Cengiz Baysoy/Sosyalizm kavramı “demokratik özerklik” kavramından geri bir kavramdır

Özgür Gündem‘de Yayınlanmıştır


Cengiz Baysoy / Otonom yayıncılık editörü
Güncellenme : 21.09.2014 07:35

Kavramlar saf, naif ve bilimsel değildir. Kavramlar, güç istencinin söylemleridir. Söylemler güç istencinin düzenekleridirler. Soy kütük çalışmasının en önemli özelliklerinden biri saflığın, naifliğin arkasına sığınarak ifadelendirilen söylemlerin arkasındaki güç istencinin açığa çıkarılmasıdır.

Hepimiz “sosyalizm” ve “sınıf” vb. “büyük abi” kavramları tanırız. Bu “büyük abi” kavramların hegemonyası karşısında herkes esas duruşa geçer. “Büyük abi Türkiye solu” eskiden beri Kürt Özgürlük Hareketi’nin “sosyalist” ve “sınıfsal” bir bakış açısına sahip olmadığı doğrultusunda örtük bir eleştiriye sahiptir. Bu eleştiri Kürt Özgürlük Hareketi’nin herkesi etkilemeye başladığı günümüz boyutunda örtüklükten çıkmış açık hale gelmiştir. Özellikle “Rojava” Devrimi’nden ve “demokratik özerklik” kavramının güncelleşmesinden sonra daha da yoğunlaşmaktadır.

Rojava Devrimi’nin devrim olmadığı, “demokratik özerklik”in sosyalist ve sınıfsal bir bakış içermediği doğrultusundaki eleştiriler yanılsamalı ve yanlıştır. Hele bu eleştiriler cahil cesareti ile yapıldığında sabırdan başka sığınacak yer kalmamaktadır. Söylenecek tek söz “Allah, kimseyi cahil cesareti karşısında çaresiz bırakmasın!” İyi bilinmelidir ki Kürt Özgürlük Hareketi devrimci değerlere saygısını hiçbir zaman yitirmeden, bu değerleri içererek aşma cesaretini göstermekten kaçınmayacaktır.

Sosyalizm kavramı “demokratik özerklik” kavramından geri bir kavramdır. “Bizim gibi Komünistler” bunu söylemekten asla geri durmayacaktır. Demokratik özeklik kavramı komünalist demokrasidir ve “sosyalizm” kavramına değil “komün”, komünalizm ve “komünizm” kavramına daha yakındır.

Dünyanın en güçlü kızıl ordusuna, en derin polis gücüne ve devletine sahiptik. Dünyanın üçte birini emperyalizmden koparmıştık. Fakat çözüldük, çürüdük ve çöktük. Bu hikâye sosyalizm kavramının hikâyesidir. Yaşadığımız dünyada bu kadar acı çekiliyorsa en önemli nedenlerinden biri bu hikâyedir. Türkiye solu, çözülen, çürüyen ve çöken bu sosyalizmle hesaplaşamadı. Solun genel zekâsında bir sıçrama yaratamadı. Bu hikâyeden ders çıkaran demokratik özeklik kavramı, solun genel zekâsında bir sıçramayı ifade eder. Bu sıçrama içinden geçerken böylesi gerilimleri yaşamak kaçınılmazdır.

Çözülen, çürüyen ve çöken sosyalizmden bahsederken itirazları; “Hayır! Reel sosyalizmden bahsetmiyoruz. Biz farklı bir sosyalizmden bahsediyoruz” diyen sesleri duyar gibiyim. Reel sosyalizm bir biçim değil yapısal bir gerçektir. Bu yapısal problem üzerine düşünmeden bir adım ileriye gidilemez.

Eleştiri Rojava Devrimi’nin liberal bir toplumsal mülkiyet ilişkisi içinde olduğundan dolayı sosyalist olmadığı yönündedir ve basit bir soru üzerinden yola çıkılmaktadır: “Üretim araçları üzerindeki mülkiyet emekçilere mi aittir yoksa değil midir?” Doğru ve yanlışın alanı yanıtta değil sorudadır. Soru yanlıştır. Sosyalizm kavramının demokratik özerklik kavramından geri bir kavram olduğunu gerçeği bu soruda yatar.

Marx sermaye ortadan kaldırılmasına rağmen ücretli emeğin devam ettirilmesinin saçmalık olduğunu ifade eder. Sermayenin ortadan kaldırılması ücretli emeğin reddidir. Bu bağlamda mülkiyet ilişkileri ücretli emeğin reddi ile doğrudan ilişkilendirilmelidir. O zaman soruyu şu biçimde sormalıyız: “Ücretli emeğin reddine dayanan mülkiyet ilişkileri nedir ve ücretli emeğin reddi politik mi yoksa ekonomi politik bir erek midir?”.

Sosyalizm kavramının “ücretli emeğin reddine dayalı mülkiyet ilişkileri nedir?” sorusuna yanıtı yoktur. Nedeni ikinci soruda yatar. Sosyalizm kavramı ücretli emeğin reddini politik bir süreç olarak değil komünizmin içinde bile olsak ekonomi politik bir erek olarak görür. Bu bağlamda sosyalizm kavramı liberal ekonominin değer teorisinden çıkamamıştır.

Burjuva, sermayenin kişiselleşmiş biçimidir. Sermayenin kişiselleşmiş biçimini ortadan kaldırdığınızda sermaye ortadan kalkmaz. Mülkiyet ilişkilerini sermayenin kişilikleşmiş biçimi burjuvadan aldığınızda “emekçiler” adına üretim araçları mülkiyetini kime devrediyorsunuz? İşte bu soru problemin özüdür. Sosyalizm için kurucu olan “temsil”dir. Sosyalizm emekçiler adına bu mülkiyet hakkını bir temsil ilişkisi olan “devlet”e devreder. İşte sosyalizm kavramının kilitlendiği nokta burasıdır. Devlet mülkiyetini emeğin üretici güçler üzerindeki gücü olarak görmesidir.

Devlet, sermayenin tüzel kişiliğidir ve bir sınıf üretme ilişkisidir. Devlet burjuva hukukudur. Üretici güçlerin mülkiyetini sermayenin kişilikleşmiş biçimi burjuvadan alıp sermayenin tüzel kişiliğine devretmek devlet kapitalizmidir. Bu yaklaşım, liberalizmin değer teorisi içinde kalır. Sosyalizm kavramı emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaktan çıkaramamış, tam tersine toplumsal birikim adına emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaya devam ettirmiştir. Sosyalizm üçüncü dünya ülkelerinin ilksel birikim sürecidir. Sosyalizm kavramı liberalizmden çıkmayı, mülkiyet ilişkilerini sermayenin kişiselleşmiş biçiminden sermayenin tüzel biçimi devlete devretmek olarak görür.

Sosyalizm kavramının bu problemi komünizm anlayışıyla doğrudan ilişkilidir. Sosyalizm kavramı ücretli emeğin tarihsel olarak ortadan kaldırılmasını Ricardocu değer teorisi içinde düşünür. Komünizmin içinde olsak bile emeğin iktisadi kurtuluşu olmadan ücretli emek ve burjuva hukuku devam edecektir. Üretici güçlerin gelişmesine paralel toplumsal zenginlik gürül gürül aktığında burjuva hukuku sönümlenecektir. Politik olan, emeğin iktisadi kurtuluşu ve üretici güçleri geliştirmek için bir olanaktır.

Demokratik özerklik kavramı, hem üretici güçler üzerindeki mülkiyet ilişkilerini sermayenin kişiselleşmiş biçimi burjuva ya da sermayenin tüzel kişiliği devlet üzerinden düşünmeye, hem de komünizmi Ricardocu emek değer teorisi içinden bir erek olarak görmeye itiraz eder. Demokratik özeklik üçüncü yoldur.

Demokratik özerklik değer üretimini ücretli emek temelinde değil, emeğin elbirliği üzerinden düşündüğü için liberal değer teorisinden çıkar. Elbirliği ekonomi politik değil doğrudan etik-politiktir. Elbirliği iletişimsellik, duygulanımsallık doğrudan politik olandır ve komünalist demokrasiyi gerektirir. Demokratik özerklik bu bağlamda üretici güçler üzerindeki denetimi temsilin kuruculuğunda değil komünalist demokrasinin doğrudan denetimine bırakır. Demokratik özerklikte mülkiyet komünalist demokrasinin kolektif öznesinin doğrudan denetimi altındadır.

Sosyalizm kavramı devlet ve parti kavramlarını özdeşleştirdi; üretim süreçlerini, mekânlarını ve yaşamı devlet mülkiyeti ve yönetici devlet-parti bürokratlarıyla tahakküm altına aldı. Demokratik özerklik aynı hataları yapmayacaktır. Demokratik özeklik üretim süreçlerini ve mekânlarını değer üretiminin kaynağı elbirliğinin etik-politik karşılığı olan komünalist demokrasinin denetimi altında zorunluluktan özgürlüğe dönüştürecektir.

Bookmark and Share

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

39 Yorumlar

  1. Özetle “Rojava/PYD/PKK/DBP/HDP çizgisini soldan eleştirmeye kalkmayın, siz sosyalizm savunurken orası komünizme geçti” diyor. Gerisi bu desteksiz bırakılan iddiadan türetilen önermeler.

    Rojava’nın ekonomik faaliyeterinin örgütlenişi, karar alma mekanizmaları, kadın-erkek ilişkileri, PYD’nin iktidar yapısı gibi konularda SOMUT bilgiler sunan kaynaklar verebilecek var mı?

    Bir “Rojava Devrimi”dir gidiyor.. Benim görebildiğim kadarıyla seküler, etnik ve mezhebi farkların çatışmaya dönüşmediği, PYD’nin tek otorite olduğu yoksul bir kırsal ekonomi Rojava. Bu bile elbette IŞİD’e karşı savunulmayı hak ediyor.

    Fakat bu “devrim” güzellemelerinin esas amacı PKK çizgisinden daha solda duranları PKK’nin artık iyiden iyiye reformistleşmiş, emperyalist ilişkilere dolanmış çizgisinin kuyruğuna takmak olmalı.

    Şimdilik görüşüm böyle, nihai olmamakla birlikte..

  2. Tamamen katılıyorum bu görüşüne.

  3. serkanbaknalı

    Gün Ağabey, demokratik özerklik ve federatif komünalizm vs türünden kavramlarla ilgili bir malumatım olmadığını belirtmek isterim. Özel bir okumam olmadı çokta ilgimi çektiği söylenemez. Yavuz Alogan’ın bir yazısında aponun bu kavramları anarşist yazar Murray Boockhin’den bizim literatüre soktuğunu öğrenmiştim. Yukarıdaki yazı,sosyalizmin üretim araçlarının mülkiyeti ve ücretli emek meselelerinin çelişkilerini herkesçe malum olan çelişkilerini ballandıra ballandıra ortaya koymakla beraber demokratik özerklik seçeneğini izahta yetersiz görünüyor. Kaldı ki sosyalizm demokratik özerklikten geri bir kavram olsa ne olur olmasa ne olur, buraya da pek takılmadan demokratik özerklik bahsedildiği üzere çok ileri bir ekonomi politiği öngörüyorsa bunu toplumsal ve bireysel gelişmişlik düzeyi malum olan bir topluluğun uygulama ve hayata geçirme şansı nedir ? Emperyalizm vs çelişkilerinide bir yana bırakarak demokratik özerkliğin kendi bağlamında soruyorum. Size sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

  4. Hem Gün Zileli hem de sitesine yorum yazanlar postmarksizm, postyapısalcı teori, Nietzsche, Foucault, Deleuze, otonomculuk gibi şeylerden, Türkiye solunun neredeyse tamamı gibi, çok uzak insanlar oldukları için Cengiz Baysoy’un felsefi arka planı oldukça kuvvetli yazısına muhafazakar solcu tepkisi vermişler.

    Cengiz Baysoy twitter hesabında şu kitabı önermiş:

    https://twitter.com/CengizBaysoy/status/514025996207800320/photo/1

    http://www.otonomyayincilik.com/index.php?option=com_k2&view=item&id=24:bizim-gibi-komunistler&Itemid=108

  5. serkanbaknalı

    Aslında lüzum kalmadı Mülayim Beye katılıyor olmanız ……..demokratik özerklik meselesini anlamak sizsizde mümkün:)

  6. Kavramın esası demokratik özerklik değildir. Esas olan özgür komünler ve özgür komünler federasyonudur. Yani bu, devletsiz toplumun özerk ve özgür komünler tarafından parça parça kurulmasıdır. Devrim uzun süreye yayılır ve iktidar parça parça yok edilir.

  7. dünya devrimleri konusunda ahkam kesrken, suruçun ötesinde olanlardan, orada örgütlenmeye çalışılan yeni özgür-özerk yaşam deneyimlerine….kısaca devletsiz bir devrimci deneyime (ki üstelik vahşi bir saldırı altındayken) bi-haber kalabilmek..sadece bize özgü bir “devrimcilik” olsa gerek…bunu, en başta kendimi katarak söylüyorum. (gerçi hem bölgeye yakın Hatay da yaşıyor dolayısıyla gelenlerden birebir malumat toplamaya gayret ediyor hem de kürt medyasını izliyor olmanın getirisi olarak kısmen bilgim olsa da…gene de ….)

    ama bence bize dair daha “özgün ve vahim olan” şu ki: birileri hala “bu geri halkla mı….?” diyerek nasyo-sosyalistliklerini bitürlü gizleyememekteler… o kadar ki kısmen de olsa medyada Rojavada nasıl bir yaşam örneklendiği konusunda bişeyler yansımış bulunuyor. ama o s-üstenci kibir, sosyal medyada dhi araştırıp öğrenme ihtiyacı duymadan, hüküm verebiliyor.

    böylesi nahoş ifadeler kullanmak istemezdim ama, kürt önyargısı, kürtlerin çok ihtiyacı olan “dostça eleştiri ve öneriler” yerine böylesi hamkafa körlük ve inattan o kadar bıkmış durumda ki, bir tek dostun dahi biz kürtleri ve de bilhassa anarşistleri anlamay çalışması, çok değerli… aslında ilerde tartışmalarda ifade etmeye çalışacağım gibi, Cengiz Dostumun yazısında karşı çıkacağım biçok nokta var mesela daha eleştirel bir gözle yaılmasını beklemek gibi…

    dediğim gibi, bikez de lanet olası “egemen ulus kibrinizi biyana bırakıp, olayı anlamğa çalışan dostlara özlemimiz anlatılacak gibi değil…

  8. “Kağıt üzerinde” anlatılanlar güzel görünüyor…
    Bu tür çabalara, “boşuna yapıyorsunuz”, “bunlar sahte” vs. bir söylemle yaklaşmanın doğru olmadığı açık. Savaş koşullarında bir “savaş komünizmi” de olabilir oradaki…
    Basit sorular akla geliyor.. Traktör ihtiyaçları var mı? Elektrik üretimi. Gübre… İnsan ve hayvan sağlığı için ilaçlar…
    Bu gereksinimler bizzat mı üretilecek, satın mı alınacak?
    Bu sistemin yürümesi için bizzat üretilmesi gerekir… Yoksa paraya-dolara ihtiyaç var demektir; bu nasıl bulunacak? Salt tarımsal üretim ile bu “pahalı-tekel” malları ithal edilebilir mi?

