Devlet Sadece Manevra Yapar…

indir

images

 Hrant_Dink_2007-1915-200x200

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 1915 yılındaki Ermeni katliamının 99. Yıldönümünde, “acılardan” söz eden bir açıklama yapmış. Gazetelerdeki yorumlara bakacak olursak, bu bir “ilk”miş. Böyle bir açıklama bir “ilk” olabilir ama bu, devletin ilk taktik açıklaması değildir.

Daha açıkçası, devletleri bir politik savaş aygıtı olarak da düşünebilirsiniz. Politik savaş aygıtlarının en organize ve karmaşık biçimini temsil eden devletlerin, bütün savaş aygıtları gibi, esasen politik taktik ve manevralardan başka bir şey olmadıklarını söyleyebiliriz. Devletler, çıkarları gerektirdiği an, ileriye, geriye, sağa, sola, yukarıya, aşağıya doğru çeşitli taktik manevralar yaparak kendi durumlarını sağlama almaya çalışırlar. Bu yüzden de devletlerden “doğru”yu söylemelerini beklemek safdillik olur. Devlet bir şey söylediğinde, söylediği şeyin içeriğinden çok, bunu hangi taktik amaçlarla yaptığına bakmak gerekir.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ağzından konuşan, 900 yıllık kadim Türk devletidir. Bu devlet, veliaht cinayetleri de dâhil olmak üzere, cinayetler, mezhepsel, ırksal, bölgesel katliamlar ve soykırımlar üzerine inşa edilmiştir; 1915 yılındaki Ermeni soykırımı da bunların en önemlilerinden biridir. Türk kadim devletinin, Ermeni katliamı veya soykırımı başta olmak üzere üzerinde oturmakta olduğu katliamlardan ve soykırımlardan pişman olması asla söz konusu olamaz. Ama bugünkü dünya koşullarında bu soykırımı doğrudan doğruya savunmak da mümkün değildir ve bunu bu şekilde savunmaya kalkışmak doğrudan doğruya devletin varlığına zarar verir. Bu yüzden, duruma göre bir orta yol tutturulmaya çalışılmıştır. İlk başta tam inkâr politikası ileri sürülmüş, fakat apaçık gerçekler karşısında direnmek mümkün olmamıştır. Bunun üzerine “karşılıklı öldürme”den söz edilmiş, bu tutmayınca veya bunun yanı sıra, “savaş koşullarının dayatmasından”, “düşmanla işbirliğinden”, “kritik bölgelerin güvenlik altına alınması zorunluluğundan” söz edilmiştir. Bu açıklamalar da, bir buçuk milyonluk bir kadim Anadolu halkının kadın-erkek, çoluk-çocuk, yaşlı-genç demeden topraklarından sürülmesini, mallarına mülklerine el konmasını, tehcir sırasındaki planlanmış saldırılarla katledilmesini izaha elbette yetmemiştir. Şimdi kadim devlet yeni bir yol deniyor: “Acılar”dan söz ederek dünya kamuoyunu iyi niyetine inandırmaya çalışma manevrası. Bu, dünya kamuoyunun kadim Türk devleti üzerindeki baskısını azaltmaya yönelik bir geri çekiliş manevrasıdır.

Kanaatimce devletler yaptıklarına asla üzülmezler, asla pişmanlık duymazlar, asla samimi bir şekilde yaptıklarını ortaya dökmezler. Bunu yapmaları, kendi varlıklarını inkâr etmekle ya da bildiğimiz devletten başka bir varlığa dönüşmekle aynı anlama gelir ki, bu da imkânsız bir şeydir. Bukalemun duruma göre renk değiştirir ama bukalemunun, maymuna, kediye ya da insana dönüştüğü ne görülmüş, ne de duyulmuştur.

Başbakan Tayyip Erdoğan, eğer devlet çıkarlarından azade bir şekilde “devlet adına” tarihi gerçekleri dile getirmek istiyorsa, “acı”lardan söz ederek acıları hissedilmez hale getirmeye çalışmaktansa, şunları demeliydi: “Evet, Osmanlı devleti, özellikle I. Dünya Savaşı koşullarından da yararlanarak, Anadolu’yu Hristiyan ve Süryani nüfustan temizlemeye karar vermişti. Dolayısıyla, Osmanlı devleti, Anadolu’nun en ağırlıklı Hristiyan nüfusunu oluşturan Ermenileri ve Süryanileri toplu sürgüne (tehcire) zorladı ve fiili bir katliama girişti. O koşullarda toplu tehcir, insanların toplu kıyımıyla aynı anlama geliyordu. Ermeni ve Süryani halk, bu sürgün sırasında açlıktan, susuzluktan ve barınaksızlıktan kırıma uğradığı gibi, yollarda, devlet tarafından örgütlenmiş çetelerin saldırılarıyla da topluca öldürüldü. Kimi yerlerde, bu yoksul ve çaresiz insanların kiliselere toplanarak yakıldığı vakalar bile görüldü. Dolayısıyla 1,5 milyonluk bir nüfusun önemli bir kısmı yollarda öldü. Canlarını kurtaranlar, bilmedikleri, tanımadıkları topraklarda büyük zorluklarla karşılaştılar. Analar, babalar çocuklarını kaybetti ya da yollarda birilerine bırakmak zorunda kaldı. Kardeşler birbirinden ayrıldı. Bu insanlar için ayrılık belki de ölümden de acıydı. İşte, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde yükseldiği Osmanlı devleti bütün bunları yaparken aynı zamanda demir gibi bir soğuklukla izledi de. Ve tabii ki, sürülen Ermeni ve Süryanilerin malı, mülkü, parası, evi, bağı, bahçesi, toprağı gasp edildi, genç kadın ve kızlarına el kondu. Dahası, bu pis mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti, 90 yıllık tarihi boyunca tam bir inkâr siyaseti yürüttü. Geçmişte yapılanların hesabını soranlara baskı uyguladı. Ermeni aydını Hrant Dink’i de aynı nedenlerle suikast yoluyla öldürttü ve bugüne kadar bu cinayetin gerçek planlayıcılarının ortaya çıkmaması için elinden geleni yaptı. Şimdi ben, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak bu gerçekleri burada, Türkiye ve dünya kamuoyunun önünde açık yüreklilikle ortaya koyuyorum.”

Bunu yapsa geriye tozu kalır mıydı acaba?

 

Gün Zileli

23 Nisan 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Troçkizmden Ulusalcılığa…

Artıgerçek Yıllardır izlediğim, kimi zaman yararlandığım, kimi zaman eleştiriler yaptığım [ örneğin bu yılın Mart …

49 Yorumlar

  1. Devletler yaptıklarına hiçbir zaman üzülmez mi gerçekten? Alman sosyal demokrat Başbakanı Willy Brandt’ı, Varşova’daki Yahudi soykırım anıtı önünde diz çökmüş özür dilerken gösteren o ünlü fotoğraf mesela… Willy Brandt gerçekten samimi gelmişti bana o fotoğrafta, af dilerken. Sosyal demokratları sevdiğimden değil ama teorik olarak tümüyle imkansız mı TC’nin çok uzak da olsa, gelecekte bir gün Ermenilerden özür dilemesi?

  2. Bence böyle bir şey mümkün değil. W. Brandt meselesine gelince… O tavır çoık özel koşulların ürünüdür. Alman devletinin yoluna devam etmesi için bunu yapması zorunlu hale gelmişti. Çünkü Holocost, tüm dünyada ayyuka çıkmıştı. Ben orada bile tam samimiyete inanmıyorum. Nazi sonrası Alman devleti, bir sürü Naziyi gizlice istihdam etmiştir, bir kısmını da ABD istihdam etti. Bakın, bugünkü Rus devleti de Sovyet devletinde işlenen suçları örtbas etmenin peşinde hâlâ.

  3. Kuşkusuz bir taktik. Hrant Dink cinayetinde takınılan “Devlet Tutumu” bunun kanıtıdır.
    Bu taktik büyük olasılıkla son bir yılda “batı” ile bozulmuş ilişkilere ait bir yapmacık tavır. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yine batı’ya karşı bir açılım; nasılsa kendi kemik kitlesi onun söylediklerine değil, sağladığı maddi-manevi çıkarlara bakıyor! (Ulusalcıların Ermeni Meselesindeki politikaları öylesine iğrenç ki, zerre kadar bir “açılım” bile olumlu sanılabiliyor! Bu durum da bilinen “1. TC’nin” bedeli olan RTE’nin neredeyse her durumda elinin ne kadar güçlendiriyor! Bu arada D. Perinçek’in de bir zaman önce “ermenilere az bile yapmışız” mealindeki sözlerini de hatırlatalım…)
    Şu çok açık; “Ulusalcıların” Anadolu’nun Türkleştirilme projesi kapsamında, Müslümanlar’ın da Anadolu’dan Hıristiyanların “temizliği” ilkesel olarak reddedilir değil! Buna ait çok kanıtlar bulunabilir!
    Belli, Cumhurbaşkanlığına hazırlanıyor!

  4. Ermeni katliamı veya soykırımı demissiniz ve birbirinin yerine kullanmissiniz. Ikisi arasinda size gore buyuk bir fark yok mu? Terminolojik olarak bir farklilik soz konusuysa nedir?

    Ikinci sorum da Isci Partisi`nin Ermeni sorunu karsisinda izledigi politikayla ilgili. Perincek, AIHM`de ifade ozgurluguyle ilgili davayi kazandi. Bu davada elde edilen basari Turk tezinin hakli oldugunu gosterir mi? Cunku kendileri Ermeni sorununu bu davayla cozduklerini iddia ediyorlar. Bu davanin sorun acisindan onemini kisaca aciklarsaniz sevinirim.

    Saygilar.

  5. Aydınlık ve Perinçek bugün bu açıklama nedeniyle RTE’yi doğrudan hedef almış ve “emperyalizmin sözcüsü” olmakla suçlamış.

    http://imgim.com/aydinlik_2014-04-24.jpg

  6. UTANCIMIZIN FOTOĞRAFLARI

  7. D. Perinçek’in İsviçre’deki davasıyla ilgili düşüncelerim şu yazıda bulunmaktadır:

    http://www.gunzileli.com/2007/03/12/gercek-mahkumiyet-2/
    D. Perinçek ile ilgili son karar, özgürlükçü bir karardır. Ama bu, ne Türkiye’nin soykırımını aklar ne de D.Perinçek’in soykırım savunuculuğunu.
    Ben kavramlara takılmayı doğru bulmuyorum. Aaslında her kitlesel katliam bir tür soykırımdır. Soykırıma çok büyük anlamlar yükleyip durumu oradan kurtarma çabaları boşunadır. Bana sorarsanız, 1979 Maraş katliamı da bir soykırımdır.

  8. Esas sorun diktatörlük degil. Bu illet milletin demokratiklesmesi meselesidir..
    Mesele ermeni konusu,kürt sorunu olunca akli basinda birini bulmak zor Türkiyede..

    (Diktatör) önemli bir adim atmistir..Gelismeyi olumlu görmek gerek.
    Yazinizda bu anlamda kötü baslamis sonucu hic olmazsa iyi bitmis..

  9. 24 Nisanın ruhuna uygun bir Ermenice şarkı “SARERİ XOVİN MERNEM” ya da sadece” “HÜZÜN”…

  10. ardahan’da ermeni milliyetçileri tarafından öldürülen büyük dedem (asker değil çobandı) ve iki kızından bahsetmeyen solun benim için zerre değeri yoktur. böyle bir özgürlük ve böyle bir anti-milliyetçilik tanımıyorum. seni de bir daha takip etmeyeceğim.

  11. özgürlükçü

    harika bir yazı olmuş zileli bilmediği konulardansa bildiği bu gibi tarihi konulara odaklanınca kedi olalı fareyi yakalar.samimi bir taziyede birinci elden devleti temsil edenin 1.dünya savaşı koşullarınıda fırsata çeviren Osmanlı devletinin anadoludan ermeni Süryani hırıstiyan nüfustan temizleme kararı ile bu soykırımın yapıldığını itiraf edebilseydi o zaman zileli gibi bende samimiyete inanacaktım zileli iyi fark etmiş samimiyetin kriterinin bizzat gerçeğin itirafından geçtiğini devletlerin bunu yapamamasına gelince kadim devlet geleneğinde devamlılılık temeldir bu gün devleti temsil edenlerin geçmiştekilerin ardılı olduğunu çok farklarının olmadığını bilmeliyiz haaaa zilelinin güzelleme yaptığı eski efendiler (chp-mhp) devleti temsil etsede fark etmez zaten bizzat ermeni soykırımını yapanların bu eski efendilerin bu gün bile savunabildikleri ırkçı şöven milliyetçi kafatasçı ataları olduğunu unutmamak lazım dikat ettiyseniz haberin hemen ertesinde MHP ve chp den manevraya bile itiraz edilmesi durumu açıklıyor

  12. Gün Zileli-nin AKP-nin ideolojik hegemonyasında kaldığı savımız bu yazısıyla bir kez daha doğrulandı.
    ZİLE-li hem AKP-yi hem de İngiliz-Amerikan tezlerini destekliyor.
    Şimdi sormazlar mı hani her türlü devlete karşıydınız?
    Demek ki her türlü devlete karşı olma çarpıtması/demagojisi aslında Amerikan devletini savunmayı örtmek için perdeymiş.

  13. öyle kafanıza göre her şeye soykırım diyemezsiniz. hukuki tanımları var bunun. maraş, sivas olayları soykırım değildir. illa anarşistlik yapacaksanız, devlet terörü der geçersiniz.

  14. Duyarlılığınıza sahip çıkarım ama burada tartıştığımız, Ermeni milliyetçilerinin cinayetleri değil, Osmanlı devletinin Anadolu ermenilerine uyguladığı vahşettir.

  15. kavramların önemi yok. Hukuki kavramların hiç önemi yok. Esas olan muhtevadır. Devlet terörü deyip geçemem, çünkü devlet terörü her gün yaşanan durumdur. Ben her türlü etnik ve dinsel katliamı küçük ya da büyük çaplı soykırım olarak görüyorum.

  16. Bir müslüman olarak Ermenilere yapılanları kabullenemiyorum. Bu Allah’ın belası işi nasıl yaptı dedelerim? Anlayamıyorum.

  17. dedelerin bu işe bilfiil karıştılar mı bilmiyorum ama bu soykırımı düzenleyen devlet aklıdır ve bugünkü devlet aklı da onun deva mıdır? Elbette bu devlet aklına biat edenler de ikinci dereceden sorumluluklarını taşıyacaklardır.

  18. AKP yancisi IPnin anarsistler masasi sefi Ayanoglu yine sacmalamis.

  19. Anonim 11lerden cok var.dedeleri karstaymis.ardahandaymis.erzurumdaymis.babasindan duymus hincla buyumus.babasina gik diyememis bilalcikler birde onlarin anlattigi masallardan hinclaniyor.milyon ermeni.hic milyona kadar saydinmi?deden meden degil.milyon.bi sayda gor dedeni.

  20. E. Hobsbawm Ermeni Katliamını sanırım “etnik temizlik” olarak tanımlamıştı. Sonuçta insanlık suçu da olsa bu tür kıyımların aralarındaki farklılık neye yarar, bilemiyorum… ama tanım uygun görünüyor.
    Ermeni Tehciri daha çok ittihat terakkinin parti militanları, “paramiliterlerce” yapılmış görünüyor.
    “Musa Dağda Kırk gün, ilginç, tarihle örtüşen bir hikaye… Görünen o ki o zamanın anadolu, osmanlı halkının bu katliamla hiç ilgisi yok görünüyor… Halkın içinde yağmacı, eşraftan adamların bir kısmı elbette dahil… Ama halkın böyle bir “etnik temizlik” talebi de yok; sanırım onayalamazlardı da… Oligarşi,k İ.Terakki dışında pek suçlu yok gibi… “Ermeni meselesi hallolmuştur” kitabında da anımsadığım kadarıyla “halkın” dahil olduğu görülmüyor…

  21. Devlet manevra balans ayarı hız gibi dünyamızda katliamlara iştiraek etmiştir.tüm bireylerin kendi dünyamızın nasıl yaşanabilir bir dünya için kendini sorgulaması lazım Tüm bireylerin ve insanlıgın dünyamızı beraber kuracagımız bir dünya için el ele vermeliyiz(Anarşizm)

  22. Dünyada yeni yeni milletler olusurken bir milletin kökü kazanmis.

    Bu ilk olmasi ve yahudi soykiriminada örnek olmustur.

    Dünyada bir ulusun yok edilmesinin baska örnegi yok..

  23. küçük burjuva

    Asıl şimdi önemli olan günümüzdeki ermeni karşıtı hegemonyayı kırabilmek veya çatlaklar yaratabilmek.Anadolu halkları eski çok kültürlü dönemlerinde tekleştiren farklılıkları tek millette boğan yapıların karşısında durabilmek.Bu tabi kolay kolay olmaz.Hdpnin basın açıklaması yapması Sol sosyalist aydınların karşıt yorumları toplumsal tezahürde çok da bir şey değiştirmeyeceğini düşünüyorum.Önemli olan gerçek ezilenlerin göremez oldukları o sağlam bağları hatırlatmak.Yoksa süreç yine başa sararBiz sadece yazı yazarız

  24. Asırlarca telafisi mümkün olmayacak
    Ermeniler hakkında yapılan muamelenin her bakımdan mukaddes vatanın yüce menfaatlerine aykırı olduğunu mütemadiyen telgraf ve yazışmalarla Babıâli’ye yazmakta idim. Bunlar arasında mensup olduğum Nezaretin nazırına yazdığım gizli ve hususi bir yazıda “Ermeni kavmi nüfusu memleketin ehemmiyetli bir kısmıdır. Umumi servetin belki dörtte biri Ermeniler elindedir ve memleketin teşebbüs kuvvetinin yarısına yakını miktarına bunlar sahiptir. Mahvlarına çalışmak memleket için asırlarca telafisi mümkün olmayacak derecede büyük bir zarardır. Bütün dünyadaki düşmanlarımız toplanıp aylarca düşünseler bize bundan büyük bir fenalık edemezler” demiştim. Görüşlerimin hiçbiri dikkate alınmadı. Konya’da iki gün kaldıktan sonra İstanbul’a geldim. Selahiyet sahibi olanlara bu teşebbüsün zararlarını anlatmaya çalıştım. Maalesef kimseye meramımı anlatmak mümkün olmadı.

    http://m.radikal.com.tr/turkiye/milletimi_lekeden_kurtarmak_istiyorum-1188746

  25. daha önce yazdınız ama, bu meseleyle ilgili bugünkü yazı da sadece erdoğan’ın mesajı odaklı bir yazı olmasaydı keşke yine de.
    bir de, belki haddim olmayarak ‘ayanoğlu gibi’si için genel bir öneride bulunmak isterim: siti yeni takip etmeye başlayanlar “niye cevap vermiyor?” diye düşünebilir sizin için. mesela, o -gibisi- bir şey yazdıkça, yazar yazmaz, otomatik bir cevap verse sayfa, genel geçer bir cevap? her türlü geçer o cevap zaten 🙂

  26. gerek görürsem cevap vermeye çalışıyorum.

