Zekâ Yaşı (Dersim ve Basın Üzerine Bir Kitap)

379059b

 

Taha Baran, 1937-1938 Yılları Arasında Basında Dersim, İletişim, 2014, 253 sayfa.

 

15 Kasım 1937… Seyit Rıza ve arkadaşları 77 yıl önce bugün idam edildiler. Ağır Ceza mahkemesinin kararı temyiz dışıydı. Cezanın verilmesinden bir gün sonra infazları gerçekleştirildi . Burada bu üzücü olayın ayrıntılarına girecek değilim.

Dersim katliamı, Sezgin Tanrıkulu’nun CNNTürk’teki Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge” programında CHP adına özür dilemesiyle yeniden gündeme geldi. CHP içindeki ulusalcı kanat her zamanki “emperyalizmin işbirlikçiliği” yavelerini tekrarlayıp CHP merkezini açıklama yapmaya davet ederken, CHP merkez yönetimi çevreleri durumu tevil edebilmek için epey ter döktüler. Sezgin Tanrıkulu’nun açıklamasına rağmen CHP, halen Dersim katliamı konusunda net bir tutum takınmış değildir. CHP merkezi açısından zor bir durum gerçekten. Bakalım, küçük politik hesaplarla durumu idare etmeye mi çalışacak, yoksa tarihin hükmünün yanında yer alıp bu kara lekeyi temizlemeye cesaret mi edecek? Göreceğiz.

İnsanların yaşı gibi toplumların da yaşı olduğunu düşünüyorum. Bir de toplumların zekâ yaşı denen bir şey var. Devletlerin zekâ yaşı elbette toplumların zekâ yaşı ile bağlantılı. Toplumun zekâsı hangi gelişkinlik düzeyindeyse devletin ikna mekanizmaları da o zekâ düzeyine denk düşüyor. Aşağıda, Taha Baran’ın yeni yayınlanan kitabından hareketle bunun örneklerini vereceğim.

Yeni Köroğlu gazetesinin 3 Temmuz 1937 tarihli nüshasında kocaman bir çizim var. Dersim dağlarını ayaklarının altında ezen devleşmiş Türk askerinin bir elinde Türk bayrağı diğer elindeki süngünün ucunda ise sarıklı bir Dersimli kellesi. Kelleden kanlar damlıyor. Alttaki yazı şöyle:

“Dünyaya pes ettiren yaman Türk ordusunun süngüsü dışarıdaki düşmanı nasıl kahrederse içerdeki cahili de öyle mahveder. Türk ülkesinde gözü olanla Türk toprağında fesat çıkaranın âkibeti birdir: – Ölüm!”

Şimdi buradan nasıl sonuçlar çıkarmalıyız. Taha Baran’ın akademik bir dille yaptığını ben de biraz mizahi bir dille yapmaya çalışacağım.

“Dünyaya pes ettiren yaman Türk ordusu”… Bu kerameti kendinden menkul böbürlenme üzerinde durmaya değer mi? Hadi dünyaya pes ettirmeyi, şu meşhur “yedi düvel” söylemi olarak sineye çekelim de insanın kendi kendisini “yaman” diye övmesi nasıl bir zekânın ürünüdür. “Ben yamanımdır” ya da “benim ordum pek yamandır” gibi bir önerme hayli çocukça değil mi? İnsan kendi kendine “yaman” olduğunu düşünse bile bunu alenen ilan eder mi?

Geçelim. Bu yaman Türk ordusu dışarıdaki düşmanı nasıl kahrederse “cahili” de öyle mahvediyormuş. Şimdi burada da tuhaf bir durum var. İlerlemeci mantık açısından bakacak olursak “cahili” mahvetmek pek doğru bir tutum gibi görünmüyor. “Cahili” en fazla eğitir “aydınlatırsın” ama öldürmek ya da mahvetmek olmaz. Hele hele temsili resimde görüldüğü gibi, “cahilin” kanlar içindeki kellesini süngünün ucuna takmak epey “cahilce” bir tutum değil midir?

Fakat bu “cahil” başka “cahil”, ikinci cümlede bunu anlıyoruz. Bu cahil “Türk toprağında” “fesat çıkaran” bir “cahil”miş. Dolayısıyla “fesat çıkaran cahil”, “Türk ülkesinde gözü olan” “dışarıdaki düşman”la aynı akıbete uğrarmış: – Ölüm. Ama bu ölüm öyle sıradan bir ölüm de değildir. Kelleyi kaptırmak kaçınılmazdır. Gerçi bu da bir hayli tartışmalıdır. O zamana kadar “ülkede gözü olan dış düşman”ın kellesinin süngüye takıldığına ilişkin ne bir kayıt var ortada, ne de temsili de olsa bir resim. Dersimlinin kellesi süngüye takılınca bu “tarihi hakikat” de hatırlanıvermiş zahir.

Zaten bu “cahillik” otomatikman “günahkâr” olmaya da yol açmaktadır:

“Tabii ormanlar, şelâleler, büyük nehir, ırmak ve derelerle tezyin edilmiş olan bu muhitin tek günahı, cahil ve cehalet neticesi günahkâr insanlarla meskûn olmasıdır.” (Cumhuriyet, 27 Haziran 1937)

Kitapta bu tür komik örnekler bir hayli. Bir başkasını görelim:

“Yeniliklere karşı koymak cüretine yeltenen ağalar kıskıvrak çember içine alınmışlardır.” (Tan, 18 Haziran 1937)

Bu cümleden o zamanın resmî basınının zekâ bakımından olduğu gibi dil bilgisi açısından da bir hayli geri olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. “Cüret etmek”le “yeltenmek” aynı anlama gelir. Sonuç olarak “yeltenmeye yeltenmek” ya da “cüret etmeye cüret etmek” diye bir şey olmaz. Öte yandan “ağalar” “kıskıvrak” “çember altına” alınamaz. Kıskıvrak yakalanmak olur da çember altına alınmak olmaz. Çember altına alındıklarına göre henüz yakalanmamışlardır. Ayrıca “ağalar” söylemi de tamamen resmî bir yalandır. Dersim’de ağa falan yoktur. Kaldı ki, eğer o zamanın Türkiye’sinde ağalar “kıskıvrak çember altına” alınıyorsa, Çukurova’daki, Ege’deki ve Güneydoğu Anadolu’daki gerçek toprak ağalarının da “kıskıvrak çember altına alınması” gerekmez mi? Hayır, bunlardan hiç söz edilmemektedir.

Bir başka örneğe geçelim.

“Dehalet edenlerden 60 kişiye hükümet ekmek ve yiyecek göndermiştir. Bunlar hükümetin şefkatinden çok mütehassis olmuşlardır.” (Akşam, 1 Temmuz 1937)

Doğrusu, “mütehassis” olunmayacak gibi değil. O kadar “şefkatli” bir hükümet ki, aldığı esirleri açlıktan öldüreceğine, sağolsun ekmek ve yiyecek göndermiş!

Üstelik bu “şefkatli” hükümet bununla da yetinmiyor, “dehalet edenlere” “iş” de veriyor:

“Asayiş müfrezelerimize dehalet edenler, imar müfrezelerimiz tarafından açılmakta olan yollarda sevine sevine çalışıyorlar.” (Tan, 29 Haziran 1937)

“Şefkatli” firavunların binlerce kölesi de piramitlerin yapımında böyle “sevine sevine” çalışmışlardı.

Bu “şefkatli” hükümet “sevine sevine” çalıştırdığı Dersimlilerin açtığı yollar sayesinde Dersimlileri “mesut topraklara” yollamaya hazırlanmaktadır:

“B. Celal Bayar Tunceliden bahsederken diyor ki: ‘Çıplak kayalar içinde yaşayanlara Türkiyemizde mesut topraklar bulacağız.” (Kurun, 26 İkinci Teşrin 1937)

Tabii ki bu “mesut topraklara” ancak bombardımanlardan sağ kalabilenler yollanacaktır. Sabiha Gökçen gibi “kahraman Türk kızlarının” bombardımanlarından ve makineli tüfeklerinden sağ kurtulabilenler.

“Harekât mıntıkasında uçuyordum. Muhalefetçilerin meskun bulundukları bir köy üzerinde idim. Çok alçaldım (çok doğru bir tespit. G.Z.) ve takriben yerle aramda 10 metroluk bir mesafe kalmıştı. Tam bu sırada dam üzerinde duran dört şaki birden tüfeklerini bana çevirdiler. Derhal makineli tüfeği tevcih ederek taramağa başladım. Meslek hayatımda ilk beklemediğim hâdise ve cereyan budur.” (Cumhuriyet, 29 Haziran 1937)

Sabiha Gökçen’in mesleği ne dersiniz? “Tarama”dan söz ettiğine göre kuaför olabilir mi?

Sabiha Gökçen bahsine devam edelim:

“Atatürk kızı Bayan Sabiha Gökçenin başarısı şayanı kayıttır. Çarşaflı dersim kadınları bir Türk kızının havalarda başardığı muvaffakiyeti görerek artık çarşaf kullanmasının lüzumsuzluğunu anlamışlar ve medeni kıyafeti benimsemişlerdir.” (Yeni Asır, 30 Haziran 1937)

Burada biraz durmamız gerekiyor. Dersimli kadının “çarşaflı” olduğu palavrasını bir an yutmuş gibi görünsek bile burada bir çırpıda geçemeyeceğimiz çok sorunlu yargılar var. Bir kere, bu “çarşaflı kadınlar” Sabiha Gökçen’i nereden görmüşlerdir? Gazeteden görmüşlerdir desek, bu pek inandırıcı değil. O bölgede, hele o şartlarda gazete olması ve bu güncel gazetelerin “çarşaflı kadınlara” ulaşması imkânsız gibi bir şeydir. Acaba Sabiha Gökçen, yukarıdaki alıntıda okuduğumuz gibi, fazlasıyla alçaldığında görmüş olabilirler mi? Yani şöyle: Kadınlar, alçalan Sabiha Gökçen’i gördüler ve onun bir kadın, hem de Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen olduğunu anladılar ya da onu bir şekilde tanıdılar ve bunun üzerine “bu kız çarşaf giymemesi sayesinde böyle uçak kullanıyor, başımıza bomba yağdırıyor, bizi makineli tüfekle tarıyor ve muvaffakiyet kazanıyor, biz de onun gibi muvaffak olmak için çarşaflarımızı atmalıyız” mı dediler? Hadi öyle olsun da “uçak kullanma başarısıyla” “çarşafı atma” arasındaki muazzam iç bağlantıyı kurma becerisini göstermek bu “cahil” insanlara hiç de uygun düşen bir şey değil.

Aslında biz Dersim katliamının sebeplerini yanlış tespit ediyoruz. Bakın bu sebep neymiş:

“Bu talihsiz insanlara hürriyet ve kazanç hakkı vermek, medeni yaşamanın şimdiye kadar yaşadıkları tarzdan çok farklı bir şey olduğunu anlatmak için onları ilkönce başlarındaki bu gasıplar kütlesinin elinden ve sevki idaresinden kurtarmak gerekti.” (Haber, 25 Haziran 1937)

Biliyorum, şimdi içinizden birileri bu “talihsiz” insanlara” uzatılan yardım elini bir türlü anlamak istemeyecek ve çıkıp “bu, Avrupalı sömürgecilerin, misyonerlerin Afrikalı yerli halka karşı kullandığı kolonyalist söylemin aynısı” diyecek!

Bu kişiler isyanın nedenini de anlamak istemiyor bir türlü. İşte, basınımız bunu da çok güzel açıklıyor:

“Tunceli adı verilen Dersim asırlardan beri hükümet nüfuzu teessüs etmemiş pek iptidai bir yerdi. Hükümet burada medeni tesisat yapmağa kalkınca bu, iptida iyi karşılanmış, sonra bazı telkinat üzerine bir kısım reisler halkı ayaklandırmışlardır.” (Akşam, 16 Haziran 1937)

“Şefkatli” hükümet “medeni tesisat” yapmaya kalkıyor, “bir kısım reisler” de “halkı ayaklandır”ıyorlar. Bu Dersim halkı da ayaklanmaya pek teşneymiş yani. Medeniyeti kabul etmek yerine ayaklanmak daha çok işlerine gelmiş demek ki. Ama başka “tahrikatlar” da var. “Cenuptan geçen” casusların “tahrikatı” unutulmamalı:

“Tuncelindeki harekât hakkında gelen haberlere göre âsiler cenuptan geçtiği iddia edilen bazı casusların tahrikâtına kapılmışlardır.” (Akşam, 16 Haziran 1937)

Görüyorsunuz işte, bu “ajanlar” bu kadar etkilidir. Cenuptan şöyle bir geçerken bile yapacaklarını yapıverirler. Hele kendilerine “medeniyet ve kültür soku”lmasına (Kurun, 8 Temmuz 1937) karşı çıkan, “tahrikata kapılmaya” teşne “cahil” ve “medeniyetsiz” Dersimlilerse söz konusu olan, isyan kaçınılmazdır.

Zaten bu Dersimlilerden hayır gelmez:

“Dersim’i ve Dersim’in mazisini biraz bilenler: ‘Bu adamlardan hayır gelmez, hepsini yok etmeli…’ diyorlar.” (Ahmet, Kurun, 8 Temmuz 1937)

Neyse ki, “şefkatli” hükümetimiz Ahmet’i ve “Dersim’in mazisini bilenleri” dinlemeyip yollarda “seve seve” çalışacak ve “mesut topraklara” yollanacak “bir miktar” Dersimliyi hayatta bırakmış, hatta onlara ekmek ve yiyecek yollayarak hayır dualarını bile almıştır.

Sonra o zamanki basın Dersimlinin içine o kadar nüfuz etmiştir ki, Dersimlinin kafa ölçüsünü ve vicdanının aydınlığını bile anında tespit edebilmiştir. İşte örneği:

“Masum insanların hayat ve kazancını avucunun içine almak onların yumruk kadar kafalarını, loş vicdanlarını bir oyuncak haline koymak” (Haber, 19 Haziran 1937)

Dersimli cahil, medeniyetsiz, “yumruk kafalı”, “loş vicdanlı” olmakla da kalmayıp “vahşi”dir de:

“İnsan vahşi olunca bir şey görmeden ölür.” (Kurun, 18 Temmuz 1937)

“Bu dağlarda oturan ahali yarı vahşi bir haldedir.” (Kurun, 19 Haziran 1937)

“Vahşi ve En Kurnaz İnsanlar Arasında” (Kurun, 8 Temmuz 1937)

Bu kadarla da kalmaz Dersimli. O “çapulcu”dur ve “sürü”dür.

“Tunceli çapulcuları yiyeceksiz kaldılar” (Haber, 21 Haziran 1937)

“Şefkatli” hükümet bu sefer onları yiyeceksiz bırakmış demek. Hatta bu haberi sevinerek veriyorlar.

“Vatandaş değil, insıyakı bir hayata mahkûm bir sürü…” (Haber, 26 Haziran 1937)

Vatandaşlık devletin kölesi olmaktan farksız galiba.

Fakat o ne! Bu “cahil”, “vahşi” ve “medeniyetsiz” insanların lideri olarak görülen Seyit Rıza’nın çadırından neler çıkmış öyle:

“… hayali en geniş olanlar bile şu din hokkabazı Seyit Rıza’nın çadırından Ermenice kitap, Almanca lügat, çeşit, çeşit, boy boy renk renk istavroz; üzerinde Ermenice yazılar olan haçlar, içinde İsa’nın başparmağının kemiği olacağını düşünemez.” (Haber, 8 İkinciteşrin 1937)

Tabii ki, burada “cahil”, “vahşi” söyleminin yerini başka imalar almaktadır. Ermenice kitaplar sakın Seyit Rıza’nın Ermenilerle, İsa’nın kemiği batılılarla, hatta emperyalistlerle (yakınlardan bir yerlerden geçmişlerdi ya!), Almanca lügat Nazilerle bağlantısını gösteriyor olmasın…

Ben Türklerin yerinde olsam, zekâ yaşımı üç olarak belirleyen Türk basınını dava ederdim. Ne var ki, basını savunacak bir avukat da haklı olarak şöyle yapacaktır savunmasını: “Efendim, müvekkilimin zekâ yaşı da daha fazla değildir ki.”

 

Gün Zileli

15 Kasım 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

İşaret Fişeği !

Artıgerçek Anarşizm, toplumun duygusal yükseliş ve alçalışlarının yansıması olarak görülebilir. Rusya’da zindanlarda ve sürgünde geçen …

147 Yorumlar

  1. Dersim Soykırımı Mağdurlarını Saygıyla Anıyoruz…

    Seyid Rıza’nın TC tarafından katledilişinin yıl dönümü (15 Kasım 1937) yaklaşırken Dersim Soykırımı’yla ilgili tartışmalar da tekrar TC meclisine taşındı. Başbakan Davutoğlu’nun “Dersim modern Kerbela idi” sözleri soykırımı eksik tanımlama ve dinsel motifleri ön plana çıkarma gibi bir saptırmayı barındırsa da, devletin kirli tarihine atıfta bulunması açısından önemliydi. Davutoğlu’nun bu sınırlı “Dersim Çıkışı” bile Başta CHP olmak üzere tüm sistem savunucularını çıldırtmaya yetti.

    Devletin Başbakanı bile Dersim ile “resmi görüşün ötesinde” bir yüzleşmeden söz ederken, Dersim’den beslenen ve kendilerine “Sol” etiketi yapıştıran Kemalist zihniyetlilerin dolaylı olarak soykırımı savunması düşündürücüdür. Bu Kemalist zihniyetin Kürdler adına politika yapanlarda da mevcut olması; “Cellâdına âşık olma” ile açıklanabilir ancak.

    Hem Kürdler adına politika yapanların hem de insanlıktan nasiplenen duyarlı insanların yapması gereken şey, Devletin dinci kanadının kısmi olarak yüzleşmesini fırsat bilip Dersim Soykırımı’nın gündeme gelmesini sağlamak ve gerçekçi bir yüzleşmeyle devleti mahkum etmektir.

    Kemalizm’in faşist özünü görmeyenlerin Dersim Soykırımı noktasında gerçekçi bir yüzleşme yapması olanaklı değildir. Bu nedenle öncelikle Kemalizm ile keskin bir hesaplaşmanın yapılması gerekmektedir. Kemalizm ile düşünsel bağını koparmamış olan herkes, direkt ya da dolaylı olarak Dersim Soykırımı’na onay vermiş oluyor.

    Dersim Soykırımı, tarihin T.C barbarlığına bir kez daha tanıklık ettiği bir soykırımdır. Kürd Alevilerin soykırıma uğradığı Dersim’de, halk adına konuşan bazı politik çevreler bilinçli olarak Alevileri Kürdlüklerinden koparma çabası içindedirler. Şüphesiz ki bu anlayış devlet kaynaklıdır ve Kürdlerin ulus olmaktan kaynaklanan haklarını yok saymak istemenin bir oyunudur.

    Devlet ve devletçiler ile birlikte kendilerine “sol, sosyalist” diyen bazı çevreler de Alevi Kürdleri ulusal kimliklerinden kopararak sadece inanç kimlikleriyle anmaktadırlar. Aynı çevreler, Êzîdî Kürdleri de Kürdlüklerinden arındırarak sadece inançlarıyla anmaktadırlar. Bu oyunda amaç, Kürdleri sadece bir tek inanç ile sınırlamak ve farklı inançlar arasında çelişki yaratarak Kürdlerin ulusal birlik oluşturmalarının önüne geçmektir. Devletin bu çirkin oyununa alet olmayan, hem Kürdlüklerine hem de Aleviliklerine birlikte sahip çıkan onurlu insanların çabası bu kirli oyunu bozacaktır.

    Dersim Soykırımı; tarihin gördüğü en sistemli ve en bilinçli soykırımlardan biridir. Hitler’e esin kaynağı olan Dersim Soykırımı’nda amaç bir halkın varlığını ortadan kaldırmaktı.

    Soykırım mağduru bir halk adına politika yapanların soykırımcı devleti “demokratikleştirmekten” söz etmesi ve bu soykırımcı zihniyetle “ortak vatanda” karar kılması en az soykırımın kendisi kadar trajiktir. Dahası, aynı çevrelerin soykırımın mimarı Mustafa Kemal’i “bir mucize ve kurtarıcı” olarak görmesi, en az Dersim Soykırımı kadar ağırdır.

    Tarih, T.C ve tüm soykırımcı zihniyetleri mutlaka mahkûm edecektir. Başta Seyid Rıza olmak üzere, Dersim ve tüm soykırımlarda yaşamlarını yitirenleri saygıyla anarken, T.C ve tüm soykırımcı devletlerle birlikte, bu soykırımcı devlet politikalarını aklayanları da lanetliyoruz…

    Özgür Bireyler Topluluğu

    13.11.2014

    http://www.nasname.com/a/dersim-soykrmi-magdurlarini-saygiyla-aniyoruz

  2. Genelde yazilarini onaylamasam ve bilgi yoksunu bulsam da sonuna kadar okurum. Ama bu bazan oldukca zor bir is, yukaridaki yazida ” Dersim de aga filan yoktur” cumlesinden sonra koptum, iki uc paragraf daha okuyabildim sonra biraktim.

    Gerci ben Seyit Riza’nin halk onderi oldugunu iddia eden cok solcuya da rastladim. En azindan sen onu iddia etmemissin, sadece aga degil filan demissin.

    Seyit Riza’nin secimle filan mi asiret reisi oldugunu dusunuyorsunuz bilmiyorum ama Cumhuriyet’in Dersimde yaptigi katliamlari kinamak, lanetlemek icin neden asiret reislerini desteklememiz gerektigini anlamiyorum. Kurt halkinin haklarini savunmak icin mesela Barzanici olmak zorunda miyiz? Devletin kurt halkini ezmesine karsi cikmak icin mesela kendi feodal agalik cikarlarini savunmak icin silaha sarilmis ama yenilmis Seyit Riza ya da Seyh Sait gibi halkin ensesinde boza pisiren asiret reislerini, agalari, seyhleri vb sevmek zorunda oldugumuzu mu dusunuyorsunuz? PKK nin ilk cikis bildirisinde ana hedeflerinden birisi olarak Kurt feodal agalari gosterilir hatta ilk saldirilari sembolik olarak Bir Kurt asiret reisi olan Celal Bucak’dir.

    BU sadece senin yazinla ilgili bir durum degil, bu konularda solda yazilan yazilarin buyuk cogunlugu belli kliseler uzerine oturmus durumda ve sen burada bu kliseleri aktariyorsun ve tabii eger gerceklik kliseye uymuyorsa iste o noktada hikaye anlatmaya basliyorsunuz. Agaligin olmadigi ya da Seyit Riza nin halk onderi oldugu gibi hikayeler. 1990lar sonrasi solda gelisen Dersim klisesinde tarihe tek uygunluk orada katliamlar yapildigidir o kadar.

    Ama gerek bu katliamlara yol acan toplumsal catismalar,devlet ile bolgedeki asiret reisleri ya da dini liderler vb arasindaki celiskiler, bu celiskilerin nasil cozuldugu, katliamlar sonrasi nasil bir duzen kuruldugu, Kurdistan’in diger bolgelerine nazaran neden Dersim’in genel olarak sol oldugu hatta Dersim’de 1930larda 40 larda doganlar arasinda neden Mustafa Kemal hayranliginin zirvelerde dolastigi, vb hic tartisilmiyor bunun yerine kliselere tevil uretiliyor.

    Zaten yukarida ki anonim adli yazar da bir baska klise uretmis, kemalistlerin celladina asik odlugunu iddia etmis. Tabii buradaki kemalistler Dersimli kemalistler oluyor! Kimse celladina asik olmaz, dahasi kimse celladini peygamber konumuna yukseltmez, ben kendim bizzat Mustafa Kemal’in Modern Hazret’ Ali oldugunu iddia eden dersimlilere rastladim. Pekala bunlari nasil aciklayacagiz? Hic akliniza bolgedeki agalar seyhler dini liderlerden nefret eden halkin kemalist olmus olabilecegi gelmiyor mu? Ayni Dersim de Kemalistlerin Seyit Riza ve benzerlerini yok ederken siradan halka karsi kullandigi siddetten nefret etmeyen kimse yoktur ama yine ayni Dersim de Seyit Riza sonrasi dogan kusakta kemalist olanlarin sayisi oldukca fazladir, sizce bu durum tartisilmayi haketmiyor mu?

    AKP hukumetinden nefret etmeyen yok, AKP kurt sorununu Barzani ile isbirligi icinde kurtlerin denetimini kurt burjuvazisine, agalarina, seyhlerine vb vermeye calisiyor, eger agalar o kadar iyi ise biz neden AKP y karsi cikiyoruz? Eger Dini seyhler iyi ise ve dogal onderse biz neden hizbullaha cemaata filan karsi cikiyoruz, Yoksa Seyh sait baska ya da Seyit Riza baska ama Barzani baska mi oluyor? Peki Seyit Riza yi Barzani den ya da herhangi AKP li agadan daha iyi yapan ne?

    Sosyalistler basindan beri Dersimde ordunun halka karsi isledikleri katliamlara karsi ciktilar ama hic bir zaman Kurdistandaki feodal agalari vb desteklemediler, daha dogrusu desteklememislerdi 20 sene oncesine kadar, hatta oyleki PKK bile ilk ciktiginda yukarida belirttigim gibi ana hedeflerinden birisi olarak Kurt feodalizmi oldugunu soyluyor ilk ses getiren eylemini Kurt agalarindan Bucaklara karsi yapiyordu. PKK ilk ciktiginda Seyh said kendi feodal cikarlari icin dovusen bir aga idi ve PKK halkin ensesinde boza pisiren bu agalari da yok edecekti.

  3. O an devlete karşı kim direniyorsa onun desteklenmesi gerekir bence Ahmet. Herhangi bir savaş ve isyanda tarafsız olmak, güçlü tarafın yanında olmak demektir.

  4. Ne Yani simdi sirf Irak devletine karsi dovusuyor (Isin dogrusu adamlar sadece Irak’a degil ama Irak Suriye de icinde bir cok devlete karsi dovusuyorlar, ayrica emperyalistlerle de dovusuyorlar) diye ISID i destekleyecekmiyiz? Boyle bir mantik olabilir mi? Agalar Kurt halkinin ensesinde boza pisiriyor, Turk devleti ile aralarinda cikar catismasi var diye onlari niye destekleyelim? Aslinda solcu olarak Kurt halkini destekliyoruz diye kurt agalarini halk onderi ilan edenlerin zeka yasi tartisilmali

  5. Klasik goygoy bir cevap gelmiş Ahmet’e. Devlete kim direniyorsaymış, o zaman Irak’ta abd’ye direnmeyenler ne olacak?

    Dinciler sadece Abd’ye de karşı diye Suriye’de bomba alkışlar hale geldik. Bu nasıl bir kendinden habersizliktir anlamak mümkün değil.

  6. Ahmet’in sorularına katılıyorum. Ve Kılıçdaroğlu da Dersimli…

    “Ama gerek bu katliamlara yol acan toplumsal catismalar,devlet ile bolgedeki asiret reisleri ya da dini liderler vb arasindaki celiskiler, bu celiskilerin nasil cozuldugu, katliamlar sonrasi nasil bir duzen kuruldugu?
    2. Kurdistan’in diger bolgelerine nazaran neden Dersim’in genel olarak sol oldugu hatta Dersim’de 1930larda 40 larda doganlar arasinda neden Mustafa Kemal hayranliginin zirvelerde dolastigi
    3. Kimse celladina asik olmaz, dahasi kimse celladini peygamber konumuna yukseltmez, ben kendim bizzat Mustafa Kemal’in Modern Hazret’ Ali oldugunu iddia eden dersimlilere rastladim. Pekala bunlari nasil aciklayacagiz?
    4. Dersim de Seyit Riza sonrasi dogan kusakta kemalist olanlarin sayisi oldukca fazladir, sizce bu durum tartisilmayi haketmiyor mu?”

    Tarihi-geçmişi hakkıyla değerlendirebilmek ne güç… Kendi kişisel tarihimizi de ne kadar dürüst-objektif değerlendirebiliriz?
    Diğer yandan geçmişin insanlık suçlarını, cinayetlerini sorgularken sanırım öncelikli amaç “geleceğimizi aydınlatmak” olsa gerek…
    Sivas katliamı ile yüzleşemeyenlerin, öz eleştiri vermeyenlerin, kendi sefil iktidarlarını tahkim etmek için bu tür konuları deşelediğini biliyoruz.
    Sivas katliamcılarının Ermeni etnik temizliği hakkında konuşmadıklarını da görüyoruz…
    Dersim’de bir katliam var… Bu katliamın özünün Devlet-iktidar olduğunu biliyoruz… Her kim ki, herhangi bir devlet ve iktidarın, tahakkümün yanındaysa bu tür katliamları eleştirme hakkını da kendinde görmemeli..( tam da bu nedenle GZ nin eleştirisi hak edilmiş bir olgudur…)
    Bu topraklarda hemen yanıbaşımızdaki IŞİD katliamcılarına destek verenlerin de Dersim katliamcıları aleyhinde konuşma yüzsüzlüğü de her halde bu ülkedeki gazeteci, aydın, yazar… topumuzun da ayıbı olsa gerek…
    Benim cinayetim, benim katliamım iyidir diyenlerin dünyasındayız! Bu utanmaz adamların riya siyasetleri gözümüzün içine bakarak gerçekleşiyor…
    Hala buralardayız… Tarihsel olarak doğrudan suç ortağı olmasak da hep birlikte vicdani olarak sefilce yaşanılan zamanlardayız…
    GZ’nin değindiği dönem propagandasının sefilliği apayrı bir konu…
    2000’e doğru bile Devlet kurmak isteyenler aynı yöntemi kullanırken…
    “.. Bayrampaşa’da zalim olduklarını, yıllarca karşı oldukları iktidara benzediklerini gördüğümde açıkçası kendimi kötü hissetmiştim.” (2) Düşmanına benzemenin bir “eğitim süreci” vardır. Salt sözcüklerin değiştiği, geride kalan egemenlik-tahakküm ilişkilerinin aynı kaldığını gizlemek, ancak yoğun bir “eğitimle” mümkündür. “Koğuş yaşamındaki günlük ilişkiler, buna toplu eğitimde dahil tümü, insanı çocuklaştıran hiçleştiren şeylerdi.” (3) —A. Yılmaz.. yazısı…)

    Bu devlet kurmak isteyenlerin yöntemi bu; ilk okul izcileri seviyesinde halkları olsun istiyorlar…

  7. İnsan medyanın bozulmasının bu döneme özgü olduğu düşünüyor bazen. Aslında hep böyleydi. Hatta daha kötüydü. Bu kitapta anlatıldığı gibi.

  8. O an için dedim. Yani Dersim katliamı sırasında direnen “ağa”larla devlet arasında taraf tutmazsanız, güçlü taraf olan devletin katliamı yapmasına seyirci kalmış olursunuz.
    Feodaliteden, derebeylikten, ağalıktan yana değilseniz, üretici güçleri ilerleten kapitalist devletten yana mısınız o zaman?

  9. O.Gürsel
    AKP’nin Dersim (ve CHP’nin Uludere) aşkının samimi olmadığını, çıkar amaçlı olduğunu herkes biliyor. Mesele bu değil. Mesele AKP’nin, CHP’nin veya herhangi bir iktidar odağının bu meseleleri politik manevra amaçlı gündeme getirmelerinden yararlanarak düzen karşıtı mücadeleyi ilerletmek.

  10. Ayrıca,
    IŞİD’e, Nusra’ya, Sivas, Maraş, Çorum katliamlarını yapanlara sövmek serbest, ama Dersim soykırımının baş sorumlusu Mustafa Kemal’e sövmek yürek ister.
    Hala “Mustafa Kemal’e dokunmadan Dersim ile hesaplaşalım” noktasındayız. Hitler’e dokunmadan Yahudi soykırımıyla hesaplaşmak gibi birşey.

  11. İdam edilmiş bir insana yönelik zırvaları yayınlamıyoruz. Admin.

  12. Fazla Söze gerek yok sanırım, Zileli’ye yanıt yine bir Zileli’den
    Yorumsuz

    “Gelelim Dersim meselesine…

    Dersim bir soykırım, bir katliam mıydı?.. Hayır, Dersim, Kürt ağalarının Şeyh Seyid Rıza önderliğinde, köleliğin, ırgatlığın dolayısıyla feodal düzenin sürmesi için Cumhuriyet rejimine başkaldırdığı bir isyandı…

    – Üstelik dış destekli hain bir isyandı!..

    Belgesini mi soruyorsunuz, buyurun; İsyanın liderinin 30 Temmuz 1937 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı’na gönderdiği “Dersim Generali Seyid Rıza” imzalı mektubu okuyun:

    – Üç milyon Kürt benim sesimden ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyor…

    Bu mektubu 1987 yılında Londra Public Record ofisinde bizzat ben buldum ve Nokta Dergisi’nin 28 Haziran 1987 tarihli sayısına da kapak oldu!.. İşte, Dersim toplantısının gülleri, önceden tasarlandığı apaçık ortada olan, liderinin kendisine “general” rütbesi yakıştırdığı bu ihanet isyanına “soykırım” etiketi yapıştırıyorlar!!!

    Yoksa Prof. sıfatlı Mönch, “savaş suçlusu” ilan ettiği kişinin 1930’larda Hitler Rejiminden kaçan bilim adamlarına kucak açtığını bilmez mi?!. Soykırım diye yırtınan Hilda Çoboyan, Atatürk’ü hem de o yıllarda bizzat Yunanistan Başbakanı Venizelos’un “Nobel Barış ödülüne” aday gösterdiğinden habersiz olabilir mi?!. Peki, en alçakça yalanları Avrupa Parlamentosu salonlarından dünyaya haykıran Songül, Aysel, Şerafettin üçlüsü Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılında UNESCO tarafından olağanüstü bir devrimci, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz devlet adamı ilan edildiğini bilmeyecek kadar cahil olabilirler mi?!.

    -Yoksa insan vasıfları mı yetersiz???

    İşte 7 yıl önce “Dersim İsyanı” üzerine yazılmış bir yazı… Tatmin etmediyse, şu açıklamayı da önerebilirim.

    – Şeyh Sait İsyanında İngilizlerin, Seyit Rıza İsyanında ise Fransızların parmağı vardır. Bugün de PKK’yi ABD ve AB kullanıyor.

    Bu sözler, son zamanlarda her sözünde keramet aranan İmralı mahkumu Abdullah Öcalan’a ait. Sorgusu sırasında gayet samimi biçimde yaptığı açıklama!..

    Ama maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca fark etmiyor; çünkü “tarihimizle yüzleşelim” palavrasının arka yüzünde, 15-20 milyonluk Alevi kitlesinin, cumhuriyetten soğutulması ve birbirine düşürülerek parçalanması projesi yürütülüyor. Yukarıdaki 7 yıllık yazımda da belirttiğim gibi:

    -İçerdekiyle dışardaki bunun için kol kola, kucak kucağa aynı oyunu, aynı yalanı, aynı projeyi bıkmadan, usanmadan sürdürüyor!..

    Ümit Zileli

    http://odatv.com/n.php?n=dersim-alevileri-cumhuriyetten-sogutmanin-ve–cemaatlestirmenin-projesi-1311141200

  13. Dersim Yalanları Ve Gerçekleri -1- Sinan Meydan

    Daha önce kamuoyuyla paylaşılmayan belge ve bilgilerle yeni bir Dersim Dosyası:

    Genç Cumhuriyetin Dersim’e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir?
    Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938’e uzanıp, Dersim İsyanı’nı anlamaya çalışalım.

    En kanıksanmış Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri “Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün liderliğindeki genç Cumhuriyetin, 1937-1938 yıllarında Dersim’de Kürtleri katlettiği!” biçimindedir. Ülkemizde bugün, tarihçisinden gazetecisine, eğitimcisinden siyasetçisine kadar neredeyse herkes, Türkiye Cumhuriyeti’nin Dersim’de bir kıyım ve katliam yaptığını peşinen kabul etmiş gibidir.
    Örneğin, İsmail Beşikçi’nin bir kitabının adı, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi’ dir. Hasan Cemal’in bir yazısının adı da, Dersim Katliamını Mazur Göstermeye Çalışmanın Ahmaklığı Üzerine’dir.
    “Dersim yalanı” Türkiye’de son zamanlarda sıkça siyasete alet edilmeye de başlanmıştır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis kürsüsünden defalarca “Tek Parti döneminde Dersim’de katliam yapıldı!” demiştir.
    “Dersim’de katliam yapıldı!” iddiaları, bugün bazı iç ve dış Cumhuriyet düşmanlarınca, Türkiye’yi soykırımla suçlamak için kullanılmak istenmektedir. Örneğin, 13 Kasım 2008’de Avrupa Parlamentosu himayesinde Dersim Soykırımı Konferansı düzenlenmiştir. Düzenleyenler, bu konferansın amacını, Ermeni, Süryani, Pontus Rumlarına karşı soykırım suçu işleyen Türkiye’nin suçlar listesine yeni bir insanlık suçu daha ekleniyor: “Dersim soykırımı” biçiminde açıklanmıştır. Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim’de yaşananların insanlık suçu olduğunu savunarak Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, “Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!” demiştir.
    19 Kasım 2009’da Dersim Soykırımı Konferansı’nın ikincisi yine Brüksel’de yapılmıştır. Bu toplantılardan sonra, Dersim harekatının ‘soykırım’ olarak tanımlanmasını isteyen bir heyet, bu olayları Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne götürmek için harekete geçmiştir. Aralarında ABD’li avukat Prof. Dr. Barry Fisher ile Dink davası avukatı Erdal Doğan’ın da bulunduğu heyet, 12 Nisan 2011’de Tunceli’de incelemelerde bulunmuştur. Dersim yalanı, kartopu misali büyüdükçe büyümüş ve sonunda 1937-1938 Dersim isyanını bastıran CHP içinden bazıları bile bugün “Evet! Dersim’de katliam yapıldı!” deme noktasına gelmiştir.
    Peki ama gerçekte Dersim’de ne olmuştur?
    Gerçekten de Atatürk ve İnönü, Dersim’de Kürtlerin katledilmesini mi emretmiştir?

    Genç Cumhuriyetin Dersim’e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir?
    Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938’e uzanıp, Dersim İsyanı’nı anlamaya çalışalım.

    Dersim İsyanı’nın Kökleri Koçgiri İsyanı’nda gizlidir.

    Dersim İsyanı ve sonrasındaki Dersim harekatını anlamak için öncelikle Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Koçgiri İsyanı’na (1921) bakmak gerekir. Koçgiri İsyanı’nın zamanlaması, isyandaki emperyalizm parmağı, isyanda rol alan aktörler, isyanın bastırılma biçimi, isyanının bastırılma biçiminin istismar edilmesi, Cumhuriyet dönemindeki Dersim İsyanı’nı çağrıştırmaktadır. Dikkatli bir göz, Dersim İsyanı’nın köklerinin Koçgiri İsyanı’nda gizli olduğunu çok kolay bir biçimde görebilir. “Dersim sonuçtur; başlangıç Koçgiri İsyanı’dır”
    Şimdi, sırasıyla Koçgiri İsyanı’ndan Dersim İsyanı’na uzanan düşünsel ve eylemsel çizgiye göz atalım ve Dersim’in Koçgiri’deki köklerini görelim:
    1. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi emperyalistlerce kullanılmıştır: Koçgiri İsyanı’nı planlayan Kürt Teali Cemiyeti İngilizlerin kontrolünde bir cemiyettir. İngilizler,Kemalistlerin, Çerkez Ethem’le ve Yunan ilerleyişiyle iyice köşeye sıkıştığı bir zamanda Koçgiri İsyanı’nı organize ederek Milli hareketi sonuçsuz bırakmak istemişlerdir. Dersim İsyanı’nın arkasında da -Hatay meselesinin tartışıldığı günlerde Türkiye’nin elini zayıflatmak isteyen-Fransız emperyalizmi olduğu anlaşılmaktadır.

    2. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi Bağımsız Kürdistan parolasıyla başlatılmıştır: Koçgiri İsyanında isyancıların taşıdığı yeşil, kırmızı, beyaz Kürdistan bayrağı ve isyancıların dillerindeki Kürdistan marşı, Baytar Nuri’nin Sivas’ın Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi’nde yaptığı toplantıda, Sevr Antlaşması’na uygun olarak bir Kürt devleti kurulması düşüncesini kabul ettirmesi, isyan sırasında Şadan aşiretinin Refahiye ilçesindeki hükümet konağına Kürt bayrağı çekmesi, Hozat toplantısı sonunda Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı 15 Kasım tarihli bildiriyle ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin Ankara hükümetinden bir tür “özerk Kürdistan” talep etmeleri, Batı Dersim aşiretlerinin de 25 Kasım tarihli başka bir bildiriyle bağımsız Kürdistan talep etmeleri, İmranlı’daki yönetimi ele geçiren isyancıların hükümet konağına Kürt bayrağı çekmeleri ve Baytar Nuri’nin, “İlk önce Dersim’de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden resmen Kürdistan istiklalini,tanımasını isteyecek” diyerek Koçgiri İsyanın amacını açıklaması, Koçgiri İsyanı’nın bağımsız Kürdistan isteğiyle çıkarıldığını şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde kanıtlamaktadır.

    3. Koçgiri İsyanının baş aktörleri Dersim İsyanı’nda da karşımıza çıkmıştır:
    Koçgiri İsyanı’yla Dersim İsyanı arasındaki bağın ve sürekliliğin en açık kanıtlarından biri, 1921 Koçgiri İsyanı’nda ön saflarda yer alan Baytar Nuri, Alişer ve Seyit Rıza gibi isimlerin, Dersim İsyanı’nda da karşımıza çıkacak olmasıdır. Dersim İsyanı’nın ele başı Seyit Rıza’nın,Koçgiri İsyanı’nın perde arkasındaki kışkırtıcılarından biri olduğu gerçeği nedense Cumhuriyet tarihi yalancılarınca hep gözden kaçırılmaktadır. Bazı Kürt aşiret liderlerinin ayrılıkçı Kürtlerden ayrılarak Ankara’ya gidip TBMM’ye katılmaları üzerine Seyit Rıza ön plana çıkmıştır. Adamlarıyla birlikte köyünden çıkarak Dersim’e gelen Seyit Rıza, Sivas’taki isyancılara gidecek yardımı organize etmeye başlamıştır. Bütün plan ve program hazırlanmıştır, kış atlatılır atlatılmaz bağımsızlık ilan edilecektir. İsyancılardan Baytar Nuri, bu planı şöyle açıklamıştır:
    “İlk önce Dersim’de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden resmen Kürdistan istiklalini tanımasını isteyecek.”
    İsyanın yeni önderlerinden Seyit Rıza, TBMM’ye katılan Kürt milletvekillerinin Dersim’i temsil etmediklerini, çünkü Doğu Anadolu’da bir Kürt yönetimi kurularak bağımsızlığın ilan edildiğini bildirmiştir. Bu sırada Dersim’deki ayrılıkçı aşiret liderleri üzerindeki baskısını artıran
    TBMM, Baytar Nuri’yi tutuklamıştır. Baytar Nuri’nin tutuklanmasına isyancı aşiretler büyük bir tepki göstermişlerdir. Seyit Rıza, Baytar Nuri’nin hemen serbest bırakılmasını aksi halde hiç zaman kaybetmeden Dersim’den Sivas’a saldıracaklarını bildirmiştir. Bir taraftan Yunan ilerleyişi, diğer taraftan da iç isyanlarla uğraşan TBMM, yeni bir isyanı göze alamayarak Seyit Rıza’nın isteğini kabul etmiş ve Baytar Nuri’yi serbest bırakmıştır. Bu arada Dersim mutasarrıfı da tehdit edilerek bölgeden uzaklaştırılmış ve bölgenin tüm hakimiyeti aşiretlerin eline geçmiştir.

    4. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi “bastırılması sırasında aşırı güç kullanıldığı” iddiasıyla tartışma konusu olmuştur: Dersim isyanını bastırmakla görevlendirilen Nurettin Paşa’nın “aşırı güç kullandığı, Kürtlere baskı yaptığı, suçsuz insanları da öldürdüğü” iddiaları ve bu doğrultuda başlatılan propaganda çalışmaları sonunda, hem bir af çıkartılarak Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında isyancı Kürtçülerin çoğu serbest bırakılmış, hem de Kürtçü propaganda çalışmalarıyla isyancı Kürtçüler adeta mağdur durumuna getirilmiştir. Bu mağdur edebiyatı, ayrılıkçı Kürtçü hareketin işini kolaylaştırmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştır. Bilindiği gibi benzer bir aşırı güç kullanma iddiası ve bir mağdur edebiyatı da Dersim İsyanı’ndan sonra başlatılmıştır. 1921 Koçgiri İsyanı’nın TBMM temsilcisi Nurettin Paşa tarafından çok sert bir biçimde bastırılması ve bunun ayrılıkçı Kürtçülerce propaganda malzemesi haline getirilmesi, Kürt hafızasında “Kemalist sistemin Alevi-Kürtlere düşman olduğu” biçiminde yer etmiştir ve bu hafıza, sonradan 1937-1938’deki Alevi-Kürt Dersim İsyanı’na meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştır.
    Özetle, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi durumundaki ayrılıkçı Kürtçü aşiret liderleri, Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri İsyanı’yla gerçekleştiremedikleri bağımsız Kürdistan projesini, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirmek için, bir anlamda kaldıkları yerden işe başlayarak Dersim İsyanı’nı örgütlemişlerdir. Yani, Dersim’in kökleri Koçgiri’de gizlidir… Dersim’in kökleri bir başka yerde daha gizlidir…

    Dersim İsyanı’nın Kökleri: Hoybun Cemiyeti ve Ağrı İsyanları

    Türkiye’de 1919’daki Koçgiri İsyanı’yla 1937-38’deki Dersim İsyanı arasında, emperyalizm destekli, “bölücü” ve “irticacı” çok sayıda Kürtçü isyan çıkmıştır. Bu isyanlar içinde, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra en etkili Kürtçü isyan Ağrı İsyanlarıdır.
    Koçgiri İsyanı, Nasturi İsyanı, Şeyh Sait İsyanı ve Ağrı İsyanlarının başarısız olması üzerine Dersim İsyanı; tertiplenmiştir. İlk Ağrı İsyanı Mayıs 1926’da, ikincisi Eylül 1927’de,üçüncüsü de Eylül1930’da çıkmıştır. Ağrı İsyanlarının arkasında Kürt-Ermeni dayanışmasıyla kurulan ayrılıkçı Hoybun Cemiyeti vardır. Hoybun Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra yurt dışına kaçan ve İngilizlerle işbirliğine giren Kürt liderleriyle Ermeni Taşnak liderleri arasındaki işbirliği sonunda kurulmuştur. Hoybun Cemiyeti’nin kuruluşuyla ilgili ilk toplantı 1927 Şubat’ında İngilizlerin Revandiz Kaymakamlığı’na getirdikleri Seyyit Taha’nnn evinde yapılmıştır. İngiltere’nin Irak olağanüstü komiser yardımcısı Edmons’un organize ettiği bu toplantıda Türkiye’de çıkarılacak bir isyanla ilgili olarak şu kararlar alınmıştır:
    a)İngilizler, Kürtlere para ve ihtiyaç halinde silah yardımı yapacaklardır.
    b)Nasturiler, Kürt kıyafetleri giyerek isyana katılacaklardır.
    c)Hazırlıklar tamamlandıktan sonra harekete geçilecektir.
    d)İsyan Şemdinli Yüksekova’dan başlayacak ve hedef Van’ın ele geçirilmesi olacaktır.
    Taşnak Ermenilerinden Leon Emirizyon, Sultanyan ve Aris adlı kişilerinde katıldığı ikinci toplantı Mart 1927’de yine Siyyit Taha’nın evinde yapılmıştır. Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza ile kaçak subaylardan Kasım ve İhsan Nuri’nin de katıldığı bu toplantıda Cemiyetin adı Hoybun olarak tesbit edilmiştir.
    Kuruluş hazırlıklarına Irak’ta İngilizlerin kontrolünde başlanan Hoybun Cemiyeti, esas kuruluş kongresini Fransa’nın kontrolünde ve Ermenilerin güçlü olduğu bir bölgede yapmıştır. Kongrede cemiyetin başkanlığına Celadet Ali Bedirhan seçilmiştir. Merkez heyeti üyeliklerine ise, Süreyya Bedirhan, Kamuran Ali Bedirhan, Memduh Selim, Nizamettin, Tevfîk Cemil, Haso Ağa, Mustafa Bozan, Halil Rahmi, Cesim Ağa (Şihnu) Şerif, İbrahim ve Emin Ali Ağa seçilmişlerdir. Hoybon Cemiyeti, doğrudan genç Türkiye Cumhuriyeti parçalamak için kurulmuştur. Nitekim, kongrede Hoybun Cemiyeti’nin kuruluş amacı belirtilirken, “Türk Kürdistanı’nın bağımsızlığı olarak” tespit edilmiş, Türkiye’nin dışındaki “hiçbir millet ve devlete karşı aleyhtar ve tecavüzkar bir vaziyet almamayı şiarı ittihaz eylemiştir” denilmiştir. Hoybun Cemiyeti, isyan hazırlıklarına başlamış ve bu amaçla 1928 yılında, “Türkiye’de Kürtlerin Katliamı” adlı 48 sayfalık bir kitapçık bastırmıştır.

    Hoybun Cemiyeti, özellikle para toplamak ve propaganda yapmak amacıyla Paris Taşnak Merkezi üyesi Çamlıyan ile Süreyya Bedirhan yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Çamlıyan faaliyetlerini daha çok Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Mısır gibi ülkelerde yoğunlaştırmışken, Süreyya Bedirhan, Hoybun Cemiyeti’nin Avrupa temsilcisi olarak Paris’te bir büro açmış ve Avrupadaki faaliyetleri yürütmüştür. Süreyya Bedirhan, Avrupa’daki faaliyetlerinin yanında para toplamak ve Amerikan kamuoyunu etkileyerek ABD desteğini sağlamak amacıyla 1928 yılında ABD’ne gitmiştir. Hoybun Cemiyeti adına ABD’nin çeşitli yerlerinde konferanslar veren Süreyya Bedirhan ilk aşamada 20 bin dolar para toplamıştır.
    Bedirhan, ABD’ndeki faaliyetleri esnasında Ermenilerle de yakın işbirliğine girmiş, Ermeni Kilisesi’nde de bir konferans vermiştir.
    Süreyya Bedirhan’ın ABD’ndeki konferansları bir kitapçık halinde 1928 yılında Hoybun Cemiyeti tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır. Kitapçığa “Aynı Türk” başlığı adı altında bir giriş yazan Herbert Adams Gibboms; Süreyya Bedirhan’ın Kürt Milli Meclisi Hoybun’un temsilcisi olarak Kürdistan’ın durumunu Amerikan hükümeti ve insanlarına anlatmak için geldiğini belirtmiş ve Bedirhan’ın kısa bir biyografisini vermiştir.
    Süreyya Bedirhan, Kürt isyanı ve medeniyeti adına Hoybun ve Kürdistan adına Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya’yı 1925 yılından beri Kürdistan’da Türklerin yaptıkları gaddarlığı incelemeleri için uluslararası bir komisyon kurmaya davet etmiştir.
    Cemiyetin faal üyesi ve Ağrı isyanlarının elebaşısı İhsan Nuri, 1924 yılında Türkiye’den kaçarak Irak’a, dolayısıyla İngilizlere sığınmış, daha sonra 1930 yılında çıkan Ağrı İsyanları sırasında Kürtlerin davalarını Milletler Cemiyeti’ne götüreceğini basın aracılığıyla dolaylı yoldan duyurmuş, hatta Irak’ta yaptığı temaslarda böyle bir müracaatı teşvik etmiş, ayrıca Ağrı isyanları sırasında İngiltere’nin kontrolündeki Barzani Kürtleri, Irak sınırını geçerek Türkiye’ye saldırmıştır. Bütün bunlar dikkate alınacak olursa İngiltere’nin bölgedeki gelişmelerle yakından ilgilendiği ve en azından Türkiye’ye karşı yönlendirmeler ve kışkırtmalar yaptığını görülmektedir. 12 Nisan 1931 tarihinde İçişleri Bakanlığı’ndan Başbakanlığa gönderilen bir yazı ekindeki rapora göre; İngiltere’nin bölgedeki aşiretler ve gelişmelerle yakından ilgilenmesinin amacının,”Hakkari vilayeti ile Cizre’de dahil olmak üzere Irak Kürtleri hakimiyeti altında Irak ile Türkiye arasında bir Kürt hükümeti teşkil etmek” olarak değerlendirilmiş, bu amaçla Şeyh Mahmut’un Kürdistan Prensi ilan edileceği, Barzani şeyhi emri altına verecekleri, ve Nasturileri Kürtleştirmeye çalıştıkları belirtilmiştir.
    Hoybun Cemiyeti, Temmuz 1929’da Halep’te iki toplantı yapmıştır. Bu toplantılara başta Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Cemilpaşa-zade Mehmet, Cemilpaşazade Kadri, Yado, Vahan Papazyan, Hrrşak Papazyan ve Karabet olmak üzere 45 kişi katılmıştır. Toplantılarda, Suriye’deki yerli ve Türkiye’den firari Kürtlerden “azami istifade edilmesi”, Türkiye’ye karşı yapılacak herhangi bir hareketin tam ve mükemmel olarak tamamlanmasına karar verilmiştir.

    Hoybun-Taşnak ittifakında önem verildiği vurgulanan Dersim bölgesinde Koçgirili Alişir, Hoybun bildirilerini aşiretler arasında yayarak bu bölgelerin de Ağrı İsyanı’na destek olmasına zemin hazırlamıştır. Sonuçta Dersim aşiretleri üzerinde dini bir otoriteye sahip olan Seyit Rıza, devlet görevlilerine karşı direnişe geçmiş, bunun üzerine Ağrı bölgesinden oraya da kuvvet kaydırılmak zorunda kalınmıştır. Böylece merkezi Ağrı olan ayaklanmanın bütün Doğu Anadolu bölgesine yayılması hedeflenmiştir. Hoybun Cemiyeti dağıttığı bildiriler ve yaptığı propaganda ile isyancıların moralini yüksek tutmaya çalışmıştır. Nitekim Cemiyet, 1 Eylül’de yayınladığı bir bildiride, Türk ordusuna büyük kayıplar verdirildiği belirtilmiş ve aynı zamanda Türk kuvvetlerini, bazı köyleri yağmalamak ve bir çok insanı öldürmekle suçlamıştır.
    Birinci Ağrı İsyanı, 16 Mayıs 1926’da Yusuf Taşo ve çetesinin İran sınırını geçip Beyazit köylerinden hayvan çalarak Ağrı yayalarına sığınması ve Hası Telli’nin halkı kışkırtmasıyla başlamıştır. İsyan başarıya ulaşmadan bir ay sonra bastırılmıştır.
    1927 Eylül’ünde İkinci Ağrı İsyanı başlamıştır. Avrupa’da ve Amerika’da etkili olan ve Amerika’da bir şubesini açan Hoybun Cemiyeti, İkinci Ağrı İsyanı’nı desteklemiştir. Türkiye, Temmuz 1927’de Sovyet Rusya ile yaptığı bir anlaşma ile Kürt isyanlarına karşı Rusya’yı kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Ağrı İsyanı’nda Sovyet orduları sınıra asker yığarak isyancıların hareket alanını daraltmıştır. 1928 yılına gelindiğinde

    İhsan Nuri liderliğindeki isyancı Kürt grupları Ağrı dağına hakim olmuşlardır. 2 bin kişiden fazla isyancı Kürt, dağlara çıkmıştır.
    Hoybun Cemiyeti’nin organize ettiği Üçüncü Ağrı isyanı, 1930 yılında başlamıştır. Bölgedeki Celali, Süphanlı, Haydaranlı, Milanlı, Hasenanlı, Zirkanlı, Cibranlı ve Mokorlu aşiretlerinin katıldığı Ağrı İsyanı’nın lider kadrosuna Türk ordusundan firari yüzbaşı İhsan Nuri, Ermeni Zilan ve Bro Haso Telli oluşturmuştur. İsyana katılan aşiret mensuplarının yanında Ermeni ve Nasturi çeteleri de yer almıştır.
    Genç Türkiye Cumhuriyeti, Hoybun Cemiyeti’nin organize ettiği Ağrı İsyanına karşı 1930 Haziran’ından itibaren askeri harekata başlama kararı almıştır. Mayıs 1930’da 4. ve 6. Kolordular Ağrı dağı yakınlarında toplanarak Ağrı İsyanı’nı bastırmak için harekete geçmiştir. İsyancılar, Türk ordusunun bir bölümünü üzerlerine çekerek asıl büyük ayaklanmaya destek vermek üzere aynı anda iki olay daha çıkarmışlardır. Bunlardan biri, 20 Haziran 1930 tarihinde Kör Hüseyin ve Eminpaşaoğullarının İran sınırını geçerek Zeylan’da başlattıkları isyandır. Bu isyanda öldürülen isyancının birinin üzerinde halkı isyana teşvik eden birkaç Hoybun Cemiyeti bildirisi ile mührü çıkmıştır. Bu sırada Doğu Anadolu’nun Dersim, Palu ve Viranşehir bölgelerinde de Hoybun Cemiyeti bildiriler dağıtarak halkı isyana çağırmıştır. Türkiye bu olayları bastırmaya çalışırken Irak’taki Şeyh Barzani ve Molla Hüseyin Şerif idaresindeki bir grup, Irak sınırından geçerek Oramar, Şal ve Şemdinli bölgelerinde de isyan çıkarmıştır.
    7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında yapılan askeri harekâtla Ağrı isyanı tamamen bastırılmıştır.

    Özetlemek gerekirse;
    1919’daki Koçgiri İsyanı’nı İngiltere desteklemiştir; Koçgiri İsyanı’na katılan isyancıların ele başları 1937-38’de Dersim İsyanı’nda da karşımıza çıkmıştır.
    1924’te çıkan Nasturi İsyanı’nı İngiltere desteklemiştir.
    1925’te çıkan Şeyh Sait İsyanı’nı İngiltere desteklemiştir.
    1925’teki Şeyh Sait İsyanı sonrasında yurt dışına kaçan isyancılardan bazıları
    1927 yılında Ermenilerle birlikte Hoybun Cemiyeti’ni kurmuştur. Hoybun Cemiyeti’ni İngiltere, Fransa ve ABD desteklemiştir.
    1930’daki Ağrı İsyanı’nı Hoybun Cemiyeti’nce desteklenmiştir.
    1937-38’deki Dersim İsyanı’nın alt yapısı 1928-29’da hazırlanmıştır.

  14. Ümit’in yerinde olsam bir hayli üzülürdüm. Yazısı kimlerin elinde… vah vah…

  15. Admin’e idam edilen birine ait zırvaları yayınlamıyoruz yazmışsınız, ama onun hakkındaki tüm zırvaları yayınlıyorsunuz, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu derler adama.. Yani benim zırvam iyidir, senin zırvaların kötüdür gibi bir Aristo’luk mu taslıyorsunuz anlayalım yani

  16. Arkadaslar

    Bir konuyu netlestirmek lazim, eger ABD nin gelip Irak”ta 1 milyondan fazla kisiyi oldurup ortacaga ait dinci gerici feodal kimseleri oralara derebey olarak dikmesine itiraz etmiyorsak, hatta gizli gizli destekliyorsak Dersim de katledilen insanlar icin aglamamiz ikiyuzluluktur.

    Ya da eger NATO nun hemen dibimizde yuzbinlerce yoguslavi bombalayarak somurgelestirmesine itiraz etmiyorsak ermeni soykirimini dilimize dolamamiz ikyuzlulugumuzdendir.

    Burada herkes kendisinin anarsist, sosyalist komunist yurtsever vb bir sey oldugunu soyluyor, bunu derken de samimi olduklarina eminim, ama sabah aksam dersimden bahsedip ama diger yandan mesela Ayse Hur gibi Seyit Riza”yi kanaat onderi yaparsan senin Dersim hakkindaki tum samimiyetin yokolur, ikiyuzlucedir.

    Sabah Aksam AKP ye soverken, Erdogan’i padisah olmakla suclarken ( Bu arada belirtelim Tayyip bir dikatordur ve her diktatorun gonlunde yatan krallar gibi hanedan kurmaktir- ama gercekci olalim, Tayyip hanedan kurmak istiyor ama daha kurabilmis degil ama diger yandan Barzani ailesi bir hanedandir ve Kurdistan’i bir hanedan olarak yonetmektedir) mesela Kenan Dogan gibi Barzani’nin asiret reisligini mesrulastirmaya kalkmak samimiyetsizliktir. Adam Hakkari asiret reislerinin ilkel de olsa demokrasi ile secildiklerini iddia ediyor! Kenan Dogan mesela Erdogan’in diktatorlugunden hoslanmiyor ama is Barzani”ye gelince, Barzani orada haneden kurmus, ustelik hanedenlik cikarlari geregi AKP ile ittifak olusturmus, nerede ise Kuzey Irak Kurt yonetimi Turkiye’nin bir eyaleti gibi davraniyor, bundan hic rahatsiz olmuyor, peki nereden rahatsiz oluyor Rojava’dan?

    Niye? Bilirsiniz TC surekli olarak Kurt devrimcilerinin ermeni tohumu oldugunu iddia eder, Dogan ise ayni insanlari bu sefer Turk olmakla sucluyor ( tohum kelimesini kullanmamis, neyse o da zamanla olur)

    Eger demokrat bir insansaniz, lafi eveleyip gevelemezseniz, Kurt feodalizminin savunulacak bir tarafi yok. HUseyin Cevahir kendisi dersimli bir devrimci idi. Bakiniz ne diyor bolgedeki ( bakin bunlar kurt milliyetcisi agalardir) agalarin halki nasil somurdugu nasil zulum yaptiklari hakkinda: http://www.sosyalistforum.net/teorik-yardim/69449-dogu-anadolu-raporu-huseyin-cevahir.html

    Eger Kurt halkinin nasil cifte zulum gordugunu gormek isterseniz yine bir kurt devrimcisi tarafindan yazilan bu raporu okuyun derim. Huseyin Cevahir’in koyluleri angarya calistirdigini soyledigi Kurt agasi Yusuf Azizoglu ilk Kurt milliyetcilerindendir, ama bu Kurt milliyetcileri biraz farklidir hepsi Barzanicidir ve hepsi de Devletin en ust seviyelerinde gorevlere gelmistir. Bu kimselerin cocuklari simdi hala devletin en ust duzeylerinde halki yonetmeye devam ediyorlar.
    Yusuf Azizoglu Eski DP mebusudur, hatta bizzat Celal Bayar tarafindan hazirlattirilan ve Bayar’in kurt raporu diye gecen rapora gore diger bir suru milletvekili ile birlikte kurtcu olarak nitelendirilir. http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/725769-celal-bayarin-1959da-hazirlattigi-kurt-raporunda-bakin-kimler-var.

