Bayraklar…

 24_Nisan_anti-pop

Bayrakları bayrak yapan kandır ama bu, o bayrak uğruna ölenlerden çok o bayrak uğruna öldürülenlerin kanıdır.

Dolayısıyla aslında bütün ulusal bayraklar (ve hatta bütün ideolojik bayraklar da) egemenlik ve tahakkümün temsilcisidirler. Ve bayrakların hepsi zorbalık, bağnazlık ve yanılsamayla (ya da aldatmayla) korunurlar.

Bayrak konusunda en çok gürültü koparanlar devletler ve onların temsilcileridir. Çünkü her ulusal bayrak bir devlet zorbalığının simgesidir. Devletler bayraklarını, tahakküm ve egemenlikleri altında tuttukları halkların üzerinde demoklesin kılıcı gibi her daim sallandırırlar ve aynı zamanda birbirlerine karşı da sallarlar. Bununla, halklara, bak beni temsil eden bu bayrağı benimseyeceksin, benimsemezsen bu bayrağın sopası senin kafana iner demek isterler. Diğer devletlere de, bu bayrak benim egemenlik alanımı temsil eder, sakın bu egemenlik alanına kendi egemenlik sembolün olan bayrağı dikmeye kalkma demiş olurlar. Böylece bir zorbalık ve tehdit sürer gider.

Bu böyle olmakla birlikte, en kötüsü, aslında o devlet tarafından ezilen halkların, ulusal bayrağın kendilerini temsil ettiği yanılsaması içinde olmalarıdır. Ezilen halkların iyice ezilen kesimleri gerçekten böyle bir yanılsama içinde olmakla birlikte en yoksul kesimlerinin bayrağı fazlasıyla benimsermiş gibi görünmelerinin ardında esaslı bir savunma psikolojisi yatar. “Ben herkesten milliyetçiyim, bayrağıma sahip çıkarım” gösterileriyle mesela gecekondusunun devlet tarafından yıkılmayacağını ya da grev yaparken ulusal bayrağın kendisine bir haklılık sağlayacağını düşünürler. Çok kısa vadeli bakıldığında bu kurnazca taktiğin onlara az da olsa bir savunma olanağı verdiği düşünülebilir ama gecekonduyu yıkmaya gelen belediye ekiplerinin ardındaki polisin kolunda da aynı ulusal sembolün kokartının olması tuhaf bir çelişkili durum yaratır. Acaba gecekondusunun camına bayrak takan mı o bayrağı gerçekten temsil etmektedir, yoksa gecekondu yıkımındaki görevli polis mi? Tabii ki ikincisi ama gecekondulu yoksul ya da grevci işçi bu gerçeği mümkün olduğu kadar göz ardı etmekten yanadır. Çünkü ona haklılık sağlayacak tutunabileceği başkaca bir sembol görememektedir ortada.

Bu masumane ya da kurnazca taktiği bir ölçüde anlamak mümkündür ama ulusal bayrağı gerçekten benimseyen ezilen insanların bir ideolojik hegemonya simgesine içtenlikle sarılması gerçekten üzücüdür. Çünkü böyle bir durumda ideolojik hegemonyanın içselleştiğini görürüz ki, hegemonyanın yıkması en zor olanı budur. Bu, bir anlamda, kölenin kölelik düzeninin gönüllü savunucusu olması gibi bir şeydir.

bayrak-diregi-ÖzlemGunyolÖzlem Günyol-Bayraklar

Bütün ideolojik hegemonya simgeleri gibi ulusal bayrakların da aslında küçük bir egemen azınlığın ezilenler üzerindeki tahakkümünün simgesi olduğunun anlatılabilmesi elbette önemlidir ama bu noktada önceliğin neye verilmesi gerektiği gündeme gelir. Her Allahın günü ulusal bayrakların esas anlamını mı anlatmaya çalışmalıyız, yoksa bunu, egemenlerin teşhiri mücadelesine mi tabi kılmalıyız? Bence ikincisi. Sembollerle uğraşmayı birinci plana almak esas sorunu göz ardı etmeye götürebilir. Ayrıca bu tür sembolleri daha doğduğu günden beri bilinçsizce benimsemiş insanların dikkatinin esas sömürü mekanizmalarına yönelmesini önleyebilir ve kör milliyetçilikle çekişmek birçok insanı gereksiz yere karşı safa itebilir. Aynı din meselesinde olduğu gibi. 1960’ların ilk yarısında yeni solcu olanlar işe önce “Allah var mı yok mu” tartışmasıyla başlarlardı. Doğal olarak bu, dikkati esas sömürü ilişkilerinden gereksiz bir felsefi alana çekerdi ve birkaç adım sonra din konusunda uyanabilecek insanları baştan karşı tarafa iterdi. Bayrak meselesi de böyledir.

Bununla birlikte, egemenlerin, bayrak konusu gündeme geldiğinde ya da herhangi bir olayla gündeme getirildiğinde bağnaz milliyetçi güdüleri gıdıklamaları karşısında da sessiz kalmak doğru olmaz. Konu gündeme geldiğinde ulusal bayraklar ve genel olarak bayraklar konusunda tavrımızı açıkça ortaya koymalıyız. Bu konudaki bağnaz kuru laf ebeliklerinin karşısında gerilemeye gerek yoktur.

Bunu yaparken, herhangi bir ulusal simgenin karşısında, daha “mazlum” olduğunu düşündüğümüz bir başka ulusal simgeye hoşgörü göstermek ya da onu benimsemek de saçmadır. Örneğin, İngiliz solcularının bir kısmı, savaş karşıtı mitinglerde Filistin bayrağı taşımayı bir devrimcilik göstergesi sanırlardı. Evet ama böyle yaparak Filistin halkının haklı davasını dar bir milliyetçiliğe, geleceğin bir başka devletine mahkûm etmiş olmuyor musunuz? Bir ulusal simgeye karşı bir başka ulusal simgeyle mücadele edilemez. Bütün ulusal simgeler – birbirine karşı savaşıyormuş gibi görünenleri de dâhil – aslında halkların tepesinde topluca bir tahakküm simgesidir.

Bayraklara ilişkin bir diğer nokta da şudur: Bir devletin ideolojik hegemonyasının gücüyle ulusal bayrağı konusunda gösterdiği bağnazlık ters orantılıdır. Yani bir devletin ideolojik hegemonyası ne kadar zayıfsa ulusal bayrak konusunda o kadar bağnaz ve zorlayıcıdır. Ama kendi ideolojik hegemonyasından emin olan devletler bayrak konusunda o kadar bağnaz ve dayatmacı değildirler. Örneğin ABD’de bir kadın, Amerikan bayrağından şort giydiği zaman bu orada “bayrağa hakaret” olarak değil, sadece hoş bir moda olarak algılanır. Ama aynı şeyi diyelim ki Türkiye’de yapsanız herhalde kıyametler kopar. Dini semboller konusunda gösterilen bağnazlıkla çok benzeşir bu durum ve esasında kültürel bir bakışı da yansıtır. Batıda İsa’yı dalgaya alan bir film çevirebilir ya da karikatür yapabilirsiniz ama Türkiye de dâhil İslam ülkelerinde bunu yapmak taşlanmayı, öldürülmeyi göze almakla aynı anlama gelir.

Tabii hele bir de bu tür bağnazca tepkileri alenen teşvik eden bir başbakan varsa o ülkede.