  27. “Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiç bir yararı yoktur…”

    http://deligaffar.com/2014/04/26/soykirim-mi-degil-mi-onemli-olan-firsat-olmasi/

  28. Geç Dönem Osmanlı Soykırımları: Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılışı ve Jön Türklerin Nüfus ve İmha Politikaları – Giriş
    Jürgen Zimmerer, Dominik J. Schaller
    (29.04.2014)

    İsviçreli diyakoz Jacob Künzler (1871-1949) 1899’dan 1922’ye kadar Güneydoğu Anadolu’nun kadim kentlerinden Urfa’da bir misyoner hastanesini yönetti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Vilayetleri’nde geçirdiği süre içinde, Jön Türklerin büyük ölçekli etnik temizlik ve soykırım projesinin önemli bir görgü tanığı oldu. Ekim 1915’te, Ermenilerin tehcir emirlerine karşı yürüttükleri ümitsiz direnişin Osmanlı ordusu tarafından kanla bastırılışı sırasında, Urfa’daki Ermeni cemaatinin yok edilişine tanık olmak zorunda kaldı.[1] Künzler bu olaydan önce bile Jön Türklerin imha politikasının gayet iyi farkındaydı. Urfa bölgeden geçen yolların kesiştiği önemli bir kavşak noktası olduğundan, Suriye çölüne doğru yol alan pek çok Ermeni tehcir kafilesi şehirden geçti. Künzler içler acısı haldeki Ermeni sürgünlerin ıstırap ve sıkıntılarını olabildiğince hafifletmeye çalıştı. Dahası, akıbetlerinin unutulmamasını sağladı. 1921’de Almanya’da yayımlanan Kan ve Gözyaşları Ülkesinde (Dünya Savaşı Sırasında Mezopotamya’da Yaşananlar 1914-1918) başlıklı kitabında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Urfa’da yaşadığı korkunç deneyimleri canlı bir şekilde betimledi.[2]

    Jacob Künzler bir misyoner olarak, Ermeni dindaşlarına karşı büyük bir duygusal borç hissediyor ve onlara açık bir sempati besliyordu. Ne var ki, Ermenilerin başına gelenlerin Jön Türk hükümetinin yürüttüğü daha geniş bir nüfus politikası stratejisinin parçası olduğunu anlamıştı. Yukarıda zikredilen raporunda, “Jön Türkler imha planlarına sadece Ermenileri ve Kürtleri değil, Arapları da dahil ettiler” diye belirtiyordu.[3] Bu beyan iki açıdan önemlidir. Birincisi, Künzler kimi grupların o zaman olduğu gibi bugün de dünyayı inandırmak istediğinin tersine, sadece yeniden iskândan değil, bir imha politikasından söz eder. İkincisi, Araplar ve Kürtler gibi Müslüman grupların akıbetini görmezden gelmez, aksine onları, Ermeniler gibi Hıristiyan kurbanların kader ortakları olarak tanımlar. Özellikle, Kürtlerin 1916 kışında Erzurum ve Bitlis’ten tehciri Künzler’i derinden etkilemişti. Bu sürgünler ve neticeleri hakkında yazdıkları bunu gösterir:

    Hiçbir Avrupa gazetesi, Ermenileri imha etmek isteyen aynı Jön Türklerin Yukarı Ermenistan’da yaşamakta olan Kürtleri evlerinden ve yurtlarından sürdüklerini haber yapmadı. Ermeniler gibi Kürtler de Rusların yanında saf tutacak güvenilmez unsurlar olmakla itham ediliyordu. Kürtlerin Çapakçur, Antep ve Muş bölgeleri ile Erzurum ve Bitlis vilayetlerinden tehciri 1916 kışında gerçekleştirildi. Yaklaşık 300.000 Kürt güneye doğru yollara düşmek zorunda kaldı. İlk önce Yukarı Mezopotamya’ya, ağırlıklı olarak da Urfa bölgesine yerleştirildiler, ama Antep ve Maraş’tan batıya doğru yerleştirilenler de oldu. Sonra, 1917 yazında Kürtlerin Konya Ovası’na nakli başladı. […] İşin en korkunç tarafı, sürgünlerin kış ortasında yapılmasıydı. Sürülenler akşam vakti bir Türk köyüne vardıklarında, köylüler korkuya kapılıyor ve evlerinin kapılarını kapıyordu. Sonuçta, zavallı Kürtler yağmurda ve karda dışarıda kalmak zorunda kaldılar. Ertesi sabah, köylülerin donarak ölenler için toplu mezarlar kazmaları gerekti. Hayatta kalıp da sonunda Mezopotamya’ya ulaşan Kürtlerin çilesinin dolmasına daha çok vardı […] 1917/18 kışı yeni zorluklar getirdi. Hasat iyi olduğu halde, sürgün edilen Kürtlerin neredeyse tamamı korkunç bir kıtlığa kurban gitti.[4]

    Künzler’in anlattıklarından gördüğümüz gibi, Kürtler Ermenilerinkine çok benzer bir kadere boyun eğmek zorunda kaldı. Kış ortasında zorla ölüm yürüyüşlerine çıkarılmaları da, gene çok benzer bir netice veren, Ermenilerin ölüm yürüyüşleriyle yakın bir benzerlik taşır. Jön Türklerin Kürtlere yönelik politikasının bütünsel amacı –Künzler’e göre– soykırımdı: “Jön Türklerin niyeti, bu Kürt unsurların ata topraklarına geri dönmelerine izin vermemekti. Bunun yerine, yavaş yavaş Türklük içine alınıp özümseneceklerdi [… im Türkentume aufgehen].”[5]

    Jacob Künzler’in bu gözlemi son derece önemlidir. Kürtlerin Jön Türklerin nüfus ve imha politikalarından derinden etkilendiklerini ve 1922’de Mustafa Kemal tarafından bir Türk ulus devletinin kurulmasından önce dahi sosyal mühendisliğe tabi tutulduklarını ortaya koyar.[6] Kürtlerin Jön Türkler tarafından tehcirinin ve zorla asimilasyonunun soykırım olarak mı yoksa etnik kırım olarak mı nitelenmesi gerektiği sorusunu tartışmak, en azından bir tarihçinin perspektifinden yersizdir, zira bu hukuki ve siyasi konuya getirilecek bir açıklık, kişinin başvurduğu soykırım tanımına göre değişir.[7] Bununla birlikte, Jön Türk liderlerinin Kürtleri ata topraklarından sürerek ve küçük gruplar halinde dağıtarak Kürt kimliğini ortadan kaldırmayı amaçladıklarını teslim etmek önemlidir. Jön Türkler bu planı Birinci Dünya Savaşı sırasında kısmen uyguladılar: 700.000 kadar Kürt zorla topraklarından uzaklaştırıldı; yerinden edilenlerin de yarısı telef oldu.[8]

    Bu önemli ama sıklıkla ihmal edilen gerçek, azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki korkunç akıbetini kavrayışımızı etkiler. İster Ermeni, Süryani ya da Rumlar gibi Hıristiyan olsun, ister Kürtler gibi Müslüman, bu gruplardan hiçbirinin yazgısının diğerlerinden ayrı ele alınamayacağını düşündürür. Bu da karşımıza bellek politikalarıyla yakından ilişkili bir tarihyazım problemi çıkarmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışı ve Ermeni soykırımına ilişkin değerlendirme ve incelemelerde, Kürtler neredeyse her zaman kana susamış ve gaddar caniler olarak resmedilir.[9] Kürt Hamidiye Alayları’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında Ermeni topluluklarını kırıp geçirdikleri doğrudur. 1894-96 Hamidiye katliamlarında, Kürtler 100.000 kadar Ermeni’yi öldürmüş ve kurbanlarının topraklarını gasp etmişlerdir.[10] Son olarak, Jön Türklerin 1915-17 arasında Ermenilere karşı yürüttükleri soykırım harekâtı sırasında, Kürt reisleri ve çeteleri katliamlara iştirak etmiş, Ermeni kadınlarının ırzına geçmiş ve yaygın yağmalardan fayda elde etmişlerdir. Gene de, Kürtlerin Ermenilere yönelik mezalime verdikleri tepkilerin çok çeşitli olduğunu belirtmek gerekir. Pek çok Kürt aşireti Jön Türklere katılırken, Dersim (bugün Tunceli) Alevileri gibi bazı Kürt grupları hükümete karşı koyma kararını almış ve Ermenilere sığınak sağlamıştır.[11]

    Daha da önemlisi, yukarıda da gösterdiğimiz gibi, Kürtler Jön Türklerin elinde Ermeni ve diğer Hıristiyan gruplarınkine benzer bir muameleye maruz kalmıştır. Bu da bize, kurbanların fail haline gelebileceği, ama faillerin de kurbanlara dönüşebileceği gibi tedirgin edici bir gerçeği anımsatır. Ermenileri öldürmekte üstlerine olmayan Kürtlerin bizzat kendilerinin Jön Türk nüfus ve imha politikalarına kurban gittiklerini kabul etmekte zorluk çekenler, sadece Ermeni soykırımının uluslararası planda hukuki ve siyasi olarak tanınması için mücadele eden aktivistler değil, genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun sert bir şekilde parçalanması üzerinde çalışan tarihçiler, özellikle de soykırım tarihçileridir.[12] Bu durum kısmen, soykırım kavramının özünde yatan bir problemden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, ilk hukuki soykırım düşüncesi, failler ile kurbanlar arasında ikili bir karşıtlık ima eder. Ne var ki, toplumsal gerçeklik bundan çok daha karmaşıktır: Kurbanlar faillere, failler kurbanlara dönüşebilir. Tarihte bunun pek çok örneği vardır: Örnek verecek olursak, 1994 Rwanda soykırımına katılan Hutuların pek çoğu, iktidardaki Tutsi rejiminin 1972 ve 1988’de Hutu nüfusa karşı soykırım harekâtları yürüttüğü Burundi’den atılmışlardı.[13]

    Tarihle uğraşırken ortaya çıkan bir başka problem de, tek bir kurban grubuna odaklanmadır. Esas olarak Holokost’un kamudaki algılanışı nedeniyle, soykırım genellikle tek bir insan grubuna karşı işlenen, hayli ideolojik bir suç olarak anlaşılmaktadır. Bu ise eşsüremli benzerliklerin ve genel stratejilerin teşhis edilmesini engellemektedir.

    Bazı tarihçiler, eksiklikleri nedeniyle, geleneksel soykırım düşüncesinin terk edilmesi ya da yerine alternatif kavramlar geçirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu tartışmada öne çıkan isimlerden Christian Gerlach, geç Osmanlı İmparatorluğu ya da Nazi Almanyası’ndaki gibi “aşırı şiddetli toplumlar”ın ayırt edici özelliğinin, sadece bir grup yerine çok sayıda siyasi, dini ya da etnik gruba uygulanan kitlesel şiddet olduğunu ileri sürer. İkinci Dünya Savaşı ve Doğu Avrupa’daki Alman imha savaşı üzerinde çalışan yeni bir tarihçiler kuşağı bunu dikkate almış ve Nazilerin “Lebensraum[14] mücadelesi”nin –Hitler’in ideolojisinin nihai baş düşmanı olarak ön planda yer alsalar da– sadece Yahudilere yönelik olmayıp Polonyalıları, Rusları, Romanları ve başka birçok grubu da etkilediğini göstermiştir.[15]

    Osmanlı İmparatorluğu örneğinde bu konu henüz yeterince çalışılmamıştır. Bunun pek çok sebebi vardır. Gerlach’ın –ve başkalarının– ileri sürdüğü gibi, çoğu soykırım uzmanı, ilgili grubun akıbetinin daha özel, dolayısıyla daha anlamlı görünmesini sağlamak için hâlâ diğerlerinden soyutlayarak tek bir kurban grubuna odaklanmayı tercih etmektedir. O halde, bu yaklaşımın grup kimliğinin yaratılmasına ve güçlendirilmesine bir katkı olarak görülmesi gerekir.[16]

    Bu gözlem, Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’daki kitlesel şiddet üzerine araştırmaların halihazırdaki durumuyla tutarlıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışı hem tarihyazımında hem kamusal bellekte neredeyse sadece Ermenilerin katliyle ilişkilendirilmektedir. Türk hükümeti Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni nüfusunun sistemli bir katliama kurban gittiğini hâlâ inkâr etse de, Ermenilerin imhası “unutulmuş bir soykırım” olmaktan uzaktır. Soykırım konulu hiçbir kitabın Ermeni soykırımını atlaması mümkün değildir. İsviçre ve Fransa’da bu olayın açıkça reddi suç teşkil eden bir fiil olabilir.[17] Ermeni trajedisi küresel kolektif bellek alanına girmekle kalmamıştır, “ilk modern soykırım” olarak da görülmektedir.[18] Ayrıca, Ermenilerin katli ile Yahudilere yönelik Nazi soykırımı arasında nedensel bir ilişki olduğu inancı da yaygındır. Bu iki soykırımı birbiriyle ilişkilendirmenin ardındaki niyet açıktır: Holokost’un doğrudan bir öncülü olarak, Ermeni soykırımı daha da önem kazanacaktır.[19] Özetlersek: Ermeni lobi grupları, insan hakları kuruluşları ve Ermenilerin adalet ve tazminat mücadelesine yakınlık duyan soykırım akademisyenleri, manevi sermaye ve uluslararası tanınma için verilen küresel “kurbanlar yarışı”nda (Jean-Michel Chaumont) oldukça başarılı olmuşlardır.[20] Holokost gibi Ermeni soykırımı da bu şekliyle kötülük için evrensel bir sembol haline gelmiştir.[21]

    Ne yazık ki, Ermenilere yönelik soykırımı dünya çapında anma noktasına gelinmiş olması, Osmanlı İmparatorluğu’nda Jön Türklerin elinde etnik temizliğe ve kitlesel katliama uğrayan diğer tüm azınlık gruplarının akıbetini önemsizleştirmiş gibidir.

    Ermeni soykırımının Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışıyla tek yanlı olarak ilişkilendirilmesi görece yeni bir olaydır. Batılı gözlemciler Jön Türklerin imha politikasının çok yönlü olduğunun gayet iyi farkındaydılar. Örneğin, 1916’ya kadar ABD’nin İstanbul büyükelçisi olarak görev yapan Henry Morgenthau anılarında şöyle diyordu: “Ermeniler, Türkiye’yi sadece Türklerin ülkesi yapma politikasından zarar gören Türkiye’deki tek tabi halk değildir. Ermeniler hakkında anlattığım hikâyeyi bazı değişikliklerle Rumlar ve Süryaniler için de anlatabilirdim. Gerçekte, bu millileştirme düşüncesinin ilk kurbanları Rumlar oldu.”[22]

    Morgenthau Jön Türk liderlerinin sistemli ve şiddete dayalı Türkleştirme politikasının ilk önce Rumları hedef aldığını vurgularken haklıydı. Daha Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden, 100.000’i aşkın Osmanlı Rum’u, Girit ve Balkanlardan gaddarca sürülmüş olan Müslüman muhacirlere yaşam alanı açmak üzere Ege ve Trakya’dan kovuldu.[23] Savaş sırasında sözüm ona stratejik nedenlerle yüz binlerce Rum kıyı bölgesinden iç kesimlere tehcir edildi. Nihayet, Jön Türklerin Rumlara karşı yürüttüğü harekât Mustafa Kemal’in Osmanlı Rumlarını ülkeden çıkarmasıyla devam etti. 1922’de İzmir’in yakılması ve sakinlerinin katledilmesi Türkiye’de Rum varlığının sembolik olarak sonunu getirdi. Türkiye ve Yunanistan arasındaki, örtmece yapılarak “nüfus mübadelesi” adı verilen girişimin, uluslararası düzeyde onaylanmış büyük ölçekli bir etnik temizlikten başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Bu tür nüfus politikaları 20. yüzyılda azınlık meselelerinin çözümü için etkili bir model haline geldi.[24]

    Büyük devletlerin politikacıları ve Batılı sivil toplumlar Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermeni ve Rum toplumlarının yok edildiğinin gayet iyi farkındaydılar, ama daha küçük Hıristiyan azınlık gruplarına yönelik kırım az çok bilinmeden kaldı.[25] Süryaniler uluslararası bir lobinin ve harici bir ulus devletin bulunmaması nedeniyle daha savunmasız olduklarından, Jön Türkler onları Ermeniler ve Rumlar kadar tehlikeli bir unsur olarak görmediler. Dolayısıyla, Süryanilere yönelik imha politikası o kadar sistematik değildi. Süryani katliamları çoğunlukla, Diyarbekir valisi Mehmed Reşid gibi yerel hükümet ve parti sorumlularının girişimlerinin sonucuydu.[26] Alman konsolosları, Reşid’in yaptıklarını öğrendiklerinde İstanbul ve Berlin’deki üstlerini bilgilendirdiler. Büyükelçi Hohenlohe-Langenburg Alman şansölyesine şöyle bildiriyordu: “Bu ayın başından beri, Diyarbekir valisi Reşid Bey ırk ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kendi vilayetindeki Hıristiyan nüfusu sistemli bir şekilde yok etmeye başladı.”[27] Alman ve ABD diplomatlarının yazışmaları ve misyoner raporları Süryanilere yönelik kitlesel katliamın boyutlarını belgeler. Gene de, Süryanilerin çektikleri acılar uluslararası düzeyde büyük ölçüde unutulmuş ve soykırım olarak tanınmamıştır; bu ise kurbanların torunlarını derinden yaralamaktadır.[28]

    Rumlara ve Süryanilere yönelik katliamların soykırım niteliği taşıdığı açıktır. Jön Türklerin nüfus ve imha politikalarının bir arada incelenmesi ve bir bütün olarak anlaşılması gerektiğini gören tarihçiler, bu nedenle sık sık, bir “Hıristiyan soykırımı”ndan söz etme isteğine kapılmaktadır. Ne var ki, bu yaklaşım Jön Türklerin Hıristiyan olmayanlara yönelik kitlesel şiddetini göz ardı ettiğinden şimdilik yetersizdir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Kürtler tehcirlere, ölüm yürüyüşlerine ve zorla Türkleştirilmeye tabi tutulmuşlardır. Ayrıca, Jön Türklerin Siyonizm’e yönelik hasmane tutumu binlerce Yahudi’nin Filistin’den çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Jön Türk triumvirasından Cemal Paşa, ilk başta Filistin Yahudi nüfusunun büyük çoğunluğunu tehcir etmeyi planlamış, ama Almanya ve ABD’nin diplomatik müdahaleleri onu bu düşünceden vazgeçmek zorunda bırakmıştı.[29] Zaho’lu (Irak’ın kuzeyinde) Yahudiler, Havran’lı (bugünkü Suriye’nin güneybatı bölgesi) Dürziler ve Mezopotamya’daki İranlı Şiiler gibi başka gruplar da zorla yer değiştirmelere ve aralıklarla katliamlara maruz kalmışlardı.

    Jön Türklerin amacı en genelinde, Osmanlı İmparatorluğu’nu demografik bakımdan yeniden örgütlemekti. Tüm sürgünler Osmanlı Dahiliye Nezareti’ne bağlı İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumisi tarafından planlandı ve bu dairenin nezareti altında gerçekleştirildi. Yani, Ermeni, Rum, Süryani ve diğer azınlık gruplarına yönelik katliamları ve bunların ülkeden kovulması işini koordine edenler, esas olarak, görece küçük bir grup mülki idareciydi.[30] Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sırasında tek bir kurban grubunun diğerlerinden soyutlanarak incelenmesi ve öne çıkarılması, Jön Türklerin güttükleri amaçların ya da büyük planlarının gerçekten anlaşılmasına imkân vermez.