    27 Mayis sonrasi ilk yayinlanan yasal kurtce dergilerin bazilari onun korumasi altinda yayinlanmistir. ( Bildigim kadari ile Dicle Firat ve daha sonra deng ve Riya Newe dergileri) Bayar’in raporunda yer alan diger kisiler mesela devletin bir zamanlar disisleri bakanligini yapmis olan Kamran Inan’in babasindan basla Seyh Sait ailesine kadar bir suru kurt feodali var. Yanlis anlamayin, bu rapordan sonra Bayar bunlari partiden ve HEP li milletvekillerine yapildigi gibi polise yaka paca yakalattirip attirmiyor, bunlarin bir cogu kurtcu olmarina ragmen o zamandan beri TC yonetiminde bakanlik dahil en ust duzeylerde yoneticiler.

    Oyleki Bayar’in raporunda yer alan tum kurtculerin onu hizla aciliyor, bunlar daha once Bayar’in kendi partisinde onemli gorevlerde iken daha sonra da daha da yukseliyorlar. Mesela Raporda yer alanlardan seyh Inan’in oglu disisleri bakani yapilir Demirel tarafindan, Keza yine raporda yer alan Kinyas Kartal Evren tarafindan Danisma meclisine secilir hatta en yasli uye sifati ile Darbe meclisinin baskanligini yapar ve acilisini gerceklestirir. Bunlarin hepsi agadir seyhtir zengin kurtlerdir ve devletin bir parcasidir. Yine ayni yilarda Ayse Hur’un deyimi ile dinsel muhafazakar egilimli ( kadinin dili kurt feodelleri demeye yetmiyor, partinin kurulusuna onderlik eden kisi Seyh Sait’in katiplerinden Liceli Fehmiye Bilal’dir ve kurucularinin hemen hepsi asiret lideri ya da dini liderdir. Kurucularindan birisi Serafettin Elci daha sonra AP den milletvekili olucak ve daha sonra da Ecevit tarafindan bakan yapilacaktir.)kurtler tarafindan kurulan T-KDP de YTP partisini destekleyecektir,http://www.kurdinfo.com/arsiv/basin/ayse_hur_03.htm

    Zzaten daha sonra T-KDP uyesi bir cok asiret agasi, bu davadan dolayi tutuklanip hapis yatmalarina ragmen AP ye katilacaktir. T KDP lideri Faik Bucak, kendisi eski bir hakimdir ve bir provakasyon sonucu oldurulur, T KDP yi kurmadan once o zamanlar sagci bir parti olan CMKP nin il ya da ilce baskanidir. CMKP daha sonra Turkes tarafindan ele gecirilir ve adi MHP olarak degistirilir.

    Azizoglu Bayar’in listesinde kurtcu diye gecer ve 27 Mayis darbesinden sonra eski DP lilerin kurdugu Yeni Turkiye Partisi’nin lideri olur, partinin diger kuruculari arasinda Aydin Yalcin gibi bir fasist, Menderes’in oglu ve Ekrem Alican gibi 27 Mayis darbesine destek veren eski DP lilerde var ve Azizoglu Inonu ile koalisyon kurar ve Saglik bakani olur. YTP daha sonra sanirim 60 larin sonunda AP ye katilir.

    Bildigim kadari ile onemli bir “kanaat onderi” olarak bolgedeki bir cok hastahane yol vb onun adini tasimaktadir.Hatta yanlis hatirlamiyorsam Yasar kaya onun ve partisi YTP hakkinda ilk kurt partisi iddiasinda bulunur.

    Peki bu insanlar kurtcu olmalarina ragmen neden devlet tarafindan onemli gorevlere getirilmekteler? Bence bunu bir dusunseniz iyi olur. Cunki bunlarin hepsi feodal aga seyh vb insanlardir ve Turkiye Cumhuriyeti bolgeyi bu agalarla beraber yonetmektedir.

    Kenan Fani Dogan ayni nedenle PKK ya hatta en son Rojava’ya karsi cikmakta, Cunki rojava da aga yok, ve Rojava da ilk kez ortadogu cografyasinda demokrasiye yakin bir sey oldu, mukemmel bir sey degil ama savas ve zulum ortasinda en azindan kanton secimleri demokratik yapiliyor, ve Kenan Dogan bundan hoslanmiyor, Hakkari agalarinin aslinda aga olmadigini aciklamak icin o kadar murekkep tuketirken Rojava”yi cizmesi icin iki satir yetiyor.

    Dersim katliami TC tarihinin en vahsi katliamlarindan birisidir, Devletin bolgedeki feodal liderlerle celiskisinin acik savasa donusmesi sonucu olusmus bir katliamdir, ama daha sonra bu feodal beyler ve devlet 1945 sonrasi Inonu hukumeti doneminde devlet ile anlasmis ve devletin asli bir unsuru olmustur, ben bu feodal beyler ile diger egemen kesimler arasinda celiskiler yok oldu demiyorum, vardir ve donem donem bu celiskiler siddetli savasa donusur ama bu celiskiler ve savas egemenler arasi bir savastir ve bu durum onlarin devletin asli bir yoneticisi olmasini engellemiyor.

    Bakiniz Bayar’in Kurt raporunda adi gecen tum kurt asiretleri hala bolgede halkin ensesinde boza pisirmektedir ve cogu AKP de politika yapmaktadir. Siz Neden Barzani’nin Diyarbekir’e kadar gelip canla basla Erdogan’in secim kampanyasi icin calistigini saniyorsunuz?

    Dersim katliamini anarken hatirlarken, Kurt feodellerini unutmak ya da ovmek, orada katledilen binlerce yoksula karsi en buyuk haksizliktir. Ne demek kurt kanaat onderi? ne demek kurt asiret reisleri demokrasi ile seciliyor demek?

    Aslinda bu olgu 1980ler sonrasi ozellikle Birikim vb cevresi tarafindan pespaye post modern teoriler ile solun bilincinin sifirlanmasinin bir sonucudur. Eger sen bolgedeki sinif mucadelesini unutursan neden bir suru yoksul dersimli alevinin su an solcu oldugunu, hatta tum baskilara ragmen kemalist oldugunu anlayamazsin, eger kurtluk ya da turkluk onde geliyorsa o zaman Barzani’nin AKP nin secim calismalarina bu kadar bulasmasini anlayamazsin, hatta sana sonucta bir hanedanlik tarafindan yonetilen Kuzey Irak Kurt devleti ile Rojava ayni gibi gelir, hatta Rojava’ya kil bile olursun.

    Aslinda gecmiste YTP, Azizoglu ve onlarin once DP ile yaptiklari bazi anlasmalara iliskin baya sey okumustum ama su an bu konularda link verecek durumda degilim ama ilerde tekrar ayni kaynaklar bir yerde gozume ilisirse o kaynaklari da gosterebilirim, ya da bilenler varsa konuyla ilgigi oldugu icin buraya link verirlerse sevinirim.

  17. bu laflarin hepsi palavra. o zamanlar dunya kan aglayan bir yerdi. dirlik duzenlik her seyin onunde geliyordu ve de yeni kurulmus turkiye cumhuriyeti’nin onun bunun miliyetcilik ozlemlerini desteklemek gibi bir gundemi olamazdi. bugunden bakip sacmalamak kolay. osmanli imparatorlugu’nun nasil bir cokus yasadigini, bunyesindeki bir cok halkin kendisine karsi nasil kalkistigini dusunursen, o zamanin yoneticilerinin yerine de kendini koyarsan, yapacak cok bir seyin olmadigini gorursun. turkiye yugoslavya olup ta bekleyip bekleyip 20. yuzyilin sonunda birbirini katleden milletler olmadi (ki onlar aslinda ayni millet). o zamanin sartlarinda millet projesi disinda hic bir sey gercekci degildi. 1940’lar-1970’ler falan gibi bu degisebilirdi ama o zaman da bunu yapabilecek bir onderlik yoktu.

  18. Solculuk, Zaza Ulusçuluğu ve Dersim

    MEHMET YILDIZ

    Dersimlilerin kendi öz sorunları üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyorken Dersim’e musallat olmuş bir dizi kendini bilmez ve cahil grup ve kişiler yüzünden zaman zaman çok geri veya gereksiz tartışmalara girmek zorunda kalıyoruz.
    Bu insanlarla muhatap olmak bir zuldür. Çünkü bu insanların ciddi bir fikirleri, niyetleri, pratik çabaları ve çevreleri yoktur. Örneğin devrimcilik adına bize saldıranların Türk toplumu içindeki pozisyonları çok gülünçtür. Türk toplumunun en yoksul kesimleriyle bile hiçbir bağı olmayan bu insanlar çoğunlukla Dersimlilere propaganda yapmakla meşguldürler. Dolayısıyla sosyalizm, komünizm ve devrim sorunlarını en çok biz tartışıyoruz. Halbuki Dersim’in uluslararası proletarya cephesi içinde herhangi bir yeri olamaz. Çünkü Dersim, modern bir sanayi şehri olmak bir yana, kelimenin gerçek anlamıyla bir şehir bile değildir. Tüm Dersim bölgesi bir iltica kampına benzemektedir.

    Radikal Türk solculuğu çoğunlukla Dersim kökenli insanlar tarafından yapılmaktadır. Bu insanlar Dersim toplumunu Türk toplumunun yerine koyarak Türk devrimcileri rolünü oynuyorlar. Türk radikal devrimciliğini eleştirirken aslında Türklerle bir tartışma yapmış olmuyoruz. Bu tartışmalar Dersimliler arasında yapılan tartışmalardır.
    Bu nedenle radikal Türk solcularının entellektüel gelişmişlik düzeylerini esas alarak “Türk solculuğu” hakkında bir karar vermek yanlıştır. Bu insanların Türk toplumuyla bir ilişkileri yoktur. Örneğin “Maocu” Türkler yoktur. Maoculuk yapanlar yalnızca Dersimli veya Dersim kökenli insanlardır.

    Bu insanlara yönelik eleştirilerden hareketle “sol düşmanı” olduğumuza hükmediliyor. Oysa solculuk bu insanların tekelinde değildir. Solculuk toplumsal adaletsizliklere karşı olmak ve zayıfın korunmasını istemek ise sanırım hepimiz solcuyuz.
    “Zazacılık” yapanlar da aynı şekilde Sunni Zazalarla hiçbir ilgileri olmayan Dersimli veya Dersim kökenli birkaç insandır.
    Zazaların yaşadıkları bölgelerde ulusal bağımsızlık veya etnik kimliğe özgürlük talep eden bir hareket olsaydı buna en çok Dersimliler sevinirlerdi. Çünkü Zazalarla aynı dili konuşuyoruz. Dilimizi konuşan bir topluluğun bağımsızlık veya özerklik talep etmesine karşı olmak hiç düşünülmeyecek mantıksız bir şeydir. Zazaların uyanması veya ayağa kalkması en çok Dersimlilerin yararınadır.

    Ortada böyle bir hareket olmayınca Zazacıların ciddi bir etnik hareket oluşturduklarını söyleyemeyiz. Bunun da ötesinde Zaza bölgeleri çoğunlukla MHP’nin etkin olduğu bölgelerdir. Çoğunlukla MHP’yi destekleyen, ünlü faşist katilleri olan Sunni Zazalarla ulusal birliğe gidilmiyor diye Dersimlilere küfür eden Zazacılar Dersimlilerin bu uluscu Zazaları nerede bulabilecekleri konusunda hiçbir şey söylemiyorlar. Şu anda MHP’li, Türk ırkçısı veya Sedat Bucak’ın adamı olan Zazaların bir mücadele ve birlik arzusu olmadığı halde, onları Zaza ulus devletini kurmak isteyen güçler olarak görmek ve Dersimlileri bu hayali bir gerçek olarak kabul etmiyorlar diye aşağılamak Zazacılığın varlık nedeni haline gelmiştir.
    Palu, Siverek, Bingöl ve diğer Zaza yerleşim bölgelerinde ulusal bağımsızlık veya etnik kimlik için özgürlük talep eden bir Zaza halk hareketinin ortaya çıkması durumunda Türk faşizmi ve sömürgeciliği ciddi bir darbe alır. Anadolu’da özgürlük, demokrasi ve insan hakları cephesi güçlenir. Anadolu’daki Türkleştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanır.
    Zaza ulusal kurtuluş mücadelesi Türkiye’de demokrasi ve insan hakları talep eden insanlara çok büyük bir moral verir. Zazalar ilerici insanların övünçle bahsettikleri bir topluluk haline gelirler. Büyük olasılıkla bugüne kadar “Türk” olarak tanıdığımız bir dizi sanatçı, yazar, şair, gazeteci vb. Zaza olduklarını açıklarlar. Dilbilimcileri Zazaca hakkında bir dizi makale yazarlar vs.

    Zaza ulusal kurtuluş hareketine karşı tamamen dostane duygu ve düşüncelere sahip olan Dersim toplumuna hakaret edip durmak yerine, Zazacıların Palu, Siverek, Bingöl ve diğer Zaza yerleşim bölgelerinde aktif olmalarını bekliyoruz. Bu bölgelerin demokrasi ve insan haklarına kazanılması Türk faşizmine ve Apoculuğa verilebilecek en güzel cevap olur. Dersim etnik kimliği için ayağa kalkmış Palu, Siverek, Bingöl ve diğer Zaza yerleşim bölgelerinin en sadık mücadele arkadaşı olacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

    Bu açıklamadan sonra Zaza ulusal kurtuluş mücadelesini veren şahısların en sinirli ve en küfürbazlarının bile artık Dersim’e daha fazla hakaret etmeyeceklerini düşünüyorum. Hatta daha şimdiden “Ne kadar da yanılmışız! Boşuna Dersim’i hedef haline getirdik!” şeklindeki itirafları duyar gibi oluyorum.

    Gözümüz ve kulağımız Palu, Siverek, Bingöl ve diğer Zaza yerleşim bölgelerindedir. Size bu onurlu mücadelenizde başarılar diliyor ve hepinizi candan kucaklıyorum.

  19. Dersim katliamı: Bombalı uygarlık…
    Oral ÇALIŞLAR
    Radikal

    Şeyh Said isyanından başlayıp, 1930 Ağır isyanıyla devam eden, Dersim katliamıyla iyice derinleşen “devlet terörü”nün; şöyle bir “temel mantığı” vardır: Türkiye’yi “medenileştirmek” ve tek tip bir ulus yaratmak. Bir tür otoriter modernleşme projesi olan bu projenin; ilhamını, Fransız İhtilali’nden aldığı, bilinen bir gerçektir.

    Dersim, bir devlet siyasetinin sonucu yakıp yıkıldı. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına egemen olan bir siyasetti bu. 1925 yılında Şeyh Said ayaklanmasının bastırılmasının hemen ardından bir Şark Islahat Planı hazırlayan hükümet, “Kürtleri yola getirmek” için bir yol haritası çizmişti.

    1925 Eylül’ünde hükümet kararı haline getirilen planı, şöyle özetlemek mümkün: 1.Bölgenin demografik yapısının değiştirilmesi, 2.Kürt nüfusunun Batı yörelerine zorla yerleştirilmesi 3.Dağlık bölgelerdeki köylerin boşaltılarak halkın belli yerleşim birimlerinde toplanması 4.Karayolu ve demiryollarına ağırlık verilmesi 5.İstihbaratın yaygınlaştırılması 6.Askeri karakolların yoğunlaştırılması 7. Gösterişli hükümet konaklarının yapılması 8. Yatılı bölge okullarının yaygınlaştırılması, çocukların ailelerinden alınarak Türkçe eğitimle yetiştirilmeleri 9.Kadınlara Türkçe öğretilmesi 10.Bölgede Kürtçe konuşmanın yasaklanması ve halkın Türkçe konuşmaya zorlanması.

    KÜRTLERİ ASİMİLE ETME PLANI

    Şark Islahat Planı, 1925 yılıyla sınırlı kalmadı. Sonra gelen bütün hükümetler, çok yakın dönemlere kadar, önlerine bu siyasetleri uygulamayı, hedef olarak koydular.

    Bölge müfettişlikleri kuruldu. Bu müfettişlikler de; değişik dönemlerde, benzer raporlar yazdılar. Bu raporlar, bölgenin, kendi perspektiflerine göre yeniden şekillendirilmesi amacıyla; şiddetlenen devlet baskısına zemin hazırladılar.

    İsmet İnönü, bu uygulamalara damgasını vuran siyaset adamlarındandı. “O planın gereği” olarak yapılanları anlatırken, şu ilginç detaylara da dikkat çekmişti: “Biz doğu meselesi ile uğraşırken, bunun bir ucundan iskan meselesine dayandığını da fark etmiştik. O zaman, galiba 1935-36 senelerinde olacak, Birinci Umumi Müfettişlik buna teşebbüs etti. Karadeniz bölgesinden Muş civarına, Van ve Diyarbakır bölgelerine muhacir getirdik, yerleştirdik. Şimdi bu vesile ile söylemek isterim ki, bu memlekette ergeç bir iskan politikası uygulanacak ve gerek ormanlık köylerde, gerek dağlık yerlerde geçimini sağlayamayan halk bir yer değiştirmeye tabi tutulacaktır.” (Sebahattin Selek, İnönü’nün Anıları, s.530)

    DERSİM’İ ANLAMAK

    Dersim’i anlamak için, geçmişe bakmak gerekiyor. Cumhuriyet’i kurarkenki “ana hedef”, bir “ulus devlet” yaratmaktı. Bunun yolu da, “kurucu mantığa” göre; toplumu homojenleştirmek, yani tek tipleştirmekti. Bu tektipleştirme hedefinin ilk uygulamalarını; İttihat Terakki iktidarları, Osmanlı’ın son döneminde gerçekleştirdiler. Ermeniler, 1915’te “halledildi”. 1923 Lozan anlaşmasıyla da, Mübadele kararı alınarak, Anadolu’nun kadim Rum nüfusu “temizlendi”.

    1925 Şeyh Said İsyanı, bu “tektipleştirme”nin, uzun yıllar sürecek “temel hedef”ine doğru ilerlemek isteyen yaklaşım açısından, bir kırılma noktasıydı. “Mesele”nin geçici olarak halledildiğine inanan kurucu akıl; bu kez, bir başka farklılığı hedef aldı: Kızılbaş Kürtler. Aslında, 1921’de, “Milli Mücadele” sürerken; Koçgiri’de Kızılbaş Kürtlerin tenkili için, Sakallı Nurettin Paşa ilk hamleyi yapmış ve bir katliamı gerçekleştirmişti.

    ÖNCEDEN HAZIRLANAN PLAN

    1937’de başlayan Dersim harekatı, “bir isyanın bastırılması” olarak anlatılmak istense de; bütün belgelerden, raporlardan, harekatın, çok önceden hazırlanan bir planın parçası olduğunu görebiliyoruz.

    Celal Bayar, 1937 Eylül’ünde, İnönü’nün yerine geçti. Başbakan olarak, 29 Haziran 1938’inde Meclis’te yaptığı konuşmada; Dersim’de neler yapıldığını şöyle anlattı: “Dersim’de bir Islahat programımız vardır, bu program yürümektedir. Yol, köprü ve mektep inşası suretiyle geçen sene askeri harekat yapıldı(…) Dersim için tatbik ettiğimiz programın icabı olarak bu meseleyi sureti katiyede tasfiye etmek için alacağımız bir tedbir daha vardır. Yakında ordumuz Dersim havalisinde manevralar yapacaktır. Bu münasebetle ordumuz, Dersim için vazife alacak ve umumi bir tarama hareketi ile tedip kuvvetlerine destek olaraktan, bu meseleyi kökünden söküp atacaktır.”

    Mimar Sinan Üniversitesi öğretim üyelerinden Şükrü Aslan, katliam için yapılan hazırlıklara ilişkin, ilginç bir ayrıntıya dikkat çeker: “1938’de Dersim’de yapılacak harekat için her şey hazırdır. O kadar ki o yıllarda Elazığ’da Turan Matbaasında köy baskınlarının, ev yakmaların nasıl yapılacağını vb. anlatan bir kılavuz kitap bile bastırılır.”

    Sonuç olarak, Şeyh Said isyanından başlayıp, 1930 Ağır isyanıyla devam eden, Dersim katliamıyla iyice derinleşen “devlet terörü”nün; şöyle bir “temel mantığı” vardır: Türkiye’yi “medenileştirmek” ve tek tip bir ulus yaratmak. Bir tür otoriter modernleşme projesi olan bu projenin; ilhamını, Fransız İhtilali’nden aldığı, bilinen bir gerçektir.

    KİMLİKLERİ YOK EDEN UYGARLAŞMA

    Bu teoriyi, bugün de; Onur Öymen gibi CHP’liler, açıktan savunuyorlar. Cumhuriyet’in, “Kürtleri uygarlaştırmak” amacıyla hareket ettiğini ifade ediyorlar.

    Bunların yanlışlığı, şimdi daha iyi görülüyor. Kimlikleri zorla yok etmek, ya da zorla asimile etmeye kalkışmak; çok büyük acılara yol açtığı gibi, “istenilen amaca” da ulaştırmıyor.

    Türkiye’de bugün, Kürtler de var, Aleviler de…

    Dersimle yüzleşmek; bu gerçeklerin kabulünün de ötesinde, yeni bir “Türkiye projesi”nin nasıl şekillenebileceğine dair ipuçları da verebilir: “Kimliklerin kabulü” temelinde, çok sesli, çok kültürlü bir demokrasiye doğru ilerlemek, ancak bu yüzleşme ile mümkün olabilir.

    Dersim’da yapılanları bir “uygarlık projesi” olarak görenlerin; demokrasi yolculuğunda, tökezlemeden yola devam etmeleri imkansızdır.

  20. Sünniler Borçlu, Aleviler Alacaklı mı?
    Kenan Alpay

    Bakar mısınız Kemalist Cumhuriyet’in manşete çektiği röportajın başlığına: “Sünniysen AKP’liysen Türkiye çok eğlenceli”. İddianın sahibi CNN Türk ve Kanal D’nin sempatik habercisi Cüneyt Özdemir, “Türkiye giderek daha tek tipleşmeye zorlanan bir atmosfere girdi” iddiasında ısrarlı. Öyle ki bu ısrarını “geyik yapmaktan, espri yapmaktan korkar olduk” diyerek sürdürüyor. Hatta Cüneyt Özdemir “deliler koğuşuna döndü”rülen bir medya ortamı dolayısıyla Türkiye’yi “Eğlencesini Yitiren Ülke” olarak tanımlamayı tercih ediyor.

    “Eğlencesini Yitiren Ülke”nin neden ve nasıl bu duruma sürüklendiğine dair akla gelen ilk örnekse şu cümlelerde: “Bir zamanlar Türkiye televizyonlarında Tuttu Frutti diye bir program vardı. Şimdi böyle bir şeyin hayalini bile kuramazsınız. Nerdeyse şifreli kanallarda bile bulamazsınız.” Halkımızı Tuttu Furitti’den mahrum bırakanları ‘büyük bir paranoya’ sahibi olmakla, bunu yayınlayamayan medya ve izleyemeyen toplum için de ‘büyük bir sıkıştırılmışlık’ tanımı uygun görülüyor.

    Alevilik-Kemalizm Kardeştir, Ayrım Yapan …

    Dersim tartışmaları etrafında son dönemde alınan pozisyonlar kimin tutarlı kimin tutarsız olduğunu, kimlerin devlete ve resmi ideolojisine müzahir kimlerin de muhalif olduğunu her yönüyle açık ediyor aslında.

    Devrimci demokrasi ve özgürlükçü muhalefet imajı vermelerine karşın Gezi Ruhu olarak isimlendirebileceğimiz seküler çevrelerin ölümcül bir açmazı var. Zorunlu din derslerine yapılan itiraz ve Cem evlerine yasal statü talebini yükselten Aleviler ve Aleviler üzerinden devlete değil Hükümet’e karşı özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren kesimlerin özde Kemalist devlet düzeninden başka bir önerileri yok.

    Dersim Harekâtı’yla, bu harekâtın mimar ve aktörleriyle, hedeflenen toplum ve devlet düzeniyle yüzleşmeye en başta Alevilerin, Dersimlilerin, Kızılbaşların hiç ama hiç niyeti yok. Dersim Tenkili’yle yüzleşmek ve bunun doğurduğu 80 yıllık acılarla hesaplaşmak iradesini kim sergiledi? Sünni-İslamcı ve otoriter sıfatlarla itibarsızlaştırmaya ve askeri-bürokratik mekanizmalarla iktidardan düşürülmeye çalışılan Cumhurbaşkanı Erdoğan değil mi?

    Neden Alevi-seküler ve demokrat kesimler Dersim’i kan ve acıya boğan Mustafa Kemal ve Kemalizm’le yüzleşip hesaplaşmak yerine ona tapınırcasına sadakat gösteriyor acaba? Çünkü evvel emirde Dersim Harekâtı’nın mimarları da hedefleri de bir bütün olarak ‘seküler’ temellerden yükseliyordu. Bu sebeple Dersim’de devlet tarafından işlenen katliamdan ötürü Sünni-İslamcı bir liderin özür dilemesini bir türlü sindiremiyorlar. Görmezden gelmenin, önemsiz saymanın, itibarsızlaştırmanın hatta alay konusu yapmanın gerekçesi de işte bu ideolojik sindirim sorunudur.

    Alevileri (Kızılbaşları, Dersimlileri, Kürtleri, Ermeni ve Rumları) ötekileştiren, tehcir ve katliama tabi tutan devlet sınıfları Sünni ve İslamcı değil hiç tevil edilemeyecek kadar seküler ve Türk ulusalcısı karakterleriyle maruftu. Devlet sınıflarının toplumsal kesimlerin hiç birini ‘Sünni’ ve ‘İslamcı’ kimliğe zorlaması söz konusu olmadığı gibi tersine asıl büyük mücadeleyi Sünni ve İslamcı kesimlere karşı yürütmüştür. İyi ama Aleviler ve Alevilerin talepleri üzerinden despotizme, otoriterizme, totalitarizme karşı hak ve özgürlük mücadelesi verme iddiasındaki sosyalist ve liberal kesimler neden Kemalizmle değil de Hükümetle savaşa girişiyor?

    Devlet Ne Zaman ve Nasıl Sünni Oldu?

    İster Hacı Bektaş-ı Veli ister Pir Sultan Abdal isterse başka bir geleneğe mensup olsun aslında bütün Alevilerin kronik problemi Kemalizme duydukları kara sevdadır. Cem Evlerinde Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin suretlerinin yanında Mustafa Kemal’in resminin de bulunuyor oluşu basit bir tesadüf değildir. Cem evlerine yerleştirilen ve her semah öncesi diğerleri gibi destur alınan bu resim bir şahsı manevi’dir. ‘İbadethane ve ibadet’in merkezine yerleştirilen bu ‘sembol’ Alevilerin neden TSK, yüksek yargı, akademi, sanat, medya, sermaye gibi iktidar sınıflarının yanında saf tuttuğunun hem siyasi hem de itikadi-ideolojik gerekçesini işaretlemektedir.

    Dersimli-Alevi kimliğiyle bilinen Kılıçdaroğlu’nun suskunluğunun şöyle ya da böyle izahı olabilir. İyi ama Marksist, sosyalist, liberal, sosyal demokrat vs. her türden seküler mücadele alanı için verimli bir fidelik olmuş Alevi çevre, örgüt, aydın ve sanatçılara ne oluyor ki Dersim katliamı içim belirsiz talepler, sonuçsuz sloganlar savurup duruyorlar? Mesela Seyit Rıza’nın torunu Rüstem Polat da bu sene gerçekleştirilen anma töreninde klasik Alevi refleksini sergiliyor ve “Başbakan özür diledi ama özrün arkası boştur” diye kestirip atıyor.

    İşin özü Hükümet açısından da adalet ve özgürlük talep eden her insan açısından da Alevilerin devletle, Kemalizmle, iktidar sınıflarıyla yüzleşmesi için esaslı bir hazırlığa ihtiyaç olduğudur. Kürt sorunun çözümüne benzer bir biçimde Alevi Açılımı da bir ihtiyaçtır elbette. Ancak Alevi kesimlerin Açılım’dan önce uzun süreli bir siyasi ve psikolojik rehabilitasyona muhtaç oldukları görmezden gelinemez.

    Kimden hesap sorması gerektiğini inatla öğrenmeyen, kendisine düşmanlık etmemiş kesimlere karşı cellatları adına savaşa tutuşan, hümanizm ve özgürlük söylemlerini klişeleştirip iktidar sınıflarına asker yazılmak için pek hevesli olanlara önce açılım mı yoksa rehabilitasyon mu lazım?

  21. AHMET’e….. Ahmet Bey, Eger Nuri Dersimi’yi okursaniz (bilemiyorum okudunuz mu?) orada Seid Riza ile birebir yasamis bir Kurt yurtseverinin Seid Rizayla yasamisliklarindan cok sey ogrenebilirsiniz. Mesela Seid Riza’da ulus bilincinin konagina kurt bayragi asacak duzeyde oldugunu ben Nuri Dersimi’den okuyup ogrendim. Dolayisiyla bir an icin sizin dediginize gelsek, onun siradan bir feodal, bir derebeyi oldugunu dusunsek, onun onca mucadelesini, taaa 1930 lu yillarda konaginda kurt bayragi dikmesini nasil aciklayacagiz. NURI DERSIMI yi onemle okumanizi rica ederim. Bakis aciniz degisecek diye dusunuruyorum. Diger Kurt asiret reisleriyle karistirilmayacak kendine has, bambaska bir kisilik goreceksiniz. Diger iddialariniza cevap vermek isterdim ama cepten yaziyorum. Bu kadar simdilik…

  22. 90 Yıllık Kemalist Dayatmalar ve Dersim Gümbürtüleri..
    Selahaddin E. Çakırgil

    Birileri, kendi aile büyüklerinin, dede- nine veya anne-babalarının, kardeşlerinin ölüm tarihlerini bile pek bilmez ve onların nasihat ve vasiyetlerini gözönünde bulundurmaz iken; üççeyrek yüzyıl önce ölen bir siyasetçinin ardından, resmî ideoloji gereği, bir takım psikolojik vehimler ve korkularla, 10 Kasım günü resmî ağlama törenlerini tertiblerler, ne mânâya geldiğini bilmedikleri veya düşünmedikleri ya da inanmadıkları bir takım tumturaklı laflar ederler.

    Bu sene de öyle oldu..

    Üstelik, o resmî ideolojik söylemlere geçmişte iğreti bakmış, dudak bükmüş ve onlardan uzak durmaya çalışmış nice ‘devletliler’in bile, bugün geçmişteki o tavırlarıyla çelişen şekilde sıcak beyanlarda bulunmaları ve dayatmacı resmî söylemleri âdetâ benimsiyormuş gibi tekrarlamaları üzüntü verici..

    Hele de, 14 sene öncelerde, dönemin C. Başkanı A. N. Sezer’in başlattığı ve bir ‘laik sünnet’ halinde sürdürdüğü saçma uygulamayı, daha sonra hem Abdullah Gül’ün, hem de Tayyîb Bey’in tekrar etmeleri ve bir mezardaki ölüye hitaben yazılanları, sanki o mekandaki ölü, daha sonra okuyacakmış gibi ve de hesab verir gibi bir hava içinde yazmaları ve sadece ölüm günlerinde değil, her vesileyle o mekana koşup bu tuhaf alışkanlığı tekrarlamaları ve orada yazdıklarını sadece oradaki hazırûna değil, tv. ekranlarından yüksek sesle okumayı, yani o ‘laik sünnet’i devam ettirmeleri, gerçekten esef edilecek traji-komik bir durumdur.

    T. Çiller de giderdi o mekana, başbakanlığı döneminde ve oraya bir şeyler yazar ve ama, o, hiç değilse yazdıklarını okumazdı. Ancak, yazdıkları sonra görüntülenirdi. Ki, bir defasında, yazısını, orada yatana hitaben, ‘Görüşmek ümidiyle..’ diyerek bitirdiği sonradan anlaşılmış ve epeyce gırgır konusu olmuştu.

    Türbe ve mezarlarda dua edenleri kınayan ve bu durumu çağdışılık olarak niteleyen laiklerin kendilerinin de bir ‘laik kutsal’ oluşturma çabası içinde olduklarını görememeleri, bir ayrı trajik-komik durumdur.

    Böyle bir ilkel uygulamayı, dünyada, bugün, Türkiye’deki uygulamayı örnek almışcasına, yakın bir komşumuzdaki bir başka liderin ölüm yıldönümlerinde yapılan anma törenleriyle, Kuzey Kore’den başka bir yerde görmek mümkün değil, sanıyorum.

    ‘Belki, bir takım gerçek veya hayalî belâları defetmek için yapılmıştır..’ şeklindeki yorumlarla mâzur gösterilmeye çalışılan bu komikliklerden sadece ülkemizi ve halkımızı değil, en üst makamlarda bulunanların kendi şahsiyetlerini de kurtarmaları temennisiyle..

    *

    Bu satırların sahibi, rahmet dilekleriyle andığı babasının da, onyıllarca önce bir 13 Kasım günü vefat ettiğini bu vesileyle hatırlıyor.

    Ama, bu yıl biraz daha değişik bir haberle karşılaştım..

    Tam da, kemalist laiklerin uydurduğu ve nicelerinin de isteyerek veya istemiyerek teslim oldukları o acaib ‘resmî laik sünnet’in tekrarlandığı saatlerde Osman emmimin vefat ettiği haberi ulaştı. Allah rahmet eyleye..

    Osman emmimden çok az, ama, çok önemli bir şey öğrenmiştim.

    Henüz ilk çocukluk yıllarımda, o askerlik hatıralarını anlatırdı arkadaşlarına ve ben de dinlerdim. Ancak, emmim ikide bir ’dersim’ kelimesini kullanırdı.

    ’Dersim’ kelimesinden çıkardığım mânâyı o konuşmanın içine bir türlü yerleştiremezdim. ’Ne dersi, neyin dersi, emminin ne dersi vardı?’ gibi..

    Sorup öğrendikten sonra anlamıştım ki, o ’dersim’ kelimesinin ’ders’le bir ilgisi yoktur ve Dersim, 1935’lerde Tunceli diye yeni bir isimle anılmaya başlayan bir coğrafî mekanın adıdır. Emmim de orada askerlik yapmıştı. Ama, herhalde, asıl büyük faciadan 8-10 yıl kadar sonraları.. Ama, demek ki, o zaman bile, hâlâ, o büyük katliâmın feryadları dinmemişti..

    Emmim, Dersim’den söz ettikçe.. Merak bu ya, atlasa bakıyor, ancak, Dersim diye bir yeri bir türlü bulamıyordum.

    Birgün sordum, ’Emmi, bu Dersim, neresi? Ben atlasta bulamadım..’ diye..

    O zaman Osman emmim bana bir ’Suss!’ işareti yapmış ve korkutucu bir yüz hattıyla ve ’Senin Cumhûriyet kanunlarından haberin yok galiba, bir daha işitmiyeyim..’ demişti ve ben de anlamıştım ki, Dersim kelimesini kullanmak ya da cumhuriyet kanunları korkunç bir şeylerdi.

    Evet, emmimden öğrendiğim az, ama çok önemli konu, bu idi.

    *

    Cumhûrun kanına giren kanlı bir cumhûriyet..

    Dersim oldukça dağlık, engebeli bir araziye sahib ve halkı da büyük çapta, ’alevî’ diye nitelenen kesimden idi. Ancak, bu halkı, o cevredeki öteki halk kesimlerinden ayıran daha başka etkenler de vardı. Çünkü, bu yöre halkın büyük ekseriyeti, etnik açıdan, kürd kavimlerinden; bazıları Kırmanç, bazıları Zaza /Dimili, vs. diye isimlendirilse bile, alevî olmaları hasebiyle, alevî olmayan öteki kürd halk kitlelerince dışlanıyorlardı. Aynı şekilde, türk etnisitesinden olan sünnî ve alevî kesimlerce de, dil farklılığı yüzünden çok geliştirilmiş münasebetler kuramıyorlardı.

    Bölgenin oldukça fakr’u zarûret içinde olması da ayrı bir çetin problemdi.

    Bu yoksulluk, içinde isyan / başkaldırı kültürü de bulunan alevîlikle birleştiğinde, Dersim yöresinde devlet otoritesine karşı çıkan bir takım eşqıyalık, yol kesme vs. hadiseleri de meydana geliyor ve bu da devlete karşı tehdid odağı oluşturuyordu.

    *

    Ve 1937-38 arası, bölge daha bir iltihablı hale gelmişti. Güvenlik güçleri tuzağa düşürülüyor, can kayıpları oluyor ve hadiseler bir türlü bitmek bilmiyordu.. Hele, bir keresinde, 16-17 asker de pusuya düşürülüp öldürülünce.. Celâl Bayar’ın hâtırâtında belirtildiğine göre, M. Kemal, ’tenkil’ (yok etme) emrini vermişti. O emir verildiğinde başvekil, İsmet İnönü idi.. Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) ise, Mareşal Fevzi Çakmak..

    İsmet İnönü, 1937 yazında, M. Kemal ile aralarında meydana gelen ve içinde, ’memleketi içki sofralarından idare ediyorsun..’ şeklinde cümlelerin de geçtiği bir ağır tartışmadan sonra, M. Kemal tarafından azledilmişti.. Öyle Meclis tarafından güvensizlik oyu verilerek düşürme gibi durumlar sözkonusu değildi.

    Zamanın İktisad Vekili Celâl Bayar, artık yeni başvekil idi.. Celâl Bayar’ın yazdığına göre, M. Kemal, ona şöyle demişti, özetle: ’Celâl Bey, dışsiyaseti ben yönetirim. Büyükelçileri ben tayin ederim. Orduyu ben yönetirim. Generallerin tayin ve azillerini, terfi ve tenzil-i rütbelerini, ben yaparım.. Maarifin, (eğitimin) müfredatını, genel ilkelerini ben belirlerim. Valileri ben tayin ederim.. Polis müdürlerini ben.. Gerisini, memleketi istediği gibi idare et..’

    Dersim’de bir takım eşqıya hareketleri, bir takım sosyal rahatsızlıklar olmuş olabilir, ama, bu tablo karşısında, bütün bir sivil halkın katliâm olunması ve kurtulanların da ülkenin çeşitli yerlerine dağıtılması şeklindeki temel siyasetin baş mimarı kimdir?

    O günleri Celâl Bayar şöyle anlatıyor: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk mâlum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler.

    Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş…

    Oradaki her şeyi biliyorlar. Hattâ şahsen casusları bile biliyorlar.

    Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı. O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik.

    Birbirimizi anlıyorduk.

    Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi.

    Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek.

    Ne olursa olsun bana hitab edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitab edişinizin mânâsını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk..” (Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986)

    Tablo bu..

    *

    Üç sene öncelerde, 2011’lerde Tayyîb Erdoğan’ın, devletin elindeki resmî belge ve bilgilere göre, o ’tenkil siyaseti’ sırasında öldürülenlerin sayısını 13 700 küsur olarak açıklaması ve o rakamın sadece 1,5 yıl içinde meydana geldiğinin hatırlanması nasıl bir korkunç katliâm uygulandığını gözler önüne sermektedir. Kaldı ki, yerli halkın verdiği rakamlar, bu resmî rakamın 6-7 misliyle ifade olunmaktadır. Aynı şekilde, Munzur Çayı’nın, aylarca kan renginde aktığı ve cesed kokusu ve artıklarının çevredeki dere ve dağlarda yıllarca hissedildiği veya görüldüğüne dair mahallî görgü şahidlerinin nesiller boyu aktardıkları ise, daha bir ayrı..

    Başarıların sadece en tepedeki lider’e, Şef’e, sorumlulukların ise veya bazı olumsuz uygulamaların başkalarına yüklenmesi şeklindeki uygulama, nasıl bir sefil resmî ideoloji anlayışı ile karşı karşıya bulunulduğunu gözler önüne sermekte değil midir?

    Elbette Tayyîb Erdoğan da, bu açıklamaları yaparken, sorumluluğu İsmet İnönü’nün üzerine atıyordu, kanunî engeller yüzünden.. Yoksa, M. Kemal’in, ölümüne kadar, sadece cumhurbaşkanlığı makamını değil, CHP Genelbaşkanlığını da yürüttüğü, T. Erdoğan tarafından bilinmiyor değildi.

    Ama, bu korkunç- kanlı ’tenkil siyaseti’nden kimse söz edemiyordu; M. Kemal’e toz kondurulmaması için.. Erdoğan bu konuyu dile getirdiği zaman da, CHP sözcüleri, ’Sen dilinin altındakini çıkar, sen aslında M. Kemal’i suçlamak istiyorsun, ama, onu diyemediğin için, İnönü’yü suçluyorsun..’ diyorlardı. Bu sözler gerçekte, sadece bir itham değil, bir itiraf idi..

    Dersim’de neler olduğunu bu ülke 70 yıl boyunca bilemedi, bilmek istemedi, çünkü diktatörce uygulamaların hesabının kime çıkarılacağını hâlen de kimse söyleyemiyor, üst makamlardan..

    Nitekim, bir zamanların ünlü ihtilalci subaylarından Hava Kuv. eski komutanı Gen. Muhsin Batur, 1980’lerde yayımladığı hâtırâtında, 1936-37’lerde Harbokulu’ndan öğrenciler olarak trenle Elazığ’a götürüldüklerini söyledikten sonra, yazdığı dipnotunda, ’Okuyucularım, bu taşınmanın niçin olduğu ve orada nelerin yaşandığı konusunda bilgi vermeyişimi mâzur görsünler..’ demek gereğini duymuştu.

    *

    Ezilenlerin tarihi daha başka şeyler söyler ya galiblerin dili bile ortaya çok şeyi koyuyor.

    Eski ve ünlü Dışişleri Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil ise, Dersim’deki o ’tenkil’ esnasında, Ankara’dan, M. Kemal tarafından özel olarak gönderilen bir isimdir ve orada neler yaşandığını çok açık olarak anlatmıştır, hâtırâtında..

    Hele o başkaldırı hareketinin lideri olan Seyyid Rızâ’nın Kemal Paşa ile görüştürüleceği vaadiyle teslim alınıp sonra da yaşının küçültülerek, oğlunun da yaşı büyütülerek hemen idâm edildiklerini ve Seyyid Rıza’nın, ’Önce beni idâm edin..’ diye yalvarmasına rağmen, oğlunun, babasının gözleri önünde idâm edildiğini, sonra da kendisinin dâr’a çekildiğini; sonra M. Kemal’in El’Aziz İstasyonu’na gelip, dondurucu gece soğuğunda üzerlerinde incecik beyaz donlardan başka bir giyecek bulunmayan ve donmamak için birbirine yapışmış, zencire vurulu yüzlerce isyancının önünden bir güç gösterisi yaparak geçişini; Seyyid Rızâ’nın idâm edildiğini M. Kemal’e arzettiğini, ama, onun tatmin olmak için, idâm fotoğraflarını da görmek istediğini ve fotoğrafların gösterildiğini ilginç bir şekilde anlatır.

    Ki, sonra, Seyyid Rıza ve oğlunun cesedleri daha sonra da yakılmış ve geride hiç bir iz bırakılmamıştır..

    Bu noktada, birileri, ’Seyyid Rıza mâsum muydu?’ diye bir suçlama yapabilir; nitekim yapıyorlar da.. Ama, mes’elenin üzerinde asıl durulması gereken tarafı, o ’tenkil siyaseti’nin nasıl korkunç bir diktatörlük ve barbarlıkla uygulanmış olmasıdır.

    Kıyıda köşede, yarı korkarak; yarı, kemalist rejimi temize çıkarmaya çalışarak yazılan daha başka yayınlar da olmadı değil.. Barbaros Baykara’nın ya da, H. İzzettin Dinamo’nun kitabları da bu konuda çok korkunç ipuçları vermektedir. Bu satırların sahibinin gerek Şeyh Saîd Qıyâmı’ndan 40 sene sonralarda Diyarbekir yöresinde ve gerekse Dersim Katliâmı’ndan 30 sene sonralarda Dersim kasabalarında halktan, henüz hayatta olan canlı şahidlerden dinlediklerim ise daha bir ayrı tarafıdır, tablonun..

    *

    Kendisi de bir Dersim’li olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise, Tayyîb Erdoğan’ın Dersim üzerine yaptığı açıklamalara değinmemekte üç yıldır hep direniyordu.

    Nihayet, Kılıçdaroğlu’nun Gen. Başk. Yard.larından Sezgin Tanrıkulu 13 Kasım günü, CNN TÜRK’de A. Hakan’la yaptığı söyleşide, “CHP Genel Başkan Yardımcısıyım. Ben bin kere özür diliyorum” deyince, programı sunan Ahmet Hakan’ın “CHP adına mı özür diliyorsunuz?” sorusuna, ’Acı duyan herkesten, ölen her insandan, sürgün edilen her insandan CHP adına da özür diliyorum’ karşılığını verdi ve böylece de, CHP içinde yeni bir küçük kıyamet kapışmasına gelindi..

    CHP eski Gen. Başk. Yard.larından Onur Öymen gibi isimler başta olmak üzere, CHP’li bir çok önde gelen siyasetçiler de, ’CHP tarihinde hiçbir zaman bir parti yöneticisinin Atatürk’ü suçlayıcı bir beyanda bulunmadığını’ belirterek, Kılıçdaroğlu’nun, bu konuşmayı kınamaması durumunda, Atatürk’ün koltuğunda oturmasının mümkün olmadığını’ ve ’Atatürk’ü suçlayanlara göz yummanın telafisi olmayacağını’ söylediler.

    Hani, şair demiş ya: ’Yerden göğe küp dizseler, / Birbirine berkitseler, / Alttakini bir çekseler, / Seyreyle sen gümbürtüyü..’

    Aynen öyle..

    Bu durum sadece CHP’nin değil, CHP temelleri üzerinde yükselen 90 yıllık, kemalist-laik oligarşik yapının, resmî ideoloji diktatörlüğünün çöküş gümbürtülerine dönüşebilir.

    Evet, bundan sonra, seyreyleyin siz gümbürtüyü..

  23. Hedepe bu yazıya nasıl bir yorum yapacak acaba? Dersim katliamı nedeniyle birilerine ironi yapması zor.

  24. Atatürkun mehmetcigi varsa stalininde ahmetcigi var..
    Ahmetcik mehmetcige yardim eder..

    Atatürkün,senin benim dersimde ne isi var?!.. seninde ,onunda isi katliam..

    Atatürkmü ilerici,omu ilerici sorusu zaten igrenc? Senin orda ne isin var??

    Lozan anlasmasiyla azinliklarin haklari garantiye alinmisti.. Ingilizlere danismissa demekki Adam bos bir Adam degilmis..
    Dersim dersimliler.. Baskasi,maskasi konusmasi küzumsuzdur..
    Katliamin sorumlusu,,mehmetcikleri ve bu aradada bizim ahmetcikleri yöneten zihniyetdir..

  25. Dersim isyanı ve gerçekler / Mustafa Nevruz SINACI
    Tem 06, 2011

    Mustafa Kemal Atatürk’ün 1936 yılındaki Meclis açılışındaki konuşması: ‘Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir.’

    Dersim isyanı ve gerçekler

    Evet, Dersim isyanı askeri bir harekâtla bastırılmıştır, ancak bu harekâtta iddia edildiği gibi büyük katliamlar falan yaşanmamıştır. Kriptoların “90 bin kişi öldürüldü, 100 bin kişi zorla göç ettirildi” iddiaları bir hayalden başka bir şey değildir. Yalnızca nüfus rakamlarına bakmak bile bu yalanı ortaya koymak için yeterlidir.

    İsyan öncesi Tunceli nüfusu 1935 rakamlarına göre 100 bindir. İsyan sonrasındaki 1940 sayımındaysa 95 bindir. Aradaki 5 bin fark da isyan sonrası zorunlu göçe tabi tutulan aşiretlerin nüfusudur. Hangi aşiretten kaç kişinin zorunlu iskana tabi tutulduğu belgelerde de sabittir ve bunun toplamı da 3470’tir! Üstelik, 1940 yılı sayımındaki 95 bin nüfus o dönem için çok büyük bir rakamdır. Tunceli’de bugün bile, 2008 rakamlarına göre, 87 bin kişinin yaşadığını düşünürsek, iddia edildiği gibi bir katliamın yaşanmadığı kolaylıkla ortaya çıkar.

    Atatürk isyana hazırlıklıydı.

    Müfteriler Dersim’de sistemli bir katliam yaşandığını iddia ediyor. Halbuki durum böyle değil. Dersim isyanı için Kürt aşiretleri yıllarca hazırlık yapmış, Atatürk liderliğindeki Türk devleti de isyan başlayana kadar askeri hiçbir harekâta girişmemiştir. Kemalist iktidarın 30’lu yıllarda Tunceli’de yaptıklarını incelersek gerçeği görebiliriz. 1930’daki Ağrı isyanının bastırılmasının ardından Doğu Anadolu’daki gücüne büyük darbe vurulan hainlerin Dersim dışında tutunabilecek bir yeri kalmamıştı. Dersim’deki Kürt aşiretlerinin bir ayaklanmaya hazırlandığı daha 30’ların başlarında tespit edilmiş; Pek çok resmi raporun yanı sıra Başbakan İnönü ve Ekonomi Bakanı Bayar’ın Şark Raporları da, bu konuda uyarılarla dolu. Atatürk de isyanı elleri kolları bağlı beklemez. 1935’te “Tunceli Vilayetinin Kurulmasına İlişkin Kanun” kabul edilir. O zamana kadar Dersim olarak bilinen yöreye Tunceli ismi verilir.

    Ancak Atatürk Tunceli’de yalnızca askeri önlemler almaz, Tunceli’ye “medeniyet” götürülür. Yüzlerce yıldır şehir merkezlerinden kopuk yaşamış Tunceli köyleri yapılan yol ve köprülerle “medeniyet”le tanışır. Hastane yapılır, doktor götürülür. Okul yapılır, öğretmen götürülür. Mahkeme yapılır, adalet götürülür… Zalim aşiret reislerinin silahlarına el konulur… Tabii tüm bu “medenileşme” hareketi gerici aşiretlerinin direnişiyle karşılaşır. Ve… 1937 yılının 21 Martında, yani, bugün asala’dan dönme eşkıyanın ayaklanma günü olarak kutladığı Nevruz da, Seyit Rıza liderliğinde Abasan Aşireti, Harçik Köprüsü’nü yakarak isyanı başlatır.

    Aynı gece bir karakolumuzu basarak 33 askerimizi şehit edilir. 1920 Koçgiri isyanını liderlerinden ve Ağrı isyanına da katılmış Alişer ile Nuri Dersimi de isyancılar arasındadır.

    Ertesi gün Pah Hükümet Konağı, ilçede yeni kurulmuş ilkokul ve hastane de ateşe verilir. İsyanın hedefi açıktır: Atatürk Cumhuriyeti’nin götürdüğü “medeniyet”in bütün simgeleri…

    Tabii Atatürk, isyanın hemen bastırılmasını emreder. Ve dönemin Tunceli Valisi Korg. Abdullah Alpdoğan’ın komutasındaki 20 bin kişilik bir kuvvetle isyan bastırılır. Elebaşları idam edilir. “Dersim Harekâtı” olarak bilinen bu isyan bastırma operasyonu, bölgedeki aşiretlerin gücü tamamen kırılana kadar sürer. Aşiretlerin önde gelenleri, Tunceli dışına sürülür ve bölgede Cumhuriyet rejimi tam anlamıyla temin ve tesis edilir.

    Müfterileri, dönme- devşirme ve kriptoların yalanları ve gerçeğin belgeler!

    Varan 1: İsyanın lideri Seyit Rıza bir tarikat şeyhi ve aşiret reisiydi. Kendini solcu, ilerici ve sosyalist olarak tanıtan bir insanın Dersim isyanını savunması kadar komik bir şey olamaz. Çünkü Dersim isyanı kesinlikle bir halk hareketi ya da ilerici bir ayaklanma değildir.

    İsyanın lideri Seyit Rıza, Dersimli bir aşiret reisidir. Ve Atatürk, Dersim’deki aşiret yapısını ortadan kaldırmak istediği için ayaklanmıştır. Seyit de zaten bir isim değil, sözde Peygamber soyundan gelen Şeyh anlamında yerel bir dini unvan, Müslümanlara iftira ve iğrenç yalandır.

    Anlayacağınız, Dersim isyanı, aslı Ermeni olan bir derebeyinin, sözde bir dini liderin, bir şeytan tarikatı şeyhinin, zalim ve ceberut bir aşiret reisinin Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Türk İnkılâbına karşı, düşman devletlerin yardım ve yataklığı ile “alçakça ayaklanmasından” başka bir şey değildir. Bu anlamda Menemen ayaklanmasından hiçbir farkı yoktur.

    Varan 2: İsyancılar Fransız işbirlikçisiydi. Bütün diğer sözde Kürt isyanları gibi Dersimde emperyalistlerin kışkırtma ve desteğiyle başladı. Nasıl ki, Şeyh Sait isyanı Musul-Kerkük meselesinin görüşüldüğü kritik dönemde İngilizler için bir koz olduysa, Dersimde, Hatay’la ilgili çok nazik bir dönemde Fransızlar tarafından kullanılmış; isyancıların üzerinden de Fransız ordusuna ait silahlar çıkmıştır. Elebaşlarından Nuri Dersimi de, isyan bastırılınca Fransız mandası Suriye’ye kaçmış ve Fransız Hükümeti’nin koruması altında yaşamıştır. Bugün, Dersim’de katliam yaşandı yalanlarının; AB para ve himayesi ile yapılan hain şebeke sempozyumlarında dile getirilmesi “bu nedenle” bir tesadüf değildir.

    Varan 3: Seyit Rıza İngiltere’den destek istedi?.. İsyanının lideri Seyit Rıza’nın isyan sırasında, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 30 Temmuz 1937 tarihli şu mektup sözde Kürt isyanlarının işbirlikçi karakterinin en açık delillerinden birisidir:

    “Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,

    Yıllardır, Türk Hükümeti asimilâsyon faali yapıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayın ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor. Türk Hükümeti son olarak yapılan anlaşma gereği işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930’da Ağrı Dağı, Zilan vadisi ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın ve zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında köyler bombalanıyor, ateşe veriliyor, savunmasız kadın ve çocuklar öldürülüyor. Böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler ağzına kadar Kürtlerle dolu. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya ücra köşelere sürülüyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım. Seyit Rıza Dersim Başkomutanı”

    Varan 4: Türk komünistleri ve Komünist Enternasyonal de isyana karşı çıkmıştı:

    Dönemin Türkiye Komünist Partisi de Komünist Enternasyonal de Dersim isyanının feodal ve gerici bir ayaklanma olduğunu tespit etmişti: “İki ayı aşkındır Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Dersim, Türkiye’nin ulusal ekonomisi dışında kalmaktadır. Öyle ki başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi, vergi toplaması, bugüne kadar mümkün olmamıştır.

    Dersim’in hâkim tabakaları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (…) Amacı, göçebeliğe son verme ve aşiret reisleriyle (şeyhler, beyler, ağalar ve seyyitler) onların kiralık adamlarını B.Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefini güden bir reform planını zorla uygulamaktı. Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. İsyanın arifesinde Tapu Kadastro İdaresi, feodal aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasadışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti.

    İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”

    Komintern, 1925’teki Şeyh Sait isyanına da şu gerekçelerle karşı çıkmıştı: “Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile sahte din adamlarının etkisinden kurtarmak için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, 2. olarak feodal ağalar, 3. olarak sahte din adamları ve 4. olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.”

    Varan 5: İsyan Atatürk’ün baskıları değil; Atatürk döneminde yapılan köprü ve yollar yüzünden çıktı. 21 Mart 1937’de isyancılar tarafından yıkılan Harçik Köprüsü Dersim isyanı iddia edildiği gibi Atatürk Cumhuriyeti’nin baskıları yüzünden başlamamıştır. Halka baskı yapmak bir yana, Atatürk, Dersim’deki aşiret yapısını ilga ile Tunceli halkını özgürleştirmek için büyük çaba göstermekteydi. Şehrin ismi bu yüzden Tunceli olarak değiştirilmişti. Bu nedenle bugün Tunceli ismine tahammül edemeyenlerin, Atatürk’ün Şapka Devrimine karşı çıkanlardan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Dersim ismi isyanın değil, halk üzerindeki haksız zulüm ve feodal baskının simgesidir. Tunceli ise o derebeylik baskısını kaldırmak isteyen Atatürk devrimciliğini simgeler. Ancak çıkarları zedelenen aşiretler ve “seyit” denilen sahte din adamları Türk İnkılâbı ve Atatürk’ün idaresine, karşı çıktılar. Menemen’de yaşanan gerici isyanın bir benzeri böylece Dersim’de başladı. İsyancıların ilk hedefi devletin binbir zorluk ve masrafla yaptığı köprüler oldu. Munzur tarafı iki dağlık bölgeyi birbirine bağlayan Harçik Köprüsü uçuruldu. Yani, medeniyetin bir örneği sayılan köprüye bile tahammül edilmemişti!

    SONUÇ VE ÖNERİLER:

    Öncelikle altının çizilmesi gereken bir hakikat var ki, o da şudur.

    1560 – 1600 yıllarında Osmanlı Devleti’nin nüfus idaresini ele geçiren Ermeniler, kısa sürede Taşnak ve Hınçak zihniyetinin temellerini oluşturan bir ihanet şebekesi oluşturmuşlar ve Nüfus İdaresi’nin ellerinde olmasından yararlanma yollarını aramışlardır. Sonuçta karar kıldıkları yöntem çok vahşi ve alçakçadır.

    Buna göre: Van ile Silifke arasındaki bütün yerleşim yerleri gizlice basılarak, yerleşik halk sessizce katledilip yerine; Din ve kimlik değiştirmiş gibi görünecek Ermeni nüfus ikame edilecek. Bu plân ve katliam, çok sessiz, gizli ve sinsi bir şekilde yıllarca sürdü. Değiştirilen ve dönüştürülen nüfus, özellikle Kürt ve Alevi olarak kendini açıkladı ve tanımladı. Yıllar sonra 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı sistematik jenosidin farkına vardı ve açıkça bilinen ve belli olan “mukayyet” Ermeniler nezdinde, tehcir dâhil olmak üzere; Bazı haklı, mutlak doğru ve yerinde, lâkin çok gecikmiş bazı tedbirler aldı. Bu nedenle:

    1. Ülkemizde, adı bilinen ve Türk Medeni Kanunu’na tabi, eşit haklara sahip, 1. sınıf vatandaş Ermeniler; Etnik kimliklerini kesinlikle gizlemek lüzumunu hissetmeden, son derece güvenli, sadık-samimi ve özgür vatandaşlarımız olarak baş tacıdırlar. Nadir istisnalar hariç; Hiç kimse bunlardan müşteki değildir. Bilakis gayrimüslim azınlık, herkesten hürmet gören, bulundukları yörenin mümtaz, müstesna ve muhabbet timsalidirler.

    2. Fakat sorun, etnik kimliklerini sır gibi saklayıp; Türkçüden Türkçü, milliyetçiden milliyetçi, sufi, sıddık, seyit, şeyh ve dede rollerine bürünmüş mukallitler, sahtekârlar, mürai ve münafıklar olarak aramızda dolaşanlardır. Bunlardan mürekkep gizli cemiyetler olduğu gibi; Örtülü Taşnak, Hınçak, Megalo İdea, Arz-ı Mevhut yapılanmaları ve diyasporalar; esası “Milli Devlet” olan Türkiye Cumhuriyeti parçalamak, bölmek, AB’ye peşkeş çekmek, Türk insanını Amerika’ya kul, köle, uşak yapmak için olağanüstü bir çalışma ve çaba içindedirler.

    3. Bu menfur odaklar aynı zamanda bilumum hırsızlık, yolsuzluk, yalan-talan, anarşi, terör ve tedhiş unsurlarının organize liderleridir. Devleti etkisizleştirmek için her kılığa girer ve hiçbir melâneti icradan geri durmazlar.

    MUTLAK ÇÖZÜM VE ÇARE:

    Devlet bunları bilmek; Bilinçle acil önlem ve ‘karşı tedbir’ almak zorundadır.

    (*) Yararlanılan Kaynak: Onur Öymen ve Özgür Erdem makaleleri. Ankara-2011

  26. Bozacının şahidi…

  27. Gün Zileli seni bir birşeylere ikna etme çabası değil, sadece gerçekleri görün, yoksa sizler gerçeklerle yüzleşmeyi pek sevmiyorsunuz. E Türkiye’ye ve Türk milletine de ne kadar hakaret, saygısızlık ve iftira olursa o kadar sevindirik oluyorsunuz.. Bu Türk aydının içine düştüğü saplantı zaten, aydın olmayı her halde ve zamanda ülkeye ve millete küfretmek sanan gafiller ordusu… Bu aralar ülke gündemini işgal eden bu Dersim konusu gündemden epey bir şeyleri süpürdü… Hani derler ya ayranınız yok içmeye, at gidersiniz s….ya hesabı.. Sorunlarımızı bir kenara süpürdük. 1930 larda gezinip ona buna özür dileyeceğiz.. Hadi ordan Kurucu parti CHP nin bugün genel başkanı kimdir ve nerelidir. Bu özrü yeniden ısıtan kimdir TR 705 namı diğer S.Tanrıkulu o nedir? CHP genel başkan yardımcısı. Bu arkadaş nereli lice e daha ne özrü bekliyorsun be adam ……..