Son olarak, halihazırda ulusal bayrak haline gelmemiş, çeşitli ezilen kesimlerin kendi özel ideolojik bayrakları konusuna değinmekte fayda var. Bu, bir parti bayrağı olabilir ya da taşıyanlar tarafından işçi sınıfını temsil ettiği farz olunan, çark başak gibi semboller olabilir. Bunlar, Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi (orak-çekiç) bir devletin bayrağı ya da bir ulusal bayrak haline gelmediği sürece ulusal bayraklara göre bir ölçüde hoşgörüyle karşılanabilir. Bununla birlikte, her ideolojik bayrak da aslında kendi dayandığı kesim açısından bir tahakküm sembolü rolü oynayabilir. Mesela parti içinde bir hizip çıktığında, ona karşı “parti bayrağımıza ihanet ettiler” ya da “parti bayrağımızı bölücülere karşı savunalım” denebilir. Veya gerçekten işçi sınıfını temsil eden bir sembol bile yerine göre baskıcı ve dayatmacı olabilir. Böyle sembolleri yumuşatan, örneğin eşcinsellerin gökkuşağı rengi bayrakları çoğulluğu gündeme getirdiğinden bugünün mücadele koşullarına daha elverişli gibi görünebilir ama eşcinsellerin egemenliğindeki bir alanda gökkuşağı rengi bayrakların yanı sıra diğerlerinin bulunmasına da yer verilip verilmeyeceği pek o kadar belli değildir. Böyle bir çoğulluğu, Gezi’de görüldüğü gibi, kimsenin tek başına egemen olamadığı ama herkesin birlikte egemen olduğu durumlar sağlayabilir, ancak böyle bir güçler dengesinin de her zaman garantisi yoktur.

Sonuç olarak, aslında her türlü bayrağın ortadan kalkması belki de insanlık açısından en hayırlı durum olurdu.

Anarşistlerin, gösterilerin sonunda kendi bayraklarını yakması belki de böyle bir geleceğin, tahakkümsüz bir toplum özleminin sembolik ifadesidir.

Kendi bayrağını gönüllü olarak yakan, her türlü egemenlik ilişkisinden gönüllü olarak vazgeçtiğini de anlatmış olmaktadır. Mesele sırf bununla hallolmayacak olsa da.

Tek_anti-pop_2009

 

Gün Zileli

10 Haziran 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yeni Bir Toplumsal Özgürlük Partisi’ne İhtiyaç Var

(Bir yerel seçim sonrası yazısı) Seçim sonuçlarına elbette sevindik. Bu yerel seçim, otoriter bir iktidarın …

40 Yorumlar

  1. kıcı kırık polıs ; ” ben devletı temsıl edıyorum ” der durur. memur devletı temsıl edemez . devletı sadece cumhurbaskanı ıle yabancı ulkelerdekı buyuk elcıler temsıl eder.
    t.c bayragı turk ırkının bayragı degıldır. tc devletının bayragıdır.
    bıtkı ve hayvanların atası ortaktır. ırk tanımlaması bılımsel bır tanımlamadır polıtık bır tanımlama degıldır.
    burjuva ulus devlet sınırları yapaydır gunu gelınce mıadları dolunca yok olacaklardır.
    dün ” vatanımı cok sevıyorum ” dedıgımızde emperyalıst osmanlının ısgal ettıgı bulgarıstanıda sevıyorduk . sımdı ” “vatanımı sevıyorum ” dedıgımızde bulgarıstan ı sevmıyoruz.
    akıllı bır ınsanın sevgısını burjuva devlet sınırları ıle sınırlaması salaklıktır.
    devlet baba degıldır sermaye sınıfının halkı yonetme -sömürme organızasyonudur.
    nufusunun yarısı kürt olan bır yöreye turklerın dıyarı turkıye demek sacmalıktır.
    “anadolu devletı ” desek bır mantıga sıgar.
    vatan sevgısı bayrak dıkerek haması nutuklar atarak gösterılemez.
    daha cok sosyal adalet , daha cok bılım , daha cok sanat, daha cok ekmek , ıs ,özgurluk ıle gösterılır.
    bayrakları bayrak yapan uzerlerındekı kan degıdır . bayrak ımalatcılarıdır.
    ırkımız ınsan memleketımız tum dunyadır.
    bu dunyada temelde ıkı ulus vardır. asalaklar ve emegı ıle gecınenler.
    yurt ısgalcıye art nıyetlıye karsı karsı elbet savunulur
    ama vatanı asla tabulastırmamak gerekır. ozgur olacak ısek esıt olacak ısek
    bayragıda devletıde yok etmek gerekır. bıcım degıl öz muhımdır.

    dün kürtlere ermenılere rumlara suryanılere solculara vb yapılan ezıyetlere ses cıkartmayanların bugun sılıvrıye doldurulup kuyruklarına basılması ıle feryat fıgan etmelerı kolpalıktır.
    akp ıle chp -mhp arasındakı kavga özunde rant kavgasıdır.
    yoksa akp de chp de mhp de batı kapıtalızmının uşagıdır.

    bunca katlıama somuruye halk dusmanlıgına ımza atmıs bır burjuva devletının bayragını savunmak gerı bır tavırdır.
    bu tavrın kokenınde bılgısızlık ve resmı ıdeolojı tarafından kandırılmıslık yatmaktadır.

  2. Neden Kızıl Bayrak?

    Köle ayaklanması önderi spartaküs kölelerle köleci ‘soylular’ arasında yapılan meydan muharebelerinden birinde nalları dikmiş (atları tenzih ederim) bir kölecinin kana bulanıp kıpkırmızı olmuş pelerinini zaferini ıspatlamak adına mızragına takıp bayrak gibi havada sallar.(bu sahneyi cnbc-e deki bol sevişmeli tırt spartakus dizisinde göremezsiniz) Komünistlerin kızıl bayrak sevgisi bu olaydan kaynaklanır.
    Bu bilgi ışıgı altında ‘Fasizmi döktügü kanda bogacagiz’ demek hatalı bir yaklaşımdır.çünki komünizmin bayragındaki kan isçilerin,halkın kanı degil burjuvazinin kanıdır.
    Fasizmin döktügü kan bizim kanımızdır.Kanımca dogru slogan; ‘fasizmi kendi kanında bogacağız’ olmalıdır.

    kara bayragıda gun agabey yazsın:)

  3. Scene from “Casablanca” movie ..1.5 dk nizi ayirin bu Dünyanin en güzel filmin en etkileyici bölümünü izleyin..

    Fikir olarak tamamen yaziya katilsamda burda bir komminstin alman nazilerine karsi fransiz marsini baslatmasi tüyler ürpertici bicimde islenmis…. defalarca izledim..

  4. sembolleri fetişleştirme, bumerang etkisi yapar…. bu yüzden anarşistlerin “bayrakları yakalım, devletleri yıkalım” sloganı ne kadar da anlamlıdır…ve eylem ardından bayraklarını yakmaları…

    “sırça köşkte oturan, gecekondu camına taş atmaz…” diye bir söz var…başkalarının sembollerine saygısızlık edenler, karşılığını görünce de feveran edemez… bayrak türkün ise eğer, kürdün değil demektir. yok eğer tüm “vatandaşları” temsil ettiği iddia ediliyorsa, o halde “vatandaşlar arasında hak eşitsizliği” giderilmeden, bu mümkün olmaz…elbette bunlar, “devlet” mantığı içinde kalan ifadelerdir…anarşistler böyle düşünmez…

  5. hayret bir sey,turkiye bayrak histerisiyle tozuttu.yaziiiiiik !!!

  6. Devletler halkları gönderlerine dokunarak kontrol-manipüle eder. Aynı bir plak çaların, ses gönderi boyunca düğmesinin yükseltilip, alçaltılmasıyla dansın ve atmosferin çalan tarafından belirlenebildiği gibi.

    “Neden-sonuç” diyalektiğinden koparılmış bir halk; bir dünya.
    Nedenler neler olabilir? Bayrak neden indirilir-indirtilir, halklar neden bayraklar üzerinden birbirinden nefret ettirilir? Neden asıl tartışılması gereken yerine, insanlar tüm güçleriyle “Kürt”-“Türk” kelimesine saldırır-saldırtılır?
    Çünkü biz kelime ve masallarla büyütüldük, eğitildik. Çünkü bizim beyinlerimize insanlıktan önce “ırklık” çivilendi. Çünkü, bir çocuğun kanının, bayraktan daha değerli olduğunu, tam tersine çocuğu öldürenin dünyadaki tüm bayraklar olduğunu bizden sakladılar. Çünkü bir çocuğun tabutunun üstünün sadece annesinin onu ninnilediği beyaz çarşaf olması gerektiğini bizden sakladılar.