    Bellek politikaları kapsamında, farklı kurban gruplarının başlarına gelenler hâlâ esas olarak bu grupların kendi ulusal tarihleri bağlamında ele alınmaktadır. Ermeni, Süryani, Rum ve Kürt ulusal tarihlerinin ağırlıklı olarak kendi gruplarının akıbetiyle ilgili olması nedeniyle de, geniş bağlam büyük ölçüde ihmal edilmekte, yani, Jön Türklerin önderlik ettiği farklı katliam harekâtları arasındaki iç bağlantılar ve ilişkiler karanlıkta kalmaktadır. Dahası, sözgelimi çoğu Kürt Rumların, çoğu Rum da Kürtlerin ulusal tarihini incelemediğinden, belli gruplara yoğunlaşmanın kazandırdığı sezgiler daha kapsamlı bir tarihçilik için kullanılamadan heder olmaktadır.

    Journal of Genocide Research’ün bu özel sayısında, söz konusu gruplara ilişkin bilgilerin değerlendirilmesi ve ulus temelli bir tarihsel yaklaşımın üstesinden gelinmesi amaçlanmıştır. Bu çalışma, Jön Türklerin nüfus ve imha politikalarını tüm karmaşıklığı içinde anlamamıza katkıda bulunacak, unutulmuş kurbanların hikâyelerinin soykırım bilimine “geri” kazanılmasına ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına yeni bir ışık tutulmasına da yardımcı olacaktır.

    Journal of Genocide Research, Mart 2008, 10 (1), s. 7-14

    Çev. RENAN AKMAN

    [1] Osmanlı ordusunun Urfa’daki Ermenilere karşı düzenlediği harekât Eberhard Kont Wolffskeel Von Reichenverg tarafından yürütülmüştü. Tarihçi Hilmar Kaiser, Osmanlı ordusunda görevli olup da Ermenilere karşı katliamlara doğrudan katılan tek Alman subayı gibi görünen Wolffskeel’in, bu bakımdan olağandışı bir rolü olduğuna dikkat çekmiştir. Ekim 1915’te Urfa’da yaşananlar için bkz. Eberhard Count Wolffskeel Von Reichenverg, Zeitoun, Mousa Dagh, Ourfa: Letters on the Armenian Genocide, yay.haz. ve önsöz Hilmar Kaiser (Princeton, NJ: Talderon Pres, 2001), s. 20-29.
    [2] Jacob Künzler, Im Lande des Blutes und der Tränen. Erlebnisse in Mesoptamien während des Weltkrieges (1914-1918) (Potsdam; Tempel-Verlag, 1921).
    [3] A.g.y., s. 103.
    [4] A.g.y., s. 101 dipnot. Künzler’in Kürtlere olan ilgisi için bkz. Hans-Lukas Kiezer, “‘Birader Yakup’, ein ‘Arzt ohne Grenzen’ in Urfa, und seine Wahlverwandtschaft mit den Kurden (1899-1922)”, Kurdische Studien, Cilt 1, No. 1 (2001), s. 91-120.
    [5] A.g.y., s. 102.
    [6] Türkiye’nin doğusunda 1913-1950 arasındaki Jön Türk sosyal mühendisliği için bkz. Uğur Ümit Üngör, “Seeing like a Nation-State: Young Turk Social Engineering in Eastern Turkey, 1913-1950”, Journal of Genocide Research, Cilt 10, No. 1 (2008), s. 15-39.
    [7] Mark Levene, belge yetersizliği nedeniyle, Kürtler özelinde Jön Türklerin açık bir soykırım hedefi güttüğünü kanıtlamanın zor olduğunu ileri sürer. Mark Levene, “Creating a modern ‘zone of genocide’: the impact of the nation –and state– formation on Eastern Anatolia, 1878-1923”, Holocaust and Genocide Studies, Cilt 12, No. 3 (1998), s. 393-433. David McDowall Jön Türk liderliğinin zora dayalı asimilasyon planını hiçbir zaman ilan etmediğini belirtir. Bkz. David McDowall, A Modern History of The Kurds (Londra; I. B. Tauris, 1996), s. 105. (Türkçesi: Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayınları, İstanbul, 2004.)
    [8] McDowall, A Modern History of The Kurds, s. 105 dipnot.
    [9] Kürtlerin azılı katiller olarak algılanışı konusunda bkz. Dominik J. Shaller, “‘Armenische Krämer’ und ‘kurdische mordbrenner’: Armenische-kurdische Beziehungen und ihre Wahrmehmung in Deutschland bis in die 1940er Jahre”, Kurdische Studien, Cilt 3, No.1-2 (2003), s. 5-32.
    [10] Jelle Verheij, “Die armenischen Massaker von 1894-1896. Anatomie und Hintergründe einer Krise”, in Hans-Lukas Kieser, yay.haz., Die Armenische Frage und die Schweiz (1896-1923) (Zürih; Chronos Verlag, 1999), s. 69-129. Donald Bloxham, The Great Game of Genocide, Imperialism, Nationalism, and the Destruction of the Otoman Armenians (Oxford University Pres, 2005), s. 51-57.
    [11] Ermenilerin Aleviler tarafından kurtarılması konusunda bkz. ABD’li misyoner Riggs’in raporu: Henry H. Riggs, Days of Tragedy in Armenia. Personal Experiences in Harpoot, 1915-1917, yay.haz. ve giriş Ara Sarafian (Ann Arbor, MI: Gomidas, 1997), s. 108-117. Dersimli Kürtler mertliklerinin karşılığında ağır bir bedel ödeyeceklerdi. Riggs raporunda şöyle demişti: “Kürtlerin Dersim’deki ayaklanmasını izleyen müessir olaylardan biri de, Türk hükümetinin aynen Ermenilere davrandığı gibi davranmak suretiyle Kürtleri yıldırma çabasıydı.” A.g.y., s. 183.
    [12] Tarihçi David McDowall, Kürtlerin Jön Türklerin kendilerine ilişkin planlarını bilmeden Ermenilerin katline katılmalarını “acı bir ironi” olarak niteler. Bkz. McDowall, A Modern History of The Kurds, s. 105.
    [13] Burundi’de Hutulara uygulanan zulüm için bkz. René Lemarchand, Burundi. Ethnic Conflict and Genocide (Cambridge: Cambridge University Pres, 1994).
    [14] Yaşam alanı. (ç.n.)
    [15] Örneğin katkıları için bkz. Ulrich Herbert, yay.haz., National Socialist Extermination Policies: Contemporary German Perspectives and Controverseries (New York: Berghahn, 1999).
    [16] Christian Gerlach, “Extremely violent societies: an alternative to the concept of genocide”, Journal of Genocide Research, Cilt 8, No. 4 (2006), s. 455-471, özellikle bkz. s. 464.
    [17] Dominik J. Schaller, “From the editor: judges and politicians as historians?”, Journal of Genocide Research, Cilt 9, No. 1 (2007), s. 1-4.
    [18] “İlk modern soykırım” nitelemesinin bilimsel bir değeri yoktur. Bu niteleme, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki tüm soykırımların, yani kolonyal soykırımların küresel bir modern soykırım tarihi için önemsiz olduğunu ima eder. Bkz. Jürgen Zimmerer, “Kolonialer Genozid? Vom Nutzen und Nachteil einer historischen Kategorie für eine Globalgeschichte des Völkermordes”, in Dominik J. Schaller vd, yay. haz., Enteignet-Vertrieben-Ermordet. Baiträge zur Genozidforschung (Zürh: Chronos Verlag, 2004), s. 109-128.
    [19] Sözgelimi Roger W. Smith, Ermenilerin katlini paradigmatik bir soykırım örneği olarak görür: “Ermeni Soykırımı 20. yüzyıldaki ve yeni binyıldaki soykırımların çoğunun prototipi olması bakımından özellikle öğreticidir.” Roger W. Smith, “The significance of the Armenian genocide after ninety years”, Genocide Studies and Prevention, Cilt 1, No. 2 (2006). s. ı-ıv. Ermeni Soykırımı ile Holokost’u karşılaştırma tartışmasına katkıları için bkz. Hans-Lukas Kieser ve Dominik J. Schaller, yay.haz., The Armenian Genocide and Shoah (Zürih: Chronos Verlag, 2001).
    [20] ABD’deki Ermeni yanlısı kuruluşlar ve misyoner dernekleri daha Hamidiye katliamları (1894-96) sürerken, özellikle de Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin başına gelenlere önemli ölçüde dikkat çekmeyi başardılar. Bu grupların lobi faaliyetleri için bkz. Peter Balakian, The Burning Tigris. The Armenian Genocide and America’s Response (New York: HarperCollins, 2003); Jay Winter, yay.haz., America and the Armenian Genocide of 1915 (Cambridge: Cambridge University Press, 2003).
    [21] Holokost’un evrenselci bir ahlâka nasıl katkıda bulunduğu konusunda bkz. Daniel Levy ve Natan Sznaider, The Holocaust and Memory in the Global Age (Philadelphia: Temple University Press, 2005).
    [22] Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story, yeniden yay.haz. Ara Sarafian (Ann Arbor, MI: Talderon Pres, 2000), s. 214. (Türkçesi: Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü, Belge Yayınları, İstanbul, 2005.)
    [23] Bkz. Matthias Bjørnlund, “The 1914 Cleansing of Aegean Greeks as a Case of the Violent Turkification”, Journal of Genocide Research, Cilt 10, No. 1 (2008), s. 41-57. Jön Türklerin Hıristiyan topluluklara karşı daha önce kitlesel şiddete başvurmuş olduğunu kaydetmek önemlidir. 1909-1911 arasında Makedonya’da binlerce Rum, Sırp ve Bulgar öldürülmüştü. Ne var ki, bu mezalim 1914’ten itibaren gerçekleştirilecek olanlar kadar sistemli bir şekilde yürütülmemişti. ABD’nin eski İzmir konsolosu George Horton 1926 tarihli raporunda söz konusu katliamları şöyle betimlemişti: “Bu kıyım ilk başta, Makedonya’nın dört bir yanında ürkütücü bir sıklıkla işlenen aralıklı cinayetler şeklinde baş gösterdi; kurbanlar başlangıçta çeşitli Hıristiyan cemaatlerinin önde gelenlerinden oluşuyordu. Bu insanları vurmak için seçilen en gözde yer, eve dönüş saatinde kapı eşikleri oluyordu. Türk Hükümeti’nin bölgede denetim sağlamak için gayrimüslim liderleri imha etmeye kararlı olduğu açıklık kazandı. […] Program, ileri gelenlerin imhasından, ortadan kaybolmaya başlayan daha önemsiz şahıslara doğru genişledi.” George Horton, The Blight of Asia. An Account of the Systematic Extermination of Christian Populations by Mohemmedans and of the Culpability of Certain Great Powers; with the True Story of the Burning of Smyrna, yeniden yay.haz. Ara Sarafian (Reading: Talderon Pres, 2003), s.16-17.
    [24] Norman M. Naimark’ın Fires of Hatred. Ethnic Cleansing in Twentieth-Century Europe’ta (Cambridge, MA: Harvard University Pres, 2001) ele aldığı temel noktalardan biri de budur.
    [25] Ermeni ve Rum kurbanlarla aynı kaderi paylaşan Hıristiyanların akıbeti tarihyazımında ancak yakın zamanlarda ele alınmaya başlamıştır. Bkz. David Gaunt, Massacres, Resistance, Protectors: Muslim-Christian Relations in Eastern Anatolia during World War I (Piscataway, NJ: Gorgias Pres, 2006); Hannibal Travis, “‘Native Christians massacres’: the Ottoman genocide of Assyrians during World War I”, Genocide Studies and Prevention, Cilt 1, No. 3 (2006), s. 327-371; Tessa Hofmann, yay.haz., Verfolgung, Vertreibung und Vernichtung der Christen im Osmanischen reich, 1912-1922 (Münster: Lit-Verlag, 2004).
    [26] Reşit Çerkes kökenliydi. Ailesi Rusya Kafkasyası’ndan sürülmüştü. Yani, o da fail haline gelen bir kurbandı. Reşid için bkz. Hans-Lukas Kieser, “Dr. Mehmed Reşid (1873-1919): a political doctor” in Kieser ve Schaller, The Armenian Genocide and the Shoah, s. 245-280.
    [27] Büyükelçi Hohenlohe-Langenburg’dan Şansölye Bethmann Hollweg’e, 31 Temmuz 1915, alıntılayan Johannes Lepsius, yay.haz., Deutschland und Armenien, 1914-1918: Sammlung diplomatischer Aktenstücke (Potsdam: Tempel-Verlag, 1919), belge 126.
    [28] Süryani örgütleri ve lobi grupları Ermeni kuruluşları kadar başarılı olmaktan uzaktır. Assyrian International News Agency’nin (AINA) web sitesinde yayımlanan, Sylvester Stallone’ye yazılmış açık bir mektuptan aldığımız şu pasajlar Süryanilerin yaşadığı hüsranı örneklemektedir: “Franz Werfel’in Ermeni Soykırımı’nı ele alan romanı ‘Musa Dağ’da 40 Gün’e dayalı bir film çekeceğinizi okudum. […] Mektubumun amacı yeni filminizde Süryani halkına yapılan Soykırım’dan da bahsetmeniz için size çağrıda bulunmak, Mr. Stallone. […] Süryani ve Ermeni Soykırımları aynı zamanda yürütüldüğünden, filminize Süryanilerin çektikleri acıların dahil edilmemesi günah olacaktır.” http://www.aina.org/guesteds/20070207115546.pdf (erişim tarihi 9 Ocak 2008).
    [29] Yair Auron, The Banality of Indifference. Zionism and the Armenian Genocide (New Brunswick: Transaction, 2000), s. 59-99.
    [30] Hilmar Kaiser, “The Ottoman government and the end of Ottoman social formation, 1915-1917”. Bu makale internette yayımlanmıştır: http://www.hist.net/kieser/aghet/Essays/EssayKaiser.html (erişim tarihi 9 Ocak 2008).

    http://birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=1132&makale=Ge%E7%20D%F6nem%20Osmanl%FD%20Soyk%FDr%FDmlar%FD:%20Osmanl%FD%20%DDmparatorlu%F0u%92nun%20Da%F0%FDl%FD%FE%FD%20ve%20J%F6n%20T%FCrklerin%20N%FCfus%20ve%20%DDmha%20Politikalar%FD%20-%20Giri%FE

  29. Taziyenin Altında Kimler Kaldı?
    Kenan Alpay

    Aydınlanma ve ilerleme ideolojisinin neticelerinden biri olan ‘Türk Ulus Kimliği’ tarafından üretilen ve kronikleştirilip kangrene dönüştürülen kimi sorunların çözüme kavuşturulmasına hız verildiği günlere şahitlik ediyoruz. Aydınlanma ve ilerlemeye taparcasına bağlı seküler kesimlerin her zaman aşağılamayı marifet bildiği, alay konusu yapmayı alışkanlık haline getirdiği ‘İslamcı-dindar’ aktörler asırlık yaralara cesaret ve ferasetle neşter vuruyorlar.

    Başbakan Erdoğan’ın bir asır önce Ermeni toplumuna yönelik tehcirle ortaya çıkan derin acı ve büyük kayıplara yönelik olarak yayımladığı mesajın basit bir manevra olmadığı yakın zaman içinde özellikle entelektüel zeminde hegemonya kurmuş kimilerince daha iyi kavranacak. Meselenin Ermeni sorunu üzerinden gelişebilecek uluslararası baskıları savuşturmaya yönelik taktik bir hamle olmaktan öteye siyasi-ahlaki duruşu uzun erimli bir stratejiye dayandığını görünmez kılmak isteyenlerin değersiz kılmak üzere çıkardıkları gürültüler yine baskın çıkacak gibi gözüküyor. Ama sadece ‘gibi görünüyor’ çünkü bu suni imajın kalıcı ve inşa edici bir karakteri bulunmuyor.

    Tehcir’e Ağlayan, Müsebbiplerini Alkışlayan

    Ermeni sorununa dair Başbakan Erdoğan’ın yürüttüğü siyasal söylem ve pratikle Dersim katliamına yönelik yürüttüğü siyasal söylem ve pratik birbirinden bağımsız değil tam aksine birbirini tamamlar niteliktedir.

    Hatırlatmakta fayda var: Ermeni tehcirini ve Dersim katliamını mümkün kılan ideolojik formasyonla Başbakan Erdoğan’ın ve temsil ettiği geniş Müslüman toplumların herhangi bir ideolojik veya sınıfsal akrabalığı bulunmuyor. Erdoğan ne Türk ulusal kimliğini ne de bu ulusal kimliğini üreten aydınlanma ve ilerleme (genel manada pozitivizm) siyasetini benimseyip temsil ediyor. Tersine Erdoğan en çok da bu resmi ideolojik formasyonun ürettiği otoriter ve totaliter iktidar sınıflarının ‘laiklik-çağdaşlık’ adına mağdur ettiği toplum kesimlerinin içinden çıkıp gelmiş bir siyasi lider.

    Genelde AK Parti hükümetleri özelde Başbakan Erdoğan’ın Ermeni-Rum Cemaatlere yönelik Kemalist iktidar sınıfları tarafından uygulanan bütün baskı, gasp ve yok sayıcı kanunları, teamülleri ve boğucu iklimi tersine çeviren süreci nasıl yürürlüğe koyduğunu şöyle bir düşünelim. Her ne kadar AB Süreci, uyum yasaları gibi gerekçeler sürekli vurgulandıysa da esasta malum sebeplerle ifade edilemeyen İslami temelleri ve kimliği görmezden gelmek tercih edildi. Ama bütün Batıcılığına hatta matah bir işmiş gibi lanse edilen AB ve ABD müttefikliğine rağmen hiçbir siyasi kadro ve hükümetin girişemediği bir işe girişmesini mümkün kılan aidiyetlere kör ve sağır kesilmekten hala fayda umanlar var.

    Ermeni tehcirine karşı çıkıp bu tehcir politikalarını üreten kadroya ve resmi ideolojiye askeri darbe süreçlerinde dahi bitişik nizam duranlarda en temelde ciddi bir tutarlılık ve ahlak sorunu var. Aynı durum Dersim katliamı için de geçerli. Tehcir ve katliama güya karşı olan ve bu vesilelerle piyasada prim yapanlar iş bu tehcir ve katliamları tetikleyen Türk ulus kimliği, Kemalizm ve iktidar sınıflarına dair hiçbir esaslı eleştiri ve muhalefet sergilemiyorlar. Türkiye’de devletin ‘makbul vatandaş’ üretmek maksadıyla sıkı sıkıya sarıldığı ötekileştirme tecrübesi herkes biliyor ki dar manada Ermeni-Rum geniş manada Kürt ve Müslüman düşmanlığı üzerinden mümkün kılındı.

    Ermeni sorunuyla yüzleşmeye yönelik ciddi adımlar atarken intikam duygularına ya da aşağılık kompleksinin doğurduğu ‘itirafçılık’ kompleksine kapılmaksızın siyaset üretmek bütün bir toplumun maslahatı için zaruretti. Bu hedefe ulaşılması noktasında sağlam bir alt yapı çalışmasına girişilmesinden bizar olanların ne Ermeni toplumuna, ne Alevi kesimlere ne de Kürt halkına kılavuzluk, dostluk, yoldaşlık yapması mümkündür. Çünkü bu mantalite sorunu çözümsüzlüğe ve çatışmaya sürüklemekten başkaca bir gayeye hizmet etmiyor.

    Katil İttihatçılar, Dirensin Baasçılar

    Başbakan Erdoğan’ın attığı her adımı itibarsızlaştırıp yaftalamakla görevli profesyonel bir aydın kadronun varlığı toplumsal ve siyasal dönüşümün önündeki en önemli engeldir. Her zaman olduğu gibi şimdi yine samimiyet testleri gündemi işgal ediyor.