  28. Mehmet Yıldız;Kılıçdaroğlu’nun “awkward” pozisyonu

    Yazıya, yazının başlığı hakkında kısa bir açıklama yapmakla başlamak istiyorum.

    Yazının başlığını oluşturan üç kelimeden ikisinin Türkçe olmadığını biliyoruz. Buna karşın, pozisyon (position) kelimesi artık Türkçe sayılıyor, “awkward’ ise sanırım Türkçe’deçok sık kullanılan bir kelime değildir. Bu yabancı kelimenin anlamını bilmeyenlere ilgili sözlüğe bakmak yerine, Dersimli Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmak gibi tuhaf, garip, doğal olmayan ve izahı zor pozisyonunu iyi kavrayarak kelimeye konteksten varmalarını öneririm.

    Türk toplumu Dersimlilerin hiçbir zaman kendi kimlikleriyle yer alabilecekleri bir toplum olmadı. Cumhuriyet toplumunun bütün değerleri ve kurumları anti-Dersimdir. Dersim kimliğini aşağılamak Cumhuriyetçi Türk toplumunun harcı olmuştur. Bir Dersimli olarak sokağaçıkın, ilk karşılaştığınız şey sizi aşağılayan bir sokak ismi, bir meydan ismi, bir devlet büyüğü heykeli, bir devlet büyüğü olmaktan da öte tanrı katına yükseltilmiş Yüce M.Kemal’in heykeli ve benzeridir. Bir Dersimli olarak tüm dokusu, değerleri, normları, sembolleri, kurumları anti-Dersim olan bir toplumda yaşamak zorundasınız. Bir toplumun sosyal kodlarını anlamadan, tanımadan (kabul etmeden) o toplumda yaşamanız olanaksızdır.

    Dersimliler 74 yıldır Dersim Soykırımı’nı yapan ve bunu temel bir değer olarak benimseyen bir toplumun içinde ve bir devletin egemenliği altında yaşıyorlar. Yaşamayı tercih eden Dersimlilerin bundan başka bir seçeneği yoktur. Yaşamayı tercih etmeyen Dersimli kadınlar, kızlar kendilerini 1937-38’de uçurumlardan aşağı attılar.

    Günlük olarak kollektif bir biçimde aşağılanmaya maruz kalan veçaresiz olan Dersimlilerin zamanla bu kollektif aşağılanmalara alışmaları kaçınılmazdır. Örneğin işkence edilen insanların bir süre sonra işkenceye ve işkence altında olan diğer insanlarınçığlıklarına alışmaları gibi. Türk toplumu ve devleti anti-Dersim değerler üzerine kurulmuştur. Türk vatandaşlarının eziciçoğunluğunun bu değerlerle bir problemi yoktur. Dersimli olarak yaşamayı tercih ediyorsanız, birey ve küçük bir etnik grup olarak bu duruma alışmanız, bu durumu kendiniz için ‘normalleştirme’niz gerekir. Aksi halde yaşayamazsınız.

    Dolayısıyla hiçbir Dersimlinin bir başka Dersimliyi “Stockholm Sendromu’ geçiriyor gibi ucuz ve kolay teşhislerle stigmatize etmeye hakkı yoktur. Bu tip lüks suçlamaları Taraf gazetesinin demokrat Türk yazarlarına bir imtiyaz olarak bırakmamız daha doğru olur. Biz Dersimlilerin eskiden bir anadili vardı: Zazaca. Zazaca bizim kollektif bir karakteristiğimizi oluşturuyordu. Bu karakteristiğimizi ne yazık ki kaybettik. Bizi aşağılayan Türk-İslam değer sistemini normalize etmek Cumhuriyet toplumunda bizim yeni bir kollektif karakteristiğimiz oldu.Çünkü biz yaşamayı tercih ettik.

    Kılıçdaroğlu yukarıda bahsi geçen ayakta kalma stratejisini başarılı bir biçimde uygulayan bir Dersimlidir. Anti-Dersim bir toplumda bir genel müdür olacak kadar başarılı olduktan sonra, beklenmedik bir tarzda CHP Genel Başkanı oldu. CHP Dersim Soykırımı’nı yapan devlet partisidir. Tuhaf bir durum.

    Kılıçdaroğlu, Dersim soykırımcıları olan M.Kemal ve İ.İnönü’yü yüce, büyük parti ve devlet önderleri olarakçok sık biçimde övmek durumundadır. Kılıçdaroğlu’nun problemleri sıradan Dersimlilerin problemlerinden daha ağırlaştı ve bunu farkeden Dersimli seçmen bütün oylarını Kılıçdaroğlu’na verdi. Ancak Kılıçdaroğlu bu ağır problemlerinin altında eziliyor,çok gülünç durumlara düşüyor.

    Arızi bir CHP Genel Başkanı olarak Kılıçdaroğlu baştan beri iki seçeneğe sahipti: a) Dersimlilerin yaşamda ayak direme stratejilerini bir birey olarak tüm mantıki sonuçlarına ulaştırmak, b) Demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarını en kusursuz bir biçimde savunarak Türkiye’deki anti-Dersim toplumu ve devleti değiştirecek bir devrim yapmak.

    CHP gibi Türk ırkçılığının ve faşizminin köklü partisi gibi bir partiyi değiştirmenin zor olduğunu biliyoruz. Zorluk, imkansızlık demek değildir. CHP’nin en önemli kadrolarını ve politikalarını Kılıçdaroğlu bir genel başkan olarak değiştirebilirdi. O zaman M.Kemal ve İnönü faşizmi CHP içinde bir hayalete dönüşür ve CHP Dersim dostu gerçek bir sosyal demokrat parti olurdu.

    Kılıçdaroğlu bunu yapmadı. CHP faşistlerini idare etmeyeçalıştı. CHP faşistlerini idare etmeyeçalışırken Ermeni Soykırımı’nı savunan açıklamalar yapmaktan bileçekinmedi. Kılıçdaroğlu CHP faşistlerine karşı dövüşmeye cesaret edemeden davayı kaybetti. Kılıçdaroğlu için artık bir “strategy for survival’ yoktur. Kişisel kariyeri bitmiştir. CHP faşistleri Kılıçdaroğlu’nun başını yiyeceklerdir.

    Kılıçdaroğlu, başarılı bir bürokrat olmasını sağlayan Dersimli stratejisinin CHP Genel Başkanlığı için uygun olmadığını göremedi. Bir taraftan Aygün ve Tanrıkulu’nu partiye davet etti, diğer taraftan Ergenekon için “Hani nerede?’ dedi. Faşizmi sulandırarak faşizmi yenemezsiniz, yalnızca siz kaybedersiniz.

    Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın Dersim Soykırımı nedeniyle özür dilemesindençok rahatsız oldu. Psikolojik olarakçok sarsıldı, bir travma yaşadı. Dersim Soykırımı nedeniyle yaşadığı travmayı bu vesileyle bir kez daha yaşadı. Ancak bu sorunlarını bizimle paylaşmak yerine, Karadenizli Erdoğan’ın psikolojik durumunun bozuk olduğunu iddia etti. Erdoğan’ın bir içsavaşçıkarma niyetinde olduğunu bile söyledi.

    Sonuçta hepimiz birbirimize benziyoruz. Belki de Karadenizli Erdoğan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “awkward’ pozisyonuna dikkatleriçekerken kendi “awkward’ pozisyonundan duyduğu rahatsızlığı da dile getiriyor.

    AKP seçmeninin Erdoğan’ın Dersim Kampanyası’nda bir rolü yoktur. AKP bir parti olarak Başbakan Erdoğan’ın Dersim katliamını devlet adına kabul etme konusundaki motivasyonunda ve ısrarında bir pay sahibi değildir. Erdoğan’ın bu yönlü açıklamaları karşısında her zaman tepkisiz kalmıştır. Bu açıklamaları en azından gereksiz bulmuştur. Karadenizli Erdoğan denilebilir ki bu katliamı tek başına kabul etti. Diğerleri sadece Erdoğan’ın kabulünü kabul ettiler.

    Kemalist devletin terörü altında kollektif kimlikleri tahrip edilen, aşağılanan toplulukların fertleri en üst mevkilere de gelseler, iç kırıklıklarını açığa vurmaktan kendilerini alamıyorlar. Kılıçdaroğlu kişisel başarı sağlamakta ve kariyer yapmakta Karadenizli Erdoğan’ın çok gerisindedir; en azından başbakan olmak gibi bir özlemi vardır. Başbakan Erdoğan ise her türlü kişisel özlemini tatmin ettiği başarılı bir pozisyonda içten kırılmamış, Kemalist ırkçılık ve tahakkümle hiç uzlaşmamış, Kemalist diktatörlük tarafından rencide edilmemiş, kendine saygılı, vicdan sahibi bir Karadenizli olmaktan vazgeçmenin ne kadar ağır bir bedel olduğunu farketmiştir belki. Kılıçdaroğlu’nun son açıklamalarını bayağı, Erdoğan’ın Dersim açıklamalarını soylu kılan budur.

    Mehmet Yıldız

    http://www.nasname.com/a/mehmet-yildiz-kilicdaroglunun-awkward-pozisyonu–

    Mehmet Yıldız: Hitler’i Çok Seven Ve Saygı Duyan Tek Bir Yahudi Var Mı?

    Hitler’içok seven ve saygı duyan tek bir Yahudi var mı?

    Bu soruya bir cevap bulmak için İsrail’de bir anket yapmamız halinde, “Ben Hitler’içok seviyorum ve saygı duyuyorum’ diyen tek bir Yahudi bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Aynı anketi ABD ve Avrupa ülkeleri Yahudileri arasında yapmamız halinde de bunu diyebilen bir kişi bulamayız.Çünkü Hitler Holocaust’un mimarı olarak Yahudileri soykırıma uğrattı. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerle işbirliği yapan Yahudi sayısı az değildi. Ancak II. Dünya Savaşı koşullarında Nazilerle işbirliği yapan Yahudilere daha sonraki bir tarihte bu gibi bir soru sorulsaydı onlar da “Ben Hitler’içok seviyorum ve saygı duyuyorum’ diye bir cevap vermezlerdi.

    M. Kemal Atatürk 1937-38 Dersim Soykırımı’nın mimarıdır. “Ben M. Kemal Atatürk’üçok seviyorum ve saygı duyuyorum’ diyen Dersimlilerçoktur. Buçok onursuz,çok utanç verici bir durumdur. Bu denli bir alçalmayı kabul ettikten sonra biz neden Dersim Soykırımı’nın peşine düşüyoruz ki? Dersim Soykırımı tümçıplaklığı ile açığaçıkarılsa ve Türk devleti özür dilese ne olur ki? Madem 1937-38 Dersim Soykırımı’nın mimarı M. Kemal Atatürk’üçok sevdiğimizi ve saygı duyduğumuzu söylüyoruz o halde bu kadarçok sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz M. Kemal Atatürk’ün bir soykırım suçlusu olarak mahkum edilebileceği bir işe neden girişiyoruz?

    H. Aygün ve K. Kılıçdaroğlu tarafından son günlerde yapılan açıklamalar/konuşmalar aracılığıyla Dersim halkının onuru ayaklar altına alınmış, Dersimliler Hitler’e saygı ve sevgi gösteren bir Yahudiler topluluğu durumuna düşürülmüşlerdir. Kılıçdaroğlu bununla da yetinmemiş bir İttihat Terakki faşisti gibi Ermeni Soykırımı’nı da savunmuştur.

    Dersimliler adına “Biz acıyı bal eyledik’ diyerek bütün bu utanç verici açıklamaları yapan beylere şunu söylemek istiyorum: Siz “acılarınızı bal eylemiş ve durumunuzdan hoşnut olabilirsiniz, bari Dersim halkı adına konuşarak ona hakaret etmeyiniz. En azından benim adıma konuşmayın!

    Hayal kırıklığımı ve utancımı ifade edecek kelime bulmakta güçlükçekiyorum.

    1937-38 Dersim Soykırımı mağdurlarının anısı önünde saygı ile eğiliyorum!

    Mehmet Yıldız

    http://www.nasname.com/a/mehmet-yildiz-hitleri-cok-seven-ve-saygi-duyan-tek-bir-yahudi-var-mi

  29. Vatanist

    Satanist varsa vatanist de var tabii, hangisi topluma daha zararlı bir akımdır onu ayrıca tartışırız. Şimdilik şöyle ipucu vereyim: Satanistler kaç bin tane faili meçhul cinayet işlemişler, kaç milyon kişiyi yanlış bir şey söyledi diye hayat boyu zindanlarda çürütmüşler, kaç başbakan asmışlar, kaç bin köy bombalamışlar, kaç yüzbin kişinin malını mülkünü yağmalamışlar, kaç yüzmilyon çocuğun beynini saçma sapan hurafelerle mantara çevirmişler. Hele bir düşünün, sonra karşılaştırma yaparız.

    Arapça watan mütevazı bir kelime. Bugün memleket tabiriyle anlattığımız şeyin adı, yani bir insanın doğup büyüdüğü yer. “Vatanın nere” diye sorunca bu ülkede insanlar “İspir’in Fısırık köyündenim ağam” gibi bir cevap vermişler yüzlerce yıl boyunca. “Devlet” işleri bundan apayrı bir zeminde cereyan etmiş, ahaliyi zaten pek ilgilendirmemiş.

    İnsanın doğup büyüdüğü yere duyduğu sevgiyi, bağlılığı Devlet’e aktarma cambazlığına ilk girişenler 1860’larda Namık Kemal ve çevresidir. “Vatan Yahut Silistre” ne demek? “İspir Silistre farketmez, Devlet sana öl diyorsa seve seve öleceksin” demek benim anladığım kadarıyla, başka bir anlam verebilen var mı? Profesyonel orduyu lağvedip mecburi hizmete dayalı askerliği getirirsen e tabii elin mahkûm, ya afyon vereceksin, ya beyinlerini gazlayacaksın ki soru moru sormadan gidip ölsünler.

    *

    Satan שָׂטָן İbranice sin-teth-nun kökünden, muhtemelen “düşman” ya da “itham eden, töhmetçi” anlamında bir isim. Tevrat’ın erken kitaplarında adı geçmez, ancak daha geç döneme ait Tarihler, Eyüb ve Zekeriya kitaplarında sözü edilir; insanı sürekli günaha teşvik eden bir gücün veya varlığın adıdır. Arapçası neden *şâtân değil şaytân olmuş, Nöldeke’den beri tartışılmış bir mevzudur. Bir ara ona da girerim, ama iki satırda özetlenecek konu değil.

    ***

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/vatanist/5955/

  30. Ulas arkadas,

    Anladigim kadari ile Seyid Riza’nin bir kurt feodali oldugunu kabul ediyorsunuz ama onun bir kurt milliyetcisi oldugu icin feodal yaninin hos gorulmesi gerektigini, buna ragmen sahiplenilmesi gerektigini dusunuyorsunuz. Aslinda yukarda yazan arkadaslarin hatta Turkiye sol anarsist vb kesimlerin buyuk cogunlugu da senin gibi dusunuyor, o yuzden su an insanlar Seyid Riza’dan bahsederken onun feodal lilderligini yok sayan “Halkin kanaat onderi”, “Dersim Halk onderi” vb gibi sozler kullaniyorlar. Gun de bu yazilardan gaza geldigi icin o yillarda Dersim de aga filan olmadigini iddia ediyor. Bunu da Gun’un cok hizla gaza gelen kisiligine verelim.

    Ama bu dogru bir tavir mi? Turkiye de iki tur kurt milliyetciligi vardir. Birisi dogrudan feodal agalar seyhler vb cevreden gelir, ve tek amaci Tekelci burjuvazi ile olan iktidar mucadelesinde Kurtlerin bir millet olarak ezilmesini kendi cikarlarini savunmak icin kullanmaktir. Bunlar icin kurt sorunu kendi sinifsal cikarlari icin kullanabilecekleri bir malzemedir o kadar.

    Bir de emekcilerin milliyetciligi vardir, mesela PKK yi ortaya cikaran emekcilerden gelen bu milliyetciliktir, Bunu bilahere tartisiriz. Ama biz feodal agalarin ve kurt burjuvalarin (1930lardan bu yana cok sey degisti, Kurdistan Turkiye tekelleri araciligi ile emperyalist sisteme daha bir entegre oldu ve feodallerin bazilari hala feodal iktidarlarini surdururken ayni zamanda devletin destegi ve korumasi altinda kapitalistler oldular. Yasar kemal Akcasazin agalari romaninda Cukurovada bu surecin nasil gelistigini iyi anlatir) milliyetciliginden konusalim biraz. Gercekten solun kabul ettigi gibi bu somurucu siniflarin milliyetciliginin ilerici bir yani var mi?

    Ben Yukarida Yusuf Azizoglu ornegini verdim, kendisi bir kurt milliyetcisi agadir. Ama kendisi fasist partilerde yer alir. Ama sadece o degil, bakiniz Barzanici feodeller Turkiye de daha 1960 larin basinda orgutlenmeye basladilar, hatta illegal T-KDP yi kurdular, ama bu partinin hemen tum uyeleri Turkiye devletinin en ust duzey organlarinda gorev yapmislardir. Yine yukarida belirttim, mesela Bayar’in gizli kurt raporunda yer alan agalarin hemen hepsi gerici Turk partilerinde politika yapan, ve devlet de gerek politikaci gerekse burokrat olarak ust duzeylerde gorevler yapan ( icisleri bakanligi disisleri bakanligi vb gibi onemli bakanliklar da icinde ) insanlardir. Yani devlet genelde sanildigi gibi tum kurt milliyetcilerine dusman degildir. Bazilari ile aralarinda celiski bilr olsa beraberdir.

    Peki devlet bu insanlari milliyetci oldugu halde niye kendi icine alir? Cunki bu insanlar kurt feodelleridir ve devletin bu tavrinin nedeni sinifsaldir. Yine ayni sinifsal sebeble bu kurt milliyetcileri surekli devlet ile beraber tavir almislar, Turkiyedeki emperyalist yapinin bir bileseni olmuslardir. Bazi arkadaslar bunlarin kurt isbirlikcisi oldugunu iddia ediyorlar ama durum bundan otedir. Bunlar basit bir isbirlikci degildir, bunlar Turkiye oligarsisinin asli unsurlaridirlar.

    O yuzden Turkiye devleti Barzani’ye pasaport veriyor, o yuzden Barzani gelip Erdogan’in secim calismalarina katiliyor. Bu kesimler kurt meselesinin sinifsal ozune dogrudan deginmezler ama zaten PKK ya karsi olan tavirlarinda bunu gorursun. Rojava”ya olan gerek Barzani’nin gerekse de Turkiyedeki feodal kurtlerin nefreti sinifsaldir, Rojava da kanton yonetimlerinde emekci halktan insanlarin daha fazla agirligi vardi ama ne yazik ki son gelismelerle bu kanton yonetimlerinin yari yonetimi secim disi Barzanicilere verilmsitir yani feodal agalar oranin denetimine buyuk oranda ortak olmus durumdalar. Bu yuzden mesela Nasname gibi agalarin hatta hizbullah gibi fasist hareketlerin cikarlarini savunan sitelerde artik Rojava’dan ovguyle soz edilmekte ama yonetimde kalan diger PKK lilarinda cikarilmasi istenmektedir. Siz bunu oradaki halk diye okuyun.

    PKK Kurt yoksullarinin bir hareketi olarak cikti. Ama ilk once agalar hemde kurt milliyecisi agalar PKK ya saldirdi. PKK ilk darbeyi KUkculardan yemisti, Bucak gibi aileler PKK li gencleri patozlarda eritiyor, agalarin eskiyalari devlet tarafindan cezaevlerinden serbest birakilmis, askeri cemselerde dolasiyor ve PKK li gencleri olduruyorlardi. PKK bu olaya dayanamayip 1979 yilinda Turkiye yi terketmis, Apo bu durumu anilarinda detaylica anlatir.

    Zaten PKK da ilk onlara saldirmisti. PKK nin bir hedefi de feodal agalardi. Zaman icerisinde PKK yuruttugu mucadele ile Kurdistandaki egemenlik iliskilerini dagitmayi basardi. Ama diger yandan da PKK bir sekilde onunu acacak, ve kurtleri bagimsizlatiracak politiklar gelistiremedi. Bunun nedeni ayri bir tartisma konusu ama Bu noktada PKK kurt feodalleri ile ozellikle 1990lar sonrasi bir ittifak politikasi yuruttu. Bir cok kurt feodalinin HDP icinde yer almasinin sebebi budur. Ama bu insanlarin HDP de kerhen durdugunu gormek icin kahin olmaya gerek yok. Bakiniz Rojava gosterilerinden dolayi devlet bir anda fasist Hizbullahcilarin yardimi ile onlarca kisiyi oldurdu, ama Altan Tan Hizbullahcilari savunuyor. Cunki Hizbullah kurt feodallerinin silahidir.

    TC burjuva emellerle kurulan kapitalist bir devletti. Bu yuzden hem baslangicta hem de hala feodalizmle kan uyusmazligi vardir. Baslangicta Genc Cumhuriyet ve feodal beyler arasindaki bu celiski silahla cozulmeye calisildi, 1939 lara kadar suren isyanlar ve catismalarin bir sebebi budur. Kemalist devlet baskin ciksa bile kesin zafer saglayamadi. Zaten Ikinci Dunya savasi sonrasi ozellikle SSCB nin Berlin’e kadar ilerlemesi ve ardindan basta Cin olmak uzere bir cok yerdeki sosyalist mucadelelerin geldigi nokta, Turkiye egemenlerini, emperyalistlerin dayatmasi ile bu feodal kesimlerle isbirligi yapmaya zorladi. Tum kurt agalari geri geldiler, hemen hepsi mecliste milltvekillikleri aldi ve Kurt halkinin ensesinde boza pisirmeye devam ettiler.

    Ama burada Kemalist devletin Kurtlere yonelik bir de asimilasyon politikasi vardi, yani Kurtler diger tum diller ve kulturler gibi Turklestirilecekti. Bu politika da kapitalizmin bir politikasidir, altinda yatan temel neden tek dil ve kultur ile ulusal pazarin hakimiyet altina alinmasi ve uretimin ucuz olmasinin saglanmasidir. Bundan dolayi kurt topraklarindaki bu catismalar devlet nezdinde bir de assimilasyon politikasinin aracina donustu. Oyleki devlet acisindan sadece feodelleri yenmek degil ama kurt emekcilerini assimile edecek yontemlerin onunu acacak bir zor ve siddet politikasi izlendi. Bu noktada mesela Menemen isyani ile Seyh Sait isyani ya da dersim isyani arasindaki siddetin farkinin nedeni burada aranmalidir. Menemen de amac sadece isyan eden bir kac gericiyi yok etmek iken Dersim ve diger kurt illerinde ise dogrudan tum kurt emekcilerini terorize etmek ve onlari daha sonra yogun uygulanacak olan assimilasyon politikalarini kabul etmeye zorlamak anlamina geliyordu.

    Biz dersim ve diger kurt isyanlarina tam da bu nedenle karsi cikiyoruz. Bu katliamlarin asil muhatabi kurt ve dersimli emekcilerdir. Bu katliamlarin hedefi onlarin milli kimlikleri, kulturleri vb dir.Kurt emekcileri daha onceleri feodal zulum altinda inlerken Cumhuriyet kurulduktan sonra ise bu feodal zulme bir de Milli zulum eklenmistir. Ama bu milli zulmun bir parcasi kurt feodelleridir ve bu kesimler Turkiye oligarsisinin bir parcasidir. BU yuzden kendine ilericiyi diyenher kimse hem Milli zulme hem de feodal zulme karsi cikmak zorundadir. Huseyin Cevahir’in yaptigi tam da buydu. O yuzden onun raporu bence bu konuda ki en iyi yazilardan birisidir.

    PKK hareketi 1960 larda Kurdistanda gelisen emekcilerin hareketinden ve Turkiye solundan etkilenerek cikmis bir hareketti. Bir yoksullar hareketidir, cikisinda hem TC hedef alinmistir hem de kurt egemenleri. O yuzden baslangic metinlerinde PKK Seyh Said ya da Riza gibi kimseleri feodal onder olarak nitelendirir. Ama yukarida dedigim gibi PKK politik olarak bir cikmazda ve Kurt feodelleri ile en azindan catismayarak bu sureci atlatmaya calisiyor.

    Seyit Riza ne bir halk kanaat onderidir ne de halk onderi.BU sozler ideolojik sebeblerle ortaya atilmis sozlerdir ve asil amaci feodal liderlerin imajini duzeltmektir. Aga yerine kanaat onderi denilince daha sik oluyor. Ayni sebeble mesela bazi liberaller tarikatlarin sivil toplum kurulusu oldugunu iddia etmislerdi.
    Ama tanimi geregi halkin kanaat onderleri halkin fikir ve kanatlarini ifade eden liderlere denir. Mesela bir sendika baskani, ya da mesela Heslere karsi mucadelede one cikan bir muhtar bir ogrenci lider vb kanaat onderi olabilir. Bunlari gucunu ve yetkisini halktan alirlar. Ama bir feodal bey ya da dini lider halk onderi olamaz, cunki guclerini halktan degil ama ilahi bir kuvveten alirlar. Mesela Ortacagin tum krallari kendilerini Tanrinin yeryuzundeki golgesi temsilcisi vb goruyorlardi. Seyyid Riza adi ustunde kendisinin peygamber torunu oldugunu iddia ediyor, adam yetkisini allahtan aliyor halktan degil. Zaten olume giderken soyledigi sozlerde bunu dogruluyor, Evladi Kerbelayiz, biz kerbela cocuguyuz.

    Seyid Riza ya da Seyh Sait sahsinda Kurt feodalizmini oven onu mesrulastiran tum solcular kendi ayaklarina kursun sikiyorlar. Kurt feodalizmi su an devletin bir parcasidir, buna Barzani de dahildir. Kurt feodalizmini guclendiren her tavir kurt emekcilerine sikilan bir kursundan baska bir sey degildir.

    Kurt feodalizmi ile devlet bir donem carpismis ama sonra ikisi de uzlasmak zorunda kalmislardir. Aralarinda birisinin kapitalizme digerinin ise ortaaga ait kurumlar olmasi nedeni ile bir cok celiski mevcuttur, hatta bu celiskiler emekci halk muhalefetinin azaldigi donemlerde acik catismaya donusebilir ama ilk firsatta emekcilere karsi bir araya gelirler, beraber dovusurler. Devlet Kinyas Kartal’i hem surmus hem de parlemanto baskani yapmistir. Bunlarin kavgasi iki somurucu sinifin kavgasidir. Bizim amacimiz ise her iki kesimi de tarihin muzesine gondermektir.

  31. Nasil uydurucagini sasirmis stalinini bile ezmis gecmis bizim ahmetcik.

    Ezilen ulusun ayrilma hakkini savunmali der Stalin..Yok biyigi hosuma gitmedi olmaz diyemezsin.
    Barzani ezilen kürt ülusunu irakta ulusal haklarini kavusturmada kurtarici olmustur..

    Agalilk,feodallik var diye dünyanin tüm geri kalmis,sömürge ülkelerinin hakli mücadelesinede karsi cikmaktir dedigin..

  32. Yorumsuz bir Soner YALÇIN yazısı, fazla söze gerek var mı?

    “Dersim” değil “Tunceli”

    Cumhuriyet, yeni oluşturduğu şehre “yiğit insanlar” anlamına gelen “Tunceli” adını verdi.
    Kimi okurlar tepki mailler attı; “Dersim adında ısrar edeceğiz.”
    Ben de “Tunceli” demeye devam edeceğim.
    Benim “Tunceli” adıyla övüneceğim çok tarihsel olay var. Onların ne var, bilmiyorum!
    Tunceli, Ağa’nın, Şıh’ın, Şeyh’in/feodalizmin barınamadığı yer demektir.
    Tunceli, aydınlanmanın kalesi demektir.
    Tunceli, en çok okuryazarın olduğu yer demektir.
    Tunceli, 1954 ve 57’de herkes DP’ye oy verirken CHP’ye oy vermek demektir.
    Tunceli, faşist 1982 Anayasası’na en çok hayır oyu vermek demektir.
    Tunceli, CHP’ye genel başkan vermiş şehir demektir.
    Tunceli, İbrahim Kaypakkaya demektir; Ali Haydar demektir.
    Tunceli, bağımsızlık, özgürlük, eşitlik demektir.
    Tunceli, aydın demektir.
    Tunceli, sevgi-hoşgörü-vicdan demektir.
    Tunceli, kadın-erkek eşitliği demektir.
    Tunceli, delisinin heykelini şehir meydanına dikecek kadar kendine özgüveni olan yer demektir.
    Tunceli, bir komünisti, bir kadını belediye başkanı yapacak kadar uygarlık merkezi demektir.
    Tunceli semboldür. Ya “Dersim”?
    Tunceli ayıp olacak/utanacak hiçbir şey yapmamıştır ki bugün adı değiştirilsin.
    Siz ne derseniz deyin, benim gönlümdeki Tunceli‘yi, yiğit insanları silemezsiniz.

    http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/erdoganin-bilinc-kodu-651710/

  33. dersim katliamini mahkum etmek icin seyit riza yi kahramanlastirmaya ihtiyacim yok, ermeni katliamini kinanak icin ermeni milliyetci sovenizminin maceraperestligine sempati duymam gerekmedigi gibi…

  34. …….
    Seyit Rıza’nın oğlu Bava bir görüşmeden dönerken pusuya düşürülerek öldürülür.
    Katilinin Sadoğlu aşiretinden olduğu söylenir. Seyit Rıza silahlı adamlarıyla aşiretin köyünü basar. Herkesi çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden katleder.

    Evleri yakar. Taş üstünde taş bırakmaz. Öyle bir kindir, öyle bir zalimliktir ki bu hırsını alamaz, köy mezarlığına bile saldırırlar. Mezar taşlarını yerlerinden söker, mezarları parçalar, dağıtırlar. Yani sağ olanların canını almakla yetinmemiş, geçmişteki ölülerine bile saldırmıştır. ….

    Türkiye solunun köylü kesimlerinin cahil kesimlerinin bizlere bir hediyesidir seyit riza … bir feodal i devrim kahramani gibi savunuruz. marxistlerizdir anarsistlerizdir.. aslinda cahillerizdir… ne dersim katliamini mahkum etmek icin seyit riza dan kahraman yaratmaya gerek vardir, ne ermeni katliamini mahkum etmek icin ermeni sovenizminin hic te demokratik ilerici bir icerigi olmayan buyuk ermenistan soven hayalini aklamak ve ilerici bulmak zorundayiz. bu carpik kosutlugu böyle tartimamayi en cok zileli gibilerinden beklemek hakkimiz var ama heyhat. genel kabule uyuyor oda.

  35. DERSİM ve SEYİT RIZA GERÇEĞİ

    Posted on 21/11/2009 by pante

    Seyit Rıza ve Dersim isyanı konusunda tamamen populist davranılıyor.
    Kılıçdaroğlu’nun yaptığı da popülistliktir, bugüne kadar bazı sosyalistlerin grupların yaptığı da.
    Gerçekleri ortaya koyamıyorlar, çünkü ucunda Alevileri kaybetme kaygısı var.
    Halbuki bu konunun Alevilikle bir ilgisi yok.
    Bu konu Sivas, Çorum, Maraş katliamlarına benzemiyor.
    Bu konu Madımak katliamından farklı.

    Eğer Kurtuluş Savaşı sırasında çıkartılan isyanlar, cumhuriyet dönemindeki feodal kalkışmalar Alevilere maledildiği takdirde Alevilere en büyük iftira yapılmış olur.
    Bir hırsızın, bir katilin, bir sapığın mezhebine bakıp “bu sünniymiş” diyerek ne tüm sünniler karalanabilir, ne de “bu aleviymiş” diyerek tüm Aleviler.
    Seyit Rıza’nın mezhebi Alevi olabilir.
    Ama yaptıklarının ve isyanının Alevilikle ilgisi yoktur. Yandaşları ona Alevi diye katılmamışlardır, eşkiyalıklarından, kanun-kural tanımamazlıklarından, uşaklıklarından, akrabalıklarından, aşiret dayanışmasından ve feodal zihniyetlerden dolayı katılmışlardır.
    Seyit Rıza gibi feodal gericilerin isyanları nasıl ilerici isyanlarmış gibi lanse ediliyor?
    Nasıl solcuları, sosyalist sempatizanları aldatıyorlar utanmadan?
    Stalin kolhozculuğu yerleştirebilmek için az isyan bastırmadı, az feodal öldürülmedi.
    Burjuva devrimleri karşısında direnenler daima gerici görüldü ve bu burjuvanın bu hareketi sosyalistlerce daima alkışlandı. Açın Komünist Manifesto’yu okuyun. Marks-Engels ne demiş görün.
    Bu ikiyüzlü yaranma politikaları gerçek sosyalistlerin işi değil. Deniz’ler Mahir’ler bunu yapmadılar.
    Bunlar “devlet ve devrim” politikalarını, devlet düşmanlığıyla, Atatürk düşmanlığıyla karıştırıyorlar.

    Atatürk Osmanlı içinde bölücülük yapıp farklı bir ülke, farklı bir devlet kurmak istemedi.
    Yıkılmış bir devleti yeniden kurdu, ezilmiş bir ulusu yeniden ayağa kaldırdı.
    Sevr Antlaşması resmi tarihin uydurması değil.
    Kalkıp da osmanlı toprakları içinde bir bölgeyi Osmanlı’dan ayırmadı, bölmedi.
    Bağımsızlık, kurtuluş mücadelesi verdi.
    Ama daha bu mücadele verilirken İngilizlerin kışkırtmasıyla Cemil çeto isyanı, Koçgiri isyanı, Milli Aşiret isyanı vb. hain ayaklanmalar vukubuldu.

    Şeyh Sait isyanı, Ağrı isyanı ve Dersim isyanları da Kurtuluş Savaşı sırasındaki isyanların uzantısıdır, devamıdır. Bu isyanları bire bin katarak iftira haline dönüştürdüler.

    Tunceli Kanunu

    Tunceli Kanununun mecliste kabul tarihi 25 Aralık 1935.
    Resmi gazetede yayınlanma tarihi 2 Ocak 1936.

    Kanunun amacı, Cumhuriyet idaresi ve kanunlarını tanımayan, başına buyruk aşiretler birliğinin hükümranlığına son vermek. Devrim ve reformları tüm vatandaşlar gibi Tunceli halkına da kabul ettirmek.
    Örneğin soyadı kanunu. Her vatandaş soyadı almak zorunda. “Biz kabul etmeyiz” denebilir mi?
    Vali, kaymakam, nahiye müdürü, muhtar vb. mahalli idareleri ile her vatandaş kabullenmek ve uymak zorunda.
    Ama o bölgede “devlet içinde devlet” zihniyeti mevcut. Yol yapılmasına, köprü yapılmasına, okul yapılmasına karşı çıkarlar. Askerliği reddederler. Diğer vatandaşlara göre kendilerine imtiyaz isterler. Vergi ya vermezler, ya kafalarına göre vermek isterler. Suçluyu teslim etmezler. Mahkemeleri, cezaları kendileri halletmeye kalkışırlar. Çevre il ve ilçelerde eşkiyalık yapar, Tunceli’ye saklanırlar. Hepsi silahlı. Adam öldürmek, adam yaralamak gırla gidiyor, hesap sorabilen yok.
    O zamana kadar tüm barışcıl müdahalelere karşı koymuşlar, silaha sarılmışlar.
    Dolayısıyla bu kanun olağanüstü hal kanununu andırıyor bir anlamda ama geçici bir kanun.
    Memleketin diğer illeri statüsüne geçinceye kadar işletilmek üzere çıkarılmış.
    Yaşanan olaylardan sonra bu kanunun katliam yapmak amacıyla çıkarıldığını iddia ediyorlar, ki hiç ilgisi yok.

    İdari kanunların ilk 7 maddesini vereyim. Devamını internetten bulabilirsiniz:

    Madde 1. Tunceli vilayetine ordu ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin selahiyetini haiz bulunmak üzere korkomutanı rütbesinde bir zat vali ve kumandan seçilir.
    Vali ve kumandan usulü veçhile milli müdafaa vekaletinin muvafakati alınmak şartile dahiliye vekilinin inhası ve icra vekilleri heyeti kararile tayin olunur.
    Bu vali ve kumandan teşkil edilen dördüncü umumi müfettişliğin de umumi müfettişidir.

    Madde 2. Vali ve kumandan vilayet umur ye muamelatında ve vilayet memurları hakkında vekillerin kanunen haiz oıdukları bütün selahiyetleri haizdir .
    Vali ve kumandan lüzum gördüğü takdirde vilayeti teşkil eden kaza ve nahiyelerin hudud ve merkezlerini değiştirir ve keyfiyeti dahiliye vekaletine bildirir.

    Madde 3. Bu vilayetlerin kaza kaymakamları ve nahiye müdürleri usulü dairesinde milli müdafaa vekaletinin muvafakati alındıktan sonra vali ve kumandanın inhası ve dahiliye vekilinin tasvibi üzerine kararname ile ve orduya irtibatları baki kalmak şartile muvazzaf subaylardan dahi tayin olunabilir.
    Bunların ve vilayet kadrosunda iş gören subayların hak ve kıdemleri mahfuzdur. buradaki hizmetleri askeri hizmetten sayılır ve maaşları rütbelerine göre milli müdafaa vekilliği bütçesinden verilir.

    Madde 4. Tayini vali ve kumandana ait memurların ve mustahdemlerin harcirahları geldikleri yerden memur oldukları mahalle kadar verilir.

    Madde 5. Vali ve kumandan vilayette kullanılan askeri memurlar hakkında inzibati bakımdan askeri kanunların kendisine verdiği disiplin selahiyetini kullanır.
    Diğer memurlar hakkında da ihtar ve tevbih cezalarından başka kanunlarm inzibat komisyonlarına verdiği maaş katı, kıdem tenzili selahiyetlerini de resen kullanır ve bu cezalar sicile geçer. sınıf tenzili ve memuriyetten ihrac cezaları inzibat komisyonu kararı ile tatbik edilir.
    Hâkimler kanunu hükümleri mahfuzdur. ancak vali ve kumandan adliye memur ve katibleri hakkında hakimler kanunu hükümlerine göre bunların amirleri tarafından verilecek cezaları dahi tatbika selahiyetlidir.

    Madde 6. Bu vilayette umumi meclis vazifesini valinin veya tevkil edeceği zatın riyaseti altında vilayet idare heyeti azaları ile kaza kaymakamlarından mürekkeb bir heyet görür. Daimi encümen işini valinin veya tevkil edeceği zatın riyaseti altında defterdar, maarif müdürü, nafıa başmühendisi veya bunların vazifelerini görenlerden mürekkeb bir heyet görür. İdarei hususiyei vilayet kanununun diğer hükümleri meridir.

    Madde 7. Vali ve kumandan lüzum gördüğü belediyelerde reislik vazifesini kaymakamlara ve nahiye müdürlerine verebilir.

    Aşiret yapısı birçok ilde vardı ama Dersim kadar “devlet içinde devlet” şeklinde bir başına buyruk feodal yapı yoktu.
    Feodalitenin tasfiyesinden önce, her bölgeye-her aşirete-her vatandaşa devleti tanımayı kabul ettirmek gerekirdi. Feodalitenin tasfiye edilmeyişinden, toprak devriminin yapılmayışından dolayı eleştiririz Atatürk dönemini, bir eksiklik olarak görürüz. Ama bırakın tasfiyeyi, tanınmayı dahi zorla kabul ettirebilmiştir.
    Başbakan tanımayan, valiyi, milletvekilini takmayan feodaller mevcuttu.
    İslamda bile biat alma vardır. Herkes halifeye biat eder. Biat etmeyen yokedilir, yoksa tehlike arzeder.
    Fatih, bırakın biat almayı, kardeşlerin öldürülmesini kanunlaştırmıştır.
    Bir örgüt içinde “Ben önderi tanımam, kimseden emir almam” denilebilir mi mesela?
    PKK’nın Güneydoğu’da diğer örgütleri nasıl sindirdiğini gayet iyi biliyoruz. Bölgede egemenlik kurabilmek için az insan katletmediler.
    Cumhuriyet de, her bölgede, her ilde kendini ve kanunlarını kabul ettirmek zorundadır.
    Ama Tunceli’deki gerici feodal aşiretler kabul etmeyip direniyor.
    Örneğin adam köy basıyor, yakıp yıkıyor. Mağdurlar şikayet ediyor. Ne kolluk kuvvetleri, ne devlet suçluları alamıyor. Adalet işlemiyor.

    Oğlunu öldüren kişinin aşiretini, köyünü basıyor Seyit Rıza. Taş üstünde taş bırakmıyor. Tüm evleri yakıp yıkıyor. Tüm köylüleri katlediyor. Öyle bir kin ki, mezar taşlarını bile kırıp döküyorlar. Ve cezalandırılamıyor.
    Ama kendisi idama giderken “Zulümdür, yazıktır, günahtır” diyor. O köyün masum insanlarına yazık değil miydi?

    Şimdi devleti tanımayanın, devletle savaşmayı göze alması gerekir.
    Bu durumda da “Öldürdüler, bombaladılar, göç ettirdiler” diye şikayet etmemesi gerekir.
    Ne yapacaktı devlet?
    Hiçbir anlaşmaya gelmiyorsun. Kanun tanımıyorsun. Tabi ki müdahale edilecek. Ama insanlık dışı yöntemlerle değil, katliam boyutunda değil, silahsız insanları bile öldürecek kadar gözü dönmüş olarak değil. Ne yazık ki Dersim’de bu yapılmıştır ve devlet haklı iken haksız duruma düşmüştür. Katliamla kalmamış, zorunlu göçlerle yaraya tuz biber ekilmiştir.

    Zorunlu göçler de keyfi değil, çaresiz bu karara varılıyor. İsyanın iki yıl boyunca bastırılamaması nedeniyle mecbur kalınarak katı yöntemlere başvuruluyor. İsyanda yer aldığı tespit edilen köyler göçe zorlanıyor. Bu doğru değil belki ama başka çaresi de yok.
    Tunceli kanunları arasında bu madde mevcut zaten. “Gerek duyulduğu takdirde, lüzumu görülenler başka bölgelere yerleştirme yapılabilir” deniyor. Neler olacağı farkedilmiş ki bu kanunu koymuşlar. Çünkü Osmanlı’da kaç sefer bölgeye müdahale edilmiş, netice alınamamış.

    Bunlar hoş değil. Hele çağımızda artık hiç olmaması gerekir.
    Ne devlet tarafından, Dersim İsyanının bastırılma yöntemleri örnek alınmalı.
    Ne de Kürtler tarafından Dersim İsyancıları örnek görülmeli.

    Bu arada bir Dersim türküsü dinleyelim:

    Ayşe Hür’ün kaleminden bir iddia: (Taraf)

    Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş… Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı… O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk…” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.)

    Bu mülakatta, Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul etmek zor.

    “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” misali, Celal Bayar’ı “etkisiz eleman değil” diyerek Atatürk’ü etkili eleman olarak gösterme ve sanki isyanlara, karakol basmalara rağmen Dersim’e müdahaleyi bir suçmuş gibi lanse etme çabası.
    Elbette müdahale edilecekti. Müdahale edilmemesini savunmak mümkün mü?
    İsyancılar devleti tanımayacak, devletin yaptığı köprüleri yıkacak, karakolları basacak, askerleri öldürecekler, bunun karşısında devletin başındakilerin “Başka çare yok, vuracağız” kararı eleştirilecek. Nerede görülmüş bu? Bunu bir katliam emri olarak algılamak ve sunmak yanlıştır. Atatürk gereğini yapmıştır. Büyük olasılıkla sonucun katliama dönüşeceğini tahmin edemezdi. Ama hükümeti uyarması, istenmeyen üzücü olaylardan kaçınılması talimatını vermesi yerinde olurdu. Bunu yapmaması da Atatürk’ün sorumluluğu olarak görülebilir.

    Üç soruyu yanıtlayalım:

    Ayaklanmanın Nedeni?

    – Ayaklanmanın nedeni belli tabi.
    Tümü silahlı olan aşiretlerin hükümranlığında bir bölge. Osmanlı başedememiş, defalarca müdahale edilmiş ama sonuç alınamamış. Bölgede cinayetler, soygunlar oluyor, adalet işletilemiyor. Devlet içinde devlet gibi, feodal bir yönetim var. Devleti tanımıyor. Vali, kaymakam dinlemiyor. Suçluları teslim etmiyor, sahipleniyor. Askere kimseyi göndermiyor, vergi vermiyor. Hizmet kabul etmiyor. Yol, köprü, okul vb. yeniliklere karşı koyuyor. Islah edilmesi için 1935 Tunceli kanunu çıkarılıyor ve bölgeye vali atanıyor. Köprüler, yollar yapılmaya başlıyor ki köprüyü yakıyor, karakol basıp askerleri öldürüyorlar. Ve isyan başlıyor.

    Ölenlerin sayısı?

    – Dersim’de ölen insan sayısı hakkında çok çelişkili iddialar var.
    Bunlar 3-5 binden başlıyor, 55 bine, 80 bine kadar abartılıyor.
    İki yıla yakın süren, bir durup yeniden alevlenen, aylarca çatışılan isyanda
    resmi rakamların 13.000 küsur kişinin öldüğü şeklinde iddia ediliyor ama sadece söylentiden ibaret. Buna karşın en gerçekçi rakam gibi duruyor. Rakamlarla ilgili verilmiş tek resmi bilgi şudur: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır.” Arşivler açıldığında resmi rakamlar da belli olur, 90-100 binden söz edenler bakalım o zaman ne kulp takacaklar?!

    Sürgünler doğru mu?

    – Sürgünler doğru. 9 yıllık zorunlu sürgün uygulanıyor. Çoğunluğu Trakya bölgesine olmak üzere yaklaşık 11.000 kişi göç ettirildiği tahmin ediliyor. 9 yılı doldurduktan sonra 1947′de eve dönüşlerine izin veriliyor. Büyük olasılıkla isyanda yer alan aşiretlere mensup aileler seçiliyor.

    Çağlayangil’in Kılıçdaroğlu’ya açıklaması

    Zamanın Malatya emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in şimdiki CHP milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’yla 1988 yılında yaptığı iddia edilen bir röportajda mağaralara sığınmış çoluk çocuk, kadın yaşlı birçok insanın zehirli gazlarla fare gibi öldürüldükleri, 7′den 70′e Kürtlerin katledildiği söylenmiş:

    Taraf gazetesi yazarı Ayşe Hür’e gönderilen bir ses CD’si.
    Ayşe Hür yazısında “Çağlayangil’i tanıyan birkaç kişiye dinlettim. Onun sesi olduğunu doğruladılar” diyor.
    Bence en başta Kemal Kılıçdaroğlu’na sormalıydı. Ne diye Çağlayangil’in sesi olup olmadığını soruşturmuş ki. Kılıçdaroğlu tasdikliyorsa doğru demektir.
    Fakat cumhurbaşkanlığı vekilliğine kadar yükselmiş ve Dersim’de mahkemelerde sorumluluk almış bir devlet adamı şu cümleleri asla sarfetmez:”Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”

    Araştırmalara göre o dönemde ordunun kimyasal bir silaha sahip olmadığı öne sürülüyor. Bunun doğruluğunu kesin olarak bilemiyoruz ama Çağlayangil bu ifadelerde bulunmuş bile olsa doğru konuştuğu söylenemez. Yahu bu Çağlayangil, hem mağaraların yanında, hem 7 den 70′e kesilenlerin yanında, hem de mahkemelerde. Buna imkan var mı? Belli ki o da abartılı duyumlara göre konuşuyor. Yaşı da bir hayli ileri olduğundan aklında o duyumlar kalmış herhalde.
    Üstelik de 15 kasım 37′de Atatürk bölgeyi geziyor. 18 Kasım’da Tunceli’yi teftiş ediyor. Okul çocuklarıyla konuşuyor. Halk her yerde kendisini coşkuyla karşılıyor.
    Bugün cumhurbaşkanı ve başbakan, örneğin Diyarbakır’da böyle bir harekat yaptırsa, katliamlar olsa, önde gelen bir aşiret reisi asılsa, 7′den 70′e herkes öldürülmüş olsa ertesi günü cumhurbaşkanı bölge gezisine gider mi? Halkın karşısına çıkabilir mi? Bir deprem olduğunda gidemiyorlar, böyle bir durumda mümkün mü?
    Akıl var, mantık var. Bir de bu tarafından düşünün bakalım.

    Yanlış anlaşılmasın, katliam olmamıştır demiyorum. Ama yansıtıldığı gibi soykırım olmamıştır. Ya da soykırım derecesinde hunharca ve iddia edilen sayılarda bir katliam olmamıştır. Bu iddialar aşırı abartılıdır. Ve 1937 ile 1938′i birbirinden ayırmak gerekir. 1937 harekatında yani Atatürk’ün yakından ilgilendiği harekatta öldürülenlerin tümü 262 kişidir ve hepsi isyancıdır. Asıl katliam 1938 Ağustos’undan sonradır. O harekatta isyanı bitirecek şekilde en sert, en insafsız şekilde müdahale edilmiş ve binlerce silahlı-silahsız insan öldürülmüştür ve öldürülenlerin içinde kadınların hatta çocukların olduğu söylenmektedir. Bu sıra Atatürk ağır hastadır ve devlet işlerinden el çekmiş durumdadır. Ve kendisine müdahale hakkında bilgi aktarıldığına dair hiçbir kayıt yoktur.

    Bunu bilmelerine rağmen Atatürk’ü 1. derecede sorumlu gibi göstermeye çalışmak art niyet içermektedir. Sayıyı yüksek tutmak ve soykırımla nitelemek de bu art niyet nedeniyledir. Bu iftiralar ve aşırı abartılı rakamlarla Türk düşmanlığı yarattıklarının farkındalar mı acaba? Bunların sonucunda intikam hırsıyla tutuşan ırkçıların peydahlandığını görmüyorlar mı? Bir örnek:

    “Türklerle aynı gökyüzü altında yaşamak istemiyoruz” diyecek kadar gözü kararmış bir ırkçı zihniyetin değerlendirmesini okuyuculara bırakıyorum. Asıl ırkçılık, asıl soykırımcılık bu değil midir?

    http://www.dersim.bi…aporu_1995.html

    Bire bin katan, herşeyi abartan, iftira eden ve sonunda da ırkçılıklarını ortaya koyan bir zihniyet.

    Zorba feodal derebeyi Seyit Rıza idama giderken “Evladı Kerbelayız, zulümdür, günahtır” demiş ya;

    Zulümden şikayet eden bu eşkiyadan daha zalimi çıkmamıştır Dersim’den. Anlatalım:
    Seyit Rıza’nın oğlu Bava bir görüşmeden dönerken pusuya düşürülerek öldürülür.
    Katilinin Sadoğlu aşiretinden olduğu söylenir.
    Seyit Rıza silahlı adamlarıyla aşiretin köyünü basar.
    Herkesi çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden katleder.
    Evleri yakar. Taş üstünde taş bırakmaz.
    Öyle bir kindir, öyle bir zalimliktir ki bu hırsını alamaz, köy mezarlığına bile saldırırlar.
    Mezar taşlarını yerlerinden söker, mezarları parçalar, dağıtırlar.
    Yani sağ olanların canını almakla yetinmemiş, geçmişteki ölülerine bile saldırmıştır.
    Üstelik katlettiği insanlar da Alevidir.

    Bu bilgiyi Alevilerden saklarlar. Açığa vurulsa bir anda gözden düşecektir ama siyaseten gizlerler.

    O dönemin ünlü bir Alevi ozanı vardır Dersim’de, adı Sey Kaji.
    Seyit Rıza, bu ozandan oğlu bava için bir ağıt yazmasını ister.
    Ancak Sey Kaji kabul etmez: “Sen ki Sin’i yaktın, ben senin acına rağmen oğluna ağıt yakamam” der. (Bianet)

    Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerin kışkırtmasıyla çıkarılan Koçgiri İsyanının elebaşılarından Alişer ile Baytar Nuri’yi devlete teslim etmeyip, onlarla yeni bir isyana hazırlanan çapulcu Seyit Rıza’nın İngilizlere yazdığı mektubu görelim şimdi:

    Tarih: 30 Temmuz 1937

    “Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,

    Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

    Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor.Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.”

    Seyit Rıza Dersim Generali

    Bu mektubun aslı Londra’da, ‘Public Record Office’ arşivleri arasındadır. O yüzden inkar edemiyorlar ama Seyit Rıza’yı kurtarmaya çalışan zihniyet, mektubu onun yazmadığını, Nuri Dersimi’nin yazdığını iddia ederler. Diğer yalanları gibi bu da yalandır. Mektubun altında Seyit Rıza’nın olduğu kesin olan imza vardır. Nuri Dersimi’ye yazdırtan ve imzalayan Seyit Rıza’dır.

    Seyit Rıza’ya seyitlik babasından kalmıştır. Bu şeyh-seyit denen soytarılar babadan oğula, oğuldan toruna sömürür milleti.
    Şeyh Sait ya da Seyit Rıza farketmiyor. Çünkü Şeyh’in karşılığı, Seyit’tir.
    İkisinin de isyanı Cumhuriyetedir, devrimleredir. Gerici niteliğe sahip isyanlardır.

    Türkiye Cumhuriyeti şeyhler (seyitler), dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” denilmiş o yıllarda.

    Aradan geçen 70 yıla rağmen bugün bile ortalık şeyh, seyit, mürit, meczup, ulema kaynıyor.
    Aşiretler dimdik ayakta. Ağalar, derebeyleri hala hüküm sürüyor. Bu feodaller partilerde milletvekili olarak yer alıyor. Liberali, sosyalisti bile feodalleri ağzına almıyor, feodalite aleyhine konuşmuyor. Hatta kaypaklığı ve işbirlikçiliği nedeniyle ÖDP’den düşürülen Ufuk Uras, feodaliteyi problem olarak gören genelkurmay başkanının yargılanmasını isteyecek kadar feodalite savunması yapıyor. Daha da ileri gidiyor, meclisteki konuşmasının son cümlesini Seyit Rıza denen çapulcu feodal derebeyinin sözleriyle tamamlıyor.

    Kurtuluş Savaşının başlangıcından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen 18 yıl içinde tam 26 isyan çıkarılmış.
    Dökümü aşağıda. Hepsi gerici feodal isyanlar. Bir tanesi bile haklı bulunabilir mi?

    1919-1922 – Simko İsmail Ağa İsyanı
    11 Mayıs 1919 – Ali Batı İsyanı
    21 Mayıs 1919 – Mahmut Berzenci İsyanı
    6 Mart 1921 – Koçgiri İsyanı
    4 Eylül 1924 – Beytüşşebab İsyanı
    13 Şubat 1925 – Şeyh Sait İsyanı
    10 Haziran 1925 – Nehri İsyanı
    7 Ağustos 1925 – Reşkotan-Raman İsyanı
    Kasım 1925 – I. Sason İsyanı
    16 Mayıs 1926 – I. Ağrı İsyanı
    21 Ocak 1926 – Hazro İsyanı
    7 Ekim 1926 – Koçuşağı İsyanı
    26 Mayıs 1927 – Mutki İsyanı
    13 Eylül 1927 – II.Ağrı İsyanı
    7 Ekim 1927 – Bıcar İsyanı
    6 Temmuz 1929 – İt Resül İsyanı
    20 Eylül 1929 – Tendürek İsyanı
    26 Mayıs 1930 – Savur İsyanı
    20 Haziran 1930 – Zilan İsyanı
    21 Temmuz 1930 – Oramar İsyanı
    7 Eylül 1930 – III. Ağrı İsyanı
    24 Ekim 1930 – Pülümür İsyanı
    Eylül 1930 – II. Mahmut Berzenci İsyanı
    Kasım 1931 – Şeyh Ahmet Barzani İsyanı
    Ocak 1937 — II. Sason İsyanı
    21 Mart 1937 – Dersim İsyanı

    Ortada eleştirilecek kadar büyük bir katliam varsa o dönemin solcuları neden eleştirmemiştir?
    Hani var mı TKP’nin o döneme ait bir eleştirisi? Var mı Nazım Hikmet’in bu konuda bir şiiri ya da yazısı?
    Çünkü gerici feodal isyanların yanında olmak istememiştir.
    Örneğin; Şeyh Bedreddin isyanı çok daha büyük boyutludur ve destanlaştırmıştır bu isyanı. Akşam gezintisi şiirinde Ermeni katliamını yazmıştır. Ama Dersim hakkında tek bir satırı bile yoktur. İsteseydi Moskova yıllarında rahatça yazabilirdi, bir engeli yoktu.

    TKP 1920′lerde de, 30′larda da faaldi. Yasaklandığı yıllarda faaliyetlerini durdurmuş değil.
    Dergilerle mücadelesini sürdürüyordu. İllegal bile olsa, hiç mi duymadılar?
    Gazeteler harekatı yazıyor o günlerde, mümkün mü bilmemeleri? Tersine Komüntern’in feodal isyanı eleştiren ve müdahaleyi destekleyen açıklaması vardır.

    Sovyetler de, İngilizler de, Fransa ve Amerika da harekattan, olaylardan haberdardı. Hiçbirinden tek bir eleştiri gelmedi.
    Hatta İngiltere ve ABD’nin olumlu raporları var. Yani, onlar bile eleştirecek bir yan bulamamış.
    Bugünden 70 sene öncesine bakınca eleştirmek mümkün.
    Ama o günün koşullarında devlete isyan edenler hangi ülkede hoşgörülebilir?
    Denilebilirmi ki şu ülkede olsaydı, bu tür bir müdahale yapılmazdı, çok daha demokratik yaklaşılırdı.
    Öyle bir ülke göremiyorum. Liboşların hayran olduğu, sürekli savunduğu ABD’yi gözönüne alalım. Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombaları tamamen sivil halka yönelikti. Kundaktaki bebekten yaşlı insanlara, kadınlara kadar ayırımsız masum insanlar katledildi. Sadece bombaların patlamasının ardından 150.000′e yakın insan öldü. Sonrasındaki radyasyondan ise yüzbinlerce insan öldü ve sakat kaldı. Hala etkileri devam ediyor. Bu ABD o zaman öyleydi de şimdi düzeldi mi? Daha birkaç yıl önce Irak’taki saldırılarının sonucunda 1 milyona yakın Irak’lı kadın dul kaldı. Vietnam’daki hunharca katliamları da unutulmuş değil.

    Sadece ABD mi? Son yüzyılı ortaya koyduğumuzda bugün özgürlükçü demokrat olarak görülen hemen bütün büyük ülkeler Türkiye’den temiz değildir. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Belçika ve diğerleri. Hatta SSCB. Her birinin Dersim’den kat kat büyük katliamlara atılmış imzaları vardır.

    Bu üzücü olayların tekrarlanmaması için eleştirelim elbette. Ama eleştirirken objektif olalım.
    İntikamcı, kinci bir toplum yaratmayalım. Kimse kalkıp da “Türklerle aynı gökyüzünü paylaşmak istemiyoruz” demesin, diyemesin. Yoksa bu çağda çok daha acı olayların yaşanmasının önüne geçilemez.

    Sosyalistlerin Dersim olaylarına bakış açısı şöyle olmalıydı bana göre:

    “Cumhuriyet hükümeti Dersim’de devleti tanımayan başına buyruk feodal idareye son vermek istemiş ve bölgeye müdahale etmiştir. Ancak bölgedeki bazı aşiretlerin mukavemetiyle karşılaşmıştır. Mukavemet daha sonra isyana dönüşmüş ve Ankara’nın emriyle isyan çok sert yöntemlerle bastırılabilmiştir. Çok sayıda ölü ve yaralının ardından binlerce insan batı bölgelerine sürgün edilmiştir. Katliama dönüşen askeri müdahalenin detayları hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Ölenlerin ve sürgün edilenlerin sayısı ile olayın ayrıntıları ancak devlet arşivlerinin açılması ile anlaşılabilecektir. Arşivler bir an önce açılmalı, katliamın sorumluları ortaya çıkarılmalı, devlet adına Dersimlilerden özür dilenmeli ve yaralar sarılmalıdır.”

    Var mı böyle bir yaklaşım?
    Hangisine bakarsanız katliam ya da soykırım. 60′la başlayan 90 binlere kadar çıkan uydurma ölü sayıları.
    Dedikodu duyumlarıyla anlatılan abartma hikayeler. Birçoğu Kürtçü isyancıların uydurması.

    TKP’ye gelince “yanlış yapmışlar, Kemalizmin kuyruğuna takılmışlar” diyorlar.
    Kendileri Kürtçü şovenlerin kuyruğunda olunca tabi böyle söyleyecekler.
    Dikkat ediniz, suçladıkları ırkçılar, faşistler değildir, komünist partililerdir, sosyalistlerdir.
    O dönemde bugünkü gibi onlarca fraksiyon yok. Bütün sosyalist, komünistler TKP’de.
    Ama bugünkü TKP’yi eleştirir gibi geçmiştekini de eleştiriyorlar.
    Yetmiyor, Nazım Hikmet’i de milliyetçi diye karalıyorlar.
    Sovyetleri Kürtlere sırt çevirmekle suçluyorlar.
    Yani bunlara göre gerici Kürtçü isyanlardan yanaysanız iyisiniz, karşıysanız ya faşistsiniz ya Kemalizmin kuyruğuna takılmışsınız. Şoven kafalardan da bu beklenir ancak.

    O dönemin sosyoekonomik girişimlerine bakalım şimdi:

    1929 yılında zirai kredi kooperatifleri kanunu çıkarılmış.
    Tarımda kalkınmaya kredi olarak o dönem için büyük bir para olan 26 milyon ayrılmış.
    7 milyon dönüm tarım arazisi topraksız ya da az topraklı köylülere dağıtılmış.
    Tarımda makinalaşma seferberliği başlatılmış, 3000 civarında traktör dağıtılmış.
    1937′de köy kalkınma hamlesi başlatılmış. Şevket Süreyya Aydemir, bunun büyük bir kalkındırma seferberliği olduğunu ama bu büyük rüzgarın 1945′lere kadar sürebildiğini ve kesildiğini söyler.
    Köy Enstitüleri, tarım ve makinist meslek okulları bu yönde atılmış büyük adımlardı.