    Ve işte şimdi, şu an;
    Geldik gene o müthiş Kızıldereli deyişine tosladık:
    “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

    Nükleer reaktörler ve savaşlara isyan etmeyen halkların gelecek çok yakın bir zamanda sıcaktan gebermesini, çölden ibaret kalmış bir gezegenin gönderlerine sonuna kadar çekilmiş dünya bayraklarının gölgesi kurtarmayacak.

    Ne kadar bayrak, o kadar ölüm. Kafana taktığın o bayrak, yakında tabutunun üzerinde olacak. Sana okullarda öğretilen, senin sonun olacak.
    Bu topraklarda Türk ler, Kürt ler, Ermeni ler başta olmak üzere tüm halklar yakın zamanlara dek kardeşlik içinde yaşıyor, evlerinin kapıları Allah misafirlerine daima açıktı desem, daha önce de milyonlarca kez söylenildiği gibi, kar eder mi?

    Savaş diye bağıran faşist medyaları ve sosyal medyada görülen ırkçı paylaşımlar, işte tam da devletin-devletlerin-kapitalizmin bizden görmek istediği örnek davranışlardır.
    Aferin sana uslu çocuk!
    Our boys have done it!

  7. ooo liberalizm, alırım bir dal.

  8. ……o kürt çocuk yakalandiginda deseki:
    O bayrağın altındaki güçlerin işledikleri ‘faili meçhul cinayetler’de benim yakınlarım öldü.
    O bayrağın altındaki güçler, benim ailemin yaşadıkları mezraları, köyleri yaktı.
    O bayrağın altındaki güçler, benim büyüklerimi zorla göç ettirdi.
    O bayrağın altındaki güçler, benim abilerime, anama, babama işkence yaptı.
    O bayrağın altındaki güçler, benim abilerimi, ablalarımı şehit etti dağlarda.
    O bayrağın altındaki devlet, benim dilimi, Kürtçe’yi inkâr etti. hasan cemal t 24

  9. bütün provake edici sartlara bütün fasist soven güclerin propagandasina ragmen sokaga cikan bayrakci kitle ile her ne kadar tepkili de olsa demokratik bilincten henuz uzak olsada , sokaga cikmayan büyük sessiz evde oturan türk cogunluk oldugunu dusunuyorum… bu bizlere görevler yüklüyor. tersinden milli tepkiler degil…. sanildigi kadar büyük degil o kitle, evet bizde cok zayifiz, kazanilmasi mumkun milyonlar var, ve bu is oyle iki ajitasyonla olmuyor…bayraklar milletler milliyetciligin ne oldugunu ilkesel duzeyde, bayrak millet diyenlerin bayrak ve milletten ne anladiklarinin teshiri, her tavsani kendi tazisina yakalatmak ,her tarafin nato ussu bati emperyalizmi icin suriyede tetikcisin senin bayragin milli onurunmu kalmis. bir tek kurdu döverken efeleniyosun hadi ordan.

  10. ne diyeceğim. Kemal Okuyan şimdi ne diyor, merak konusu olan o. “Faşizmin elinden alınmış” Türk bayrağının kimlerin elinde olduğu belli.

  11. ihtimal ki bayrak olayı bir provokasyon. “taraflar cb seçimi öncesi, taraftar -tabanlarını “konsolide etme” gayreti içinde olabilirler ve bu tip konsolidasyon siyasetin şanındandır, örnekleri var…

    bir ihtimal de, IŞİDin ırak ve suriyedeki gelişen hakimiyetinin bölgede yaratacağı olası “dehşet günleri” öncesi, ilginin buralara kaymasını engellemek. ama görünen o ki, “devletimiz”, el-kaideIŞİD KONUSUNDA TEMELLİ BİR ÇÖKÜŞ sürecine girmek üzere…dolayısıyla bu dikkatleri dağıtma cambazlığı da sökmeyecek…

    gene de her ne sebeple olursa olsun, anarşistler için, kendilerini ifade imkanlarının iyi değerlendirilmesi gereken günlerdeyiz…mesela bayrak fetişizminin toplumu getirdiği nokta, bu süreçte nasıl bir tablo doğurur sorusunu tartışmak önemli gibi geliyor bana…

  12. öcalan ve hdp:”bayraklara saygılıyız” “olay komplo olabilir araştırılsın “dedi. tayyip: “çocukta olsa bayrak indireni indirmeyen askerlerden hesap soracağız “dedi. chp: atalarının şerefinden bahsetti.asker: “çocuk oldugu için müdahale etmedik”dedi. ve şimdi burjuva basın provakatörün polis tarafından yakalandıgından bahsediyor. “barış süreci” varya;öcalan temkinli,tayyip züccaciyeci dükkanına girmiş bir fil gibi. chp nin yarayı kaşıyan tavrı, tsk nin alışılmadık hümanizmi mhp ve bbp gibi gladio partilerinin hemen protestolara başlaması herşeyi açıga çıkartıyor. olay geçmişte hadep kongresindeki bayrak provakasyonuna benzer bir şey.yapanlar ogün samastın eline bayrak tutuşturup fotograf çekilenler.imralı temkinli chp,tsk,mhp provakasyon elamanı.tayyip ise cahil,milliyetçi ,olayı kavramadan hemen gaza gelen sonraki hamleleri hesaplamayan biri.halkın beyni ilkel bir milliyetçilikle zehirlenmis.

  13. anarşistlerin gösterilerden sonra kendi bayraklarını yaktıklarını bilmiyordum. alkışlık bir hareketmiş gerçekten.. 🙂

  14. Anti-pop’un grafiği çok etkileyici: Ne millet, ne vatan, ne bayrak, ne devlet. Bir açıdan, Aydınlanma düşüncesinin mantıki sonucu değil mi bu? Vatan, bayrak ve millet, zaten akıldan çok duygulara gönderme yapan kavramlar. Devlet belki bir zamanlar rasyonel bir kavramdı ama bugün o özelliğini yitirdi. Bu açıdan anarşizmin Aydınlanma düşüncesinin mantıki sonucu olduğu söylenebilir belki de. Ama şu da var: Anarşizm de bir zamanlar milletten, bayraktan fazlasıyla yararlanmamış mıydı? Bakunin’in Slav takıntısını, 19. Yüzyıl sonunda çevre ülkelerde milliyetçilikle yapılan işbirliğini vs. kastediyorum. Üstelik yukarıdaki yorumculardan birinin söylediği gibi kimi liberaller de bugün devlet-millet-bayrak meselelerinde üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylüyor. Neyse, öyle düşünüyorum işte.

  15. bir okur; bir dost

    üstad; 1970 li yılların ikinci yarısından beri seni beğenerek okuyorum. son yıllarda daha da fazlası.. son yazıların kızgın kalıplara kurşun döker gibi;.. döktürüyorsun. ”’Bayraklar…”’ ı okuyunca çok da duygulandım. dünyanın merkeziyle (çekirdek) yıldızlar (sonsuzluk arasında) gidip geldim. insana bayrak mı lazım; akıl mı?
    eline sağlık..

