklını kaptıran da DSİP çevresi oldu. Onlara göre de bir tarafta demokrasi güçleri, diğer tarafta darbeciler vardı. Yaşlı da tıpkı karşı olduğu DSİP gibi mücadeleyi sistem içi iki güç arasına sıkıştırıp taraflaşmayı vaaz ediyor. DSİP’den farkı, diğer tarafı işaret etmesinden ibaret. Hem Esad’a hem muhalefetin öncülüğünü almış olan islamcılara karşı çıkmak, muhalefet içinde sol seçeneğin güçlendirilmesini savunmak, bu yapılana dek iki egemen güç arasındaki ‘pat’ durumunun sürmesini savunmak, sol güçlenince muhalefetin devrim yapması türünden bir perspektife ise uzak duruyor. Oysa yegane devrimci perspektif budur. Ama Yaşlı, Atlantik güçlerine karşı Avrasyacı Esad’ı savunmayı vaaz ediyor. Aynı kafa, ikinci cumhuriyete karşı birinci cumhuriyeti savunmaya varır. Gerçi birinci cumhuriyeti savunurken onun sosyalist temelde ayağa kaldırılması türünden sözlerle göz boyayabilmişlerdi ama Suriye konusunda Yaşlı’nın bu türden bir şartı bile yok. Esad’a ilericilik bahşetmiş bile! Yaşlı’nın dediği gibi, Suriye’yi konuşmak aslında Türkiye’yi konuşmaktır. Türkiye’de de Avrasyacı-ulusalcılar ile AKP’ciler arasında bir mücadele sürmüştü, hala izleri görülüyor. O halde Suriye’de Esad’çı olan Yaşlı, Türkiye’de de kemalistliğini daha net biçimde açıklar mı acaba? Fatih Yaşlı, Perinçek’çi görüşler ileri sürüyor. Dış politikada, iç politikada olduğundan daha net konuşuyor. Bu sözleri, iç politikadaki zihniyetini yansıtıyor.

    ”Üç, savaşı emperyalizm ve gericiliğin kazanması Türkiye’de ve bölgede AKP’nin elini fazlasıyla güçlendirecektir.” (F.Yaşlı)

    Yaşlı, başta söyleyeceğini sonda söylemiş. AKP’ye karşı olunsun da ne olursa olsun zihniyetine esir düştüğü için tüm bu lafları etmiş. AKP’ye elbette karşı çıkılacak. Ama kör biçimde değil. AKP karşıtlığı adına Baasçılara, ulusalcılara, kemalistlere yamanmanın teorisini yaparak değil. Biz AKP’ye emeğin özyönetimi ve sosyalizmi kurmak için karşı çıkıyoruz; Avrasyacı, kapitalist, otoriter, ulusalcı rejimleri iktidara getirmek için değil. Yaşlılar, Marguliesler düzen içinde taraf seçip o yolun yolcusu olsunlar, biz devrimci yolumuzda yürümeye devam edelim.

    Gönderen Kazma Solcu zaman: 11:13

    Özgürlükçü-Hümaniter Sol

  47. Zaten dünya savaşına gidiliyor. Rus-Çin bloku bizim ülkenin koşullarından dolayı geri planda kaldı. Ama yazmak isterim. Biraz daha bakmam lazım gelişmelere. Ama hiçbir emperyalist blokun safında yer alınmaması gerektiği konusunda fikrim kesin. Eğer sosyal yurtsever olmak istemiyorsak tabii.

  48. Hümaniter solu hiç bilmiyordum. Perspektifi doğru olmakla birlikte biraz fazla sert gibi geldi. Fazla polimikçi geldi. Aynı eleştiriler daha dostça ve polemikçi olmayan bir havada yapılabilirdi. Solun böyle eski bir hastalığı var ya. Elimize kalemi alınca hepimiz birer Lenin kesiliyoruz.

    Bir de imlaya ilişkin bir eleştiri: Vaaz etmek diye bir deyiş yoktur Türkçe. Vaaz vermek vardır, bir de vazetmek vardır. Buradaki kullanılışına göre vazediyor olması gerekir. Vazetmek ortaya koymaktır.