    Taziye’yi ve taziye mesajıyla birlikte açılmak istenen entelektüel tartışma ve siyasi pozisyon değişimlerini mahkûm edici girişimler hemen sahne aldı. Düne kadar PKK ve BDP’ye “Niçin Açılım Süreci’ne ikna oldunuz?” diye çıkışanlar şimdilerde Ermeni Kilisesi ve Cemaatine dönüp “Taziye mesajına itibar etmeyin, gerilimi tırmandırın” kabilinden ‘tavsiyelerde’ bulunması hiç de şaşırtıcı değil. Kemalizmin bir asırdır sürdürdüğü inkâr ve asimilasyon politikalarına AK Parti Hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ın insani, ahlaki ve İslami temelde yükselttiği muhalefeti tahkir ve tahfife mevzu edenler hakikatte neyi temsil ediyorlar?

    99 yıl önce tehcirle birlikte Ermeni halkına yaşatılan acılara karşı çıkanlar bu dönemde Baas/Esed rejimi tarafından Suriye halkına reva görülen yıkım, katliam, işkence ve tehcire karşı enteresandır kıllarını dahi kımıldatmıyorlar. Kemalistler kadar sol-sosyalist cephenin tamamı liberal cephenin de önemli simaları neredeyse Baas rejimini aklamak adına bir taraftan mazlum ve muhacir Suriye halkını diğer taraftan da despotizme değil Suriye halkına destek olan Başbakan Erdoğan’ı katliamla suçluyorlar.

    Başbakan Erdoğan’ın Ermeni toplumuna yönelik taziye mesajının altında kalanların sadece Kemalistler olduğunu zannedenler ciddi bir yanılgı içinde. Taziye mesajının altında kalanlar asıl olarak sol-sosyalist kesimler ve Türk Tipi Liberaller’dir. Statükonun değiştirilmesi yönünde atılan her adımda despotizme yanaşmanın farklı yöntemlerini icat etseler de ulusolcu ve liberal kesimler aslında sadece hızlı bir çürüme ve kokuşmayı temsil etmektedirler. Ancak bu süreci geciktirmeye yönelik mevzi başarılar elde edebilseler dahi nihayetinde akıbetleri bellidir: Tarihin karanlıklarına gömülmek.

    http://www.haksozhaber.net/taziyenin-altinda-kimler-kaldi-28117yy.htm

  30. Erdoğan’ın Taziye Açıklaması ve Tikelcilik: Her Koyun Kendi Bacağından mı Asılmalı?
    Garbis Altınoğlu

    Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
    Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
    Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
    Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.
    Martin Niemöller

    Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan’da yaptığı beklenmedik taziye açıklaması, nisbeten yaygın bir tartışmaya yol açtı. Ancak izleyebildiğim kadarıyla ben; ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb. aydın ve yazarlarının önemli bir bölümünün, bu açıklama, hakkında yürüttükleri tartışmaya, tikelci (=partikülarist) bir metodun damgasını vurduğunu düşünüyorum. Tikelci yaklaşım bu konuyu; salt kendi başına ya da kendine yeterli bir tarzda, Türkiye, Ortadoğu ve dünya bağlamından kopuk olarak ele alma ve onu sadece kendi dar grubunun (sınıf, milliyet, din-mezhep vb.) varsayılan çıkarlarını esas alarak irdeleme ve ona göre tutum alma anlamına geliyor.
    Özü itibariyle statükocu ya da neo-statükocu niteliğine rağmen Başbakan Erdoğan’ın açıklaması, devletin geleneksel yadsımacı-yoksaymacı söyleminden belirgin bir uzaklaşmayı yansıtmaktadır. Ama bunun böyle olması bu açıklamayı, hatta 2015’e yaklaşırken yapılabilecek “daha ileri” açıklamaları alkışlamayı, bunları gerçekten de olumlu olarak nitelemeyi/ ileriye doğru atılmış adım ya da adımlar saymayı gerektirmez. Evet; Erdoğan’ın konumu statükocu ya da neo-statükocu olarak adlandırılmalıdır; çünkü o, ancak “göstermelik”diye nitelenebilecek birtakım sözcük oyunlarıyla bu konudaki gerici statükoyu “yenileyerek” ya da “güncelleyerek” korumaya ve pekiştirmeya çalışmaktadır. Özetle Başbakan Erdoğan sadece; artık fosilleşmiş, tümüyle çağdışı hale gelmiş, hiçbir inandırıcılığı ve sürdürülebilirliği kalmamış olan o ilkel savunma hattını bırakmış ve Türk gericiliğini ve onun kanlı tarihsel mirasını daha elverişli mevzilerden savunma yolunda bir hamle yapmıştır. Türk burjuvazisinin ve burjuva politikacılarının ana gövdesinin zamanla bu daha “akılcı” yaklaşımı benimseyeceklerini söylemek bir kehanet sayılmamalı. Bazıları, değişik nedenlerle bunu bir “ilerleme” sayabilirler. Ne var ki, Başbakan Erdoğan’ın, zamanını çoktan doldurmuş olan bir yalanı dünya aleme rezil olma pahasına yineleme ilkelliğinden vazgeçmesi ve onu daha kabul edilebilir bir hale sokma çabası, asla bir “ilerleme” değildir. Daha “çağdaş” ya da “modern” olanın mutlaka daha “ileri ya da ilerici” olduğuna inanmaksa aptallığa yaklaşan bir siyasal saflıktır.
    Bu aydın ve yazarların, taziye mesajını olumlu bulanlarının çok önemli bir bölümü dikkatleri mesajın kendisi, onun içeriği ve üslubu üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu formalist ve tikelci bir yaklaşım yaklaşımdır. Asıl görülmesi gereken, mesajın içinde geçen sözcüklerin -haklı olarak eleştirilen- yetersizliği, hatta boşluğu ve ikiyüzlülüğünden ziyade, başını AKP’nin çektiği Türk gericiliğinin giderek faşist bir nitelik kazanan iç ve çoktandır saldırgan, yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı bir nitelik taşıyan dış politikasıdır. Taziye mesajını, işte bu arkaplan ve bağlamı gözardı etmeden okumak gerekiyor. Bu mesaja olmadık anlamlar yükleyenler, ya faşizmin ne olduğunu bilmiyorlar; ya da faşizmin en önemli silahlarından birinin “demagoji” olduğunu unutmuşlardır. Kendilerine; Alman tekelci burjuvazisinin ve militarizminin baş temsilcisi Adolf Hitler’in partisinin adının Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olduğunu, bu partinin iktidar yürüyüşü sırasında emekçi kitleleri; tekellere, plütokratlara, bankalara vb. karşı olduğunu söyleyerek kandırdığını anımsatmak isterim. Demek ki, bir zamanlar dendiği gibi, “Pudingin kanıtı yenmesindedir.” Bu arada Türk burjuva devletinin yöneticilerinin zaman zaman böylesi açıklamalar yaptıklarını da anımsamamız gerekiyor. Örneğin, 13 Aralık 2013’de Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Karadeniz Ekonomik İşbirliği toplantısı için Erivan’a giderken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada, “İttihatçıların yaptığı şey doğru bir olay da değil, gayri insanidir. Tehciri hiçbir zaman benimsemiyoruz” demişti.
    Etyen Mahçupyan gibi kalemini ve ruhunu AKP iktidarına ve Başbakan Erdoğan’a satmış olan kişileri bir yana bırakıp bu taziye mesajına, değişik düzeylerde de olsa olumlu yaklaşan ilerici aydın ve yazarlara baktığımızda neyi görüyoruz? Onların en önemli ve çarpıcı hatalarının bu açıklamayı, bugünün Türkiyesi’nin a) Ermeni halkına ve Hristiyan halklarına ve b) Türkiye, Ortadoğu ve dünya halklarına karşı tutumu ve politikasından kopararak ya da isterseniz, soyutlayarak değerlendirmelerinden kaynaklandığını.
    Şimdi bu iki hususa biraz daha yakından göz atalım. Acaba AKP iktidarı, eskiden Anadolu nüfusu içinde büyük bir azınlık iken, şimdi bir avuç kalmış olan bu toprakların Ermeni ve Hristiyan halklarına dostça ve demokratça mı yaklaşmaktadır? Bu sorunun yanıtı, net ve kesin bir hayırdır. Yolagelmez iyimserler AKP iktidarının; vakıf mallarının bir kısmını geri vermesini, Ahdamar Kilisesi’nin restore edilmesi ve ziyarete açılmasını, Sümela Manastırı’nın ziyarete açılmasını vb. sayarak AKP’nin, devletin geleneksel yadsımacı-yoksaymacı söylem ve uygulamasından uzaklaşmakta olduğunu ileri sürebilirler. Tabii onlar Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarının; Hrant Dink, Sevag Balıkçı ve Maritsa Küçük’ün yanısıra, İtalyan rahip A. S. Santoro’nun ve Zirve Kitabevi’nde Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel adlarında üç Hristiyanın öldürülmelerinden ve bu cinayetleri gerçekleştirenlerin üzerlerine gidilmemesinden, onların korunması ve hatta ödüllendirilmesinden, Suriye’de savaşan terörist grupları aktif bir biçimde desteklemek suretiyle bu ülkede değişik milliyet, din ve mezheplerden onbinlerce kişinin ve bu arada çok sayıda Suriyeli Hristiyanın öldürülmesi ve yaralanmasından, onların kiliselerinin yıkılması/ yağmalanması ve evlerinin ve diğer mülklerinin yakılıp yıkılmasından, bu terörist grupların Ermeni ağırlıklı Kesab’a saldırısını planlanması ve örgütlenmesinden sorumlu olduğunu unutmaktadırlar. Dahası onlar AKP iktidarı döneminde Türk burjuva devletinin; Heybeliada’daki Rum Ruhban Okulunun açılmasına bir türlü izin vermediğini, Ermeni Patrikliği seçimlerine burnunu sokmayı sürdürdüğünü, Türkiye’deki okullarda okutulan ders kitaplarının Hristiyan-karşıtı içeriklerini düzeltmek için herhangi bir adım atmadığını,Müslüman-olmayan yurttaşlara soy kodu vermeye devam ettiğini, Başbakan Erdoğan’ın ağzından Türkiye’de zor koşullarda ve çok düşük ücretlerle çalışan Ermenistan’lı işçileri geri göndermekle tehdit ettiğini, AKP iktidarı döneminde Mardin ve Adıyaman’da yaşayan az sayıda Süryani’nin bölgedeki gerici güçler tarafından tehdit edildiğini ve -Mor Gabriel Manastırı örneğinde olduğu gibi- onların topraklarına el konmak istendiğini vb. de unutmuşlardır. Kendilerine; “Dört tane kırmızı çizgimiz var. Tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek din”, “… kültürümüzde de, medeniyetimizde de soykırım diye bir şey yoktur” ve “Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz, affedersiniz ne de Rumluğumuz kaldı” türünden incilerin de Başbakan Erdoğan’a ait olduğunu anımsatayım. Zaten Başbakan Erdoğan’ın kendisi, taziye mesajını yayımladığı gün, yani 23 Nisan’da TBMM’nde düzenlenen 23 Nisan Resepsiyonunda, “Karabağ sorunu çözülmeden Ermenistan’la normalleşme olmaz” diyecek ve 28 Nisan’da Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Türkiye’deki uygulamalara yönelik eleştirilerine bir gün sonra bilinen düzeysiz üslubuyla yanıt verirken onun rahip kökenini anımsatarak Türk halkının Hristiyan-karşıtı önyargılarını kaşıyacak (“Herhalde hâlâ kendisini rahip zannediyor”) ve bu arada Alevilere de bir taş atacaktı.

    Unutulmaması gereken bu “tatsız gerçekler” bize Türk gericiliğinin bu görece yeni yüzü konusunda yersiz bir iyimserliğe kapılmamak gerektiğini anlatmaktadır. Ancak bu konunun daha ya da çok daha önemli bir yanı, Erdoğan kliğinin Hristiyan-olmayan halklara ve bu arada Kürt ve Alevi halka karşı tutumudur. Sözünü ettiğim ve eleştirdiğim tikelci yaklaşım kendini esas olarak işte burada gösteriyor. Bu ülkede yaşayan ve gördüğünü ve okuduğunu anlayan herkes, Erdoğan kliğinin, bir faşist ya da bir İslami-faşist rejim kurmakta olduğunu kavramakta bir zorluk çekmeyecektir. Bunu somut örneklerle göstermeye gerek bile yok belki, ama subjektif değerlendirmelerin tuzağına düşmemek için birkaç önemli nokta üzerinde duralım.
    a) Erdoğan kliği; yazılı ve görsel basının büyük bölümünü denetimi altına almış/ satın almış ve denetimi altında olmayan medya organlarına ve onların sahip, yönetici ve çalışanlarına kaba müdahalelerde bulunmuş ve sosyal medyayı yasaklamaya kalkışmıştır.
    b) o; Roboski kıyımı da içinde olmak üzere, kendi döneminde Kürt halkına karşı işlenen suç ve cinayetleri örtbas etmekte ve bu halka karşı özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllarda işlenen suç ve cinayetleri soruşturmaya yanaşmamaktadır.
    c) o; yıllardır Alevi açılımından söz etmekte olmasına rağmen, bu inanç mensuplarını dıştalama ve Sünnileştirme biçimindeki geleneksel devlet politikasını sürdürmekte ve devasa bir örgüt haline getirilmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla topluma İslam’ın Hanefi mezhebinin en bağnaz yorumunu dayatmaktadır.
    d) o; kendisinin ve çevresinin gerici yaşam tarzını herkese dayatmaya, insanların özel yaşamını düzenlemeye ve biçimlendirmeye kalkmakta ve bu bağlamda sanata, kültüre ve aydınlara karşı düşmanca bir tavır almaktadır.
    e) o, Kuzey Kürdistan halkının özerklik talebini reddetmekte, Rojava halkına yiyecek ve ilaç ambargosu uygulamakta ve IŞİD, El Nusra Cephesi gibi terörist grupları Rojava halkına saldırması için desteklemekte ve teşvik etmektedir.
    f) o; askeri darbelere karşı olduğunu ileri sürmesine rağmen 12 Eylül askeri-faşist darbesinin getirdiği gerici yasa ve kurumları aynen sürdürmekte ve bu yasa ve kurumlardan kendi iktidarını pekiştirmek için yararlanmaktadır.