  16. Bayrak meselesi

    Seyfi Cengiz

    Haberlere göre HDP meclis grubu bugünkü (10 Haziran 14, Salı) toplantısını Diyarbakır’ın Lice İlçesi’nde yapmış.
    Burda konuşan HDP Eş Başkanı Sebahat Tuncel, Diyarbakır 2’nci Hava Kuvvet Komutanlığı’ndaki bayrağın indirilmesi konusunda, “…bayrak indirme olayı bir provokasyondur“ demiş.
    Provakatörün kim olduğu konusunda kafam karıştı benim.
    “Bayrak direğine tırmanan çocuk“ mu, yoksa Türk Genelkurmayının ağzıyla konuşanlar mı?
    Sahi Türk bayrağı Kürdistan’da neyi, hangi “saygın değeri” temsil ediyordu?
    Kürdistan sömürge değil miydi?
    Kürdistan işgal altında değil miydi?
    Yoksa?

    https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/bayrak-meselesi/747785011939197

  17. “Tepekule Kongre Merkezi’ndeki toplantıda konuşan Kemal Okuyan’ın Türk bayrağı çıkışı alkışlarla karşılandı…”
    “Stalin’i Anlamak” kitabını yazan bir “yazarın” bu noktaya gelmesi beni nedense hiç şaşırtmadı… Bu karakterlerin en büyük yanlışı, en başında yanlış bir yola, “sola” sapmak… Bu hırs, be emek, bu arzu ile gitseydi sağ partilere… Kesinlikle bakan olurlardı… Yoksa o, başbakan mı olmak istiyordu? …. O zaman daha da yazık! ne büyük hesap hatasıymış tüm hayatları…. İnsanın kendi hakkındaki yanılsama “sıradan” bir kusur olarak hoşgörülebilirse de, bu tür “büyük” yanılsamalar gülünç olmaya başlıyor…
    “Vidasını” az daha sıksa, D. Bahçeli’nin yerine geçebilir mi yoksa?
    Yazık… Ne de yazık!

  18. Bayrakperestler kimlerdir?
    Ümmetçi değil ulusçu, saltanatçı ve hilafetçi değil cumhuriyetçi, Osmanlıcı değil Türkçü, yobaz ve gerici değil ilerici, Ortaçağ zihniyetli değil aydınlanmacı, teokratik değil laik, çağdışı değil çağdaş olduğunu söyleyenler değil mi? O halde bu kavramları aşmak için bir zihin devrimine ihtiyacımız vardır.

  19. bayrak fetişizminin bilince çıkarılması , bu fetişizmin ürettiği tahakküme dikkat çekilmesi ve protesto edilmesi için, anarşistlerin kendi bayraklarını yakma… ardından da her kesimi kendi bayraklarını yakmaya davet etme-çağırma eylemi anlamlı olur mu-ydu?

  20. völvölvölvöl

    Kendi bayrağını yakmak bir daha o bayrağı taşımayacaksan anlamlı olur, değil mi?

  21. kendi bayrağını yakma esprisi hoşmuş ama aynı zamanda biraz da boş gibi. çünki o yakacağı bayrağı mitinginde taşıdı ve dalgalandırdı.

    yine de hoş. ama yine de sonuçta kendi içinde çelişkili. kara bayrağı da yakıyorsun ve simgenin temsil ettiği kavramın ve değerin de içeriğine nihilist bir ok saplamış oluyorsun.

    bayrak iktidarı ve onun egemenliğini temsil eder. ama aynı zamanda yaşamaya devam eden kitlelerin maddi yaşamını güvence altında tutan bir düzeni de temsil eder.

    kavramlar ve onun temsil ettiği değerler ancak daha ileriye dönük hamlelerle aşılmalıdır. yoksa sadece aşma amaçlı girişimler fazlasıyla saçma.

    millet kavramı da devlet düzeni de ancak ve ancak sınıfsız ve devletsiz, tek insanlık ailesi ütopyası temelinde aşmaya çalışıldığı sürece anlamlıdır. bunun da maddî koşulları vardır. bu olmadan yapılan girişimler ne yazık ki, laf ve güzefdır.

    bizdeki anarşistler kendi bayrağını yakma olayını bilmiyorlar galiba.

  22. bu eylem daha önce yapılmıştı, yanılmıyorsam…bir grup anarşist arkadaşın, bir miting ya da eylem sonunda böyle bir “kara bayrak” yaktıklarını hatırlıyorum, ama hangi eylem ya da eylemdi, doğrusu çıkaramadım.

    burada amaç, fetişist simgeler üzerinden kurulan iktidar biçimlerini, kendi simgelerinden başlayarak bir sorgulamadır. ve bence günümüz gerçekliğine denk düşen, anlamlı olabilecek bir eylemdir, diye düşünüyorum. takdir arkadaşların…

  23. Sanırım 1994 1 Mayıs’ında ilk kez uygulandı.

  24. olabilir…sanırsan sezai sarıoğlu nun mu, kimin, bir gazetedeki yazısında da bahsedilmişti.

  25. Anarşistlerin bayrak yakma alışkanlığı, sanıyorum bir süredir unutuldu. İyi de oldu, çok apolitik, uhrevi bir merasimdi. Sanıyorum bir de artık, çok daha sık ihtiyaç oluyor kara bayraklara, o nedenle tutumlu olmak revaçta.

  26. sadece sembolik bir eylemdi. Çok da anlamlıydı bence.

  27. Niyet iyiydi de, bence bayrak ve semboller devrimden sonra terk edilmeli.

  28. doğru ama bugünden de antrenman yapmakta fayda var.

  29. Bayrak kendi reklamini yapmaktir. Olabildigince az ve olabildigince islevsel kullanilmali. Cunkum…

    Eger duyusal olandan simgesel olana gecis bir tur aydinlanma ise (bazi acilardan karanliklasma da olabilir, mesela para denen simgenin icadi aslinda anal donem komplekslerinin yinelenmesidir), simgeselden farkindaliga gecis de bir tur aydinlanma sayilabilir. Cunku simgesel duyusaldan cok daha evrensel olmasina ragmen, sonucta “birilerinin” simgesidir hep. Insalik bayragi diye bir sey yok mesela. Olsaydi bu insan disi aklin varligina delalet ederdi, ki bu durumda yine evrenselden tikele geri inmis olurduk. Soylence duzeyinde Suleyman’in cinler ordusunun tasidigi bayraklar boyle bir durum ornegin.

    Ama en evrensel olana varacaksak, o zaman simgesellik yerine oz farkindalik, yani kadim literaturde kendinde degil kendisi icin olmak denen hadiseyi bir an once hayata gecirmek gerek.

    Buna en guzel ornek, Temmuz 17de bolseviklerin yaptiklaridir. Sovyet Bolseviklerin simgelerini yasaklar. Kendi adlarini yazdiklari pankartlara izin yoktur. Bolsevikler de madem oyle iste boyle tavrini alarak yalnizca talepleri iceren sloganlariyla katilirlar. Sonuc muhtesemdir. Tek bir bolsevik simge yoktur ama gosterideki sloganlarin tamamina yakini bolseviklerindir. Petrograd o gun bolseviktir.

    Bayrak yakma gibi romantizm iceren yine simgesel eylemler yerine oz farkindaligi gelistirmek gerek. Hala ergenlige ulasamamis sagina soluna simge takan gencleri baska sekillerde kazaniriz zaten. Merak buyurmayiniz.

  30. Dünya Futbol Şampiyonası ve Uluslar

    Nasıl tanrıya inananların tanrının ne olduğuna ilişkin tanımlarından tanrının ne olduğu; bir dine inananların o dine ilişkin tanımlarından o dinin ne olduğu anlaşılamazsa; ulusçuların ulus tanımlarından da ulusun ne olduğu anlaşılamaz.
    Bütün klasik ulus teorilerinin uluslar ve ulusçuluk karşısında hiçbir açıklama sunamamalarının temel metodolojik nedeni bu yanlışı yapmalarıdır. Onların hepsi ulusların ulusçuluk hakkındaki tanımlarından hareketle ulusun ne olduğunu anlamaya çalışırlar.
    Ama biraz dikkatli baktığımızda, ulusun ne olduğuna ilişkin ulusçuların tanımları aslında normatif tanımlardır; yani ulus olmanın koşulunu belirleyen normatif tanımlardır. Normatif tanımlar bizlere toplumsal gerçeğin özünü vermez, onu açıklamaz ve analiz etmeye yaramazlar. Normatif tanımlar ise toplumsal ilişkileri belirler, sınırları düzenlerler.