  49. Ersan’ın bir hatası da İşçinin Sesi dergisinden yaptığı s. 147’deki alıntıdır.
    Ersan TKP’nin yayın organından “Batı demokrasisinden etkilenen Türkiye ordusunun ülkedeki antidemokratik güçlere karşı önemli bir kale olduğu” gibi bir alıntı yapar. Aslında bu cümle İşçinin Sesi tarafından Britanya KP’sinin yayın organı olan Marxism Today’in Kasım 1980 tarihli yayınından alınmıştır. TKP burada SBPK güdümünde olan komunist partilerin, aslında cunta rejimine çok da kötü gözle bakmadığı argümanını desteklemeye çalışmaktadır. Bu yüzden sanki Britanya KP’sinin de 80 cuntacılarını desteklediği gibi bir yanlış anlaşılmaya varacak bir alıntılama yapmıştır.
    Halbuki ilgili derginin ilgili sayısında tam olarak söyle yazmaktadır:

    ” But, paradoxically, under the influence of Western democracy, the army has also represented an important bastion against anti-democratic forces in Turkish society. Thus the 1960 coup against Menderes was in response to his attempts increasingly to suppress political opposition. From it sprang the most democratic constitution in Turkish history which generated a more democratic political life. Indeed, even after the 1971 coup, the generals relatively quickly stepped down following an election, and subsequent years saw a development of democratic rights, notably in the growth trade union rights, while the 1960 constitution was basically retained. These past examples may suggest the optimistic perspective of a relatively quick move to democratic elections and civiUan rule. But this coup is unlikely to follow the past pattern. Previous coups took place against the background of relative economic stabihty and rapid boom. The army has no means to resolve the deepening crisis that is afflicting the Turkish economy. Nor can the coup alter the political stalemate which reflects the growing polarisation in Turkish society. The most likely outcome is a shift towards autocratic rule reformulated by a new constitution which will increasingly attack democratic rights and suppress fjohtical opposition, but providing no answer to the fundamental problems of Turkish society.”

    Bu metinde Ersan’ın İşçinin Sesi üzerinden alıntıladığı yer ilk cümle. Ancak hem Ersan hem de İşçinin Sesi yanlış anlaşılmaya sebebiyet veren bir alıntılama yapmıştır. Evet ilk cümle Ersan’ın da İşçinin Sesi’nden alıntıladığı gibi “Batı demokrasisinden etkilenen Türkiye ordusunun ülkedeki antidemokratik güçlere karşı önemli bir kale” şeklinde tercüme edilebilir. Ancak Marxism Today’in bu yazısında bu cümle 80 darbesini değil, daha önceki darbeleri tanımlamak için-özellikle 60 için- kullanılmıştır. Metinde az önce alıntıladığım yerin çevirisi:

    “Batı demokrasisinden etkilenen Türkiye ordusunun ülkedeki antidemokratik güçlere karşı önemli bir kaledir. 1960 darbesi Menderes’in muhalif güçleri bastırma çabasına karşı verilen bir tepkiydi. Ve bu darbeden ülkenin en demokratik anayasası çıktı. 1971 darbesinde bile generaller kısa bir zaman zarfında seçimlere gitmek için iktidarı bıraktılar ve ülkede demokratik hakların, özellikle sendikal hakların geliştiği görüldü. Bu örnekler ülkede darbelerin kısa sürede yerlerini demokrasiye ve seçimlere bırakacağına dair bir inanç yaratabilir. Ancak bu darbenin-80 darbesinin- geçmiştekilere benziyeceğini düşünmüyoruz. Geçmişteki darbeler ülke ekonomisinin hızla büyüdüğü ve görece stabil olduğu dönemlerde gerçekleşti. Ancak şu an ordu, ülkedeki derinleşen ekonomik krizi çözebilmek için yeterli araçlara sahip değil. Ayrıca darbe ülkedeki sürekli artan siyasi kutuplaşmayı da çözebilecek gibi görünmüyor. Bu nedenle bu yeni darbenin en muhtemel sonucu, demokratik hakların ve muhalif seslerin iyice kısıtlandığı yeni bir anayasayla, gittikçe otoriterleşen bir Türkiye olacaktır.”

    Özetle, İşçinin Sesi dergisi Marxism Today’in ilgili yazısındaki 1960 darbesi ve onun ürettiği anayasa için sarfettiği bu pozitif yorumu sanki 1980 darbesi için söylüyor gibi alıntılama yapmıştır. Ersan da bu ikincil kaynağa güvenerek, alıntının aslını kontrol etmeden yanlış bir alıntılama yapmıştır. Sonuçta Marxism Today dergisinin ilgili yazısında 80 darbesi hiç bir şekilde pozitif bir gelişme olarak görülmez, aksine bu darbenin ülkeyi hızlı bir otoriterleşme sürecine sokacağı iddia edilir.