    g) o; taşeron ve eğreti işçiliği yaygınlaştırmak, sendikaları kendi boyunduruğu altına almak ve iş güvenliği kurallarını geçersiz kılmak suretiyle her yıl, en düşük ücretlerle çalışan binlerce işçinin ölümüne, yaralanması ve sakatlanmasına yol açmaktadır.
    h) o; parlamentoda çoğunluğa sahip olmakla yetinmemiş, yargı erkini büyük ölçüde kendi denetimi altına almaya ve MİT’na olağanüstü yetkiler tanıyan ve yurttaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan yeni bir yasayla kendi gerici iktidarını daha da güçlendirmeye girişmiştir.
    ı) o; ailesinin, yakın çevresinin ve kendisine yakın işadamlarının Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş boyutlara varan rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık suçları işlemiş olmasından doğrudan sorumludur.
    i) o; kadın ve çocukların artan ölçüde tacize uğramaları ve öldürülmelerinden sorumlu olarak kalmamakta, bu cinayetleri gerekçe göstererek idam cezasının yeniden getirilmesinin ortamını oluşturmaya çalışmaktadır.
    j) o; çoğu Kürt olmak üzere binlerce hasta tutsağın çok zor koşullarda cezaevlerinde tutulmasından ve tedavi edilmelerine olanak sağlanmayan bu insanların çektiği acılardan ve bir bölümünün yaşamlarını yitirmesinden doğrudan sorumludur.
    k) o; Gezi direnişi ve 1 Mayıs 2014’te olduğu gibi, toplantı ve gösteri yapma hakkını açıkça gaspetmekte, böylesi eylemleri ve sıradan protesto eylemlerini ve basın açıklamalarını yasaklar, provokasyonlar ve çok sayıda tutuklama, yaralama ve öldürmelere yol açan polis zorbalığı yoluyla engellemeye kalkmaktadır.
    l) o; “çılgın” projeler ve kentsel dönüşüm sloganlarıyla doğal ve kültürel çevreyi hoyrat ve geri dönülmez bir biçimde yıkmakta ve yok etmekte, buraları kendi yakın çevresinde kümelenmiş olan işadamlarının rant kaynağı haline getirmektedir.
    m) o; 30 Mart yerel seçimlerinde her türlü hile, usulsüzlük ve sahtekarlığa başvurmuş ve bu alanda 1950’den bu yana yaşanan en lekeli seçimi gerçekleştirme onurunu kazanmıştır ve önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimininde ve genel seçimlerde de aynı yöntemlere başvuracaktır.
    n) o; ABD, Britanya, Fransa, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yönetici klikleriyle işbirliği yaparak Suriye halkını acımasızca kıyıma uğratan ve bu ülkenin maddi ve kültürel zenginliklerini yağmalayan ve yokeden terörist grupları en aktif bir biçimde desteklemiştir ve desteklemeyi de sürdürmektedir.
    o) ve o; devrimci bir muhalefetin yokluğundan, burjuva muhalefetin zayıflığından yararlanarak varolan sınırlı demakratik hakları da ortadan kaldırma, TBMM’ni kapatma, muhalif basını susturma ve açık faşist bir rejim kurma doğrultusunda ilerlemektedir.
    Şimdi, sağa sola bükmeden sorulması ve açıkça yanıtlanması gereken soru ya da soruları şöyle sayabiliriz: Bütün bu suçları işleyen ve gücü yettiğince daha da fazlasını işlemeye devam edecek olan Erdoğan kliği, değişik ulus ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve halklarının demokratik taleplerini yerine getirebilir mi? Bu talepleri yerine getirmek için uğraş verdiği ve ilerde yerine getirebileceği beklentisiyle bu kliğin attığı/ atar gözüktüğü bazı adımları alkışlamak ve desteklemek doğru mudur? Bu kliğin Türk-Ermeni -ya da Türk-Kürt ve Alevi-Sünni- sorunlarında demokratik bir tutum içinde olduğu ya da böyle bir konuma evrilmekte olduğunu gösteren herhangi bir belirti var mıdır? Bence bu soruların hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır.
    Şimdi de, gene sağa sola bükmeden açıkça yanıtlanması gereken bir başka soru soralım:
    İlerici Ermeni aydınları, yazarları vb., bu taziye açıklamasını, özellikle de önümüzdeki aylarda yapılabilecek “daha ileri” benzer açıklamaları, Erdoğan kliğinin yukarda örneklerini sunduğum sicili ve performansını bir yana atarak/ görmezden gelerek onama ve alkışlama hakkına sahip midirler ya da olmalı mıdırlar? Öyle bir şey yok, ama onlar; diyelim ki Ermeni toplumunun haklı isteklerinin yerine getirilmesi doğrultusunda adımlar atılması karşılığında, Türkiye halklarının diğer bölümlerine yapılan haksızlık, kısıtlama ve baskıların sürdürülmesi durumunda ilgisiz ve kayıtsız kalma hakkına sahip midirler ya da olmalı mıdırlar? Bence bu soruların da hepsinin yanıtları net ve kesin birer hayırdır.
    İlerici Ermeni aydınları, yazarlarının vb. önemli bir bölümünde, örneğin AGOS gazetesinde sık sık görülen, işte bu yukardaki satırlarda kendisini açığa vuran, “her koyunun kendi bacağından asılması gerektiği” olarak da anlatılabilecek olan tikelci yaklaşımdır. TÜM haksızlıklara, zulüm ve gericiliğin TÜM belirtilerine ve örneklerine karşı tavır alma yükümlülüğünü reddetme ya da kavramama anlamına gelen bu yaklaşımın, Ermeni milliyetçiliğinin kuşkusuz kaba değil, ama inceltilmiş bir haline denk düştüğü tartışma götürmez. “Kurtuluş yok tek başına! ” belgisinin karşıtını temsil edenbu tikelci yaklaşımın yaygınlık kazanması ve baskın hale gelmesi, Ermeni halkını, Kürt halkı ve ulusal hareketi de içinde olmak üzere Türkiye’deki devrimci ve demokratik güçlerden koparacaktır.
    Haksızlık yapmamak için iki noktaya değinmem gerekir. Birincisi, en azından 99 yıldır kendilerine sövülen Ermeni halkının ve onun siyasal öncülerinin, Başbakan Erdoğan’ın ilk kez böylesi bir sövgü içermeyen, hatta empati izleri taşıyan taziye mesajında olumlu bir yan arama ve bulma yolundaki çabalarını ve bu çabaların altında yatan ruh halini -onamasak da- bir yere kadar anlayışla karşılayabiliriz ve karşılamalıyız da. İkincisi, ilerici Ermeni aydınları, yazarları arasında görülen bu tikelci yaklaşımın, bu “ulusal bencillik” tutumunun kristalize olmuş ve istikrar kazanmış bir eğilim olmadığı unutulmamalı. Ancak, bu hatalı tutumun bilince çıkarılmaması VE AKP’nin başını çektiği Türk gericiliğinin ileride başvurabileceği yeni Osmanlı oyunlarına karşı uyanık olunmaması halinde, yukarda sözünü ettiğim kopma tehlikesi kapıyı çalacaktır. Ben daha da ileri gidiyor ve şunu söylüyorum: “Tıpkı Yahudi halkı gibi büyük acılar çekmiş olan Ermeni halkının ve onun ilerici temsilcilerinin de dikkat ve çabalarını SADECE VE SADECE kendi halklarının çekmiş ve/ ya da çekmekte olduğu acılar ve haklı talepleri üzerinde yoğunlaştırmaları ve özellikle aynı topraklarda yaşayan diğer halkların uğradığı haksızlıklara karşı kayıtsız kalması, gerek ilkesel ve gerekse taktiksel açıdan son derece yanlış olacaktır. Dolayısıyla Ermeni halkının ilerici kızları ve oğullarının Türkiye halklarının ilerici temsilcileriyle daha da yakın bir ilişki içine girmeleri ve Ermeni halkının sorunlarının ancak Türkiye toplumunun radikal bir yeniden örgütlenmesiyle, yani gerçek bir toplumsal devrimle çözülebileceğini kavramaları gerekir.”
    Öte yandan objektif koşullar da böylesi yanılsamaları etkisiz kılmaya hizmet etmektedir ve etmeye devam edecektir. Dolayısıyla, AKP gericiliğinin Türkiye işçi sınıfı ve halklarına yönelik gerici saldırısının örneklerini ve görünümlerini her gün, her saat yaşayan ve paylaşan ilerici Ermeni aydınları ve yazarlarının ve Ermeni halkının siyasal bakımdan ileri bölümünün, Türkiye’de faşizmi inşa etmekte olan bir partinin ve onun şefinin taziye mesajının aldatıcı büyüsünden ister istemez kurtulacaklarını söyleyebiliriz. Türkiye işçi sınıfı, emekçileri ve halklarına karşı faşizm uygulayan bir klik Kürt, Ermeni, Alevi, Süryani vb. halklarına barış ve demokrasi getiremez ve getirmeyecektir.
    Bu makaleyi bitirirken, Erdoğan kliğinin neden böyle bir manevraya başvurduğu sorusunu da kısaca yanıtlamak gerekir. Bu konuyu ele alan bir dizi yazar, Başbakan Erdoğan’ın bu taziye mesajıyla, Ermeni jenosidinin 100. yıldönümü yaklaşırken, Türkiye üzerindeki uluslararası basıncı azaltmayı amaçladığını yazdı. Bunun taziye mesajının ardında yatan faktörlerden biri olduğunu kabul edebiliriz. Ama bence esas neden; AKP iktidarının, Türkiye’nin jenosid konusuna ilişkin “arkadan hançerlenme” ya da “karşılıklı çatışma ve öldürme” türünden inandırıcılığını çoktan yitirmiş ve çağdışı bir nitelik kazanmış olan savunma gerekçelerini bir yana bırakma kararı almış olmasıdır. AKP iktidarının böylesi bir “balans ayarı”yapmasında ABD ve NATO’nun da rolü olduğunu söyleyebiliriz. Ankara’daki ortakları üzerindeki uluslararası basıncı azaltmak isteyen bu güçlerin AKP iktidarına bu doğrultuda telkinlerde bulunduğu anlaşılıyor. Türkiye’nin, Yayladağı’ndan harekete geçen ve Türk ordusu tarafından desteklenen El Kaide güçlerinin 21 Mart gecesi, ağırlıklı olarak Ermeniler’in yaşadığı Kesab beldesine yaptığı -ve Türk gericiliği açısından bir propaganda felaketi işlevini gören- bu saldırıdan doğrudan sorumlu olduğunun ortaya çıkması da sözügeçen basıncı arttıran bir faktör işlevi görmüştür.

    Bu koşullarda 10 Nisan’da ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin Ermeni jenosidi karar tasarısını gündemine alması ve ardından 15 Nisan’da ABD Temsilciler Meclisi Başkanı John Boehner’in Türkiye’yi ziyareti ve bu ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve TBMM Başkanı Çiçek’le görüşmesi önemliydi. Gazeteler, bu görüşmelerin ana konusunun Ermeni jenosidi yasa tasarısı olduğunu, ancak bunun yanısıra Suriye ve Ukrayna konularının da tartışıldığını yazdılar. Örneğin İlhan Tanır, New York’da yayımlanan bir gazetede yer alan yazısında şöyle diyordu:

    “Boehner’in, tam da ABD Senato’sunun Dışilişkiler Komitesi’nde geçen sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı tanıma’ yasa tasarısından sonra, bu kez kamuoyu önünde açıkça ortaya koyduğu Ermeni tasarıları karşıtı söylemi, ABD-Türkiye ilişkilerine gelebilecek muhtemel zararları önceden önlemiş oldu.” (“Boehner’in Türkiye ziyareti ve 2015 senaryoları için önemi”,Posta212 , 24 Nisan 2014)

    Şimdi birileri çıkıp, ABD ve onun Batı Avrupalı ortaklarının AKP iktidarını ve/ ya da Başbakan Erdoğan’ı gözden çıkardığını söyleyebilir ve bu devletlerin değişik düzeylerdeki yönetici ve sözcülerinin, Türkiye’deki siyasal duruma ve özgürlük kısıtlamalarına göndermede bulunarak Türk meslekdaşlarına yaptıkları uyarı ve eleştirilerinin de bunun kanıtı olduğunu ileri sürebilirler. Bunu aylardır, hatta yıllardır yapmakta olan çok sayıda akademisyen, analist ve köşe yazarı var.

    ABD ve NATO ile Türkiye arasında, özellikle bu ikincisinin Ortadoğu’ya ilişkin vizyonu, ihtirasları vb. ile bağlantılı birtakım anlaşmazlıkların olduğu doğrudur. Dahası, Suriye’nin direnişinin bu anlaşmazlıkları büyüttüğünü ve Washington’un Erdoğan kliğinin kitle tabanının daralmasını da dikkate alarak başka burjuva iktidar seçenekleri üzerinde kafa yormaya başladığını söyleyebiliriz. Ancak bu asla, ABD ve NATO emperyalistlerinin Irak, Libya ve Suriye’de kendileriyle ortak hareket etmiş ve/ ya da etmekte etmekte olan AKP iktidarını ve Başbakan Erdoğan’ı tümüyle gözden çıkardığı anlamına gelmemektedir. Öte yandan, bir iç savaşa sürüklenmekte olan Ukrayna üzerinde ABD/ NATO ekseniyle Rusya arasındaki çelişmelerin keskinleşmiş olması, ABD/ NATO ekseninin Rusya’yı kuşatma politikasını derinleştirmesi ve Karadeniz’e çıkan ABD savaş gemilerinin Türk limanlarında kalıyor olmaları (1), ABD’nin, -İsrail’le ilişkisini de düzeltme yoluna giren- Türkiye’ye ve dolayısıyla şu aşamada onu yöneten AKP iktidarına daha fazla gereksinim duyduğunu göstermektedir.

    Bu konu açılmışken, bizdeki liberal yazarların, demokratik normlara çok bağlı olduklarını varsaydıkları ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin, Türkiye’deki siyasal rejimin niteliği konusunda duyarlı oldukları yolundaki burjuva-demokratik önyargılarının hemen hemen tümüyle yanlış olduğuna işaret etmek gerekir. Bu ülkelerde böylesi kaygılar taşıyan politikacılar vardır elbet; ancak özellikle emperyalist devletler arasındaki çelişmelerin keskinleştiği dönemlerde bu gibi kişilerin yaklaşımı, bu devletlerin dış politikaları bakımından belirleyici bir etki yapmaz ve yapamaz. Bunun en son örnekleri şunlardır: Batı Avrupa ülkeleri Suriye krizinde; ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi gerici devletlerle omuz omuza hareket etmiş, Suriye’de Baas rejimine karşı savaşan El Kaide türü elikanlı terörist grupları desteklemiş ve kendi ülkelerinde yaşayan teröristlerin Suriye’ye gitmesini önlememiş ve büyük olasılıkla da teşvik etmişlerdir. Ve onlar; 2010’da meşru bir seçimle işbaşına gelmiş olan Viktor Yanukoviç hükümetini bir darbe yoluyla devirmek için kanlı sokak gösterileri yapan ve ardından Ukrayna’nın batısında iktidarı ele geçiren faşist ve anti-Semitik grupların arkasında duran ve onları yönlendiren ABD ve Britanya istihbaratını desteklemişlerdir. Yani onlar kendi pratikleriyle, “Emperyalizm, hem dış, hem de iç politikada demokrasiyi yıkma doğrultusunda, gericilik doğrultusunda uğraş verir. Bu anlamda emperyalizm, sadece onun taleplerinden birinin, ulusların kendi yazgılarını belirlemesinin değil, tartışma götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, her türlü demokrasinin yadsınmasıdır” demiş olan Lenin’i doğrulamışlardır ve doğrulamaktadırlar.
    Başbakan Süleyman Demirel’in en yakın çalışma arkadaşlarından biri olmuş ve 1965-71 yılları arasında Adalet Partisi hükümetlerinde dışişleri bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil, 7 Şubat 1974’te İsmail Cem’le yaptığı söyleşide diğer şeylerin yanısıra şunları söylemişti:
    “Bakınız İsmail Cem Bey, Amerika şuna aldırmaz: Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş, ona hiç bakmaz.
    “Amerika o memleketin kendisine ne derece tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar satelit (uydu) haline gelebileceğine bakar.
    “Amerika, bir Albaylar Cuntası ile Yunanistan’da istediğini yaptırabiliyorsa, Albaylar Cuntası Yunanistan için biçilmiş kaftandır. Amerika eğer bir Nihat Erim hükümeti ile haşhaşı menettirebilecekse, Türkiye’nin layık olduğu idare tarzı Nihat Erim hükümetidir.” (TarihAçısından 12 Mart, İstanbul, Cem Yayınevi, 1993, s. 299)
    Görünüşte son derece etkileyici ünvanlar taşıyan ve çeşitli televizyon kanallarında ve gazete köşelerinde ahkam kesen pek çok akademisyenin, kendi burjuva önyargıları nedeniyle, başarılı bir beşinci sınıf öğrencisinin rahatlıkla görebileceği bu çıplak gerçeği görememesi asla onanamaz; ama anlaşılabilir. Ancak, ilerici Ermeni, Kürt, Türk vb. aydın ve yazarlarımızın bu bay ve bayanların izinden gitmeleri ve onların oluşturduğu gerici söylenceleri benimsemesi asla bir yazgı değildir. Herhalde her dürüst demokrattan, Süleyman Demirel’in yakın arkadaşı ve dışişleri bakanının gerisine düşmemesini beklemek hakkımız sayılmalıdır.
    DİPNOTLAR
    (1) Cihan Haber Ajansı’ndan Faruk Akkan 9 Nisan tarih ve “Rusya takipte; Bir Amerikan savaş gemisi daha Karadeniz’e geliyor” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
    “Pentagon kaynaklarına göre Amerikan deniz kuvvetlerine ait bir savaş gemisi daha Perşembe gününe kadar boğazlardan geçerek Karadeniz’e ulaşacak.
    Amerikan güdümlü füze destroyerı USS Donald Cook’un İspanya’dan yola çıktığı beliritldi. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinin ardından bölgeye gönderilen dördüncü Amerikan savaş gemisi olan USS Donald Cook, aegis füze savunma sistemleri ile donatılmış ve Tomahawk füzeleri ile geliştirilmişti.

    “Ukrayna krizinin başladığı ilk günlerde bölgeye giden USS Tuxton destroyerinin Karadeniz’de görev süresi uzatılmış ve 21 Mart’ta bölgeden ayrılmıştı.

    “Moskova ise Karadeniz’e gelen Amerikan savaş gemileri nedeni ile Türkiye’ye nota vermişti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kazakistan meslektaşı ile birlikte yaptığı basın toplantısında Amerikan savaş gemilerinin Montrö Sözleşmesi’nde belirlenen süreyi aşmaları ve belirlenen tonajı aşmaları nedeni ile Türkiye ve Amerika’nın dikkatini çekmişti.

    “Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Türkiye’yi Montrö Anlaşması’na aykırı olarak ABD savaş gemilerine Karadeniz’de 3 haftadan fazla kalma imkanı tanıdığı ve sözleşmenin belirlediği tonajlardan daha ağır gemilere geçiş izni vermekle suçlaması, Ankara ile Moskova arasındaki ilişkileri germişti.”

    5-6 Mayıs 2014

    http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/81-garbis-alt-noglu/425-erdo%C4%9Fan-%C4%B1n-taziye-a%C3%A7%C4%B1klamas%C4%B1-ve-tikelcilik-her-koyun-kendi-baca%C4%9F%C4%B1ndan-m%C4%B1-as%C4%B1lmal%C4%B1

  31. ANADOLU’DA BİR HÜMANİZM ŞAVKI

    Mehmet Yıldız

    “1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.”

    Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu, Cengiz Aktar ve Baskın Oran’ın öncülüğünde hazırlanan bu metnin altına ne kadar çok imza atılırsa o ölçüde Anadolu’da hümanizm güçlenebilir. Anadolu böylece tekrar yaşanabilir bir yere dönüşür. Yaşanabilir bir yere dönüşen Anadolu vicdanen gelişmemiş halkların yaşadıkları barbar ülkeler arasından çıkarak medeni ülkeler arasında yer alabilir.

    Anadolu Ermeni, Asuri-Süryani ve Dersim soykırımları yüzünden insanlıktan ve medeniyetten kesinlikle koptu. 1915 Ermeni soykırımından sonra Anadolu’da bir daha güneş doğmadı. Birbuçuk milyon Ermeninin ahı tuttu soykırımcı toplumu: her şey sahteleşti, hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı, çiçeklerdeki koku kayboldu, bir tek sevda bile yaşanmadı, evlat sevgisi bile kayboldu, doğru bir tek söz bile söylenmedi, dostluk, komşuluk, mertlik, misafirperverlik, alicenaplık ve vicdan kayboldu. Her yerden sahtekarlık aktı. Her yerden kahpelik aktı. Her yerden yalan aktı. Her yerden lağım aktı. Lağım geldi milyonların içme suyu oldu. Milyonlar işsizliğe ve açlığa mahkum oldular. Doğa yok oldu. Ormanlar yok oldu. Irmaklar yok oldu. Denizler yok oldu. İçecek su bile kalmadı. Gençliğin geleceği yok oldu. İnsanlar gecekondularda utanç verici koşullarda üst üste yaşadılar. Ordu ve polis işkence, cinayet ve tecavüz şebekesine dönüştü. İşkence yapıldıkça, cinayet işlendikçe ve tecavüz edildikçe ordu ve polisin itibarı, hükmü ve maaşı arttı. Toplum generallerin kölesi oldu.

    Faşist generallerle İslamcı pedofilleri aynı anda rehber kabul eden toplum sapık bir sekte dönüştü. Tecavüze uğrayan 11-12 yaşındaki kız çocukları ya aileleri tarafından öldürüldüler ya da tecavüzcüleriyle evlendirildiler. Her iki durumda da mağdurların aileleri namuslarını temizleyerek tekrar toplumun içine çıkacak bir yüze kavuştular. Durumlarına çok ama çok şükrettiler.

    1915”te Urfa önlerinde açlıktan ölmemek için tarlalardaki buğday tanelerini toplayarak yiyen 11-12 yaşlarındaki çırıl çıplak Ermeni kızlarını tecavüz ederek öldürenler bir daha iflah olmadılar. Değerleri günah ve ayıp, ayıp ve günahları değer oldu. Ar damarları çatladı. Dostları düşman, düşmanları dost oldu. Bölücü düşmanı örgütleyerek üniter savaşa başladılar. “Yalanımız yok, hakiki bir düşman ile karşı karşıyayız” dediler. “Bakın, bakın vatani görevleri için bize teslim ettiğiniz 19-20 yaşlarındaki pırıl pırıl gençlerimiz nasıl da ölüyorlar!” dediler. Öbür taraftan “öldürün, daha çok öldürün” diye haber gönderdiler. Teskere alan silahsız erlerin yerlerini bildirdiler. General karılarının kumar masrafları artıkça ve generaller daha çok çalmak mecburiyetinde kaldıkça, sınır karakollarına daha fazla asker doldurarak kendi kaderlerine terk ettiler. 2-3 yaşlarındaki şehit çocuklarına asker üniforması giydirerek asker selamı vermesini öğrettiler. Daha fazla bayrak ve daha fazla plastik ceset torbası siparişi verdiler.

    Birbuçuk milyon Ermeninin hunharca katledildiği bu lanetli topraklarda ümetti Muhammed ümetti kurdah oldu. Şuurlarını, dillerini, değerlerini ve normlarını tamamen yitirdiler. Bir ara peygamberleri saf bir ırk yaratmak isteyen ırkçı M. Kemal idi. Sonra Yahudi düşmanı yankesici sağır İsmet ve Dersimli bebeklerin kanını Türklerin modern kımızı yapan Bayar tahta geçti. Daha sonraki yıllarda ise çakalların sayısı, kisisel karakteristiklerden yoksun olmaları ve iktidar değişimindeki yüksek frekans bir çetele tutmayı anlamsızlaştırdı. Çopcular, boğaz kesenler, insan boğanlar, kulak ve burun kesenler, insanlara bok yedirenler siyasi lider oldular. Ölüm mangaları, uyuşturcu mafyaları, sokak çeteleri devlet oldular.

    Öte yandan, Kasımpaşa serserilerinin dili alimlerin, bürokrasinin ve siyasetin dili oldu. Resmi sözlükleri bile bir tecavüz ve imha aletine dönüştü. Bunların dilini konuşmak zorunda kalan çocuklar sırf bu yüzden normal bir kognitif ve duygusal gelişme gösteremediler. Bu dili kullanıyor olmanın insan beyninde ve vicdanında yarattığı tahribatı gidermek için çok büyük bir çaba sarf etmek gerekiyor.