    Normatif tanımlardan hareketle ulusun ne olduğunu kavrama çabası; normatif tanımları birer analitik kavrammış gibi ele almaktan başka bir anlama gelmezler ve bu nedenle sosyolojik gerçekliği anlamanın aracı olamazlar.
    Tam da bu metodolojik hataya denk düştükleri için, tanrıya inananların tanrı tanımından hareketle tanrının ne olduğu; bir dinin din tanımından hareketle dinin ne olduğu; ulusçuların ulus tanımlarından hareketle ulusun ne olduğu anlaşılamaz.
    Sosyolojinin konusu ise, sadece tanrının, dinin veya ulusun ne olduğunu tanımlamak, bunları tanımlayacak analitik kavramları geliştirmek değildir; aynı zamanda neden tanrının, dinin veya ulusun da inananlar, dinler ve ulusçular tarafından öyle tanımlandığını da açıklamaktır.
    *
    Uluslar ve ulusçuluğun kendisi, Aydınlanma kozmopolitizmi, humanizimi ve evrenselliği karşısında bir karşı devrimdir.
    Aydınlanma, tüm insanları aynı bayrak altında toplayabilmek için dili, dini, soyu, sopu ne olursa olsun bütün insanlar eşittir diyordu. Bu eşitliği sağlamak için de, bir özel politik ayrımı yapıp; bunları kişilerin özel sorunu olarak tanımlıyordu.
    Aydınlanma’nın zıddı ve Aydınlanma’ya karşı bir karşı-devrim uluslar ve ulusçuluk ise, bu eşitliğin aracı olarak koyulmuş özel politik ayrımında politik olanı bir ulusla veya toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayarak insanların eşitliğinin, hümanizm ve kozmopolitizmin yerine ulusların eşitliğini; ulusçuluğu insanların ayrımını getirmiştir. Bunun metodolojik temeli ise pozitivizm; ideolojisi sosyoloji olmuştur. Ancak bu ulusçuluk bile daha sonra ikinci bir karşı devrim yaşayan ulusçuluğa göre demokratik kalır. Bu nedenle kendisi zaten karşı devrimci olan ulusçuluğa bu farkı belirtmek için, demokratik ulusçuluk diyoruz.
    Ancak bu karşı devrimin bile içinde bir ikinci karşı devrim daha gerçekleşmiştir. Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop, kültür, kader, tarih ve ortak yaşantı birliği veya bunların çeşitli kombinasyonları ile tanımlamak. Bu ulusçuluğa da iki kez karşı devrim yaşamışlığı nedeniyle çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk veya kısaca gerici ulusçuluk diyoruz.
    Ancak bu çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluklar bile kendi içinde karşı devrimciliğin derecelerinde bir diziliş içindedirler.
    Ulusu bir ırkla, soyla tanımlayan bir ulusçuluk ile bir kültürle tanımlayan ulusçuluk arasında da bir fark vardır.
    Bunların hepsi bir şekilde ulusu bir tarihle tanımlamaya varırlar. Bu tarihsel kökler iddiası ne kadar eski ise (ulus ne kadar yeniyse o kadar eskiye gitme iddiası da vardır) o kadar karşı devrimci şeklinde bir skala bile oluşturulabilir. İnsan türlerinin oluştuğu döneme kadar geri gidenler (Irklara göre tanımlayanlar); dinlere göre tanımlayanlar; dillerle, kültürle tanımlayanlar gibi.
    Çok kaba hatlarıyla, “ülkü birliği”ne dayalı; ulusu geçmişle değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar olduğu; geçmişle tarihle tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında birçok gri tonu bulunmaktadır.
    Bu tarihle tanımlayan gerici ulusçuluklar içinde, bir de “Avusturya Marksizm’i” kökenli ulusu bir ortak “kader” ve “yaşantı birliği” olarak tanımlayan bir eğilim de vardır.
    Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizm’i, ulusun ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele alır.
    Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik gibi görünmeye başlar.
    İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri dinlerler.
    Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, o kritere uygun ulus diye bir “şey” olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikri ortaya çıkar ve yerleşir.
    Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan ulusçuluğun, devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu görüşü yayılır.
    Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçular olduğu biçiminde görülür.
    Bu nedenle, ulusu nesnel olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle, düşüncenin varlığı belirlediği yaklaşımıyla damgalıdır.
    Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel görünen kriterlerle tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
    *
    Her neyse, konumuz bu değil. Şu ulusçuların ve onlar içinde de “Avusturya Marksizmi”nin “ortak yaşantı ve kader birliği” kriterine dönelim.
    Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı birliği, kader birliği olduğunu var sayalım.
    Bugünün dünyasında ulusçuluğun her biçiminin nasıl saçma bir hale geldiği en iyi futbol karşılaşmalarında görülmektedir.
    Örneğin artık Türkiyeli göçmenlerin çocukları Alman milli takımında bir yıldız olmakta (Özil veya Zidane); veya Almanya’da büyümüş, Türkçeyi kırık konuşan Almanyalı çocuklardan toplama milli takımla Türkiye dünya üçüncüsü olmaktadır.
    Ya da herhangi bir milli takımın oyuncularının neredeyse çoğu başka ülkelerin takımlarında oynamakta; milli takımlar dünyanın dört bir yanında top koşturan oyunculardan oluşturulmaktadırlar. Aslında ekonomi temelinin artık ulusal sınırlara sığmadığının; ulusların ve ulusal sınırların absürt hale geldiğinin bundan daha çarpıcı bir örneği az bulunur. Diyelim ki, 30 veya 40 yıl önce bir ülkenin milli oyuncularının neredeyse hepsi, o ülkenin liglerinde oynarlardı. O zaman belki, belli bir dereceye kadar ulusal takımların maçları kendilerini akli gösterebilirlerdi. Ama şimdi artık tam anlamışla saçmalık.
    Hangi dil, hangi soy, hangi ırk, hangi kültüre dayanan ulusçuluk bu olgu karşısında daha azla dayanabilir ki?
    İşte gerici ulusçuluk kendi ömrünü uzatmak için “çok kültürlülük”, “farklılıkları tanımak” vs. gibi bir söylemle kendini reforme etmeye çalışmaktadır. Post Modernizm bunun ideolojik alt yapısı sayılabilir.
    Ama globalleşme, sadece bunların değil, “ortak yaşantı ve kader” birliği de giderek ikna ediciliğini yitiriyor ve hızla aşınıyor.
    Eğer ulusların ve ulusçuluğun ayırıcı kriterinin bu olduğunu kabul edersek, aslında artık dünya çapında ortak yaşantı ve kader birliği çağındayız dünyanın tek bir ulus olması gerekir bile diyebiliriz.
    Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranlarından aynı programları izliyor, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı atmosferler içinde yaşıyor. Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor.
    Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” veya Macar milli takımı 3-1 yenme vardı.
    Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi.
    Ama artık ikiz kulelerin yıkılışı; Romanya’daki devrim; Irak’ın işgali; Tsunami, neredeyse tüm uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir.
    Evet, hala ulusal devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala taraftarlar devletlerin bayraklarının renkleriyle boyamaktadır yüzlerini, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağının renkleriyle yüzünü boyaması ve boyadığı olayın kendisi bir ortak yaşantıdır.
    Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere benzetilebilir.
    O halde, bu gerçek zamanda herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, “ortak yaşantı ve kader birliği” de artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır.
    O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük engeldir.
    Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkûmdur.
    Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır.
    Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
    Gören göz için bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu gösteriyor.
    14 Haziran 2014 Cumartesi
    Demir Küçükaydın

    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2014/06/dunya-futbol-sampiyonas-ve-uluslar.html

  31. Yukarıda bir arkadaş Kemal Okuyan’ın bayrakla kürsüye çıktığına dair bir şeye değinmiş. Aslında çok da önemli değil ama belirtmek istedim. Haberin tarihine bakarsanız Gezi sürecinde yapılan bir haber. Gündemle pek alakası yok. Onlara göre ve o koşullarda kendilerince doğru birşey. Bana sorarsanız bayrak istediği kadar el değiştirsin bayrak bayraktır. Gün abinin de dediği gibi akıtılan kanlarla oluşturulmuş bir sembol. Hem üzücü hem sinir bozucu.