    “1923-1929 döneminde tarımda nispi bir gelişme görülmekle birlikte, değişmeyen mülkiyet ilişkisi, hızlı bir üretim artışı ve modernleşmeye engel teşkil etmektedir.(…) Çalışmak için büyük şehirlere giden köylü dahi, Bey’e cizyesini muntazaman ödemektedir. Kürt isyanları üzerine bir takım beylerin sürülmesi bite, durumu değiştirmemiş, köylü, beylerin yerinde kalan nazır ve akrabalarına vergisini vermiştir. Bir çok köy, bu beylerin ‘batapu’ malıdır. Dersim’de Seyit Rıza, 230 köye hükmetmektedir. Muş ovasının önemli bir kısmını mülkiyeti altında bulundurmuş olan Hacı Musa, topraklarından geçenden baç almaktadır.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, cilt:1, s.481)

    Aynı yıllarda CHP’nin Meclis’teki sözcüsü olan Mazhar Müfit, neden toprak reformu yapamadıklarını şu şekilde açıklamaktadır:

    “Mustafa Kemal, bir çok reformlar yapmak istiyor, toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebusanlarından Fevzi Beyler ve diğerleriyle konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapadık.” (Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.70)

    Tüm girişimlere rağmen feodalizmin tasfiyesi konusunda başarısız kalınmıştır. Çünkü öncelikle devlete bağlılık, itaat sağlanamamıştır. Bugün bile buna cesaret edilememektedir.

    Seyit Rıza’nın eşinden de bahsedelim biraz:

    Seyit Rıza’nın karısı aşırı fanatik bir Kürt milliyetçisi. Silah kullanmasını iyi bilen gözü kara bir kadın.

    “Dedeman Aşireti köyüne mola vermek maksadıyla uğrayan, Besi adlı kadının yanına gelen ihtiyar, Cafer Dede ‘ye ;

    – Ey söyle bakalım Cafer Dede. Umumi siyaset durumu nasıl diye sorar. Cafer Dede, Seyit Rıza’nın karısına sağ eliyle sakalını sıvazladıktan sonra heyecanlı olarak anlatmaya koyulur.

    “Alamanlar, Capanlarla bir olup Fransızları titretmeye başlamışlar. Ruslar da diş biliyorlarmış. İspanya Yahudileri de, birbirine girmiş. İngiliz Kralı Atatürk’e misafir olmuş. Seferberlikte biz İngilizlerle olsaydık, biz üste çıkardık. Çünkü İngilizler kurnaz adamlar, dünyayı parmaklarında oynatıyorlar. Akıl istersen Frengistan. Güzel istersen Gürcistan, Eroğlu istersen Türkistan” diyerek sözlerine devam etmek isterken Besi hemen söze katılarak ;

    “Uşaklıktan ruhunuzu benliğinizi kaybetmişsiniz koca bunak! Eroğlu er istersen! Kürdistan’da bulunur” diye azarlar. Cafer Dede Besi’nin bakışları arasında korkarak kendini savunmak ister.

    “Irkımız Hazer Türklerinden gelir. Kitaplar böyle yazar. Büyüklerimiz de böyle söyler. ” der Cafer Dede. Bunu söylemişti ki, mermiyi alnının orta yerine yedi. (s-20 )”

    Besi köylülere dönerek;

    “Hazreti Ali Hürmeti için,on iki imam adına bu adam öldürüldü diye belirtmiştir.
    ( Barbaros Baykara, Dersim 1937 s-21)”

    Yarbay Kemal’in Dersimlilere seslenişi:

    “Sizin olacak bu topraklar. Tohumluğunuzu, aletlerinizi hükümet verecek. Şeyhe ağaya ihtiyacınız yoktur. İnsafsızca asırlardır sömürüyorlar sizi. Bugüne kadar haraç ve ağalık hakkı ile sizleri soyup soğana çevirdiler. Ardından da size cesaret verip soyguna çapula, kan davasına sürdüler. Bunların günahı, vebalini de sizlere yıktılar. Sen ağa hatırına hapislerde çürürken, dünyanın tüm nimetleri ile sefa sürdü bu alçak adamlar. Biz sizleri, Dersimli şeyhlerin, ağaların zulmünden kurtarmağa yemin etmiş insanlarız. Açtığımız yollar, kurduğumuz köprülerle yaptığımız okullarla, yeni bir nizam kurulacak burada. Kendi kendinizin efendisi olacaksınız. ( Dersim 1937, s-147 ) ”

    Ama çapulcu derebeylerin kölesi haline gelmiş bazı aşiret mensuplarına dinletemez bu sözlerini. “Yarın cenderme gider, siz yine elimize kalırsınız.” tehditlerine karşı koyamazlar. Ama devletin şakası yoktur ve isyancılara hadleri bildirilir. Seyit Rıza çapulcusunu teslim alan, bu konuşmayı yapan Yarbay Kemal’dir.Yarbay Kemal, devlete karşı gelen Seyit Rıza ile diğer aşiret reislerini, barındıkları Kutu Deresi bölgesinde yakalamak için çevre illerden gelen birliklerle geniş çaplı operasyon başlatmıştır. Uçak ve ağır silahların kullanıldığı bu geniş çaplı operasyonda zayiat verilmesine rağmen, isyancıların büyük bir bölümü imha edilmiştir. Teslim olanları ise Elazığ Cezaevine gönderilmiştir. Seyit Rıza’nın karısı Besi’de bu operasyonda Yarbay Kemal tarafından canlı yakalanmaya çalışılmasına rağmen, yakalanacağı sırada teslim olmayıp, uçurumdan atlayarak intihar etmiştir. Kocası Seyit Rıza ise ilk etapta ele geçirilememiştir. Kışın gelmesiyle dağlarda yaşayamayacağını anlayan Seyit Rıza Erzincan girişindeki karakola gelerek Yarbay Kemal’e teslim olmuştur.

    Seyit Rıza ve isyanın 5 elebaşısı yargılanarak idam edilir. Ama bir müddet sonra Kureyşan aşireti diğer Kürt aşiretlerini de kışkırtarak yeniden ayaklanır. 2 Ocak 1938′de Jandarma müfrezesine saldırılır, karakol basılır. Çok sayıda asker ölür.
    İşte asıl acı olaylar bundan sonra başlar. Mart ayında bölgede yeniden harekat başlar ama isyan tamamen sonlandırılamaz. Yer yer devam eder, yaz boyunca sürer.
    Atatürk’ün ağır hasta olduğu döneme girilmiştir ve bölge ile ilgili gelişmelerden habersizdir. Hükümetin başı ise liberal Celal Bayar’dır. Tüm yetki ve sorumluluk ondadır.
    İsyanın bir türlü bastırılamaması ve asker kayıpları karşısında katı yöntemlere başvurulur ve Eylül-Ekim 1938′de dağa kaçan isyancılara ağır darbe vurulur. Sürgünlerin çoğu da bu dönemde gerçekleşir.
    Uzun süren isyanın bu gergin psikolojisiyle istenmeyen olaylar meydana gelmiş olabilir.
    Fakat öyle akılalmaz ve mantıksız hikayeler anlatılmaktadır ki, bunlara inanmak mümkün değildir. Bu hikayelerin sahiplerine bakıldığında kimisinin Kürtçü, kimisinin de Nurcu olması şaşırtıcı değildir. Örneğin Albay Hulusi’nin anıları diye anlatılanlara baktığınızda kendi alayı bir tek kişiyi bile öldürmemiştir ama iddiasına göre “herkesi imha” emri verilmiştir ve bu imha gerçekleşmiştir. Albay Hulusi’yi araştırdığımızda karşımıza bir Nurcu çıkıyor ve arkasında Said Nursi var. Yine yüzbaşı Şevki’nin anlattığına göre “çoluk-çocuk, kadın, ihtiyar demeden herkes gaz dökülerek yakılmış. Hatta dışarı atılan bir bebeği, bir yüzbaşı süngü ile tekrar ateşe atmış.” Bu adi iftirayı anlatan kişinin de Said Nursi’nin talebesi olması ilginçtir.

    Dersim İsyanını soykırım olarak lanse eden, sorumlusunun Atatürk olduğunu iddia eden, rakamları ve olayları abartan bölge halkı değildir. İsyan eden aşiretlerin mensupları ve Kürtçü düşünceler içinde olanlardır. Bunlar azınlık bir gruptur. Tunceli halkı bunlara kapılmaz.
    Aşağıdaki satırlar Melih aşık’ın:
    Kürtlere ve Alevilere yağ yakmak isteyenler, demokrat görünmek çabasındakiler, Cumhuriyeti ve Atatürk’ü gözden düşürmek isteyenler omuz omuza savaşıyor.
    Acaba Tunceli halkı da böyle mi algılamıştır olayları? İsyancı Seyit Rıza’yı kahraman, CHP’yi katliamcı mı görmüştür? Bakınız… O olayların sıcaklığı sürerken…
    1950 yılında Türkiye’de ilk genel seçim yapılıyor…
    Tunceli’de DP oyların yüzde 60’ını alıyor, CHP yüzde 40’ını…

    1954 seçimlerinde CHP oyların yüzde 53’ünü alıyor, DP yüzde 46’sını…
    1957 yılında CHP oyların yine yüzde 53’ünü alıyor, DP bu defa yüzde 34’ünü…
    1965 seçiminde CHP yüzde 34, AP yüzde 27.
    1973’te CHP yüzde 70, AP yüzde 14… Günümüzde ise CHP’nin en yüksek oranda oy aldığı ildir Tunceli. DP’nin oyları silip süpürdüğü dönemlerde bile oyunu CHP’ye vermiş.
    Yöre halkı CHP’ye katliamcı diye baksa oyunu böyle mi kullanırdı?

    Sonuç:

    Dersim’de bir isyan yaşanmıştır ve isyan katliamla ve kısmi tehcirle bastırılmıştır. İsyanın sorumlusu isyancılardan ziyade dönemin hükümetidir. Osmanlı’dan beri özerk denebilecek bir şekilde başına buyruk yaşayan bir bölgeye karakol yapmak yerine okul, hastane yapılmalı, spor alanları ve sosyal tesisler kurulmalıydı. Orada görev yapacak olanlar önce eğitimden geçmeli ve halka kesinlikle ters düşecek davranışlara girişmeyecek şekilde disipline edilmeliydiler. Kötü muameleler, taciz ve tecavüzlere asla mahal verilmeyecek önlemler en başından alınmalıydı. Asimilasyona yönelik söylemlerden kaçınılmalı, dini ya da milli kültürel farklılıklara hoşgörü ile yaklaşılmalıydı. Ancak bunlar yapılmamış ya da eksik yapılmış, dolayısıyla isyana yol açacak zemine sebep olunmuştu.

    İsyanın bastırılmasında çok katı davranılmış ve orantısız güç kullanılmıştı. Teslim alınanların ya da etkisiz hale getirilmiş olanların toplu halde öldürülmeleri katliamdır. Korkudan mağaralara saklanmış insanları bombardımana tutmak da katliamdır. Hükümet bu aşırı sert müdahaleyle yanlış yapmıştır. Muhakkak ki silahsız insanların öldürülmesi emredilmemiştir ama askerlere silahsız insanların kılına bile dokunulmaması yönünde kati emirler verilmiş olsaydı, operasyonlar katliam boyutunda olmazdı.

    İsyanın başı Seyit Rıza ve diğer isyancılar asılmamalıydı. Belki isyanı kökten halletmek amacıyla bu idamları yaptılar ama yanlıştı. Sonuçta Cumhuriyet tarihine silinmeyecek bir leke bırakmış oldu.

    Tehcir de yanlış karardı. Binlerce insan yurtlarından edildi. Tanımadıkları diyarlara sürüldü. Büyük bir buhrana sürüklendi. Bu yanlış ve başarısız girişim, feodaliteyi tasfiyeyi ve toprak devrimini de engellemiş oldu. Dersim harekatı, bu yanlışlar nedeniyle feodaliteyi tasfiye olarak değil, bir asimile harekat olarak algılandı. Dersim devlete boyun eğdirildi ama feodalite aynı şekilde devam etti.

    Dersim 38′e soykırım denemez ama ne yazık ki katliam gerçeği de inkar edilemez. Gerçeklerin tam olarak bilinebilmesi için devlet ve Genelkurmay arşivleri açılmalı ve biran önce Dersimlilerden devlet adına özür dilenmelidir. O dönem devlet demek CHP demek olduğundan bu özüre CHP de katılmalıdır.

    Kaynakça:

    Başlangıcından Günümüze Dersim tarihi, Ali Kaya Dersim İsyanları ve Seyit Rıza gerçeği, Rıza Zelyut Nuri Dersimi, “Kürdistan Tarihi’nde Dersim” Bianet – Yazı içinde linki verildi Dersim, Barbaros Baykara

    Serdar Kaangil

    http://panteidar.wordpress.com/2009/11/21/dersim-ve-seyit-riza-gercegi/

  36. “Tunceli, İbrahim Kaypakkaya demektir; Ali Haydar demektir.” İbrahim Kaypakkaya demek Dersim demektir.

  37. Benim yaptığım sadece Türk zbasınındaki zırvaları ve bu arada Seyit Rıza hakkındaki saçmalıkları bir kitap aracılığıyla teşhir etmektir. Burada Seyit Rıza’nın ne olduğu değil, ne olmadığı tartışılıyor sadece. Ne olduğu ayrı bir tartışmadır. ama önce ne olmadığını saptayalım bakalım.

  38. “Başbakan tanımayan, valiyi, milletvekilini takmayan feodaller mevcuttu.” Helal olsun o feodallere.

  39. “Stalin kolhozculuğu yerleştirebilmek için az isyan bastırmadı, az feodal öldürülmedi.
    Burjuva devrimleri karşısında direnenler daima gerici görüldü ve bu burjuvanın bu hareketi sosyalistlerce daima alkışlandı. Açın Komünist Manifesto’yu okuyun. Marks-Engels ne demiş görün.”

    Hahahahaha … Faşistlerden Stalinistlere “yardıma gel” çağrısı…

  40. Gün Zileli bakıyorum da devlete daha doğrusu idareyi takmayan, yani gücü takmayan kim olursa olsun helal derken, feodaliteyi de kutsamak olmuyor mu? Zaten o zamanın Şeyh Saitleri, Rızaları , Nurileri vb.. feodal ağaları nasıl Kürt halkını sömürüp, kendi varlıklarını sürdürmek üzere devlete isyan etmek, hem de emperyalizmin taşeronluğunu yapmalarının, bugünün Selahattin Demirtaşları, Ahmet Türkleri, Kışanakları , Tanları, Apoları, Karayılanları PKKlarının da ABD, AB nin taşeronluğunda, kendi feodal yapılarını korumaktan başka nedir?

  41. Devlet en büyük feodal ağa, en büyük patrondur.

  42. Ağan kudursa ne yaparsın?

    Başbakan İnönü’nün 18 Eylül 1937 tarihli Meclis konuşmasından:

    “Arkadaşlar, (…) Şimdi size, Tuncelindeki vaziyetin bu günkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşevvik ve sergerde ne kadar adamlar varsa bunlar reislerile beraber faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisleri imha edilmiş ve diğerlerinin reislerinin hepsi yakalanmış, adalete teslim edilmiştir… Cumhuriyet ordusu, ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.”

    Yani rejime “muhalefet” edenler (“isyan” dememiş) altı aşirettir, onların da nüfusu azdır. Elebaşları etkisiz hale getirilmiş, liderler yakalanmıştır. Dersim dağlarının ulaşılmazlığına dair söylenenler hurafedir. Ordu ve zabıta, duruma tamamen hakimdir. Dolayısıyla:

    “Arkadaşlar; mukavemet vaziyetini bertaraf ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takib edilen programa devam ediyoruz.”

    Yani terör meselesi çözülmüştür, şimdi ekonomik ve siyasi birkaç reform yapsak iyi olur.

    Oysa Reisicumhur aynı kanıda değildir. Süleyman Demirel’in Celal Bayar’dan aktardığına göre, muhtemelen bu konuşmadan hemen önce, ya da aynı gün öğleden sonra yaptığı uzun gezinti esnasında:

    “Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celal Bayar’a sormuşlar; ‘Yapar mısın?’ Celal bey bize anlattıydı. ‘Yaparım’ demiş. Girişmişler.”

    Bayar 1913 ve 1919’da İttihatçılar adına Ege Bölgesinde Rum ahaliye karşı Devlet terörünü örgütleyen eski bir çetecidir. Görev için biçilmiş kaftandır. Ayrıca – sık sık kendi iradesini ortaya koyan İnönü’nün aksine – Reisicumhura karşı “dalkavukluk” ve “yaltaklanma” nitelemelerine uyan bir tavır içindedir.

    Yukarıdaki konuşmadan bir gün önce, 17 Eylül’de, Çankaya’da İnönü ile Atatürk arasında konukların huzurunda sert bir tartışma geçmiş, Başbakan Reisicumhuru “sarhoş sofrasından memleket yönetmekle” suçlamıştır. 18’i akşamı Ankara’dan birlikte trenle İstanbul’a giderken Atatürk İnönü’ye “sağlık gerekçesiyle” görevden ayrılmasını önerir. 20 Eylülde başbakanın birbuçuk ay izin aldığı ilan edilir, yerine vekâleten Bayar getirilir. 25 Ekimde görev değişikliği resmileşir. İnönü, totaliter rejimlere özgü bir süreçte “non-person” haline gelir. Gazetelerde bir daha adı anılmaz. Evine gidip gelenler polis gözetimine alınır. 29 Ekimde stadyuma gittiğinde provokasyon niteliği ağır basan birtakım tezahüratla karşılanır. Sonra bir yıl boyunca halk arasında görünmez.

    *

    İnönü’nün meclis konuşmasından bir hafta önce, 10 Eylül civarında Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza tuzağa düşürülerek yakalanmıştır. Ekim ortalarında Elazığ’da askeri mahkemeye sevkedilir. 15 Kasım’da altı yoldaşıyla birlikte Buğday Meydanında idam edilir. İnfaz günü Atatürk Elazığ’dadır. İnfazlar sona erinceye dek şehre girmeyerek garda bekler.

    Kış boyu süren askeri hazırlıktan sonra 11-12 Haziran 1938’de büyük Dersim katliamı başlar. Tayyip Erdoğan’ın iki ay önce açıkladığı resmi kayıtlara göre, kadın, çoluk, çocuk ayırt etmeksizin 13.806 TC vatandaşı (gerçekte muhtemelen 40.000 kişi) katledilir. 12.000 kişi Batıya sürgün edilir. Binlerce çocuk ve genç kız ailelerinden alınarak Türk ailelerine evlatlık verilir. Yüzlerce köy imha edilir.

    İlginç olan, İnönü’nün yıllar sonra Abdi İpekçi’yle yaptığı mülakatta söyledikleridir.

    “Atatürk ile birlikte çalışmamız … şöyle olmuştur. Akşamları bir araya gelir, toplanırız. O coşar, biz coşarız, meydan okuyucu birtakım konuşmalar olur. Şöyle yapalım böyle yapalım diye birtakım kararlar alınır ve gece geç vakit dağılırız. Ertesi sabah … kalkar Atatürk’e giderim, onu yatakta iken uyandırırım, oturup konuşuruz. Söylerim, “dün akşam biz yine coştuk, şunu yapalım bunu yapalım diye kararlar aldık. Ama olacak şeyler değil, nasıl yapacağız?” Canım sen bildiğin gibi yap, der bana..

    Sonra bir devir oldu. Yine aynı şekilde akşamları toplanıp alınmış kararları ertesi sabah görüşmeye gittiğimde artık “sen bildiğini yap” demiyordu. Israr ediyordu bu defa asabileşiyordu. Esaslı bir değişiklik olmuştu Atatürk’te. Doktorlarına sordum. “Hastalığın bir safhasıdır bu..” dediler. Yani demek istediğim şudur ki Atatürk’ün sıhhati ciddi olarak bozulduktan sonra sinir hakimiyeti, sinir sükuneti zayıflamıştı. Bu birlikte çalışmalarımızı etkiliyor ve etrafında telkinler yapanlar için ümitli bir hal yaratıyordu.”

    Burada kastedilen “coşku içinde alınan” kararlardan biri, 30 Aralık 1930’da Menemen kasabasını havadan bombalayarak yok etme kararı olmalıdır. Döneme tanıklık etmiş kişilerin hatıralarına göre İnönü’nün ısrarıyla vazgeçilmiştir. Aynı şekilde Türkçe ezan aleyhtarı gösteriler nedeniyle Bursa kentine karşı askeri harekât kararı alınmış, fakat heyecan yatışınca uygulamaya konmamıştır.

    İnönü’nün “sonra bir devir oldu… sinir hakimiyeti zayıflamıştı” diye özetlediği durum acaba Dersim olayına gönderme olabilir mi?

    *

    İktidar sarhoşluğuyla çığırından çıkan bir lideri bertaraf etmek, demokratik sistemlerde nispeten kolaydır. Aklı başında insanlar bir araya gelir, en geç bir dahaki seçimde iktidarın usulüne uygun bir şekilde değişmesini sağlayacak tedbirler alınır. Peki, diktatörlük şartlarında değişimi nasıl sağlarsın?

    İnönü’nün “vatansever” (yani, prensip olarak memleketin iyiliğini düşünen) biri olduğunu varsayabiliriz. O bir yana, 13 yıl başbakanlık etmiş biri olarak iktidara alışkın ve ülke yönetimine dair birtakım fikirlere sahip olduğunu düşünelim. Sevdiği ve saydığı liderinin akli dengesinin bozulduğuna, büyük sıkıntılara yol açacak bir katliam kararı verdiğine kanaat getirdiğinde nasıl bir tepki göstermiş olabilir sizce? Ya da, nasıl bir tepki göstermeliydi?

    Diğer soru: Atatürk’ün ölümüne dek kendi evinde münzevi hayatı yaşayan İnönü, 10 Kasım’dan bir gün sonra nasıl oy birliğiyle cumhurbaşkanı seçildi? Kapalı bir rejimde bu kadar ani bir değişim nasıl olabilir? 10 Kasım sabahına dek normal olarak İnönü’nün adını bile anmaktan ürkecek bir sürü saray soytarısı 24 saat içinde fikir değiştirmiş olabilir mi? Yoksa o değişim aylara yayılmış bir süreç içinde mi gerçekleşti?

    Hele Atatürk’ün 5 Eylül 1938’de vasiyetnamesini yazdırırken İnönü’nün ölmüş olduğuna inandığı, bu yüzden İnönü’nün oğullarının eğitimi için talimat verdiği göz önüne alınırsa, gerçekten ilginç bir soru değil mi?

    http://www.facebook.com/note.php?note_id=10150502009043859

  43. Kürtler neden isyan eder?

    (Eski bir yazı. 2006’da çıkan “Ankara’nın Doğusundaki Türkiye” kitabımdan. Gezi rehberidir o kitap, ama iç bayıcı gezi rehberlerinden değil.)

    KÜRTLER NEDEN İSYAN EDER
    170 yıldan beri Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bir soru. İlk önce 1840’larda Botan beyi Bedirhan Beyile Hakkâri emiri Nurullah Bey ayaklanıp istiklal ilan etmişler. 1879’da Şemdinli hakimi Seyyid Ubeydullahisyan etmiş; İran’ı fethetmesine ramak kalmış. 1909’da Milli aşireti, 1913’te Hizan, 1920’de Koçgiri Devlet’e meydan okuyup cezalarını bulmuşlar.

    1925’te başlayan Şeyh Said isyanı, Güneydoğunun önemli bir bölümünü etkisi altına alıp Bingöl’ün Genç kazasında geçici bir hükümet bile kurduktan sonra kontrol altına alınabilmiş. Hemen ardından bu kez Şemdinli, Raman, Mutki, Sason ve Midyat’ta isyanlar çıkmış. 1928’de Ağrı Dağında Binbaşı İhsan Nuri Beyöncülüğünde kurulan isyancı Kürt yönetimi 1930’da bir askeri operasyonla imha edilmiş. 1938’de Dersim’de 40,000 sivilin canına mal olan bir harekât sonucunda Devlet otoritesi tesis edilmiş.

    Neden isyan ettikleri bilinmeyen bir konu değil. İlk önce, bölgede yüzlerce yıldan beri hüküm süren özerk yapının “Tanzimat” adı altında yıkılıp yerine asker-memur egemenliğinin kurulmasına itiraz etmişler. Daha sonra, kaç bin yıllık vatanlarında “yabancı” sayılmayı içlerine sindirememişler. “Ermeniler gitti, sıra bize geldi” kaygısı da, 1920 ve 30’lardaki isyanlarda galiba etkili olmuş. 1925’i izleyen Mecburi İskân Kanunu döneminde pek çokları sırf korku ve çaresizlikten dağa çıkıp, çatapat tüfeğiyle ordulara meydan okumuş.

    Son dönemde pek çokları için bardağı taşıran damlanın Kürtçe kişi ve köy adları meselesi olduğunu, aklı başında birkaç kişiden işittim. Çocuğumun adını zorla değiştirseler ben dağa çıkar mıydım? Belki cesaret edemezdim, bilmem, ama edenlere de bir selam gönderirdim mutlaka.

    “Devletimiz yol yapsa, fabrika yapsa sorun çözülür” tezi bu yüzden bana inandırıcı gelmiyor. İnsanlar dünyanın hiçbir yerinde, sırf fakir oldukları için isyan etmemişler. “Boş oturacağımıza isyan edelim” diyenlere de çok sık rastlanmıyor. Buna karşılık onuru çiğnendiği için, hakarete uğradığı için, haksızlık olarak algıladığı şeylere dayanamadığı için bazen – maliyet ve kâr analizi yapmadan – isyan edenler görülmüş.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2011/01/kurtler-neden-isyan-eder.html

    Dersim’i Sorun Yapan Kızılbaşlığıdır

    Seyfi Cengiz

    Dersim; Kırmanc-Zaza, Kürt, Ermeni, Türkmen gibi muhtelif etnik unsurların yanyana, içiçe yaşadığı, bir dereceye kadar bütün bunların harmanlandığı bir coğrafyadır.

    Bu yüzdendir ki Türkiye’deki bütün azınlık sorunlarından şu ya da bu kadar etkileniyor, bu azınlık sorunlarının hemen hepsinin buluştuğu ya da üst üste bindiği bir mekan özelliği taşıyor.

    Bu durum tanıklık ettiğimiz gibi Dersim’i sadece devletin değil, azınlık milliyetçiliklerinin de hedefi haline getiriyor.

    Dersim’i talep eden yalnızca devlet değil.

    Kürt, Zaza, Ermeni gibi milliyetçiliklerdir de onu kendileri için talep ediyor.

    Etnik boyutuyla bakıldığında manzara çok kabaca budur.

    Biri bana Dersim’in etnik kökenini/yapısını sorduğunda öncelikle bunları anlatırım.

    Böylece Dersim Sorunu’nun etnik vechesini ortaya koyarım.

    Ama, Dersim Sorunu bundan ibaret değil diyerek sorunun bu boyutunun (yani etnik yönünün) nisbeten yeni olup Tanzimat’la birlikte başladığını eklerim sözlerime.

    Çünkü daha geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığında Dersim’i sorun yapan esas sebep onun bu etnik bileşimi değil, fakat inancıdır.

    Tekrar ediyorm:

    Dersim’i sorun yapan asıl sebep onun Kürtlüğü, Zazalığı, Ermeniliği vs değidir.

    Dersim’i sorun yapan onun Kızılbaşlığıdır.

    Onun içindir ki, Dersim Sorunu’nun asıl başlangıcı etnik baskının da gündemleştiği Tanzimat sonrasındaki Osmanlı-Türk modernleşme süreci değil, ondan dört beş asır kadar daha gerilerdeki Çaldıran’dır.

    Başka deyişle Dersim Sorununu ‘Dersim’in Kürtlüğü’ ile açıklayamazsınız.

    Kürt sorunu, Çaldıran Savaşı ile değil, geleneksel Kürt özerkliğine son veren Tanzimat’ın merkezileştirme girişimleriyle ve bir etnik sorun olarak başlamıştır.

    Özetle anlatmaya çalıştığım, bir kesişme noktası olsa da, Dersim ve Kürt sorunlarının bir ve aynı sorunlar olmadığıdır.

    Birincisi, bu iki sorun aynı tarihte doğmazlar.

    Dersim sorunu Kürt sorunundan 3-4 asır kadar daha eskidir.

    İkincisi, Dersim sorununun asıl nedenleri de Kürt sorununa yolaçan nedenlerden farklıdır.

    Üçüncüsü, tarihsel perspektiften baktığımızda Dersim ve Kürt muhalefetlerinin ana talepleri ve ittifakları da farklı olmuştur.

    Bu farklılıkları anlamazsak, 12 Haziran öncesi, sırası ve sonrasında cereyan eden gelişmeleri anlayamayız.

    Hadise bu kadar basit.

    PKK/BDP kalkar da ‘Dersim Kürt’tür’ der ve Dersimliye elde silah Kürtlük telkin ederse, yani Dersim kimliğini bileşenlerinden yalnızca biriyle tanımlarsa diğer bileşenleri huzursuz olacaktır.

    ‘Dersim Ermeni’dir’ veya ‘Dersim Zaza’dır’ dendiği zaman da benzer ihtilaflar yaşanacaktır…

    (….)

    (Bu yazinin ilk yayin tarihi: Haziran 2011)

    Not: Dersim Solu bir an evvel partilesmeli, Türkiye genelinde devrimci Alevi potansiyelini harekete gecirmeli, buna öncülük etmelidir. Alevi muhalefetini devlet partisi CHP`nin ve devlet memuru kafali Alevi dernek bürokrasisinin yedegi olmaktan kurtaracak olan en önemli dinamik Dersim´dir.

  44. Ahmet´e…
    Ahmet kardes, keske nokta atisi yapsan, sadece sorulana cevap versen… Nedenini anlamak zor, bugüne kadar okudugunuz ne varsa, tüm bilgi dagarciginizda biriktirdiginiz herseyi üzerimize boca ederek bizi biseylere iknaya calisiyorsunuz.. Bu hos degil, bunca uzun yorum inanin cok cok sikici. Bir cuval dolusu laf ederek bizi de daha uzun yazmaya mecbur ediyorsunuz. Lütfen karsinizdakine bu kadar tepeden bakip da döktürmeyin olur mu? Konumuz disindaki bilgiler sadece laf kalabaligina sebebiyet veriyor. Önce bu noktayi belirtmek istedim. Cok bilgiye ortaligi bogmak degil, SADECE LÜZUMLU SEYI YAZMAK esas olmali…

    Gelelim konumuza.. Tüm yazdiklarinizi okumadim. Ama sabirla, okudugum kisimlara-aklimda kalanlara cevap vereyim.
    Siz toplumsal ilerlemeyi-toplumsal dönüsümü nasil algiliyorsunuz allah askina, cok merak ediyorum? Uzatmadan direk dalayim.. Seid Riza feodalmis, gericiymis… Onun milliyetciligi kendi cikar iliskisi icinmis… O tür milliyetciliklere prim vermemek gerekiyormus… O tür milliyetcilikler halkci milliyetcilik degilmis… Ahmet Bey… Keske toplum denen karmasayi- yapiyi laboratuvar ortaminda sizin özlemini cektiginiz sekilde dizayn etme imkanimiz olsaydi da toplumda Seid Rizalar, Seyh Saidler, Bedirhaniler , Seid Abdülkadirler olmasaydi… Degil mi? Ne güzel olurdu? Toplum, keske Mahirler, Ibolar, Denizlerden olussaydi… Fistik gibi olurdu degil mi? Ama olmuyor iste… Hele hele 1930´lar türkiyesinde, hele hele 30´lar Kürdistanda, aradiginiz sey yok… Ne yapilsaydi, Türk bilim insanlari Kürtlerin daglarini taslarini bombardimana tutsaydi, oralari sifirlasaydi ve laboratuvarda sizin istediginiz bilincte insanlar mi üretseydi? Seid Riza ve O´nun pesinden gidenlere imhayi mi reva görüyor sizin solculugunuz? Burda bir duralim… Ahmet Bey, size bir soru! Bu toprak agalari, bu ensesi kalinlar, kalantorlar, Menderes Ovasi´nda da vardi, Cukurova´da da… hic düsündünüz mü devlet orda neden katliama girismedi, devlet neden tanklarla, toplarla, ucaklarla Ege´yi, Cukurovayi bombalamadi? Düsündünüz mü? Solculugunuz bu soruya ne der acep? Cevabi vereyim: Cünkü bu devlet, sadece TÜRK olanin devletiydi.. Tek bir irk olacakti cizilen sinirlarda. Ne mutlu Türküm diyene, diyenin devletiydi bu devlet.. Seid Riza ise konaginda Kürt bayragini dalgalandiriyordu. Imha edilmesi gerekiyordu. Imha edilirken de, gerekce lazimdi… Feodaldi, cete idi, aga idi, gerici idi…Kimse onda bir Kürt bilinci oldugunu, yüzlerce agadan farkli olarak, kelle koltikta, ayni zamanda bir Kürt davasi güttügünü yazmiyor… Size o yüzden Nuri Dersimi´yi okuyun dedim. Kemalist egitim sistemi sizin beyninizi de esir almis, cemberin disinda degilsiniz ne yazikki… bilesiniz…Seid Riza´da Kürtlük bilinci…Ama ne gam! Feodal… Gerisi bostur.. Bombala gitsin… Neden Türk aga ve Beyleri batida bombalanmadi sorusu ise hep yerli yerinde karsinizda kaya gibi duracaktir..
    Ve Ahmet Bey… Neden O da pek cok Kürt Agasi, Türk agasi gibi sisteme entegre olup marabasinin sirtindan gül gibi gecinip gitmek varken, DERSIM GENERALI olmayi, Kürtlük davasina yeltenip kelleyi koltuga aldigini hic merak etmeyecek misiniz? Seid Rizayi feodal diye asaglamak yerine ondaki bu vasiflara dikkat cekmek neden aklinizin kenarindan gecmez? Cünkü Kemalist sistem, Perincek solculugu sizleri esir almis…

    Size Ismail Besikci´yi tavsiye etmedim daha… Keske Tunceli Kanunu (Dersim Jenosidi) ni Besikci´den bir okusaniz, ah keske bir okusaniz, gün gün, yil yil, meclis tutanaklarindan , Dersim katliamnina nasil hazirlik yapildigini bizzatihi o günün meclis tutanaklarindan, gazetelerinden okusaniz, belki bu kadar kemalist jargonla solculuga yeltenmezdiniz… Kemalist yalanlarin solculukla harmanlanmasina tevessül etmezdiniz…

    Toplumsal dönüsüm, toplumsal ilerleme dedigimiz sey, sizin algiladiginiz sekilde olmuyor. Sizin yazdiklarinizin cogu, kusura bakmayin ama ayaklari yere basmiyor. Tum bilgi kirintilarini , asure corbasi gibi harmanlayarak önümüze koyuyorsunuz. Marksisti de , Liberali de yeryüzünde hicbir toplumbilimci, toplumu, sizin algiladiginiz sekilde algilamaz, ve fikirlerini de o algilayis üzerine insa etmez… Yazdiklarinizdan solcu oldugunuz anlasiliyor; solcu kardesim, Marks da toplumu Ilkel komünal/Feodal/Burjuva/ Sosyalist/Komünist diye toplumsal ilerlemeyi kabaca bu sekilde formüle eder…Siz ise, 1930´lar Kürdistaninda daha feodal iliskilerin hüküm sürdügü, hem de hala sürdügü, bir toplumda, sosyalist kökenli bir Kürt hareketi görmediginiz icin Seid Rizalara kan kusuyorsunuz…Adeta , ohhh olmus diyorsunuz… Toplumsal ilerleme, bilgisayardaki ilerle butonuna basmak seklinde kolay olsaydi, basardik, sizin pasa gönlünüz gibi bir Kürt hareketi olurdu ve önderi de Seid Riza olmazdi…Deniz gibi, Ibo gibi biri olurdu.. Güldürmeyin beni… Lise yillarimda sizler gibi düsündügümü de itiraf edeyim.. ama taa lise yillarinda…

    Simdi yazdiklariniza bakarak tek tek cevaplama imkanina sahip degilim, o yüzden biraz ordan oraya sicrayarak, aklimda kalanlara cevap veriyorum..

    Bir diger iddianiz… Öyle bildigimiz gibi degilmis.. Devlet, her zaman Kürt milliyetcilerini dislamazmis, sinifsal cikarlar geregi, kol kola girdikleri olurmus… Cok özür dilerim ama, bu cok cok bos bir iddia.. Kamuran Inan´in bu ülkede disisleri bakani olmasindan bahsederek, zirva bir sürü ismi sayarak, devletin öyle her zaman Kürt milliyetcisine ölümü reva görmedigini söylemeye calisiyorsunuz… Bunu ortaokul lise talebelerine yutturmak mümkün ama herkese degil… Ben size , sizin mantiginizla, Kemalist mantikla, sunu da ilave edeyim, bakin, Hikmet Cetin bu Devlette meclis baskanligi yapti, Kürttü… Özal Cumhurbaskani oldu, Kürttü, Ibrahim tatlises Kasetleri milyonlar satti, Kürtü… Am nasil Kürttü? Kürt oldugunu asla öne cikarmayan, birak öne cikarmayi inkar eden, ve TC devletine hizmete kosan Kürttüler… Devlet de hep böyle Kürt ister… Bakan olabilirsin, Cumhurbaskani olabilirsin, vali olabilirsin, her bok olabilirsin.. Ama bu ülkede muhsin Kizilkayanin tabiriyle, hatta son ütücü de olabilirsin ama Kürt olamazsin…Bu ülkede Kürtler hersey olabilir ama Kürt olamaz.. Siz kalkmis Kürt milliyetcileri devlette üst kademede su olabilir, bu olabilir deyip zokayi bize yutturmaya kalkiyorsunuz.. Kendiniz yutmus olabilirsiniz de, bize yutturmaya kalkmasaniz iyi edersiniz.. Kürdün hakkini, Kürdün hukukunu, kürdün bagimsiz devlet hakkini savunan TEK BIR KÜRT BANA GÖSTERIN VE BU ADAMIN BU FIKIRLERIYLE DEVLETIN ÜST KADEMELERINE GELDIGINI BANA GÖSTERIN BURADAN ESEK GIBI ANIRMAZSAM SEREFSIZIM Ahmet Bey….

  45. Ahmet Bey´e devam….

    Seid Riza feodalmis…Eeeeee? 1930´lar Türkiyesinde, 30 lar Kürdistaninda, illa orak cekicli bir halk hareketi mi seni mutlu edecekti beyim? O üretim, o tüketim bicimi, oradaki egitim, ordakai kurumlar, o dönemin toplumsal yasayisi buydu… Senin idealize ettigini orada göremeyince, Seid Riza´daki Kürt bilincini elimizin tersiyle cöpe mi atalim.? Bu biraz neye benzetilebilir biliyor musunuz? Sirf sosyalist- Komünist olmadigi icin vaktiyle padisah cevresinde, saraylarda yazilmis yüzlerce harika romani, binlerce degerli siiri hor görüp red etmeye benzer…Düsünsene , osmanlidaki edebiyati ve hangi ortamlardan ciktigini… Komik oluyor biraz Ahmet Bey…Demem o ki, Kemalist bakis acisidir sizin kaniniza islemis… Bu kemalist bakis acisi sizi sakatlamis.. Yilllarca tartisilmadi mi; Kürtler ayri örgütlensin mi örgütlenmesin mi? Türk sol hareketleri varken neme lazim bagimz kürt örgütlenmesine, ayri kürt hareketlerine? Bu fikri biraz kaziyin, altinda yine devletin milli birlik ve beraberligine gelir toslarsiniz.. Misaki Milli dahilindeki solculuk anlayisidir bu solculuk.. Sizin maskelediginiz, Seid Rizayi Kemalist jargonla yerin dibine sokmaya calistiginiz seyin özeti: Nerde bir Kürtlük fikri, nerde bir Kürtlük bilinci ortaya ciksa bunu feodaldir, gericidir perdelemesiyle bogmak.. Kiliftir bu. Güney Kürdistana, Barzanistan diyen Perincekten tek bir farkiniz yok… TC Kuruldugunda tek bir adamin borusu ötüyordu. Atatürk hem allahti, hem peygamberdi… Hem kanundu, hem polisti… Ama Perincek o düzene Kemalistan demiyor, bilmem ne dersiniz? Özetin özeti, Kürt toplumu feodal özelliklerin hala günümüze kadar hüküm sürdügü bir toplumdur. Siyasal yapilanmasi da az cok yasanilan dönemin rengini tasir. Isvec Norvec degildir.. Seid Riza´yi günümüzün bati avrupa liderleriyle mukayese ederseniz cuvallarsiniz. Onunla da kalmaz sacmalamis olursunuz…

  46. basbakan tanimayan devlet tanimayan feodallere helal olsun… zileli seni kizdiriyorlar böyle seyler soyluyorsun sanirim ama yinede söylememliydin. devleti basbakani tanimayan feodal bir anti otoriter degildir, kendi kucuk yerel otoritesini savunur o sadece. yillarin aydinisin ikipolemikle neler söyletiyorlar sana…misir valiside osmanliya isyan etmis ve tanimamisti osmanliyi helal olsun onami diyecegiz..dersim meselesinde kemalistlere söylenecek o Kadar cok sey varken bu argumanlarda ne???

  47. Kemalizmin ilk döneminde , padisah yanlisi olmayan, anadoludaki milli etnik nitelikli ayaklanma ve katliamlar, yeni burjuvaziye karsi eski feodalizmin tasfiyesi olarak tanimlanamazlar. bu ayaklanma ve katliamlarin onderlikleri egilimleride kemalizmin katliamina bakilarak ilerici demokratik ilan edilemezler. de jure bir demokratik burjuva devrimi etnik ayriliklarada demokratik cozumler uretebilmeliydi.(burjuva demokratik devrim icin teorik olarak mumkundur bu) dolayisiyla bastirilan ve katliama ugratan kesimlerin siyasi yonelimi, ve hata yonelimsizligi kemalizmi bir burjuva devrimi olarak dahi aklamaz. ama varolan ayaklanmalarida otomatik olarak ilerici devrimci yapmaz. bugune degin sarkan bu milli etnik sorunlarin modern dunyadaki cozumu artik seyit riza guzellemeerini asan yeni bir bilinc le ele alinmalidir.bu acidan Kemalist soylemi cok rahat tartisma disi birakabiliriz . sorun ilerici devrimci demokratlarin soylemindeki hurafelerden kurtulmaktir.(konu disi ama, anadoludaki bir suru celali ayaklanmasini ilerici koylu ayaklanmasi olarak goren tarih yaziciligi var. oysa bu ayaklanmalarin bir kismi yerel feodalin merkezi feodala kafa tutmasindan baska birsey degil. resmi gercek disi tarihe karsi yeni bir resmi gercek disi tarih yazmak tarih yaziciligi degildir)bu konuda zileli buyuk yanlislara dusmuyor. ama bir gorevi atliyor. ve hala kemalizm le(yalnizca kemalizm le) didisiyor. ve en sonu ergen militan gibi tartisiyor helal olsun o feodallere deyiveriyor.yeni bilinmedik hic birsey yok. bu kafa o Kadar moda olmustuki bir ara selek cerkes Ethem in tasfiyesini cerkes katliami vs ye yorumlamisti. Ethem cok iyi bir cerkes katilidir oysa. tarihi etnik temizliklere karsi cikma , ezen ulus ezilen ulus ,algisinin disina cikmadan yazma istegi insana turkiyede olmayan bir cerkes katliami bile yaptirabiliyor. elde cekic olunca tum tarih cakilmasi gerekekn civilerden ibaret. oluveriyor..

  48. komunistin anarsistin gorevi, merkezi feodal osmanliya yada yeni burjuva devletine kafa tutan feodale ovguler duzmek degil, bu feodallerin merkezi devletle olan celiskisinin guc ve somuruyu paylasmama ekseninde oldugunu bilmek, yogun bir köylü halkci isyanlarin olmadigi dönemlerde bu gibi onderliklerin niteligini saptayabilmektir.feodal baski ve somuruye karsi tabandan bir koylu hareketinin olmadigi yerde , feodalin merkezle celiskisinden hareket etmek yerine eksikligi tespit etmek gerekirdi. dersim meselesi bu konuda ozgun gibi gorunsede yasaya uyuyor. soyle dusunun tabandan ozgurlukcu baskiya karsi bir koylu hareketi olsaydi seyit riza ne yapardi. kimden yardim isterdi. ? köylünün taban hareketi onu neye zorlardi.? o donem marxizmmi vardi, tabii feodal onderlik olacak vb savunular gercegi olguyu tespit ediyor, ama yanlis, tarih ciddi ozgurlukcu koylu isyanlari ile doludur, ne Marxist nede anarsizmi tanimislardir.su tespiti yapmak zorundayim. turkiyede maoizme bulasmis kesimlerinin derin ideolojisinde bir feodal kultur tapiniciligi , bir cehalet tapiniciligi vardir. bu bir gercek…tabanlari itibariyla belirli bir yörenin folkolrik ozellikleri ve tarihini devrimcilik sayan bu guya devrimci partiler bu politiklesmis yerel tepki kendini yerel sinirlarda tanimlasa idi sorun yoktu. ama bunlar kendi alt kulturlerini herseye dayatan goremeyince devrimci degil diye yaftalayan sekt olarak solun genel kulturunu etkilemekte. bu Kultur icin mesela sunni turk otekidir. en iyi ajitasyon ve propagandayla, baska bir ulkenin halki olarak devleti desteklememsi beklenir ondan. gercekte onun hedef kitlesi donusturmesi gereken kitle degildir. hatta türk fasizme es degerdir onun alt bilincinde. ama komunisttir kendisi, milliyetcilige karsidir, lakin daha beteri bir yari feodal kimlikcinin tekidir. ocalan Dogru tespit etmis tunceli komunist partisi Marxist leninist.tarihte kendine ne uyuyorsa ustune atlar. aydinlanmaciliga fasizm diyebilir mesela.düpeduz skolastiktir. analiz tartisma yerine dogmalar dizini vardir, ve turkiye bir yari feodl aga Patron devletidir. ama seyit riza iyi agadir.vs vs dunyaya dersim den bakan bir Kultur evrensel olculerde kapsayici bir faaliyete sahip Politik ideolojik onder olabilirmi???? ayni sorunun benzeri bu gun hdp ninde sorununudur,. ve asamayacagi bir sorundur. cunku sorunu anlamiyor bile::::

  49. Sevgili Ulas Esek gibi anirmaniza gerek yok, ben size hem kurt milliyetcisi olup hem de devletin ust duzeylerine cikmis bir kac ornek verdim. Devlet kurt milliyetcisi ise emekciye dunyayi zindan eder ama eger bu kurt milliyetcisi aga ise devlete ortak eder. Ornek mi istiyorsunuz? Yusuf Azizoglu, yukarida soyledim, Turkiye de ki ilk kurt dergilerini cikaranlardan birisi, devletin gizli raporlarina gore de adam bir kurt milliyetcisi, Yasar kaya gibi Kurt milliyetcilerine de gore de kurt milliyetcisi. Buna ragmen adam Menderes Ismet Inonu vb tum yonetimlerde hukumet uyesi.

    Ya da Kinyas Kartal, adam herkese gore kurt milliyetcisi, ama Evren bile adami meclisine baskan yapiyor, Ulas, Bayar’in kurt raporuna bak, bir de T-KDP kurucularina hepsi kurt milliyetcisi olmalarina ragmen burokrat ve politikaci olarak devlette ust duzey gorevler almislardir. Serafettin Elci hem AP milletvekilidir hem de CHP nin bakanidir hem de Kurt milliyetcisidir. Seyh saitin ailesinden bir suru insan DP den ve AP den milletvekili vb olmuslardir. Bunlar hep kurt milliyetcisi asiret reisleri ve seyhler vbdir. Devletin kurt fobisi vardir ama nedense bu kurt fobisi sadece emekcilere karsi isliyor. Is agalara gelince unutuyorlar. Bunun disindaki tum yazidklarini bir daha oku derim, sende Seyit Riza nin bir aga oldugunu kabul ediyorsun ama bizden aga da olsa desteklememizi istiyorsun. Biz solcular Seyit Riza yi niye destekleyelim, isin dogrusu Dersim bile desteklememis Seyit Riza yi. Dersim gunumuzu birak 1950lerde bile silme CHP ye veren bir yer. Dersim katliaminin ikili niteligini anlayamazsaniz bunu anlayamazsiniz, sonucta dersimin katilina asik oldugunu iddia ederseniz.

    Feodellerle kavga Kurdistan da oldugu kadar olmasa da Turk topraklarinda da olmustur, mesela Menemen isyani bunlardan birisidir, toprak reformu kavgalari vb de bunun ikincisidir. Ama bunun siddetinin daha az olmasinin iki nedeni vardir, birincisi Turklerin yasadigi yerlerde Feodal iliskiler zaten oldukca cozulmus durumda idi ve eski feodal iliskilerin kalintilari vardi. BU kalintilar da cogu yerde artik kapitalistmisti. Ama buna ragmen catismalar yasandi, 1940larda CHP den DP nin cikmasinin en onemli sebeblerinden birisi toprak reformudur.

    Ama ikinci ve en onemli sebeb ise kurtleri asimile etme istegidir, bu yuzden devlet feodaller ile olan catismasini kurt emekcilerine gozdagi vermek icin kullanmistir. Bu yuzden mesela Menemen de sadece isyan eden bir kac duzine insan oldurulmusken, Dersim de ise binlerce insan oldurulmustur. Biz de o yuzden Dersim katliamina karsi cikiyoruz. Ama biz bu katliama karsi cikmak icin niye agalari seyitleri seyhleri vb leri destekleyelim?

    O zamanlar Ibrahim Kaypakkayalarin olmadigi meselesine gelince, evet yoktu, o yuzden savas iki gerici guc arasinda iktidar savasi idi. Devlet ve feodal agalar. Emekci halk bu ikisi arasindaki savasta katliam ugradi. Ama simdi bu topraklar Ibrahim Kaypakkaya da cikardi Deniz Gezmis,te. BU cagda Kurt milliyetciligi adina agaligi desteklemek aymazliktir.

  50. tabiiki seyit riza yi kaypakkaya ile kiyaslamak aymazliktir. ama onu pek ala Bedrettin ile Münzer ile kiyaslariz. ve sinifta kalir Seyyit Riza…

  51. Ahmet´e…

    Ahmet kardes, kusura bakmazsan bir iki noktaya deginecegim. Öncelikle kafan karisik, okuduklarini yerli yerine oturtmakta zorlaniyorsun. Biraz acayim…
    Gün Zileli de yazmis-Marksin kendisinin de Komünist Manifestoda sik sik burjuvaziye övgüde bulundugunu. (elbette tarihsel sürecte, burjuvazinin feodalizmle savasinda daha ilerici bir rol üstlenmesi manasinda burjuvaziyi devrimci bir sinif olarak addetmesi)
    Simdi sizin yorumlarinizdan alinti yapacagim..
    1) Bir yorumunuzda demissiniz ki : ” TC burjuva emellerle kurulan kapitalist bir devletti. Bu yuzden hem baslangicta hem de hala feodalizmle kan uyusmazligi vardir. Baslangicta Genc Cumhuriyet ve feodal beyler arasindaki bu celiski silahla cozulmeye calisildi, 1939 lara kadar suren isyanlar ve catismalarin bir sebebi budur.”
    2) Bir baska yerde : “Kurt feodalizmi ile devlet bir donem carpismis ama sonra ikisi de uzlasmak zorunda kalmislardir.”
    3)Son yazdiginiz yorumda ise : “”O zamanlar Ibrahim Kaypakkayalarin olmadigi meselesine gelince, evet yoktu, o yuzden savas iki gerici guc arasinda iktidar savasi idi. Devlet ve feodal agalar.”
    Ahmet Bey…Neresinden baslasam, neresini düzeltsem…
    Benim bugüne dek sosyalizmle ilgili okuduklarimdan, anladiklarimdan hareketle sunu söyleyecegim. Siz Burjuva bir devleti sosyalizme geciste bir merhale olarak görmüyorsunuz. Marks ve Engels ise sizin tersinizi düsünmüs ve yazmislar. Siz direk feodalizmden hooop sosyalizme ziplamayi düsünmektesiniz. Cünkü Kemalist devletin Seid Rizayi, Dersim´i ezmesini nihayetinde “iki gerici guc arasinda iktidar savasi” olarak tesbit ettiginize göre Kemlist devlete de burun kivirmis oluyorsunuz. Burjuva emellerle kurulmus ya, o bakimdan Kemalizme de karsisiniz güya… Yani direk Osmanlidan Sosyalizme gecisi tasavvur etmektesiniz. Tek bir fabrika bacasinin tütmedidigi, Isci sinifinin olusmadigi, sinif bilincinin ve sosyalist birikimin olmadigi, tek bir sol ceviri eserin bulunmadigi bir topluma siz parasütle sosyalizmi uygun görüyorsunuz. Marksin kemiklerini sizlatmayin bari… Baska da bisey demiyorum..
    Ikincisi…. Demistiniz ki : “TC burjuva emellerle kurulan kapitalist bir devletti. Bu yuzden hem baslangicta hem de hala feodalizmle kan uyusmazligi vardir.” Bu dediginiz de tam olarak dogru degil. Adnan Menderes´in babasi tam bir aga… Menderes ovasinda onun borusu öterdi. Adnan Menderes böyle bir babanin oglu idi. Eger Kemalizmin sizin resmettiginiz gibi agayla, pasayla, feodalle kan uyusmazligi olsaydi Adnan Menderesi bizzatihi kendisi elinden tutup vekil yapmazdi, Aydin´da adam mi yoktu ki bu para babasini, zengini meclise tasidi.. FeodalizmleKemalizmin kan uyusmazligi olsaydi Menderes mecliste asla olamazdi. Demekki bu tesbitiniz de yanlis..
    Eger burjuva devleti feodaliteyi asan bir tarihsel asama olarak görüp (Perincekgiller gibi)devletin Kürt halkini Dersimde oldugu gibi katletmesini daha acik savunsaniz o zaman daha farkli seyler yazabilrdim size. Aslinda yer yer farkinda olmadan bunu söyler gibisiniz, baska yerde burjuva devleti de gerici bir güc olarak görüp vazgeciyorsunuz… Size nereden, hangi acidan yaklasip cevap verecegimi bilemiyorum. Eger ohhh olmus, Kemalizm, gerici Seid Rizayi ve Dersimi bombalamakla iyi etmis diyorsaniz, Kemalizmi, burjuva Kemlist devleti Perincek gibi acik acik alkislamaniz gerekir. Ama siz tam öyle yapmiyorsunuz, ya da diliniz varmiyor söylemeye.. Herneyse.. kafaniz cok karisik yani…
    Gelelim Seid Riza´ya tekrar… Üstadim, seni bilmem ama ben bir Dersimliyim.. O yörenin insaniyim.. Ama senin yazdiklarindan anladigim kadariyla, sen ne tam olarak Seid Rizayi iyi biliyorsun, ne de Kürt sorununu yerli yerine oturtabiliyorsun. Kürt sorununa dair, verdigin örnekler falan tam nehrin öbür yakasindan… Devletin penceresinden bakan bir yaklasim.. Önce resmi ideolojiyi hatmediyorsun, sonra yas ilerleyince biraz solculuk ekliyorsun ve ortaya sizin yazdiklariniz cikiyor. Hani atla esegin ciftlesmesinden katir dünyaya gelir ya, sizin fikirleriniz de öyle… Ne sol gibi bir sol durus, ne tam Kemalist durus.. Ne ondan vazgeciyorsunuz ne ondan… Buna da dönüp solculuk, sosyalizm, ilericilik diyorsunuz…

    Siz Seid Rizayi dar, kafatasci kemalist bakis acisiyla yerden yere vuruyorsunuz. Üstüne üstlük bu devlet Kürt milliyetcisini her zaman dislamaz, kol kola girer cikari geregi diyorsunuz… Akillara ziyan laflar ediyorsunuz. Bunun üzerine de ben dedim ki “Kürdün hakkini, Kürdün hukukunu, kürdün bagimsiz devlet hakkini savunan TEK BIR KÜRT BANA GÖSTERIN VE BU ADAMIN BU FIKIRLERIYLE DEVLETIN ÜST KADEMELERINE GELDIGINI BANA GÖSTERIN BURADAN ESEK GIBI ANIRMAZSAM SEREFSIZIM Ahmet Bey….”
    Bunun üzerine siz kalktiniz, vaktiyle parlementoya girmis AP´li, DP´li, CHP´li Kürt orijinli milletvekili isimleri verdiniz.. Be güzel kardesim, Yusuf Azizoglu bilmem su, bilmem bu…Ben de size Mehmet Agar´i, Hikmet Cetin´i Kamuran Inan´i , Kamer Genc´i ve daha bir sürü serefsizi, haysiyetsizi sayabilirim… Bunlarin hepsi Kürt.. Kürt kökenli olup da meclise gelmek, parlemento baskani secilmek, bakan olmak, cumhurbaskani olmak mesele degil…Mesele Kürt oldugunu, Kürdistanin bagimsizligi icin calistigini acik secik söyleyip, böyle bir yolla meclise, devlete, devletin üst makamlarina gelmis bir Kürdün olup olmadigina bakmaktir…

    Bir insanin Kürt milliyetcisi olmasiyla siz neyi anliyor, neyi kastediyorsunuz? Yok bilmem Yusuf Azizoglu söyle Kürtmüs, yok Celal Bayar da raporunda bunlara Kürtcü diyormus da ama hepsini meclise tasimis da, yok bilmem ilk Kürtce dergiyi bilmem kim cikarmis da, meclise gelmis de…

    Dergi mergi cikarmak, Kürt dernekleri, cemiyetleri kurmak, Osmanlida ve, Cumhuriyetin basinda zaten yasakli olan seyler degildi. Daha detayli bilgi isterseniz Naci Kutlay´in KÜRT MILLIYETCILIGININ OLUSUM SÜRECI´ne bakarsiniz, orda cok cok daha detayli bilgi görürsünüz… Mesel nedir? Mesele sudur: Cikarirsiniz, yusuf Azizoglunun, sunun bunu bir yazisini, bir kitabini, siyasi calismasini önümüze koyarsiniz, bakin burda söyle milliyetcilik yapmis, söyle söyle bagimsiz Kürdistan icin calismis, ama buna ragmen hosgörülü Reisicumhurumuz Celal Bayar elinden tutmus, meclise tasimis deyin, ben 1 DEIL 10 KERE ANIRACAGIM.. Sizin Kürt, Kürdistan, Devletin Kürt sorununa yaklasimi konusundaki bilgileriniz köse yazarlarinin yazdiklariyla sinirli sanirim..