    Bilimde ve sanatta silindiler. Ellerinde kala kala Batılı turistlerin paralarını almak için icra ettikleri kıç kıvırmaları kaldı. Sanatçıları, pavyon kabadayıları ve profesörleri birbirlerine benziyorlar. Profesörleri akademik tartışmalarda lazım olur diye ceplerinde bıçak taşıyorlar ve söze “ulan” diyerek başlıyorlar. Akademik kariyer yapmak çoğunlukla Batılıların çalışmalarını kendi çalışmaları olarak sunmaktan ibarettir. Bilimsel konferanslarda tartışan Türk bilim adamlarının karşı argümanları “ulan oraya gelirsem senin ananın-avradının cümle fiziğinin ve kimyasının formülünü bir dakikada çıkarırım ha!” nevindendir.

    Son 25-30 yılda ise tam bir zifiri karanlık hüküm sürüyor. Ermenileri avladıkları yerde şimdi avcılar birbirlerini avlıyorlar. Kimin kim olduğu belli değildir. Bilinen çok sayıda insanın acı çektiği ve öldüğüdür. Abdullah Öcalan, öncesini bir tarafa bırakın, yakalandığında çok samimi olarak “Ben Türk devletine hizmet etmeye hazırım” dedi ve Türk generalleri Apo arcılığıyla ateşkes ilan etmiş olan PKK’ya 2004 yılında tekrar savaş kararı aldırdılar. Bunu bilen Türk ve Kürt toplumunun tutumunda ve inançlarında en küçük bir değişiklik olmadı.

    Her şeye karşın dipsiz kuyuda birkaç insan çığlık atıyor. Duyarlar mı dersiniz? Bilmiyorum. Biz Dersimliler bu çığlığı duyuyoruz ve “hoş geldin insanlık” diyoruz. Tertelê Hermeniu tanınırsa insanlaşmanın yolu açılabilir. Kimbilir belki Tertelê Dêsımi de tanınır.

    http://team-aow.discuforum.info/t2297-ANADOLU-DA-BIR-HUMANIZM-SAVKI.htm

  32. Yeni Türkiye’nin ders kitapları (II)
    Taner AKÇAM
    Taraf GAZETESİ

    Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2014-5 ders yılında okullarda okutulmak üzere hazırladığı kitaplarda 1915 üzerine yazılanlara yakında bakmaya devam ediyorum. Geçen yazıda, İlköğretim T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük adlı kitaba bakmıştım. Şimdi Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük kitabına bakalım.

    Bu kitap, bir komisyon tarafından yazılmış; doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı yayını. Kitapta, 1909 yılında Adana’da 20.000 kişinin ölümü ile sonuçlanan Adana Katliamı, “Adana Ermeni Ayaklanması” olarak tanımlanmış. Dönemin İttihatçı Hükümetinin bile kullanmadığı, İttihatçıların Taşnaklarla birlikte 1909 Ağustos ayında yayınladıkları ortak bildiri ile ‘devrime karşı yönelmiş, karşı devrimci bir katliam’ olarak kınadıkları bir olaydan söz ediyoruz burada… Yani Yeni Türkiye’nin vizyoncuları 1909 İttihatçılarının bile gerisindeler.

    Kitapta, bir sürü aslı astarı olmayan bilgi de var; ilk Ermeni sosyalist örgütü olan Hınçakların, “Ermeni Patriği Zaven Efendi tarafından 1877’de kuruldu(ğu)” bilgisi bu saçmalıklardan birisi. Ne yılı doğru ne Zaven’in kurucu olduğu. Hani nasıl olsa kimse bilmiyor, ne satarsan gider, uydur uydurabildiğin kadar durumu…

    1915 ERMENİ OLAYLARI

    Kitapta, 1915 Ermeni Olayları başlığı ile soykırım konusuna epey yer ayrılmış. Önce, Ermenilerin savaşta Ruslarla işbirliği yaptığı vb. gibi artık ezberlediğimiz ve içerikten yoksun bazı cümleler tekrar edildikten sonra, 1914-15 yılında Hınçak ve Taşnak örgütlerinin Anadolu’nun birçok yerinden isyanlar çıkarttığı anlatılıyor. Üstelik bu örgütler, “kendilerine katılmayan Ermenileri bile öldürmekten çekinmemişler”; ve hatta “kurtulmak istiyorsan önce komşunu yok et” diye bir de talimat yayınlamışlar. Bu talimat üzerine Ermeniler “eli silah tutan Türk erkeklerinin cephelerde bulunması ile savunmasız kalan Türk köylerinesaldırarak birçok köyün halkını çoluk çocuk demeden” katletmiş.

    Ermenilerin yaptıkları bununla da sınırlı kalmamış, ayrıca “Osmanlı kuvvetlerini arkadan vur(muş), Osmanlı birliklerinin harekâtını engellemiş, ikmal yollarını kesmiş, köprü ve yolları imha etmiş(ler)”; bununla da yetinmemişler, “Rusya’ya casusluk yapmış ve bulundukları şehirlerde isyan ederek Rus işgalini de kolaylaştırmışlardır.”

    Bu satırları okurken bir şeyi de aklınızda tutun; sayıları çok ama çok azaltılmış olmakla birlikte, bugün Türkiye’de yaşayan Ermeniler var!

    Ve kendinizi lütfen onların yerine koyun!

    Kitaba göre, Çanakkale’de ölüm kalım savaşının verildiği bir sırada, Ermenilerin Ruslarla işbirliğinin engellenmesi için bazı önlemlerin alınması elbette kaçınılmazmış.

    Tehcir yasası bu zorunluluğun ürünü olarak ortaya çıkmış ama tehcirin bir başka önemli amacı daha varmış. Ermenilerin hayatlarını korumak ve kurtarmak. Kimden mi? Yine Ermenilerden. Şaka değil, ciddi ciddi yazılan bu: “Bu yasa ile Ruslarla iş birliği yaparak katliama girişen Ermeniler, tehlike oluşturdukları için yaşadıkları illerinden güvenli bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye göç ettirildiler.”

    Cümlenin düşüklüğünün kusuruna bakmayacağız. Bu bilgi bir diğer kitapta da tekrar edecek. Osmanlı Hükümeti, Ermenileri Ermeni çetelerinden kurtarmak için Suriye’ye sürme kararı almakla yetinmemiş, sürgün sırasında Ermenilerin güvenliği için her türlü tedbiri de almış.

    “Osmanlı Devleti, savaş içinde olmasına rağmen göç ettirilen Ermenilerle ilgili tedbir ve önlemler almıştır. Göç ettirilen Ermenilerin vergileri ertelenmiş, diledikleri eşyalarını almalarına izin verilmiş, yol boyunca saldırılara karşı korumak ve ihtiyaçlarının giderilmesi için memurlar görevlendirilmiş, can ve mal güvenlikleri için karakollar kurulmuştur.”

    Kitap tabii ki, Kurtuluş Savaşı’nın diğer cephelerine ilişkin de bir sürü deli saçması bilgi ile dolu ama onlar üzerine yazmayı başkalarına bırakalım! Diğer ders kitabında neler yazılmış ona bakalım!

    ORTAÖĞRENİM TARİH KİTABI

    Kitap, 10’uncu sınıflar için yazılmış ve Osmanlı yönetimindeki Ermenilerin hayatlarını anlatmakla işe başlıyor. Yapılan tam bir cennet tasviri; detaylarına girmek doğru değil; “bu kadar da olsun artık, boş ver”, deyip geçmekte fayda var. Fakat, kitapta 1877-8 Osmanlı Rus Savaşı’na ilişkin ileri sürülen bir bilgi var ki, değme tarihçiye şapka çıkarttırır. Meğer Ruslara karşı 1877-8 savaşının kaybedilmesinin sebebi de Ermenilermiş; Ermeniler isyan etmişlermiş ve Osmanlı ordusunu arkadan kuşatmışlarmış ve Osmanlılar savaşı bu nedenle kaybetmişler, denen aynen şu:

    “Osmanlı Devleti’nde ilk defa, bu savaş sırasında Ruslar tarafından kışkırtılan, Ermeniler de isyan ettiler. Ermeni çeteleri Rus orduları ile birlikte hareket ederek Türk askerinin iki ateş arasında kalmasına neden oldular.” Bu durum karşısında çaresiz kalan Osmanlılar ise ateşkes önerisinde bulunmak zorunda kalmışlar.

    Bu bilgi daha önce herhangi bir kitapta tekrar edildi mi yoksa ilk defa burada mı dile getiriliyor bilemiyorum. Ama galiba, Yeni Türkiye’de yeni olan, yalana kuyruk eklemektir, dersem çok hata yapmış olmayacağım.

    1894-6 VE 1909 KATLİAMLARI

    Kitapta yer alan, Ermenilerin Fransız Devrimi’nden etkilenmedikleri, sadece Ruslar tarafından kışkırtıldıkları, ya da 1877-8 savaşı sırasında Müslümanlara zulüm ettikleri gibi bir sürü deli saçması fikirlerle uğraşmayalım; Abdülhamit döneminde, 1894-96 yılları arasında muhafazakâr tahminle 80.000, en geniş rakamla 300.000 insanın öldürüldüğü Ermenilere yönelik katliamlar hakkında söylenenlere bakalım.

    Kitaba göre bu tarihlerde katliam falan olmamış.Hiç Ermeni de öldürülmemiş. Sözkonusu olan sadece Ermenilerin kışkırtılması imiş. Kışkırtılan Ermeniler ayaklanmışlar ve Osmanlı güvenlik kuvvetlerini ve Müslümanları katletmişler. İsyanlar, her yere yayılmış ve hatta Ermeniler “isyana katılmayan Ermenileri dahi” öldürülmüşler.

    1909 Adana katliamıhakkında verilen bilgi de farklı değil: “Ermeniler 1909’da Adana ve Dörtyol’da Müslümanlara saldırarak katliamlar başlattılar.”İsyanın elebaşısı ise, “Ermeni piskoposu Museg” imiş ve “Osmanlı Devleti’nin isyanı bastırması üzerine Mısır’a kaç(mış) ”. Bu söylenenleri bilgi kategorisinden bile saymak mümkün değil. Yazılanlar, kitap yazarlarının ideolojik körlüğü ile değil, “ne söylersen söyle, yer bu millet, salla gitsin”şımarıklığı ile açıklanabilir. İstediğini yaz, yeter ki Ermeni’ye karşı olsun, yazarların düsturu bu. Nitekim bu şımarıklık olmasa idi, Osmanlı Arşivi’nin Adana katliamına ilişkin çıkarttığı iki ciltlik kitaba bakabilirler; ortada iddia ettikleri Ermeni ayaklanmasının söz konusu olmadığını öğrenebilirlerdi.

    1915 KONUSU

    1915 konusuna gelince yazılanlar daha da tuhaflaşıyor. Tehcirin nedeni şöyle izah ediliyor; Sarıkamış yenilgisinden “sonra harekete geçen Ruslar; Van, Muş, Bitlis, Erzincan ve Trabzon’u işgal ettiler. Bu bölgedeki Ermeniler de Ruslarla birlikte hareket ederek işgal ettikleri yerlerde katliam yaptılar. Bugün Ermenilerin dünya kamuoyuna duyurmaya çalıştıkları 1915 olayları bu esnada yaşandı.”

    Yapılan da şu olmuş; Taşnak ve Hınçak örgütleri hem Ruslarla işbirliği yapıyorlarmış hem de katliamlar yapıyorlarmış, “Osmanlı Devleti (de) Ermenilerin Ruslarla iş birliğini önlemek ve katliamlarını durdurmak için Ermeni terör… cemiyetlerini” kapatmış. Ve Ermenileri “geçici olarak” Suriye’ye göç ettirtmiş.

    Kitaba göre, Ruslar tarafından silahlandırılan Ermeniler, “Türk köylerine baskınlar yaparak katliama giriş(miş)”veisyanlar çıkartmışlar. İsyanlar nedeniyle göçe mecbur olan Müslümanlara saldırmışlar ve katliamlar yapmışlar. Osmanlı Hükümeti de bir karşı tedbir olarak, 24 Nisan 1915’te “Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, belgelerine el konulması ve komite elebaşlarının tutuklanması” için bir genelge yayınlamış. Soykırım diye anılan bu genelge ve buna bağlı olarak yapılan 2345 kişilik tutuklama imiş.

    Fakat bu önlemler yeterli olmayınca tehcir kanunu çıkartılmış. Ve “bu kanunla, bölgedekiErmenilerden sadece isyan hareketine karışanlar savaş bölgesinden alınıp ülkenin güvenli bölgelerine göç ve yerleşime tabi” tutulmuşlar. Aynı bölgelerde, yaşayan “Süryani, Keldani, Musevi ve Rum”gibi topluluklara ise hiç dokunulmamış. Kitap yazarları keşfettikleri bu büyük hakikati, “bunların göçe tabi tutulmamaları sadece isyana katılan Ermenilerin göç ettirilmesi dikkat çekicidir”, cümlesi ile hatırlatmaktan gurur duyuyor gibidirler.

    Söyleyecek söz bulamadığımı itiraf etmek zorundayım. 1990’lı yıllar aklıma geldi. O yıllarda bu tür deli saçması iddialar çok moda idi. Gündüz Aktan, Şükrü Elekdağ ve Yusuf Halaçoğlu gibileri bu yalanları bilgi diye yayarlardı. Ben de kendilerine, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin yayınladığı belgeleri okumalarını salık verirdim. Bu belgelerde sadece Edirne, Kütahya, Bolu, Kastamonu gibi Anadolu’nun her yerinden Ermenilerin sürüldüğünü anlatılmıyordu. Ayrıca, vali ve kaymakamlar yazdıkları cevabi tellerde, bölgelerinde hiç Ermeni kalmadığını da bildiriyorlardı.

    Bu iddiaların açıktan yalan olduğu anlaşıldıktan sonra bu tür saçmalıkları tekrar eden kalmamıştı. Ama anlaşılan Yeni Türkiyeci kurucuları, vizyoncularını eski yalanlar üstüne kurmaya karar vermişler. Kitaba yakından bakmaya devam edeceğim!

    http://www.duzceyerelhaber.com/taner-akcam/28215-yeni-turkiyenin-ders-kitaplari-ii

  33. TÜRK İLERİCİLERİNE AÇIK MEKTUP
    Gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesini nefretle kınadınız ve ailesini bu acılı gününde yalnız bırakmadınız. Böyle yapmakla çok iyi ettiniz. İstanbul’daki cenaze töreninde sayınız 10 binleri buluyordu. Bütün dünyaya Türkiye’de insan gibi insanların da var olduğunu gösterdiniz.
    Ancak vicdanen rahatlamış olarak eve döndüyseniz bu hiç kabul edilecek bir şey değildir. Marjinal ve sembolik dünyanızı reel Türk dünyasının yerine geçirmeyiniz. Siz bu toplumda nüfusun % 1’ini bile oluşturmuyorsunuz. Türkiye’nin büyük çoğunluğu bu cinayetin arkasındadır. Dolayısıyla toplam nüfusun % 1’nin “Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeniyiz” demesi sorunu çözmüyor. 1,5 milyon Ermeniyi ve onbinlerce Dersimliyi çocuk, yaşlı, kadın demeden yok ettiniz. Medeni dünyada yer almak için Ermeni, Dersim ve Süryani soykırımlarını tanımanız gerekmektedir.
    Tekrar ediyorum, tarihi soykırımlarla kirlenmiş olan inkarcı ve dolayısıyla ahlaksız ve vicdansız bir halkın arasından çıkan “Hepimiz Ermeniyiz” şeklindeki cılız sesler sorunu çözmeye yetmiyor. Türkiye’de kazanılan en masum kazançta bile sonuçta “haram” bir yan vardır. Soykırımcı tarihinizi inkar etmeyin, onunla yüzleşin!
    Türk halkı ahlaksız ve vicdansız bir halktır. Türk halkının ahlakını düzeltmek istiyorsanız öncelikle bu halkın soykırımları inkar etmeyi ve azınlıklardan olan insanları öldürmeyi meşru görmesini engellemeye çalışın. Bu devletin yaptığı soykırımlar doğal olarak bu halkın hanesine yazılır. Türklerin 1938’de işlediği Dersim soykırımını kabul ediniz. Türklerin Kürtlerle birlikte işlediği Ermeni ve Süryani soykırımlarını kabul ediniz.
    Türk halkının gerçeğini çıplak bir biçimde görebilmeniz tüm insani ve rasyonel ilerlemelerin anası olacaktır. Faşist çoğunluğun işlediği cinayetleri sembolik olarak protesto eden ve figüratif konuşmalar yapmakla yetinen bir azınlık olarak kalmak yerine, devleti ve halkı gerçekte değişmeye zorlayınız.
    Açıktır ki böyle bir ilerleme sağlayabilmeniz için radikal bir zihniyet değişikliğinden geçmeniz gerekmektedir. Zorunlu olan bu zihniyet değişikliğinin en azından aşağıdaki noktaları kapsaması gerektiğine inanıyorum:1. Türk devleti faşist, ırkçı ve soykırımcı bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti azınlıkların imhası üzerine kuruldu. Devlet bir gasp, işkence, tecavüz, cinayet ve soykırım örgütüdür. Devleti generaller yönetiyor. Sorumluluk Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt ve Başbakan Erdoğan’dadır. Asıl katillere yönelin, piyonlara değil!2. Türk devleti bir hukuk devleti değildir. Türkiye’de hukuk yoktur. Türkiye’de yargıçlar yoktur. Türkiye’deki yargıçlar ve savcılar ordunun, polisin, MİT’in ve MHP’nin elemanıdırlar. Mahkemelerde adalet aramak yerine her fırsatta bu gerçekleri dile getiriniz.3. Ordu, polis, MİT ve yargı görevlileri işkenceci katillerdir. Bu profesyonel katillerin insanlara geçici olarak “iyi davranmaları”nı talep etmekle yetinmeyiniz. Bu kurumların katillerden temizlenerek Batı Avrupa’daki emsallerine benzemelerini sağlayınız. Tüm kolluk kuvvetleri işkenceci katillerden temizlenmelidir. Orgeneral Büyükanıt başta olmak üzere tüm generallerin görevlerine son verilmeli ve yargılanmaları sağlanmalıdır. Polis teşkilatı ve MİT aynı temizlikten geçmek zorundadır. Keza halihazırda görev yapan tüm yargıç ve savcıların görevlerine son verilmelidir. Suçlular yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.4. Türk halkının ezici çoğunluğu bu devleti destekliyor. Seçim sonuçları bunun en sağlam kanıtıdır. Faşist, ırkçı ve gerici partiler her zaman ezici çoğunluğu oluştururlar. Sizin seçimlerdeki toplam ağırlığınız % 1’i bile bulmuyor. Seçimlere girerken bu gerçekleri unutarak hayallere kapılmayınız. Seçimlere ilerici bir koalisyon oluşturarak giriniz. Cüzi oylarınızı bugüne kadar yaptığınız gibi mevcut kampanyanın bir başarısızlığı şeklinde tanımlamayınız. Elinizden gelenin en iyisini yapınız, lakin her seçim hezimetinden “faşist, ırkçı, soykırımcı ve yobaz halkı yine insanlaştıramadık” şeklinde bir sonuç çıkarınız. Hakikatten asla şaşmayınız! Bu toplumun % 1’ini bile temsil etmeden insanlık ve hürriyet adına başladığınız mücadelede ne kadar yol aldığınızı objektif olarak ölçmeniz gerekmektedir. Genel seçimler iyi bir ölçüm aleti olarak kullanılabilir.5. Soykırımcı bir ülkenin Müslüman ve Türk vatandaşları olarak yok edilen azınlıkların arkada kalanlarına insanca davranmak yeterli değildir. Bu azınlıklar yok edilmeseydi Türkiye bugün çok ileri bir noktada olurdu. Dersimliler, Rumlar, Süryaniler ve Ermeniler bu toplumun ilerlemesine ve insanlaşmasına çok ciddi katkılarda bulunabilirlerdi. Türkün insanlıktan çıkması onun adı geçen azınlıklara ve Kürtlere ettiği zulmün doğrudan ürünüdür. 6. Irkların veya halkların eşitliği prensibinden hareketle Türk halkının ırkçı, faşist ve yobaz kültürünü görmezlikten gelmeyiniz. Bu kültürün meşruyetini reddediniz. Türk mentalitesi bir dizi irrasyonalizmi ve anormallikleri içermektedir. Medeni dünyada Türk düşünüş sistemi çok ciddi kognitif dengesizlikleri içeren bir sistem olarak görülmektedir. Bu halkı ilerici projelere her an destek verebilecek bir kitle olarak görmek yanlıştır. Türk halkı öncelikle kognitif ve ahlaki sakatlıklarını düzeltmek zorundadır.7. Türk halkının kafası çok çalışmıyor. IQ test sonuçları, zalimliği, süreklilik arz eden politik tercihleri, ilerici ve demokratik olan her şeyden nefret etmesi, genel okuma yazma oranı, günlük gazetelerin tirajları, kitap okuma oranı, anadilini kullanmakta zorlanması, son derece sınırlı olan kelime hazinesi vb. bunu gösteriyor. Halkların eşitliği prensibi mucibince bu gerçeği görmezlikten gelmeyiniz. Türk halkına gerçekten yardımcı olmak istiyorsanız bu gibi bir realizm şarttır. Türk halkı mevcut ırkçılığı terk etmezse zamanla bütünüyle gerizekalı bir halka dönüşür. Nitekim genç kuşaklar daha ırkçı ve daha gerizekalıdırlar.8. “Türkün Türkten başka dostu ” gerçekten yoksa o zaman Türke ait olan her şeyi daha fazla vakit kaybetmeden terk etmeniz gerekiyor. Çünkü siz tanrının seçilmiş kabilesi değilsiniz. İnsanlık size değil, siz insanlığa mahkumsunuz!9. Dininizin İslam olması bir talihsizliktir. Bu talihsizliği yenmenin veya onu en azından hafifletmenin bir yolunu mutlaka bulmanız gerekir.10. Kanınızda bir bozukluk yoktur. Bozukluk tarihinizde, kültürünüzde ve zihniyetinizdedir. Abdullah Cevdet’in tavsiyeleri doğrultusunda kanınız ve fiziksel görüntünüzle çok uğraştınız, ancak bir şey elde edemediniz. Kanınızı değil, zihniyetinizi ve kültürünüzü değiştiriniz.
    Mehmet Yıldız