  32. Bir Kürd Türk bayrağı indirirse…

    Kürdistanlılar için jenosidin, işkencenin, sömürgeciliğin, sürgünün, acının ve gözyaşının sembolü olan Türk Bayrağını Dîyarbekîr´de bir Kürd genci indirdi diye başta Öcalan, sonra da Kemal Burkay, o eylemi aforoz ettiler. Öcalan direkt, Burkay dolaylı olarak Türk bayrağını sahiplendi. Bayrağı indiren kişinin provokatör olduğunu ve neden yakalanmadığını söyleyerek Türk devletine dert yandı.
    Bizzat kendisinin “ben devletin hizmet eriyim”diyen Öcalan´ın bayrak indirmeyle ilgili açıklamasını garipsemiyorum.

    Ama Federasyon isteyen Kemal Burkay´ın Türk bayrağının indirilmesine sadece “provokasyon” nitelemesi yaparak tepki göstermesi hiç de üzerinden atlanacak bir durum değil.

    Burkay bilmiyor mu Türk devleti, hükümeti istese “barış” sürecini istediği gün istediği eylemleri yaptırtarak anında bitirir.

    Bu bağlamda bayrak eylemi zaman ve mekan açısından değerlendirildiğinde Türk devletinin yaptırdığı çok düşük bir ihtimaldir.

    Türk hükümeti Lîcê katliamına tepki olarak sokaklara inen, öfkesi doruğu çıkmış Kürd kitleleri geri püskürtmek amacıyla katliama yönelip, bunu kendisine gerekçe yapmak için belki böylesi bir eylem yaptırabilirdi, ama görüldüğü gibi gerek Türk hava kuvvetlerinin taşlanması gerekse bayrağın indirilmesinden sonra buna bağlı bir saldırı gerçekleşmemiştir.

    Bu olay vesilesiyle Türkiye metropollerindeki ırkçı kesimlerin bayrak gösterilerine, Türkçü hezeyanlarına gelince; milliyetçi, Kürd düşmanı Türkler zaten pek çok vesileyle bayrak gösterilerini tekrarlanmaktadır. Hiç olmadık zamanda ve olmadık yerde Kürdlere saldırı rutin bir hal almış durumdadır.

    Irkçı Türklerin tepkisine, beğenisine göre siyaset yapma, talepte bulunma öneriliyorsa, en başta Kemal Burkay´ın kendisi ve partisi Federasyon isteğinden bahsetmemesi gerekir.

    Burkay´ın işaret ettiği üzere, BDP´nin KCK´nin içinde Türk MIT´inin ebetteki elemanları var. MIT istediğinde bu elemanlarına ve kullanabileceği başka kişilere bomba da attırıyor, araçta yaktırıyor. Bayrak´ta yırttırıyor.

    Bu noktada dikkat edilmesi gereken şudur: Her olayı kendi özgünlüğü içinde değerlendirmek gerekir.Toptancı bir mantıkla bir genellemeye gidilirse, her Molotof eylemini, her bayrak eylemini, her çatışmalı gösteriyi MIT´in tertibi olarak değerlendirme saplantısına girilir. Burkay´ın bayrak olayında Mersin ile Dîyarbekîr arasında analojik bağlantı kurmuş olması baştan bir önyargılı yaklaşımı içinde barındırıyor.

    Burkay bayrağı indiren kişiye onca ağır tepki göstermesine karşın, hiç olmazsa Türk bayrağının Kürd halkında uyandırdığı alerjiye de işaret edebilirdi.

    Ama maalesef Burkay varsa yoksa “provokasyon”a değinmiş.
    Şayet Burkay; “Kürdistan´da Türk bayrağını indirme genel olarak meşru bir tepkidir.Ama burada devlet provokatör kullanmış” demiş olsaydı, Öcalan´ın Türkiyeci, perspektifine düşmemiş olurdu.

    Türk devletiyle Federasyonu savunmak, Türklerin her değer verdiğine bağlı olmak, onun Kürdler için hiç bir demokratik, olumlu özellik taşımayan sembollerine, kurumlarına saygı duymak, karşıya almamak anlamına gelmiyor.

    Kaldı ki ortada bırakalım federasyonu konuşmayı, Kürdlerin kültürel haklarını bile tanınamayan bir Türk egemenlik yapısıyla karşı karşıyayız.

    Sayın Kemal Burkay, şoven Türk kitlelerinin saldırganlık içeren “hassasiyetini” frenlemeyi hesaba kattığı kadar, katliamcı, işgalci Türk devletine meşru tepki gösteren Kürdler ile de empati kurmayı bilmelidir. Bunu sağlayamazsa Kürd halk kitleleri içinde ciddi ve saygın bir yer tutamaz…

    Sedat Günçekti

    http://www.rizgari.com/modules.php?name=Rizgari_Niviskar&cmd=read&id=2726

  33. Bayrak

    Dünyanın bir yerinde, emek ve yetenek ürünü olan bir işte insan kendi ülkesinin bayrağı göndere çıksa sevinmez mi? Sevinir tabii: sevinmeyen ruhsuzdur. İnsan başarıdan pay çıkarır, oraya ait olmakla gurur duyar, tanıdıklar iyi bir iş yaptı diye mutlu olur. Bu memleketten kırk sene önce gitmiş, rejiminden nefret eden, insanını da sevmemek için yeterli sebebi olduğuna inanan insanlar tanırım; Türk takımı gol attı mı televizyon karşısında zıp zıp zıplarlar sevinçten. Aidiyet öyle bir şey, derin bir içgüdü.

    Peki, İstanbul’un her yerine iki-üç seneden beri eşek çükü gibi diktikleri o bayraklar beni neden rahatsız ediyor öyleyse? Şundan rahatsız ediyor. O bayraklar ulusun bayrağı değildir. Bir hizbin, bir siyasi görüşün bayrağıdır. Siyasi bir meydan okumadır. “Bu memleket bizimdir, bizden olmayan vatansızdır” diyen bir zümrenin vatandaşa verdiği gözdağıdır. Ya bize boyun eğ, ya da defol git Moskova’ya / Mekke’ye / Erbil’e / Vaşington’a yahut cehennemin dibine diye haykırırlar, gür bir sesle ve postal raprapları eşliğinde.

    Ben bir ülkeye bundan daha büyük kötülük yapılabileceğini sanmıyorum. Bölücülüğün daniskası budur. Ulusa ait bir simgenin bir hizip tarafından gasp edilmesidir. Bir ülkede yaşayan herkesi doğal olarak biraraya getiren aidiyet duygusunun, zorba bir azınlıkça kirletilip etkisiz hale getirilmesidir. O bayrak eğer beni ve seni asmayı, kesmeyi, ülkeden kovmayı düşleyen bir azgın güruhun simgesiyle ben içim kahrolmadan nasıl sevineceğim, misal, Patagonya’daki hava olimpiyatlarında o bayrağın yükseldiğini görürsem?

    *

    Daniska demek “Baltık Denizi’ndeki Danzig limanından gelen en iyi kalite kürk” demekmiş eskiden, onu biliyor musunuz? O yerin şimdiki adı Gdansk, Polonya’da.