    Sorun yalnızca insanların kültürel uyumsuzluğu olmayabilir.. Bu süreç “nitel” bir dönüşüme de yol açabilir… Ben de bir yanı ile olumlasam da bu “işleyişi”, şimdilik tarihsel ve coğrafi olarak gerçekçi bulamıyorum… Özünde genel çizgileri ile olumlu değerlendirsem de….

    Her eleştiriyi bir “düşmanlık” olarak algılamak, “beni yok etmek istiyorsunuz” paranoyası içinde “saldırı” kaynaklarını harekete geçirmek, gerçekten tam da, “eleştirel” yaklaşanları yok etme arzusunun bir tezahürü olarak görmek gerekli… Artık insanlar 1960-70 lerde olduğu gibi bu “sözel terörü” umursamıyor… Kimse kendini rezil etmesin…
    “Gerçeği” arama yolunda samimiyet taşıyan insanların bu tarz bir “sözel savaşı” aksine, zorba-yalanı hakim kılar; iktidar zorbalıklarının taşları böylesi “konuşma” süreçlerinde döşeniyor… Meşruiyetini bu “öldürücü-aşağılayıcı” eleştiri kazanımlarından alıyor…
    Bu “teori” iyidir ama coğrafik-konjonktürel-tarihsel ve sosoyo-ekonomik olarak sürdürülemez! Bir deneyim olarak desteklenebilir…. Velev ki mahcup olduk; üzülecek değiliz ki!

  9. Türkiye’nin taktiği ve tatbik piyonu..

    Kürtlerin bir statüsü olsaydı, diğer dört parçada kürt yönetimleri olsaydı Rojava kendini Suriye’nin bütünlüğü içinde saydığından hiçbir yönetim açıkça Suriye içlerinde operasyon yapamaz, müdahalede bulunamazdı. Bugüne kadar ABD hariç hiçbir devlet (o da hava sahasını ihlal düzeyinde) Suriye’ye asker sokmamıştır. Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda uluslararası bir konsensüs oluşmuştur ve kürtlerin ne bunu yok sayma ne de karşı çıkma imkanları yok. Güney yönetimi de kendini Irak’ın bütünlüğü içinde saysın yada saymasın bir statükonun sahibidir ve hiçbir devletin yapamadığını yapabilecek güce ve yetkiye sahip değildir.

    Öte yandan mevcut sınırlar fiilen delik deşik edilmiş ve geçersiz duruma düşürülmüştür. Afgan, çeçen, arap, türk, alban, kürt illegal şekilde bu sınrılardan istediği gibi geçme imkanına sahiptir ve istediklerinde geçiyorlar. İstenirse statüsüzlük dezanvantajının bu durumda bir avantaja dönüştürülmesi imkanı var, zira yönetim olmayan ve legal statüsü bulunmayan herkese sınırlar açık.

    Kürtlerin ayrı bir gerekçesi daha var, kürtler herhangi bir şekilde sınır tanımadıklarında bu tavır illegal kabul edilse bile kürtlerin sınır tanımayışının meşru ve haklı nedenleri var. Diğer bir deyişle kürtler bir adım önde.

    Güney yönetimi isterse resmen müdahaleden kaçınıp öte yandan binlerce kürdü buraya sızdırabilir. Ancak ortada bir soru duruyor, açıkça Güney düşmanlığı yapan PKK’nin varlığı karşısında bu gayrıresmi güçler Rojava’da kiminle buluşacak ve birleşecektir?

    PKK bunun fiili imkanlarını ortadan kaldırmışken “kürtler birleşsin” demek kolay ama uygulanabilir bir öneri değil. Gidenler ölüme gidiyor, gönderen bunu hesapsız kitapsız yapmaz, gönderdiklerinin kazanmaları için ve güvenliğini düşünerek yapar. Aksi halde bu tür aksiyonlar geri teper ve bundan kürtler daha büyük zarar görür.

    PKK, bir sınırdan ötekine 30 yıldır cirit atıyor. Güney’i ithama kalkışmak yerine PKK bu günde bile Kandil’de ne arıyor diye sormak gerekir.

    PKK’nin Kuzey ve Güney Kürdistan’daki güçlerini Rojava’ya kaydırmasının önündeki engel nedir?

    Kandil’den kalkıp Ağrı’ya, Tokat’a, Karadeniz şehirlerine gidebilen PKK tüm gücünü bugün acilen gerektiği için pekala Rojava’ya yığabilir.

    PKK, Güney’i boşalttığında Güney düşman elinemi geçecektir?

    Murat Karayılan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Duran Kalkan ve kendilerine bağladıkları Rojava’lı militan ve komutanlar böylesi bir günde Kandil’de ne arıyor, neyi bekliyorlar?

    Barzani demek yerine önce bunlar sahaya insin demek ve niçin sahada olmadıkları sorgulanmak zorundadır. PKK ve papağanı Salih efendi önce kendi komutanlarına ve partisine çağrı yapsın sonra suikastlarla dinamitlediği kürt birliğine dair hesap versin, daha sonra Barzani’yi biz davet ederiz.

    Öcalan, türk genelkurmayının hazırladığı plan uyarınca PKK’yi kuşatmaya ve imha eyleminin kucağına düşürdü. Bununla da kalınmadı kürtlerin stratejik önemdeki yolları Kürdistan’ın bir parçasının işgaliyle Türkiye’nin eline geçti, kürtler etnik katliama ve tehcire uğruyorlar. Tüm bunlar yapılırken kürdün kürtten tecrit edilmesinin, kürdün kürde yardıma koşmasını engellemenin anlamını hala kavrayamadınızsa önce Öcalan’a bir bakın, sonra siyaset konuşmaktan vazgeçin.

    *

    Efendim TC bize koridor açsın Rojava’ya gerilla taşıyalım.?

    Vay maşallah !

    Sen koridor açmadınmı yani?

    Sen zaten kanton diyerek, bölge devletlerinin bütünlüğü diyerek, Türkiye sınırını biz bekliyoruz diyerek, kürtleri ayırarak, kuşatmaya alarak koridorun alasını açmışsın.

    Senin dışında dünyanın her tarafından toplanan sakallı sergerdeler bu koridordan hem gidiyor, hem geri geliyor, hem çaldığını getiriyor, hem lojistiğini götürüyor.

    Bundan has koridor varmı?

    Ankara’ya günaşırı davet edilen Salih Müslim’e İmralı’dan talimatla açılması emrolunan koridor bu koridor değilmi?

    Kime açtınız bu kordioru ve sonucu kaç kadının ırzına, kaç cocuğun canına, kaç yiğide maloldu söyleyebileniniz çıkarmı?

    Kürtleri kantonlara temerküz et, aralarında yüzlerce kilometrelik koridorlar bırak, sonra Türkiye sana koridor açsın?

    Türkiye senin kurtarıcı meleğin değil, soykırımcın, işkencecin, tecavüzcün ve azrailin. Sana koridormu açacak şimdi

    Sizde aklın zerresi varmı?

    *

    Türkiye’nin taktiği ölümü gösterip sıtmaya razı etme cambazlığı üzerine kurulu. Önce, Türkiye’nin IŞİD’e en büyük desteği verdiği herkesçe ayan beyan biliniyor. Batı ülkelerinin alel acele PKK’yi terörist örgütler listesinden çıkarma mırıltısı yükseltmesi samimi bir talep olmayıp pazarlık amaçlıydı. Pazarlıklarda zayıf kart kullanılır ama en erken ve en küçük karşılığa feda edilir. Batı ülkeleri bizzat terör listesine aldıkları PKK’nin hamisi kesilmek gibi bir gaflete kolayca düşmezler.

    Batı ülkelerinin iki kaygısı vardı, Suriye ve Irak’a sınırdaş olmanın verdiği avantajla Türkiye’nin IŞİD’e verdiği desteği artırarak sürdürmesi ve emrivaki yaratarak Suriye ve Irak’ta (tabii sadece Kürdistan’da) stratejik güzergahları işgal ederek buradaki varlığını kalıcılaştırmasıydı. Türkiye bu iki devlete ait siyasi sınırlardan çekilse bile besleyip güç haline getirdiği IŞİD ve sair örgütlerle burada kalıcı olmak şansına sahipti ve bugün hala sahip. İkinci bir husus, Türkiye’nin ele geçirmek istediği güzergahın daha güneyinde yer alan coğrafyanın bir daha istikrara kavuşmasının imkanı ve garantisi bugün için olmadığından alternatif bir güzergah yok, sadece Türkiye’den geçen boru hattı ve ticaret yolu kalıyor geriye. Türkiye’nin hamlesi stratejiktir ve batı bunu anladığı için kürt kartını şaibeli PKK yerine genel kabul gören Güney yönetimini esas alarak düzenlemeyi ve tabiiki güçlendirmeyi seçti. Güney adına hatta tüm Kürdistan tarihinde bir ilk olan almanların, ingilizlerin kürtlere silah vermesi gibi gelişmelere tanık olundu. ABD, Irak’a ilgisini belli etmek ve varlığını tahkim gereği duydu. Suriye’den farklı olarak buraya asker gönderdi. Almanya, kürtleri eğitecek askeri uzmanlar göndermesinin dışında az sayıda kürde askeri eğitim vermek için Almanya’ya götürdü. Tüm bunlar sayısal açıdan sembolik ölçekte olsa da türk hükümetine cephe almak anlamında sert açıklamalar eşliğinde yapıldığından batı adına ihtardır, yeterli hassasiyettir. Türkiye bu ihtarları kaale almış görünüyor, zaten başka şansı yoktu, ihtarın gereklerine uymakla Türkiye’nin kaybı da yoktur. Türkiye’nin Güney Kürdistan’a girmesi bu durumda engellenmiştir diyebiliriz.

    Suriyede ise durum biraz farklı, Suriye’nin toprak bütünlüğü öne çıkarılmış olunuyor, batının Türkiye dahil bölge devletlerine kırmızı çizgisi bu ve en başta kara kuvveti göndermeyerek kendileri bu kırmızı çizgiye riayet ediyorlar. Son BM toplantısında Türkiye de Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyacağını tekrar taahhüt etti, zaten Türkiye bunu her zaman yapmış ve aksini hiç söylememişti. Türkiye’nin en büyük kazancı budur, Irak ve Suriye’nin sınırları ittifakla korununca Türkiye’nin bütünlüğü ve sınırları korunmuş oluyor. Irak ve Suriye bir milim değişmediğinde Türkiye’nin bir milim değişmeyeceği ister istemez taahüt altına alınmış olunuyor. Bu durumda Türkiye’nin eli serbest kalıyor. Nasıl kalmasın, korkulu rüyasına batı kefil oluyor ve bütünlüğünü dünyaya tescil ettiriyor. Perşembe günü meclisten tezkere geçirerek “ABD’ye kolaylıklar tanıyacak ve güya.. ve gerekirse.. IŞİD’e karşı kara harekatı yapabilmek için” hükümete yetki verecekler. Türkiye örtülü savaşı alenileştiriyor, olan başka bir şey yok. IŞİD’e müdahale edermi etmezmi ayrı mesele ama PKK’ye müdahalesini yoğunlaştıracaktır. Oyun görünürde bu ama PKK’nin şahsında ulaşılmak istenen amaç Akdenize açılan ve bugüne kadar hasbelkader açık kalmış güzergaha tam kontrol sağlayarak ilelebet istikrarsızlaştırmaktır. Türkiye IŞİD ve Al Nusra ile bu amacına zaten varmıştır. Kürtlerin coğrafyada belli yörelere temerküz edilmesiyle bu sonuç sağlanmıştır, Türkiye coğrafyanın bugün gelinen istikrasız ve güvenli olmaktan uzak konumunu her ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyecektir. Bunu yapabilmek için tüm devletlerden daha avantajlı durumdadır. Irak sınır taşına kadar Türkiye’nin Rojava ile bin kilometrelik sınırı vardır.

    Türkiye, kürtlere müdahale ediliyor ve Kürdistan boşaltılıyor şeklinde yankı uyandıracak itirazların ve tepkilerin önünü çoktan kesmiş durumdadır. Güney peşmegelerinin Rojava’ya girmesi bu nedenle PKK’ye engelletilmiştir. Yine bu nedenle PKK Rojava’da yalnız kalması, müttefik kabul etmemesi buyrulmuştur. PKK’ye tek-tek siyasi cinayetler işletilerek kürtlerin olası tepkileri bu nedenle parçalanmıştır, Rojava’nın organize ve yekpare güç olarak hareket etmesinin önü kapatılmıştır.

    Türkiye şimdi batının terörist ilan ettiği güçlerin üzerine yürüryormuş görüntüsü verirken siyaseten hepsinden güçlü ve tutarlı. Türkiye’ye istediği kadar bu terörist PKK’nin yönetimi senin kucağında ve al takke ver külah ilişkisi içideseniz desinler. Batı buna itiraz edip PKK’yi terörist listesinden çıkarmaya kalkışsa bile (ki çıkarmaz), prosedür gereği bu yıllar sürer.

    Türkiye’nin bu güçlülüğünü kürtlerin siyasi öngörüsüzlüğü ve güçsüzlüğü dışında okumanın yolu ve imkanı yok.

    Varsayalım Güney hükümeti Rojava’ya olanca gücüyle sarıldı ve silahlı güç yolladı. Sadece IŞİD karşısında tutunabilmek için bile en az 30 bin asker göndermesi gerekir.

    Silahı bir kenara bırakın, bu 30 bin asker günde ne kadar ekmek ve iaşe tüketir bunun hesabını yapan varmı?

    Güney, silahtan daha hayati olan işae ikmalini kimden ve hangi güzergah üzerinden sağlar, bu güzergah savaşa girildiğinde ne kadar açık ve güvenlidir, hesabını yapan varmı?

    Güney’in unu ve ekmeği bile Türkiyeden gidiyor, ne kadar trajikomik değilmi?

    Kimse buna kızmasın, Neçirvan Barzani “Türkiye bizim stratejik ortağımızdır” dediğinde doğru söylüyor. Bir farklaki ben bunu göbek bağıyla bağlıyız anlamında alıyor ve kabul edilemez buluyorum.

    Oraya giden silahlı güç iaşe dışında savaşmak için silah ve cephane ikmaline muhtaç, bu lojistiği nereden ve hangi güvenli yoldan sağlar, hesabını yapan varmı?

    Şengal’e kadar nüfuz eden bir kuşatma hesaba katıldığında Rojava’nın daha güneyi Al Nusra ve IŞİD, onların da Güneyi Esad, kuzey ise boylu boyunca türk ordusu tarafında tutulmuş vaziyette, kürtlerin hava gücü yok, hava köprüsü imkanları yok. Böyle bir kuşatılmışlıkta kürtler 100 bin asker yığsa savaşma gücü ve caydırıcılığı ne anlam ifade eder, hesaplayan varmı?

    Ben hesapladım, karamsarlık ekmiyorum. Çıkış yolu nedir diye soracaklar benim tesbitlerimi ve sorguladıklarımı defaatle okusunlar, ortaya konan hatalar ve yetmezlikler doğru olanı ve çıkış yolunu da gösteriyor.