    Bakin, bu devletin, bir Kürt yurtseverine, bir Kürt Milliyetcisine nasil yaklastigini en iyi NURI DERSIMI de görürsünüz. Adam, Suriye´ye kactigi halde bu devlet onu orda da takip etti…Pesini birakmadi, Yillar yili takip ettiler, adam yurtdisinda bile issiz birakildi… Musa Anter´e bakin.. Kürt milliyetcisi deyince parlementoya degil Musa Anter´e bakin…Bu devlet onu 74 yasinda infaz etti. Vedat Aydina bakin…
    Ismail Besikciye bakin…. Üstelik Besikci bir TÜRK… Besikci Kürdistan var, Kürtler var, Bölücü olan Kürtler degil Türkiye devletidir dedi…Aadam üniversiteden atildi. Cezaevi cezaevi yillaaar yili yatirildi.. Kac yil: 17, 5 yil… Dile kolay… Niye? Bir Kürt milliyetcisini söyleyebilecegini söyledigi icin…

    Siz kalkmis abidik gubudik, bir köse yazarinin satirlarinda ancak gecen, ismini cismini kimsenin bilmedigi, vaktiyle Demokrat Partide bilmem CHP de orda burda parlementoya girmis serefsizleri bize BAKIN DEVLET KÜRT MILLIYETCILERINE DOKUNMUYORMUS; BAKIN DEVLETTE ÜST YERLERE GELMISLER,DEMKKI DEVLET KÜRT MILLIYETCILERIYLE SINIFSAL CIKARI GEREGI KOL KOLA GIREBILIYOR diyorsunuz. Zerre kadar alakasi yok.. Bir kere daha söylüyorum, Kürtlügünü dillendirmeden, kendini gizleyerek, sessiz kalarak devletin pek cok kademesine gelebilirsin. Burda bir sorun yok. Ama ne zamanki Kürdün hakkini hukukunu savunursan iste o zaman adama ebesinin seyini gösterir bu devlet. Ben kendim bile pek cok yerde Kürtlügümü gecistirmek zorunda kalmisimdir. Yanimda olup biten bazi seyleri sineye cekmis, isimden gücümden olmamak icin pek cok Türk irkci zirvaya sessiz kalmisimdir… Siz ise masal anlatiyorsunuz.. Muhsin Kizilkayanin dedigini tekrar etmekte fayda var ; Bu memlekette vekil olabilirsin, bakan olabilirsin, basbakan olabilirsin, hatta son ütücü bile olabilirsin ama KÜRT OLAMAZSIN… Siz bana “Kürt olarak” ama acik secik “Kürt olarak” devletin yüksek kademelerine tirmanmis bir kürt gösterin, 1 degil, 11 kere esek gibi aniracagim…
    Ha bir de Serafettin Elciden bahsetmistin…
    Cok sey demiyecegim, sadece google yazsan bak wikipedia dan direk sunu okumus olacaksin :12 Eylül Darbesi’nden sonra tutuklandı. Bakan bulunduğu dönemde “Türkiye’de Kürtler var, ben de Kürdüm” şeklindeki açıklamalarından dolayı, Ankara Sıkıyönetim Mahkemesince 2 yıl 3 ay cezaya çarptırıldı. Yine Bakanlığı döneminde, “bazı Kürtleri işe aldı” diye Yüce Divan’da yargılandı ve 2 yıl 4 aya mahkûm oldu. Bu cezalardan dolayı, otuz ayı aşkın bir süre cezaevinde kaldı. Bu cezaların bir sonucu olarak, 10 yıl kadar siyasi haklardan mahrum bırakıldı ve avukatlık mesleğini yapmaktan alıkonuldu.
    Serafettin Elci ismini verirken bari bir arastirma yapsaydiniz da öyle verseydiniz… Adam bilmem kac yasinda birden bire ben Kürdüm deyince adami nasil topa tuttular.. Ben bu hadiseyi Serafettin Elciden, TV´den adamin kendi sesinden dinlemistim. Yani S. Elci Kürt Kürdistan davasini savunarak oralara tirmanmadi… Yer yer sustu, gizledi, elbette babasi, ailesi biliniyordu, demirelle ecevit cekismesinde ise bir firsat dogdu, Eceveit kendisine bakanlik teklif etti ve bakanken de Kürt oldugunu söylemisti… Ondan sonra hep basasagi gitti…..
    Bir de T/KDP den bahsetmissin.
    Sait Kirmizitoprak´i bilir misin.. ? T/KDP´li idi… Pek tarzim degil ama bir link verecegim, okursan, hem Sait Kirmizitoprak´i, ailesini, hem de bu devletin bir Kürt milliyetcisine, Dersime neler neler yapmis oldugunu anlamis olacaksin…
    http://www.kurdistan-post.eu/tr/toplum/dersim-seyahati-ismail-besikci

    Seid Riza´ya son kez dönecek olursak…. Sizin tuzunuz kuru, Kürt degilsiniz .. Kürt olmadiginiz icin de olani biteni tam bilmiyorsunuz. Dedeniz, babaniz, siz, dipcik yemediniz. Okulda benim gibi kürtce konustugunuz icin avucunuza sopa da inmedi..sadece gazete kupürlerinden, Perincekgillerden ancak ögrenebildiginiz kadar ögrendiniz Kürt sorununu. Buna bir de solculk sosu ekleyince, düsündüklerinizi solculuk sandiniz. Sizler , tuzu kuru olanlar Seid Rizalari karalamak icin feodalliginden dem vurursunuz. Bizler ise Dersimin yigit generali olarak görürüz. Kürt toplumunun zihninde bir mesaledir artik o. Varsin sizin lügatinizde feodal olsun. Zaten feodal bir toplumdan, 1930 lardan bahsediyoruz… feodal olmayip da o yörede papyonlu bir aristokratin mi Kürtlere önderlik edecegini umuyordun be muhterem!
    Daha önceki notumda yazmistim, direk pas gecmissiniz.. Bir daha yineleyeyim:
    Ve Ahmet Bey… Neden O da pek cok Kürt Agasi, Türk agasi gibi sisteme entegre olup marabasinin sirtindan gül gibi gecinip gitmek varken, DERSIM GENERALI olmayi, Kürtlük davasina yeltenip kelleyi koltuga aldigini hic merak etmeyecek misiniz? Seid Rizayi feodal diye asaglamak yerine ondaki bu vasiflara dikkat cekmek neden aklinizin kenarindan gecmez? Cünkü Kemalist sistem, Perincek solculugu sizleri esir almis…

  52. kirmizi yi sorguluyorlar sorulariyla, ey kirmizi senin rengin ne??? kirmiziyi sorgulayanlarin gunahlarini sorgulamanin zamanimidimidir yoksa ne?

  53. Ulusal-Milliyetçi bağımsızlık savaşçıları-önderleri saygıya değer olsa da, bu saygı yalnızca kendi “kabilesinin” elemanları içindir! Bu topraklarda Kızılderili isyancılar için, Zapatista gerillaları için hiç bir “ateşli” taraftarlık görmedik… Ruanda’da 3-5 ayda öldürülmüş milyona yakın Tutsi için tek bir keder kırıntısı da.. 1994 de olmuştu! Ama 1938 daha dün olmuşçasına kaynamaya devam eden bu duygusal hırsın yalnızca “insani”, tutarlı hümanistik bir siyasetin ürünü olması mantıklı görünmüyor. Yaşayanlar o günkü cesetler üzerinden politik çıkar peşindeler… kabile siyasetini bize “hümanistik”, “sol”, “evrensel” tabelalar altında yedirmeye çalışıyorlar.
    “Türk” kabilesi karşısında “Kürt” kabilesi… O, insancıl, adalet, hak, zalim, mazlum laflar, özünde birer dolgu malzemesi… Gelinen nokta o kadar açık ki… Birbirlerinden farkı yok.. İkiz kardeşler! Yalnızca kendi ölülerini sayanlar…
    ***
    Anlaşıldı, on binlerce yıllık “kabile” zihniyeti içinde tartışılmasından kaçılamayacak! Ancak buraya kadar gelebilmişiz! O zaman bu “reel” koşullarda kabul etmeli… Madem ki, insanlar hala etnik kökenlerine, dinsel aidiyetlerine göre koşullanmışlar; Her ulusal uyanışı, direnişi, özünde saygı ile karşılamak gerekir… Ta ki diğer ulusları, ulusal azınlıkları katledinceye dek.. Ama azıcık palazlansın; bunu hemen yapacak!

    O zaman… Kültürel milliyetçiliğe evet; siyasal milliyetçilğe hayır! Şimdilik en “iyisi” bu mu?
    ***
    Kendi katliamlarını değil de yalnızca “düşmanlarının” katliamlarını mesele yapanlar belli ki, bir başka “kabilecilik” hesapları yapanlardır. Bu ucuz politik söylemleri ciddiye alanlar, kendilerini ne kadar ciddiye alabilirler? 13-14 bin Dersimli Kürt katliamı üzerine konuşanları bir de Ermeni katliamları, Rumlara yapılan zalimlikler üzerine bir şeyler söyleseler ya… AKP’nin bu “yemlerine” kananların dürüst olduklarını düşünmüyorum. En azından kullanıldıkları kesin…
    ***
    Her etnik “kabile”, her dinsel “topluluk” istiyor ki, bir diğeri kendi kutsallarına boyun eğsin; kendi kabile ya da din önderlerine biat etsin; derin bir saygı ile ansın! Bu olmazsa neredeyse çıldırıyor. M. Kemal kötü, A. Öcalan iyi! Atatürk katliamcı; Atakürt adaletli!
    Din taraftarları farklı değil… Bakınız Muhammed karikatürleri! Kendi peygamberleri İsa hakkında çok daha ağır çizimler yapan, fıkralar uyduranlar için bu anlaşılmaz bir şey elbette; bu Dersim meselesinde, koparılan fırtına da aynı ölçüde anlaşılmaz bir hadisedir! Tam da aynı dönemde Yahudiler katledilirken… 2. dünya savaşı öncesi… Aytekin Yılmaz’ın kitabında da anlatılan budur; bu “taraftarlık” zihniyeti herkesi bir katliam sanığı yapar!
    Anlaşılan o ki, bu iki “kör”, kabileci “siyasal milliyetçilik”, mezhepçi dincilikler bu topraklarda daha çok cinayetler işleyecek…
    Herkes kendi kabilesinin “üyesine” ağlayacak… Üyesine! İnsanına değil! Tarih öncesi çağlara dönmüşüz… Ne yazsan nafile… Bu tarih öncesi adamlar okuma-yazma bilse de belli ki ezberledikleri hayatlar, ancak karşılıklı cinayetlerle anlam kazanacak… Düşmanından bir fazla öldürmekle rahatlayacaklar!

    Her iki taraf da asıl düşmanın kendi milliyetçiliği olduğunu anlayıncaya dek, kapitalist yağmacılar “malı götürmüş” olacak..
    Kendi hayatlarına ait sosyal siyasal sorunları çözecek irade gösteremeyenlerin bu “hesaplaşmalar” üzerinden yol almak istemesi kolaycılıktır; bir tür eğlentidir… Sahte politik itiş-kakıştır; 1930’ların dünyasını bugünün siyasal değerleri, ahlakı, değerleri ile yargılamak gülünçtür… Tam da bugün o zihniyeti aşamamış siyasetçilerin dünyasında yaşarken hem de…

  54. konu disi:122 bir rakam dir sadece, yanlis yollara dusmus bir rakam, mahalleyi sasirmistir,ayni mahalleden olamamastir , yanlis mahallede olmustur 122 , cepte keklik olmamistir, farki koyulan bir rakamdir.122. farki koyulunca anlasilanin ne oldugu bugun artik anlasilan bir rakamdir 122…. 122 …. yi unutturamazsiniz….

  55. bagzi seyleri erkenden , ne pahasina olursa olsun ayristirmak iyidir, yeni hurafeler elde etmek yerine…Kemalist turk milliyetcisi perincekci olmak ile suclanmak pahasina:::: ahmet kaya ne kurt ozanidir nede devrimci ozandir, o rejimin yumusadigini kurtculuk yapayim baskalarina kaptirmayayim, sezen aksi bile yapiyo diyen bi adamdir, diyen bir adamdir, surgun olmasina sebep olan gece disinda tek bir yarali parmaga isedigi gorulmemistir, ama fasizmin gadrine ugramistir sahiplenilmelidir ama hepsi budur..sol hurafelerin biri budur,,, devam edecek…(Abdullah ocalana somuslar sorguda ahmet kayayi, soyle demis : sarlatanin tekidir, haklimidir ocalan , bence haklidir) millet kurtce sarki soylemekten dolayi iskencelerde zibartilirken ahmet kaya nin bingildagi oynamamstir, ahmet kaya yi kurt ozani devrimci sanatci saymak ile, cikarlari icin hareket ederken fasizmin gadrine ugramis olma ayrimini yapamayan bir Adam Ozan serhat nezdinde kurtce soyleyen ozanlara hakaret etmistir, yeni seyit rizalara ihtiyac yok, ahmet kayanin solculugu bile tartisilir…http://www.youtube.com/watch?v=XDkzkWF67os

  56. Sizce Asagidaki Sözler Kime Ayit
    “Diyap ağa denilen bir şahsiyet var Dersimlidir, Dersim mebusudur ” . Hatta, herkes işgalden dolayı Sivas’a kaçalım derken Diyap Ağa, Ankara’da kalalım diye ısrar ediyor ve ben Ankara’dan bir yere çıkmam diyor. Meclisteki konuşmasını Kürtçe yapmıştır. İşte biz de diyoruz ki, Diyap Ağa’nın bu tavrına saygı duyun ve gereğini yerine getirin.
    Dersim isyanı sonunda da Mustafa Kemal, Seyit Rıza ile görüşecekti ama bunu yapmasına bile izin vermediler, onu beklemeden Seyit Rıza’yı idam ettiler. Mustafa Kemal gerçek bir isyancıydı. Ama Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanıydı. İnönü onlar başından beri İngilizlerin tarafındaydı.“
    ”Bu Amerika ve İngiltere’nin işiydi. Benim buraya getirilişim de bu derin gücün işi. Benim durumumu Türk ve Kürd’ün kavgası gibi gösteriyorlar. Bizimle, Kürtlerle Türkleri esir alıp, birbirlerine düşürüp ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar. İşte Şeyh Sait olayı var, İngilizler faydalanmaya çalıştı. Seyit Rıza’nın durumu biliniyor, Mustafa Kemal Elazığ’a kadar geliyor, yeni bir anlaşma yapmanın yollarını arıyor ancak daha Mustafa Kemal gelmeden asıyorlar. Mustafa Kemal’in imzasını atmasını beklemeksizin idam ediyorlar. Mustafa Kemal engelleniyor. İşte Türkiye’yi derinden yöneten güç böyle bir güç, hemen önünü kesiyor.“

  57. “ayit” değil, ait olacak. “Ayet”le karışabilir. Bu sözler kime aitmiş, onu da yazıverseydin bari…

  58. Türkü yine O Türkü, Sazlarda Tel Değişti…

    “Türkü yine o türkü
    Sazlarda tel değişti,
    Yumruk yine o yumruk
    Sadece el değişti…” Neyzen Tevfik

    ‎1925’in günahsız maktüllerinden bazılarının ahfadı süreç içerisinde MHP’li kesildiler. Cebaxçor’dan fanatik MHP’li olanları çıktığı gibi bunlar arasından orduda subaylığa can atanlar, MİT’te kurmay albaylığa yükselerek “şerefiyle” emekli olduğunu söyleyenler de çıktı.

    Nurcular gördüm, bir kuşak öncesinden değil bizzat kendi çocukluklarından soykırım ve tehcirin tanığı ve mağduruydular. Sünniden çok fanatik, araptan çok kelamcı, türkten çok ırkçıydılar.

    Kızılbaşlar gördüm, büyükleri Dersim dağlarının onuru, başeğmez yiğitleriydiler. Bu değme yiğitlerin ahfadı ise Horasan’dan gelme halis “türk”tüler. Türk olmayanları kesinlikle kürt olmayıp “zazaydılar”. Yani, ‘tavşanı yemem, suyunu içerim’ misali kürtlükten uzak, türklüğe yakındılar. Başlarında fotör, ayaklarında setre, özünde inönücüydüler.

    Seyitlerimiz parlamento ulufesine üşüşeli beri Dersim’de bir çok hanenin duvarına asılan Kemal’in çerçevelenmiş resimleri Ali tasvirlerine eşlik eder oldu. Her bir Dersimli kürtlüğünden savrularak türki siyasetlerin ve partilerin kuyruğu oldu. Aydınları ve eşrafı türkizasyona bu denli endekslenen bir toplumun bütün hücrelerini resmi ideolojinin ele geçirmesi mukadder hatta kaçınılmazdı.

    Şeyhlerimizin ve dahi mirelerimizin evlatları tarikat ocağını söndürüp parlamentoda “devletin bölünmez bütünlüğüne, Atatürk ilke ve inkîlaplarına sadık kalacağına” yemin ederekten ihale kovalayıcılığına soyunalı beri tarikat misyonunu nurculuk gibi devletle barışık, ardılı aksiyon gibi türki tarikat vasfında akımlar üstlendi, kürtlerin iliklerine kadar nüfuz etti. Aşiretler bürokratların talimatlarıyla düzenlenir ve yönetilir oldu. Bir millet bundan daha iyi teslim alınamazdı.

    Abdulhamit sinsiliği ile İttihat ve Terakki ceberrutluğu yaklaşık 150 yıldır kürtlerin her vesileyle karşılaştığı ve sırtından atamadığı, her biri ötekinden hilekar iki kolonyalist akımdır. Biri “beslemeyip, asalım” derken, diğeri “asmaya ne lüzum var, yemleyerek, yararlandırarak, nasihatle ve tarikatla kendimize tabi kılar, bitiririz” yöntemini esas almaktadır. Kürtlerin İttihat ve Terakki’ye yönetici ve teorisyen düzeyinde Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp hatta Said-i Kurdî gibi münevverlerini kaptırdığı bilinir ama her nedense Hürriyet ve İtilaf’ın genel sekreterliğini Revanduzlu Zeynel Abidin Fani’nin yaptığı, Zeynel Abidin’in Seyyid Taha’nın kızıyla evli olduğu, amcasının kızı dolayısıyla Seyit Abdulkadir’in aktif desteği ve katılımı ile Hürriyet ve İtilaf’ı bugün AKP örneğinde olduğu gibi kürtlerin ağırlıklı olarak yer aldığı parti durumuna dönüştürdüğü pek konuşulmaz. Aynı Zeynel Abidin bir yandan Hürriyet ve İtilaf’ın genel sekreteriyken öte yandan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin de genel sekreteridir. Şerif Paşa, Aziz Yamulki, İsmail Hakkı Baban, Nemrud Mustafa Paşa, Kürt Hamdi Paşa, Şeyhülislam Haydarizade, Mevlanzade Rifat, Refik Hilmi dolayısıyla Cemiyet’in etkili kanadı Hürriyet ve İtilaf sempatizanı ve de “devlete kılıç çekmeme” yanlısıdırlar. Her birinin sonraki savrulmasına ve uğradıkları gadre bakarak doğru olup-olmadıklarına tarih daha şimdiden not düşüyor ve düşecektir.

    Ne varki İttihat ve Terakki yanlılığına karşın Hürriyet ve İtilaf’çılık ahtapotun kolları gibi kürtleri her yandan sarmak-kuşatmak isteyen iki akım şeklinde her zaman diliminde var oldu. Cumhuriyet öncesinde-sonrasında ve 1950’li yıllarda belirginleşerek öne çıktı, kürtleri bünyesine kattı. Enver-Kemal (jöntürklük) ceberrutluğu ile Abdulhamit-Menderes (dinci muhafazakarlık) sinsiliği aynı inkarcılığı hat edinmek tahtında bilahare Özal ve Erdal İnönü, bugün Erdoğan ve Kılıçdaroğlu ile icra-i faaliyet ediyor. Kürtler, kırk katır yada kırk satır seçeneğine mahkum. Bunların dışında kalması gereken Kuzeyin büyük kürt partisi bile İttihat ve Terakki’nin dümen suyunda ceberrutların aparatı haline dönüşmüş durumda.

    Kürtlüğün zaafı bundan ibaret ama kürtlük ve Kürdistan bunlardan ibaret değil. Hala Cebaxçor’da başucuna kirdki bir taş konmuş küçücük bir mezar yerine fit onbinlerce kürt var ve ben bunlardan biriyim. İsterse gıre-gırlerimizin ayak ucuna gömsünler. Bir gün şarap testisi yapmak isteyen bir çömlek utası mezarımızdan toprağımızı alıp testiye dönüştürdüğünde kimin baş kimin ayak olduğu mutlaka anlaşılacaktır. O testi ustası kirdki konuşan öğretmenlerin yetiştirdiği, kendi aralarında kirdki konuşup, kirdki şakalaşan ilkokul çocuklarının arasından çıkacaktır. Belki o esamesi büyük, idraki büyük, vakarı büyük çocuklar tekmelenip devrilmiş mezar kitabemizi düzelterek muhtevasına ihtiram edecektir. Ne belkisi, bir gün mutlaka. Tıpkı bugün bizlerin toprağa düşenleri uhrevi bir ihtiramla andığımız gibi kürtlüğü omuzlayanlar ve yükseltenler her zaman oldu ve sonsuza kadar olacaktır. Biz görmeksekte Kürdistan yakındır..

    http://www.xebatnuce.org/turku-yine-o-turku-sazlarda-tel-degisti-makale,94.html

  59. Türkiye’de solun enternasyonalizmi, İslamcılığın ümmetçiliği ve Alevilerin birlikçiliği Kürt birliğinin ve bağımsızlığının önüne geçtiği için Türk ulus devletinin devamlılığını sağlıyor.
    Statükonun devamlılığını sağlayan diğer bir etken de, Solcu, Kürt, Alevi, Liberal, İslamcı ve gayrimüslim azınlık gibi rejim muhaliflerinin aralarındaki düşmanlık ve bölünmüşlük.

  60. Anonim 52 sanirim biz solculara efsane gerekiyor, o yuzden devletin en ufak gadrine ugrayani hic tartismadan bakmadan kahraman ilan ediyoruz. Gercekten cok dogru bir seye deginmissin, ben Ahmet Kayayi Mehmet Agar in Icisleri bakanligi doneminde ( hani su binlerce faili mechulun oldugu donemden bahsediyorum) katildigi polis gecelerinden hatirliyorum. Bir kac yil boyunca polis gecelerinin sanatcisi idi.

    Ama bir sekilde ortamin ymusadigini sanip kendi anadilinde turku soylemek istedi canini bile kurtaramadi. Elbette bu zulume karsi cikilmali lanetlenmeli ama buradan Ahmet kaya’nin ne kadar tutarli demokrat oldugu hatta devrimciligine atlamiyorlar mi? ulan diyorum sanki o polis gecelerine cikan Ahmet benim.
    Ustelik gercekten devrimci muzigi ile devletin kadrine ugramis Ruhi Su ya da Ali Asker gibi sanatcilara buyuk haksizlik bu.

  61. devrim karasansar

    muzaffer oruçoğlu nun dersim romanını şiddetle öneriyorum. edebi degerı yuksek çok bılgılendırıcı bır eser. roman hıc sıkılmadan okunuyor. bı sahne anlatayım… katlıamdan kacan dersım halvorılı bır ermenı tılkı avcısı ucak bombasıyla yeni ölmüş bır atın karnını yarıp ıcıne gırerek oraya saklanmak ıster amacı bıraz da soguktan donmamaktır. ama at hamıledır karnından tay cıkar.bu sahne bardagı tasıran son damla olur .onlarca katlıam gören tılkı avcısı cıldırır. kosarak kendısını dersımın engın ucurumlarından bırınden asagı atar ve ölür.

  62. Ulas ben sana kurt milliyetcisi begendiremiyorum. Serafettin’in elci ben Kurdum diye sadece 1979 yilinda soylememistir, adam daha 1965 te T-KDP nin kurucusu olmus hatta bundan dolayi tutuklanmis yargilanmistir ama disari cikar cikamaz AP onu bir kurt partisi olmasina ragmen milletvekili yapmistir.

    12 Eylul de sadece Elcioglu tutuklanmadi hemen hemen tum siyasetciler bunlarin icinde Turkes ve Demirel de vardi tutuklandi ve bazi alri aylarca bazilari yillarca cezaevinde kaldi. Darbenin mantigidir be, kendinden onceki politikacilari bir bahane ile iceri atar. Ama ayni 12 Eylul darbesi yine kurtcu bilinen bir suru agayi Danisma meclisine tasimistir, Hatta Bunlardan Kinyas Kartal meclis acilisini yapmistir.

    Uzaga gitmeyin, Davutoglu bugun Kuzey Irak devletinin guvenliginin kendi Turkiye acisindan cok onemli oldugu aciklamasini yapti. Zaten Barzani’nin yegeni de Turkiye ile ortakliklarinin stratejik oldugunu soylemisti. Oyleki Kuzey Irak Kurt bolgesi giderek Turkiye nin bir paracasi bir somurgesi durumuna geliyor.

    Barzani den daha buyuk kurt millieyetcisi mi olur? Devlet adama pasaport veriyor, devlet diyorum AKP degil, cunki 1992 de bu sefer 12 Eylul darbecilerinden Ozal basta idi. Barzani yonetimi ile TC arasindaki iliskiler ta 1960lara kadar dayanir.

    Aslinda taa o zamanlar bile Barzani’nin guvenligi Turkiye icin cok onemli idi. Yil 1976 olmali ( hafizamdan yazdigim icin tarihlerde yaniliyor olabilirim ama olaylar da yanilmiyorum.) Talabani Barzani den ayrilmis, Suriye de kendi orgutunu kurmus ama 1974 yenilgisi sonrasi Suriye ye cekilen kuvvetlerini kendi guclu oldugu Soran bolgesine gecirmesi gerekmektedir. Ama tabii bu kuvvetler Barzani ci asiretlerin guclu oldugu Hakkari bolgesinden gececektir. Barzani Talabani guclerinin durdurulmasi ve yok edilmesini ister. MIT o zaman asiret asiret dolasir ve Barzani nin desteklenmesini ister, Barzanici asiretlere silah dagitilir, catismada yaralanan Barzanici pesmergeler Turk devleti tarafinda tedavi edilir. Bu catismalarda Talabani’nin 800 civarinda pesmergesi yok edilir.

    Bu bolgedeki barzanici asiretlerden birisi de Jirki asiretidir. Jirki asireti tam sinirda yasayan ve TC ye asker vermeyen bir asirettir. Ama TC acisindan bunun bir onemi yoktur. Ama bir gun bolgeye devletin politikasini bilmeyen bir savci gelir, Asiret reisi Adiyaman’in babasini asker kacagi olarak tutuklamak ister. Catisma cikar ve sanirim 6 ya da sekiz asker ile Tahir Adiyaman’in babasi catismada oldurulur. Savci kacmayi basarir. Ama bu askerlerin olumunde dolayi Tahir Adiyaman’a vb tek bir operasyon bile duzenlenmez. Hatta Adiyaman daha sonra bu savciyi orta anadoluda bir sehirde buldurur ve oldurtur. Yine hic bir sey olmaz. Bu arada ortaya PKK cikmistir, daha sonra 1984 de PKK gerilla savasina baslayinca Jirkiler dogrudan korucu olur, askerlerin katili olarak aranan Adiyaman’in altina bir helikopter cekilir. Daha sonra sanirim 1996 idi, Cunhurbaskani Demirel bolge agalarini koske davet etmis bir parti vermisti, o partiye asker olumlerinden dolayi hala aranan Tahir Adiyaman da gelmisti.
    Sen Seyid Riza nin uzlasma niyetinde olmadigini soyluyorsun, ama nereden biliyorsun benim bildigim kadari ile Seyid Riza kendisi teslim olmustu. Bolgedeki butun kurt feodalleri baslangicta Cumhuriyetin gucunu sinadilar sonra da yenemeyeceklerini anlayinca uzlastilar. Bu arada Seyid Riza da bunlardan biridir bazilari bu catismalarda oldu. Olmeyenler ise mesela Seyh Saitin cocuklari hepsi devletle uzlastilar ve bolge derebeyi oldular.

    O donemde bolgedeki aga sehy seyid baskisi o kadar fazladirki, o yillarda o bolgeden cikan tum kurt yazarlara sanatcilara bakin hepsi hedeflerine agalari feodalizmi koymuslardir. Yilmaz GUney ve Yasar kemal bunlardan sadece ikisidir.

    Elbette burjuva devletleri feodal devletlere gore bin kat daha iyidir. Bu anlamda ben Mustafa Kemal Yonetimini mesela padisahliga karsi desteklerim, ama Kemalist yonetimin Kurdistandaki politikasi feodalleri bahane edip halkin siddet ile asimilasyonu politikasidirve gerici bir politikadir. Kemalizm feodalizme karsi ilerii bir konumda iken kurt politikasi gerici bir politikadir.

    Marx genc burjuvazinin fodalizme karsi ilerici oldugundan bahsederken tarihsel bir olgudan bahseder ama bu burjuvazinin bir cok adiminin gerici oldugundan da bahseder. Ama tabii bu cukhuriyetin ilk yillarina iliskin bir seydir, cumhuriyet artik tamamen gericilesmistir.

    Sait Kirmizi toprak’a gelince: Kendisi ilk kurt sosyalist milliyetcilerindendir, T-KDP ye rakip kendi partisini kurmustu. Kurt halki hakkindaki ilk yazilarini o zamanin sol kemalist dergisi olan Yon de yazmisti. O zaman Kurt halki ve sorunlari hakkinda Musa Anter ile siki bir polemige girismisti. Musa Anter kurt milliyetcisidir ama kendisi bir kac koy sahibi birisiydi ve Kurdistan sorununun sinifsal olmadigina inaniyordu. Musa Anter ise Kiziltoprak’a cevaplarini Ahmet Hamdi Basaran’in ( Basaran ‘in kendisi eski ittihatcilardandir, sagci bir yayincidir ve daha sonra siki bir Ataturkcu ve CHP li ve daha sonra da 1946 dan sonra siki bir DP li olarak goruruz. Gerici bir adamdir, ekonomide liberal ekonomiyi savunur, cahil koylu bir kadinla bir profesorun oy hakkinin ayni olamayacagini savunan birisidir, Daha sonra DP dend e ayrilir ve olmeden once MHP ye oldukca yakindir) Baris Dunyasi adli dergisinde cevap vermektedir.

    Sait Kirmizitoprak 60laron sonunda Turkiye den ayrilir ama Kuzey Irak ta Barzani bolgesinde bir komplo sonucu Barzani tarafindan iki arkadasi tarafindan idam edilir.

    Idam edilmelerine sebeb Elcioglu nun kardesi Sait elcioglu’nun bolgede kaybolmasidir, kimse hala nerde oldugunu bilmez ama suc Kirmizitoprak’in uzerine kalir. O zamanlar Turkiye solunun cogunlugu bu idamin TC nin emri uzerine islendigi konusunda hemfikirdir. Cunki olaya karisan bazi agalarin TC ve MIT ile dogrudan baglari vardir. O donemde Turkiye kurt solunun buyuk cogunlugu Talabaniye daha sempatik bakiyordu bu tur olaylar yuzunden. Zaten bu olaylardan iki yil sonra Serafettin elcioglu kurt milliyetcisi olarak mahkemelerde yargilanmasina hatta tutuklanmasina ragmen AP den milletvekili olur.

  63. Ahmet kayaya laf edeni operler.hele hele o kisi bizim ahmed olunca.polis devleti kurucusu stalinin ozurcusu sovyetlerin kgbnin bir numarali savunucusu ahmed ahmet kayaya laf ediyor aklinca.soytari diktatorlerin arzuhalcisi cehennemliklerin avukati katillerin kapikulu.bir fikrinde bizim isimize yarasin be.bir taneniz bir sagciyi solcu yapamamisken koca nesilleri solcu yapmis adama laf etmek ahlaksizliginizin devrimciligi (çıkarıldı. admin)

  64. Sanatçıların Politik Tutumu Üzerine

    Bir sanatçının sesini, türkülerini sevmek ile onun düşüncelerini ve politik duruşunu benimsemek farklıdır.

    Ahmet Kaya duyarlı bir sanatçıydı ama laik cumhuriyeti savunan fanatik bir Kemalist’ti aynı zamanda.

    Ahmet Kaya’yı bazen siyaset meydanında gerillaya sahipçıkışını görüyor, bazen de İbo show`da Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olmanın gururunu dile getirdiğine şahit oluyorduk. Bazen de paparazzi programlarında Kürde en büyük kini besleyen sanatçılar ile ayni masada rakı içişine şahit olurduk.

    Daha beteri ise, polis günü için düzenlenen gecede copları ile Kürdlerin anasını ağlatan t.c polislerine konser verdiğine de şahit olurduk. Bazen de açıklamalarında “bayrağımızı seviyoruz’ dediğini ve “insanlarıçok seviyoruzçünkü biz laik cumhuriyetin vatandaşlarıyız’ dediğine şahit oluyorduk.

    Türk TV kanallarında türkülerine başlamadan önce her zaman “bütün Türkiye halklarına gelsin” derdi. Bazen de cumhuriyet konserlerinde Recep Tayyip Erdoğan’ı ağlatırken görüyorduk. Erdoğan’ın da bulunduğu bir konserde aynen su sözleri söylemişti: “cumhuriyetimizin 75. yılı daha güzel günler yasamak, Cumhuriyeti daha özgür yaşamak, inanca saygının, düşünce özgürlüğünün olduğu cumhuriyetleri yasamak dileğiyle ve artik şarkı söyleyenlerin ve şiir okuyan insanların tutuklanmadığı ve tutuklanmayacağı cumhuriyetlerde bir daha görümsek üzere diyorum” demişti.

    Aslında barış ve kardeşlik için verilen güzel mesajda nedense hep “cumhuriyet” geçiyordu. Ahmet kaya’nın cumhuriyete yüklediği olumlu anlam ve işgal edilen Kürdistan’ı görmemesi, Kürdleri birer Türk vatandaşı gibi görmüş olması beni her zaman rahatsız etmiştir.

    Tekrar altınıçizmekte fayda var.

    Ahmet Kaya, bir sanatçı olarak iyiydi ve duyarlı sanatçı kimliğinden dolayı hakkında birçok dava açıldı. Sadece bu açıdan bakıldığında takdir edilebilir. Ancak Ahmet Kaya’nın Kürdistan’ı hiçbir zaman dile getirmemesi, Kürdistan sanki işgal altında değilmiş gibi davranması ve Kürdlere cumhuriyeti sevdirmeyeçalışması gerçeği de görülmeli ve eleştirilmelidir.

    Ahmet Kaya, genel olarak ezilen ve sorunu olan kesimlere yakın bir söyleme sahipti, özel olarak Kürd halkına ve Kürdlüğe dair bir ilgisi yoktu. Mesela türban sorunuyla da ilgilenmiş bir sanatçıdır. Bu yanlış mı? Diye soranlar mutlaka olacaktır. Elbette ki yanlış değil, elbette ki ezilen halklar için yaptığı konuşmalar güzel olduğu kadar türban sorunu yasayanların sorununa değinmesi veya Alevilerin yaşadığı zulmü dile getirmesiçok güzeldi. Demek istediğim, Kürdistan sorununa ilgisi genel ilgisinin ötesinde değildi.

    Ahmet Kaya’nın en büyük sorunu medyatik olması ve medyada görünmeyi sevmesi idi bana göre…

    Kürdistan’ın işgal altında olduğunu görmeyen, Alevilerin, özellikle de Alevi Kürdlerin cumhuriyetçiler tarafından defalarca katliama uğradığını görmeyen ve bu konuda tek cümle bile sarf etmeyen bir sanatçının sadece sanatçı tarafı sevilebilir.

    Ahmet Kaya`nın sesi o kadar güzel ki, insani alıp götürüyor. Ahmet Kayan’nın bu güzel sesini sadece biz Kürdler ya da Türk demokratları değil, ayni zamanda ülkücüler de seviyordu. Ülkücü faşistlerin Ahmet Kaya’yı sadece sesinden dolayı sevmediğini de söylemek gerek zira Ahmet kaya kadar ( arastirin ) hiçbir sanatçı Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü dile getirmemiştir ve bu da ülkücüleri yeterince tatmin ediyordu zaten.

    Ahmet kaya, hem Kürdleri de içine alan ezilenlerin bazı sorunlarını dile getirerek, hem de muhafazakar kesimlerin bazı sorunlarını dile getirerek her iki taraftan da dinleyici kitle toplamasınıçok iyi bilen usta bir sanatçıydı.

    Ahmet kaya, ıbo showa katildigi bir programda ıbrahim tatlisesin bir sorusuyla karşılaşmıştı.

    Tatlises, ‘Bu ülkeyi bu ülkenin bayrağını seviyorsun. Türkiye’ye ve Türkiye’nin bayrağına bağlı olduğunu biliyorum ve bazıları seni sağa-solaçekmek istiyor. Burada bunu açıklar mısın’ gibi bir soru sormuştu ve Ahmet Kaya, “Bu ülkede yaşayıp ( Türkiye ) bu ülkeyi sevmeyen namusuz ve şerefsizdir’ cevabını vermişti…

    Ahmet kaya, cumhuriyete, Türkiye’nin bütünlüğüne, bayrağına, laik sistemine ve Atatürke müthiş bağlı bir insandı. Vefat ettiğinde Türkiye’de onun için hazırlanan albümde yer alan sanatçıların birçoğunun chp`li sanatçılar olması da bu Atatürkçü özelliğinden dolayıydı.

    Ahmet Kaya iyi bir sanatçıydı ama birilerinin sunduğu gibi düşünce olarak iyi bir Kürdistanlı değildi.

    Hep Kürdistan diye haykıran Şivan Perwer’i hain ilan edenler, cumhuriyet sevdalısı Ahmet Kaya’yı kahraman yaptılar. Bunu yapanların kime ve neye hizmet ettiği ortadadır.

    Türkiye Cumhuriyetine her ne kadar bağlı olsa da, ırkcı/faşist Türk Medyası ve Türk Sanatçıları ile satılmış Kürd sanatçılarının Ahmet Kaya’ya yaptığı linç girişimini nefretle kınıyorum.

    Ben ve benim gibi Kürdlerin katıldığı cenaze merasimine ne TC ne de PKK sahipçıkmadı.

    Kürdistan ozanı Şivan Perwer’in merasimde hazır bulunmasını ve Ahmet Kaya’yı sahiplenmesiniçok anlamlı bulduğumu ve bu davranışından dolayı Şivan Perwer’i tekrar selamladığımı belirtirken, Ahmet Kaya’ya da bir kez daha Allahtan rahmet, ailesine başsağlığı diliyorum…

    Bozan I.

    http://www.nasname.com/a/sanatcilarin-politik-tutumu-uzerine

  65. Geçmiş zamandan bir kaç alıntı. Barış süreci denen orta oyunu ve niyetler… Yorumsuz

    Öcalan: Silahlar Kürt kimliğinin teminatıdır
    ARSIV 2007Posted by Kovara Veger Nu Monday, April 02 2007 14:59:38
    İSTANBUL (02.04.2007)- Bazı çevreler tarafından gündeme getirilen “Bin PKK’li silah bırakıp Irak’ta siyaset yapsın” çağrılarına tepki gösteren Öcalan, ‘’Benim mücadelem özgürlükçüdür ve kendi özgücüne dayanır. Biz kimsenin askeri olmayız. Silahlar Kürt kimliğinin geliştirilmesinin teminatıdır” dedi.

    Kürt kimliğinin, Kürt kültürünün korunmasında ve gelişmesinde silahın bir teminat olduğunu vurgulayan Öcalan, Güney Kürdistan’da Barzani ile ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini ifade etti.

    Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın olağan görüşmesi, geçen hafta çarşamba günü hava muhalefeti dolayısıyla gerçekleşemeyince, hava muhalefeti sona erdikten sonra hafta sonu gerçekleşti. Edinilen bilgiye göre, boğazındaki akıntının devam ettiğini kaydeden Öcalan, sağlığına ilişkin olarak şu bilgileri verdi: “Ağzımda metalik bir maddenin tadı var. Roma’da açıklanan raporda Stronsiyum ve Krom maddeleri yedi kat fazla çıkmıştı. Bu, bahsedilen stronsiyum ve kromun etkisi olabilir mi? Stronsiyum ve kromun kimyasal reaksiyonu tepkimesi olabilir mi? Stronsiyum ve kromun bende bu kadar fazla oluşunun nedeni nedir? Yediklerim içtiklerimden mi, adanın ikliminden mi bunun da tespit edilmesi lazım. Bu maddelerin, sağlık üzerinde ne gibi sonuçları olabilir mi? Herhalde uzun vadede çeşitli hastalıklara neden oluyor.”

    BAĞIMSIZ HEYET GELMELİ

    Öcalan, krom ve strosyuma bağlı olarak gerçekleşen zehirlenme olgusunu şu sözlerle değerlendirdi: “Buraya bağımsız bir sağlık heyetinin gelmesi iyi olur. Bu devleti de töhmet altında kalmaktan kurtarır. Burada bana karşı devletin bir yöneliminin olduğuna ihtimal vermiyorum, ama daha önce de söyledim devlet içerisinde bir kliğin yönelmesi olabilir. Bana yönelmek isteyenler var. Bağımsız bir heyetin adaya gelerek sadece toksid ile ilgili değil, kanserojen hastalıklar da dahil olmak üzere kapsamlı bir check-up yapması gerekir. Bu tarzda bir kontrol iyi olur. Bu devleti de töhmet altından kurtarır.”

    BAŞKASININ ASKERİ OLMAYIZ

    Bazı Kürt çevreleri tarafından gündeme getirilen “Bin PKK’li silah bırakıp Irak’ta siyaset yapsın” çağrılarına tepki gösteren Öcalan, “Bazı Kürt çevreleri “bahara doğru PKK’ye bir çağrı yapabiliriz. Çağrıda bin kişinin silah bırakıp gelip Irak’ta siyaset yapmasını isteyebiliriz” demişler. Ne demek şimdi bu! Kim kime çağrı yapıyor! Silahları bırak gel de ne demek? Ne demek gel Irak’ta siyaset yap! Zaten Irak’ta siyaset yürütülmüyor mu? Orada Kürtlerin demokratik bir partisi yok mu? Zaten daha önce yapmadılar mı bunu? Para var, rahat bir yaşam vaat edilerek başkasının askeri olmayı kendilerine yediriyorlar. Osman kişiliği ve Botan alçağı büyük tahribatlar yarattılar. Başkasının askeri oldular. Bin kişi götürdüler değil mi? Onların gitmesi hiç önemli değil, daha fazla hatta hepsi de gidebilirler. Bana çizgiye bağlı dürüst bir tek Kürt kızı veya Kürt erkeği de kalsa yeter. Hiç önemli değil, gitmek isteyen gidebilir. Benim için Özgürlük Mücadelesi önemli. Benim mücadelem özgürlükçü ve kendi özgücüne dayanmadır, kimsenin askeri olmamadır. Öyle bir para, dolar ve kadın ile satılacak bir mücadele değildir” şeklinde konuştu.

    MÜCADELEM ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİDİR

    Öcalan sözlerini şöyle sürdürdü: “Size bir şehidimizi hatırlatayım. Şehit Beritan. YNK’liler bir kayalıkta uçurumun kenarında Beritan’ın etrafını çeviriyorlar, çembere alıyorlar. Teslim ol diyorlar, öyle teslim ol derken de seni Türkiye’ye teslim edeceğiz diye değil, gel kardeşiz sana işkence etmeyeceğiz, gel sadece aramızda kal diyorlar. Ama Beritan bunun gerçekten böyle olmadığını biliyor, özgürlüğüne düşkün, bu durumu kendi onuruna yedirmiyor ve kendini kayalıklardan aşağı fırlatıyor. Beritan sonsuz özgürlük ve Önderlik çizgisine sahipti. Benim için önemli olan Beritan çizgisinin savaşımıdır. Ben kimsenin askeri olamam, benim mücadelem özgürlük mücadelesidir. Bunların amacı PKK’yi Amerikan çizgisine getirmektir. Bunlar kan siyaseti güdüyorlar. Bu çok vahşi bir durumdur. PKK’yi açlıkla sınayacaklar. PKK’de iki tür açlık olduğunu düşünüyorlar; birisi fiziki karın açlığı, diğeri cinsel açlık. Dağda aç kalmış gerillalara biraz ekmek, biraz para ve kadın verecekler ve böylece onları kendi yanlarına çekecekler. Bu tarz yaklaşımlarla Kürtleri kendilerinin paralı askeri yapacaklar. Bunları zaten şu anda Bağdat’ta paralı asker olarak savaştırıyorlar. Bu tür politikalar tarihin görülmemiş, en büyük ihanetidir. Böyle şey olmaz. Öyle bir kaç gerillayı dağdan indirip Türkiye’ye teslim edilmesi karşılığında biraz para kazanacak, bir şeyler elde edeyim tarzı siyasetle kimse bir yere varamaz. Bunlar tehlikeli yaklaşımlardır ve tehlikeli sonuç doğurur.”

    BARZANİ İLE ÜÇ KEZ GÖRÜŞTÜM

    Güney Kürdistan’daki oluşuma da değinen Öcalan, şöyle konuştu: “Kürdistan’da Talabani fazla etkili değil, asıl olan Barzani’dir. Barzani’nin olumsuz yönelimlerinin olacağını sanmıyorum. Yaklaşımları daha olumludur. Ben Sayın Barzani ile üç kez görüşmüştüm. Neçirvan ve önceleri İdris Barzani ile de görüşmüştüm. Barzani’nin kendisiyle en son 96’da görüştüm. O zaman kendisiyle beraber çizdiğimiz bir çerçeve vardı. Bu çerçeve temelinde ilişkilerimiz dostane temelde devam edebilir ve geliştirilebilir. Barzanilerin bağımsız devlet veya ulus-devlet kurmaları halinde buna karşı olmayacağız ancak kendilerinin de bizim demokratik ulus anlayışımıza karşı olmamaları gerekir.”

    TÜRKİYE’Yİ IRAKLILAŞTIRACAKLAR

    Başbakan Erdoğan’ın Ürdün’de Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile görüşme gerçekleştirdiğini hatırlatan Öcalan, şu hususlara vurgu yaptı: “Erdoğan Ürdün’de Talabani ile görüşüyor. Bunların ciddi güçleri yok, devlet politikaları yok, öyle bireysel olarak birbirlerine karşılıklı sözler veriyor, bir şeyler söylüyorlar, “senin düşmanın benim de düşmanımdır” diyorlar. Bunların Nakşi tarikatı ile ilişkileri biliniyor, Nakşicilikle Kürt Sorununu çözmeye çalışıyorlar. Bu anlayış Cumhuriyetin mantığıyla da bağdaşmaz. Deniz Baykal Hükümete çok yükleniyor ama bu konuda biraz haklı. Öfkelenmemem gerekir ama sorunu bu şekilde çözmeye çalışınca öfkeleniyorum. Bunların Türkiye’deki Kürtlerini Zapsu temsil ediyor. Amerika bağlantıları da biliniyor, Fethullah Gülen de zaten Amerika’da. Bir de Abdülmelik Fırat var. Bunların yapmak istedikleri Türkiye’yi Afganistanlaştırmaktır, Iraklaştırmaktır. Bu politikalar çok tehlikelidir, Türkiye’nin de hayrına değildir.”

    ERDOĞAN ÇÖZÜMÜ ABD’DE ARIYOR

    Erdoğan’ın Türkiye’yi Iraklılaştırma amaçlarını göremediğini ifade eden Öcalan, şu hususların altını çizdi: “Şimdi Sayın Erdoğan bunları görmüyor. Deniz Baykal için müflis tacir diyor ya, aslında kendisi de aşırı kâr etmek isteyen bir tacir görünümündedir. Müthiş kâr hırsı ile hareket eden bir tacirdir. Bir verip on almak istiyor. Mevcut konumda sorunları çözmekten ziyade zamana yayarak kendine avantaj sağlamak istiyor. Herhangi bir konuda net bir devlet politikaları yoktur. AKP müthiş kararsız bir partidir. Devlet politikasında en kötü şey kararsızlıktır, siyasi istikrarsızlıktır. Erdoğan Kürt sorununda kararı Irak’ta Talabani ile ABD’nin almasını bekliyor. Oysa Genelkurmayın kendisi de özeleştiri yaptı. Birçok yanlış politikalar izlediğini dile getirdi. Bu önemlidir. Bizim kendi aramızda çözüm imkânımız olmalıdır. Kürtler ve Türkler olarak bu sorunu kendimiz çözeriz, Batının güdümüyle değil. Daha önce belirtmiştim; Kürtlerin Türkiye ile ittifak etmesi Türkiye’ye büyük kazandıracaktır. Gerilla, öz savunma güçlerini devlete karşı güçler olarak algılamaya gerek yok. Bir çözüm gelişirse bu öz savunma güçleri, Türkiye’nin de güvenliğini sağlayabilir. Bunu Türkiye halkına da söyleyin, bunu böyle bilsinler. Herkesin meşru savunma hakkı vardır. Farklı kültürler olarak dil, etnik kültürler korunmalıdır. Herkesin kendi kültürünü kimliğini yaşatma ve yaşama hakkı vardır. Ama Sayın Erdoğan, Kürt sorununun çözümünü Kuzey Iraklı Kürt liderlerde ve ABD’de buluyor.”

    ‘SİLAHLAR KÜRT KİMLİĞİNİ KORUMAK İÇİNDİR’

    Bazı ABD’li yetkililerden DTP’ye yönelik yapılan “PKK silah bıraksın, sonra görüşelim” çağrılarını da değerlendiren Öcalan, şu değerlendirmede bulundu: “ABD’li yetkililer DTP’ye; “PKK şiddetini kınarsanız ve PKK’ye silah bırakma çağrısı yaparsanız görüşebiliriz” demişler. Ne demek silah bırakın! Ben halkın can güvenliğini koruculara mı bırakacağım! Bizim mücadelemizde silah, ulusal kurtuluş mücadelesinin bir aracı değildir. Bunu Türkiye halkının da bilmesi gerekir. Bizim mücadelemiz kurtuluş savaşı gibi silahlı bir mücadele değildir. Bizim mücadelemiz felsefik, zihinsel anlamda özgürlük mücadelesidir. Her zaman silah olacaktır ama bu kendi can güvenliklerini ve halkın can güvenliğini korumak içindir. Bunlar Türkiye’ye karşı güçler değil, öz savunma güçleridir. Öz savunma güçleri her yerde vardır. Bunlar halkın güvenliğini korurlar. Silahlar Kürt kimliğinin, Kürt kültürünün korunmasında, gelişmesinde bir teminattır. Bölgeye 500 bin asker yığmışlar, o halde sen silahını bırak, bırakabilir misin! Bırakırsan seni bitirirler. Onuru ve şerefi olan sonuna kadar direnir.” ( DÜN DÜNDÜR BUGÜN DE BUGÜN :)))) )

    EVREN’İN BELLİ BİR ETKİNLİĞİ VAR

    Kamuoyunda yankı uyandıran 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in sözlerine de değinen Öcalan, şu şekilde konuştu: “Sayın Kenan Evren’in geçen gün yapmış olduğu açıklamaları geç de olsa gazetede okudum. Hasan Cemal’e bahsettiği ‘katı milliyetçiliğin’ çözüm olmadığını o da görüyor. Taner de bunu dile getirmişti. Ben buna ulus devlet şovenizmi, ulus devlet faşizmi diyorum. Ben Kenan Evren’e ‘dahi’ derken askeri stratejiden anlıyor demek istedim. Sözümü bu vesileyle tashih ediyorum. Kenan Evren, basit bir kişi değildir. Devlet adamlığı tecrübesi var. Yaşı ilerlemiş olsa da dinçtir, belli bir etkinliği ve ağırlığı vardır. Bu söylediklerini askeriyenin içinde bazıları ile konuşarak mı dile getiriyor yoksa şahsi görüşleri mi onu bilemiyorum. Bu görüşlerini orduya ve ordudan emekli olmuş olanlara anlatacağını belirtiyor. Onları ne kadar ikna eder, bilemiyorum. Ben bir aralar “devletten bir ses” beklediğimi söylemiştim. Evren’in açıklaması o sestir demiyorum ama tam denk düştü. Bu konuda Leyla Zana ile görüşebileceğini söylemişti. Evren’in yanında kimler var onu bilemem. Bir takım emekli generalin olduğu söyleniliyor.”

    KIZIL ELMACILAR YARGILANACAK !!!!!

    “Türkiye’de bir milliyetçi kanat var. Bu kanatın yükselişi çok tehlikeli bir durumdur” diyen Öcalan, “Evren bu yükselişin ne tehlikeler doğuracağını görmekte. Ayrıca Evren, bahsettiği örgütlenmiş “katı milliyetçiliğin” de Türkiye sorunlarına çözüm getirmediğini görmekte. Türkiye’deki bu ulus devlet faşizmi içinde Yazıcıoğlu derin kanatı oluşturuyor. CHP ve Baykal, bu akıma balıklama atladı. MHP zaten içinde, istese de kendini bundan kurtaramaz. Ben bunlara kızıl elma ittifakı demiştim. Ağar kendini bundan biraz uzaklaştırdı. Erkan Mumcu’nun ne yaptığı ortada. Bu tehlikeli akım aslında daralmış ve tecrit olmuştur. Bunların arkasında eskisi gibi TÜSİAD, AB ve ABD desteğini alamamaktadırlar. Bu kesimler milliyetçi akımdan desteğini çekmişlerdir. Bu akım, ikinci dünya savaşından sonra Hitler faşizmi gibi AB rotasında beş-on yıl içerisinde yargılanacak. Bunu kesin biliyorum. Ama bunu görmüyorlar.” diye konuştu. (ERGENEKON DAVALARINDAN ÖNCE OLAYI BİLİYOR ????)

    TUTUKLAMALAR ÇİLLER DÖNEMİNİ AŞTI

    Son günlerde medyada ve kamouyunda yaşanan Sayın tartışmasına değinen Öcalan, şu çarpıcı tespitlerde bulundu:

    “Erdoğan’ın benim hakkımda Sayın deyip demediğini bilmiyorum, ama ben kendisine Sayın diyorum. Bu hükümet dönemindeki gözaltılar ve tutuklamalar Çiller dönemini dahi aştı. Şemdinli patlamasından sonra Kürtler kuşatma altına alınmak istendi. İşte 500 bin askerle yığınak yaptılar, operasyonlar tam hız devam etti. Yine mikro krediler ile Kürt halkı satın alınmak istendi. “AKP’ye gel, kredi al!” Bu yolla Kürtleri kendilerine bağlamak istiyorlar. Ben kredi almasınlar demiyorum, alsınlar. Ama onurlarına ve kimliklerine sahip çıksınlar. Uzun bir süredir bölgeye yatırım yapılmayarak Kürtler aç ve yoksul bırakılmakta. Tunceli’de en ufak bir yatırım yapılmamıştır. Özellikle Diyarbakır ve Tunceli’de AKP mikro kredilerle Kürtleri satın almak istemektedir. Kürtler için tarihte ve şimdi en rezil, rezil, rezil durum parayla satın alınmaktır. Bölgede Ermenilerin tehcirini geride bırakan göçertilme politikası söz konusudur. Bundan iki ay önce Tunceli iskan kanununu geride bırakan bir yasadan bahsediliyor. Yuh DTP’ye diyorum! Ben olsam kıyameti koparırdım. Bununla amaç bölgenin insansızlaştırılmasıdır. Ilısu barajı yapılıyor. Bu barajla 99 köy baraj suları altında kalmakta. Bu alanlar en verimli tarım alanlarıdır. Yine Kürt kültürü, tarihi açısından önemli yerleşim yerleridir. DTP bunları görmüyor mu? Bunlara karşı neden politikalar geliştirmiyor.”

    DTP’Yİ ALMAN ÇİZGİSİNE ÇEKMEK İSTİYORLAR

    Gazetede Sertaç Bucak’ın kendisine ilişkin bir açıklamasını okuduğunu anlatan Öcalan, şöyle devam etti: “Kendisi Hak-Par başkanıdır. Benim için ‘Apo’yu derin devlet yönlendirmekte’ demektedir. Cevap hakkımı kullanıyorum; beni kimse yönlendirmiyor, yönlendiremez. Kendisi böyle diyor ama, o halde şunu da açıklasın: Yüzlerce kez kendileri görüştüler, toplantılar yaptılar. Kendisi neye güvenerek bunları söylüyor? Arkasında Alman desteği var. Bunlar Alman çizgisindedirler ve bazı AB devletlerinin de desteği vardır. DTP’yi de bu çizgiye çekmeye çalışıyorlar. DTP bu çizgiye gider mi gitmez mi bilemem, DTP bilir. Ben DTP’nin demokratik politika yapması için yeteri kadar proje ürettim.”

    SEÇİM KARARINI DTP VERSİN

    “DTP kendi demokratik barış ve demokratik siyasetini oluşturmalıdır” diye konuşan Öcalan, “Tam bu noktada seçimlere İspanya ve İtalya gibi sol bir ittifakla girilmesi iyi olurdu, ancak 10 Aralık hareketi kötü başladı, Türkiye’de sol bir ittifakın gelişmesini engelledi. CHP’nin tutumu biliniyor, milliyetçi çizgiye kaydı. Özellikle Karayalçın’ın tutumu oluşabilecek sol ittifakın önüne engel oluşturdu. Bu durumda DTP kendi kararını kendisi verecektir. Bağımsız girebilirler seçime. Şunu öneriyorum: Sivil toplum örgütleri, sendikalar ve toplumun diğer kesimleriyle birlikte bir ittifak yapabilirler. Bu ittifakla yüzde 10 barajını geçebileceklerine inanıyorlarsa, bir parti adıyla seçime girebilirler. Aksi halde bağımsız adaylarla seçime girebilirler” şeklinde konuştu.

    ULUS DEVLET AŞILIYOR

    Ortadoğu’yu bu hafta da analiz eden Öcalan, Ortadoğu’ya yönelik şu önerilerde bulundu:

    “Ortadoğu’ya gelince ben Kürtler için KCK sistemini öneriyorum. Komala Civaka Kurdistan adıyla bir örgütlenmeye gidilebilir. Bu örgüt kimsenin örgütü değil, tüm Kürtlerindir. İçinde KDP, YNK bulunabilir, bulunmalıdır. Böyle bir örgütlenme gerçekleşirse bu örgütlenme Kürtler adına herkesle görüşebilir, İranla, Türkiyeyle, Irakla oturabilir, görüşülebilir. Talabani de bu çerçevede herkesle görüşmeler yapabilir. Kürtler bu sistem altında bir araya gelebilmelidirler. Bütün Kürt partileri, örgütleri ve Kürdistan’da sözü geçen siyasi şahsiyetler bu sistemde bir araya gelerek hem kendi iç sorunlarına çözüm bulabilmeli hem de bir diplomasi bürosu oluşturularak belirlenecek bir Kürt ulusal politikası çerçevesinde bölge devletleri ve uluslar arası güçlerle görüşmeler yapabilmelidirler. Ben Ortadoğu’daki tüm bu sorunların çözümü olarak “civaka demokratik” formülünü ortaya atmıştım. Bu çözüm yönteminde bu kent Kürt kenti, bu kent Türk kenti, bu kent Fars kentidir denilmeksizin, mevcut sınırlara da dokunulmadan, ama bütün kültürel kimliklerin de kendini özgürce ifade ettiği bir sistem. Bunu AB kısmen yapıyor. Aslında Fransa milliyetçiliği buna direniyor. İspanya ve İngiltere bu sisteme biraz daha yakındırlar. Ulus-devleti aşmaya çalışıyorlar. Afrika ve Güney Amerika’da da ulus-devlet anlayışı aşılma yolundadır.”

    İRAN IRAK GİBİ OLMAMALI

    İran’ın 15 İngiliz askerini rehin almasından sonra Körfez’de tansiyonun yeniden yükseldiğine vurgu yapan Öcalan, şu tespitlerde bulundu: “İngiliz askerlerin İran tarafından alıkonulmasından sonra İran’a yöneleceklerdir. İran mevcut konumuyla duramaz ya kendilerini demokratik siyaset temelinde yenileyeceklerdir ya da aşınacaklardır. İran’a ABD ve İngiltere tarafından saldırılması halinde İran çok karışacaktır. İran adeta Iraklaşacaktır ve büyük katliamlar olabilir. Fakat İran büyük bir devlettir, direnecektir. Bu nedenle İran’a tam hakim olamazlar, ama İran çok karışacaktır. Buna karşı ucu açık demokratik bir siyaset güdülmelidir. İran’daki Azeriler, Beluciler ve Kürtlerin içinde yer aldığı demokratik bir yapılanma olası saldırıları engelleyebilir. İran’da Irak benzeri etnik ve mezhepsel iç çatışmaların yaşanmaması için Kürtler orada Azeriler ve Beluciler ile ucu açık demokratik bir ilişki geliştirmelidirler. Yani İran’ın da Irak gibi olmaması için bir çaba içinde olmalıdırlar. İran daha büyük bir devlettir. Çatışmalar Irak’takinden kat be kat fazla olur.”

    HALKA VE AYDINLARA SAYGILAR

    Öcalan, sözlerini şöyle tamamladı: “Kürdistan Bölge Hükümeti Kültür Bakanı’na, Güney halkına ve aydınlarına selam ve saygılarımı iletiyorum. İ.Wallerstein, şu an Avrupa’da. Kendisine de çok selamlarımı iletiyorum. Kendisinin Dünya Sistemleri isimli kitaplarından iki cilt okudum. Cezaevlerinden bana gelen mektuplar var. Cevap verecektim, zaman kalmadı. Tüm arkadaşlara selamlarımı iletiyorum.”

    ANF NEWS AGENCY
    Comments(0)http://arsiv.vegernu.com/#pos

  66. Yine Dersim üzerine bir alıntı (Cengiz Özakıncı’dan)

    [Alevi, Kızılbaş, Şii Iran] x [Sünni Osmanlı] Çaldıran Savaşı, 1514’te bitmemiş, değişik zamanlarda, değişik biçimlerde, yüzyıllar boyu sürmüş; Osmanlı uyruğunda bulunan kimi Alevi, Kızılbaş Dersim Aşiretleri, bu savaşı Sünni Osmanlı’nın o yöredeki madenlerini, eşdeyişle ordunun top tüfek üretimiyle maliyenin para üretimini baltalayarak sürdürmüştür. 1500’lere dek kendi silahını kendisi yapan, dahası yabancı ülkelere silah satarak önemli bir gelir sağlayan; savaşlara sınırsız top, tüfek, barut, gülle ve mermiyle çıkıp düşmanlarının ödünü patlatan Osmanlı, aradan iki yüzyıl geçmeden topunu tüfeğini yabancılardan satın alır; gülleyi, mermiyi taneyle dağıtır, cephanesi tükenen askerleri savaştan kaçar bir duruma düşmüştü.

    Yabancılar Osmanlı’ya her zaman kendi kullandıklarından daha kısa menzilli toplar ve tüfekler satıyordu. Örneğin, düşman 2000 metre uzaktan Osmanlı ordusunu vurmaya başladığında, Osmanlı’nın çok çok 1500 metreyi vurabilen ithal topları, tüfekleri, düşmanın 500 metre önüne düşüyor; komutanlar, düşmanın uzun menzilli silahlan karşısında yabancılardan satın alınan kısa menzilli silahların etkisiz kalması yüzünden yenildiğimizi bildiriyorlardı. Uzun menzil, daha nitelikli madenden yapılan namlu ve daha iyi barutla sağlanabilirdi. Maden işletmelerinin sıkça baltalanması, verimli biçimde işletilememesi buna olanak vermiyor, top, tüfek, barut gibi madenciliğe bağlı savaş araçlarında gerileyen Osmanlı’nın parası da maden üretimindeki baltalamalar ve verimsizlik nedeniyle giderek bozuluyordu.

    Başlangıçta kendi parasını ülke topraklarından çıkardığı gümüş ve bakırla kendisi basan Osmanlı, maden işkolundaki düşüşle birlikte, para basımında da sıkıntılarla karşılaşmaya başlamış; öyle ki, kimi dönemlerde evlerdeki gümüş bakır vazolar, tepsiler darphaneye gönderilip bunlardan para basılarak askerin memurun ödentileri bu paralarla yapılır olmuştu. Amasya ve Gümüşhane’de çıkartılan gümüşün kimi Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri aracılığıyla mezhepdaşları İran’a kaçırılması, İran’daki 70 darphanenin Osmanlı’dan kaçırılan gümüşle beslenmesi; Osmanlı’daki gümüş akçe sorununun, siyasallaştırılmış Alevi-Sünni mezhep savaşının Çaldıran’dan sonra başka araçlarla sürdüğünü gösteriyordu. Osmanlı madenleri baltalanmayıp verimli çalışabilseydi, evlerdeki gümüş vazoları, bakır tepsileri darphaneye gönderip gümüş akçe, bakır mangır bastırmaya gerek kalmaz; başka madenler karıştırılarak paranın ayarı bozulmaz; askerler, memurlar ve halk; “biz bu değeri düşük, ayarı bozuk paraları istemezük!” diye ayaklanmazdı. Kimi Dersim aşiretlerinin kendi çevrelerinde işletilen Osmanlı madenlerini vurduğu yüzyıllarda, bütün bunlar yaşanmıştı.