    http://mamikiye.blogspot.nl/2007/01/trk-ilericilerine-aik-mektup.html

  34. HiÇ BiR SOYKIRIM, SOYKIRIMA UĞRATILANLARIN TOPRAK SORUNUNDAN AYRI DEĞiLDiR

    Kenan Fani Dogan

    Ermeni Soykırımını ele alış tarzınız yanlış. Bir soykırımı nasıl ele alacağınızı bilmiyorsunuz. Soruna yaklaşımınız bir değil birçok şeyi gözardı ediyor.
    Şu anda bir soykırım girişimi sürdürülüyor. Gerçek bir insanlık suçuyla ilgili olarak, Dersim Soykırımıyla ilgili olarak bir kampanya yürütülüyor.

    Dersim Soykırımı, sınırları ne olursa olsun, katılınız yada katılmayınız, Dersim ismiyle belirlediğiniz coğrafyadan ve bu coğrafyaya dair hak iddialarından, toprak taleplerinden ayrı ele alınabilir mi?

    Uğradiği sayısız soykırımlar önünde haklı ve insanî taleplerden ibaret olan kürt milletinin siyasi talepleri kürtlerin toprak taleplerinden ayrı ele alınabilir mi?

    Ayni şekilde ermenilerin, türklerin, azerilerin, rusların, farsların, arapların, gürcülerin Ermeni Soykırımı önündeki tutumları, tek-tek bu milletlerin ve rejimlerin her birinin yek diğerinden farklı şekillerde ortaya koyduğu toprak taleplerinden ve toprak iddialarından ayrı ele alınabilir mi?

    Yada alınıyor mu?

    Soykırıma uğramak, bir toprakta, bir soyun, yani o toprağın yerlilerinin, yerleşiklerinin toplu ve sistematik bir şekilde imhasi anlamına geliyor. Soykırım denen eylem, yöneliminde sınırları belirlenmiş bir coğrafyayı, bir ülkeyi, bir bölgeyi esas aldığına göre.. bir coğrafyayı bir milletten, bir halk grubundan, bir inanciı mensuplarından, bir soydan, temizlemek anlamına geliyor.

    İnsanları topluca yoketmek anlamına geliyor. Etnik ‘temizlik’ anlamına geliyor. Demografik ‘temizlik’ anlamına geliyor.

    Bu nedenle, soykirimlar, soykirima ugrayanlarla-ugratanlar arasinda, ülke sorunundan, toprak sorunundan bagimsiz ele alinamazlar. Yasanmis bir soykirim olarak Ermeni Soykirimi, temelde ermenilerin eskiden beri yasadiklari topraklari üzerinde topluca imha edilmeleri sorununa, kiyimla, göcettirmeyle bosaltilmis bir vatanlari oldugu sorununa, `ülke` sorununa tekabül eder, dolayisiyla ermenilerin hakli toprak taleplerinden ayri ele alinamaz.

    Ermenilerin topraklari ve vatanlari vardi. Esir alindilar. Tehcir edildiler. Asagilandilar. Döndürüldüler.

    Soykirima ugratildilar.

    Yok edildiler.

    Vatanlari ellerinden alindi…

    Sonuc olarak, ermenilerin sorunlari Ermeni Soykirimindan ibaret degildir. Ermenilerin ugratildigi soykirim gercegi, ermenilerin topraklari oldugu gerceginden, ermenilerin bir vatani oldugu gerceginden bagimsiz degildir. Ermeni soykirimiyla, ermenilerin vataninin neresi oldugu sorununu, bu vatanin sinirlarinin nereye kadar ulastigi ve ulasmasi gerektigi sorununu birlikte ele almak gerekiyor.

    Ermenilerin, sadece Bati Ermenistan`in tamamini ilhak etmis olan inkarci türk devletiyle degil, sünni islamla degil, yayilmacilikla degil, ama ayni zamanda bölgedeki diger milletlerle de toprak sorunlari ve bölge devletlerinden toprak talepleri vardir. Siz adina ne derseniz deyin.. Buna Kürdistan dahildir.. `zazaistan` dahildir. Zazasi, kurmanci, alevisi, sünnisi, yezidisi dahildir..

    Ben ilk defa burada degil, bundan yillar öncesinden baslayarak bugüne kadar ermenilerin topraklari iade edilmedigi sürece ermenilere yapilan tarihi haksizliklarin giderilemeyecegini, tazmin edilemeyecegini söyleyegeldim.

    Ermeni Soykirimini`nin kabulünün, suclularinin cezalandirilmasinin, ermenilerin maddi ve manevi kayiplarinin maddi tazminatlarla karsilanmasinin gerekli oldugunu.. ama bunlarin hicbirisinin soykirim araciligiyla ellerinden alinan ermenilerin toprak edinme ve kendi vatanlarinda yasama hakkindan, tarih boyunca üzerinde yasadiklari kendi topraklarinda yasama hakkindan daha önemli olmadigini.. ermenilerin soykirimla gaspedilen haklarinin, hukuklarinin, ugradiklari kayiplarin.. ancak soykirimlar araciligiyla ellerinden alinan yasama alanlarinin, vatanlarinin iade edilmesiyle tazmin edilebilecegini, bir ölcüde hafifletilebilecegini savundum.

    Dünyaya bakiniz. Bir cok ülkenin ermenilere dair politikalari vardir. Ermeni soykirimini ele almada netlesmis tavirlari vardir.

    Ermenilere ve ermeni sorununa muhatap olan türklerin, farslarin, ruslarin azerilerin, gürcülerin, arap yayilmaciligindan beri araplarin, ermenilerle ilgili resmi tezleri, devlet politikalari var. Bu ülkelerin ayni zamanda `Ermeni Sorununda` ortakliklari da var.

    Ermenilerin kendilerinin toprak talepleri var. Siz söylüyorsunuz. Seyfi söylüyor, Ermenistanin kürtlere, ezdi kürtlere, alevilere, zazalara iliskin resmi tezleri, iddialari var. Ermenistanin devlet olarak bu konuda bir politikasi var. Ermenistan `üniversitelerinin` adi gecen gruplarla ilgili calismalari var. Bunlardan haberdarsiniz.

    Magdur taraf olarak ermenilerin ilgileri ve adina ne derseniz deyin ilgili cografyaya yönelik talepleri ve calismalari vardir.

    Ermeniler eskiden kiliselerinin bulundugu harabelerin yanibasina ev yapmaya karar verdikleri zaman onlara misafir gözüyle bakilacagini önermekle, onlarin bu taleplerinin eskiden kendilerine ait olan kendi vatanlarinda yasama hakki olarak kabul edilmesini önermek biribirinden farkli iki yaklasim tarzidir.

    Cagiriyorsunuz da kimi cagiriyorsunuz, hangi gidenleri?

    Hanginiz misafir, hanginiz ev sahibi?

    Atalari Dersimde yasamis bir ermeninin cocugu Bertali Dersime cagirsa, Bertal misafir olsa cagiran ermeni olsa ne olurdu?

    Dersim Bertalin memleketi mi?

    Evet! Memleketi!

    Ya ötekilerin, ya ermeninin?

    Memleketi degilmi?

    Kürtlerin de bir ermeni politikasi olmak zorundadir. Zazanin, ezdînin, alevinin, kurmancin, sünninin bir ermeni politikasi olmak zorundadir. Kürdistanin bir ermeni politikasi olmak zorundadir.

    Kürtlerle-türkler, kürtlerle-farslar, kürtlerle-ruslar, kürtlerle araplar (siz kürtler yerine zazalar deyin hic farketmez) arasindaki anlasmazlik sadece Kürdistan Sorunuyla, kürtlerin kendi vatanlarini, kendi topraklarini kurtarmalari sorunuyla sinirli degildir. Bu saydigimiz ülkelerle kürtler arasinda Ermenistan Sorunu, ermeni topraklarinin `paylasilmasi` sorunu da vardir.

    Araplar, farslar, kürtler, türkler, ruslar, azeriler ermenileri müstereken zayiflattilar, sonra ermenileri sitematik kirimlara ugratarak kendi öz vatanlarindan söküp attilar.

    Nasil mi?

    1915 in dehsetengiz yöntemleriyle.

    Ermenilerden geriye kalan `vatan`, ermenilerle ic-ice yasamalarinin sagladigi elverisli kosullarin yardimiyla hic beklenmedik bir sekilde kürtlerin eline gecti. Ermenistan topraklarinin en büyük parcasini kürtler ilhak etmediyseler bile bugün burada agirlikli olarak kürtler oturuyor. Bati Ermenistan, Türkiyenin siyasi sinirlari icerisinde, türk ve alman ordulari tarafindan `temizlenerek` ilhak olundu ama üzerinde agirlikli olarak, sünnisiyle, alevisiyle, kurmanciyla, zazasiyla, ezdisiyle kürtler yasiyor. Ermeni Soykirimini kürtler tasarlayip yürürlüge koymadilar. Buna ragmen Ermeni Soykirimi bölgede kürtlerin lehine bir nüfus yayilmasi yaratti. Kürtler Ermenistana disardan gelmediler. Ermenilerle icice yasayan ayni cografyanin insanlariydilar. Soykirimdan önce evlerinin yan yana olmadigi durumlarda, köyleri yanyanaydi. Ic-iceydiler. Müslüman olmanin ve ermenilerle icice yasamanin sagladigi avantajla kürtler hic zorlanmadan ermenilerle birlikte yasadiklari, ortaklasa sahip olduklari yörelerin hakimi haline geldiler.

    Ermenilerin eskiden yasadigi bölgelerin, yani ermenilere ait olan ve Ermenistana dahil edilmesi gereken topraklarin önemli bir kisminin, ilaveten Kürdistanin derinliklerine kadar ermenilere ait özel mülklerin, kilise mülklerinin.. ister zaza ister kurmanc olsun, alevisiyle sünnisiyle kürtlerin elinde bulundugu, Kürdistanin siyasi sinirlari icerisinde yer almakta oldugu bir olgu mudur, degil midir?

    Ermeni Sorununa, ermeni topraklari sorununa kürtler dahil olmasalar bile ermenilerin diger komsulari arasinda ermeni topraklarinin ilhaki ve paylasimi konusunda bir ihtilaflari zaten vardi. Ortada bir soykirim gercegi vardir. Ermenilerin tek-tek diger ilhakci devletlerle oldugu gibi devlet olmayan kürtlerle de ülkelerinin isgal edilmesinden ileri gelen bir ihtilaflari her zaman vardi. Ve bu ihtilaflar cözülememistir, hala sürüyor. Kürtlerin elinde olan sebeplerden ileri gelmiyorsa bile ortada önemli bir sorunun bulundugu gercektir. Uluslararasi anlamda kabul gören, yandas bulan bir ihtilafa muhatap olmakligimiz söz konusudur. Bir soykirima olayina tanikligimiz söz konusudur. Bu ihtilafin kürtler acisindan birinci ayagidir…

    Tüm bunlari disinda, gerek ermenilerin ve gerekse diger egemen devletlerin ermenilerden cok daha geri bir statüsü olan, bizzat kendi ülkeleri isgale ugramis bulunan kürtlerle kendi aralarinda ermeni topraklarinin paylasimi konusunda bir ihtilaflari da vardir. Bu da ihtilafin ikinci yanidir, kürtler tarafindan bugüne kadar üzerinde yeterince durulmayan yanidir, bir diger ayagidir.

    Kürdistan ve Ermenistan tanimlarina, kürtlerin ve ermenilerin tarihi yasama ve yayilma alanlarina, haritalara, sehirlere, köylere, isimlerine, kilislere, konaklara, mezarlara, mezar taslarina, tas isciligine, tarihi yazimlara ve anlatimlara bakitigimizda hicbir hicbir toplum ermenilere kürtlerden daha yakin ve Ermenistanla daha fazla ic-ice degil.

    Kürtler kendi vatanlariyla birlikte sömürgecilerin kendileri icin alikoyduklari ve kürtlerin kendi iradeleri disinda ellerine gecmis Ermenistani da istiyorlar. Kürtlerin kendi vatanlari bugünkü haliyle Ermenistanin büyük parcasini, bati Ermenistani iceriyor. Bati Ermenistan demografik olarak kürtlesmis. Türklerin yerlesimi ise Sivasin batisindan itibaren yogunluga sahip. Ermenilerin topraklari farslara, türklere, ruslara ilaveten kürtlerin elinde ve kürtlesmis bulunuyor. Bu sonuc kacinilmaz olarak kürtleri de Ermenistan Sorununa muhatap ediyor. Tek basina Kürdistan ve tek basina Ermenistan sorunlarini kürtlerin ve ermenilerin tarihten gelen ic-iceligi örneginde oldugu gibi biribirine yaklastiriyor ve ayrilmaz kiliyor.

    Ermenistanin kendisi de bir kürt ve Kürdistan Sorununa muhatap degil mi?

    Kürt siyasasi, kendi vatanlarini ve devletlerini isterken, mevcut ermeni ihtilafini dikkate almak, komsu bir milletin mesru taleplerini inkarla, asagilamayla karsilamaktan kacinmak, insani ve demokratik yaklasimin gereklerine uymak zorundadir.

    Kürtlerin bir hazirligi yoktur.

    Zazanin, alevinin, bir hazirligi yoktur.

    Ezdînin bir hazirligi yoktur.

    Kürt aydininin, aydinlarinin hazirligi yoktur.

    Kürtlerin ulusal ve demokratik taleplerini omuzlayan kürt siyasetcilerinin, kürt siyasi partilerinin, Ermenistan sorunu ve ermeni soykirimiyla ilgili olarak bölgenin tarihi, siyasi, etnik ve dini özelliklerini hesabeden ortak bir programlari yoktur.

    Komsu milletlerin ve devletlerin Ermenistan politikalari vardir. Ermenistan gercegine ragmen, soykirim gercegine ragmen kürtlerin bir Ermenistan ve Ermeni Soykirimi politikalari yoktur.

    Tartismalar süresince Ermeni sorununu ele alirken türklerin inkarci tavirlarindan kacinilmasi gerektigini benzetmelerle, icerdigi yanlisliklara göndermeler yaparak anlatmaya calistim. Kürtlerin Osmanli enkazinin altinda kalan milletlerden oldugunu, Ermenistanin bir kisminin da Kürdistanla birlikte Osmanli enkazi altinda bulundugunu unutmamak gerkir. Eger kürtler, ermenilerle birlikte kürtlerin topraklarini da ellerinde bulunduran Iran, Rusya, Türkiye gibi devletlerin ermenilere iliskin ilhakci politikalarini, irkci-inkarci yaklasimlarini emsal alip kopya etmeye kalkisirsa, Osmanlinin enkazini hic degilse Ermenistan-Kürdistan baglaminda kaldirmanin imkani kalmaz. Ermenilerin taninmis bir devleti var. Kürtlerin o da yok.

    Ermeni ve kürt milletlerinin yanyana ve iyi iliskiler icinde yasamasi bir ölcüde kürtlerin ulusal tutumlariyla ilgili bir meseledir. Kürtlerin, ermenilerle ilgili politikalarinda kolonyalistleri taklid eder konuma düsmekten kacinmalari, ilhakci-isgalci söylemden kacinmalari, önce kendi kurtuluslarinin zorunlu kildigi bir tavirdir. Kemalizmin yöntemlerinden esinlerek gizli ilhakciliga, isgalcilige, inkarciliga özenmemek gerekiyor.

    http://www.geocities.ws/dersimsite/soykirimaugrayanlar.html

  35. Soykırım, “tek bayrak, tek din, tek devlet, tek marş, tek millet, tek dil”(R.T Erdoğan-2015) kompleksini taşımanın bir ürünüdür.
    24 Nisan bir soykırımdır.

    Tepeden, devşirme kalıntılarından oluşturulan Türk ulusu, varlığını; Ermeniler’in, Rumlar’ın, Kürtler’in, Süryaniler’in, yokluğu üzerine inşa etmiştir. II. Abdülhamit döneminde ortaya atılan Pan-İslamizm doktrinine, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eklediği ve bugün TC yöneticilerinin de her adımda tekrarladığı ‘tekçi’ Pan-Türkizm doktrini, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşayan Müslüman olmayan ulus ve azınlıkların yok edilmesi sonucunu doğurmuştur!

    Bu ideoloji temelinde kurulan Türk devleti, bunun bir devamı olarak Türkiye’de yaşayan hiçbir ulus ve azınlığa hayat hakkı tanımamaktadır. Şimdiki yöneticiler de, soykırımları geçerli kılan ve Hitler tarafından da kullanılan ‘tekçi’ söylemleri terk etmemektedirler.