    Kürtlerin mukadderatı sloganla ve kahramanlık telkin eden hesapsızlıkla değişmez. Kürtler tarihleri boyunca kahramandı, buna rağmen hiçbir şeyi değiştiremediler. Son 40 yıldır slogan atıyorlar, durumları daha da kötüleşti.

    http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/09/turkiyenin-taktigi-ve-tatbik-piyonu.html

  10. serkanbaknalı

    Bi defa sabahta akşama demokratik şu demokratik bu laflarını sıralayarak demokrat olunamayacağını bu algının ancak örgüt militanlarının gerçekten kopuşlarına hizmet ettiğini burada herkes farkında. Ben politikaya sizler kadar teorik düzeyde ilgi duymuyorum. Gün Zileli yi çok severim ve sitesini takip ederim tartışmaya konu olan yazıya da bu vesileyle rastladım. Ama görüyorum ki kürt aydınları sağa sola faşist diye sıfatlar takmaktan öte bir davranış sergilemiyorlar. Bu tutuma sadece burada rastlamıyorum hemen hemen her platformda düzey bu. Ben kendi adıma bu tip tartışmalarda hakaret, yaftalama ve küçümser sözlere aldırmıyorum. Ama kürt hareketine eleştiri getirenlere karşı anında bir arabesk yaklaşım
    .. Konu dağılmasın diye gelmesi muhtemel yanıta cevap vermeyeceğim.

  11. Önderlik kültü, intihar eylemleri, şehit edebiyatı, hiyerarşik silahlı örgüt, öz-eleştiri seansları, haraç vermeyen köylüleri kurşuna dizmek, örgüt içi infazlar, rakip örgütlere yaşam hakkı tanımamak… Bunlar hep demokratik-özerklik 😀

  12. İhaneti Eleştirmenin ve Ulusal Birliği Savunmanın Zamanıdır Şimdi!

    Bir toplumda yanlış eleştirilmediği sürece güç kazanarak yaygınlaşır ve zamanla “tek doğru” muamelesi görür. Yanlışın kanıksanması bir toplumun değerlerini yok eder ve zamanla doğrulara karşı ilkelce/cahilce bir tepki gelişir. “Yanlışın egemenliği” toplumsal bir yanılsamaya neden olur ve “hayali kazanımlarla” toplum avutulur. Yanılsamalı yaşam gerçeklik duvarına çarpınca tahrip gücü yüksek olur ve toplumsal olarak çok şey kaybedildiğinin farkına varılır. Kürdler bu gün tam da gerçeklik duvarına çarpan yanılsamanın yarattığı tahribatı yaşıyorlar. Bu yanılsamayı sağlayan ve gerçeklik duvarına çarpan PKK Kürd halkına mutlaka yarattığı tahribatın hesabını vermelidir. Vermelidir ki ne PKK ne de bir başka taşeron örgütlenme yarın aynı tahribatın yaratılması için egemenlerle flört etmesin!

    Piyasaya sürüldüğü günden beri PKK’yi doğru teşhis eden (çok az sayıda) ve eleştirenler oldu. Ama bu eleştiriler yapıldığı an hemen devreye girip (hemen hemen tüm Kuzey Kürdistanlı politik yapılar) “şimdi birlik zamanıdır; eleştirinin de zamanı vardır” diyerek yanlışın egemenlik kurmasını sağladılar. Yanlışı egemen kılanlar 35 yıl içinde bir tek defa bile “şimdi eleştiri zamanıdır” demediler/diyemediler. PKK’nin her açıdan iflas ettiği bu gün bile aynı çevrelere göre ‘eleştiri zamanı değil, birlik beraberlik zamanıdır’…

    Oysa yaşanan rezalet ertelenmeyecek kaar acildir ve tam da şimdi eleştirilmelidir. Çünkü hafızalar taze ve yaşanan tutarsızlıklar/çelişkiler somut olarak ispatlanabiliyor. Bu gün gerçekler yazılmazsa, yarın yine yanlışın esiri olunacak.

    Pêşmerge Güney Kürdistan’da IŞİD çetelerine karşı istikrarlı bir şekilde ilerliyor ve katil çeteleri Kürdistan’dan atarak halkı gururlandırıyor/umutlarını arttırıyor. Pêşmergenin onurlu ve haklı mücadelesi tüm dünyada yankı buluyor ve tarihte ilk kez Kürdlerin bu kadar dünya gündemine (saygın bir şekilde) oturmasını sağlıyor.

    Pêşmergenin onurlu ve ahlaki duruşu, Dünyada söz sahibi olan tüm devletlerin üst düzeyinin Hewlêr’e akın etmesini sağlıyor; tüm dünya Pêşmergeye yardım yapmanın gururundan pay almak için adeta yarışıyor.

    Kürdler Pêşmerge sayesinde dünyada saygın bir yer edinirken ve haklı davalarına olağanüstü bir sempatiyle yaklaşılmasını sağlarken PKK çok kirli bir rol oynadı. Öyle ki sömürgeci devletleri bile gölgede bıraktı.

    PKK, “Pêşmerge savaşmadı”, “Berzanî ailesi Güney Kürdistan’dan kaçtı” gibi sayısız yalan haberi servis ederek Kürdlerin tek ulusal kazanımı olan Güney Kürdistan’ın yok olması için elinden geleni yaptı.

    PKK, Türk solu ile birlikte çirkince Berzanî’ye saldırdı ve “iş birlikçi” olduğunu söyleyecek kadar adileşti.

    PKK, Avrupa’da kampanyalar açarak “Pêşmergeye silah vermeyin” diyecek kadar alçaldı.

    PKK, Türk solu ile birlikte “Amerika ile ilişkileri var” diye Berzanî’yi “Amerika uşağı” olarak suçlayacak kadar çirkinleşti.

    Güney Kürdistan Hükümetinin devletler arası ilişki gereği Türkiye ile geliştirdiği her ilişki “ihanet” olarak sunuldu ve Güney Yönetimine küstahça saldırıldı.

    PKK, Esad’a karşı geliştirilen Suriye muhalefetini(ÖSO’yu) Emperyalizmin iş birlikçisi/gerici olarak ilan edip “devrimci Esad” ile birlikte olmanın onurlu(!) bir duruş olduğundan söz edecek kadar basitleşti.

    PKK, sömürgeci devletleri unutturmak için “anti emperyalizm” ve “halkların kardeşliği” söylemleriyle Kürdleri sömürgecilerin yedek gücü haline getirdi ve Kürdlerin “İsrail-ABD düşmanı” olması için özel bir çaba sarf etti…

    Şimdi Neler oluyor?

    PKK, IŞİD çetelerinnin son saldırılarıyla gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. KobanÎ’den 200 000 bin civarında Kürd Kuzey’e göç etmek zorunda kaldı. Kobanî şu anda IŞİD barbarlarının kuşatması altında ve büyük bir katliamla yüz yüze…

    PKK, “her gün küfür ettiği Amerika’ya “IŞİD’i bombala” diye yalvarıyor ama ciddiye alınmıyor.

    PKK, Amerika öncülüğünde oluşturulan koalisyonda yer almak için kapı kapı dolaşıyor ama kimse ciddiye almıyor.

    PKK, Işid çetelerine karşı ağır silah almak istiyor ama çaldığı her kapıda ‘sen terör listesindesin, hiçbir hukuki statün yok, kime ve neye hizmet ettiğin belli değil bu nedenle sana silah vermiyoruz’ cevabıyla karşılaşıyor.

    PKK, en büyük düşman olarak gördüğü AKP Hükümetine yalvarıyor ve Kobanî’ye müdahale et çağrısında bulunuyor.

    PKK içinde yer alan ve hala akılları ile birlikte Kürdliklerini tam olarak yitirmemiş bazı insanlar bir şeyleri düzeltmek için çırpınırken, kemikleşmiş ihanetçiler çirkinliklerine devam ediyorlar.

    Güney Kürdistan yönetimi ilk günden itibaren hem maddi, hem manevi hem de diplomatik açıdan Batı Kürdistan’ı korumak için çabalıyor. ABD’nin IŞİD mevzilerini bombalamasını isteyen Berzanî’dir. Bunun bilincinde olan aklını/Kürdlüğünü yitirmemiş PKK’liler Berzanî’nin çabalarını saygıyla karşılarken daha fazla çaba sarf etmesi için çağrıda bulunuyorlar. Buna karşın kemikleşmiş ihanetçi PKK’liler ‘Berzanî’nin ekmeğine ihtiyacımız yok ve KDP KobanÎ’nin düşmaesini istiyor’ gibi çirkin söylemlerine devam ediyorlar.

    PKK, Batı Kürdistan’da yok ettiği ulusal dinamiklere çağrıda bulunarak “gelin birlikte Kobanî’yi savunalım” diyor…

    Sonuç olarak; PKK hareketi bir ihanet projesi olduğunu fazlasıyla ispat etti. Gelinen aşamada bu gerçeği görüp ona göre davranmak gerekiyor.

    Güney Kürdistan Yönetimi (Özellikle de Başkan Berzanî) kendisine yönelik tüm PKK çirkinliklerine rağmen Batı Kürdistan için elinden geleni yapıyor/yapmaya da devem edecektir. Başkan Berzanî Batı Kürdistan’da inisiyatifi eline alarak Kürdleri ve savaşanları PKK zihniyetinin tahripkar politikalarına teslim etmeyeceğini gösterdi.

    Genelde Kürdler özelde de PKK savaşçıları gerçek kurtuluşlarının Kürdistanî bir çizgi olduğunu ve bu çizginin de Berzanî şahsında temsil edildiğini gördüler. Gerçekliği gören PKK’liler Kürdleşiyor ve Güney ile barışıyor; kemikleşmiş ihanetçi PKK yöneticileri ise ihanetlerine devam ediyorlar.

    Kürdler, yaşanan trajediden ders çıkararak onurlu ve özgür bir yaşam yolunda ilerlemeye devam edeceklerdir. Bu onurlu yol devletleşince kadar devam edecektir. Kürdlerin devletleşmesine karşı olan PKK zihniyetini ısrarla savunan kemikleşmiş ihanetçiler de sömürgecilerin kapılarında “bize yardım edin” diye yalvarmaya devam edeceklerdir.

    Selahattin Demirtaş, Osman Baydemir ve Salih Müslim’in yalvarırcasına Türk devletine/Hükümetine seslenmesi ve “bizi kurtarın” demesi onursuzlukta en dip noktadır. Bu onursuzluğu yaşayacaklarına, Kürdlerden özür dilemeleri ve Güney Kürdistan öncülüğünde devletleşme amaçlı onurlu mücadeleye katılmaları daha iyi değil midir?

    PKK’nin kurumsal olarak taşeron/ihanetçi misyonuna rağmen, PKK saflarında yer alan yurtseverler Kürdleşecekler ve Pêşmerge saflarında savaşarak onurlu cephede yerlerini alacaklardır. Birçok yerde onurlu cephe yolunda adımlar atılmaya başlanmış durumda.

    Bu noktada herkesin dikkatli olması ve çok önemli bir ayırımı yapması gerekiyor. Kürdlerin birliği Ulusal bir öz taşır ve bu birlikte yer alanlar ulusal haklar için savaşır. PKK’nin kurumsal kimliği Kürdlerin ulusal birliğine uygun olmadığı, dahası ulusal haklara karşıt olduğu için PKK ile kurumsal düzeyde bir birlik yapılamaz. Birlik, PKK içinde yer alan ve ulusal hakları savunan (PKK zihniyetinden farklı olarak) yurtseverlerle/gerillalarla yapılır/yapılmalıdır. Oluşan ve oluşturulacak tüm birlikler Kürdlerin yegane meşru kurumu olan Güney Kürdistan öncülüğünde olmak zorundadır. Aksi bir tutum PKK ihanetini meşrulaştırmaya ve ulusal hakları sömürgecilere peşkeş çekmeye yarar sadece…

    Bıjî Pêşmerge!

    Bıjî Kurdistan!

    Haber/Yorum

    30.09.2014

    http://www.nasname.com/a/ihaneti-elestirmenin-ve-ulusal-birligi-savunmanin-zamanidir-simdi

  13. provokatörlere dikkat

    Kendini komik zanneden hedepe yine düşmüş buralara. Aklınca espri yapıyor. Gülücük efekti de koymuş, kendisi dışında gülen var mı şimdi buna? Bir Cengiz Baysoy’un yazısındaki teorik düzeye bakın, bir de hedepe gibi provokatörlerin boşalttığı şeylere. Kimin derdi neymiş, çok açık görülüyor. Çapın yetiyorsa, gir Cengiz Baysoy’la polemiğe. Karşı yazı yaz.
    Aslında böyle örgütlü provokatörlere cevap vermeye değmez ama HDP’yi suçladığı şeylerin hepsi, radikal demokrasi ve demokratik özerklik kavramlarından çok önce, doksanların alacakaranlığında karşılaşılan şeylerdi. O yıllarda hedepe gibi devletçi solcular kemalizmi sosyalistlik diye bir güzel yutturuyorlardı. Şimdi bunu beceremiyorlar. Hele Gezi’den sonra kimse bunların elli kişilik dandik öncü örgütlerine tenezzül etmez oldu. Böyleleri siyasetten silinip gitmeden önce provokasyon için her şeyi yapacaklardır.

  14. dostların gücenmesini gerektirecek bir şey söylemediğimi düşünüyorum.bilakis, kürt hareketinin en temel entellektüel ihtiyacı, şüphesiz ki dost eleştirileridir ve bundan daha değerli bir dostluk hediyesi-desteği düşünülemez.
    yazıdaki maksadı aşan yorumların sorumlusu değilim, ifade edişimdeki kusurlar müstesna…

  15. Yavuz’un kendisine de yazdım. Ulusalcılık sonunda ihtiyaç duyduğu kaliteli bir teorisyene kavuştu. Çünkü Doğu özellikle son yıllarda iyice çaptan düşmüştü. Fakat bu durum, eğer iktidara gelirlerse Yavuz’un can güvenliği açısından bir hayli problem. Sanırım Yavuz da bunun farkındadır.

  16. Alın size çözüm, ölümden daha zor değil..

    Kürtler kuşatma altına alınmışmı?

    – Alınmış?

    Güney Kürdistan bir yandan İran, diğer yandan Türkiye, öte yandan şii araplar yani Irak yönetimi ve de bunlara karşıt görünse de uyum içerisinde hareket eden islami terörün saldırısı altındamı?

    – Evet öyle?

    PKK de aynı şekilde kuşatma altındamı?

    – İmha derecesinde kuşatmaya alınmış durumda.

    Sınırların ve hükümranlık alanlarının bu kadar aşınmadığı dönemde PKK işgalci devlet güçlerinin birinden ötekine geçemeyişini avantaj olarak kullanıyor kendisi bir sınırdan ötekine geçerek takibatı ve kuşatmayı bertaraf ediyordu. Bugün öyle değil, Irak ve akabinde Suriye’nin hükümran olmaktan çıkışı her devletin bölgede güç bulundurmasına kapı açmakla kalmıyor, birden çok devletin güçlerini bir bölgede yoğunlaştırmasına imkan veriyor. Bu imkanı kaçırmayan işgalci devletler Rojava’ya yoğunlaşmış durumda ve elbirliği halinde geleceğin Kürdistan’ını budamak, deniz bağlantılarını kesmekle meşgul. Bu operasyonda ağırlıklı rolü Türkiye almış durumda. Güney Kürdistan’a saldırılar genel bir planın parçası olmakla birlikte Rojava’ya saldırı karşısında taktik öneme sahip. Güney’i sürekli savunma halinde tutarak mevcut güçlerini Rojava’ya sevketme yeteneğini asgariye indirdiler, eğer Rojava’da yürütülen bir savaşsa bu savaşa kürtlerin insan gücü, silah, iaşe sevketmesini yüzlerce kilometrelik koridorlar açarak engellediler. Bu koridorlar kuzeyden güneye açılmış durumda, kürt karşıtı güçlerin birleşmesinde ve ilişklenmesinde hiçbir engel yok. Doğudan batıya kürt şeridi ise katliam ve tehcirle kesintiye uğratılak kürtlerin fiziki bağlantıları koparılmış durumda.