    Tophaneler, baruthaneler, darphaneler; eşdeyişle devletin ordusu ve maliyesi gerekli nitelik ve nicelikte madenden yoksun kalınca, devletin bu iki temel direği sallanmaya başlamıştı. 1839 Tanzimat Fermanı, içerde dirlik ve düzenlik sağlanamadıkça, dış saldırılara direnmenin olanaksız ve çöküşün kaçınılmaz olduğunu haykırıyor; siyasallaşmış din ve mezhep ayırımcılığından kaynaklanan iç çatışmalarla mahvolan üretim, yatırım ve verimliliğin, ancak uyruklara tanınan haklarda ve yüklenen görevlerde eşitliğin sağlanmasıyla diriltilebileceğini vurguluyordu. Devletin bu doğrultuda 1845-1849 arası, Dersim Ovacık’ta bir askeri kışla yapıp aşiret üyelerini eşit özgür bireylere dönüştürerek aşiret örgütlenmesini dağıtmaya yönelik idari, siyasi girişimleri, aşiret reislerinin tepkisiyle karşılaşacaktı. 1851’de gerçekleşen ayaklanmanın bastırılmasından sonra Padişah’a sunulan raporda “üç dört yüzyıldır devlet otoritesinin girmediği” Dersim’de birkaçı dışında çoğu aşiretlerin silahlarının toplandığı, fakat “yerleşik yaşama geçmelerinin zaman alacağı” bildiriliyordu.
    (BOA, İrade Meclis-i Vala, no 8431)

    Osmanlı’nın Tanzimat’la eşit yurttaşlığa yönelmesi, emperyalistlerin çıkarlarına uygun düşmediğinden, Osmanlı’daki bütün dinsel cemaatlere, hahamlara, papazlara, imamlara, Tanzimatın din düşmanlığı olduğu, eğer dinsel yapılarını yokoluştan kurtarmak istiyorlarsa, Tanzimat’a karşı eyleme geçmeleri gerektiği propagandası yapılmış; Musevi, Rum ve Müslüman din adamları, kendi cemaatlerini Tanzimat’ın uyruklar arasında eşitlik maddesinin din düşmanlığı demek olduğuna inandırmaya koyulmuşlardı. Her yönden kösteklenen Tanzimat’ın, Dersim’de ve diğer yörelerdeki aşiret yapılanmalarında yapabildiği tek değişiklik, aşiretlerin o günkü reislerine “kaymakam” vb. gibi idari ünvanlar verilmesi olacak; fakat bir aşiret reisine “kaymakam” demekle o aşiretin üyeleri eşit özgür yurttaşlara dönüşmüş olmayacak; tersine, aşiret reisleri, üstelik bir de devlet gücüyle donanmış olarak, aşiret üyelerini eskisinden daha güçlü biçimde aşiret düzenine bağlı tutacaklardı.

    Tarihinde yabancı devletlerden borç almamış olan Osmanlı, Kırım Savaşı’nda 1854, 1855 arası üç kez İngiltere’den borç almış; borç veren yabancılar, alacaklarını güvenceye almak üzere, Osmanlı maliyesine kendi görevlilerini sokarak bütün üretim alanlarım denetlemeye başlamıştı. 1856 Islahat Fermanı’yla devlet, bir yandan biricik toplumsal kurtuluş yolu olarak tüm uyruklarını tek “Osmanlı Milleti” kimliği altında birleştirmeye çalışırken, öte yandan ekonomik alanda ülkeyi tümüyle yabancı egemenliğine sürüklüyordu. Oysa, devletin izniyle en sarp yerlerde açılan yabancı konsolosluklar, etnik, dinsel, mezhepsel ayrışmaları körükleyip aşiret yapılanmalarını pekiştirici çalışmalar yürüterek, devletin eşit yurttaşlığa evrilecek tek “Osmanlı Milleti” tasarısını el altından baltaladıklarından, Islahat Fermanı’nın amaçladığı eşit yurttaşlık, aynı fermanın yabancılara tanıdığı ayrıcalıklar yüzünden gerçekleştirilemez oluyordu.

    Emperyalistler, 1839 Tanzimat Fermanı’na karşı yaptıkları gibi, 1856 Islahat Fermanı’na karşı da “uyrukların eşitliği”nin din düşmanlığı demek olduğu propagandası yürütmüşler; 1859’da kurulan bir gizli örgüt “eşit yurttaşlığın din düşmanlığı olduğu” sloganıyla “Kuleli Vakası” olarak bilinen bir darbeye kalkışmıştı. İngilizler, Islahat Fermanı’nın eşit yurttaşlık maddesinin 1865’te yalnızca Adana ve çevresindeki aşiretlere uygulanmasına göz yummuş, yalnızca bunu büyük bir sevinçle desteklemişlerdi; çünkü dünyanın en büyük ham pamuk üreticisi Amerika, 1861’de patlak veren iç savaş nedeniyle İngiltere’ye ham pamuk satmaz olmuş; İngilizler pamuklu dokuma sanayilerini ölümden kurtarmak amacıyla Amerika’dan alamadıkları ham pamuğu, doğasını pamuk ekimine elverişli bulduktan Adana’da üretmeye, bunun için de o bölgedeki aşiretleri hayvancılıktan uzaklaştırıp pamuk tarımında işçi olarak çalıştırmaya gereksinim duymuşlardı.

    Emperyalistler, Osmanlı’nın Adana’dan başka yörelerdeki aşiretleri dağıtıp üyelerini eşit yurttaşlara dönüştürmesine karşıydılar. Dersim’de de durum böyleydi. 1860 sonrası Hozat ve Mazgirt’e birer askeri kışla kuran Osmanlı, Adana’da 6 ay içinde başardığı işi Dersim’de gerçekleştirememiş; gezginci satıcı “çerçi” görünümünde Dersim’e girip çıkan yabancıların bu yöreye özel bir ilgi göstermesini önleyememişti. Dersimli aşiretlerin çevredeki madenlere saldırıları sürüyordu. Sonunda Osmanlı, yabancılara toprak satışı yasağını kaldıracak; bir türlü verimli işletemediği madenleri 1867-1869 arası yabancılara satmaya başlayacaktı. 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Anadolu’ya giren Rus orduları Dersim aşiret reislerini ayrılıkçı Ermeniler aracılığıyla Osmanlı’ya karşı kışkırtmış; kimi Dersim aşiretleri Erzurum’daki Rus konsolosluğuyla ilişkiye geçerek Hozat ve Mazgirt kışlalarını yıkmış, kimileri de Kemaliye ve Çemişgezek’e saldırmıştı.

    Trabzon’daki İngiliz konsolosu, Eylül 1878’de kimi Dersim aşiretierinin Erzincan’daki Osmanlı ordusunun ileri kollarına saldırdığını bildiriyordu. Osmanlı’nın Rusya’ya yenildiği bu savaştan sonra Anadolu’nun doğusunda özerk bir Ermenistan kurulmasına yönelik İngiliz tasarısının 1878 Berlin Kongresi’nde onaylanmasıyla birlikte, Anadolu’da etnik ve mezhepsel ayrışmalar hızlanmış; örneğin Hakkari’de, İngiliz, Amerikan ve Rus konsoloslarıyla görüşmeler yapan aşiret reisi Şeyh Ubeydullah, Osmanlı’nın Ruslar’a yenildiğini, gücünün tükendiğini, üstelik gavur olduğunu savlayarak, kendisine bağlı aşiretleri ayrı bir devlet kurmak üzere ayaklandırmıştı. Abdülmecid ve Abdülaziz’in eşit yurttaşlığa dayalı tek “Osmanlı Milleti” tasarısıııı terk eden Abdülhamid, “İttihad-ı İslam”, eşdeyişle “İslam Birliği” tasarısına sarılarak, doğu Anadolu’da bir Hıristiyan Ermenistan kurulmasını önlemek üzere, 1891’de Sünni Kürt aşiretlerinden Hamidiye Alayları oluşturmuştu. Devleti eşit yurttaşlık çizgisinden ayıran Abdülhamid’in siyasal dinciliğe ve mezhep ayırımcılığına yönelmesi, Dersim’in kimi Alevi-Kızılbaş aşiretlerini rahatsız etmişti. 1892’de Erzincan Başsavcılığı ve 1896’da Müşir Zeki Paşa tarafından yazılıp Abdülhamid’e sunulan Dersim raporlarında, yörede devlet egemenliğinin sağlanması için neler yapılması gerektiği sıralanıyor; Dersim’de kimi aşiret reislerinin, Ermeniler’in özellikle de protestan olanlarıyla çok yakın ilişkide olduklarının altı çiziliyordu. 1896’da Dersim aşiretlerinden de Hamidiye Alayları oluşturmasına çalışılacak, fakat bunda sorunlar yaşanacaktı.

    Arifi Paşa’nın 1903, Celal Paşa’nın 1906 tarihli Dersim’in Yeniden Yapılandırılması’na ilişkin raporları, aşiretlerin 1907 ve 1908 isyanlarıyla uygulanamaz olmuştu. 1908’de II. Meşrutiyet Devrimi gerçekleşmiş, devlet Abdülhamid’in siyasal dinci çizgisini bırakıp yeniden eşit yurttaşlık çizgisine yönelmiş; fakat 1909’da aşiret düzenini kaldırmaya yönelik devlet girişimi, Dersim’deki 54 aşiretin 19’unun silahlı direnişiyle karşılaşmıştı. 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlak verince, devlet eşit yurttaşlık çizgisini bir kez daha terkedip, yeniden Abdülhamid’in Almanlarca tasarlanmış “İslam Birliği” çizgisine sarılmış; bu sırada ayrılıkçı Ermeni örgütlerinin ve Rus ordusunun Dersim’e duydukları ilgi yoğunlaşmıştı.

    Rus orduları doğu Anadolu’ya girdikten sonra Dersim’e özel görevliler yollayarak eğer Osmanlı ordusuna saldıracak olurlarsa Dersim’e bağımsızlık vereceklerini bildirmiş; kimi Dersim aşiretleri Rus önerisini benimseyerek Mart 1916’da saldırıya geçmiş; fakat bu aşiretler, Mayıs 1916’da Osmanlı ordusuna yenilerek teslim olmuşlardı.

    Ekim 1918’de Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkacak, İzmir’in Yunan ordularınca işgali üzerine Mayıs 1919’da kurtuluş ve bağımsızlık için savaş başlayacaktı.

    Sovyet Ermenistanı’yla imzalanan 1921 Gümrü Antlaşması, doğu Anadolu’da Büyük Ermenistan tasarılarına son verirken; Dersim’de 400 yıldır Alevi-Kızılbaş mezhep kimliklerini öne çıkaran aşiretler, Sevr tasarısına umut bağlayan ayırımcı örgütlerce etnik bir kimliğe büründürülerek Ankara’ya karşı kışkırtılacak ve Koçgiri aşiretinin adıyla anılan ayaklanma, Nisan 1921’e bastınlacaktı.

    Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, 3 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi gizli oturumunda yaptığı konuşmada, Koçgiri Ayaklanması’nı kışkırtanların Dersim aşiretlerine giydirmeye çalıştıkları etnik kimliği reddederek, bu aşiretlerin çoğunun yüzyıllar önce Horasan’dan gelmiş, süreç içerisinde çeşitli nedenlerle komşu aşiretlerin etkisinde kalarak Kürtçe konuşmaya başlayan Alevi-Kızılbaş Türkmenler olduğunu söylemişti.

    Dersim aşiretlerinden Hasan Hayri Bey’in 1921 yılında Mecliste yaptığı bu açıklama, ATATÜRK karşıtlarının sıkça dile getirdikleri: “Kemalistler, 1924’ten sonra, Kürtleri asimile etmek için ‘Kürtlerin bir Türk boyu olduğu’ yalanım uydurdular” savını geçersiz kılıyordu; çünkü ayrılıkçıların “Te-Ce’nin resmi tarih tezi” diyerek yalan saydıkları bu tarihsel olgu; 1924’te değil, 1921’de; ATATÜRK tarafından değil, bir Dersim aşiret reisince dile getirilmişti.

  67.  ! 
    “Cengiz ÖZAKINCI” yazdı:

    “Der-sim”den, “Tunç-eli”ye

    Yurttaş Hakları Devrimi (II)

    1839’da Osmanlı döneminde, tek “Osmanlı Milleti” tasarımıyla başlayan, fakat emperyalist kışkırtmalarla kesintilere uğrayarak bir türlü gerçekleştirilemeyen “tek yasalı, tek eğitimli, özgür ve eşit yurttaşlar devleti”, emperyalist boyunduruktan kurtulma sürecinde, ATATÜRK önderliğinde adım adım kurulmuş; “1926 Tek Yasa Devrimi”, bu adımlardan belki de en önemlisi olmuştu. Çünkü yurttaşlık, hangi din, mezhep ve etnik kökenden olursa olsun, ülkedeki herkesin aynı yasayı benimsemesi ve bu yasanın ülkenin her yerinde herkese eşit olarak uygulanmasıyla gerçekleşebilirdi. Nitekim, Medeni Yasa, ülkenin farklı dinlere inanan -fakat aşiret düzenini çoktan aşmış bulunan- Musevi, Hıristiyan topluluklarınca kolayca benimsenmiş; etnik kökenleri, dinleri, dilleri ayrı olduğu halde ayrı bir ulus oldukları iddiasında bulunmayan bu cemaatler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Medeni Yasa’sını benimseyerek ulus devletin eşit yurttaşları olduklarını duyurmuş ve azınlık ayrıcalıklarını terketmişlerdi.

    Gelgelelim, Türkiye Cumhuriyeti’nin Medeni Yasa’sını ellerinin tersiyle iterek, özgür ve eşit yurttaşlığı şiddetle reddeden milyonlar vardı Türkiye’de: Aşiretler…

    Aşiret reisleri, Türkiye’nin “eşit yurttaşlar cumhuriyeti”ne doğru attığı her adıma, insan ve yurttaş haklarına her bakımdan ters düşen aşiret yasalarını korumak üzere isyan ediyorlardı. Aşiretler arasında dil, din, etnik köken birliği bulunmuyordu. Dersim aşiretleri, daha çok Alevi-Kızılbaş mezhebine bağlı ve dilleri çoğunlukla Zazaki’ydi. Ülkenin diğer yörelerindeki aşiretlerse daha çok Sünni-Şafii mezhebine bağlıydılar ve dilleri çoğunlukla Kurmançi’ydi.

    Zazaki ve Kurmançi, çevirmensiz anlaşamadıkları gibi, Sünni-Şafii mezhebinden olan aşiretlerle Alevi-Kızılbaş mezhebinden olan aşiretler de, kökleri 1514 Çaldıran Savaşı’ndan öncelere uzanan mezhep karşıtlığını içselleştirmişlerdi. Bu gibi uyuşmazlıklar aşiretlerin Cumhuriyet’e karşı birleşmelerini olanaksız kıldığı gibi, aşiret yapısını aşarak eşit yurttaşlara dönüşmelerini de güçleştiriyordu. Özgür eşit yurttaşlar cumhuriyetini kurmaya davranan Türkiye, 1938’e dek yurttaşlığa karşı aşiret yasalarını ve düzenlerini sürdürmeyi amaçlayan aşiret reislerinin çıkardığı, emperyalistlerce “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” imiş gibi gösterilerek desteklenen “Şeyh Sait Ayaklanması”, “Ağrı Ayaklanması” vb. gibi çok sayıda aşiret ayaklanmasıyla uğraşacak; Sovyetler Birliği ve Komünist Enternasyonal örgütü, bu ayaklanmaların perde arkasındaki emperyalist oyunları açığa vurarak, Türkiye’yi destekleyecek; dahası Ağrı Ayaklanması’nda Sovyet orduları sınıra asker yığıp isyancıların hareket alanını daraltarak Türkiye’nin bu isyanı bastırmasına yardım edecekti. Son dört yüz yılda yüzlerce kez ayaklanmış, vur-kaç savaşında ustalaşmış kimi Dersim aşiretlerinin reisleri, dört yanı sarp dağlar ve akarsularla çevrili, düzenli ordularca ele geçirilmesi güç doğaya yaslanarak, insan ve yurttaş haklarına düşman aşiret düzenlerini yüzyıllar boyu nasıl sürdürmüşlerse sonsuza dek yine öyle sürdürebileceklerine inanıyorlardı.

    Ancak, bu kez öyle olmayacaktı; çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın çöküş ve dağılma sürecini en ince ayrıntılarına dek bilen, Osmanlı sınırları içerisindeki aşiretlerin, Osmanlı Devleti’nin yıkılışında ne denli etkili olduklarını yaşayarak görmüş, deneyimli kadrolarca yönetiliyordu.

    Yüzyıllarca Osmanlı yönetiminde kalan Irak, Suriye, Mısır, Libya, Ürdün ve Arabistan’ın, Lawrence gibi emperyalist ajanlarca satın alınan aşiret reislerinin başını çektiği silahlı ayaklanmalarla Osmanlı’dan koparıldığını biliyorlardı. Osmanlı ne zaman bir savaşa girse, kimi aşiretlerin derhal ayaklanarak Osmanlı’yı içinden vurduklarını, biliyorlardı. 1916’da Arap aşiret reislerini altınla ve ayrı devlet vaadleriyle tavlayarak Osmanlı’ya karşı savaştıran İngiliz ajanı Lawrence’in, 1930’larda “Hacı Mehmet” adıyla Ağrı Ayaklanması’na karıştığını da biliyorlardı.

    Sorunun etnik köken ayrılığından değil, hangi etnik kökenden olursa olsun, “aşiret yapısı”ndan kaynaklandığını, aşiret yapısının ancak ve yalnız aşiret üyelerinin insan ve yurttaş haklarına kavuşturulmasıyla çözüleceğini biliyorlardı. Dahası, 1935’te “Munzur” adıyla yeniden yapılandırma tasarısı TBMM’de tartışılırken, Şükrü Kaya’nın [o günlerde yabancı kökenli sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmaya yoğunlaşan ve büyük olasılıkla bu sözcüğü de türetmiş olan] ATATÜRK’le görüştükten sonra, “Dersim” için “Munzur” değil “Tunç Eli” (tunç yöresi) adını önermesi; ATATÜRK’ün Osmanlı top dökümünde kullanılan “tunç”un yöredeki bakırdan elde edildiğini bildiği ve buradaki aşiretlerin yüz yıllar boyu çevredeki bakır madenlerine saldırıp Osmanlı’nın tunç top üretimini baltalayarak askeri çöküşüne yol açtıklarının bilincinde olduğunu gösteriyordu.

    Aşiret reislerinin “Der-Sim”ini, insan ve yurttaş haklarının “Tunç-Eli”ne dönüştürme çalışmaları, uzun ve yoğun bilimsel araştırma ve incelemelerin ürünüydü. Osmanlı döneminde yazılmış yeniden yapılandırma önerileri incelenmiş; Osmanlı’daki askeri uygulamalar ve sonuçları irdelenmiş; önceki girişimlerin neden başarıya ulaşamadığı saptanmış; aynı başarısızlıkların yeniden yaşanmaması için neler yapılması gerektiği belirlenmiş; bölgeye yeniden uzmanlar gönderilerek son durumun ne olduğunu gösteren bilimsel raporlar yazılmıştı. 1934’te yayımlanan (yasa) taşınmazların devlete geçeceğini; bu yasanın yayınından önce aşiretlerde reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapanların aileleriyle birlikte Bakanlar Kurulu’nca uygun görülecek başka yerlere yerleştirileceklerini, duyuruyordu.

    “Türkiye Köy İktisadiyatı”nda; Dersim’de 230 köye egemen olan Seyît Rıza’nın her yıl kendi “Maliye Bakanı”(!)nı İstanbul’a göndererek Dersim’den İstanbul’a gitmiş aşiret üyelerini buldurup onlardan da vergi aldığı; vermeyenlerin Dersim’de bulunan yakınlarına baskı yaptığı; sahibi olduğu köylerden gelip geçenlerden “toprak bastı” parası bile aldığı bildiriliyordu. Aşiret üyeleri devlete vergi vermiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’ya vergilerini ödüyorlardı. Devlete askerlik yapmıyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın askerliğini yapıyorlardı. Devletin okullarına gitmiyor, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın söylevleriyle eğitiliyorlardı. Medeni Yasa’nın miras, evlenme, boşanma, mülkiyet hukuku geçersiz; fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın iki dudağı arasından çıkacak aşiret yasaları temyizi olanaksız kesin hükümler niteliğindeydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ceza yasaları geçersiz, fakat aşiret reisi Seyit Rıza’nın uyguladığı aşiret cezaları, kan hukuku yürürlükteydi.

    Devletin aşiret üyelerine ekonomik özgürlüklerini kazandırıp aşiret reisine bağımlılıktan kurtarmak için dağıttığı topraklar dahi, aşiret yasaları uyarınca bedelsiz hileli satışlar yoluyla aşiret reisi Seyit Rıza’nın malına dönüştürülmüştü. Cumhuriyet, 1934’te yürürlüğe giren İskan Kanunu’nun 10. maddesiyle, aşiret reisliğini yasadışı sayarak; bundan böyle aşiretlerin tüzel kişilik savlayamayacaklarını, hiçbir belge ya da hükümün aşirete tüzel kişilik kazandırmakta kullanılamayacağını; aşiret reisleri, beyleri ya da şeyhlerinin tüm yetkilerine son verildiğini; mülkiyetleri hangi resmi belgeye, karara ya da geleneğe dayanırsa dayansın, aşiret reislerinin, aşirete ait ya da aşiret adına diyerek kendi mülkiyetlerinde tuttukları bütün Aşiret yapılarını tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bu kanunun “Dersim”de uygulanması, Dersim’i yeniden yapılandırmayı amaçlayan 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi Hakkında Kanun”la gerçekleştirilecekti.

    Cumhuriyet, aşiretlerin “Dersim”ini, insan ve yurttaş haklarının “Tunç Eli”ne dönüştürmek üzere; yöreyi köprüler, yollar, okullar, hastahaneler, sinemalar, tiyatrolar, halk evleri, bankalar, ziraat kurumlan, hükümet binaları, adliye örgütü, karakol ve kışlalarla donatmaya başladı. Başka yöreden işçi getirilip çalıştırılması yasaktı. Bütün yapılar dolgun bir gündelik verilerek yöredeki aşiret üyelerine yaptırılacak; aşiret üyesi, reisinden bağımsız bir birey olarak çalışıp emeğinin karşılığını para olarak alacak; yüzyıllar boyu yalnızca kendi ailesinin yaşamı için gerekli şeyleri tüketebileceği kadar üreten, bundan fazla üretim yapmadığı için pazara götürüp satacak bir varlığı bulunmayan, dolayısıyla özel mülk nedir, parasal birikim nedir, mülkiyet özgürlüğü nedir tatmamış olan aşiret üyelerinin ceplerine para girecek; aşiretten bağımsız kendisine özel birikim yapmayı ve kendi birikimini dilediği gibi kullanmayı öğrenen aşiret üyeleri böylelikle aşiret düzeninden uzaklaşıp, insan ve yurttaş haklarına adım atacaktı.

    Aşiretler Dersim’inin, özgür birey yurttaşlar Cumhuriyet’inin “Tunç Eli”ne dönüştürülmesi, tasarının biricik amacıydı. Çalışmalar coşkuyla sürüyor, yapımı bitirilen bir köprünün ATATÜRK tarafından açılacağı söyleniyordu.

    Fakat öyle olmadı. O günleri yaşayan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında:
    “Atatürk Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. O tarihte Seyit Rıza Dersim’in lideri. Devlet, Fırat üzerine bir köprü yapmış. Köprünün başında da bir karakol. Karakolda 33 askerimiz, başlarında İsmail Hakkı adında bir yedek teğmen var. Köprüye Dersimliler saldırı düzenliyor. Karakol yakılıyor ve 33 askerimiz şehit oluyor. İşte bu olay isyanın başlamasıdır. Atatürk olayla ilgileniyor ve kesin talimat veriyor: Bu meseleyi kökünden hallediniz.”

    diyerek anlatıyordu olanları. 1937 yılında, 21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan “Nevruz” gecesi, aşiret reisi Seyit Rıza, önderliğini benimseyen kimi aşiretlerle birlikte, kurulan karakolları basarak, 33 askerimizi şehit ederek, yapılan köprüleri yıkarak, Cumhuriyet’in yerleştirmeyi amaçladığı insan ve yurttaş haklarını, özgür birey yurttaşlık düzenim Dersim’e sokmamak ve aşiret düzenini eskisi gibi sürdürmek üzere ayaklanmayı başlatmıştı. Tunceli-Erzincan yolundaki köprü yakılmış, bölgenin telefon hatları kesilmiş, Jandarma birliklerine pusu kurulmuş, Pap bucağı karakoluna baskın düzenlenmiş, Sin Karakolu basılmış, Mazgirt Köprüsü yıkılmıştı. Komünist Enternasyonal’in yayın organı “Rundschau”, 29 Temmuz 1937 günlü sayısında, Dersim’de yaşananları özetle şöyle duyuruyordu:
    “İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor.

    Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. İsyanın arifesinde, tapu kadastro idaresi aşiret reislerinin elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet önlemlerini uygulamaya başlamıştı. Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğinin iktisadi temellerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte, özellikle bu önlem, isyana yol açan neden olmuştur.”

    Komünist Enternasyonal Sovyet Rusya demekti ve Türkiye ile ittifak halinde bulunan Sovyet Rusya, 1937’ye dek Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı gerçekleştirilen onlarca ayaklanmada hep Türkiye’nin yanında yer almış, dahası Kızılordu’yu Türkiye’nin doğu sınırlarına yığarak, ayaklanmacıların İran, Irak bağlantılarını kesmişti.

    Sovyet Rusya’nın tutumunu iki devlet arasındaki ittfak anlaşması belirliyor, Komünist Enternasyonalin Dersim konusundaki bu değerlendirmesinde Türkiye Komünist Partisi’nin en küçük bir etkisi dahi bulunmuyordu. İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi G. Howland Shaw’in, ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 25 Haziran 1937 günlü rapor da özetle şöyleydi:
    “Bölge halkının geri kalmışlığı problemin temel hatlarını oluşturmakta. Yöre halkı, yollar, köprüler, okullar, vs. yapılmasına karşı koyuyor. En son ayaklanma, hükümetin bölgenin sosyal ve ekonomik koşullarım iyileştirmek üzere geliştirdiği reform programını daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı. General Alpdoğan, aşiret reislerini Erzurum’da toplayarak, onlara hükümetin bölgede yol ve diğer şekillerde girişeceği iyileştirme programım tanıtmıştı. Aşiret reisleri bu görüşme sırasında dostane ve anlayışlı göründüler, fakat toplantıdan sonra bölgede sahip oldukları egemenliğin elden gitmesi tehdidi karşısında dönüş yollan üzerinde yer alan bütün köprüleri havaya uçurdular ve hükümete bir ültimatom göndererek; ancak bölgede jandarma bulundurulmaması, yeni köprülerin yapılmaması, bölgenin devlet kurumlarıyla donatılmaması, silahlarının ellerinden alınmaması, vergilerin karşılıklı görüşmelerle belirlenmesi koşuluyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile anlaşabileceklerini bildirdiler. Aşiret reislerinin bu ultimatomu üzerine, bölgeye askerler gönderildi ve aşiret reislerine karşı savaş başlatıldı.”

    İngiliz The Times gazetesinin 16 ve 17 Haziran 1937 günlü sayılarında isyanın “eğitim öğretime karşı koyan”, “reformlara direnen” aşiretlerce çıkartıldığı duyurulmuştu. Kürt Teali Cemiyeti üyesi M. Nuri Dersimi tarafindan yazılıp “Dersim Generali Seyid Rıza” imzasıyla, yardım isteğiyle İngiliz Dışişlerine gönderilen mektup, isyan bastırıldıktan sonra İngiliz Dışişlerince Türkiye’ye gönderilerek; “bakın, isyancılar bizden yardım istediler, fakat biz onlara yardım etmedik, bilginiz olsun” denilmişti. Çünkü İngiltere, büyüyen Hitler tehlikesine karşı, olası bir savaşta Türkiye’yi bu kez karşı cephede değil yanında görmek istiyor ve bu nedenle Türkiye’yi zayıflatıcı etkinliklerine geçici olarak ara vermiş bulunuyordu.

    Fransa’nın durumu da aynıydı. O günlerde Hitler ve Mussolini’ye karşı Türkiye ile ittifak arayışında olan İngiltere ve Fransa, eğer Dersim isyancılarını destekleyecek olurlarsa Türkiye’yi kaybedeceklerini bildiklerinden; 1800’lerden bu yana ilk kez kendilerinden yardım bekleyen isyancıları yüzüstü bırakmayı çıkarlarına uygun göreceklerdi.

    Amerika, İngiltere, Fransa ve Komünist Enternasyonalin bağlı bulunduğu Rusya, Der-sim isyanı konusunda birbirinden habersiz fakat biri diğeriyle örtüşen saptamalarda bulunmuşlardı. Hepsine göre sorunun özü; aşiret reislerinin, insan ve yurttaş haklarının gereği olan kurum ve yasaları Dersim’e sokmayarak, aşiret düzenlerini sürdürmek istemesinden kaynaklanıyordu. İster komünist olsun ister emperyalist, sağcısıyla solcusuyla o dönemde kimsenin yadsıyamadığı gerçek buydu.

    ATATÜRK, askeri harekat sürerken 1 Kasım 1937 günü Meclis’te yaptığı konuşmada: “Her şeyden önce ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemlisi de bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın -hiçbir nedenle ve biçimde- bölünemez hale getirilmesidir. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri toprak genişliği, söz konusu toprağın bulunduğu bölgenin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verimine göre sınırlandırılmalıdır.” demişti. İşte Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan ordusuyla aşiretlerin gerilikçi isyanını bastırmaya çalışırken, aynı anda, isyana katılmayan ya da sonradan teslim olan Dersimli aşiret üyelerine, ailelerini geçindirmeye yetecek büyüklükte toprak tapuları dağıtıyordu.

    Bütün bunlar, Dersim Harekatının salt isyan bastırmakla sınırlı bir askeri harekat olmadığını, orada toprak ağalığının ve aşiret yapısının yok edilmesine yönelik ‘antifeodal bir yurttaşlık devrimi’ yürütülmekte olduğunu gösteriyordu. ATATÜRK’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak bu harekata katılmış, isyancıları havadan bombalamıştı. Sonunda harekatın ilk aşaması sona ermiş, isyana katılan aşiret reislerinden teslim olanlar ve yakalananlar yargı önüne çıkartılmış, suçlu bulunanlar çeşitli cezalara çarptırılmış; ölüm cezalan 15 Kasım 1937 günü Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda yerine getirilmişti.

    16 Kasım 1937 günü Elazığ’a gelen ATATÜRK, 17 Kasım 1937 günü, çoktandır “Tunç Eli”ye dönüşmüş bulunan Dersim’e geçecek ve 33 askerimizi şehit eden aşiretlerin yıktıkları ve Cumhuriyet’in kısa sürede yeniden yaptığı köprüyü kendi elleriyle açarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyini aşma yolunda karşısına dikilen bütün engelleri aşacak güçte olduğunu dünyaya duyuracaktı. 18 Kasım 1937 günlü Ulus gazetesinin olaya ilişkin haberi şöyleydi:
    “16 Kasım 1937 günü, yanında Başbakan Celal Bayar, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen ve daha başkaları olduğu halde, özel trenle Elazığ’a geldi. Günlerden beri Atatürk’ün yolunu bekleyen Elazığlılar, istasyondan şehre kadar yollara halılar döşeyerek parlak bir karşılama töreni düzenlemişlerdi. Dördüncü Genel Müfettiş General Abdullah Akdoğan, Vali Şefik Bicioğlu, Belediye Başkanı Hürrem Müftügil, Maden’den beri Atatürk’ü izliyorlardı. 17 Kasım 1937 sabahı Atatürk, önce Dördüncü Genel Müfettişlik’e gelerek, General Abdullah Akdoğan’dan Elazığ ve sorunları hakkında bilgi aldı. Bir süre sonra da Tunceli’ne bağlı Pertek ilçesi’ne hareket etti. Buradan Murat Suyu’nu geçerek Hozat Deresi üzerinde yeni yapılmış olan ‘Soyungeç’ köprüsüne geldi. Beton köprü gerçekten gösterişli yapılmış, çevrenin yıllardan beri süregelen ulaşım sorununu çözmüştü.

    Atatürk, köprünün açılışını yaptıktan ve kurdeleyi kestikten sonra: ‘Daha önce soyunup suya girdikten sonra geçilen ırmağa Soyungeç denmiş. Şimdi buna lüzum görülmeden sinerek geçiliyor. Köprüye bundan sonra Singeç diyelim’ dedi.”
    (18 Kasım 1937, Ulus gazetesi)

    1937 yılında yürütülen harekatın birinci bölümünde ‘savaş uçağı pilotu’ olarak görev yapan ATATÜRK’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, 1938 ilkbaharında harekatın ikinci bölümü sürerken bu kez uçağıyla Dersim göklerinde değil, ATATÜRK’ün “yurtta barış dünyada barış” iletisini ulaştırmak üzere Balkan Paktı ülkelerini dolaşacak; 1937’de Dersim’de “dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotu” ünvanıyla tarihe geçen Sabiha Gökçen, 1938’de Dersim harekatının ikinci bölümü sürerken, bu kez de yabancı basında “dünyanın ilk banş uçağı pilotu” olarak anılacaktı.

    Dersim harekatının Haziran 1938’de başlatılan ikinci bölümü, Ağustos 1938’de yabancı ülkelerin Türkiye’deki bütün yabancı ülke askeri ataşelerinin çağırıldığı ve gelip izledikleri “Üçüncü Ordu Tunceli Askeri Manevraları”yla birleştirilmiş ve tüm dünyanın gözleri önünde sürdürülmüştü.

    Askerlerin Dersim dağlarında mağaralarında isyancı arama tarama çalışmaları, yabancı ülkelerin askeri ataşeleriyle gazete muhabirleri, tarafından notlar alınarak, fotoğraflar çekilerek izlenmiş, harekatın sonuçlandırıldığı 16 Eylül 1938’e dek Dersim’in bütün dağları, dereleri, tepeleri, mağaraları, yabancı devlet görevlilerinin gözleri önünde adım adım taranmış, çatışmalar da yabancıların gözleri önünde olup bitmişti. 1937’deki birinci evrede olduğu gibi, 1938’deki ikinci evrede de bir yandan isyancılarla çatışılırken, diğer yandan aşiret üyelerini özgür çiftçilere dönüştürecek toprak dağıtımıyla bayındırlık çalışmaları sürdürülmüş ve sonunda, isyan tümüyle bastırılırken, Tunçeli’de cumhuriyetin amaçladığı yurttaşlık düzeni de kurulmuştu. İngiliz askeri ateşe Yarbay A. Ross, 5 Eylül 1938 günü gönderdiği 119 nolu kapalı raporunda, harekatın sona ermesinden onbir gün önceki durumu İngiltere’ye özetle şöyle bildiriyordu:
    “Türkler şimdi de 3 milyon liralık bir yapım programına giriştiler. Biri Tunceli’nin batısından diğeri doğusundan geçip Erzincan’ı Elazığ’a bağlayan ve çeşitli noktalardan birbirine bağlanarak bölgesel bir ulaşım ağı oluşturan iki yolun yapımı sürmektedir. Şu ana dek toplam uzunlukları 684 metre tutan dokuz köprüyle birlikte, 420 km yol yapılmış ve telefon hatlarına 5.000 km. eklenmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bana, Mansur (veya Murat) nehrinin kaynağında bir barajdan muhtemelen hidroelektrik enerjisi de elde edileceğini söyledi.

    Genelkurmay Başkan Yardımcısına ve diğer Türk subaylarına göre, son derece güzel bir yer olan Tunceli bölgesinin ilerde ‘ikinci bir İsviçre’ haline getirilmesi amaçlanmaktadır. Ama bana kalırsa bölgenin erişilmez yapısı ve Tüıiriye’yi gezen yabancılara çıkartılan güçlükler bu düşün gerçekleşmesini ciddi bir biçimde engelliyecektir.”

    İsyana, sayılan elli dolaymda olan aşiretlerin tümü değil, en çok beşte biri katılmıştı. Dersimlilerin %80’i, devletin çağırısına olumlu yanıt vererek daha harekat başlamadan önce isyancılardan ayrılmış, devlet güçlerinin yanında yer almış, dahası güvenlik güçleriyle birlikte isyancılara karşı savaşmışlardı. Harekat başladıktan hemen sonra isyancı aşiretlerin de neredeyse yarısı teslim olmuş; böylelikle isyancıların sayısı Dersim nüfusunun yaklaşık onda birine düşmüştü.

    İsyancıların çoğu, isyana katılmayıp devletin yanında yer alan Dersimliler tarafından aranıp bulunmuş, yakalanıp öldürülmüş ya da sağ olarak güvenlik güçlerine teslim edilmişti. Dersimliler isyancıların saklandıkları yerlerin aranıp bulunmasında güvenlik güçlerine kılavuzluk etmişlerdi.

    Devlet, bu isyanı, ezici çoğunluğu isyana katılmamış olan Dersimlilerle birlikte bastırmıştı. Devlet, ister isyan etmiş olsun ister devletin yanında yer almış olsun, bütün aşiret reislerini aileleriyle birlikte başka illere yerleştirerek, aşiret üyelerine toprak dağıtıp yerleşik çiftçiliğe ve eşit yurttaşlığa yönlendirmişti. Dersim harekatını tasarlayan ve yürüten siyasetçi, bürokrat ve asker yöneticiler, 1921’de Dersim Mebusu Hasan Hayri’nin Meclis’te dile getirdiği, Dersim aşiretlerinin yüzyıllar önce Horasan’dan gelmiş süreç içinde anadilleri değişime uğramış Türkler olduğuna ilişkin saptamalarını çoğunlukla benimsemiş olan ve Dersim halkının soycak Türk olduğuna inanan kimselerden oluşuyordu. İsyan sırasında gerek güvenlik güçlerinden gerekse isyancı Dersim aşiretlerinden çok ölenler olmuş, fakat bu aşiretler devlete soy ayırımcılığı güderek isyan etmediği gibi, güvenlik güçleri de Dersimli isyancıları soy ayırımı güderek bastırmış değildi.

    Sorun etnik, mezhepsel değil, toplumsaldı; amaç aşiret yapılanmasının çözülmesiydi. Dünyada insan ve yurttaş haklarının yerleşmesi 1700’lü yılların sonlarından başlayarak hızlanmış; Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yurttaş haklarının topluma egemen kılınması, devrimlerle, milyonlarca sivilin öldüğü uzun ve kanlı iç savaşlarla, gelgitlerle, geriye dönüş ve ileri atılımlarla, 1800’lü yılların sonlarında gerçekleştirilebilmişti. Türkiye’de yurttaş haklarının, yurttaşlık hukukunun egemen kılınması süreci, 1830’lu yıllarda başlamış ve 1938’e dek neredeyse 100 yıl sürmüştü. Cumhuriyet tarihinin aşiret ayaklanmaları dönemi 16 Eylül 1938 günü sona eren ikinci harekatla birlikte kapanacak ve ATATÜRK, hasta yatağında yazdırıp 1 Kasım 1938 günü Meclis’te okuttuğu açış söylevinde: “Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman aşırı bir duruma giren Tunceli’deki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmaların sonucu olarak kısa bir zamanda ortadan kaldırılmış, o bölgede böyle olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.”

    [Özcesi: “eşkiya dünyaya hükümdar olmaz”] dedikten 10 gün sonra, bizlere iç ve dış barışı sağlamış güçlü bir Türkiye bırakarak, yaşama gözlerini yumacaktı.

    Aradan 71 yıl geçti.

    Kimi aşiret reislerince, ‘Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ adı altında, Barzanilere bağlı, ırk ayırımı güden gizli partinin kurulduğu 1965’lerden bu yana, adım adım bu aşiretçi partinin görüşlerini sol kesime sanki sosyalist değerlendirmelermiş gibi şırınga etmeyi iş edinen birileri, son kırk yıldır Seyit Rıza’nın devrimci bir önder olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1937-38’de Dersim’de soykırım yaptığını savlamakta, bu görüşleri işleyen kitaplar yayımlanmakta; Avrupa Parlamentosu’nda “Dersim Soykırımı” konulu konferanslar düzenlenmekte; dahası, devletin Dersim’de zehirli gaz kullandığını savlayanlar bile çıkmaktadır. Oysa, Türkiye’nin o tarihlerde zehirli gaz üretimi olmadığı gibi, yabancı ülkeler de Türkiye’ye zehirli gaz satışına Dersim harekatından yıllar sonra başlamışlardı.

    Garo Sasuni, ‘Hayrenik’ dergisinin Kasım 1929 sayısında yayımladığı, 1969’da Beyrut’ta, 1986’da Stokholm’de Türkçe olarak basılan “Kürt Ulusal Hareketleri” kitabında, Ağrı Ayaklanması önderinin, kendi ailesini nasıl kendi elleriyle kurşuna dizdiğini anlatırken şöyle diyor:
    “En büyük lider, Huske Telli, şu teklifi sunuyordu: Bütün kadınlar, güçsüz ihtiyarlar ve çocuklar kılıçtan geçirilsin ki, arkalarındaki bütün köprüleri yakmış olan devrimci güçler, son neferinin son nefesine kadar savaşsınlar.. Ve bir devrimci gaddarlığı içinde Huske Telli, bu planı ilk önce kendi aile ve akrabalarına uygulayarak, Ağrı tepelerinde bir trajedi manzarası ortaya serdi. Bütün nüfuzlu liderler ve şeyhler yaşlı gözlerle Ağrı Aslanı’ndan bu ümitsiz kırıma bir son vermesini rica ediyorlardı. Huske Telli’yi yumuşatmaya muvaffak olduklarında, zaten 10 kadar günahsız, bağımsızlık ocağının alevlerine kurban gitmişti. Bu gaddar plan böylelikle uygulanamadı.”

    Ağrı Ayaklanması bastırıldıktan sonra, Türk ordusu, Ağrı tepelerinde öldürülmüş kadın ve çocuklarla karşılaşacak, fakat isyancılar, bütün dünyaya “Türk ordusu kadınlarımızı çocuklarımızı öldürdü” propagandası yapacaklardı.

    Garo Sasuni’nin ‘Devrimci Lider’, ‘Ağrı Aslanı’ diyerek ululadığı 1927-1933 Ağrı Ayaklanması’nın görünüşteki başı Huske Telli (İbrahim Heski), Celali aşiretinin reisiydi. Buyruğundaki diğer elebaşları da hep aşiret reisleriydi. Türk ordusuyla çarpışırken aklı ailesine takılı kalmasın da tüm dikkatini savaşa verebilsin diye, kendi ailesini, eşini, çocuklarını öldüren bu ‘Devrimci Lider'(!)in ‘Ulusal Önder'(!)in ‘Ağrı Aslanı'(!)nın, diğer isyancı aşiret reislerine de ailelerini, kadınlarını, çocuklarını, ihtiyarlarını öldürmelerini buyurması; ‘devrimcilik’le ‘ulusçuluk’la değil, ancak aşiret gelenekleriyle, “kan hukuku”yla bağdaşabilir bir tutumdur. Bu gibi aşiret içi olayların yalnızca Ağrı Ayaklanması’nda Huske Telli örneğiyle sınırlı olup olmadığı, aşiretlerin insan ve yurttaş haklarına karşı ayaklanma tarihlerinde bu türden başka “kendi kendisinin soyunu kırma” uygulamalarının görülüp görülmediği ve bu davranış biçiminde, aşiretlerin, aşiretler arası çatışmalarda karşı aşiretin kadınlarını, çocuklarını öldürmeyi gelenek edinmiş olmalarının bir etkisinin bulunup bulunmadığı, ayrı bir araştırmanın konusudur. Bu gibi aşiret ‘gaddarlık’larını, ‘devrimci’ sözcüğüyle birleştirip ‘devrimci gaddarlık’ diye bir deyim uydurarak ‘devrimcilik’i lekelemek, gerilikçi aşiret isyanlarına ‘ilerici’, ‘ulusal ayaklanma’ yaftaları yapıştırarak bunları kutsamak, tenekeyi altın yapmaya yetmeyeceği gibi, bu gibi çabalar, aşiret yasalarında ‘insan ve yurttaş hakları’nın kırıntısının dahi bulunmadığı gerçeğinin üstünü örtmeye de yetmemektedir.

    1937-38 Dersim isyanına katılanlardan Şeyh Hasanlı aşiretinin, yüzyıllar boyu madenlere saldırarak, sayısız maden emekçisini topluca öldürdüğü, maden işçileri madende çalışmaktayken onların köylerini basıp savunmasız kadınlarını, çocuklarını topluca katlettiği, köylerini yaktığı, mallarını yağma ettiği, paralarını soyduğu, yazımızın başında aktardığımız Osmanlı Arşiv Belgeleriyle kanıtlı bir gerçekliktir. Sözümona “emekten, emekçiden yana”, “sol” gösterip “sağ” vuran etnik ayrılıkçı kimi odakların, Dersim’i değerlendirirken, Şeyh Hasanlı gibi isyancı Dersim aşiretlerinin reislerini “devrimci”(!) buna karşılık ATATÜRK’ü ve dönemindeki Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘soykırımcı’, ‘karşıdevrimci’ olarak damgalayan yayınların çoğalarak sürdüğünü görüyoruz.

    “Dünyanın yarısını her zaman ve dünyanın hepsini bir zaman aldatmak mümkündür; fakat bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir.” diyen ATATÜRK, bu gibi durumlarla karşılaştığında şöyle dermiş:
    “Şaşarım akl-ı perişanına, ahmak!”

    İnönü’nün sözü daha kısaymış:
    “Hadi canım sen de!”

    Bütün Dünya Dergisi – Ocak 2010

    “Der-sim”den, “Tunç-eli”ye Yurttaş Hakları Devrimi – I
    Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

    Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!

  68. O Gürsel´e…

    Dogrusu “hümanistliginize” sapka cikardim. Yazdiklarinizi okuduktan sonra kendi adima yerin dibine girdim, bu ne keskin zeka, bu ne insancillik dedim…

    Sevgili O. Gürsel… Siyasi mastürbasyon olsun diye mi yazdiniz yoksa cidden benden cevap mi bekliyorsunuz? Vaktiniz bol galiba, böyle akla ziyan cümlelerle, yorumlarla milleti mesgul ettiginize göre… Su cümlelere bakar misiniz sevgili dostlar : “Ulusal-Milliyetçi bağımsızlık savaşçıları-önderleri saygıya değer olsa da, bu saygı yalnızca kendi “kabilesinin” elemanları içindir! Bu topraklarda Kızılderili isyancılar için, Zapatista gerillaları için hiç bir “ateşli” taraftarlık görmedik… Ruanda’da 3-5 ayda öldürülmüş milyona yakın Tutsi için tek bir keder kırıntısı da.. 1994 de olmuştu! Ama 1938 daha dün olmuşçasına kaynamaya devam eden bu duygusal hırsın yalnızca “insani”, tutarlı hümanistik bir siyasetin ürünü olması mantıklı görünmüyor. Yaşayanlar o günkü cesetler üzerinden politik çıkar peşindeler… kabile siyasetini bize “hümanistik”, “sol”, “evrensel” tabelalar altında yedirmeye çalışıyorlar.
    “Türk” kabilesi karşısında “Kürt” kabilesi… O, insancıl, adalet, hak, zalim, mazlum laflar, özünde birer dolgu malzemesi… Gelinen nokta o kadar açık ki… Birbirlerinden farkı yok.. İkiz kardeşler! Yalnızca kendi ölülerini sayanlar…” ve devaminda söyle demis “Kendi katliamlarını değil de yalnızca “düşmanlarının” katliamlarını mesele yapanlar belli ki, bir başka “kabilecilik” hesapları yapanlardır. Bu ucuz politik söylemleri ciddiye alanlar, kendilerini ne kadar ciddiye alabilirler? 13-14 bin Dersimli Kürt katliamı üzerine konuşanları bir de Ermeni katliamları, Rumlara yapılan zalimlikler üzerine bir şeyler söyleseler ya… AKP’nin bu “yemlerine” kananların dürüst olduklarını düşünmüyorum. En azından kullanıldıkları kesin…”

    Güler misin, aglar misin? Cevap vermesen belki hakliligina yoracak, cevap versen yazilanlarda birsey varmis da biz de cevap vermisiz diye düsünecek.. Neyse, madem yazmis arkadasimiz… Iki satir da olsa yanitlayalim… Birincisi, seninle cok mu samimiyiz , beni cok mu iyi taniyorsun ki Rumlara, Ermenilere üzülmedigimi, buna dair bir sözümün olmadigini yaziyorsun… Seninki acaba “Kemalist sistemin katliamlarini görmeyelim cabasi olmasin sakin!” Bize parmaginla dünyanin öbür ucunu gösterdigine göre… Seid Riza´yi, Dersimi konusurken Ruanda´yi, Kizilderilileri, Tutsileri durup dururken ortaya attigina göre… Ne ola ki acep! Derin bir hümanizma mi desek yoksa!!! Oysaki cümleleriniz bilincaltinizi fas ediyor . Hic de insani degil üstad Su cümle herseyi ele veriyor zaten.. “Ama 1938 daha dün olmuşçasına kaynamaya devam eden bu duygusal hırsın yalnızca “insani”, tutarlı hümanistik bir siyasetin ürünü olması mantıklı görünmüyor.” DÜN OLMUSCASINA… Ha, cok zaman gecmis, ne kurcaliyorsunuz, siktir et gitsin… Zaten liderleri feodal… Ölen binlerce insan ise ona uymasaydi.. Zaman da gecmis, daha neyi kurcaliyoruz degil mi? Maksat hasil olmus cümlelerinizde, pacanizdan hümanizma akiyor… Öte taraftan ben de sunu merak ettim, Tutsiler, Kizilderililer (hayatta kalanlari), Ruanda sokaklari, acep Kürtler icin hic yürümüs, meydanlari inletmisler midir? Ya da birakin taaaa oralara gitmeyi, Polonya, Azerbaycan. Yunanistan, hemen surada dibimizde ülkeler yani, bir kere olsun Kürtler icin meydanlari inletmisler mi? Yok… Dediginizin hicbir karsiligi yok… Kabilecilik degil bu, dünyanin her köse bucaginda sorunlar yasaniyor ve hemen her kitada, hemen her ülkede insani olmayan dramlar yasaniyor. Siz kendi gözünüzdeki mertegi görmüyor, kalkip bize Ruanda´yi gösteriyorsunuz… Neden kendi kapinizin önündeki PISLIKTEN BASLAMIYORSUNUZ KI BU ISE? Tabii olan, insanin kendi kapisinin önünden temizlige girismesi degil mi? Ruandalilar ve cevre ülkeler kendi sorunlari dururken Kürtler icin niye yürümüyorlar diye simdi ben hesap mi sorayim? Bizler, gece gündüz birlikte yasadigimiz Kürtler, ve Ermeniler dururken, Kizilderililerin sorunlarini mi ansiklopedilerden desip buraya dökseydim? Bunu yapinca hümanist mi olacaktim? Ve o zaman siz, Bravooooo, bu herif Tutsilerden bahsediyor, Kizilderililerden bahsediyor, o zaman ben de Dersime, Seid Rizaya destek cikacagim mi diyecektiniz? Komik olmayin ne olur… Diliniz varmiyor direk söylemeye ama, kapatalim gitsin bu konuyu diyorsunuz. Benim yazdiklarimdan eger Ruandada olanlara, Tutsilere yapilanlara , Rum ve Ermenilere reva görülenlere Ohh olsun dedigim seklinde bir sonuc cikariyorsaniz, bu sizin sorununuz, benim degil… Bu yazilanlar, sadece Dersim, Seid Riza baglaminda yazilanlardir, hepimiz bu cercevede oturmus, birseyler yaziyoruz.. Sizin mantiginizla gidersek, kuslarin avlanmasi, denizlerin kirlenmesi de insanligin problemleri, o zaman beni bu noktadan da yakalayip, “aaaa, siz insan misinz, hic hayvan haklarina deginmemissiniz, hic kirletilen denizlerden bahsetmiyorsunuz, ama Seid Rizadan, Dersimden bahsedip duruyorsunuz” diyerek de elestirebilirdiniz… Hakli mi olurdunuz? Biz bu yorumlari yazarken, Rumlara, Ermenilere deginmeyerek, “ahh, devlet ne harika is yapmis, onlara deginmeyelim” mi demis oluyoruz? Bu yorumlarin konusu dünyada yapilan tüm katliamlar, soykirimlar degil ki, benim iki gözüm… Biraz insaf.. biraz düsünce… Dilin varmiyor olabilir Kemalistlerin katliamciligini elestirmeye, ama bari bizi yorma….

  69. Ağalar Yok Feodalite Yalan

  70. Gün Zileli ve tüm yorumculara: Normalde söyle bir kistasim vardir, begenir begenmezsiniz bilemem… Hicbir YORUM, yazarin yazisindan uzun olmamali… Kisa yorumlar daha makbulmüs gibi geliyor bana. Uzuuun yorumlarla adeta yazarla (G. Zileli) sidik yarisina giriyoruz. Hele hele ordan burdan linklerle, uzuuun uzuuun yazilarla siteyi biraz da kendi tatmin aracimiza dönüstürüyoruz hissine kapiliyorum… Ben yukarda bir iki kere cok uzun yazmak zorunda oldugum icin herkesten özür diliyorum… (Beliki yorumcular arasinda kayda deger, orijinal fikri olan, yazari düsünmeye sevk eden, yazarin yazisinda cok ciddi bir hatayi telafi eden yorumlari bu belirttigim kistasin disinda tutmak gerekir.. Sirf laf ola diye yorum yazanlara ifrit oluyorum… 🙂

  71. OErmeni Tehciri sırasında da bazı Dersimli Alevi Zaza[6] aşiretler, Dersim Ermenilerini Osmanlı hükumetine teslim etmeyi reddetmiş ve Ermeni kaynaklarına göre 20.000 ile 36.000[7] arası, Dr. M. Nuri Dersimi’nin anılarında yazdığına göre binlerce[8] savunmasız Ermeni ailesinin güvenli olarak kaçmasını sağlamışlardır.[6] Dersimlilerin 1915 Ermeni Tehciri sırasında takındıkları tutum onların imhasında ayrı bir rol oynamıştır.[9] Yine Nuri Dersimi’ye göre, 1915’te çevre vilayetlerden 30.000’den fazla Ermeni sığınmaları için Dersimliler tarafından Dersim’e getirilmiştir.[10]

    Bunun yanında Rus işgaline karşı Dersimliler, Osmanlı hükumeti ile bir anlaşma yaparak özerklik vaadi içinde “savunma savaşı”na girerler.[8] Osmanlı idaresinden aldıkları silah-mühimmatla, doğrudan Osmanlı ordusunun emrine girmeden Ruslara karşı durma karşılığında Dersimlilere “bağımsız çatışma hakkı” tanınır
    .Gürsel ve Ulas arkadaslar icin;

    Ulas arkadasin son yazisida diger yazilarida icten vede cok iyi. tebrikler..

  72. Türk devleti ve palavralari
    Hani bu ülke hepimizindi, kardestik, etle tirnaktik! Demek hepsi kocaman birer yalanmis. Insan kardesinin iyiligini istemezmi? Kardesi darda iken yardimina kosmazmi? En önemlisi kardesinin diline yasak koyarmi? Kardes kardesin, kendi dilimizden egitim görmesine karsi olurmu hic? Ey Kürtler! Makedonyada 30 bin türke anadilde egitim veriliyor. Yine Kosovada’da ayni hakki türk topluluga tanimislar. En önemlisi Güney Kürdistan yönetimi bile türkmenlere anadilde egitim hakki tanimaktadir. Buna ragmen 20 milyon oldugumuz halde bu hakki bize tanimiyorlar. Türkiye Cumhuru , Almanyadaki 3 milyon türkede bu hakki talep ederken, kendi vatandasi Kürde ayni hakki layik bile görmüyor. Bu kardeslikte bir sakatlik yokmu sizce?

    Irfan Kaya

    Türk devletini ve kendini türk görenleri anlamak hakikaten zor.
    Türkiyede, 20 milyonun üzerinde kürt yasiyor, hemde kendi anavatanlarinda.
    Türkiye devleti ve kendini türk zaneden topluluklar, 1920 lerden bu yana kendi vatandaslari Kürtlere etmedik hakaret ve zulüm birakmadilar.

    Katliamlardan tutun,mecburi iskana, yine son dönemlerde yurtlarindan milyonlarca kürdü sürerek onlari yoksulluga asimilasyonla yok olusa terk ettiler.
    Ayni devlet ve onu savunan topluluk, kendi vatandasi kürde düsman, sinirlari disinda kalan baska halklari ise kendilerine dost görmektedirler.

    Nedeni acik!
    Kürtler, Türkiye Cumhuriyetine ulusal haklari icin müteakip defalar bas kaldirdilar.
    Kürtlerin bir halk oldugu gercegini resmi ideoloji red ve inkar yoluyla türk topluluguna özümsetmis görünüyor.
    Ayni topluluk baska halklarin özgürlük talebini desteklerken, kardesim dedigi halkin, halktan dogma hakkinin verilmemesi icin, adeta allaha sirk kosar misali karsi cikmaktadir.

    Kendini türk görenlere arap halkini sorsaniz size, araplara güvenmi olur derler.
    Cünkü!
    1.dünya savasinda Ingiliz emperyalizmi ile iliskilenen araplar, osmanliyi arap yarimadasindan cikardiklari icin onlara, bizi arkadan hancerlediler diyerek, güven duymadiklarini söylerler….
    Kürtler ise araplar gibi osmanliya kalleslik yapmadiklari gibi, osmanli ile birlikte hareket etmelerine ragmen, yine türklerce sevilmiyen bir halk olmaktan kurtulamadilar.
    Cünklü Kürtler varini yogunu elinden alan ülkesini sömürgelestiren bu devletten ulusal haklarini talep ettigi ve bunun mücadelesini verdigi icin sevilmiyorlar.

    Ayni türklerin ,filistinli ve misirli araplar icin gözyaslari pinar olup akarken, filistinlilerin on kati kadar zulüm gören kürde yapilan zulme ise alkis tutarlar. Cünkü Kürtler onlarin zulmünden dolayida muzdaripler.
    Kibrista 120 bin sonradan yerlestirilmis türk icin bagimsizlik isterlerken, kendi vatandasinin halktan dogma haklarini ise gaspederek inkar yoluna giderler.
    Kürtler her defasinda hak talebi icin bas kaldirdiginda terörist olurken, Kibrisli Türkler,kosovalilar,bosnaklar,makedonlar ve Filistinliler onlarin gözünde özgürlük savascisidirlar.
    Balkanlardaki arnavutlar,bosnaklar ,pomaklar ve makedonlari ise kendinden sayarak onlari , karsi olduklari, Yunan,Bulgar ve Sirplar karsi savunur ve özgürlüklerine destek verirler.
    Cünkü Yunanlilar,Bulgarlar ve Sirplarda 1.dünya savasi öncesinde osmanliyi balkan yarim adasindan cikartarak bagimsizliklarini ilan etmislerdi.

    Kardes dedikleri Kürtlerin, Misak-i milli disinda kalan bugün Irak,Suriye ve Irandaki ulusal taleplerinede karsi cikarlar.
    Cünkü onlarda kendileri gibi isgalci devletlerdirde ondan.
    Hicbir arap ülkesi onlari sevmezken, araplari , kendileriyle tarih boyunca birlikte hareket eden kürtlere degisirler.
    Cünkü araplarin en az 20 devleti varda ondan.
    Suriyede ve Irakta katliamla karsi karsiya bulunan Kürtlere karsi, Kürt düsmanlarinin safinda yer alirlar.

    Ey Kürtler!
    Sizi sevmeyen, sizi red ve inkar eden, düsmaninizi seven ve onlari size tercih eden bir halki siz niye seviyorsunuz?
    Siz hic bir Filistinlinin, yada bir arabin, yahudi bir israilliyi sevdigine veya birlikte is tuttuguna sahit oldunuzmu?
    Yine Bir türkün, bir yunani,bulgari,sirpi,arabi sevdigine sahit oldunuzmu?
    Siz niye Filistinliler veya Türkler gibi milliyetci olmuyorsunuz?

    Siz bu türklere ne yaptinizda, türkler kürt lafi gecince hemen kirmizi görmüs boga oluyorlar?
    Baska milletlere hak gördüklerini nicin size hak görmüyorlar?
    Türklerin bütün kötülüklerine ragmen hala onlara kuyruk oluyorsunuz.

    Hani bu ülke hepimizindi, kardestik, etle tirnaktik!
    Demek hepsi kocaman birer yalanmis.

    Insan kardesinin iyiligini istemezmi?
    Kardesi darda iken yardimina kosmazmi?
    En önemlisi kardesinin diline yasak koyarmi?
    Kardes kardesin, kendi dilimizden egitim görmesine karsi olurmu hic?

    Ey Kürtler!
    Makedonyada 30 bin türke anadilde egitim veriliyor.
    Yine Kosovada’da ayni hakki türk topluluga tanimislar.
    En önemlisi Güney Kürdistan yönetimi bile türkmenlere anadilde egitim hakki tanimaktadir.
    Buna ragmen 20 milyon oldugumuz halde bu hakki bize tanimiyorlar.
    Türkiye Cumhuru , Almanyadaki 3 milyon türkede bu hakki talep ederken, kendi vatandasi Kürde ayni hakki layik bile görmüyor.
    Bu kardeslikte bir sakatlik yokmu sizce?
    Eger kardes olsaydiniz, bir filistinli,misirli,kosovali,makedonyali kadar hakka sahip olmaniz gerekmezmiydi?
    Bu yalanlara daha ne kadar inanacaksiniz, ve ne zaman baskasi degilde kendiniz olacaksiniz?

    http://www.kurdistanaktuel.com/turkiye/turk-devleti-ve-palavralari-h1429.html

  73. Kavmiyetçilik Üzerine (Mehmet Akif Ersoy)

    Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,
    Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlıyamam,

    Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
    Fikr-i kavmiyeti şeytân mı sokan zihninize?

    Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
    Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,

    Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.
    Bunu bir lahza unutmak ebedî haybettir.

    Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.
    Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez!

    Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan;
    Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.

    Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billah,
    Ecnebîler olacak sâhibi mülkün nâgâh.

    Diye dursun atalar: ‘Kal’a içinden alınır.’
    Yok ki hiç bir işiten… Millet-i merhûme sağır!

    Bir değil mahvedilen devlet-i İslamiye.
    Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye.

    Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
    Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

    Bırakın eski hükûmetleri meydândakiler
    Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.

    İşte Fâs, işte Tunus, işte Cezâyir, gitti!
    İşte Irâk’ı da taksîm ediyorlar şimdi.

    Hani milliyetin İslâm idi? Kavmiyet ne?
    Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!

    Arnavutluk ne demek? Var mı şerîatta yeri?
    Küfr olur, başka değil kavmini sürmek ileri.

    Arab’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkez’e yâhud Kürd’e,
    Acem’in Çinliye rüçhânı mı varmış, nerede?

    Müslümanlıkta anâsır mı olurmuş? Ne gezer?
    Fikr-i kavmiyeti tel’în ediyor Peygamber.

    En büyük düşmanıdır rûh-ı Nebî tefrikanın,
    Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın.

    Artık ey millet-i merhûme sabâh oldu, uyan!
    Sana az geldi ezânlar diye ötsün mü bu çan?

    Ne Araplık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü!
    Dinle Peygamber-i Zîşân’ın ilâhî sözünü.

    Türk Arap’sız yaşamaz, kim ki yaşar der, delidir!
    Arab’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.

    Veriniz baş başa zîrâ sonu hüsrân-ı mübîn,
    Ne hükûmet kalıyor ortada billâh, ne de dîn.

    Medeniyyet size çoktan beridir diş biliyor,
    Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

    Arnavutlar size ibret olacakken hâlâ,
    Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da’vâ?

    Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz,
    Size rehberlik eden haydûdu artık kovunuz!

    Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavud’um,
    Başka bir şey diyemem, işte perîşân yurdum.

  74. Anlaşılan verilen örneklerin ne amaçla verildiği gözden kaçmış… Alınganlığın nedeninin de tam da eleştirinin etnik veya seçimsel olarak “kabilecilik” üzerinden şekillenmiş akıl ve ruhsal yapısından kaynaklandığı ne kadar açık..
    ***
    Ve Ahmet, konuyu tam olarak günümüz bilgi birikimine uygun, tarihsel ve sınıfsal tespitini yapmış… Anlayana!… Ve elbette “kabilecilik zihniyeti” için Ahmet’in açıklamaları da öfke uyandırır… Uyduruk, arkaik milliyet hayalleri üzerinde kurduğu sahte dünyalarında yaşayanlara bu “gerçekçilik” hakaret gibi gelir… Son iki yüz yıl yaşanmamış gibi, salt 1600-1700’lü yılların tarihsel birikimine sırtını dayayıp, çağın sınıf temelli bakışını inkara kalkışarak tarihi yeniden yazmaya kalkanlar hırçın olmak zorundadır. Hakaret ve hatta cinayetlerin gırla gitmesi bu bulamaç tarih yazımının zorunlu sonucudur. Feodal milliyetçilik, gerekirse Dinsel mezhepçilik ile kendi halkını “şahsen” sömürüp, zulmedecek adamları-ağaları-beyleri bugün “sırma saçlı, badem gözlü” yapmaya kalkışmak kolay değildir; yalnız kendi kabilesinin bilisiz insanlarına “yedirilecek” hikayelerdir bunlar…
    “Türk” kabilesinin zaferi azınlık halkların katli, sindirilmesi ile gerçekleşmişse, Ermeni, Rum ve “Kürt” kabilelerine zulüm yapılmışsa, şimdi neden egemen “Türk kabilesi” zihniyeti ile yapılan bir “Kürt kabilesi” zihniyeti ve savunucularının siyasetini eleştirmeyelim?

    İşte tam da burada sahte kahramanlar yaratmadan, azınlık dillerin-kültürlerin hakları-özgürlüğünün de yanında olunması, tahakküm ve katliam üreten bu “kabilecilik” zihniyetini eleştirmenin aracısı olmalıdır Dersim Katliamı!
    Bu fırsatı, tam da egemenlerin istediği gibi yeni “kabile savaşlarının” katalizörü; karşılıklı “kabile aşağılamaları”, değersizleştirmeleri üzerinden harcamak Tarihsel Bilinç’e aykırıdır.
    Neo-Osmanlıcı, dinsel-feodal zihniyetin, Alevi katliamlarını yeniden anımsatan Yavuz S.S. adını 3. köprüye koyacak denli acımasız; IŞİD’çileri bir şekilde besleyen zihniyetin oltasındaki yem Dersim Katliamının bir takım “sazanları” avlaması ne de acıklıdır! Dersim Katliamının bir şekilde Tarihsel hesaplaşması yapılacaksa, bu hesabı vermesi gerekli olanlar aynı zamanda bu iktidarın da dünya görüşüdür; temel kötülük bir “kabilenin” diğer kabileleri yağmalama-sömürme arzusu ve bu arzuyu bilerek bilmeyerek desteklenmesidir.. Mezhepçi, tahakkümcü bu iktidar için bu tür politik girişimler hayatını uzatmanın alt düzey entrikalarıdır…

    *
    Ulaş için yinelemek gerekli… Kabilecilik zihniyetinin empatisiz sığlığı tarihsel olguları yerli yerine koyamayacaksa da denemek gerekli….
    Önceki yorumu kısaltarak, anlaşılır olmaya çalışacağım…

    1. Ulusal-Milliyetçi bağımsızlık savaşçıları-önderleri saygıya değer olsa da, bu saygı yalnızca kendi “kabilesinin” elemanları içindir!
    2. Yaşayanlar o günkü cesetler üzerinden politik çıkar peşindeler… kabile siyasetini bize “hümanistik”, “sol”, “evrensel” tabelalar altında yedirmeye çalışıyorlar.
    3. “Türk” kabilesi karşısında “Kürt” kabilesi… O, insancıl, adalet, hak, zalim, mazlum laflar, özünde birer dolgu malzemesi… Gelinen nokta o kadar açık ki… Birbirlerinden farkı yok.. İkiz kardeşler! Yalnızca kendi ölülerini sayanlar…
    4. Kendi katliamlarını değil de yalnızca “düşmanlarının” katliamlarını mesele yapanlar belli ki, bir başka “kabilecilik” hesapları yapanlardır.
    5. Her etnik “kabile”, her dinsel “topluluk” istiyor ki, bir diğeri kendi kutsallarına boyun eğsin; kendi kabile ya da din önderlerine biat etsin; derin bir saygı ile ansın! Bu olmazsa neredeyse çıldırıyor. M. Kemal kötü, A. Öcalan iyi! Atatürk katliamcı; Atakürt adaletli!
    6. Anlaşılan o ki, bu iki “kör”, kabileci “siyasal milliyetçilik”, mezhepçi dincilikler bu topraklarda daha çok cinayetler işleyecek…
    Herkes kendi kabilesinin “üyesine” ağlayacak… Üyesine! İnsanına değil!
    ***
    Dinsel ve ulusal aidiyet kültürel bir haktır; toplumların insani-ekonomik-özgürlük taleplerini bu “kültürel haklara” feda etmeyen bir siyaset üretilmesi gereklidir.
    Ulaş gibi düşünenler, “kabilecilik zihniyetine” mahkum olanlar yüzlerce yıldır süregelen; egemen mülkiyet düzenini korumak isteyen sınıflara hizmet eder… Niyeti bu olmasa da…

  75. Meseleye niye dallandirayimki? Dersimdekinlerin hakli bagimsizlik hareketini desteklemek baska onlar gibi düsünmek baska..
    Benim gibi düsünmedigine göre desteklemem!

    Tüm geri kalmis ülkelerin TR de dahil bagimsizlik hareketi Kapitalistlere,agalara hizmet eder Banane demek gerekiyor!

    Kaldiki biraz Wiki den olaylari ögrenince Dersim Kürt hareketinde müstesna bir yer oldugunu hemen anlasiliyor..
    Kahraman dersim!

  76. İnsan okur, siz de okuyun: Cemal Süreya’nın Ahmet Kaya ile 1989’da yaptığı röportaj: Olmasaydı sonumuz böyle

    http://www.insanokur.org/?p=67122&utm_source=dlvr.it&utm_medium=twitter

  77. yusuf cemal e, sadece ölü baliklar akintiyla birlikte yüzer….

  78. ahmet kaya yillarca ah Ulan neler cektik ama bitti bu is ne mazlumuz ama bittinin muzigini yapti. ne Zaman ki devrimci gruplar sanatcilar meydana cikti, sarkilarini daglara yapma geregi gördü.o da ne Kadar olduysa. cemal sureya ya roportaj, biz ne dyoruz yusuf cemal ne diyor. 90 lar diyoruz Polis gecesi diyoruz yaralai parmak diyoruz isemek diyoruz, o roportaj yapmis ama diyor. ustelikte oldukca entel bi arkadas. turkiye kendisini askin asmis farli sanan genel gecer sol aydindan gecilmiyor.:) h Ulan ahhh yusuf cemal abi neler cektik biz beeeee.hadi bara gidek icek…bende Jeep var ordan etilere benim eve gider orda devam ederiz…

  79. O. GÜRSEL´E,

    O Gürsel.. Sol jargonla bol keseden sinif gerceginden bahsetmekle gercekleri ters yüz edemezsin! “Uyduruk, Arkaik millet” diyerek resmi ideolojiyi papagan gibi tekrar ederek, yan varyantlara saparak konuyu dagitmakla bu isten siyrilamazsin.. Sadece Kürtlere olan nefretini kusmus oluyorsun o kadar! Yemezler sol bulamaca bandirilmis Kemalist agizlari!

    Gecelim ana konumuza:

    O Gürsel, dayanak olarak isin Ahmet´e, onun yazdiklarina kaldiysa, vay haline… Dogrusu satafatli cümlelerin vitrini kurtarmaya yetseydi, beni de ikna etmis olurdun. Ama neylersin ki kof bir Kemalist salla örtülü, klasik bir inkarla karsi karsiyayiz. Ne hümanistligin, ne zamana ve mekana sigdiramadigin evrensel(!) tavrin bu gercegi örtüyor… Bizi, katliaman ugrayan bizleri, biz Dersimlileri kabileceilikle suclaman, sadece ve sadece kendi kabilenizin yaptigini örtmeye yarayan rezilce bir cabadir. Yuttururabilirsen sayet, “hümanistlikle, evrensellikle” cevrene yutturabilirsin! Her zirvanin mutlaka cikar bir alicisi, piyasada zirvanin da müsterisi cok!

    Nasil olur hümanistlik? Nasil kabilecilik yapilmaz biliyor musun O GÜRSEL? Izah edeyim: Dersim katliami üzerine yazilmis bir yazi üzerine yorum yazarken Türk Devletinin Dersim katliamini pas gecip, “unutun gitsin, cok geride kalmis, akp´nin zokasini yutmayin” demek yerine, BIR TÜRK OLARAK, Kürtlerin acisina ortak olursan , YERELI ASIP EVRENSELE ULASIRSIN… BIR TÜRK OLDUGUN HALDE KÜRDÜN ACISINI PAYLASIR; DEVLETIN KATLIAMINI TESHIR EDERSEN yücelir ve kabilecilikten pacani siyirirsin… Kendi burnunun dibindeki pisligi görmeyip harita üzerinde yerini bile bilmedigimiz Ruanda´dan bahsetmekle verensel ölcekte bir tavir ortaya koymus olmuyorsun.. Ruandadan, Brundiden, Tutsilerden bahsetmen, konu Dersim katliamiyken buralari parmaginla bizlere isaret etmen sadece ve sadece psiligi örtme girisimidir.. Sarlatanliktir. Biz, dünya üzerinde yapilmis soykirimlari, katliamlari ve buna iliskin TAVRIMIZIN NE OLDUGUNU konusmuyoruz! Neyi konusuyoruz? Dersim´i, Seid Rizay´yi konusuyoruz. Bunu konusmak, hakikatin pesine takilmak seni neden rahatsiz etti ki? Neden bu konu üzerine konusmak, katliamla yüzlesmek kabilecilik olsun ki? Neden, ” evet, bu da bir katliamdir, her katliami kinadigim gibi, Dersim´e yapilani da kiniyorum” demiyorsun da, bizleri kabilecilikle (!) itham ediyorsun? Kabilecilikten siyrilmak, bu topraklarda öncelikle Türkcülükten, Kemalist irkciliktan arinmakla mümkündür! Sen bunu bir as, ondan sonra bize evrensel tavri anlat, ondan sonra hümanizmadan bahset e mi?

    Dedim ya, senin gibilerin tuzu kuru.. Üc bes satafatli cümle sirala, üstüne hümanizma sosu dök ; Seid Rizaya feodal de, gerisi kolay, evrensele aciliyorsun!!!! Kabilecilik zihniyetinden kurtuluyorsun! Keske sen önce kendinden baslasan, önce kendi kabilecilik zincirlerini kirsan!
    Cocuktuk.. 1985 olmali…Bizler bir gün Resim Isi dersinde bir ara (cocukluk ya, unuttuk Kürtce konusmanin suc teskil ettigini!) birkac arkadasla Kürtce konustuk. Kürtce konustugumuz ögretmenin kulagina gitmis. O gün avucuma yedigim sopanin tadi hala avcumdadir… Sen hic Türkce konustugun icin avcuna sopalar yedin mi? Hem de daha ilkokulda bir yeni yetme, zavalli bir cocuk olarak! Hayal edebilir misin anadilini konustugun icin avcunun sopayla mosmor kesildigini? Ha benim evrensele ulasmis, sinirlari asmis, kabileciligi elinin tersiyle itmis kardesim? Tersini hayal et, zorlanacaksin biliyorum ama yap; empati kur….Bir Kürt, sirf sen Türkce konustun diye bir Kürt ögretmen sana , varsa cocuguna, varsa kardesine aynisini yapsa …………..Ve yerime koy, Kürtlerin yerine koy kedini…. Senin Seid Riza, Dersim, Kürt sorunu konusundaki tavrin acep ayni mi olurdu ha! Dedim ya, senin tuzun kuru.. Seid Rizanin Kürtlük davasi sana ilkel geliyordur… Bizler öylesine, haybeden onu kahraman ilan ediyoruzdur…Sen öyle bil.. Ahmet öyle bilsin…Ama sopa yiyen hickimse bu topraklarda yasananlari sirf senin gül hatirina pas gecip, öyle kolayindan hümanist olmuyor.. O yüzden yazdiklarinin bir gecerliligi yok. O yüzden Ruandadan bahsetmek, GERCEKLERDEN sadece kacmaktir. Eger evrensel olmak istiyorsan kendi evinden, kendi ülkenden basla.. Kürtle, Ermeniyle, Rumla dayanismani göster… Onlara yapilana karsi ciktigin vakit, biz zaten anlariz senin Kizilderililere, Tutsilere yapilanlara da karsi oldugunu! Biz anlariz iste o zaman gercekten de hümanist oldugunu, her türlü kabilecilkten kendini siyirdigini! Sen bana elestiri yöneltecegine, gerceklerden kacip sanal hümanistlik taslayan kendine aynayi tut! TÜMEVARIM METODUNU UYGULA… KENDI DIBINDEKI PISLIKTEN BASLA… BU TOPRAKLARDAN BASLA… DAHA GERCEKCI OLUR; SÖZÜNÜN BIR KIYMETI OLUR… TÜRKLERIN VE kÜRTLERIN ERMENILERE YAPTIGINDAN BAHSET… TÜRK OLARAK 80 YILDIR KÜRTLERE YAPILANDAN BAHSET… BEN BIR KÜRT OLARAK ERMENI KATLIAMINDA KÜTLERIN MASUM OLMADIGINI; KÜRTLERIN DE ELINDE KAN IZI OLDUGUNU SÖYLÜYORUM… Sen de bunun gibi mesela, Ruandadan bahsetmek yerine, su yazini okuyan bir iki Kürdün yüregine kardeslik suyu serp de, icimizi sogut.. olmaz mi? Burdan, hemen kendi kapinin önünden basla temizlige, öyle soyuta kacma! Nedir Kürt sorunundaki tavrin? Nedir Dersimdeki tavrin? Nedir Ermeni soykirimina yaklasimin! Bunlardan evrensele ulasirsin, yoksa aksi taktirde evreni dolanip haritada bize en uzak noktalari göstererek evrensele varamazsin.. Kabilecilikten tiksinmek icin, insanin önce kendi kabilesinin yaptigi rezilligi görmesi gerekir.. Önce onu desifre etmesi gerekir. Evrensellige böyle ulasirsin, kabileciligi asmanin yegane yolu budur…

    NOT 1: Seid Rizaya ilskin Kemalist Resmi ideolojinin agziyla ilkokul ezberini tekrarlamak yerine biraz caba gösterip nehrin diger tarafina da bir gecin derim.

    NOT 2: Konumuz degil ama, sadece bir paragrafla geceyim.. Olur da öyle bir izlenim edinmis olan varsa benim yazdiklarimdan.. Abdullah öcalan, beni temsil etmiyor, benim liderim degildir..

  80. AHMET´E… Ahmet kardes, Seid Riza Teslim olmadi, Erzincan´a , devletle ateskesi konusmak üzere Hükümet Konagina gitti. yanina kimseyi almadi. yolda kendisine pusu kuruldu. ” HUKUMATE BE SEREF Ü ZUREKER” (YALANCI VE SEREFSIZ HÜKÜMET) sözü Kürtlerin belleklerindedir. ISMAIL BESIKCI´ nin TUNCELI KANUNU (1935) VE DERSIM JENOSIDI kitabini okumani öneririm.. Hem gercegi ögrenirsin, hem de bu devletin neden Besikciyi 17,5 yil icerde yatirdigini az cok anlarsin…. Bu kitabi okuman bile, evet, sadece bu kitabi okuman bile, senin “Burjuva devlet, Milliyetci Kürt agalarina, Kürt beylerine karsi dislayici bir tavri olmamis, onlar hatta devlette üst görevlere gelmisler, onlara kimse bisey dememistir, olan sadece emekci halka olmustur, ” tezini yerle bir etmeye yeter… DIGER KONU:Birseyi hep iskalayarak yanit yaziyorsun. Kürt halkinin bagimsizligi, özgürlügü, Kürdistan´in kurulmasi ülküsüyle hicbir Kürdün, hic ama hicbir Kürdün birak devlette üst kademelere gelmeyi, yasatilmadigini, katledildigini, sürüm sürüm sürüldügünü, mahpushanelerde yatirildigini, firsat oldugunda infaz edildigini söylüyorum. Sen bana Serafettin Elci diyorsun, su diyorsun, bu diyorsun.. Devlet bunun Kürtcü oldugunu bilmiyor muydu da meclise tasidi falan diyorsun… Biliyordu, devlet bal gibi biliyordu. Devlet, Abdülmelik Firat´in da Seyh Said´in torunu oldugunu biliyordu… Ama yillarca Demirelin listesindeydi, yillarca milletvekilligi yapti. Peki Abdülmelik firat Demirelle siyasetteyken Kürdistan davasi icin mi meydanlarda dolasip da oy istiyordu, Kürt halkinin taleplerini, bagimsiz Kürdistani dillendirerek mi meclise geldi? Elbette hayir… Devlet, hangi ailenin Kürtcü oldugunu elbette tek tek biliyor.. Abdülmelik Firat da esek degildi, dedesini biliyordu, ama kuyrugunu kisti, tek kelime etmeden , aileye, ceddine yapilan zalimligi de bildigi halde , tek kelime etmeden kabuguna cekilerek Demirelin , Menderesin dizinin dibinde sessiz sedasiz takildi. Abdülmelik Firat´in anilarini okuyabilirsin… Demirelle ters düsmesi coook cok sonradir… O yüzdendir ki PKK cevreleri Melik Firata hep mesafeli olmuslardir, onun Demirelci halini Kürtlere sikayet etmislerdir… Ölümünden bir süre önce PKK cizgisine yaklastiysa da is isten gecmisti.. Yani demem o ki, Kürt siyasetinde bilindik, mimlenmis bir aileden geliyorsaniz, ya sürüm sürüm süründürülürsünüz, ya da düzen partilerine girersiniz, araziye ayak uydurur, kapagi meclise atarsiniz. Elci´nin de, A. Melik Firat´in da aileleri mimliydi, politikti, katiliyorum sana, devlet de bunu biliyordu, ama kendileri bir varlik degildi. ailelerinin sürülmemesi, katledilmemesi , kendi gelecekleri icin inzivaya cekildiler, kabuklarina cekildiler, sadece Demirele, Ecevite “vekil” yazildilar. Hepsi budur. Bu seni yaniltmasin. “Kürt milliyetcisi” dedigin, Kürtlerin bagimsiz devlet hakki da dahil olmak üzere, gasp edilmis tüm Kürt haklarini sanirim en gür sesle dillendiren kisi olmalidir degil mi? Teorik olarak böyle.. Peki bak bakalim Demirel, Ecevit, Bayar, Inönü …Besikci gibi yazan, Besikci gibi düsünenleri mi devletin üst kademesine getiirmis, meclise sokmuslar, yoksa ailesini bir süreligine sakin limanlara ceken, devletin gazabindan cekinen ileri gelenleri mi ? Karistirma lütfen… Daha fazla uzatmaya hacet yok.. Günlerce, aylarca, yillarca tartisalim, tek bir numune bulamazsin. Senin bu iddiani, 39 yasindayim, en azili Türk milliyetcisi, en keskin komünist de dahil olmak üzere hicbir allahin kulundan duymadim… Sen de unut gitsin bu tuhaf iddiayi.. Unut gitsin, yok öyle birsey… Bu devlet Kürt milliyetcisine, ister zengin olsun ister fukara tek bir seyi reva görür, o da ölümdür, sürgündür, cezaevidir.. Istersen Barzani, su, bu hikayelerine girmeyelim n´olur.. Isten geldim ve gecenin 3´ünde ac, uykusuz cevap yaziyorum, bana da aciyin olur mu 🙂 Her biri ayri bir tartisma konusu… Elbette devlet dedigimiz sey de statik degil… Kürt sorununa bakis hafiften degisiyor.. Bunu da görmek gerekir. Carpikliklari yok mu? Elbette.. ama konumuz degil..uzatmayalim… Umarim bir daha yazmak zorunda birakmazsiniz…

  81. Ulaş’a

    11-12 yaşındaydım. Tarsus halinde görmüştüm. Kürt hamallar oturmuşlar aralarında anlamadığım bir dilde konuşuyorlardı. İçlerinden sarı, kuru neşeli biri vardı. Nedenini anımsamıyorum, Onu bir şekilde severdim. Bir komisyonevi patronu nedense onlara “köpek gibi” davranırdı. İçim ezildi. “insan insana nasıl böyle davranırdı?” Ruhum o insanlar adına isyan etmişti… Hatta “onlardan” olduğum için utanmıştım…
    Onların kim olduğunu yıllar sonra öğrendim. Kürtlermiş!

    Aynı yaşlardaydım. Bir gün bir öğretmen sınıf başkanı olarak boş geçen derste konuşanların adını istedi. Ad vermezsem döveceğini söyledi. Ben de aynı şekilde dövüldüm… Bir yanı ile bu karşılaştırılamaz; yaşadığın korkunç bir aşağılama! Tüm insan kimliğinin hiçlenişi bu; bu yüzden de bu öfkende haklısın! Bu zalimce davranış ile bir çocuk ruhunun nasıl yaralandığını anlayabileceğimi sanıyorum; intihar bombacısı bile olunur! Ama yazık ki, bu masum ölüleri çoğaltmaktan başka bir işe de yaramaz; yazık ki tüm insanlık tarihi böyle; sorun bu kısır döngüyü nasıl kırarız? Boko haram örgütü, Taleban, Şİİ’ler, sünni’ler intihar bombacıları kullanıyor.. Bir zulmün yarattığı mazlumlardan yeniden zulümler üreten bu kısır döngüyü nasıl kırarız? Sorun bu değil mi? 70-80 yıl aşağılanmış Hutu’lar bir fırsat buldular ve kendilerini aşağılamış Tutsi’leri katlettiler… Oysa zulmedenler ve katledilenler aynı kişiler değillerdi… Çocuklar, masum insanlar da…
    Soru bu… Senin yöntemin-analiz ve konuyu ele alışın kısır döngüyü sürdürecek bir yaklaşım olarak göründü bana…
    ***
    Bu ülkede zulüm her zaman vardı… Ve zulmün temeli ekonomiktir… Sınıf gerçeğidir. Milliyetçi zulümlerin de asıl nedeni ucuz işçi, köle emeği içindir!
    Yazdıklarımı iyi okumuyorsun… Bazı konularda senden farklı düşünmediğimi görürsün…

    AKP borazanları için yazmıştım…”13-14 bin Dersimli Kürt katliamı üzerine konuşanları bir de Ermeni katliamları, Rumlara yapılan zalimlikler üzerine bir şeyler söyleseler ya…”

    ikincisi,
    ““Türk” kabilesinin zaferi azınlık halkların katli, sindirilmesi ile gerçekleşmişse, Ermeni, Rum ve “Kürt” kabilelerine zulüm yapılmışsa, şimdi neden egemen “Türk kabilesi” zihniyeti ile yapılan bir “Kürt kabilesi” zihniyeti ve savunucularının siyasetini eleştirmeyelim?” yazmıştım…
    *****************
    Her devlet, özelikle de her “milli devlet” insanlık suçları işlemiş ve işleyecek yapılardır. Bu suçları TC’de işlemiştir. Sorun şu… Ulaş… Senin yaklaşımın yeni insanlık suçlarının asfaltını döşer… Milliyetçilik-kabilecilik üzerinden siyaset üretilmemeli; bu Türk kimliği üzerinden bu topraklarda yapılmış. Buna isyan ediyorsun ama, Türk yerine Kürt gelseydi çok şey değişmezdi. O zaman bir Türk çocuğu senin çektiği acıları çekerdi… Ve bugün sein isyanınla belki de konuşan ben olurdum ama bu da yanlış olurdu… Kültürel “milliyetçiliği” anlıyorum ve savunurum da… Ama birlikte eşit, sömürüsüz, zulüm görmeden yaşamanın yöntemi siyasal-egemenlik anlamında hiç bir zaman “kabile-ulus” temelli bir toplumsal yönetim savunulmamalı…
    Kürtler ve Aleviler bu ülkenin şansıdır… Bu yolda bu sitede bir yazım vardı…
    Bu şansı birlikte kullanamazsak sonuçta yine birlikte daha kötü bir hayat yaşayacağız.. Sanılarım, sezgilerim böyle…

  82. anarşist türk

    Mustafa Kemal Ağa’nın yediği naneler ortaya çıktıkça tosuncukları azıtıyor.(gerçi suçu celal bayar’a yıkıyor gibiler)

    Fakat solculukla bir alakaları yok niye gelip burada kuduruyorlar anlamak mümkün değil.

    Mesele şudur; Savarona nın taksitlerini ödeyemeyen Türkçü devlet, hem vergi toplarız hem de Türkleştiririz diye Dersim’i tahrik etmeye başlamış, Dersimin aşiretlerinin kendilerine sığınanı teslim etmeme ahlakını savaş bahanesi yaparak kürt özerk bölgesine bombalar kırımlarla baş eğdirmiştir.

    1925 ten beri Kürtleri inkar eden ve tekke-zaviyeleri kapatacağım diye Dersimin Alevi-Pagan senkretik dini geleneğini/kültürünü yok etmeyi amaçlayan devleti savunmanın solculukla alakası yoktur. 70’lerde kemalist gençliği kafalamak için kullanılan tezler şimdi kemalizmi aklamak için kullanılarak solun başına bela oluyor.

    Ulusalcıların ağzına doladığı Dersim aşiret sistemi cumhuriyetlerinin her döneminden daha demokratik olmuştur. Devletin aşiret sistemini kaldırıp bölgeyi kalkındırma gibi bir derdi hiçbir zaman olmamıştır. Aydın’ın ağası Adnan Menderes aşiret ağası değilmiydi.(kendisi başta CHP milletvekilidir).

    CHP nin paşaları aşiretleri ancak kendi saltanatlarına muhalefet olarak ortaya çıktıklarında dert edinmişlerdir.

    Feodalizmi geri kapitalizmi ileri görme hikayeside sıkmadı mı artık? Almanya da kapitalizmi ilerleten Junkerler hangi sınıftı acaba? Türkiyedede varolduğu kadarıyla türk ağaları yeni devletlerinin arkasına dizilmiştir. Kürtlerse kendi kültürlerini-varlıklarını korumaya çalışmışlardır. Mesele kapitalizm-feodalite değildir marx’ı şablon gibi ezberlemeyin. Mesele türklerin devlet olarak örgütlenip (daha doğrusu devletin türkleri örgütlemesi) asimilasyoncu politikalara başlamaları karşısında kürtlerinde karşı durma direnme çabalarıdır. Bunu milliyetçi ideolojiyle mi dini sosla mı yapmışlar önemli değildir. Yok sayılan kürtlere kürt şovenizmi yapıyor diyenler türkçülükten akıllarını kaybetmişlerdir.

    Nitekim Dersim kültürü ve aşiret örgütlenmesiyle devletin türlü oyunlarına karşı eğilmemiş, göç etmiş dersimliler de devletin bir diğer ötekisi olan devrimcilerle beraber örgütlenmiş, Türkiye de muhalefetin her zaman parçası olmuştur. Sonunda da tarih onları haklı çıkarmış kemalizmi çöplüğe göndermiştir.

    Jön Türklerse şevket süreyya okuyup merkeziyetçi/sanayileşmeci otoriter devlet fantezilerine devam edebilir, yeter ki bunu solculuk sanmasınlar.

  83. O.Gürsel, hümanizminiz itici. Eleştirdiğiniz insanlardan sizin de pek farkınız yok ve empati eksikliği sizde de var. Örneğin ezilen halkların kabileciliğini eleştirirken, neden egemen erkek zihniyeti ile yapılan bir kadın zihniyeti ve savunucularının siyasetini de eleştirmeyelim? Örneğin şu yazıdaki tartışmada geçen yorumunuzda erkeklerin sorunlarını görmezden gelmeniz gibi;
    http://www.gunzileli.com/2014/07/24/demir-kucukaydincumhurbaskanligi-secimleri-ve-boykot/
    Bu konuda zorunlu askerlik gibi başka örnekler de verilebilir. T.Erdoğan’ın son konuşmasında kadın ile erkeğin farklılıklarına dikkat çekmesi haksız bir şekilde eşitsizliği savunmak şeklinde gösteriliyor.

  84. Devrimci gruplarinizin diz cokup camide ilahi soyledikleri vakidir. Devrimci gruplarmis. Puhaa… Igrenc muziklerle yalniz cocuklari gaza getirici sozlerle, bes kurusa yaramaz koylu ahlaksizligiyla -Ilber Ortayli hakli, koylu degil kasabali- piyasaya cikan gruplar. Bes kurusa yaramaz. Allahtan yeni gruplar yolda da kurtuluyoruz bu zirvaliktan. Daglara git sen daglara. Nasss…

    Problem kafanizda temiz insan bulma probleminiz. Temelde cocukluk ama insan buyudugunde de bu tip “tanrisal” kisilikler bulmaya calisirsa bu kendisini temiz gosteren saklabanlar anlamina geliyor. Polis gecesi de neymis? Acaba polis radyosunda cikarsa da hain mi sayiliyor? Adam sanki gitmis Gezi’de polislerle fotograf cektirmis. Para veriyorlar adam da gidiyor. Ne bekliyordun ilkeli davranip red mi edecekti. Kesin etmisligi de vardir gerci. Ahmet Kaya’da senin kafadaydi cunku. Eger Ahmet Kaya elestirilecekse tam da o roportajdaki falsolari sebebiyle elestirilmeli. Sanki barikatin karsisinda bayrak salliyormus gibi degil.

    Kahramanlar, yari tanri kurtaricilar, supermenler sizi. Sizi ezmeden devrim namina pek bir sey yapamayacagiz, o sebeple ilk firsatta o burjuva kahramanlik masallarinizla birlikte populist dusunusunuzu de gommek gerekecek. Bir ise yarayin da bizle savasin, boyle entellektuel felan filan zirvasiyla degil, kafayla, gozle, yumrukla. Savasin da radikal populizmi nasil ezdigimizi cumle alem gorsun. Halkin dostlari sizi…

  85. Sayin O GÜRSEL,

    Gel, beraber, su son yazdigina da dikkatle bakalim… Seni dikkatle okuyor muymusum okumuyor muymusum anlamis olursun…
    MADDE 1: ilkokulda kürtce konustuk diye yedigim dayak üzerine sunlari yazmissin: “Bu zalimce davranış ile bir çocuk ruhunun nasıl yaralandığını anlayabileceğimi sanıyorum; intihar bombacısı bile olunur! Ama yazık ki, bu masum ölüleri çoğaltmaktan başka bir işe de yaramaz; yazık ki tüm insanlık tarihi böyle; sorun bu kısır döngüyü nasıl kırarız? Boko haram örgütü, Taleban, Şİİ’ler, sünni’ler intihar bombacıları kullanıyor.. Bir zulmün yarattığı mazlumlardan yeniden zulümler üreten bu kısır döngüyü nasıl kırarız? Sorun bu değil mi? 70-80 yıl aşağılanmış Hutu’lar bir fırsat buldular ve kendilerini aşağılamış Tutsi’leri katlettiler… Oysa zulmedenler ve katledilenler aynı kişiler değillerdi… Çocuklar, masum insanlar da…
    Soru bu… Senin yöntemin-analiz ve konuyu ele alışın kısır döngüyü sürdürecek bir yaklaşım olarak göründü bana…”
    CEVABIM: Iyi de üstadim, biz burda Türklere katliam yapalim, Türkler bize ne yapmissa biz de aynisini onlara yapalim mi diyoruz? Tek bir cümlem var mi bunu diyen. Dersimin bir katliam oldugunu, devletin özür dilemesi gerektigini sadece söylüyoruz. Seyid Riza da bir eskiya degil , devlet vallahi de billahi de size yalan söylemis diyoruz… Dedigimiz budur. Devletin, o dönemki devletin zihniyetini mahkum ediyoruz. sizin girtlaginizi sikalim, sizi katledelim, iste o zaman ödesiriz mi diyoruz? El insaf, sadece el insaf diyorum… Ve sirf bunu dedik… Bak bakalim sen karsiliginda neler yazmissin, uyduruk, arkaik milliyetcilik falan diyerek devletin bile gerisine düsmüssün, eski devlet zihniyetinin destekcisi olmussun… Akp ´ye cakayim derken AKP´nin gerisine düsmüssün.. Bu hümanist bir yaklasim mi? Bu kabileciligi dislayan bir tutum mu? Son yazdiklarin biraz daha az sinir bozucu, hatta biraz daha dostane) olsa da sonucta benim yazmadigim, düsünmedigim seylerle itham ederek, yine kendi yazdiklarina gölge düsürmüssün… Benim katliama katliamla karsilik verelim gibi son derece ilkel, vicdansiz bir önerim olabilir mi? Öyle sacmalik olur mu? Bu insanlik mi? Gecelim diger maddelere…

    MADDE 2: söyle demissin: “Bu ülkede zulüm her zaman vardı… Ve zulmün temeli ekonomiktir… Sınıf gerçeğidir. Milliyetçi zulümlerin de asıl nedeni ucuz işçi, köle emeği içindir!
    Yazdıklarımı iyi okumuyorsun… Bazı konularda senden farklı düşünmediğimi görürsün…”
    CEVABIM: Kusura bakma ama, yok, alakasi yok… Sen belki iyi niyetle farkli bir perspektif ortaya koymaya calismis, sol bir bakis acisiyla isin icinden cikacagimizi düsünerek isi “sinifsal”a baglamissin… Yozgatli, Corumlu, Sinoplu köylüyle aramizda cok büyük gelir farki yok.. Ayni sinifin insanlariyiz.. Degil mi üstad? O da sömürülüyor, ben de… Ama ayni sinifin ortak elemanlari iken, onlarin cocuklari anadilini konustugunda avucu patlayincaya dek sopa yemiyor, ama ben Kürt olarak sopa yiyiyorum. Demekki, bu herseyi cözen, sihirli degnek “sinifsal” analizle olacak is degil. Bu cok basit bir konu: Sorun, egemen Türk devletinin, Kürt halkini asimile etme politikasidir. Bu cok cok basit bir tesbittir. Dünya üzerinde her bir sorunun cözümünün Kuranda oldugunu iddia eden insanlar vardir ya, bizim solcularda da ayni, her seyin cözümü sinif mücadelesindedir, sihirli kelime “sinifsal”dir… Kürt sorunundaki aciliyeti, cikmaz ayin carsambasina , sinif mücadelesine havale ederek cözemeyiz. Sosyalizm davasina kaldiysa isimiz , vay halimize.. Sosyalizm bu topraklara ne zaman ugrar bilinmez, ama bildigimiz bir sey var, bu halk ayaga kalkmis, 80 yildir kandiriliyor, Kürt olarak VARLIGIM TÜRK VARLIGINA ARMAGAN OLSUN diye her sabah bagirtiliyor, Kürtce konustugu icin dayak yiyior… Bu sorun, öyle sosyalist mücadele torbasinin icine atilacak sorun degil. Bir taraf ilkokulda Kürtce konustugu icin dayak yiyor, diger taraftan Türkler Türkce konustugu icin Kürtlerden sopa yemiyor. Bir taraf diliyle gururlu, mutlu mesut, digeri dayak yiyiyor, dili yasakli. Sinifsal degil sorun, sorun ulusal… Ve tüm samimiyetim, serefim üzerine yemin ederek söylüyorum, hic de ulus devletlerin meraklisi degilim. Kürt devletini kutsadigimdan degil. Hele öcalan zihniyetiyle kurulacak bir Kürt devletinde bana hayat hakki yok, adim gibi biliyorum. Bu da ayri bir mevzu…Ama bu devletin Kürtlere yaptigini inan bana ne Israil Filistine yapmistir, ne de baska bir devlet digerine… Bu sorunun cözülmesi lazim. Ama devletin bakis acisiyla degil…
    MADDE 3: Söyle yazmissin…. “Her devlet, özelikle de her “milli devlet” insanlık suçları işlemiş ve işleyecek yapılardır. Bu suçları TC’de işlemiştir. Sorun şu… Ulaş… Senin yaklaşımın yeni insanlık suçlarının asfaltını döşer… Milliyetçilik-kabilecilik üzerinden siyaset üretilmemeli; bu Türk kimliği üzerinden bu topraklarda yapılmış. Buna isyan ediyorsun ama, Türk yerine Kürt gelseydi çok şey değişmezdi. O zaman bir Türk çocuğu senin çektiği acıları çekerdi… Ve bugün sein isyanınla belki de konuşan ben olurdum ama bu da yanlış olurdu… Kültürel “milliyetçiliği” anlıyorum ve savunurum da… Ama birlikte eşit, sömürüsüz, zulüm görmeden yaşamanın yöntemi siyasal-egemenlik anlamında hiç bir zaman “kabile-ulus” temelli bir toplumsal yönetim savunulmamalı…”
    CEVABIM: Bu paragrafa ne cevap vermemi beklersin 🙂 Bu paragrafin her tarafi yanlis akil yürütmeye dayali… Acmama gerek var mi? Bence yok… Zaman kazanmak icin cidden buna da cevap yazarsam okuyucunun aklina , zekasina ve zamanina yazik olur… Herkese selam…

  86. Davutoğlu’nun Dersim seferi

    Seyfi Cengiz

    Başbakan Davutoğlu dün (23 Kasım 2014) Dersim’deydi.
    Yeni Şafak yazarı Abdülkadir Selvi, bu ziyareti birkaç gün önceden duyurmuştu.
    “Davutoğlu bu hafta sonu Dersim’e gidiyor” diyerek.
    (Bkz. A. Selvi, Seyit Rıza’nın mezarı açıklansın, 20 Kasım 2014).

    Abdülkadir Selvi’nin bu yazısına göre:
    Sorunun çözümünde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bugüne kadarki dışlayıcı yaklaşımı aşılmıştı. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, şimdi “Aleviliğin Aleviler tarafından (siz “Cemevleri ve dedelik kurumu” tarafından diye anlayın) tarif edilmesinden ve bu kurumların güçlendirilmesinden yanaydı. Dersimliler ve Aleviler de Davutoğlu’nun samimiyetini fark etmeye başlamıştı. Bunun kanıtı “Dersim federasyonunun toplantısında alınan kararlar”dı (bu kararların ne olduğunu biz bilmiyoruz, hükümetin adamı Abdülkadir Selvi biliyor). Davutoğlu Tunceli Üniversitesi’nde “Dersim ve Alevi sorununun çözümüne ilişkin önemli açıklamalar” yapacaktı. Örneğin devlette kaydı bulunan Seyit Rıza’nın ve Şeyh Sait’in mezarlarının yeri açıklanacaktı.

    Yeni Şafak yazarının Davutoğlu’nun ziyareti, hatta programı hakkında önceden bilgi sahibi olduğu açık. Onun yazısında Davutoğlu hükümetinin “Dersim ve Alevi sorunu”nda muhatap olarak belirlediği adresler bile verilmiştir: Tunceli Üniversitesi, Tunceli Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Yayma ve Yardımlaşma Derneği (Cemevi) ve “Dersim federasyonu” adı yakıştırılan Tunceli işadamlarının derneği. Görünen o ki AKP iktidarı Dersim’i bu kanallar üzerinden de zorluyor. AKP’li Üniversite yönetimi, Bektaşi Cemevi ve Kılıçdaroğlu ekibi ile bağlantılı CHP çizgisindeki Tuncelili girişimciler. Son ikisi Şii Kutsal Aile’den (Ehl-i Beyt) geldiğini ileri süren Sarısaltıklı ve Kureyşanlı unsurların denetiminde. AKP iktidarı “çözüm” veya “açılım” adını verdiği süreçlerde hep yaptığı gibi Dersim’de de kendi meşrebine uygun muhataplar bularak ilerliyor.

    23 Kasım tarihli Yeni Şafak haberlerinde Davutoğlu’nun bu ziyareti sırasında “Dersim katliamı”ndan ötürü “özür” dileyeceği, Dersim adının iadesi hakkında açıklamalar yapacağı da duyurulmuştu.

    Ne ki AKP medyasının yaydığı bu beklentilerin hiçbiri gerçekleşmedi.
    Ne Aleviliğin tanımı Alevilere bırakıldı, ne Dersim katliamından dolayı net bir özür dilendi, ne Dersim adının iade edileceğine dair bir açıklama yapıldı, ne de mezar yerleri açıklandı.

    Davutoğlu’nun “üç müjde”si, Tunceli Üniversitesi’nin adının “Munzur Üniversitesi” olarak değiştirileceği, eski kışlanın “Dersim Müzesi”ne dönüştürüleceği, ziyaret mekanlarının ve yollarının restore edileceğinden ibaret kaldı.

    Yani vaadler taksitlere bölündü.

    Anlaşılan o ki geri kalanı 2015 Haziran’ında veya daha erken bir tarihte yapılması beklenen genel seçimlerin sonrasında ve bu seçimlerin sonuçlarına bağlı olarak değerlendirilecektir.

    Verilen mesaj bu.

    Dersim ve Alevi açılımını gündeme getiren acil neden de yaklaşmakta olan genel seçimler ve bu seçimlere yönelik parti rekabetiydi zaten.

    Özür konusunda Hacı Bektaş’taki söylem “eğer”li ifadelerle (gerekiyorsa, ..se…sa gibi) Dersim’de iyice belirsizleşmiş, koşullara bağlanarak tanınmaz hale getirilmişti. Özürün kimden dileneceği dahi “bütün milletimizden özür diliyoruz” gibi ifadelerle saptırılmıştı. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin bu konudaki çıkışının Davutoğlu’nun dilinde yarattığı kararsızlık ve gerileme çok açıktı.

    Davutoğlu’nun konuşmaları yaklaşmakta olan genel seçimlere dönük kampanyanın bir parçasıydı. Ekseninde CHP’nin, özellikle tek parti dönemi uygulamalarının eleştirisi vardı. Ancak bu eleştiri CHP’ninkinden daha az devletçi, daha az tekçi değildi. Daha dolaylı bir söylemle ifade edilse de odağında bir ve aynı zihniyet, yani “tek devlet” ve “ tek millet” anlayışı vardı. CHP zihniyetiyle yüzleşilmezse “devlet savunulmuş olmaz”dı, “devlet beka bulmaz”dı gibi.
    Ana fikir buydu.
    Oldukça devletçi bir yaklaşım bu.

    Davutoğlu’nun konuşmaları kendi içinde bile tutarlı değildi.
    “Devletin resmi ideolojisi olmayacak” dediği halde “Alevi İslam” gibi kavramsal tercihlerle Aleviliğe ideolojik bir tanım getiriyor, İslamı ve Türklüğü üst kimlik olarak dayatan son derece tekçi (tek devletçi, tek milletçi, tek dinci), baskıcı ve gayri samimi bir yaklaşım sergiliyordu.

    “Ziyaret” veya “açılım” Dersim’i kuşatan çevreden devşirilen binlerce polisle yapılmaz.

    Kentte kısmi de olsa sokağa çıkma ve gösteri yasakları konarak yapılmaz.

    “Din her şeyi kuşatır” ve/veya “devlet her şeyi kuşatır” anlayışıyla yapılmış cihadi bir baskın bu.

    Referansı İslam ve devlet olan bu gibi saldırılara hazırlıklı olmalı Dersim.
    Nefs-i müdafaa için.

    http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/davutoğlunun-dersim-seferi/836372943080403

  87. Fergusonda biseyler oluyor, neden ABD konsoloslugu önünde degilsin???????

  88. Yusuf cemal i azdirdim, :)))devrimci gruplar camii lerde diz coktu diye bagiran, devrimci oldugunu soyleyen gruplarin dinci iktidar ile isbirligini, ancak boyle aciklarlar,. yapcak bisey yok, siz su zamanda soyle yapmistiniz:))) e iyide o ben miyim bakalim:)))?sen kime diz coktugune bi bak istersen:)? eskiden okullarda Mantik dersleri verirlerdi ne iyi idi, simdi, yusuf cemallere kaldik, …bi ara somuru ve sinifli devletin, arti urun somuru den degil , direk devletin olusumundan cikmasindan kaynaklandigi söylemisti bu yusuf cemal, acayip entelektueldir ama sakin ilismeyin:) Mantik yok ama olsun? e peki yusuf cemal grup yorum camiiye gittiginde ne Kadar aydinlanmaci anti dinci oldugunu kanitlamak icin harcadigin enerjiyi, hdp bdp ve altan icin harca, gel beni dov,? bir muzik grubu saflarinda savasan insanlarin ailelerinin istefine uyarak Populist bi yaklasimda bulunmus, elestrilirmi, evet elestrilir, Ulan sen dincinin hasi ile ittiffak kurmus strateji baglamis bi egilimi, Boyle akliyorsa, sonuc sudur, hdp akp ittifaki Politik orgutlenmeler, ve grup yorum. yaaa sizde zamaninda Boyle yapmistiniz grup yorumcular, lan bi gun , hani biz marjinaldik esprisine yakin dikey yatay espriler cikaracam bu yusuf cemalde, ki usuf cemal taksim de yuz binler varken isci sinifina yonelmenin tek yolunun fabrikala gitmek oldugunu soyleyerek birakin Marx i lassalin bile gerisine dusmus, bi marxisttir:) agzimi actirma yusuf cemal, sen menseviklerin bile gerisindesin….
    grup yorum devrim icin canlarini veren insanlarin ailelerinin istegi onunde diz coktu, ok sen kimin tepeden ilimli islamcilikta demokrasi bulan adamlari radikal olarak teshir etmemekliginle neyin onunde diz coktur, edepsüüüz:))) kac dogumlusun yusuf cemal, eskiden Mantik dersleri vardi liselerde:))) onunde diz cokturn?????ama ahmet kaya, ßßß ahmet kaya solcunun icerkenki arabeski olarak sahtir, ama devrimci Ozan, ??? hozan serhati ne yapcaz, yada Karadeniz daglarinda savasirken katledilen dy partizanlarinin hesabini oguzhandan sormak, yok bi tarih yazacaz elbet…. uc gun sonra farkli bisey olsun, yusuf cemal camii dincilik konusunda liberal bir solcu soylemi ile, aslinda, camiilere gidilebilecegini bize soyler, ama si nedeni nasili hangi ideolojik duzeyi , cem evine de gidiyoz biz???ß halk duzeyinde, sen iktidar duzeyinde dinci iktidari dolayli akliyosun:) zileli egit bunu? ahmet kaya devrimci bir ozandir, ve nazim hikmet ulusalcinin tekidir:)))

  89. ilber ortayli elestrilerimi bile anlamamis, ilber ortayli, birikim dergisinin tarih danismanidir ayrica,beni baglamaz:))) , onuda diyeyim:) hani senin ilber ortaylin nerde?, tarihi onlar bunu kesti ahada bunlar onu kesti den cikarak acikliyosun, salak, sanki kavimler göcu tersine dondurulse sorunun hal olacak, ayrica, ilber ortayliyi, kötü bi tarihci olarak degerlendirirm(sende soyle bi kafa var tarihci bizden se iyidir) e o Zaman kant hegel,… Marx anarsistler, , baska hic bir bilim adamindan faydalanmamali, sen dincimisin yusuf cemal… ilbere bes basab tarihciler var o ulkedede, sen beni camii de diz cokenlerin muridi olarak asagilamadan once onlari bi kesfet hele yusufff:))) mesela neyse????bizde iyi tarihciler vardir, okumasini bilene:)))

  90. yusuf cemal. sen bugunun dunyasinda lgbt edebiyati yaparken ,ben babürname okurdum 30 yil once:))), kötü egitiyosun zileli bunlari kötüüüü:)))

  91. küfür var

  92. sunu anlamiyorlar ulusal sorunda, fransiz ihtilali sirasinda ki burjuva milliyetciliginin feodalzmle polemigi, gec milliyetciliklerin kapismasi , balkanlardan(az bi turk katliami yoktur haaa) turkiyeye gecmesi, Adam, kemal fasistti kürtleri katletti rumlari katletti, o Zaman kemalizm fasizmdir, Kemal pozitivist idi ateist idi aydinlanmaci, ve hatta jakobendi(bu tartisilir) diye kahrolsun aydinlanmaci fasizm yaziyor,zileli ve benzerleri , Ulan guncel bi guc var bende buna katilayim, kendi anarsizmime burdan bi yol bulurum diyor, ortaya ne cikiyor, e haliyle Kultur sanat alaninda Idol u ahmet kaya da olur seyh saitte ilericikte bulur…kemalizm dedikleri seyin kendi ic hesaplasmalarini aciklama, sinifsal temel aramak,vs vs, toptanci dogmatizm, ya kemal tapinliciligi neyse kime ne anlatiyon???

  93. derdim su yusuf cemal. ilber ortayli nin gerisinde olman, derdim bu???ß

  94. siyasal dusunceler tarihi , alaaddin senel,., tarihte neler oldu, childe yi okumayan, en azindan ne yazdigini bilmeyen, Ulan buda okumamistir ayak yapiyo diye dusunen, yusuf cemaller yazmasin lutfen:))bi o Kadar daha varki:))) tarih bütün bilimlerin babasidir , Marx.. yusuf cemal, su moda belirli bir duzeye gelip soyut terimlerle , soyutlamalarla, istenc ve fantezilere gore dusunup yazmak vardir, ve topu sarlatandir:)

  95. Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
    Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
    Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
    Kürsî-i liyâkat, pezevenk puşt olanındır!

    (umde: ilke, pâye: mevki, kürs-i liyâkat: mevki)
    Neyzen Tevfik

    Sözün Özü bunca laf salatasına gerek yok :))

  96. ergenekon durusmalarinda , gizli tanik olan eski ds itirafcisina , perincek söyle sormus, . siz Kemalist genaralllerimizi , yurtsever generallerimizi oldurdunuz,(ilginc eski ds ye yeni dhkpc ye soven diye nurtepede dayak atan orgutler o zaman ne yapiyolardi)… itirafci susmus, 12 eylul 12 mart ta gorev almis bir General yurtsever anti emperyalist olamaz tsk ve chp ve ip ne ulusalci ,degildir,ust duzeylerinde gorev almis olanlarin hepsi sucludur, ne chp ne ip tutarli anti emperyalistlerdir….ben soruyorum perincege o sizin yurtsever generallerinizin 12 eylulde cezaevlerinde iskenceye NATO yonetmeliklerine uymadigi tek dakika varmidir.???

  97. Fergusonda bir seyler oluyor, neden ABD elciligi önunde degilsin? sen kimlerin kimlerle dayanismasindan yanasin?biz bu devrimde yokiz binbasim….

  98. hangi dava icin gozunu karartip kilicini cekip gidersinki?, 30 bin insanin yarisinin katililin, kullarini saz ile eglendiren, bas olmussa sana…

  99. Ulaş Arkadaş,

    Geldiğimiz nokta itibari ile sana kürt milliyetçisi beğendiremiyorum, tabii adlarını verdiğim KDP nin kurucusu ağaların bu durumunu inkar etmiyorsun ama çizgiyi biraz yukarı çekiyorsun. Şimdi de kürt milliyetçisi değil ama ”Kürt halkinin bagimsizligi, özgürlügü, Kürdistan´in kurulmasi ülküsü” olan kürtlerden bahsetmeye başladın. Aslında asıl tartışılması gerekli ama ne Türkiye solunun ne de kürt milliyetçilerinin hiç tartışmadığı nokta tam da burasıdır.

    Bağımsız Kürdistan bir çok kürtün ve kürt örgütünün hayalidir ama çok az ( onlar da oldukça marjinal kürt hareketleridir) kürt örgütlenmesi bağımsız Kürdistan politikasi gütmektedir. Benim bildiğim kadarı ile ne Barzani’nin KDP si ne de PKK bağımsız Kürdistan peşinde koşmaktadırlar. Barzani KDP si 1959 dan bu yana Irak’ta özerklik için dövüşmektedir, bağımsız bir Kürdistan için değil. PKK nın başlangıçta bağımsız Kürdistan programı vardı ama 1989 daki ünlü Birand rüportajından bu yana bu ülküden giderek vazgeçmiştir. Apo ve PKK artık bağımsız Kürdistan isteyenleri ilkel milliyetçilikle suçlamaktadır.

    PKK o zamandan bu yana önce özerklik vb ile başladı daha sonra Demokratik Cumhuriyet ve en son Radikal demokrasi de içinde bir çok kavramla nasıl bir Türkiye de yaşamak istediklerini gösterdi ama bunların hiç birisi bağımsız Kürdistan’ı içermiyor. Peki PKK hiç mi bağimsız Kürdistan’ı savunmuyor? Evet savunuyor ama sadece sola ve kendi kitlesine karşı bunu yapıyor. Ama devlete karşı böyle bir politikası yok. Ne zaman bir solcu görseler, önce solcuların ne kadar kemalist olduğunu iddia ediyorlar ardından ortaya çıktığından bu yana Kürtlerin ayrılma hakkı da dahil tüm haklarını savunmuş olan solun aslında ne kadar milliyetçi olduğunu tekrar vurguluyorlar ve doğal olarak Kürt ulusal hareketi karşısında eziklik içinde bulunan biz solcular da evet diyoruz kürtlerin ayrılması gerekir. Ben kişisel olarak bir sosyalist olarak kürtlerin ayrılma hakkını savunurum. Kürtler bu hakkı ister kullanır ister kullanmaz bu kendilerinin bileceği bir şeydir ama PKK ve HDP nin hükümetle ya da onların temsilcileri ile her konuştuklarında, aslında ayrılmak istemediklerini söyledikleri bir ortamda, sadece solun kürtler ayrılsın demesi garip bir durum oluşturuyor. Ama neden PKK devlete sadece belli haklar ama solculara ve kendi halkına ayrı devlet kurma türküsü söylüyor aslında bu tartışılması gereken bir durumdur.

    Barzani’nin KDP si ise ayrı bir olaydır. Barzani ailesi 1930lardan beridir bir isyanın içindeler ama merkezi hükümetten daha güçlü oldukları, hatta merkezi hükümetin dağılmak üzere olduğu su anda bile, ayrı bir devletten sadece ellerindeki kozu güçlendirmek için bahsediyorlar. Bunun yanında Barzani hanedanı stratejik olarak bağımsızlığı değil ama eğer Irak dağılırsa Türkiye’nin denetimine girmeyi kabullenmiş durumda. Adamlar buna stratejik ortaklık adı veriyorlar. TC orada polisi eğitiyor, orduyu eğitiyor, Barzani buraya Erdoğan’ın seçim çalışmalarına destek vermeye geliyor ( Kime karşı PKK ya karşı). Hatta Kürdistan Bölgesel yönetiminin dış ve iç poltika kararları Türkiye’nin bölge politikalari ile uyumlu bir şekilde alınıyor.

    Tabii kürt örgütleri sadece PKK ya da KDP den ibaret değil. Mesela sağcı dinci ama kürtçü bir hareket olan Hizbullah’tan tutun küçük marjinal sol sağ bir sürü bir sürü örgüte kadar hepsini ele alabilirsiniz. Hizbullah bir tane bile TC askeri öldürmemiştir ama TC den askeri vb yardım alıp binlerce kürtü öldürmüştür. Son çatışmaların ardından Hizbullah’ın Türk faşist örgütlenmeleri ile bir araya gelip bir iç savaş ittifaki oluşturmak istedikleri basına kadar saçılan toplantı kayıtları ile açığa çıkmıştı.

    Elbette T-KDP de kurulduğunda programında bağımsız Kürdistan yazsa da bunun sadece bir propaganda değeri vardı ve asıl hedef TC değil ama o zamanlar hızla yükselen sosyalist hareketlerdi. Zaten T-KDP de ırkçı bir parti olan AP yi desteklemişti. Bu noktada bana bağımsız bir Kürdistan ülküsü peşinde koşan kürtlerden bahsetme pek bulamazsın. Ama bunların hepsi sen kabul etmesen de kürt milliyetçileridir.

    Rojava anayasası bile, ki bir iç savaş sonucu dağılan bir Suriye de oluşmuştur, Rojava bile Suriye de bağımsızlık talebinde bulunmaz, Suriye sınırlarını ve Suriye devletini tanır, ama Suriye’nin demokratik kantonlar şeklinde örgütlnmesi gerektiğini ve bu demokratik kantonlar için mücadele ettiklerini söyler. Yani Rojava bir anlamda PKK nin Türkiye için önermiş olduğu statüyü Suriye içinde talep eder o kadar. Hemen itiraz etmeden önce Rojava anayasasını bir oku. Orada Suriye sınırlarının ve devletinin korunduğunu göreceksin.

    Bu noktada T-KDP liler aslında bağımsız Türkiye yi istemiyorlar o yüzden kürt milliyetçisi sayılmazlar demek bir anlam ifade etmiyor. Olay şu, kürt emekçileri her tarafta Türkiye ya da Suriye devletlerin demokratikleştirilmesini isterken, bunun için kürt örgütleri kurarken kürt egemenleri ise var olan faşist yapılan korunması için mücadele veriyorlar ve bunlar için gerici kürt örgütlenmeleri kuruyorlar. Ve devlet bu yüzden kürt milliyetçisi bile olsalar bu ağa örgütlenmelerini koruyor ama diğerlerini yok etmeye çalışıyor. O yüzden Barzani yönetimi desteklenirken, Rojava yok edilmeye çalışılıyor.

    Ben bir sosyalistim, bu noktada Kürt emekçilerinin TC yi demokratikleştirme çabalarını önemli bulurum ve desteklerim ama aynı sebeble, Türkiye faşizminin toplumsal desteklerinden birisi olan Kürt feodalizmini ve onarın kurdukları milliyetçi örgütlere karşı çıkarım. Bu yüzden Türkiye solunun ya da Kürt emekçilerinin Bir Seyid Rıza ya da Şeyh sait gibi feodal önderleri övmesi onları halk önderi ilan etmesi, hatta onları geröek kürt milliyetçisi ilan etmeleri kendi ayağına kurşun sıkmaktan başka bir şey değildir.

    Ha burada şu iddia edilebilir, PKK olsun diğer Kürt örgütleri olsun şimdilik özerkliği vb savunuyorlar, yarın daha da güçlenince bağımsızlık elde edecekler. Bu mantıklı bir akıl yürütme değil. Tüm bağimsızlık savaşları bağımsızlık hedef alınarak verilir. Bu yüzden hemen tüm bağımsızlık savaşları birkaç yıl içinde biter. Vietnam, Cezayir ve daha bir sürü bağımsızlık savaşı böyle yürütülmüştür. Bakınız Gerek Vietnam gerekse Cezayir bağımsızlık savaşları Kürtlerin savaşlarından çok önce başlamıstır ve çok uzun zaman önce bitmiştir. Üstelik bu savaşlar TC ya da Iraq gibi oldukça güçsüz ülkelere karşı değil ama dünyanın en güçlü emperyalist devletlerine karşı verilmiştir. Fransa Cezayirde savaş süresince ( sadece birkaç yıl sürmüştür) yüzbinlerce insan öldürmüş ama sonunda yenilmiş hatta Fransa da Beşinci Cumhuriyet kurulmuştur. Keza ABD Vietnam da 2 milyon civarında kişiyi katletmesine rağmen yenilmiştir. TC vahşi bir rejimdir ama 30 yıllık savaşta ölenler bellidir. ABD ya da Fransa’nın vahşetinin yanında çok sönük kalır. Keza Irak’taki ABD vahşetini düşünecek ve bu vahşeti Saddam yönetimi ile karşılaştıracak olursanız ne dediğim daha iyi anlaşılır. O yüzden TC nin vahşeti bağımsızlıktan vazgeçmenin bir sebebi olamaz.Ha bu arada belirteyim, TC nin bir BD den daha az katliam yapması daha az gaddar olmasından değil güçsüzlüğündendir.