    Bayrak Eski Asya Türkçesindeki badrak yahut batrak biçiminden geliyor. Asya Türkçesindeki /d/ sesi Türkiye Türkçesinde istisnasız her zaman /y/ olur ondan böyle olmuş.

    Çük ta 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’ta çübek (“çocuk zekeri”) diye geçiyor. Türkî mi İranî mi olduğu tam anlaşılamayan çub (sopa, değnek) sözünün küçültmesi. Biz burada gerçi küçük anlamında kullanmadık o başka.

    Hep kasan konular olmaz, biraz etimoloji de lazım, değil mi?

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/bayrak/7085/

  34. Bir milletin fertlerine milliyetçiliği yasaklamak o millete millet olmayı yasaklamaktır..

    Batının, Osmanlı’yı yarı sömürge haline getirmesiyle birlikte daha önce Osmanlı’nın egemenliğine boyun eğen farklı ulusları belli bir azınlığa dayanaraktan ve yöntem olarak merkezileşmeyi esas alaraktan denetlediği görülür. Tanzimatın ilanıyla başlayan bu durum 1908 askeri darbesine kadar sürer. Anılan dönem itibarıyla Bab-ı Ali daha önceki dönemlere kıyasla Balkan orijinliler ve ermenilerdem mütevellit paşalarla dolup taşmıştır. İmparatorluğun vergilerini bile yabancı idarelerin topladığı bu dönemde Osmanlı’nın sivil ve askeri bürokrasisi tamamen Avrupa devletlerinin kontrolundadır. 1877 Osmanlı-Rus savaşını müteakiben ermenilerin teba-i sadıka ayrıcalığı tedricen gerilerken, Balkan kökenliler, Avrupa devletlerinin mutemet kadroları ve imparatorluk bünyesindeki iktidar eliti haline gelirler. 1908 darbesi bu filli durumun ilanen tescil edilmesidir.

    Cumhuriyet dönemi başladığında İttihat ve Terakki organizasyon olarak tasfiye edilirken kadroları büyük ölçüde korunur. Batılı devletlerin kendi aralarındaki ihtilafın bir sonucu olarak Alman yanlıları İttihat ve Terakki içinde ikincil konuma düşürülerek önemsizleştirilirler. Ancak İttihat ve Terakki tümüyle tasfiye edilmediği gibi ideolojisi rafa kaldırılmaz. Osmanlı gibi çok uluslu bir sömürge imparatorluğu olan Cumhuriyet de Balkan azınlığının iktidarına terkolunur. Almanya’nın imtiyazlarına son veren yeni mutabakat hükmündeki Lozan’la Balkan iktidar zümresinin ayrıcalıkları da dahil olma üzere eski dönemin adli, idari, askeri kurumları ıslah edilerek korunur. Kemalizm, bu yeni dönemin ittihatçılığıdır.

    Lozan güncellenirken İttihat ve Terakki umdelerinin aynen korunduğunu görüyoruz. Bir farklaki, nasıl İttihat döneminin başlamasıyla ermeniler iktidar eliti olmaktan alıkonduysa bu kez de tamamen devre dışı bırakılmamakla birlikte Balkan iktidar azınlığı türkleştirilmiş ve o oranda maruf azınlığa yaklaştırılmış diğer halk gruplarıyla iktidarı paylaşmak zorunda bırakılıyor. İttihat ve Terakki’nin diğer milletleri ve azınlıkları eriterek ulus ve türk anasırı etrafında ulus devlet inşası, katı merkeziyetçilik, Kürdistan’ın parçalanmışlığı ve cebri metodlarla kontrolu baki kalıyor. Kemalizmi, oluşumuna yol açan tarihi hadiselerden ve kendinden önceki seleflerinden ayırarak irdelediğimiz zaman Türkiye’de kemalizme karşıt bir aksiyonun kemalizmle cebelleşerek dominant hale geldiği ve kemalizmi gerilettiği varsayılabilir. Ancak bu sadece görünümdedir. Türkiye, statükosu ve bu statükonun oluşmasında ortaklaşa hareket ettiği devletlerle ilişkileri zaviyesinden ve hele kürtlerin durumu açısından irdelendiğinde ise Lozan’la birlikte kemalizmin de güncellenmekte olduğu görülür. İttihat ve Terakki ile o dönemin zorunlu kıldığı uyarlama sonucu ayrışan kemalizm bugün yine güncellemenin bir gereği olarak bir önceki dönemin kemalizmiyle sadece görünüşte ayrışmaktadır ama ana hatlarıyla bir değişikliğe uğramamaktadır. Hatta denebilirki kemalizm müzmin muhalif konumundaki dinci geleneğin içine tarikatlar, kürt milli hareketinin içine Ankara merkezli ideoloji olarak yerleşirken daha da güçlenmekte ve kontrol alanını genişletmektedir. Kısaca Türkiye kemalizmi atmıyor, kemalizm safra atarak hakimiyetini pekiştiriyor. İkinci ve önemli bir diğer husus ise devletle kemalizm arasında bir çatışma olmadığıdır. Varolan uyuşmazlık sadece kemalist kadrolar arasındadır, bu türden bir uyuşmazlık türk siyasetinde yeni değildir. Hepsi aynı ölçekte kemalist birden fazla partiden oluşan türk siyasi yelpazesi bir nevi tali uyuşmazlık sayılabilecek gruplaşmalara her zaman sahne olmuştur. Buna karşılık türk siyasi partileri arasında esasta bir uyuşmazlık hiçbir zaman vaki değildir.

    ***

    Milletiniz kürt olduğu, bu millet var olduğu için kürtsünüz, bu sizin doğuştan getirdiğiniz en tabii hakkınızdır denmiyor, demeye yanaşmıyorlar. Kürtlük bugüne kadar zaten yasaktı, kürtlere millet olması yasaklanmıştı. Şimdi, fert olarak kürdüm diyebilirsiniz, kürtçe konuşabilirsiniz ama millet olarak kendinizi türk milleti içinde tanımlamak zorundasınız demek isteniyorki en halisinden ırkçılık budur, katmerli inkar budur. Kısaca kürtlük bir şekilde yine yasak, türkü yine o türkü, yalnızca sazlarda tel değişti.

    Milliyetçilik sözcüğünün başlangıcı olan milli ibaresi hiç tartışmaşız etnisiteye dayanır. Etnik olmayan milliyetçilik olmaz, olsa olsa soysuzluk olur. Kemalist tarikat Erdoğan’ın ağzından türk ırkçılığına sığınarak kürtlere “etnik” milliyetçilik yapmaması tembihinde bulunuyor, hatta tahkir ediyor. Kendisi de gürcü devşirmesi olan Erdoğan bunu dindarlığından değil ırkçılığından söylüyor. Kürtleri eriterek türk ulusunun harcı haline getirebileceğini sanıyor. Öcalan da bu katmerli ırkçılığın sponsorluğuna soyunmuş Erdoğan’ın ırkçı hezeyanlarını tekrarlayıp duruyor. Bu kadar haysiyetli ve dürüstseniz önce Türkiye isminde yer alan türk ibaresini çıkarın ki hakim ulus milliyetçiliği kökünden kazınsın. Kürtlere ahkam keseceğinize kendinizden başlasanıza. Yaparsanız ümmetçi ve enternasyonalistsiniz, yapmazsanız namert ve sapkınsınız. Türk milliyetçiliğini tasfiye etmeye kalkışın bakalım kaç gün iktidarda kalıyorsunuz?

    Cesaretiniz varsa sözünü edin de görelim. Etnik milliyetçiliğe bu kadar karşıysanız hodri meydan. Ne duruyorsunuz, putları kırmaya büyüğünden başlayın.