    Bu koşullarda kim Kobani, Afrin yada diğer şehirlere yardım etmeye, bu şehirleri savunma bakımından güçlendirmeye kalkışırsa kalkışsın kendisi kuşatma altına girmiş olacaktır.

    PKK tüm güçlerini buraya yığdığında yada bugüne kadar hiç kullanmadığı Türkiye-Suriye hattını aşıp Rojava şehirlerini tahkime çalıştığında yine imha amaçlı kuşatmanın ortasına düşecektir.

    PKK bunu yapmayıp kuşatma altındaki şehirlerden gücünü çekse bu şehirlerin halkı savunmasız kalacak, an meselesi heline gelmiş kürtlerin kitleler halinde Kürdistan’dan tehciri gerçekleşecek, Rojava insansızlaşacaktır.

    Ortada aşağısı sakal yukarısı bıyık tarzında son derece umutsuz bir durum vara ama aşılmaz değil.

    Önce bölgedeki mevcut güçleri ve mevzilenmelerini gözden geçirmek gerekiyor.

    Bu oyunun baş aktörü Türkiye’dir, olanca gücüyle Suriye’dedir ve fiilen müdahalenin yolunu açmak istiyor.

    İran coğrafi uzaklık ve batının engellemesi nedeniyle açıkça varlık gösteremiyor.

    Suriye askeri güçlerini yayma şansından mahrum hale gelmiş durumda.

    Irak’ın kendi sorunları nedeniyle müdahale şansı yok.

    Batının müdahalae tahtında bölgeye gönderdiği silahlı güçler ve devam eden askeri operasyonları var. Batının askeri güçleri kürtlerle birlikte hareket ederken öncelikleri kürtlerin daha az zarar görmesidir. Operasyonların yönelimi ve yoğunlaştığı alanlar bunu açıkça ortaya koyuyor.

    Bu durumda yapılacak tek şey Türkiye’yi geriletmektir.

    Silahla ve savaşla geriletmeyeceğinize, silahlı güçleriniz bile İmralı, dolayısıyla türk genelkurmayının beklentilerine uydurulduğuna ve bugünkü sonucun yaratıcısı haline getirildiğine göre ortada tek ama en etkili yol kalıyor geriye.

    Kuzey Kürdistan belediyeleri türk devletini tanımadıklarını topluca deklare etsinler, bir deklarasyon yayınlamak zor değil.

    Türk parlamentosuna seçilmiş milletvekilleri türk devletini tanımadıklarını ve Kürdistan halkını temsil ettiklerini deklare etsinler. Fazlaca zor değil, bir milletin azar azar imha edilmesi karşısında tüm milletin katlandığı eziyet ve zorlukların ve hele öldürülmelerin karşısında hiç bir zorluğu yok.

    Beldiye başkanları ve milletvekilleri kendilerini geçici Kürdistan parlamentosu ilan ederek kürtlerin ayrılma hakkı için referandum talebinde bulunsunlar.

    Bu referandum talebini kürtlerin nüfus cüzadanlarını çöpe atar gibi topluca valiliklerin önüne atma, kepenk kapatma, kitleyi ayrılma hakkı ve devletleşme konusunda politize etmeye yönelik geniş katılımlı mitinglerle güçlendirilebilir ve kürtler mobilize edilebilirler. Bunlara sair sivil itaatsizlikler eklenebilir. Kürtler, geliştirecekleri aksiyonlarda şiddetten tümüyle kaçınan, ciddi bir şekilde şiddet karşıtı disiplinle hareket ettiklerinde başarırlar.

    Kürtlerin bu eylemini dünya demokrasilerinin ve demokratik kamuoyunun bugün her zamankinden daha çok destekleyeceği bir dönemdeyiz. Batı bugün kürtlerle devlet düzeyinde omuzdaşlık etmenin imkanlarını yaratmaya çalışıyor. Kürtlerin kurtuluşu için zorunlu olan bu omuzdaşlığı kapatan kürt tarafı ve kürt siyasi partileridir.

    Kürtler, batının omuzdaşlığına kapandığında kendilerini dünyanın bir parçası olmaya, insannlık ailesinin bir üyesi olmaya kapatıyor, ülkelerini sömürgeci devletlerin kuşatmasına terkediyorlar. Kürt partilerinin bu tutumu kuşatma, katliam ve tehcire imkan sunmakla kalmıyor kürtleri bu eylemin destekçisi durumuna düşürüyor.

    Bir kısım kürt peşmergenin sevilmediğinden şikayet ediyor, diğer bir kısım gerillanın sevilmediğinden.

    Biz hepsini seviyoruz, siz de seviyorsanız kurtulmalarının yegane yolu olan Türkiye’yi içerden kuşatma ve Süleyman Şah türbesine pirince giderken Kayseri’deki, Niğde’deki bulgurdan olma pozisyonuna sokunuz. Önce bu kuşatmadaki en büyük güç olan Türkiye devre dışı bırakılarak güçsüzleştirilmiş olunur. Dünyanın desteğiyle kürtler daha da güçlenir bu çağda bile her önüne gelenin çocuklarını kaçırdığı, kadınlarının ırzına geçtiği millet olmaktan kurtulur.

    Türk devletine, devletin bütünlüğüne, bölünmezliğine omuz vermekle evlatlarımızın imha edilmesine, şehirlerimizin boşaltılmasına destek verdiğinizi inkar edemezsiniz. Türkiye’nin yönettiği insanlıkdışı oyun dünyanın her tarafından görüldüğü ve bilindiği gibi kürtler tarafından da tamamen anlaşılmış durumda.

    Türkiye’yi birlikte salladığımızda gücünü kırmış olmakla kalmaz, kirli operasyonlaını engellemiş oluruz hem de kürtleri tarih boyunca uğruna öldükleri idealleri etrafında birleştirerekten.

    Yüz karasından kurtulmak istiyorsanız ülkenizi sahipleniniz, gerilla ve peşmergenin imha koşullarını bertaraf etmesini istiyorsanız ülkenizi sahipleniniz. Ülkenizi sahiplenmeden ne evlatlarınızı ne de kahramanlarınızı sahiplenemesiniz. Zaten mezarsız yatmıyorlarmı..

    http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/10/aln-size-cozum-olumden-daha-zor-degil.html

  17. Aaa, çok ayıp! Biz KCK davalarında ilk celselerde serbest bırakılan, kimliği ayyuka çıkmış 1000 küsür MİT elemanı kardeşimize “devletçi” ve “provokatör” diyor muyuz? Diyen oldu mu? Bunları tasfiye eden oldu mu?

  18. provokatörlere dikkat

    Nazi dönemindeki gibi elleri bağlı tek sıra dizilip aşağılanan, bedel ödeyen insanlar mı yandaş, mitçi oluyor? Son seçimde HDP’ye ülkenin her yerinden dört milyon oy çıktı. Sen elli kişilik marjinal örgütçüğünde kıvran dur. Sizin miadınız doldu artık. Anca buralarda provokasyon yaparsınız.

  19. Adam KCK’den tutuklu olan herkese MİT’çi dememiş ki. KCK’ye 1000 küsur ajanın sızmış olduğu haberi bi aralar bayaa popülerdi. Hepsi değil ama bir kısmı ayyuka çıktı ve serbest bırakıldılar.

  20. Hümanizmi ve demokratizmi esas almayanlar, ezilen taraf olmaktan çıkarak “bağımsız” devlet kursalar da, sorunları çözemezler. Kürtlerin daha Türklerin boyunduruğu altındayken başkalarına, örneğin Zazalara nasıl Türklük yaptıkları gerçeği üzerinde iyice düşünmenizi tavsiye ederim. Hatta bu durum Zazalar için de geçerlidir. Demir Küçükaydın’ın dediği gibi; “Türk ulusçuluğu kendi zehrini Kürt ulusçuluğuna akıtmış, onu bir kopyası olarak yaratmıştır. Kürt ulusçuluğu da bunu Zaza ulusçuluğuna akıtmış, onda bir kopyasını yaratmıştır.”

  21. Zazalar’ın kime baskı yaptığını çok merak ediyorum!

  22. Türk meclisine milletvekili seçilmek için aday olmak Türkiye Cumhuriyetini devlet olarak tanımak demek demektir.

    Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesi ile Kürtlerin inkarı esas alınarak kurulmuştur. Türk devletini tanımak, Kürdistan’ın parçalanmışlığını, sömürge statüsüne düşürülmesini ve Kürtlerin temelli inkarını onaylamaktır.

    Üzerinde TC yazan muhtar mührünü kabullenmekten, il genel meclis üyeliğine, yine üzerinde TC yazan herhangi bir belediyeden, belediye meclis üyeliğine ve parlamentoya kadar, devlet organizasyonunun herhangi bir kademesinde yer almak sömürgeci devlet sistemini genelde onaylamanın dışında sistemin bir uzvu haline gelmeyi kabul etmektir. TC’yi kabullenen gadrine katlanır. Sömürgeciliği onaylayan ve bir uzvu olmayı kabullenen sonuçlarına katlanır.

    Kürtler, sömürgeci aygıtı onaylamakla, sömürgeci sistemin bir uzvu, aracı haline gelmeyi kabullenmekle kalmıyor gidip mecliste Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne sadık kalacakları üzerine namusları ve şerefleri üzerine bir de yemin ediyorlar. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne sadık kalınacağı üzerine yemin etmek, Kürdistan’ın bölümüşlüğünü ilelebet korumaya ve savunmaya yemin etmektir, Kürtleri toptan yokoluşa sürüklemeye yemin etmektir.

    Kürtlerin gözünü çıkarmaya, ciğerini sökmeye yeminli Kürt siyasetçilerini Kürt milletinin temsilcileri olarak kabullenmek, sistemin bir aparatı olmayı önüne koymuş siyasi partileri Kürtlerin siyasi kurumları olarak görmek, yeryüzünde sadece Kürtlere özgü bir aptallık türüdür. Eşi ve benzeri olmayan aptallığın bu denli ağır ve vahim örneğine başkaca hiçbir millette rastlayamazsınız.

    Sömürge siyasetçisi, sömürgeci sistemin bir uzvu haline geldiği andan itibaren milli hiçbir vasfı kalmaz. Kürtlerde somutlaştırıldığında, TC parlamentosuna girmeyi sindirebilen bir siyasetçi buna niyetlendiği andan itibaren Kürtlük vasfınını kaybetmiştir, ulusal onurunu, milletine sadakatini kaybetmiştir. Parlamentonun kapısından içeri girerken, namus ve şeref adına, insanlık adına ne varsa zaten dışarda bırakarak girmiştir. İçerde olmayan namus ve şeref üzerine yemin edilir. Sömürgeci milletvekilleri de sömürge halkın namusunu ve şerefini ipotek altına almanın sevinciyle bu namussuzları gözleri parlayarak alkışlarlar.

  23. Ortada Türkiye toplumunun tamamından destek alan, bütün ezilen kesimleri kapsayan bir hdp gerçeği var. Toplumda hiçbir itibarı kalmayan stalinist, ulusalcı sosyalist kesim “Ben ölüyorum, yok oluyorum, tarihten silinip gidiyorum, herkes benimle birlikte batsın” kafasında. Hdp’yi eski usul kck, terör, bebek katili demagojisiyle sıkıştırmak bunun örneği. Kullandıkları üslup ve tarz iğrenç.

  24. ​PKK; Tavan Ve Tabanın Uzlaşmaz Karşıtlığı!

    Cemil Bayık’ın son açıklamaları bir kez daha PKK’nin kime/neye hizmet ettiğini göstermeye yetiyor.

    Cemil Bayık “PKK milliyetçi bir hareket değil. Devlet peşinde koşan bir hareket değil. Kürtleri diğer halklardan koparmaya çalışan, ulus devleti amaçlayan bir hareket değil. Demokratik toplumu esas alan, halkların kardeşliğini, halkların kendi kültür ve dilleriyle özgürce örgütlemelerini isteyen bir hareket” diyor…

    Sömürge bir halkın özgürlüğü bağımsızlığından soyutlanamaz!

    Bu evrensel gerçekliği en iyi ifade eden Ho Shi Min’in sloganlaşmış sözleridir.

    Ho Shi Min, “Hiçbir şey bağımsızlık ve özgürlükten daha değerli olamaz” derken, özgürleşmenin bağımsızlık koşuluna bağlı olduğunu söylüyordu.

    Dünyada devletsiz olduğu halde özgür yaşayan bir ulus gösterilemez. Hele hele Ortadoğu gibi bir cehennemde ‘devletsiz yaşayarak özgürce yaşanabileceğini’ savunmak için ya aptal ya da özgürlük düşmanı olmayı gerektirir.

    Güneybatı Kürdistan’da kurulan “kantonların” yarattığı hayali özgürlüğün bir yanılsama ve kandırmaca olduğu kısa sürede anlaşıldı. Sömürgecilerin taşeronu olan IŞİD barbarlarının Kobanî’ye saldırısı hayali ve oyalayıcı tüm teorilerin anlamsız olduğunu ve devletsiz bir yaşamın olanaksız olduğunu bir kez daha gösterdi. Yaşanan trajediye rağmen PKK yöneticilerinin hayali “devletsiz ve özgür yaşam” söylemlerinde ısrar etmeleri, Kürd gençlerini bile bile amaçsız bir savaşa kurban ettiklerinin somut göstergesidir.

    PKK saflarında yer alan ve hayatlarını ortaya koyan her savaşçı Kürdistan için ölüme gidiyor. Ve hepsinin kafasında bağımsız Kürdistan ile gelecek özgürlük umudu vardır. Dillendirdikleri “Demokratik Özerklik” ve “Kanton” gibi kavramlar onlar için bağımsızlık ve özgürlük anlamına geliyordur. PKK yönetimi ve onu şekillendiren efendileri Kürd gençlerine ölümü dayatırken, savaşanların gerçek amacına ters düşen politikaları hayata geçiriyorlar. Ölen savaşçıların amacı ile PKK’nin amacı taban tabana zıttır. Bu zıtlığın görülmemesi için ise siyasi tüccarlar muazzam bir yanılsama yaratmış durumdadırlar.

    Otuz yıllık savaşta on binlerce genç hayatını kaybetti. Neredeyse Kürdistan’da politikleşmiş genç bırakılmadı ve buna rağmen “biz devlet istemiyoruz; biz milliyetçi bir hareket değiliz” denilebiliyor. PKK’de tavan ile taban arasındaki karşıtlık teşhir edilmeden Kürd gençleri sömürgecilere ve IŞİD gibi taşeron barbarlara yem yapılmaya devam edilecektir.

    Gerçekçi olalım ve duygusal söylemlerden kaçınalım artık!