    Bu bir soy kırımıdır. Ermeniler ırk olarak, millet olarak yok edilmek istenmiştir. Sadece onlar mı? Hayır, Anadolu’nun gerçek yerlileri, Anadolu coğrafyası topraklarını yaşama ilk kez açan, onu gerçek bir vatanı haline dönüştüren ve uygarlıkları tüm insanlığa ışık saçan milletler yok edilmek istenmiştir. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Suryaniler ve diğer ulusal topluluklar, insafsız, pervasız ve gayri ahlaki tarzda varlıkları yok edilmek istenmiştir.

    24 Nisanı bu açıdan kavramadıkça bu topraklarda kimse huzur beklemesin. Bu topraklara sonradan gelmiş ama bir türlü ortak yaşam arzusunu gösterecek uygarlığa ulaşamamış olanlar var. Sorun, bilinçaltında anavatansızlık takıntısında gerçek yerlileri yok ederek bu toprakları anavatan edinebilme histerisidir.
    Soykırımcı tek boyutlu yaklaşımların da kökeni buradadır; tek bayrak, tek devlet, tek marş, tek dil bu kompleksin onarılması güç tecellisidir.

    Hitler, ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek dil’ sloganı ile harekete geçirdiği kitlelere yahudi soykırımını yaptırtmıştır. Ne yazık ki Anadolu yerli halklarının soykırımına yol açan bu türden Jön Türk sloganlarını, şimdiki yöneticiler de aynen tekrarlamaya devam ediyorlar…(Bakınız R.T Erdoğan’ın propoganda gösterileri..)

    Bugün Türkiye denilen bu alanda bundan bin yıl önce kimler yaşıyormuş iyice öğrenmeli. Gerçek tarihe ulaştıklarında görecekler ki bu ülkenin en eski sahipleri, soykırım yaşayan halklardır. Ve kadim halkların ana yurdudur bu ülke… Onlar misafir değildir bu topraklarda. Bir zamanlar 944 yıl ( Türkler 26 Ağustos 1071’de Orta Asya’dan o zaman Batı Ermenistan denilen  Muş ovasına geldi) evvel Küçük Asya diye tabir edilen Smyrina ( İzmir)’dan Kars’a, Hıristiyanlığın ilk merkezi olan Antakya’dan, Pontus Rum (Karadeniz)’a kadar olan bölge tamamen Hıristiyan coğrafyasıydı…
    Bu gün kadim Hıristiyan halklar, yaşatılan soykırım ve baskılar yüzünden ne yazık ki nüfusları sıfırın altındadır. 1915’de katledildiği sayı kadar bile olmayışları, bu ülkede Müslüman olmayan halklara acımasız bakış açısının göstergesidir aynı zamanda.

    Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, katli vaciptir denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşadan ayakkabı talep edince, Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin diyerek verdiği emirle, ayaklarına at nalı çakılmıştır. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, su içerken yılan bile dokunmaz erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. Resmi tarih diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.

    19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915). Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi.

    O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşanın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşanın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi,…yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

    Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.
    1915, Osmanlı Devleti tarafından, Ermeni, Asuri-Süryani, Rum gibi Doğu’nun yerleşik bütün Hıristiyan halklarını kendi topraklarından çıkarmak, azaltmak, yok etmek için düşünülmüş, bu coğrafyayı her bakımdan Türkleştirerek ulus devletin önündeki engelleri “temizlemeyi” hedefleyen, uzun vadeli planlanmış, acımasızca da uygulanmış olan çağın en kapsamlı bir “etnik temizlik harekatı”dır, bir SOYKIRIM’dır.

    Tehcir sadece bir bahanedir, Bu, Almanya’da Yahudileri evden çıkarmak icin de uygulanmıştır. Yahudi’lere, siz gaz odasına gidiyorsunuz diye durum açıkça söylenmemiş ve evleri yağmalanmadan bunlar sanki geri gelecekmiş imajı verilmiştir. 
    Ermeniler’in evleri ise hemen yağma edilmistir, fark budur. Ama yerlerinde koparmak icin göç, emniyet,savaş gibi bahaneler uydurulmuştur. 
    Yahudiler getolardan toplanmış, Ermeniler ise köy ve şehirlerinden toplanmıştır. 

    Tehcir-Soykırım, Anadolu’nun gayri Müslüm unsurlarından arınması için kullanılan bir araçtan baska bir şey değildir. Bu eylemi Teskilat-i Mahsusa adina organize eden, Bahaddin Sakir Adana murahhasi Cemal Beye 25 Subat 1915te yazdığı bir mektupta söyle der; “Cemiyet vatanı bu melun kavmin (Ermenilerin) ihtizasindan kurturmaya dâi hazirdir. Osmanli tarihine sürülecek lekenin mesuliyetini düsulhamiyetine almaya karar vermistir”. Amaç soğukkanlı bir bilinçle Anadoluyu Hiristiyan unsurlarindan arındırarak bir Türk devleti kurmaktır.
    Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.
    Ermeni soykırımı olmamışsa, Yahudi soykırımı da olmamıştır ve bunun mantıksal bir ürünü olarak, bugünkü Cihatçıların eylemlerinde haklı oldukları sonucu çıkmaktadır!
    Son yıllarda El Kaide, IŞİD, El Nusra ile Selefi ve Müslüman Kardeşler örgütleri aynı tekçi soykırımcı zihniyeti devam ettirerek, farklı din ve halklara karşı soykırım yapmaya çalışmaktadırlar. Türkiye desteğinde ki bu örgütler, insanlık dışı yöntemlerle, estirdikleri terörle Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmişlerdir. Bu örgütler, Ermeni,Asuri soykırımına, kalınan yerden devam etmektedirler.
    Ermeni Soykırımı’ndan, şimdiki Jihatçılara uzanan zihniyetle hesaplaşmadan, kirli tarihle yüzleşmeden, ”tekçiliği’ bırakmadan, ırkçı şöven düşmanlık atmosferinden, Müslüman olmayanlara karşı kin ve nefret söyleminden kurtulamadan, sorun çözülemez.

    Bu bir soykırımdır!

    CİWAN KURKEN A.
    Hanna Hekimyan

  36. Soykırım Kavramının ve Özür Dilemenin Sorunları

    Soykırım hukuki bir kavramdır.
    1915’deki Ermeni Katliamı, hukuki olarak elbet bir soykırımdır.
    Hukuki kavram ve uygulamaların “makabline şamil” olup olmayacağı (yani geriye dönük işleyip işlemeyeceği de) hukuki bir tartışmadır.
    Ama çok temel bir toplumsal sorunu, bir hukuki tartışmanın kavram sistemi içinde tartışmak ve oraya hapsetmek; aynı zamanda son derece gerici, karşı devrimci bir ideolojinin, bir gündemin, bir problem koyuşunun egemenliğini sürdürmesine hizmet etmek anlamına da gelir.
    Sorun buradadır
    Hukuki tartışmalar nedenler üzerine tartışmalar değildir ve nedenler üzerine tartışmaları gündemden düşürürler.
    Tam da bu özellikleri nedeniyle var olan sistemin; dolayısıyla sorunun kendisinin bir parçasıdırlar.
    Bir sorunu hukuksal kavramlara hapsetmek, var olan sistemi tartışma gündeminden düşürmek; o sistemi savunmak ve sürdürmeye hizmet etmek demektir.

    Aynı şekilde, Ermeni Katliamının bir soykırım olup olmadığını tartışmak; sorunu bir hukuki sorun olarak tartışmak; bu olayın nedenleri üzerine bir araştırma ve tartışmayı gündemden dışlamak; dolayısıyla var olan karşı devrimci sistemin sürdürülmesine hizmet etmek demektir.
    Bir Marksist, bir Devrimci, sadece sorunları hukuki kavramlarla tartışmayı reddetmez; aynı zamanda böyle tartışmaların kendisine karşı da mücadele eder ve etmelidir.
    Ermeni katliamının ve diğer katliamların genel nedeni uluslar ve ulusçuluktur; ama daha da önemli özel nedeni; ulusların ve ulusçuluğun; ulusları bir dile, dine, tarihe, soya göre tanımlayan biçimidir.
    Bir Marksist’in en acil görevi ise, hem genel olarak uluslara ve ulusçuluğa karşı, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı, savaşmaktır; hem de özel olarak ulusal olanı bir dille, dinle, soyla, tarihle, ırkla, kültürle tanımlayan çifte kavrulmuş karşı devrimci uluslar ve ulusçuluklarla savaşmaktır.
    Uluslara karşı savaşmak ise ancak ulusçulara karşı savaşmakla mümkün olur.
    Çünkü uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar vardır
    Ulusçular, ulusçuluğa karşı olduklarını söylerler ve kendilerini ulusçu olarak tanımlamamak için de ulusçuluğu başka ulusların varlığını tanımamak, onları boyunduruk altına almak veya bir ulusun çıkarını öne almak olarak tanımlarlar.
    Bütün bunlar ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarıdır.
    Nasıl Allah’a inananların Allah’ı tanımlarından hareketle Allah’ın ne olduğu anlaşılamazsa; ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarından hareketle de ulusların ve ulusçuluğun ne oluğu anlaşılamaz.
    Ulusçuluk, tıpkı Hıristiyanlık içinde, Hıristiyanlığın Roma’nın resmi devlet dini olması; İznik konsülünün bütün ezilenlerin İncillerini yakması ve onları sapkın ilan etmesi; İslam içinde Muaviye’nin egemenliği ele geçirip bir karşı devrim yapması gibi; Aydınlanma’nın hümanist ve devrimci eşitlikçiliği karşısında bir karşı devrimdir.
    Ulusçuluk, insanların dili, dini, soyu, sopu, kültürü, ırkı, siyasi görüşü, zevkleri ne olursa olsun eşittir; diğer bir ifadeyle “vatanım yeryüzü milletim insanlıktır” diyen aydınlanmanın kozmopolitizmi ve hümanizmini; bunun siyasi ifadesi olan bir dünya cumhuriyeti idealini ve programını yok eden; politik olanı önce var olan politik birimlerin sınırlarına göre (territoryal); sonra da o ulusları bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle tanımlayan iki karşı devrimin genel adıdır.
    Katliamları yaratan bu karşı devrimlerdir, yani ulusçuların ve ulusların kendisidir.
    Ulusların ve ulusçuların bugünkü özür dileme veya dilememe; soykırımı tanıma veya tanımama çatışmaları karşı devrimciler arasındaki bir mücadeledir; son duruşmada o karşı devrimi yaşatma ve bugünkü dünyanın koşullarına uydurma mücadeleleridir.
    Bu karşı devrimin kurduğu uluslar sistemini yıkmak, tekrar aydınlanma ideallerine dönmek ve onları ulusların ve ulusçuluğun egemen olduğu bugünün dünyasında uluslara ve ulusçulara karşı yeniden yükseltmek ve tanımlamak ancak yeni soykırımların ve katliamların önüne geçebilir.
    Bugün egemen olan, soykırımı tanıma, lanetlemelerin; bunlarla yüzleşmelerin bu tür katliamları önleyeceği iddiaları ve yargıları koskoca bir yalandır ve yeni katliamların bir hazırlığı olmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
    İşte Avrupa devletleri gözümüzün önünde. Hepsi birbiri ardınca bir zamanlar yaptıkları soykırımları tanıyarak, özürler dileyerek, tazminatlar ödeyerek; var olan ulusal devletler sisteminin yaşamasını sağlamakla kalmıyorlar ama aynı zamanda bu eylemler ulusal devletleri ve ulusal sistemin varlığını sürdürerek, dünyanın siyahlarını, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sistemi içinde bir rezervuara hapsediyorlar. Bu hapishane veya “Bantustan”dan kaçmak isteyenlerin yüzlercesi her gün Akdeniz’in sularına gömülüyor örneğin.
    Katliamları tanıma ve özür dilemelerin bunların tekrarını önleyeceği iddiaları, sadece egemen olan karşı devrimci ulusların ve ulusçuluğun, kendini bu günün dünyasının koşullarına uyarlama çabasından başka bir şey değildir.
    Bugünün dünyasında, en demokratik biçimiyle bile ulusları ve ulusçuluğu savunmak, somut olarak ırkçılıktan başka bir sonuç veremez.
    Bu günün dünyasında savunulacak bir tek acil hedef vardır: ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini reddetmek; yani ulusları ve ulusal devletleri; yani ulusçuluğu reddetmek
    Ermeni katliamının tanınması ve buna soykırım denmesi; bunun için özür dilenmesi ve diğer hukuki sonuçların kabul edilmesi, Türk ulusçuluğu ile çelişmez; aksine akıllı bir Türk milliyetçisi pek ala bunu savunabilir ve zaten bunu savunanlar akıllı ve uzun vadeli düşünen Türk milliyetçileridir.
    Türk devletinin ve ulusunun bekasını amaçlamakta; bunun için de onu çağın gereklerine uygun bir hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu tartışmaların anlamı budur. Türk milliyetçileri arasında bir strateji tartışmasından başka bir şey değildir bugün ortalığa egemen olan “katliam oldu mu olmadı mı”; “soykırım demeli mi dememeli mi” gibi tartışmalar.
    Bütün bu tavrılar, ulusları dillere, dinlere, kültürlere ve tarihlere göre belirleyen çifte kavrulmuş bir karşı devrimcilikle malul milliyetçiliğin, kendini yenileme çabalarından başak bir şey değildir.
    Bu tartışmada, ulusların dille, dinle, tarihle, kültürle, tanımlanmasının reddi ve bunun aslında bir demokratik ulusçuluktan başka bir şey olmayacağı bile tartışılmaz kalır.
    *
    Özür dileme konusu da aynı karşı devrimci özle maluldür.
    Özür dileme, Türk ulusunun ve Türk devletinin varlığını veri kabul eder; başka bir varoluş biçimi olamayacağını ve olmaması gerektiğini gizli bir varsayım olarak kabul eder. Hatta Türk devletinin ve varlığının sürmesini ister. Çünkü ancak kendi varlık nedenini burada bulabilir.
    Hâlbuki bırakalım genel olarak ulusçuluğu bir yana; ulusu bir dille dinle, tarihle, soyla, kültürle tanımlamayı reddeden; böyle tanımlamalara karşı tanımlayan bir demokratik ulusçuluk ve ulus, kendisi bizzat Türk ulusçuluğuyla savaş içinde var olabileceğinden ve Türk ulusu olmayacağından, Ermeni katliamı konusunda özür dileme gibi bir sorunu olmaz. Özür dilemeye kalkması bir ateistin papalığın cinayetleri için özür dilemesinden farklı olmaz.
    Onun sorunu bu katliamların insanlığın vicdanında mahkûm edilmesi; nedenlerinin ortaya çıkarılması olur.
    Bu demokratik ulus kendini Türklük veya Ermenilikle veya Rumlukla veya Kürtlükle tanımlamayacağı; Türklük, Ermenilik, Kürtlük, Rumluk vs. kişisel bir inanç sorunu olacağı; hiçbir dil imtiyazlı olmayacağı; herkesin ana dilinde eğitim hakkı olacağı ve herkesin ana dilinde tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden derlenmiş bir kurulca yazılmış aynı tarih kitaplarını okuyacağı için, onun varlığı bile bugünkü Ermeni Ulusu, Türk Ulusu, Kürt Ulusu gibi kategorilerin reddi olur.
    Onun yapabileceği tek şey, bunun nedenleri olan gerici ulusçulukları mahkûm etmek olabilir.
    Böyle bir ulus olanağını ve gerçek bir çözümü; nedenlerin ortadan kaldırılmasını gündem dışına attığı için, Türk ulusunun varlığını öngördüğü için, özür dileme talebi karşı devrimci ulusçuluğun bir egemenlik aracıdır.
    *
    O halde, bir Marksist, ancak taktik olarak, bugün var olan devlet zayıflattığı için; unutulmuş demokratik geleneklerin hatırlatılmasına hizmet ettiği için; bu günkü Türklük üzerine oluşmuş bu devletin temellerini aşındırdığı için bu tartışmada; Ermeni katliamının hukuki tanımlar çerçevesinde tartışılmasının gerici ve karşı devrimci niteliğine dikkati çekerek, onun insanlığın vicdanında mahkûm edilmesinin ve gerçek nedenlerine karşı savaşın yani ulusların ve ulusçuluğun; politik birimlerin ulusal birimlere dayanması ilkesine karşı savaşın önemine ve gerekliliğine vurguyu yapıp; gündemi bir hukuki tartışmanın karşı devrimci sınırlarının dışına çekmeye çalışır.
    Bizzat bu yazıda yapıldığı gibi.
    *
    Eğer özür dilemek ille de gerekiyorsa, biz Marksistlerin, en tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistlerin özür dilemesi gerekiyor.
    Evet, biz Marksistler ve Sosyalistler tüm insanlıktan tarih önünde özür diliyoruz.
    Bütün bu katliamların sorumlusu biziz.
    Biz Marksistler ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadık.
    Onun Aydınlanmaya karşı, bir karşı devrim olduğun göremedik.
    Onun mirasçısı olduğumuz aydınlanmanın inkârı olduğunu ve bizi bu mirastan bile mahrum ettiğin göremedik.
    Bu nedenle savaşımızda ne ulusun ve ulusçuluğun doğru bir tanımlamasını yapabildik; ne de onu insanlığın önünde mücadele edilmesi gereken en baş düşman olarak tanımlayabildik.
    İşin kötüsü sonunda bizzat bizler ulusçulara dönüştük. Yeryüzündeki, hem de en gerici tarihe, dile, kültüre dayanan ulusların kurucuları ve bu ulusçulukların taşıyıcıları olduk.
    Eğer biz Marksistler, sosyalistler bu doğuştan günahla malul olmasaydık tarihin gidişi bambaşka bir yol izleyebilir; insanlık bu acıları çekmeyebilirdi.
    O zaman sosyalistler ve komünistler; ulusları ve ulusçuluğu yeniden üreten ulusal Partilerde (yani modern tarikatlarda) örgütlenmezler, uluslar ve ulusçuluk karşı devrimine karşı savaşan Aydınlanma’nın bir Rönesanssını; öze dönüşünü ifade eden bir Din kurarlardı Partiler (Tarikatlar) var olan dini sorgulamazlar. Klasik sosyalist partilerin hiç birisi uluslara karşı savaş açmadı ve onları içinde hareket ettikleri tarafsız ortamlar gibi gördüler.
    Bunu yapamadığımız için insanlıktan özür dileriz.
    Elbet bu Özür’ün sadece simgesel ve retorik bir anlamı vardır.
    Bizlerin bu eksiği görmeyişimizin tarihsel ve toplumsal nedenleri vardır.
    Esas olan teorik ve programatik olarak değişikliğin yapılıp yapılmadığıdır; bu suçtan kurtulunup kurtulunmadığıdır.
    Bugün rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Ulusları ve ulusçuluğu açıkladığımız gibi; neden açıklayamadığımızı da hem sosyal nedenleriyle; hem de metodolojik nedenleriyle açıkladık.
    Bu açıklamanın sonuçlarını somut bir programa kavuşturduk.
    Yani Marksizm’in Marksist bir eleştirisini yaptık.
    Bizzat bu yazı bunun bir kanıtı değil mi?
    Bu teorik açıklamayı ve programı yok sayan, susuşa boğun, gündemden düşüren her girişim gelecekteki katliamların hazırlığından başka bir şey değildir.
    Çünkü onlar ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun Marksist tanımlanması gündemden düşürmektedirler.
    Tartışmayı ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarına hapsetmektedirler.
    Demir Küçükaydın

    21 Nisan 2015 Salı

    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/04/soykrm-kavramnn-ve-ozur-dilemenin.html