    Başlayamazsınız, çünkü Türkiye kuruluşundan defolu ve ırkçı bir devlettir. Türk devlet oluşumunun ve türk hakimiyetinin istinad ettiği ırkçı temeli yeremez, tasfiye edemezsiniz. Zaten bu nedenle güçlendirmeye soyunmuşsunuz. Sizler ancak kürtlerin inkarı anlamında kürtlere milliyetçiliği yani millet olmayı yasaklamaya kalkar, türk ırkçılığının gönüllü hizmetkarları olursunuz. Sığındığı her iktidarın davulunu boynuna asarak tokmağını eline almakta sakınca görmeyen ruhsuz ve milletsiz Öcalan aracılığıyla ulusal haklarına dair hassasiyeti ve direnişçi özellikleriye tanınan kürt milletini dünyanın hamiyetsizliği ve idraksizliğiyle anılan milleti haline getireceğinizi sanıyorsunuz. Yanılıyorsunuz. Bu tarih sizi de yutar.

    ***

    Her amerikali amerikancıdır, her fransız fransacıdır, her ingiliz ingilterecidir, her çinli çincidir, her türkün türkiyeci olduğu gibi. Bunda beis yok, her kürtte kürdistancıdır. Ülkesi işgal edildiği ve parçalandığı için bağımsızlıkçıdır, ulusal hakları gasp edildiği için ulusal kurtuluşçudur, özgürlükçüdür. Milliyetçilik budur başka hiçbir şey değil. Bu nedenle kürtlere milliyetçiliği yasaklamak imkansız olduğu gibi dünyanın en eşitsiz eylemidir.

    Aksini düşünen varsa sahip olduğu evin yada arsanın tapusunu kamuya bağışlasın. Milliyetçilik bir milletin sahip olduğu toprakta mülkiyet hakkıdır, diğer mülkiyet biçimlerinden farklı olarak satılamaz ve devredilemez. Kürtler yaşadıkları toprakta kiracı değiller, kürtlere ülke sahipliğini yasaklayamaz, sahiplenmelerini ayıplayamazsınız.

    Tapu senedi üzre türkün mülkiyet hakkı var, kürt kiracı gözüküyorsa bu senette bir sakatlık vardır, dolayısıyla senet geçersizdir. Kemalistler tapu tescil işlemlerinde yine hileye başvurduklarından bu son satış da gasptır ve daha öncekiler gibi direnişle karşılaşacaktır. Ülkelerinin ellerinden alınmak istenmesine karşı direnmeleri kürtlerin meşru ve doğal hakkıdır. Engelleyemezsiniz.

    ***

    Hakkın kazanımına tekabül eden ulusal özgürlük sosyal bir fenomendir. Hak kavramının içeriğinden bi haber, sorunlara sırf teori açısından ilgi göstermenin kazanım için çabalamak anlamına gelmeyişi bir yana, sadece kavramlara ilgi göstermek bağlamında oluşmuş ilişkilenme tarzı filli duruma rıza göstermek ve olumlamaktır. Haksızlık cenahı, yardakçılığın bu türünün de kendi safında olduğunu bildiğinden cüretini artırır. Siyasi ve sosyal olaylara salt teori bağlamında ilginin yaratacağı başkaca bir sonuç olmaz.

    Ordular savaşırken savaşçıların hepsi aynı silahı kullanmaz. Kimi kılıçla, kimi mızrakla, kimi baltayla savaşır. Kimi okçudur, kimi sapancı, bir kısım piyadedir bir kısım süvari. Her birinin savaş tekniği ve disiplini farklıdır ama hepsi güçlerini aynı hedefe tevcih ederek aynı sonuç için savaşırlar.

    Savaş, siyasetin farkı araçlarla devamıdır, siyasetin çözmeye güç yetiremediği andan itibaren aralarında uzlaşmazlık olan iki cenahın tüm güçlerini alana sürerek kıyaslama ve kaba güçle sonuç alma eylemidir. Yöntemlerinde farklılık olmasına rağmen siyasetin ve savaşın doğası aynıdır. Aralarında uzlaşmaz zıtlık bulunan işgalci güç ile işgale uğrayan ulus arasındaki siyasi mücadele de bu nedenle taraflardan birinin galebe çalmasını esas alan mücadele anlayışını izlemek zorundadır. Taraflardan birinin açık bir gaspı hakim kılmak için başvuracağı başkaca yol yoktur, zira yeryüzünde hiçbir millet kendiliğinden esareti ve sömürge haline düşürülmeyi kabullenmez. Aynı şekilde sömürge ulusun ülkesini ve özgürlüğünü kazanmak için yürüttüğü mücadele düşmanın ters yöndeki tasarrufları ile antagonistik karakterdedir. Sömürge ulus siyasetinin farklı düşünce okullarını ortak hedefe tevcih edebilmesi bu nedenle kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sömürge ulus bunu başardığı ölçüde özgürleşir. Zira insani olanla-uygar olanla, insanlıkdışı olanı, hakla haksızlığı uzlaştırmanın imkanı yoktur ve bugüne kadar kimse başaramamıştır.

    Kürtlerin liberalleri, sosyalistleri, dindarları bu esası gözetmek mecburiyetindedirler. Ulusal hareket bu akımların toplamıysa ortak hedef için birlikte hareket etmek anlayışı hareketin fikri ve nizami kaidesidir. Bunu gözardı eden yem olur. Ulusal mücadelede yem olmak köle olmaktır.

    http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2013/02/bir-milletin-fertlerine-milliyetciligi.html

  35. Ulusların ve Türklüğün yapaylığı üzerine, Reha Çamuroğlu’ndan;

    Yine burada adını saymakla başa çıkamayacağımız kadar çok sayıda Türk tarihçisi, her gördükleri örgütlenmeyi “devlet baba” sanmalarından ve göçebe Türkleri tarihin içine çekmekteki “sonsuz” iştiyaklarınden dolayı, tarihte 16 Türk devleti yarattılar ve bunlar cumhurbaşkanlığı forsu tarafından da onaylandı. (Bkz. Coşkun Üçok, “On altı Türk Devleti”, Tarih ve Toplum, sayı 38, s. 32, 33.) Bırakalım o on altı “devletin” Türk olup olmadığını (Coşkun Üçok bunu çok güzel gösteriyor zaten), “devlet” olup olmadıkları da çok tartışılır. Burada göçebe kabile federasyonları ve konfederasyonları ile devlet kavramının gayet “maksatlı” bir karıştırılması söz konusudur. Toplumun silahlı gücünün bütün erkeklerin -ve bazen kadınların da- silahlı olmasına dayandığı, toplumdan ayrı örgütlenmiş bir silahlı gücün ve silah tekelinin olmadığı, örgütlenmiş bir egemen sınıfın olmadığı bir federasyon ya da konfederasyona “devlet” denilebilir mi?

    Köprülü’den yaptığımız alıntı, bir çelişkiler anıtı; her şeyden önce Anadolu Selçuklu Devleti’nden bir imparatorluk olarak söz etmek büyük bir zorlama olsa gerek. Sonra “aşiret dayanışmasını kırıp milli bir oluşum kurmak” iddiası çok garip. Bu “milli” hangi anlamdadır? Sonradan yakıştırılan anlamıyla “ulusal” mı? Selçukluların konuşmalarına, yazışmalarına ve aldıkları isimlere bakarsak bu anlamın çıkarılamayacığını görürüz. Yok eğer sözcüğün kökenindeki gibi bir “İslam milleti” anlamında “milli”den söz ediliyorsa, böyle bir anlayıştan da Selçukluların fazla nasiplendiği söylenemez. Müslümanlara karşı Hıristiyanlarla birçok kez ittifak kuran, Türkmenlere karşı Hıristiyanları, paralı Frank askerlerini kullanan aynı Selçuklular değil miydi? Zaten Köprülü’nün asıl amacı alıntının son cümlesinde ortaya çıkıyor: “Selçuk sülalesinin menfaatini korumak…”

    (Tarih, Heterodoksi ve Babailer, s. 56, 163, 164.)