    Devlet istemediği sürece PKK bir Kürd hareketi olamaz. Kürd hareketi olmayan bu güç ile yapılan her “birlik” sadece ve sadece sömürgecilere hizmet eder.

    Şayet Kürd gençlerinin ölmesinden rahatsız oluyorsanız, “kahramanlık destanlarıyla” ölümü kutsamayın ve savaşçıları amaçsız ölüme teşfik etmekten vaz geçin; PKK’nin kurumsal kimliğini ve misyonunu teşhir edin. Teşhir etmelisiniz ki PKK saflarında yer alan yurtseverler amaçsız bir savaşın kurbanı olmak yerine, ulusal saflarda yer alıp Kürdistan’ın devletleşmesi için savaşsınlar. Böylece cesaretleri ve fedakarlıkları haklı bir amaca yönelmiş olur ve düşünceleri ile pratikleri uyum içinde olur. Bunun gerçekleşmesi için de savaşçıların PKK kapanından kurtulmaları şarttır. PKK saflarında savaşanlar bizim gençlerimizdir ve barbarlara yem yapılmalarına izin verilmemelidir. Bu noktada başta Güney Kürdistan Yönetimi olmak üzere tüm duyarlı insanlara sorumluluk düşüyor.

    PKK’yi savunmak ile PKK’lileri savunmak çok farklı şeylerdir. Ne yazık ki politik çevreler PKK’yi savunarak PKK’lilerin (yurtseverlerin) amaçsız ölümüne zemin hazırlıyorlar.

    Yapılması gereken şey, PKK’nin kurumsal kimliğini mahkum edip, PKK’lilere sahip çıkmaktır. Kuşkusuz ki karmaşık ve zor bir iştir bu. Ama siyaset de zor olanı çözemediği sürece siyaset olmaz.

    Tüm dünya devletleri ile birlikte yerel sömürgeci devletlerin hesaplaşma alanına dönüşen Kürdistan tarihi bir dönemden geçiyor. Ya zor olanı yapıp yeni ve kalıcı kazanımlar elde edeceğiz ya da 2. Bir Lozan ile geleceğimizi egemenlerin insafına terk edeceğiz.

    Haber/Yorum

    02.10.2014

    http://www.nasname.com/a/pkk-tavan-ve-tabanin-uzlasmaz-karsitligi

  25. Teorik seviyeyi düşürmeyelim beyler.
    Yazarın da dediği gibi, sosyalizm çok rererö.
    AB Yerel Yönetimler… şey pardon demokratik-özerklik muhteşem bir şey.

  26. “Elbirliği ekonomi politik değil doğrudan etik-politiktir.Elbirliği iletişimsellik, duygulanımsallık doğrudan politik olandır (…)”
    Sesli güldüm.

  27. Belediyelerimizde hizmet alımını “demokratik taşeronluk” usulüyle yapıyoruz.

  28. Kırmanc’lar (Kurmanç ile karıştırılmamalı) aynı dili (Kırmancki/Zazaki) konuşmalarına rağmen Alevi oldukları için Zaza kimliğini kabul etmiyorlar ama Zazacılar bunu inkar ediyor.

    Seyfi Cengiz şöyle yazar;

    ZAZA MİLLİYETÇİLİĞİNİN ÖZELLİKLERİ

    SEYFİ CENGİZ

    Burada “Zaza milliyeçiliği” derken, kendisine “Zazacılar” adını veren çevrede egemen olan milliyetçiliği kastediyoruz. Dil eksenli bir faaliyetin belirlediği Ayre-Piya evresinde, hatta bugün bile bu çevreyle ilişkili tek tek her bireyin tutumunu değil.
    Zaza milliyetçiliğinin özellikleri nelerdir?
    Zaza adını ve dilini eksene koyan, tüm faaliyeti bu adı ve dili dayatmaktan ibaret olan Zaza miliyetçiliği demokratik değildir.
    Bu miliyetçilik,
    1)Hiç bir farklılık tanımaz
    2)Dil eksenlidir
    3)Ulus-devletçidir, tekçidir, dayatmacıdır
    4)Varlık nedeni ve tüm pratiği Kürt hareketi ve Dersim muhalefetine karşıtlıktır.
    5)Bucakçı, Ülkücü, İslamcı ve devletçi öğeler içermektedir
    6)Entellektüel bakımdan son derece geri ve ilkeldir
    8)Ahlaki ve etik değerlerden yoksundur
    Görünşte Zaza kimliği ve dilini eksene koymakla birlikte, bu konulardaki pratiği devletle değil muhalefetle uğraşmaktır. Devletten adeta hiç bir talebi yoktur.
    Kısacası kendisine “Zazacılar” diyen kesimin milliyetçiliği demokratik değildir. Bu milliyetçilik Kürt-karşıtıdır. Ama özelde Dersimliler’e musallat edilmiştir. Neredeyse tamamen Dersimliler üzerinde çalışmaktadır. Dersim cemaatlerini ve Dersimliler’in etkinliklerini rahat bırakmazlar. Bingöl, Palu, Siverek veya Diyarbakır Zazaları arasında bir faaliyetlerini duyamazsınız. Az çok süreklilik gösteren bir Zaza derneği bile kurduklarına tanık olunmadı. Herhangi bir etkinlikleri, bir gece bile düzenledikleri görülmedi.
    Kendilerine “Zazacılar” diyenlerin kaç kişi olduklarını bilemezsiniz. Aslında hepsi en fazla bir düzine ya var ya yokturlar. Ama her biri en az beş-altı mahlas kullanır ve kalabalık görünmeye çalışırlar. Kim kimdir tanıyamazsınız.
    Kısacası hemen her yönüyle, bileşimleri, kişilikleri, çalışma tarzları ve diğer bakımlardan uzak durulması ve tecrit edilmesi gereken bir çevreyle karşı karşıyayız.
    Her türlü farklılığı tehdit, bölücülük (bölgecilik, mezhepçilik) olarak görürler. Kırmanc terimi, Dersim ve Kızılbaş sözcükleri onların gözünde Desmala Sure’nin bölücü olması için yetti.
    Onlar ittifak nedir bilmezler. Onlara göre tüm Zazalar tek bir parti olmalıdır. Buna karşı olan yurtsever değildir, bölücüdür. Üstelik bu parti onların gönlüne göre olmalıdır. Sınıflardan ve sosyalizmden sözetmek de onlara göre bölücülüktür.
    Kendisini ‘aydın’ zanneden böylesine geri öğelerle karşı karşıyayız. Genelde islamcı ve faşist gelenekten gelmeler. Sınırlı bilgilerle, araştırmaya dayanmadan konuşurlar. Üslupları kaldırılacak gibi değildir. Son derece saygısız bir söylemleri vardır. Söyleneni ya doğru anlamaz, ya da anlamak istemezler. Tüm bunlar bu çevre ile sağlıklı bir diyalogu ve tartışmayı olanaksız kılmaktadır. Bugüne kadar yaşadığımız tartışmalarda tanık olduğumuz manzara hep bu olmuştur.

  29. KOBANé DİRENİYOR VE DİRENDİKÇE SİSTEMİNİZ ÇÖKÜYOR EY DÜZENBAZ DEVLETLER VE DEVLETLULAR…

  30. ozynetim-soru(nu)-ve-endustri

    Rojava’daki önemli sorunlardan bazıları da, özyönetim olarak ta ifade edilen yaşam biçimlerine yönelik, öne çıkan, mülkiyet biçimleri. Rojava Anayasa’sında (devlet karşıtı devlet iktidarının, http://civiroglu.net/rojava-toplumsal-sozlesmesi/) özel mülkiyetin de topumsal sözleşme tarafından korunduğu belirtilmekte. Ve mülkiyet konusunda da “özerkleştirici” bir yönelim bildiğim kadarıyla bulunmamakta. Ekolojik vurgusunun varlolmasına rağmen, aynı zamanda kantonların endüstrileşmesi için planların varolacağı da toplumsal sözleşme arasında bulunmakta.

  31. ozynetim-soru(nu)-ve-endustri

    Ciddi sorunlu, ama mülkiyet sorununa yönelik önemli sorular soran bir yazı.

    http://gezite.org/otonomculugun-hazin-sonu-sen-bir-liberalsin-cemil/


    Otonomculuğun hazin sonu: “Sen bir liberalsin Cemil”

    Karaburun’daki Rojava oturumunu daha önce bu sayfalardan paylaşmıştık. Oturumun fantastik epizotlarından biri, “Rojava devrimi nasıl bir devrim, mesela sosyalist mi?” sorusuna seyirci içinden verilen bir yanıttı: “Demokratik özerklik, sosyalizmden daha ileride bir modeldir.”

    Sanatla hemhal olan biri olarak hayal gücüne layık olduğu değeri vermekten yanayım. Fantezileri güçlü insanlar olmasaydı bugün bir Yüzüklerin Efendi’sini, bir Lost’u izleyemezdik.1 Ama insan hayal gücünün fikir gücü olduğu yanılsamasına bir kez kapılırsa, uçtu gülüm alev saçan ejderha…

    Biz dogmatikler ne kadar uğraşırsak uğraşalım muhayyileye zincir vurmak mümkün değil. O alır başını Özgür Gündem’e dek gider. Gitmiş de. Bu kez cümlesini tersten kurmuş: Sosyalizm kavramı “demokratik özerklik” kavramından geri bir kavramdır. Son dönemde solda adet haline gelen tartıştığı kişiye, yazıya, olaya referans vermeme ayıbına düşmeyelim:2 Yazıyı yazan arkadaş Otonom dergisindeki yazılarından tanıdığımız Cengiz Baysoy. Linkini verdim. İsterseniz tıklayıp okuyun, isterseniz ben size özetleyeyim:
    Felsefe soslu liberal “komünizm”

    Yazı, içinde üç kez “güç istenci”, bir kez “soykütük” geçen ve dost dost diye diye Niçe’sine sarılan kısa bir paragrafla başlıyor. İleride bu mistik dil biraz çözülüp yazı bir şeyler demeye başladığında Hegel’e de bir göz kırpılıyor: Kürt hareketinin devrimci değerleri “içererek aşma” yeteneği vs. vs.

    “Fikir” basit: Rojava devrimi sosyalist bir devrim mi? diye sormayın. Sosyalizm kötü, çünkü reel sosyalizm. Demokratik özerklik iyi çünkü Kürt hareketi. Sosyalizmde ücretli emek var, ama olmamalı. O zaman liberalizm OK.

    Cengiz her zaman olduğu gibi liberalliğini çoğu bir anlam içermeyen ve takip edilebilir bir fikir çizgisine sahip olmayan müphem ifadelerle gizlediği için bu mantıksal yapıyı soyutlamak biraz emek ve sabır gerektiriyor (daha çok sabır). Ben Gezite okurları için tipik bir paragraf seçtim:

    Eleştiri Rojava Devrimi’nin liberal bir toplumsal mülkiyet ilişkisi içinde olduğundan dolayı sosyalist olmadığı yönündedir ve basit bir soru üzerinden yola çıkılmaktadır: “Üretim araçları üzerindeki mülkiyet emekçilere mi aittir yoksa değil midir?” Doğru ve yanlışın alanı yanıtta değil sorudadır. Soru yanlıştır. Sosyalizm kavramının demokratik özerklik kavramından geri bir kavram olduğunu gerçeği bu soruda yatar.

    Hmm… Cengiz cevap veremediği soruyu beğenmiyor. Onun yerine kendi sorusunu soruyor. Aslında ortada soru da yok, bir tespit var: “Sosyalizmde ücretli emek var.” Engels’in yurttaşları bu dahiyane gözleme dahiyane bir soruyla cevap verirlerdi: Really?

    Ardından Cengiz, liberal kapitalizmin aslında ne kadar kapitalist olmadığını ispatlamak için teorik takla yarışına girişiyor. Bu taklalar arasında şöyle ucubeler var:

    Demokratik özerklik değer üretimini ücretli emek temelinde değil, emeğin elbirliği üzerinden düşündüğü için liberal değer teorisinden çıkar. Elbirliği ekonomi politik değil doğrudan etik-politiktir. Elbirliği iletişimsellik, duygulanımsallık doğrudan politik olandır ve komünalist demokrasiyi gerektirir.

    “Elbirliği… Etik-politik… İletişimsellik… Duygulanımsallık… Komünalizm…” Peki üretim araçları kime ait? Tabii ki burjuvaya. Zaten Cengiz’in de buna başka bir cevabı yok. Bu cevabı vermemek için soruyu devreden çıkarmaya çalışıyor, beceremiyor. Böylece bu bereketli topraklar bir başka siyasi mucizeye, burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkını elde bir kabul eden “komünist” mucizesine analık ediyor.3

    Devrimcileri ihbar eden “Aydınlık” komünistleri, Kürt esnaftan alışveriş yapmayın diyen “Türk Solu” komünistleri, sosyalist kurumlara molotof atan Leninist komünistleri doğuran coğrafya bir de liberal komünist doğurmuş çok mu?
    Kahraman cahiller

    İşin komiği bir yana… İki ardışık cümlede “cahil cesareti” gibi CHP’li teyzelerle cami hocalarına aynı anda ait olan bir klişeye başvuran Cengiz Baysoy’un cehalete rağmen ahkâmı kahramanlık düzeyine vardırdığını görüyoruz.

    Öncelikle hiçbir yerde doğru dürüst tanımı olmayan, tanımlandığı yerde de belediye meclisleri gelişkin bir tür sosyal devlete benzeyen “demokratik özerklik”i bir kavram sanıyor. Yahut da bunu sanacak kadar çapsız değil ama şu sıra siyasi prim oralardan dağıtıldığı için onu kavram ilan etmeyi elverişli görüyor.

    Ardından bu belirlenimsiz ve muğlak halinde bile pür siyasal bir terim olduğu aşikâr olan “demokratik özerklik” ile bir siyasi iktisadi kavram olan “sosyalizm”i birbiriyle karşılaştırılabilir, birbirinin karşısına çıkarılabilir sanıyor. Yahut bunu sanacak kadar çapsız değil ama ilk terimin tanımını vermeye yanaşmadığı, ikincisini de ücretli emek gibi çoktan aşılmış bir tartışmaya indirgediği için kendine gidecek başka yol bırakmamış.

    Burada Cengiz’in sanılarının temelinde yatan 19. yüzyılın anarşist saçmalıklarına (“Ama sosyalizmde de devlet var, ama proletarya dahil hiçbir diktatörlük olmamalı, ama bu düzeni yıkıp komünizme geçecektik siz araya sosyalizm soktunuz…”) bakmaya gerek yok. Yine de bir önceki paragrafta yaptığım bir tespiti hemen tekzip etmek isterim:

    Aslında hiçbir siyasal kavram pür siyasal değildir. Nasıl kapitalizmden bahsetmeden faşizmden bahsedemezsek, kapitalizmden bahsetmeden “demokratik özerklik”, “radikal demokrasi” gibi kendini yeni diye yutturmaya çalışan sosyal-demokrat önerilerden de bahsedemeyiz. Bu arkadaşlar artık kendileriyle barışsalar iyi olur:
    Anarşizmin aynaya bakma zamanı

    Sizler ne Bakunin’cisiniz, ne Marksçı. Sizler düpedüz Bernstein’cısınız arkadaşlar, bildiğin Kautsky’ci. Sizler sosyal demokratsınız, alışın bu gerçeğe.

    Alıştınız mı? Şimdi gönül rahatlığıyla haykırın: “En süper sistem liberal demokrasi!”

    Pardon, radiqal.yazisonuikonu

  32. devletçi sosyalizm adına bir yazı. Yıkıntıların arasından sesleniyor.

  33. Yazar Cengiz Bassoy’a ayna tutmus.Iyi de tutmus:-)

  34. Aferim, yine geç kalmamış. Her zamanki gibi devletçi muhafazakârların yanında yerini almış.

  35. Kürdistan’da; “Ümmetçilik-Enternasyonalizm” Ve “Anti Emperyalizm” Söylemleri İflas Etti!

    Dört Müslüman devletin işgali altında olan Kürdistan, söz konusu devletlerin halkları tarafından da hiçbir zaman dostluk görmedi. Halklar da tıpkı devletleri gibi ırkçı/faşist bir anlayışla hep anti Kürd/Kürdistan duruşa sahip oldular. Söz konusu halklar dönem dönem Din ve Sosyalizm adı altında ve halkların kardeşliği söylemleriyle Kürdlere biçimsel bir yakınlık gösterdiseler de, Kürdlerin doğal (devletleşme) hakkı noktasında devletlerini hiç aratmadılar. “Halkların Kardeşliği” ve “Ümmet Kardeşliği” egemen devletlerin ırkçı politikalarının incelmiş bir şekilde uygulanmasından başka bir işlev görmedi bu güne kadar. Dahası hem Ümmetçiler hem de enternasyonalistler “Anti Emperyalizm” adı altında Kürdlere uzak hedefler göstererek kendi sömürgeci devletlerini unutturma kurnazlığına baş vurdular.

    Sömürgeci devletlerin ‘Kürdlerin devletleşmesini engelleme misyonu ile’ piyasaya sürdüğü IŞİD barbarlarının saldırıları ve bu barbarlığa karşı takınılan tavırlar Halkların Kardeşliği söylemini de, Ümmetçiliği de mahkum etti; ve Anti Emperyalizm söylemlerinin de Kürdler için bir tuzak olduğunu çok net olarak ortaya koydu.

    “Halkların Kardeşliği” söylemine sarılan ve Kürdlerin devletleşme hakkından feragat eden PKK, sırf Kürdlerin devletleşmesine karşı olduğu için Türk sol çevrelerinden ilgi gördü/görüyor. Ancak bu ilgi hiçbir zaman PKK ile riskleri paylaşacak kadar fedakarlık içermedi.

    Güneybatı Kürdistan’da, “Halkların Kardeşliği” ve “Demokratik Ortadoğu” söylemleriyle IŞİD çetelerine karşı savaşan PKK, Kürd gençlerinden başka savaşacak kimseyi (istisnalar, bireysel kararlarıyla PKK saflarında yer alanları kapsıyor) yanında bulmadı/bulamaz da. Sadece Kürd gençlerinin hayatlarını kaybettiği bu amaçsız savaşı “Halkların Kardeşliği” adına yürütmek gerçeklikle örtüşmüyor.

    Şayet halkların ortak bir mücadelesinden söz edilecekse, Güney ve Güneybatı Kürdistan’da Kürdlere barbarca saldıran IŞİD bileşenlerine bakmak gerekiyor. Kürdlerle dayanışma içinde olan bir halk ortada yokken, IŞİD saflarında neredeyse her halktan çetelerin bulunması düşündürücüdür. Tüm Müslüman devletlerden ve müslümanların yaşadığı Batı devletlerinden barbarlar “kutsal” bir ittifak kurarak Kürdlere (sadece savaşan güçlere değil, bir bütün olarak Kürdlere saldırıyorlar) saldırıyorlar. Bu saldırılarda hiçbir insani kriter tanımıyorlar.

    “Ümmetçilik/Cihat” adı altında şimdiye dek yapılan hiçbir ittifak Kürdlere verdiği zararı bir başkasına vermedi. Kürdlere karşı geliştirilen bu çağdışı/barbar ittifak, İslam dininin pratikte Kürd/Kürdistan düşmanlığı üzerine yorumlandığının somut göstergesidir. İslam’ın Kürd/Kürdistan düşmanı olmadığını idda edenler herkesten önce Kürdlerin devletleşmesini savunmalı ve IŞİD gibi barbarlarla herkesten önce savaşmalıdırlar. Aksi bir tutum iddialarını inandırıcı kılamaz.

    Günlerdir Kobanî’de kuşatılan Kürdler adeta dünyanın gözleri önünde barbarlara yem edilme riskini yaşadılar/yaşıyorlar. Hiçbir halk bu barbarlığa karşı güçlü bir ses çıkarmadı ve doğrudan müdahil olmadı. Aynı şekilde İslam veya Sosyalizmi referans alan hiçbir devlet de yaşanan barbarlığa karşı tutum geliştirmedi.

    Türk Solu ile birlikte PKK’nin bir numaralı hedefi ve “halkların düşmanı” olarak görülen Başkan Berzanî yaşanan barbarlığa ilk tepkiyi gösterdi ve yine Türk Solu ile PKK’nin “kadim düşman” olarak lanse ettiği Amerika Emperyalizminden duruma müdahale etmesini istedi. Berzanî’nin çağrısıyla Amerika öncülüğündeki koalisyon IŞİD barbarlarını vurmaya başladı. Bu bombardıman Kobanî’ye nefes aldırırken, Kürdlerin dost-düşman algısını da pratikle değiştirmiş oldu. Bu yanılsamayı en çok yaşayan PKK tabanı, en azından bundan sonra “Halkların Kardeşliği” ve “Anti Emperyalizm” söylemlerinin ne kadar anlamsız olduğunu görmelidir ve ona göre tutum almalıdır.

    Kuşkusuz ki Emperyalistler Kürdlerin bu günkü olumsuz durumundan dolayı sorumludurlar. Ancak bu sorumluluk sömürgeci barbarları unutturacak kadar büyük değildir. Ve başka bir gerçek ise, hiçbir Emperyalist devlet TÜRK-ACEM ve ARAP devletleri kadar barbarlaşamaz. Emperyalistler (çıkarları gereği de olsa ve kendi kamuoyularının baskısıyla da olsa) yerel sömürgeci devletler kadar barbarlaşamazlar. Şayet Amerika ve diğer emperyalistler olmasaydı sömürgeci devletler tüm Kürdleri soykırımdan geçirmekte zerre kadar sakınca görmezlerdi. Bu nedenle sömürgecileri ve taşeron çetelerini unutup emperyalistlere yönelmek tam bir aptallık halidir.

    IŞİD, barbarlığıyla Kürdlere gerçekliği acı bir şekilde göstermiş oldu.

    Bu gerçeklik, Halkların Kardeşliği söyleminin Kürdleri kapsamadığını; Din Kardeşliğinin Kürdleri “kardeş” olarak saymadığını ve eksiklerine rağmen sadece Batılı devletlerin müttefik olabileceğidir.

    Kürdler insanca yaşamak istiyorlarsa, hayali düşman algısından ve hayali kurtuluş reçetelerinden uzaklaşıp kendi devletlerini kurmanın tek çözüm olduğunu görecekler ve sadece bu amaca odaklanacaklar.

    Kürdler; Dost-Düşman belirlemesinde de kriterin, ‘devletleşme amacına katkı sunanlar ile karşı duranlar’ olduğu gerçeğinden hareket etmelidirler. Kürdler ya devletlşecek ya da her zaman olduğu gibi ölmeye devam edeceklerdir. Bu nedenle devletleşme amacı Kürdlerin kırmızı çizgisi olmalıdır. Bu çizgiyi ihlal eden kim olursa olsun yaşanan ve yaşanacak ölümlerden sorumludurlar.

    Kürdlerin devletleşmesini savunmayanların “Timsah Gözyaşları” kimseyi aldatmamalıdır…

    Haber/Yorum

    04.10.2014

    http://www.nasname.com/a/kurdistanda-ummetcilik-enternasyonalizm-ve-anti-emperyalizm-soylemleri-i

  36. Türk Bölgelerindeki Kürtler, Federal, Bağımsız ve Kon-Federal Devlet İçin Bir Engel Değildir…
    İbrahim GÜÇLÜ

    Türk Devleti barbar, sömürgeci olduğu kadar garip bir ülkedir de. Türk Devleti’nin kuruluş aşamasında, “var olan”, ihtiyaç duyulan, ağalarının eli öpülen Kürtler, devletin kuruluşundan sonra, devran döndü, Kürtlerin yokluğu, Türk oldukları, ırkçı “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi” eşliğinde ileri sürülmeye başlandı.

    Bu nedenle, uzun yıllar haklı olarak “Kürtlerin varlığı” yokluğu tartışma konusu oldu.

    Kürtlerin varlığı ve yokluğu tartışılırken, onunla at başı ya da bir adım sonrasında “Kürtlerin halk mı, milliyet mi, millet mi?” oldukları konusu entelektüel dünyada tartışma gündemine geldi. Şoven ve ırkçı entelektüel dünyası, Kürtlerin millet tanımı içine alınması halinde, Kürtlerin de diğer milletler gibi “kendi kaderlerini kendi iradeleriyle tayin etmesinin” kaçınılmaz olarak gündeme geleceği endişe ve korkusunu taşıyordu. Kürtlerin, özellikle de “kendi kaderlerini kendi iradeleriyle tayin ederken”, “bağımsız devlet” tercihi yapmaları korkulu rüyalara dönüşüyordu. O noktadan sonra, adalet ve vicdan duygularıyla birlikte, entelektüel dünya iflasla karşı karşıya kalıyordu.

    Şoven ve ırkçı entellektüel dünyada bu konuda duyulan korku ve kopan fırtına, daha çok “Kürtlerin bağımsız örgütlenmesi” ile birlikte başka bir dehşet dünyasına dönüştü.

    Bu konularda yapılan tartışmalar, Kürtlerin ilkeli davranışıyla bir hal yoluna girdi. “Kürtlerin varlığı”, “güneşin balçıkla sıvanmayacak kadar gerçek olduğu” hem yazım dünyasında, hem siyaset platformunda ve hem de mahkemelerdeki hesaplaşmalarda kapsamlı bir çerçeve kazandı. Kürtlerin millet olduğu, sosyolojik, toplumsal, tarihsel gerçeklikleriyle ortaya konularak, tartışmalara nokta konuldu. Aynı zamanda, Kürtlerin de, diğer dünya milletler kadar hak sahibi oldukları/olması gerektiği, bunun en somut halinin en azından birlikte yaşadıkları halklarla federal devlet, ötesinin “bağımsız devlet” ve “kon-federal devlet” olduğu açıkça ifade edilmekle kalınmadı: Bu stratejik hedefe uygun kültür ve örgütlenme oluşturuldu, siyasi çalışma yürütüldü.

    Kürtlerin, bağımsız örgütlenme, kendi kaderlerini kendi iradeleriyle – diğer milletler gibi – tayin etmesini kayıtsız şartsız kabul ettikleri bir aşamada, bu düşünce sistematiği bir Türk Devleti Projesi olan PKK ve onun lideri Öcalan tarafından pratikçe rayından çıkarılırken, bir dönemdir açık bir şekilde teorik olarak da savunulmaya başlandı.

    Öcalan, 2009 tarihinden itibaren, kendi yuvası ve ana rahmi olan Türk Devleti’nin kollarına döndükten sonra, Kürtlerin federal, kon-federal, bağımsız devlet haklarının olmadığının da ötesine geçerek, Kürtlerin otonomi ve özerklik haklarının bile bulunmadığını savunmaya başladı. Kürdistan’ın Güneyindeki yapılanmayı ta o tarihlerden sonra Ortadoğu’ya, Araplara ve Müslümanlara düşman 2. İsrail Devleti olduğunu ileri sürdü. Bu devletin yıkılması için, Türk Devletinin kendisine yardım etmesi için talepte bulundu.

    Kürt ulus devletinin kötülüklerini her fırsatta dillendirildi. Onun takipçileri Apoistler ve müritleri de bu düşünceyi, ölümüne savundular.

    Kürdistan’ın Güneyinde güncel ve stratejik hal alan “Bağımsız Kürt Devleti” projesine karşı açıkça savaş ilan ettiler.

    Öcalan’ın müritlerinden Hatip Şakşak, hapisten çıktıktan sonra, ayağının tozuyla gazetelere ve televizyonlara, “Kürt ulus devletini çöpe attıklarını” haddini aşan ve Kürt milletinin iradesine saygı duymayan bir şekilde açıklamakla kalmadı. Kürtleri, sömürgeci zihniyet ve kültürle horladı ve küçümsedi. “Kürtlerin para sahibi olmaları halinde ya adam öldürdükleri ya da kadın kaçırdıklarını, Güney Kürtlerinin de paraları olduğu için devlet istediklerini” ileri sürecek kadar ayağa düştü.

    Öcalan’ın yazarları, gazetecileri, siyasetçileri, Kandil’deki adam öldürme makinasının başında olanlar da, aynı hikayeyi anlatmanın ötesinde Kürtlerin devletleşmesine savaş açtılar.

    Son günlerde de, sömürgeci devletlerin doğrudan Kürtler içindeki bu sözcüleri, Türk Bölgelerinde yaşayan Kürtlerin oraları terk etmeyeceklerini gerekçe göstererek, Kürtlerin devlet olmasının gerçekçi olmadığını savundular. Üstelik de devletin Kürdistan’ı insansızlaştırma sömürgeci ve ırkçı politikasının bir sonucu olarak PKK eliyle Türk Bölgelerine gitmeye zorlanan, sürgün edilen Kürtleri gerekçe göstermenin ne kadar gülünç ve de “yavuz hırsızı ele verme” bir konumda oldukları da ortaya çıktı.

    Uzun yıllardır, şoven ve ırkçı Türkler, onların etkisi altında olan Kürtler ve Türkiyeci Kürtler, Türk Bölgelerindeki Kürtlerin varlığını, hatta Kürtlerin Türklerle karşılıklı evliliklerini gerekçe göstererek ; Kürtlerin Türklerden ayrılmayacaklarını/ayrılamayacaklarını, federal, bağımsız, kon-federal devlet istemeyeceklerini, istemediklerini canhıraş bir şekilde savunmaktadırlar.

    *****

    Bu teze göre: Kürtlerin değil, diğer hiçbir milletin de bağımsız devlet olmaması gerekirdi.

    Yunanlılar, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmaya ve bağımsız devlet olmaya karar verdikleri zaman, yalnızca milyonlarca Yunanlı değil, Yunanlılara ait bölgeler Türk tarafındaydılar. Pakistanlılar, Hindistan’dan ayrılmaya ve bağımsız bir devlet olmaya karar verdiği zaman, milyonlarca Pakistanlı Hindlilerin Bölgelerinde; Bengaldeşlılar, Pakistan’dan ayrılmaya ve bağımsız devlet olmaya karar verdiği zaman da milyonlarca Bengaldeşli Pakistanlıların yaşadığı bölgelerde yaşıyorlardı.

    Bu durum, Yunanlıların, Pakistanlıların, Bengaldeşlilerin bağımsız devlet olma isteklerinin ve bağımsız devlet olmalarının önüne geçmedi/geçemedi.

    Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, 16 millet, bağımsız devletlerini kurdular. Bu milletler, bağımsız devlet olmaya karar verdikleri zaman, Rusya Federal Devleti bölgelerinde milyonlarca milletdaşları yaşıyorlardı. Bağımsızlığını ilan den devletlerin bünyesinde de milyonlarca, yüzde 20’lik ve yüzde 30’luk oranda Ruslar yaşıyorlardı.

    Yugoslavya’nın dağılmasından sonra devletlerini kuran milletlerin de, böyle bir kadere sahip oldukları ve böyle bir gerçeği yaşadıkları hemen saptanabilir.

    Dünyadaki diğer milletlerin de durumu incelendiği zaman, farklı durumda olmadıkları görülecektir.

    Kürt milleti bölünmüş bir millet. Değişik sömürgeci devletlerin hegemonyası altında yaşamını devam ettirmektedir. Ayrıca Kürtler, kendi topraklarının dışında da başka ülkelerde başka milletlerin toprakları üzerinde, o milletlerle ortak bir yaşam sürdürüyorlar.

    Bulunulan aşamada Kürtlerin her bir parçada kendi başlarına federal, bağımsız, kon-federal bir devlet olmaları gerçekçi bir durum. Kürdistan’ın Güneyindeki durum bunun en somut örneği.

    Irak Federal bir devlet olduğu zaman, Kürdistan da federe bir devlet oldu. Kürtler Güney Parçasında şimdilerde de bağımsız ya da kon-federal bir devlet olmak için çalışmalar sürdürüyorlar. Bu koşullarda, Bağdat’ta ve diğer Arap Bölgelerinde yaşamını sürdüren yüz binlerce Kürt var. Yukarıdaki tez geçerli olsaydı Kürdistan Güney parçasında yaşayan Kürtlerin, federal devlet kurmaması, şimdilerde de bağımsız ve kon-federal devlet talep etmemesi gerekirdi.

    Kürdistan’ın Kuzey Parçasında da,

    1- Yüzlerce yıl önce Türk Bölgelerine gelip yerleşen ve kendileri için bir bölge oluşturan, “Anadolu Kürtleri” var. Bu Kürtler tam anlamıyla ulusal-etnik ve toplumsal bir kategori oluşturuyor.

    2- Kürtler, 1919 başlayan ve 1938 yılında sonuçlanan Kürt Milli Ayaklanma Hareketlerinin barbarca askeri güçlerle bastırılmasından sonra, Türk Bölgelerine kitlesel sürgüne gönderildiler,

    3- Ekonomik nedenlerle Batıya yerleşen Kürtler var.

    4- 1983 yılında Türk merkezli PKK Eylemliliğinin sonucu Türk Bölgelerine kaçan, sürgün edilen Kürtler var.

    5- Kürdistan’ın Kuzeyinden Ermenistan’a, oradan da Stalin siyaseti sonucu Gürcistan’a, Azerbaycan’a ve diğer eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerine sürülen Kürtler var.

    Kürdistan’ın Kuzeyindeki bu gerçeklik Kürdistan’ın Doğu ve Güney Batı parçalarındaki Kürtler için de geçerlidir. Milyonlarca Doğu Kürdistanlılar, Fars ve Azerbaycan bölgelerinde; yüz binlerce Güney Batılı Kürtler Arap Bölgelerinde yaşamaktadırlar.

    Dünya gerçeklerinin de gösterdiği ve ortaya koyduğu gibi, Kürdistan’ın her parçasında Kürtlerin federal, bağımsız ve kon-federal devlet istemelerinin ve kurmalarının önünde Kürdistan’ın dışında yaşayan Kürtlerin varlığı bir engel değildir.

    Federal, Bağımsız ve Kon-Federal Kürdistan gerçeğinde, Kürdistan dışındaki Kürtlerin küçük bir kesiminin Kürdistan’a dönmeleri söz konusu olacaktır. Diğer Kürtler de kendi azınlık, milli, demokratik, toplumsal, ekonomik haklarına kavuşmuş bir statüde yaşamlarına devam edeceklerdir..

    Federal, Bağımsız ve Kon-Federal Kürdistan’da, Kürdistan dışındaki Kürtlerin dönmelerine gerek yok. Özellikle de Kürdistan’ı sevmeyenlerin dönmelerine hiç gerek yok. Yine Kürdistan’ı sevmeyenler de Kürdistan’ı terk edebilirler.

    Bu bağlamda, Hatip Şakşak’ın Kürdistan’da yaşamasına gerek yok. O Bodrum’a yerleşebilir. Kendi duygularını tatmin edebilir!!!

    Erciş/Van, 3 Ekim 2014

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/991-tuerk-boelgelerindeki-kuertler-federal-bag-ms-z-ve-kon-federal-devlet-icin-bir-engel-degildir

  37. Seçimlerde MHP’ye oy çağrısı yapan kişi bana “devletçi muhafazakâr” diyor ya, kim bu cennet vatanın ironisine olmaz ki feda 🙂

  38. Kobanê Aynasında Solda İki Sorunlu Tutum

    Levent Toprak

    5 Aralık 2014

    Birçok sosyalist çevre Rojava’da yaşananlar konusunda gerçeklerle bağdaşmayan ve kafa karışıklığı yaratacak türde savlar ileri sürebilmektedir. Oysa Kürt halkının haklı davasına desteği gerekçelendirebilmek için bu tür anlamsız zorlamalara gerek yoktur. Sağlıklı yaklaşım her şeyi yerli yerine oturtmaktan geçer. Kendi görevlerini yerine getiremeyen sosyalistlerin, Kürt hareketinde sosyalist erdemler keşfetmesi, bir taraftan bir akıl tutulmasıdır, bir taraftan da acınası bir kompleksin ifadesidir.

    Kobanê direnişi Kürt sorunu bağlamında Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki siyasal süreçlerde önemli değişimlere yol açtı. Çoğu yazar ve yorumcu artık Kobanê öncesi ve sonrası diye bir ayrım yapıyor. AKP’nin Kobanê sorununda izlediği düşmanca politika Kürt halkının sabrını taşırıp da, 6-8 Ekimde kitlesel bir isyana yol açınca, zor oyunu bozmuş oldu. Önce 6-8 Ekim isyanı, ardından da ABD’nin devreye girerek Kobanê’ye askeri yardıma başlaması (19 Ekim), AKP hükümetini ciddi bir sıkışma sürecine soktu.

    Önce Şengal direnişi, ardından da Kobanê direnişi, Ortadoğu’da ciddi bir sorun olarak yükselen IŞİD’e karşı mücadelede, şu ana kadarki tek anlamlı yerel direniş odağının PKK eksenli Kürt hareketi olduğunu ortaya koydu. Böylece ABD açısından da, genelde Batı medyası ve kamuoyu açısından da, PKK ve PYD’ye yönelik olumlu bir hava esmeye başladı ve Kobanê dünya gündeminin ön sıralarına yükseldi. Bu süreçte içte ve dışta üzerine binen basınç sonucu, AKP’nin burnundan kıl aldırmaz tutumu yerle yeksan oldu. Bu, PYD’yi ve Kobanê’yi IŞİD’e boğdurma politikasının çöktüğü anlamına geliyordu.

    Ancak, AKP’nin politikası çökse de, bu politikanın doğal bir bileşeni olan Türk şovenizmi bitmek bir yana, Kobanê vesilesiyle yeni bir zirve yapmıştır. Uzun yıllara dayalı resmi Kürt düşmanlığının, AKP’nin izlediği politikalarla da özde sürdürülmesi sonucu birikmiş olan şoven önyargılar, Kobanê sorununda zehirli bir biçimde kendini bir kez daha ortaya koymuştur. İslamcı radikalizme köklü bir düşmanlık besleyen Kemalist kesimler bile, iş Kürtlere geldiğinde bu düşmanlığı unutacak denli gözlerini karartabilmiş ve IŞİD gibi bir cinayet örgütüne alkış tutar hale gelebilmişlerdir.

    IŞİD’in geriletilmesiyle Kobanê’nin gündemdeki sıcaklığını belli ölçüde yitirmiş olması da şovenizmin gerilemesi anlamına gelmemiştir. Aksine Kobanê’deki direnişin IŞİD’i geriletmesinde rolü olan ABD müdahalesi nedeniyle, bu şovenizm, kendine yeni dayanak noktaları bulmuştur. Kürt halkının kararlı direnişini görmezden gelen sağlı sollu Türk şovenistleri, Kobanê’nin darboğazdan kurtuluşunu tümüyle ABD yardımına bağlayarak, Kürt düşmanlığını sürdürmüşlerdir.

    Sosyalist harekette şovenist etkiler

    Kobanê’ye yönelik IŞİD saldırısı patlak verdiğinde Türkiye’de sosyalist sol genel olarak direnişe destek veren bir tutum aldı ve bu kadarıyla hiç kuşkusuz bu olumlu bir tutumdu. Doğrusu, söylem düzeyinde bu tutum daha sonra da değişmiştir denemez. Ancak direnişin birinci ayını tamamladığı günlerde ABD’nin devreye girmesiyle, bir yanda tereddütler, diğer yanda da adeta körleşen bir aklama ve savunu tutumu baş gösterdi. KCK liderlerinden Murat Karayılan’ın, “çözüm süreci” için gözlemci olarak hareket edecek üçüncü bir gözün ABD olabileceğini söylemesiyle, bu durum daha belirgin bir hâl aldı. Bu gelişmeler, Kürt hareketinin de dâhil olduğu hararetli bir tartışmayı doğurdu.

    Öncelikle, İP gibi nasyonal sosyalizme kayan sol maskeli çevrelerin tutumunu ortaya koymak ibretlik bir örnek olarak yararlı olacaktır. İP çevresi, başbuğları Perinçek’in ağzından en fütursuz sözlerle şovenist tutumunu sergilemiştir: “Kobani düşerse Türkiye bütünleşir. Kobani diye bir şey kalmayacak. Orada Rojava’ymış, Kürt koridoruymuş, Kürdistan’ı kurmakmış, o hayaller yıkılıyor. Kobani düşerse Ankara düşer, saçma sapan laflardır. Kobani zaten düşecek. ABD’nin piyonları ABD kendilerini destekliyor diye devletçikler, hükümetçikler kuracaklar diye hayal ediyorlar. Hiç böyle şansları yoktur. Kürt koridoru darmaduman oldu. Bu Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin toprak bütünlüğü açısından çok önemli bir gelişmedir. Onun için Kobani düşerse Türkiye de Kürtler de rahatlar. Birlik ve beraberlik yolunda en önemli adım da atılmış olur.”

    Bu tür çevreler sosyalizmin alanı dışında olsa da, solun belli kesimlerinde mevcut ulusalcı Kemalist eğilimlerin uca götürülmüş şeklini temsil etmektedirler. Bu iç eğilimler, taşıdıkları ağırlık ölçüsünde, sosyalist saflardaki sosyalist değer ve eğilimleri zedelemekte, çarpıtmaktadır. Bu meyanda, “Musul’u almazsanız Diyarbakır’ı kaybedersiniz” diye hoplayıp zıplayan ve “Kürtler ABD’nin askeri oldular” diye televizyonlarda konuşan Yalçın Küçük gibileri de saymak mümkündür.

    Sosyalist harekete doğru gelecek olursak, ABD yardımı başladığında, beklenebileceği gibi ilk ses veren TKP-SİP ardılı iki partiden biri olan KP cenahı oldu. Partinin önde gelenlerinden Aydemir Güler gibilerin değerlendirmeleri, özünde şovenist olan bu yaklaşımı örneklemektedir. Güler tartışma yaratan bir yazısında, Kobanê kuşatmasının en kritik günlerinde, Erdoğan gibiler açıkça kentin düşmesini arzulayan açıklamalar yaparken, kentin ABD yardımı aldığı için “siyaseten düştüğünü” ilan etmiştir: “Kobanê’de IŞİD’in kuşatma mevzileri ABD tarafından vurulacak ve Kobanê ABD mühimmatıyla savunulacaksa, siyaseten kent düşmüştür! Bu tabloya «devrim sürüyor» adını takmak emperyalizmi aklamaktır.”

    Kürt halkı için düşme/düşmeme kelimelerinin hayati bir hassasiyete kavuştuğu günlerde Aydemir Güler bu “düşme” motifine pek sevgiyle sarılıp, bir de Kürt hareketinin “soldan düştüğünü” söylemiştir. Güler, ait olduğu geleneğin tipik yaklaşımıyla, Kürt ulusal hareketini sosyalistlik ve anti-emperyalistlik sınavına sokmaktadır. Sanki ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalist, sol ya da anti-emperyalist olması gerekirmiş gibi!

    Güler elbette bu noktada yalnız değil. Başka örneklerin yanı sıra, TKP-SİP’ten çıkan diğer parti olan HTKP cenahında da benzer yaklaşımları görmek mümkün. Örneğin, partinin PM üyesi Ender Helvacıoğlu da, buram buram şovenizm kokan yazılarında, başka birçok şeyin yanı sıra, Kürt hareketinin “artık bir sol güç olmadığını”, “kendi davasını güden bir bölge gücü” olduğunu söylüyor. Helvacıoğlu “dava”nın ne olduğunu söylememeyi ve “bölge gücü” gibi olumsuz çağrışımlar yapan bir kavram kullanmayı tercih ediyor. Kürt hareketini bir ulusal kurtuluş hareketi olarak nitelendirmek istemediğini anlamak zor değil. Onun, Kürt hareketini yaklaşık 20 yıl önce “emperyalizmle işbirliğine yönelen” ve halen bu doğrultuda olan bir hareket olarak nitelediğini hatırladığımızda, bunu daha iyi anlayabiliyoruz.

    Helvacıoğlu’nun sözlerinin de ima ettiği üzere, bu tür çevreler, “o çok değerli” desteklerini sunmak için, ulusal kurtuluş hareketlerinde tutarlı bir sosyalistlik veyahut anti-emperyalistlik gibi ölçütler aramaktadırlar. Bu ölçütleri bulamayınca da, parmak sallayarak Kürt halkına ve hareketine emperyalizmin zararlarını anlatmaya girişmektedirler. Ama burada bir an duralım. Kürt halkının ulusal kurtuluş hareketine emperyalizmin zararları konusunda uyarı yapmak için, kişinin öncelikle şovenizmin her türlüsünden azade olduğunu bilfiil göstermiş olması gerekir. Bu olmadan konuşan herkesin ağzı şovenizmle kirlidir ve inandırıcı olma şansı da yoktur. Bu konuda ancak, Kürt halkının haklı mücadelesine ilkeli biçimde destek veren samimi sosyalistlerin konuşmaya hakları vardır.

    Bir kere ABD’nin devreye girmesiyle ilgili gerçek süreci kısaca ortaya koymak gereklidir. Ezilen bir halkın ve onun ulusal davasına bağlı inançlı militanlarının kararlı direnişi sayesinde IŞİD’e karşı ilk dişli direnme odağının ortaya çıkması durumu olmasaydı, ABD’nin bu biçimde devreye girmesi muhtemelen söz konusu olmayacaktı. ABD için Kobanê’nin düşmesinin özel bir öneminin olmayacağı açıktır. ABD direnişle doğan siyasal konjonktürü bir fırsat olarak görmüş ve değerlendirmiştir.

    Şimdi gelelim ulusal sorun ve anti-emperyalizm meselesine. Anti-kapitalist içeriği olmayan bir anti-emperyalizmin olamayacağını ve bu temelde ulusal kurtuluşla sınırlı bir mücadelenin tanımı gereği anti-emperyalist olamayacağını baştan belirtelim. Ve somut soruyu ele alalım: Ulusal kurtuluş hareketleri emperyalistlerden destek alırlar mı, alırlarsa ulusal davaları haklılığını ve ilerici niteliğini yitirir mi? Ulusal hareketler tam da doğaları gereği bu tür destekler ararlar ve kendi bağımsız devletlerine ya da genel olarak ulusal hedeflerine ulaşmak için emperyalistler arası çelişkilerden yararlanırlar. İşin doğrusu tarihte bunun sayısız örneği vardır. Emperyalistler başka hareketleri olduğu gibi ulusal hareketleri de kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isterler. Ama bu böyledir diye, ulusal hareketler ilke olarak tarihsel haklılıklarını yitirmedikleri gibi, onları ezen devletlerin mazlum pozları takınıp anti-emperyalizm kisvesi altında şovenizmlerini haklı çıkarma girişimleri de kabul edilemez. Söz konusu ülkelerdeki ezen ulus sosyalistleri için temel nitelikte bir derstir bu. Lenin vaktiyle bu noktaya açıkça dikkat çekmiştir.

    Kürt halkı bölgenin kadim halklarından biri olarak yüz yılı aşkın bir süredir ulusal bir davaya sahiptir. Son 30 yıllık süreç bu davanın yeni bir yükselişini ifade etmektedir. Sorun ne yapay bir sorundur ne de emperyalistler tarafından icat edilmiştir. Sorun yüzyılların baskı ve ezilmişliğini etinde kemiğinde hisseden Kürt halkının isyanı sorunudur. Kürt halkı bu uğurda binlerce evladını yitirmiş, büyük acıları göğüslemiştir. Kimsenin bu haklı davayı küçümseme hakkı olamaz.

    İşçi sınıfının devrimci davası açısından bakıldığında, tarihsel haklılığı ve gerçek bir temeli olan ulusal hareketler ancak devrimci işçi hareketine açıkça ve fiilen düşmanlık güderse siyaseten gerici bir konuma düşerler. Kaldı ki, gerçek bir devrimci işçi hareketi, ulusal sorunlarda tanımı gereği şovenizmden tümüyle uzak, enternasyonalist bir politika izleyeceği için, bu tür sürtüşmelerin zemini büyük ölçüde zayıflayacaktır. Ekim Devriminde bunun örnekleri yaşanmıştır. Devrimci işçi sınıfının izlediği tutarlı enternasyonalist politika nedeniyle emperyalizmin kışkırtmaları boşa çıkartılabilmiş, iç savaştan zaferle çıkılabilmiştir.

    Bu bakımdan, Kürt ulusal hareketinin emperyalizme muhtaç hale gelmesini istemeyenlerin, önce kendi üstlerine düşen enternasyonalist görevleri yerine getirmesi gerekir. Eğer Türkiyeli devrimciler geniş emekçi yığınları Türk şovenizmine karşı gerçek bir devrimci mücadeleye sevk etmeyi başarırlarsa, işte o zaman mazlum Kürt halkının emperyalistler karşısında eli daha güçlü olacaktır.

    Öte yandan bu söylediklerimiz, emperyalistlerden alınan desteğin ya da yapılan uzlaşmaların, bizzat ulusal dava için bile önemli riskler taşımadığı anlamına gelmemektedir. Mazlum Kürt halkının özgürlüğünü içten destekleyen enternasyonalist komünistlerin bu risklere dikkat çekmesi bir ödevdir. Yüz yıl boyunca çeşitli momentlerde emperyalist güçler tarafından aldatılan Kürt halkının, bir kez daha emperyalist hesaplara kurban edilmesi, işçi sınıfı hareketi açısından da hayırlı bir gelişme olmayacak, bir kayıp anlamına gelecektir.

    Bazı sosyalistler ise şovenistlere karşı savunularında uca savrulmakta ve büyük emperyalist güçlerin müdahalesinde sanki hiçbir sorun ve risk yokmuşçasına argümanlar ileri sürebilmektedirler. Bu uğurda, tarihteki büyük işçi sınıfı mücadelelerinden örnek ve benzetmeler yapmak yanlıştır. Bağlamları ve tarihsel-sınıfsal kapsamları tümüyle farklı olan mücadeleleri aynı kefeye koyma anlamına gelen bu tür akıl yürütmeler, tehlikeli bir kafa karışıklığını beslemekten başka bir işe yaramazlar.

    Aslî görevini unutanlar

    Ulusal kurtuluş hareketleri halkların uluslaşma sürecinin bir ifadesidir. Dolayısıyla onların haklılığı, sosyalistliklerinden ya da anti-emperyalistliklerinden gelmez. Baskının özgül bir biçimi olan ulusal baskıdan doğar. Marksistler baskının tüm biçimlerine karşı oldukları gibi ulusal baskıya da karşı çıkarlar. Bunlar Marksizmin elifbasıdır ve sosyalistler için uzun uzadıya anlatılması gerekmeyen ilkelerdir. Beri yandan, ulusal hareketlerin zaman zaman kendilerini sosyalist renklere boyaması gibi olgular tarihte çokça görülmüştür. Ancak Marksistlere düşen, bu ideolojik örtüye aldanmamak, ulusal hareketlerin tarihsel-sınıfsal kapsamını unutmamaktır. Özetle ulusal sorunla toplumsal sorun birbirine karıştırılmamalıdır. Lenin ve Komünist Enternasyonal bu konuda ısrarlı vurgular yapmışlardır.

    Türkiye sosyalist hareketinde ulusal sorundaki temel zaaf, Kürt ulusal hareketini bir türlü gerçekten ulusal hareket olarak görmeyi istememek olmuştur. Bu temel zaaf, şaşırtıcı gelebilirse de, birbirine tam zıt iki politik tutuma hayat vermektedir. Bir tutum, Kürt ulusal hareketini sosyalist olmadığı için ya da sosyalist kimliğini “yitirdiği” için eleştirmektedir. Diğer tutum ise, onda az çok yeterli bir sosyalist kimlik görerek adeta onun alanı içinde erimeye yönelmektedir.

    Bu eğilimlerden birincisi, sözde çok devrimci ve sosyalist görünme adına ulusal kurtuluş hareketine cephe almakta ve dolayısıyla ezilen ulus karşısında enternasyonalist görevlerini yerine getirmemektedir. Diğeri ise, sosyalist görevleri fiiliyatta unutarak, kendini tümüyle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin eklentisi durumuna koymaktadır. Bu ikinciler, konumlarını rasyonalize edebilmek için, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini sosyalist renklere boyama yolunu seçiyorlar. Bu çabaları içinde, işçi sınıfının devrimci mücadelesindeki bir başka ilkeyi de, belki farkında olmadan, ayaklar altına alıyorlar. Ulusal baskıya karşı kurtuluş mücadeleleri, daha öteye hiç gitmeye gerek olmaksızın, bizzat ulusal kurtuluş mücadelesi olma nitelikleriyle devrimci işçi sınıfının desteğini ve sempatisini hak ederler. Tarihsel olarak haklı bir mücadele niteliği taşıyan bu mücadeleleri desteklemek için, onlara adeta sosyalist olma kıstasını getirmek, hem haksızlıktır hem de vahim yanlışlara kapı açan bir tutum olur.

    Ulusal kurtuluş mücadelesine taşımadığı nitelikleri atfetmek, kendi görevlerinden yan çizmenin, kendi varlığını hiçleştirmenin bir ifadesidir. Asıl anlamlı ve değerli olan, sosyalistlerin, Türk emekçiler arasında yaygın olan şoven duygulara karşı sınıf zemininde kararlı biçimde mücadele etmeleri, onları şovenizm belâsından kurtarmaları ve devrimci enternasyonalist bir perspektife kazanmalarıdır. Bu çetin bir görevdir ve dobra dobra konuşursak, sosyalistlerin birçoğunu yıldırmaktadır. Bu zorluktan tümüyle kaçarak, işçi sınıfının hareketsizliği ortamında tek güçlü hareket odağı olarak görünen ulusal kurtuluş mücadelesine kendini eklemlemek, tasfiyeciliğin özgün bir şeklinden başka bir şey değildir. İronik olsa da, bu, aslında ulusal kurtuluş mücadelesine de pek fayda sağlayabilecek bir tutum değildir. Kürt halkının ihtiyaç duyduğu destek, sosyalistlerin, Türkiye işçi sınıfına Kürt halkının haklı davasını anlatması ve Türk burjuvazisinin emekçi kitleler üzerindeki ideolojik-politik hegemonyasını kırmaya çalışmasıyla sağlanabilir.

    Rojava deneyiminin niteliği

    Ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalist renklere boyanmasının somut bir örneği son dönemde Rojava bağlamında yaşanmaktadır. Bu durum, Kobanê direnişi dolayısıyla bir kez daha kendini gösterdi. Ortadoğu coğrafyasında ender görülecek türden demokratik bir deneyimden geçen Rojava, sadece ulusal kurtuluş boyutuyla değil, hiç kuşkusuz bu yönüyle de tüm dünyada işçi sınıfının sempatisini ve desteğini hak etmektedir. Farklı etnik ve dini gruplara tanınan haklar, kadınlara tanınan haklar vb., hiç kuşkusuz burjuva demokratik kapsamda olumlu ilerlemeler ifade ediyor. Bu ilerlemeler kıymetli olmakla beraber, kapsamı konusunda kafa karışıklığına izin vermek doğru bir tutum değildir. Bunu belirtme ihtiyacı duyuyoruz, çünkü ne yazık ki, kimi sosyalist çevrelerin bu tür adımların sınıfsal kapsamı konusunda yaygın bir kafa karışıklığı içinde olduğu görülüyor.

    Söz konusu çevreler Rojava deneyimini, söz gelimi Paris Komünü ya da işçi sovyetleri deneyleri ile aynı kefeye koyabiliyorlar. Kürt hareketi cenahından kimi yazarlar, işi daha da ileri götürüp, işçi sınıfının dünya-tarihsel önemdeki bu deneyimlerinden bile yüksek düzeyde bir siyasal-toplumsal deneyim yaşandığını iddia edebiliyorlar. Bu doğrultudaki yüceltmelere ilişkin sayısız örnek bulunuyor. “Devletsiz” ve “sömürüsüz” bir Kürdistan’ın kurulmakta olduğunu söyleyen bir örneği aktarırsak bu yüceltmelerin dozu hakkında bir fikir vermiş oluruz: “Hâlihazırda gerek Rojava’daki Kürt gücü gerekse dört parçada ciddi bir tesir uyandırmış olan PKK merkezli Kürt hareketleri (…) yeni bir nizamın izini sürüyor: Devletsiz ama sömürüsüz bir Kürdistan.” (İrfan Aktan, Özgür Gündem)

    Ama biz Türkiye sosyalist hareketi üzerine odaklaşalım. Birçok sosyalist kişi veya çevrenin Rojava konusundaki yanılgısını çok iyi özetleyen şu örneği ele alabiliriz: “Rojava’da gerçekleştirilen demokratik özerkliğin, kantonlarda en alt birimlerden, en üst yönetime kadar cinsiyet eşitliği ile tüm Rojavalıların özyönetim ve özsavunmaya katılmalarının, Ortadoğu’da yüzlerce yıldır hakim olan gerici egemen yapıların alternatifi olduğu, bir karşı model oluşturduğu görülmek istenmiyor. Halbuki Rojava demokratik özerkliği, İsrail-Filistin ihtilafı başta olmak üzere, bölgenin bütünü için alternatif bir model olduğunu gösteriyor. Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin bire bir olası bir İsrail-Filistin konfederasyonuna uygulandığını bir düşünün –ne müthiş bir dönüşüm olurdu bu! … Rojava’nın savaş koşulları altında 21. Yüzyıl’ın Paris Komünü hâline geldiği anlaşılmıyor henüz.” (Alınteri, 17.11.2014) “Geçtiğimiz günlerde Rojava Anayasası’nın yayınlanmasıyla dünya halkları da gördü ki, burada oluşturulan devrim Rojava’sı her türden sömürü ve ayrımcılığı reddeden ve halkı doğrudan yönetime katan bir anayasa.” (Alınteri, 28.10.2014)

    Paris Komünü benzetmesi diğer birçok sosyalist kişi ve çevre tarafından da yapılmaktadır. Oysa Rojava anayasası olarak belirlenen metinde, yöneticilerin görevden alınması hakkı ve bunların ücretlerinin ortalama bir işçi ücreti düzeyinde olması gibi Paris Komününün bazı temel özellikleri bile yoktur. Bu metinde çerçevesi çizilen yönetim sistemi, kantonal bir boyut içeren burjuva parlamenter bir sistemden ötesi değildir.

    Rojava deneyiminin büyüsüne kapılanlar, Rojava anayasasının sömürüyü reddettiğini söyleyecek kadar ileri gidebiliyorlar. Rojava anayasası gerçekte, tam da beklenebileceği gibi, burjuva demokratik çerçevede kaleme alınmış bir metindir ve her türlü sömürüyü reddetme anlamına gelecek bir madde içermemektedir. Aksine anayasada özel mülkiyet hakkı güvence altına alınmakta, ayrıca işçi haklarının korunacağından söz edilmektedir.

    Birçok sosyalist çevre Rojava’da yaşananlar konusunda gerçeklerle bağdaşmayan ve kafa karışıklığı yaratacak türde savlar ileri sürebilmektedir. Oysa Kürt halkının haklı davasına desteği gerekçelendirebilmek için bu tür anlamsız zorlamalara gerek yoktur. Sağlıklı yaklaşım her şeyi yerli yerine oturtmaktan geçer. Kendi görevlerini yerine getiremeyen sosyalistlerin, Kürt hareketinde sosyalist erdemler keşfetmesi, bir taraftan bir akıl tutulmasıdır, bir taraftan da acınası bir kompleksin ifadesidir.

    Rojava’daki deneyim bir ulusal kurtuluş mücadelesi deneyimidir ve tanımı gereği burjuva demokratik çerçeveye girer. Kobanê’deki direniş de temelde ezilen Kürt halkının ulusal nitelikte bir direnişidir ve bu haliyle tüm dünyadaki demokratik ilerici, devrimci ve sosyalist çevrelerin desteğini fazlasıyla hak etmektedir. Dahası, bu destek söz konusu çevreler açısından bir görevdir.

    Emperyalizmin bölgeyi yeniden tanzim etme girişimlerinin şiddetlendiği yeni bir evreye girdiğimiz düşünüldüğünde, bölgenin merkezi sorunlarından biri olan Kürt sorununda doğru bir duruşa sahip olmak hayati bir önem taşımaktadır. Bir yandan şovenizme karşı aslî mücadeleyi hiç sektirmemek, diğer yandan da ulusal harekete ancak işçi hareketinin devrimci mücadelesinden beklenebilecek nitelikler atfetmekten kaçınmak gereklidir. Sosyalistlerin kendi asli görevlerini unutarak ulusal kurtuluşçu hareketin içinde erimesi vahim bir hatadır ve Kürt halkının mücadelesine de anlamlı bir fayda sağlamaz.

    http://marksist.net/levent-toprak/kobane-aynasinda-solda-iki-sorunlu-tutum.htm