    O zaman sormak gerek; neden Kürt örgütleri bağımsızlık istemiyor? Feodellerin neden istemediği açık; Tüm feodal yapılanmalar bir devlet korumasına ihtiyaç duyarlar. Devlet koruması olmadan feodallerin tek başlarına ayakta durması mümkün değildir. Ayrıca feodallerin bir araya gelip bir devlet oluşturabilme yetenekleri de yoktur, o yüzden tüm feodal isyanlar ulusal bir ölçeğe taşınamamış tek tek isyanlar olarak kalmıştır. Bu noktada bir feodalin amacı bağımsızlık değil ama kendi feodal çıkarlarını koruyacak bir devlet yapılanmasıdır, günümüzde bu ancak faşist bir devlet olabilir. Kürt milliyetçisi olmalarına rağmen Kürt feodellerinin faşist ve gerici partilerde yer almalarının hatta Hizbullah gibi bazan bu partilerin vurucu gücünü oluşturmasının ve Türkiye faşizminin toplumsal dayanaklarından birisi olmasının nedeni budur.

    Kürt feodallerine en büyük tehlike kendi marabalarından, sömürdükleri emekçilerden gelir. Ama aynı marabalar TC içinde büyük bir tehlikedir. Emekçilere karşı ortak düsmanlık, komünizm korkusu 1940larda kürt feodallerinin Türkiye egemenlik sisteminin içine alınması sonucu vermiştir.

  100. Anonim 87, şu Gezi sırasında “Direnişi işyerlerine yaymalıyız” dediğimizde insanları işyerlerine kapatıyorsunuz, gericisiniz diyen aklı evvel sendin değil mi? Sen ve senin gibi sokakçılar yüzünden elde yok avuçta yok dımdızlak kaldık. Hadi hadi, itiraf et, Fuat Avni torbadaki turbu bir çıkarsa da asıl görevimizi yapmadan demokratik devrimle yetinsek diye bekledin değil mi? Sonuçlar o kadar açık ki, o kadar keskin bir şekilde Gezi’nin potansiyelinin içine ettiniz ki, aynı geçmiş potansiyellerin içine etmeniz gibi bunu da kahramanlık hanenize yazmak dışında savunmanız yok. Nerde o yuzbinler? Nereye kayboldular? Nerde 1980 öncesi potansiyel? Ne oldu da bir sürüsü Özalcı oluvermişti?

    Olguları bırak yönetmeye girişmeyi, anlayamıyorsunuz bile. Tıpkı 80 öncesi ha devrim oldu ha olacak deyip, darbeye sukut göstererek destek veren milyonları anlamadığınız gibi.

    Bu arada okuduğunu anlamıyorsun, orası kesin. Ben anarşist değilim. Devlet/iktidar problemi problemdir ama buradan artı değer meğer çıkmaz. Nerden uydurdun bunu acep?

    Ve senin şu böbürlenmelerini kenara itersek, geriye sizin radikal demokratik geleneğinizi size yedirmek dışında pek bir şey kalmıyor. İşimize yarayın, toplumun her kesimine girin, girin ki zamanı gelip o ilişkileri devraldığımızda, fazla yabancılık çekmesinler. TKP’nin beyaz yakalılara yaptığını, siz de etnik kimlik çeşnili tabakalara yapın. Gerisini zaten biz halledeceğiz. Size de devrimden sonra devrimci romantizm yapmak kalır. Arabeski azaltırsanız, anlaşırız.

  101. Bizi ilkel milliyetçi gören sözde enternasyonalist sosyalistleri dikkatle okuyan, onların kendilerine açılan podyumu Kürdü bölmek ve Kürde düşmanlık temelinde kullandıklarını görür. Okumayan körler ise, onları başüstü eder. İşte Türk halkının Kürde yaklaşımı aşağı yukarı maalesef böyledir. Bakın gözlerinin önünde bir Kürt soykırımı sürüyor. Nerede Türk işçi sınıfı? Nerede Geziciler? Nerede Türk barış tugayları? Nerede Türk enternasyonalist sosyalistler? Ankara, İstanbul, İzmir sevinç içinde göbeğini kaşıyor. AKP hükümeti, ailesini kuzeye geçiren erkeklerin Kobane’ye dönüşüne izin vermiyor. Artık onları sığınmacı değil, köle görüyor. Türkçe konuşma zorunluluğu getirileceğine şaşmayın.

    http://rojevakurdistan.org/haydar-is-k/15476-islam-fasizmi

    ABD ve İsrail’in DAİŞ’i ortaya çıkardıklarını söylüyor ama TC’nin DAİŞ projesi babası olduğunu söylemiyor. Açık bir anti Kürt tavırdır. Kürdün başına DAİŞ belasını saran ABD ve İsrail değil, Türkiye’dir. Ama bu zat Türkiye ve Türk halkını sütten çıkan ak kaşık görüyor.. Neredeyse bir buçuk aydır KOBANE faşist İslamcıların saldırısı altında kan kaybediyor. Türk Hükümeti DAİŞ’le beraberdir. Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in DAİŞe yönelik yazısı Alman medyasına yansıdı. DAİŞ teröristlerini tedavi eden hastaneleri maddi manevi her türlü yardımı DAİŞ’e Türkiye veriyor. Bu kadar açık ve ortadayken, bu taş kafalı, yazısında Türkiye’ye tek kelime değinmiyor, ABD Kürde silah verdi diye bize hakaret ediyor. İslami faşizmin dalga dalga üzerine gittiği KOBANE’ye bir kaç namus ve şeref sahibi Türk solcu giderek dayanışmada bulundular, hatta şehit oldular. Ancak Türk halkı kırkpınar panayırında güreş müsabakası seyreder gibi Kürt soykırımı seyrediliyor. Metropollerde kıpırdama yok. GEZİciler kayboldu.

    Ben Türk solunun “emperyalist” kavramını doğru kullanmadıkları kanısındayım. Sürekli okyanus ötesi “emperyalist” demekle kapıdaki emperyalist Türk devletini gizlemek isterler. Oysa TC azılı emperyalist bir ülkedir. Benim anadilimi yasaklayan ABD ve AB değil, TC’dir. Dersim’de bize soykırım uygulayan ABD değil, TC’dir.

    Bizi süren, süründüren, dilimizi, kimliğimizi yasaklayan ABD ve AB değil, TC’dir. Şimdi varsa biraz vicdanı oturup üzerinde düşünsün, Kobane ve Şengal’de TC’nin emperyalist tavrına baksın, bir de onun ve onun gibilerin emperyalist dedikleri ABD ve AB’nin tavrına. TC, DAİŞ’e arka çıkıyor, Kürt soykırımı yapılsın diyor. ABD ise, Kürtlerin kendilerini korumaları için silah ve cephane yardımı yapıyor. Ona göre gerilla komutanları herhalde halisünasyon görmüş olmalılar ki, ABD’ye teşekkür ediyorlar. Adama sorarlar, sen hangi taraftasın? Bana kendin ol derken, sen kimsin, kimin safındasın?

    http://rojevakurdistan.org/haydar-is-k/15970-amerikanc-milliyetci

  102. Bütün milliyetçiler-ulusçular “devlet-perest” midir? Muktedir olmadan ulus-milliyetseverlik olanaksız mıdır?

    O yani milliyetçilik-ulusçuluk ideoloji olarak, özünde, “kendi geleneksel aidiyetine bağlılık ve saygı duyma-duyulmasını isteme”nin ötesinde, başka aidiyet, kimlik, ve geleneklere açık yada örtük bir düşmanlık içerir mi?

    Milliyetçilik-ulusçuluk bir yönüyle ekonomik ve kültürel olarak anlaşılmaya müsait iken; diğer bir yüzüyle anlaşılması hayli zor, kökeni, insanın geçmişinde gizli olan “meş’um, karanlık ve tehlikeli” bir psikolojik heyula mıdır?

  103. Ahmet nerde yaşıyorsun?

    Ahmet
    Bağımsızlıkçı, üstelik 4 parçada bağımsız birleşik Kürdistan’ı savunan radikal Kürtlerden nasıl haberin olmaz? İlla bu kişi ve grupların adını tek tek sayalım mı? Tutturmuşsun PKK, Barzani, Ş. Elçi, Melik Fırat, şu, bu, o…

  104. zavalli anarsizm devrim seviyor otorite sevmiyor devrim otoriterdir, ve karsi devrim korkusundan dolayi devletlesir, baska caresi yoktur.

  105. Dilde düzeysizlik nedeniyle yayınlanmadı.

  106. tüm sol ozgurlukcu hareketlerin dikkatine, bu kis stalinizm gelebilir, dikkat edin, stalinizm kis sever:))ammman haaaa

  107. Dilde düzeysizlik nedeniyle yayınlanmadı.

  108. Dilde düzeysizlik nedeniyle yayınlanmadı.

  109. Dilde düzeysizlik nedeniyle yayınlanmadı.

  110. cemmat meydanda direnirken isci sinifini eyleme cagirmanin en geri slogani isyeri sloganidir:)????devrim fabrikalrda olmaz meydanlarda olur mesele isciyi meydana cikarmaktir, uretim gelen gelen gucu kullanmakmi???? o bir hazirlik evrsine ait olabilir, ancak, fabrikasindan ayrilmadan uretimden gelen gucu ile ihtilal yapacak bir isci sinifi???? olmaz olsun, maceraci kucukbujuvaziyi tercih ederim, kuzum size nasil bi proletarya tanimi yaptiriyolar:) bu yusuf cemal oyle proletarya cidir disk in tavrina gezi sirasinda tek laf etmemistir, ne yardan ne serden:)))
    yusuf cemalin proletaryasi yuregi ve beyni olmayan ekonomik bir hayvan:)))sadece ekonomik grevlerle rubleye kapikle hareket ediyo:))))ama ayni yusuf cemal eminim kendine ekonomik olmayan acayip sosyal sosyo psikolojik sorunlar bulacaktir ilgilenmek icin, munafik Marxist bu iste:)))

    bu isci sinifi isyeri fetisizmi lassalcilik bile degil…..

  111. kategorik duzeltme, yussuf cemale ozel hdp vs vs Politik orgutlenmeler ve partilerdir, cammide diz kiran Politik bir gruba yakinligi ile bilinen muzik grubu, anlmadin dimi? yok anlamadin?:)) kategori ? yok yine anlamadin,.. grup yorum cok sevinirdi bu ise, Politik iddiali partilerle karsilastiriliyoruz diye:)
    yine anlamadin dimi????olur o oyle, yok sisteminden yetismis egitimli solcu bu iste:))

  112. ulus Devlet bitmistir sozune en cok kurt yurtseverleri itiraz etmeli iken, ki bu kurtlerin ulus Devlet kurma hakkini ortadogu projelerinde emeperyalizmin eritmesinden ibarettir, neden ben gerici cag disi oluyom bi anlasam:)tirk solcusu olarak:)

  113. devrim oldu ha oldu diyen kim beeee yusuf cemal, off sana abilerin radikal oncu savasi Demokrat hikayleri anlatmislar, biz, gezi ayaklanmayina, devrim bile demedik, ayaklanma dedik, daha coook ayaklanma gorucez:) oy anam oy:) sahis b60 larin legalizminde:)))biz ahada devrim olcak demisiz:) hani biz marjinal suni dengeci idik:))) halk saascisi idik simdi ne olduk:)))) bir halk ayaklanmasindan devrim bekleyen olduk, zileli gezi ye devrim derken biz israrla halk ayaklanmasi dedik, get polemigini zileli ile yap:)

  114. himmmm zileli sansure basvurmussa ???nicedir onda sezdigim tipik libos propagandif etkisinin kirilmasidir, .. kotu olan sudur. ulusalcilar bu ise sevinecektir,… ama bunun suclusu biz degil zileli dir. anarsist ulkuleri neo libos arguman hatta bazen cia labaratuar argumanlariyla beslemeye kalkisti, oysa buna hic ihtiyaci yokt, yukarlarda enetelijansiyanin ruzgar insani kapip goturur bazen, seydigin hocan bi sallanir ucurumun kiyisinda duruverir,sen hala suriyede karsi devrimden bahsedersin(devrim olmadan karsi devrim olmayacagina göre, karsi devrime karsi tuttugun bi devrim olmali zileli, rojava deme onlar Esad laaa heeec catismadi:)terminolojik sistemin kisisel duygusalliginda zileli, hatta senin bi terminoloji sistematigin yok, ve hatta akademik olarak geenel 68 lilerin arasinda bayagi bi cahilsin:))))))))Paradigma nin iflasini kemalin ciftliklerine dayandiran bilim adaminin gerisine kalirsin,:))yanlis Saat hesabi Dogru seyler soyler, arada, anarsist vicdana yamaman neoliberal propagandaya yamanmis bi zileli kalir, oda sansüre basvurur:)))az daha Hayat itelesin bakalim ne kalcak geriye zileli den bir ailevi kin mi?

  115. burjuva kemal, son nefesine kadar feodal soylulugunu muhammed e dayandiran (evladi kerbela imis yani muhammed soyu)bir adami tasfiye ederken, ben gidip seyit riza ya aglamam, dersim lilere aglarim, kemali katliamcilikla mahkum ederim , kahraman olanlar dersim koyluleridir, riza degil…

  116. radikal, devrimci, sosyalist sol diyebiecegimiz orgut gruplarin haber sitelerine bakiyorum, hdp ile birlikte davrananlarin kürt halkinin mucadlesinin yarattigi platformda AKTIVITILERINI haberlerini görüyorum, digerleri isci sinifi guncel haberleri veriyorlar,haber veriyolar, yazi yaziyolar, sadece bir tanesi, gucu oraninda, bazen naif ce ulkenin cesitli yerlerinde degisikik bicimlerde, kitleye, eksik gedik gitme cabasinin haberlerini yapiyor,kendi aktvitesinin haberini yapiyor, yarin bugün demeyin bunlar nerden cikti biz bittiler saniyoduk diye .. calisiyorlar..

  117. Dilde düzeysizlik nedeniyle yayınlanmadı.

  118. burada mahir e neredeyse ana avrat sövmek üzere olan bir adama ancak sövme asamasindayken, yok o kadarda olmaz, martyrlere sövülecek diye, canak tuttuktan sonra, engel koyan(tadini cikardiktan sonra)küfürsüz tek cümlesi olmayan adami duzeysiz bulmadida , zileli, bizim uslubu duzeysiz buldu, icerik, , anlatilmak istenen aciktir, zileli. sen bizi salakmi saniyon, :)tabiiki duzgun yazariz ama senin sayfan bunu mahir e hakareti ozgurluk adina tolare ettiginde kaybetti bu Hakki, enerjimizi baska yerlere sakliyoz, sen layik oldugun uslupla teshir ol…(noktama virgulume cumle sukruturama bakmam zilelinin sayfasinda):)))

  119. ha bide su mahallelerde yozlasmaya karsi mucadele eden mahalle bickinlarini gelecegin tekelci pezevengi ilan etmek varrr. duzeymis,. sen duzeyli kufredince biz anlamiyoz ya:))))

  120. emek en yuce degerdir gibi salak bi lafi kompozisyon konusu olarak alip, baska disiplinlerin kavram ve terimleri ile ,aslinda cok basit ifade edilebilecek benzetmelerle analojilerle(:)), hic bi sey soylemeden uzatarak, genel gecere uyarak yazsam:) salakca bi yazi yazsam, zileli begenirdi:)kirmizi kurdale takar basimi oksardi benim:)))))

  121. Valla benim nerde yasadigim belli, ya sen nerde yasiyorsun. Senin Tturmussun PKK Barzani diyerek kucumsedigin hareketler ( bak Rojava’yi unutmussun) Kurtlerin tarihte cikardigi en guclu siyasal ulusal hareketlerdir.

    Yazimda da soyledim, bazi kurt hareketleri bagimsizligi savunmaktadirama bunlar hep marjinal hareketler olarak kaldilar. Ana akim kurt ulusal hareketlerinden bu ister PKK gibi sol da olsun ya da Barzani ya da Hizbullah gibi sagda olsun reel politik alaninda bagimsizlik savunan yok.

  122. AHMET bey,bende hizbullahci ,fasist,irkci kürt hareketini destekleyecek halim yok.. onlar zaten banada sanada düsman..

    Senin celiskili sözlerini nasil anlayacagiz simdi?!! Bu dersimliler Bagimsizlik,özgürlük icin ayaklandilar,öldüler
    ama feodal oldugundan Devlet kurmazlardi. Bu lafina kemalistlerde sasar! biz niye katliam yaptik bosuna diye?

    Bu ruhlada bagimsizlik icin nekadar kann dökülürse okadar iyi olur diyorsun.Sanki cig köfteye et lazim!

    Vietnam,cezair vb.savaslar dissal olay.. Kürtl sorununda en büyük sorunda kürtlerin kendi kendini yönetme bilinci zayifti..

    Sen kann man istiyorsun ama cook mhpli bana” adamlar kürdistani kurmuslar “diye aglayip duruyorlar.. iyi uykular..

    Bahceliyi belki dersim ahalisi ” Dersime hos geldin” diye agirlarlarsa bilki bu anlamdadir.. Uyan artik..
    Kürler bagimsizlik isterse Dünya vizz gelir..elde ederlerde..

  123. Anonim 121
    Nasname sozde oldukca keskin bir sekilde kurt bagimsizligini istiyor ama sonucta destekledigi Barzani. Yukarida da soyledim, Bagimsiz bir Kurt devletine olan talebin toplumsal temeli kurt yoksullaridir, ama bunlar ayni zamanda demokrasi de isterler. Yani agalarin beylerin seyidlerin seyhlerin vb nin olmadigi bir toplum. O yuzden KDP taraftarlari ( Nasname bunlardan birisidir) nin bagimsizlik talepleri mesela MHP nin anti amerikanciligi gibidir. Yani demagojiktir.Barzani ve KDP hic bir zaman bagimsizlik pesinde kosmadilar, zaten simdi de eger Irak dagilirsa stratejik olarak TC nin denetimine girmeyi kabul etmis durumdalar. Ama bunu oldukca demogajik bir bicimde asil kurt bagimsizlikcilarinin kendileri oldugu iddiasiyla veriyorlar. O yuzden Nasname nin bagimsizlik istedigi iddiasi demagojiktir. Cunki politik hedefleri TC degil ama demoratik haklarini isteyen kurt yoksularidir, mesela Rojava dir, ya da su anki talebi Turkiye’nin demokratiklesmesi olan ( dogal olarak Kurdistan’in da) PKK dir. Nasname mesela PKK den nefret ederken, onun mahvini isterken, Hizbullah”i kurdistani sayiyor, neden cunki dincilik onlar icin onemli, ama Hizbullah irkci turk partileri ile ic savas toplantilari duzenliyor, hatta Rojava icin sokaga cikan kitlelere saldirip onlarcasini olduruyor. Nasname icin sorun bagimsizlik degil ama demokratik haklarini isteyen kurtlerdir, yani PKK nin demokratik kanadi, Rojava vb gibi demokratik olusumlardir.

    Isin dogrusu Turkiye de tek tek bireyleri konusmuyorum ama siyasi hareketlerden gercekten bagimsiz bir kurt devleti talep eden tek siyasi hareket PKK idi. Digerlerinin bagimsizlik ruyasidir ama bagimsiz bir kurt devleti icin savasmaya bile karsi cikarlar. Ama PKK da sosyalist blok catirdamaya basladigi 1989 dan bu yana bu iddiayi terketmistir. 1989 sonrasi pratik mucadelesinde feodalizme karsi mucadeleyi sadece koruculara karsi mucadeleye indirgemis, diger yandan bir suru feodalin ozellikle yasal alanda saflarina girmesine riza gostermistir. Bu ise PKK nin hizla bagimsizlik ulkusunden uzaklasip feodaller gibi TC icinde cozum aramasina sebeb olmustur. Su anki baris surecinin temel sebebi budur.

    Ama sosyalistler, anarsistler ilericiler vb acisindan sorun, PKK ne diyorsa propaganda duzeyinde bunlari papagan gibi tekrarlamaktan ote, bu durumun toplumsal sebeblerinin analizininin gerekli olmasidir. Oyle garip bir durum var ki simdi, Barzani staratejik olarak TC nin uzantisi olmayi kararlastirmis, hatta gelip Erdogan’in secim calismalarina katiliyor, adam sadece Turkiye ci degil ama bir de AKP li yani, Hizbulah BTP gibi irkci partilerle komunistleri ve PKK yi nasil yok ederiz tartismalari yapiyorlar, PKK ve HDP ise artik sadece radikal demokrasiden vb bahsediyorlar ama solcular her tarafta bu arada iliski de bulunduklari halka da Kurtler ayrilsin ayri devlet kursun propagandasi yapiyorlar ( Bu arada sunu belirteyim, kurtlerin ayri devlet kurma hakkinin olmasi ayri bir seydir ama Kurtlerin bu hakki kullanmayip ama bunun yerine mesela radikal demokrasi istemeleri ayri seydir). Rojava ise Suriye parcalanmis ama hala Suriye nin birligini isteyen nadir politik hareketlerden birisi, Iste komik ya da trajik olan sey bu;, eger kurtler ayrilmak istiyorsa elbette bu desteklenmelidir, ama politik olarak solun su an icinde oldugu durum gercekten traji komik. .

  124. Türk devletinin feodalizmle mücadele iddiası safsatadır. Türkiye Cumhuriyeti Batı elbisesi giydirilmiş Doğu despotluğudur. Saltanat kalktığı halde aynı zihniyet cumhuriyet maskesi altında icraatlarına devam etmektedir. Değişen tek şey devletin ismi ve hanedanın sürülmesidir.

  125. kesinlikle katılıyorum bu görüşe.

  126. İki Türkiye’nin kıskacındaki Dersim

    Seyfi Cengiz

    TC sınırları tek bir ulusun/milletin veya tek bir ülkenin sınırları değil; bir devletın sınırlarıdır.
    Bu sınırlar içinde bir değil, birden çok millet yaşıyor.
    Bu sınırlar dahilinde bir değil, Türkiye, Küzey Kürdistan ve Kırmanciye (Dersim) gibi birden çok ülke bulunuyor.

    Kısaca:
    Dersim; Devlet Bahçeli’nin sandığı gibi “81 ilden herhangi biri” değildir.
    Dersim, “Tunceli”den ibaret de değildir.
    Halkın tanımadığı bugünkü resmi statü/kimlik Dersim’e 1937-1938 soykırımı ile dayatılmıştır.
    1937-1938 ise, sadece bu tarihlerdeki olaylara bakarak, “nihai harekatın” başlangıcı olan 19 Mayıs 1937 öncesinden bir bahane (isyan, vb) arayarak kavranamaz.
    Dersimli bir bahane sunmamış olsa bile, devletin kendisi o bahaneyi yaratacaktı.
    Dersim kırımı “Dersim ıslahatı” adı verilen ve daha 1925 yılında kararlaştırılmış bulunan sömürgeci bir programın sonucuydu.
    Bu program sömürgeciliğin tarihinde hep başvurulmuş olan “medenileştirme” argümanına yaslanır.
    “Medeniyet” dediği, Tanzimat sonrasında Batıcı/modern bir kılık giydirilmiş olan Türk-İslam medeniyetidir.
    Medenileştirlmesi kararlaştırılan ise, “barbar”, “vahşi”, vb gibi sıfatlarla tanımlanan Dersim Komünü’dür.
    Dersim Komünü’nün etnik-kültürel farklılığı ulus-devlet projesini benimsemiş Türk-İslam medeniyeti için sorun teşkil ediyor, bir tehdit, bir “çıban” olarak görülüyordu.
    Beş asırlık Dersim sorununa bulunan “çözüm”, Dersim’e yukaridan aşağıya devlet zoruyla İslam dinini ve Türklüğü dayatmaktı.
    Proje buydu.
    Bu proje 1925’te hazırlandı, 1931’de bir takvime ve stratejiye bağlandı, 1932’de hayata geçirilmek istendiyse de hesapta olmayan bazı gelişmeler nedeniyle 1937-1938’e ertelendi.
    Yani “nihai harekat” en az on yıllık bir hazırlık (1925/1927-1937) evresinden sonra gerçekleştirildi.
    1937’de başlayan “nihai harekatın” hemen öncesinde “isyan” vb gibi bir bahane aramak, bir sürece yayılan bir olayı, amacını ve arka planını hiç anlamadan tartışmaktır.
    Devlet Bahçeli’nin ve benzerlerin yaptığı budur.
    Hadiselerin seyri, programın/projenin amacı belliydi.
    Dersimli bunun farkındaydı.
    Ortada bir “isyan” yok, ama yaklaşık 12 yıla yayılan bu süreçte bir düzine “isyan” bile olsaydı bütün bunlar meşru ve haklı olurdu.
    Hiçbir halktan işgale, zulme, açık açık “geliyorum” diyen bir soykırım tehdidine karşı eli kolu bağlı kalması beklenemez; böyle bir şey talep edilemez.
    Ortada bir soykırım var.
    1937-1938’e öngelen bir “isyan” icad etmek devletin suçunu hafifletmez.
    TC devleti henüz bu katliamdan dolayı özür dilemiş, onunla yüzleşmiş değil.
    Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun açıklamalarına aldanmayalım.
    Bu ikilinin “özür” falan diledikleri yok.
    Erdoğan’ın “Müslümanlar katliam yapmaz” mealindeki sözlerini hatırlayalım.
    Onlara göre, evet, Dersim’de bir “katliam” olmuştur, ama bunun sorumlusu kendileri değil, “Eski Türkiye”dir, başta CHP olmak üzere bu ‘Eski Türkiye”nin temsilcileridir; kendilerinin temsil ettiği “Yeni Türkiye”nin, başka deyişle İslamcıların ya da Müslümanlar’ın bu katliamda bir sorumluluğu yoktur.
    Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun “üstad” bildikleri Necip Fazıl Kısakürek’in yaklaşımı da tamı tamına buydu.
    Kısakürek, “Son Devrin Din Mazlumları” başlıklı kitabının “Doğu Faciası” bölümünde seçilmiş birkaç somut olay ekseninde Dersim kırımının çok etkili bir açıklamasını yapar. Bu kırımda elli bin insanın öldürüldüğünü yazar. Ancak bunun bir Müslüman kırımı olduğunu ileri sürer. Onun bu yaklaşımı Kızılbaşlığı İslam-içi bir gelenek saymasından kaynaklanır.
    Onun takipçileri arasında bulunan Erdoğan ve Davutoğlu’nun yaklaşımları da aynıdır.
    Onlara göre kendi geleneklerinin ve cemaatlerinin Dersim kırımında bir sorumluluğu yoktur.
    Ancak AKP iktidarı sorumluluktan kaçamaz.
    Çünkü Dersim Sorunu beş asırlık bir sorun.
    Bu sorunu başlatan da Osmanlı’dır.
    Osmanlı’nın Kızılbaş kırımlarıdır.
    Dersim ve Kızılbaş muhalefetinin AKP iktidarı döneminde giderek radikalleşmesi bu farkındalığın bir belirtisidir.
    Dersim katliamı, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi pogromları bu kırımlar zincirinin devamıdır.
    Sorunu yaratan AKP’nin sahiplendiği ve iktidara taşıdığı gelenek ve zihniyettir.
    Osmanlı, Müslüman ve Sünni bir kimlik taşıyordu.
    Osmanlı’da hakim millet Müslümanlardı.
    Osmanlı, bu kimliğiyle İslam-dışı olduğunu açık açık söylediği Dersim ve Kızılbaşlara asırlar boyunca kan kusturdu. Bu Kızılbaş kırımları Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun kendi cemaatlerini aklamak ve özürden kaçmak için görmezden ve bilmezden geldikleri bir konu. Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun ced bildikleri Yavuz, Kanuni, Abdülhamit, vesair hiçbir vakit Kızılbaşlığı İslam-içi bir gelenek olarak görmediler. Osmanlı döneminin fermanları ve fetvaları birer kanıttır. Dersim Komünü’nün dini olan Kızılbaşlığı İslam’a eklemlemeye kalkışan TC devleti oldu. Ama sırası geldiğinde, 1930’lu yıllarda, “Dersim’i Müslümanlık ve Türklük içinde eritmenin en büyük engeli Kızılbaşlığıdır” diyerek kırımlara başvuran da bu aynı devletti. Kendi iktidarı altında bu teze sarılmak açık ki İslamcı burjuvazinin ve onun sözcüleri Erdoğan’nın ve Davutoğlu’nun da işine geldi.
    Sinsi bir taktik bu.
    Özetle, Erdoğan ve Davutoğlu Dersim’de bir “katliam” yapıldığını söylüyor, ancak bunda kendi geleneklerinin ve Müslüman çoğunluğun hiçbir suçu ve sorumluluğu bulunmadığını, suçun tamamen devlete ait olduğunu, ama AKP devletine değil, daha öncekine diyorlar. Buradan hareketle kendi gelenekleri ve yönetimleri adına herhangi bir özür düşünmüyorlar. “Özür” kelimesinin onların dilinde bir türlü yerli yerine oturamayışının nedeni budur. Onlara göre devlet adına özür dilemesi gereken CHP’dir. Kendi içindeki bölünmeler nedeniyle CHP oyundan düştüğü için de devletin diğer kanadını savunmak öncelikle MHP’ye düştü.
    Davutoğlu ve Bahçeli arasındaki kavganın özü budur.
    Tanzimat’tan bu yana süregelen ve modernleşme adı verilen süreç iki paralel toplum ve iki Türkiye yarattı.
    Biri İslamcı, diğeri milliyetçi/ırkçı.
    Davutoğlu ve Bahçeli arasındaki kavga 150 yılı aşkın bir zamandır hep eksende bulunan iki Türkiye arasındaki bu çatışmanın devamıdır.
    Geri kalan aktörler/güçler hep bu çatışmanın taraflarından birine yedeklenmiştir.
    Andaki Dersim muhalefeti de dahil.
    Dersim bu kıskacı kırmak zorundadır.

    http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/iki-türkiyenin-kıskacındaki-dersim/839396162778081

  127. Dersim Katliamını Kim Yaptı?

    İsmail Karagil

    29 Kasım 2014

    AKP’nin söylemleri kimseyi kandırmasın. Sözlerle, vaatlerle sadece bir oy deposu olarak gördükleri Kürtleri ve Alevileri kandırmaya çalışıyorlar. Eğer AKP tek parti döneminde yapılan katliamlar konusunda samimi olsaydı, kuru özürler ve vaatler yerine somut adımlar atardı.

    Dersim katliamının yıldönümü vesilesiyle bu konuyla ilgili tartışmalar da yeniden gündeme geldi. İktidarıyla muhalefetiyle burjuva taraflar bir kez daha ikiyüzlülükle sorumluluğu üzerlerinden atmanın gayreti içine düştüler. CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun Dersim özrü ve Davutoğlu’nun Dersim ziyareti ile tartışmalar iyice alevlendi. AKP, kendi yaptıklarını görmezden gelerek CHP’ye ve Kemalizme vurmak için bu sorunu istismar ediyor. CHP ise gerçekleri çarpıtarak tek parti rejiminin savunuculuğunu yapmaya devam ediyor.
    Yıllardır bir halkın acısı burjuva siyasetin çıkarlarına malzeme ediliyor. 2011 yılında Erdoğan demokrat pozlar vererek CHP’yi köşeye sıkıştırmak amacıyla “Kılıçdaroğlu nereye kaçıyorsun ya. Bunlardan nasıl sıyrılacaksın. Ben mi özür dileyeceğim, sen mi özür dileyeceksin? Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa, böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim, diliyorum. Ancak CHP zihniyeti adına özür dilemesi gereken varsa sensin” demişti. Elbette bu açıklamalar dönemin siyasi hesapları gereği yapılmıştı ve amaç Dersimli Kılıçdaroğlu üzerinden CHP’ye vurmaktı. Dolayısıyla bu açıklamalar kuru bir özrün ötesine geçmedi. Dersim katliamı konusunda somut bir adım atılmadı ama siyasi malzeme olarak bolca kullanıldı. Bunların tartışılmasını lütuftan sayan AKP, sanki Kürt sorununu, Alevi sorununu çözmüş gibi, inkârcı ve imhacı zihniyetleri eleştirdi. Bir dönem demokratik pozlar kesen AKP, iktidara yerleştiği ölçüde otoriterleşmeye başladı. Kürt ve Alevi sorununda devletçi-milliyetçi dil kendisini daha fazla belirgin kıldı.
    Son zamanlarda Dersim’i dilinden düşürmeyen Davutoğlu da Erdoğan’ın açtığı yoldan yürüyor. Önce Aşure gününde “Dersim modern Kerbela’ydı” diyen Davutoğlu, ardından Dersim ziyaretinde tıpkı Erdoğan gibi ihtiyat kaydı koyarak “Bir yanlışlık varsa devlet adına bunu yapacağız, özür dilenmesi gerekiyorsa özür dileyeceğiz” dedi. Yani halen “bir yanlışlık varsa” diyordu. Ne tesadüf ki Erdoğan da milletvekili seçimlerine aylar kala “gerekiyorsa özür dilerim” demişti. Genel olarak kutuplaştırma politikasını tercih eden AKP, her seçim öncesinde Türkiye siyasetinde tabu sayılan bazı konularda çeşitli “olumlu” açıklamalar yaparak her kesimin temsilcisi ve hükümeti olduğunu propaganda etmeyi de ihmal etmiyor. Özellikle CHP’yi yıpratmak için Dersim katliamı, tek parti rejimi gibi CHP’nin yumuşak karnı diyebileceğimiz konuları gündeme taşıyor. Giderek tek adamlığa doğru ilerleyen Erdoğan, tek parti rejimini eleştirmekten geri durmuyor. Veya Roboski’de çoğu çocuk 34 Kürdün bombardımanla katledilmesinde sorumluluğu olduğu halde, Dersim katliamını yapanları eleştirme hakkını kendinde görebiliyor.
    Davutoğlu Dersim’de bazı vaatlerde bulundu: “Dersim’de eski kışla müzeye dönüştürülecek ve adı da Dersim Müzesi olacak. Bunun için 10 milyon liralık ödeneğin talimatını verdik. Ziyaret ettiğimiz bütün yerlerin yolları yapılacak. Dersimli kardeşlerimiz oralara en iyi şartlarda gidecek ve hepsi restore edilecek. 12 milyon liralık bir kaynak ayırdık. Rektörümüz üniversitenin adının Munzur Üniversitesi olmasını istedi, biz de kabul ettik.”
    Alevilerin taleplerini karşılamayan, sorunlarını çözmeyen AKP, isim değişiklikleriyle Alevileri kandırmaya çalışıyor. “İnşallah” sözcükleriyle birlikte yapılan bu vaatlerin bile ne kadarının, nasıl gerçekleştirileceğini yakında göreceğiz. Örneğin Dersim adının geri verilmesi çok basit bir değişiklik, ama AKP bunu bile yapmıyor. Üstelik Davutoğlu Dersim’e gitmeden önce kalemşorları “orada müjde verecek ve Tunceli’nin adı Dersim olarak değişecek” diye balonlar uçurmalarına rağmen bu adımı atmadı. AKP bu türden değişiklikleri kendi takvimine göre ve kendi bildiği gibi yapmaktadır. İnkâr ve asimilasyon politikalarına son vermekle övünen AKP’nin Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılması konusunda yaptığı “reform” bunun en güzel örneklerinden biridir. Kürtçede eğitim serbest diye lanse edildi ama aslında sadece özel okullarda ve matematik-fen derslerinde Kürtçe eğitim yapılabiliyor.
    AKP’nin CHP’yi sıkıştırmaya yönelik Dersim hamlesi başarılı oldu. Sezgin Tanrıkulu’nun, bir televizyon programında CHP Genel Başkan Yardımcısı olduğunun altını çizerek “Dersim’de acı duyan herkesten bin kere özür diliyorum” demesi CHP’yi karıştırdı. Ulusalcılığın ve Kürt düşmanlığının iliklerine işlediği CHP’liler, bu basit cümleye bile tahammül edemediler. CHP Uşak milletvekili Dilek Akagün Yılmaz, Tanrıkulu’nun HDP temsilcisi gibi davrandığını, CHP adına özür dileyemeyeceğini söyledi. “Bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı terör eylemleriyle isyana kalkışan PKK ile o dönemdeki Seyit Rıza’nın başkanlığında yürütülen bu isyanın aynı şey olduğunu görüyoruz” diyen Yılmaz, Dersim katliamı sırasında iktidarda olan CHP’nin Kürt sorununa yaklaşımının bugünün CHP’sinde de hâlâ canlı olduğunu ortaya koymuş oldu.
    CHP’ye göre, Cumhuriyet Dersim’de feodal düzene, aşiret reislerinin gerici yönetimlerine son vererek bölgeyi modernleştirmek istemiştir. Aşiretler modernleşmenin temel gerekliliği olan köprü ve yolların yapımına karşı çıkınca devlet askeri harekât yapmak zorunda kalmıştır! CHP kabaca böyle düşünmektedir. Medeniyet getiren devlete teşekkür etmeleri gerekirken, bu cahil ve geri insanlar devlet güçlerine mukavemet etmişlerdir! Devlete karşı gelirsen başına bunlar gelir; çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı demeden devletin sopasını yersin! Kemalist zihniyet, Koçgiri’den Dersim’e kadar devletin yaptıklarını sorgusuz sualsiz haklı ve gerekli bulmaktadır. Onur Öymen’in, “analar ağlamasın” diyen HDP vekillerine karşılık, “Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da analar ağlamasın diye bu mücadeleyi durduralım dedi mi?” demesi bu anlayışın doğal bir sonucuydu.

    Hepiniz suçlusunuz!

    CHP de AKP de Türk burjuvazisinin partileridir ve milliyetçi, devletçi, anti-demokratik zihniyet kalıplarını ortak olarak taşımaktadırlar. Hiçbirisi Kürtlerin ve Alevilerin özgürlüklerinden yana olmadı. Kürtlere ve Alevilere yapılan kırımlara karşı çıkmadılar. Tersine, Türk olmayanlara sadece hizmetçiliği layık gördüler; Kürtlerin terbiye ve asimile edilmesini savundular. Dönemin raporlarından Dersim’de neler olup bittiğini açık bir şekilde anlayabiliyoruz. Dersim katliamı da diğer Kürt katliamları gibi, Kürtlerin baskıya, zulme direnip demokratik hakları için devlete başkaldırmaları üzerine gerçekleştirilmiştir. Devlet Dersim’e karakol yapamamış, gençleri askere alamamış, vergi alamamıştır. Osmanlı Devleti zamanında da coğrafi koşulların etkisiyle merkezden izole kalan Dersim, yeni Cumhuriyet tarafından hep bir çıbanbaşı olarak görülmüştür. Tedip ve tenkil edilmezse bu “çıbanın” yayılacağından endişe duyulmuştur.
    Örneğin 1926’da, dönemin Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, hükümete sunduğu raporunda şöyle demektedir: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.”
    1931’de, Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) ise sorunu çözmek için şunları önermektedir: “A. Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkararak Garba atmak ve serpiştirmek.” (bkz. Levent Toprak, Dersim Katliamı ve Kemalizm, MT, Aralık 2009)
    AKP’nin söylemleri kimseyi kandırmasın. Sözlerle, vaatlerle sadece bir oy deposu olarak gördükleri Kürtleri ve Alevileri kandırmaya çalışıyorlar. Eğer AKP tek parti döneminde yapılan katliamlar konusunda samimi olsaydı, kuru özürler ve vaatler yerine somut adımlar atardı. HDP, Dersim katliamı da dahil olmak üzere Türkiye tarihinde gerçekleştirilmiş olan soykırımların tanınmasını, Mecliste özür dilenmesini, tüm arşivlerin açılmasını, hakikatleri araştırma komisyonlarının kurulmasını, maddi ve manevi tazminatların ödenmesini içeren bir teklif sundu Meclise. Bu teklifin HDP haricindeki tüm partiler tarafından reddedileceğini söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Çünkü, AKP’sinden CHP’sine, MHP’sinden kurulan yeni partilere kadar burjuva partilerin hiçbirisinden Türk burjuvazisinin tarihinin kanlı ve kirli olduğunu itiraf etmeleri beklenemez.

    http://marksist.net/ismail-karagil/dersim-katliamini-kim-yapti.htm

  128. DERSİM BİLİNCİNİN UYANIŞI

    Sayın Prof.Dr. Sosyolog İsmail Beşikçi!

    “Dersim’de Bilincin Uyanışı” koymuş.
    Olabilir. İstediği başlığı, yazısı için seçebilir.

    Buna hiç kimsenin karşı durmasını, biz de istemeyiz.
    Esasen Dersimliler hep böyle davranırlar. Oyle de…

    İnsan; Sayın Beşikçi’nin yazısını inceleyince, başlıkla içeriğin pek uyumunu göremiyor.

    Hatta dikkatli okuyucu gözünde ‘Dersim’deki ve Dersimli’deki bu değişiklikten’ hoşlanmışa benzemiyorlar, Sayın Beşikçi…

    ‘Konuyu birileri adına ele aldığı’ izlenimi edinebiliyor. İnsan; bu yazıyı incelediğinde… Ve olup bitene başkalarının gözlüğü ile baktıkları düşüncesine kapıldım, ben…
    -*-
    Şimdi soralım:

    Dersim’de yaşanan olayları biraz düşünerek yazmanız daha doğru olmaz mıydı?
    Dersimlilerin ‘kendilerini yaşamaları’ hakları yok mu?

    İlgisi olmayan çatışmaların Dersime taşınmasının anlamı ne olmalı…?

    Başkalarının davalarına Dersim gençlerinin kurban edilmesinin anlamı ne olmalı ki…?

    ‘Zalimin ve yaşadığı zulmün hesabının Dersimliye sorulması’nın sorgulanması gerekmez mi?

    ‘Köylerinden çıkamayacak insanların aç ve susuz kalmalarını’n sorgulanması gerekmez miydi?

    Bu çift taraflı zor u zextin anlamı ne olmalı ki…?
    Sebebi/sebepleri ne ola ki…?

    ‘Dersimlinin anadilinin kullanıldığı yaşam alanlarının yok olması’nın çok yönlü sorgulanması gerekmez miydi?

    Siz; bugüne dek bunları yazdınız da, biz mi göremedik?
    Yasaları, biraz da dersimli açısından sorgulamak gerekmez miydi?

    Çocuklar, bebeler, hamile kadınlar, yaşlı piri faniler; sadece “38’de” mi öldüler?
    Sürgün, vurgun, talan sadece o gün mü yaşandı? Garip diyarlarda, dersimli; sadece “38’de” mi sefil, hasta, aç ve açıkta kaldı?
    Çocuklar; sadece o dönem mi, kötü emellere araç edildiler?
    Gene Dersimin çocukları; sadece o dönem mi, anadilini öğrenme olanaklarından yoksun bırakıldılar?
    Gammazlık, iftira, aşağılama, tehdit, zor u zext sadece o dönem mi yaşandı?

    ŞİMDİ:

    “Son 25-30 yıllık mücadele sürecinde, Kürtlerin mücadelesini kırmak için, devletin, Zazacılık diye bir akım geliştirmeye çalıştığı gözlenmektedir…” de ne demek oluyor, Sayın hayranı Professor?

    “ Zazaların Türk olduğu, bazı Türklerin Zazalaştığı anlatılmaktadır.
    Resmi ideolojinin ikiyüzlülüğü hemen dikkati çekmektedir.
    Kürt olduklarından ve Kızılbaş olduklarından dolayı soykırıma uğratılanlara,
    bugün de Türk olduklar söylenmeye çalışılıyor…” u açıklama zahmetine katılmanız olası mı???

    “Devlet, bu propaganda çerçevesinde, bazı Zaza Kürtlerini de hareket ettirebilmektedir…”ifadesi ile kimi kast ediyorsunuz?

    “Bu konuda Zaza Kürtlerinin her zaman hatırlaması gereken süreç şudur. Dersim’de, Alevi inancında olan, Zaza Kürtleri yaşamaktadır. Alevi inancında olan Dersim’deki Zaza Kürtleri, 1937-1938 de neler yaşadı? Zaza Kürtlerine neden bu muamelenin layık görüldüğünü, Kürtlere neden soykırım yapıldığını da dönemin Adalet Bakanı, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt çok açık bir şekilde dile getirmektedir…” demek; sırtında yük ve külfet taşımak anlamına gelmez mi?

    Evet “Resmi ideolojinin ve başkalarının Zazalarla ve Dersimle ilgili bu tutarsızlıklarına, çelişkilerine de dikkat etmek gerekir” i uygulayalım…

    Zazalar konusunda Roşan Lezgin’in, Kirmanckî, Kırdkî, Dimilkî, Zazakî konusunda yeterliğinin ve yetkisinin kaynağı ne ola ki…”

    Siz; elbette ki, lehçe ile dil farkını anlayacak biri iken, anadillerini kullanma ve yaşatma derdinde olan insanları “bölücülük ve ajanlıkla” suçlayan durumuna nasıl düşersiniz?

    Yoksa iki dilin farkını anlayamayacak bir acziyet içinde misiniz?

    Eğer “bunlardan bana ne” diyorsanız; peki bu çabanızın anlamı ne ola ki…????

    Hangi katır ayağınıza bastı da, bu davranışı sergilediniz?
    Acaba kim adına, bu kaygılanma… ?

    Bu davranışı sergilemeniz için, sizi ne çarptı, Sayın Profesor?
    Hangi derinlikli ilişkinin etkisi ola ki…?

    Ha ! Bir de “Türkiye’de, 1925-1945 yılları arasında tek partiye dayanan bir siyasal hayat vardı. Doğal olarak anti-demokratik bir siyasal sistem, anti-demokratik bir siyasal rejim egemendi. Genel seçimler aslında atama şeklinde cereyan ediyordu. Milletvekilleri Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından atanıyordu…” demişsiniz.

    Allah aşkına! Şimdi Bölge milletvekillerini kim atıyor/pardon seçiyor.-*-

    Sayın sever Profesor, Dersim; öncelikle ‘DERSİM” değilse, hiçbir şeydir. Yani anlayacağınız; herkes önce kendisi olmalıdır. Aksi halde “birilerinin bir şeyi” olmaktan öteye geçemez.

    Bunun adına “kişilikli olmak” denir.
    Dersime ve onun tarihine yakışan budur.

    Gerçekten de ”Eğitimli olmak, eğitimin kalitesini yükseltmek, otoriter ve totaliter bir yönetimin kurulmasına engel olmuyor. Kimliklerin inkarı(MT), imhası, asimilasyon(MT) çabaları, dünya’da(MT) her zaman faşist düşünce ve uygulama için elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Bu sürecin Dersim 1937-1938 de olduğu gibi soykırıma varan uygulamaları da hala(MT) olmaktadır(MT).”

    Sonuç olarak:
    Bu çabalar “Dersimin gündemden çıkarılmasını amaçlıyor” olmasın mı?

    http://tornethuji.blogspot.com/2009/12/dersim-bilincinin-uyanisi.html

  129. ZAZA- DIMILI- KIRMANC KONUSUNDA DEVLET KURT MILLIYETCILERIYLE PARALEL DAVRANMAKTADIR

    Bertal Kahraman

    Sayin besikcinin okurlara tavsiye ettigi “Zaza Kürtleri konusunda Roþan Lezgin’in, Kirmanckî, Kýrdkî, Dimilkî, Zazakî baþlýklý yazýsýna bakmakta yarar var. (www.zazaki.net, 26 Tebaxe 2009)” yaziyi da okudum. Bu yazi konusunda da goruslerimi belirtecegim. Ancak simdilik kisca soylemek istedigim sudur:

    Sayin Besikci hocanin bilmedigi yada gormek istemedigi sey, “Vate Gurubu” olarak bilinen bu cevrenin, Zazacayi standartlastiriyoruz! Adi altinda KURMANCILESTIRME cabalaridir. BU gurubun tum calismalarina bakildigi zaman Zazacayi Kurmanci icinde (Kurtce demiyorum cunku onlarin Kurtce darken neyi kasdettikleri de net olmamakla beraber uygulamada Kurmanciyi esas aldiklari aciktir) eritmek cabasindan baska sey gormek cok zordur. Mevcuk Zazaca original kelimeler yerine “Standartlastirma”! adina Kurmanci kelimeler kullanmaktan tutun, Standart Kurtce alfabe kullaniyoruz mantigiyla Zazacada olmayan sesleri ihtiva eden Bedirhan alfabesini esas alma ya kadar, bir yigin zorlama mevcuttur. Bu gurubun Zazaca uzerine calismalar yapmasina kisi olarak bir itirazim olmamakla beraber, onlarin Zazacayi Kurtcenin lehcesi (ki nasil lehce oldugunu izah konusunda adi gecen yazinin yazari Rosan Lezgin’in de zorlandigi) olarak lanse etmeleri ve, Zazalari da “Zaza Kurdu” gibi ucube bir isimle isimlendirmelerinin zorlamayi da asip. Ucubelestigini belirtmek istiyorum.

    Sayin besikci bu ve benzeri Kurt Milliyetcisi cevrelerden Zazalar hakkindaki gercegi bulup ogrenemez. Bu mumkun degildir. Bunlardan alinacak her turlu alinti ve destek, Besikci hocayi, Zazalar konusunda bilimsel olmaktan cok Politik tavir sahibi olmaya goturur. Zaten bu yazida Zazalarla ilgili belirttigi tum gorusleri, sadece politik bir tavir alis cercevesinde kaliyor. Bilimsel bir olgu yok. Benim sahsen Besikci Hocaya itirazim dab u noktadadir.

    Ayni yazisinda Sayin besikci devamla: “Zazalarýn Türk olduðu, bazý Türklerin Zazalaþtýðý anlatýlmaktadýr. Resmi ideolojinin ikiyüzlülüðü hemen dikkati çekmektedir. Kürt olduklarýndan ve Kýzýlbaþ olduklarýndan dolayý soykýrýma uðratýlanlara, bugün de Türk olduklar söylenmeye çalýþýlýyor.” Demektedir.

    Esasen dogrudur. Yani TC kendisinden farkli olan tum milletleri, tum halklari “Turk” olarak isimlendirip, onlari inkar etmektedir. Burada gozden kacan nokta sanki TC bunu sadece Zazalara uyguluyor ve Zazalar uzerinde oyun oynayarak Sayin Besikcinin deyimiyle ““Son 25-30 yýllýk mücadele sürecinde, Kürtlerin mücadelesini kýrmak için, devletin, Zazacýlýk diye bir akým geliþtirme” cabasi sozkonusudur. Bu dogru degildir. Devlet bu cabayi Kurtler uzerinde yillardir surduruyor. “Kart Kurt “ teorilerini Sayin Besikciye animsatmak gerekmez. Bu Asimilasyoncu ve iknarci TC devletinin bilinen politikasidir. Bu politika Kurtler icin uygulandiginda, Kurt Politik cevreleri Vebal altinda degildir ama ayni politika Zazalar icin soz konusu olunca neden se Sayin besikcinin deyimiyle” Kürtlerin mücadelesini kýrmak için, devletin, Zazacýlýk diye bir akým geliþtirme” sozkonusu oluyor.

    Peki Bu iddianin sahiplerine, Yani Kurt milliyetcisi cevrelere, Kurt politikacilarina ve sayin Besikci hocaya soralim. Kimdir bu devletin Kurtlerin mucadelesini kirmak icin yarattigi Zazacilik akiminin bugunku temsilcileri? Yani devlet ozel olarak ZAZACILIK AKIMI yaratmak icin nasil bir caba gostermis? Bundan ne sonuc almis? Kimleri organize edebilmis, ve su an bu konuda kimleri orgutleyip control edebilmistir?

    Devletin boyle bir niyetinden sozedilebilir. Bunun gercek olup olmadigi konusunda savunma yapmak bana dusmez ama, pratik hayatta olup bitenleri de birlikte ve objektif bakip degerlendirmek gerekir.

    Devlet Zaza diye bir halkin varligini mi kabullenmis? Devlet Kurtlerden ayri Zazaca bir dil vardir ve onlara TV, Zaza enstutuleri vs mi saglamis? Yoksa bu konuda, Zaza dilini ve kulturunu ayakta tutabilmek yasatmak icin caba sarfeden Zaza- Kirmanc- Dimili cevrelerine mali kaynak, politik destek vs. mi saglamistir?

    Tam tersine devlet bu gun bu konuda Sayin Besikci hocanin da savundugu Kurt milliyetci cevrelerinin gorusunu benimsemis ve Kurtce yayin yapan TRT 6 te Zazacaya da ( Kurtcenin lehcesi) mantigiyla kucuk bir yer vermistir.

    Isin tuhaf tarafi, Tum bu “Zazalarin devletce desteklendigi, yada tesvik edildigi” vs iddialarinin tersine tersine Devlet tum uygulamalriyla resmi tavriyla basinda, yayinda, politik aciklamalarinda, vs Kurt milliyetci cevreleriyle ayni soylemi kullanmis buna uygun da hareket etmistir. Yani Zazalari Kurt saymis, Zazacayi da Kurtcenin icinde gormustur.

    Gercek ne yazikki bu gun budur.

    http://members7.boardhost.com/vengureng/msg/1262437622.html

  130. Anti Ekonomist :Bilinçlerde tüm insanlik için kardesçe bir yaklasimi saglayacak degisimler olusmamissa sosyalizmin varligindan söz edilemez.” Che

    isci sinifinin kendisi icin yada degil ekonomik yasayisindan cikan, bir utopya yi icermeyen seylerinden gelecegin toplumu cikmaz, kruscev cikar gorbacov cikar…

  131. Uzlaş(ma)ma Kültürü Ve Tevger

    Bazı kavramlar tek başına kullanıldığında olumlu veya olumsuz bir anlam içermezler. Politik alanda en çok kullanılan kavramlardan biri olan “uzlaşma” da bu kavramlardan biridir. Uzlaşma kültüründen en çok söz edenler genelde egemenler olur. Uzlaşmadan anladıkları da, mevcut egemen konumlarıyla uzlaşılması ve egemen politikalarına itiraz edilmemesidir. Bu nedenle devlet yetkilileri sıkça “uzlaşma kültüründen” söz ederler ve demokrasi ile uzlaşma kültürü arasındaki ‘kopmaz bağ’a vurgu yaparlar.

    Oysa sömürge bir halk adına siyaset yapanların devlet ile uzlaşması, ne demokrasinin ne de gelişmişliğin göstergesidir; sadece ve sadece teslimiyetin “uzlaşma kültürü” adı altında hayata geçirilmesidir.

    Egemen anlayışla uzlaşmanın “gelişmişlik” olarak algılanması hastalığı Kürd politik çevrelerine de bulaşmış durumdadır ne yazık ki.

    Kürdistanlı politik aktörlerin/yapıların sıkça dillendirdiği “birlik” söylemi de egemen anlayışla uzlaşmanın diğer bir adıdır.

    Uzlaşma; hedefleri, amaçları ve temel ilkeleri örtüşen ve sadece yöntem konusunda farklılaşan politik yapılar arasında gerçekleştirilirse anlamlı olur.

    İşgalci bir devlet ile sömürge bir halk arasında uzlaşmaz çelişkiler olduğu için uzlaşmak ile teslim olmak aynı anlama gelmektedir ve bu da işgalin meşrulaştırılmasından başka bir şey değildir. İşgalci bir devlet işgal konumundan vazgeçerse, yani uzlaşmaz çelişki çözülürse uzlaşmanın koşulları yaratılabilir ancak. Bu koşul yerine getirilmediği sürece işgalci devletler ile varılan her uzlaşma bir teslimiyettir.

    Bu genel ve doğru belirleme dikkate alındığında devletin, “birlik –beraberlik, kardeşlik ve demokratik uzlaşı” söylemlerinin sömürgeci konumun meşrulaşmasına hizmet eden tuzaklar olduğu görülür. Kürdleri, devletin bu tuzaklarıyla uzlaşmaya çağırmak ‘tüm ulusal haklarınızdan feragat edin’ demektir. Bu çağrı aynı zamanda da onursuzluğa açık bir davettir.

    Bu gerçeklik dikkate alındığında “kiminle-hangi konuda-hangi amaçla ve hangi ilkelerde uzlaşı” sorusuna tatmin edici bir cevap vermeyen her “birik ve uzlaşı” çağrısı gizli bir tehlike barındırır. Halktan insanların “birlik ve uzlaşı” çağrıları duygusal bir yaklaşımdan ve iyi niyetten kaynaklanıyor kuşkusuz ama politik aktörlerin bu yöndeki çağrıları için aynı şeyleri söyleyemeyiz. Bu nedenle politik çevrelerden gelen “birlik ve uzlaşı” çağrılarına temkinli yaklaşılmalıdır.

    Devletin tekçi anlayışının bir yansıması olarak Kuzey Kürdistan’da da uzun zaman tek ses egemen oldu. Son yıllarda “çok sesli” bir görüntü olsa da, Kürdistan’daki tekçiliği ortadan kaldıran “çok seslilikten” söz edilemez; olsa olsa farklı konumlananların aynı sesi çıkarmasından ve var olan tek sese ses katmasından söz edilebilir. Biçimce çok sesli olduklarını sananlar, hem öz hem de biçim olarak farklı olan ses(ler)e tahammül edemezler.

    Kürdlerin doğal hakkı olan devletleşmeyi koşulsuz savunan Tevger, devletleşmeyi engellediği için devlet ile uzlaşamaz. Aynı şekilde Kürdlerin devletleşmesini ilke olarak benimsemeyenlerle de uzlaşamaz. Devletleşmeyi savunan bir anlayış, devletleşmeye karşı olan anlayış(lar)la uzlaştığı an varlık nedenini ortadan kaldırmış olur.

    PKK/HDP anlayışı çok net olarak Kürdlerin devletleşmesine karşı çıkıyor. Dahası bu haklı talebi “ilkellik” olarak görüyor ve Kürdlerin enerjisini sömürgecileri “demokratikleştirmek” gibi ucube söylemlerle harcıyor. Devletleşmeyi savunan bir anlayışın, devletleşmeye açıkça karşı olan PKK/HDP ile uzlaşması için iki taraftan birinin ilkelerinden ve temel amacından vazgeçmesini gerektiriyor. Kuzey Kürdistan’ın en etkin gücü olan PKK/HDP devletleşme karşıtı anlayışından vazgeçmediğine göre kendisiyle uzlaşan herkesi ilkesiz bırakarak/varlık nedenlerini ortadan kaldırarak kendi anlayışını onlara benimsetmiş demektir.

    Zayıf ve güçlünün her uzlaşmasında kazançlı çıkan güçlüler olur. Bu genel kural Kuzey Kürdistan’daki “uzlaşmalar” için de geçerlidir. Bu açıdan bakıldığında, Kuzey Kürdistanlı politik yapılar içinde devletleşme karşıtlarıyla uzlaşmayan ve uzlaşmayacağım diyebilen hiç kimse yoktur. Radikal söylemlerine karşın hemen hemen hepsi de devletleşme karşıtlığı ortak paydasında uzlaştılar. Henüz uzlaşmayanlar ise, yasal partiler kurarak ve işgal Meclisine gitmenin yollarını arayarak, hem PKK ile hem de devlet ile tereddütsüz uzlaşacaklarını gösterdiler.

    İşgal meclisine göz kırpanların “Kürdlerin devletleşmesini savunuyoruz” söylemleri inandırıcı olamaz. Uzlaşmacı anlayışlarına rağmen “Kürdlerin devletleşmesini” biçimce savunmaları sadece halkın duygularını kullanmaları ile sınırlı kalmaz, devletleşme anlayışını da laçkalaştırmak ve ulusal dinamikleri pasifize etmek gibi çok tehlikeli bir işlev de görmektedirler. Bağımsız Kürdistan amacını üç-beş milletvekili kazanmanın aracı yapacak kadar “gözü kararmış” siyasetçiler mantar gibi türemektedir. Kürdler açısından bu bir gelişme değil, değerlerin pervasızca kullanılmasıdır.

    Tevger olarak, devlet ile ve devletleşme karşıtlarıyla uzlaşmak için değil, Kürdlerin devletleşme hakkını koşulsuz savunmak için politik sürece müdahil olduk. Müdahil olma nedenlerimiz söz konusu güçlerle hiçbir şekilde uzlaşmamıza olanak vermez. Bu gerçekliğe rağmen, farklı farklı konumlanan ama “tek sese” ses katan politik anlayışların ‘Tevger’i uç bulmaları’ ve kendileriyle uzlaşmadığı için yadırgamaları düşündürücüdür. Tevger’e yönelik hiçbir politik eleştiri yapıl(a)mıyor sadece klasik dedikodu mekanizmaları devreye sokularak etkisiz kılınmaya çalışılıyor.

    Tevger’in diğer anlayışlarla uzlaşmamasının haklı nedenleri vardır. Bu nedenlerin başında ise, devletleşmeyi savunanlar ile devletleşme karşıtlarının uzlaşamayacağı gerçeğidir.

    İkinci bir neden ise, eski ile yeni arasındaki uzlaşmaz çelişkilerdir. Yeni bir parti/örgüt kurmak ile yeni olmak çok farkı şeylerdir. Bu gün harıl harıl yasal parti kuranların hemen hemen hepsi de son 30 yılda defalarca “birlik” oluşturup “yeni bir hareket” adını alarak yola çıktılar ve her seferinde de dağıldılar. Çünkü birlikleri ilkesel değildi; tıpkı dağılmalarının da ilkesel olmaması gibi…

    Tevger’in Özgür Birey anlayışı ile eskinin bağımlı kişilikleri arasında uçurum vardır. Herkesin “lider” olmak için siyaset yaptığı ve her türlü ayak oyununa baş vurduğu bir ortamda, birlikte yürüyen özgür bireylerin yeri olamaz.

    Kuşkusuz ki “eski” derken biyolojik olanı kast etmiyoruz ve kişilerden de yola çıkmıyoruz.

    Eski, geçmişte kalmış ve misyonunu (olumlu veya olumsuz) tamamlamış; yeni tarafından aşıldığı için toplumsal gerçeklikte yeri olmayan anlayışlardır. Geçmişte başarılı olamadıkları için politik arenadan silinenlerin tekrar aynı anlayışla siyaset sahnesine çıkması ve geçmiş ezberlerini tekrarlaması zorunlu olarak onları tutuculaştırıyor. Bu tutuculuk yeni ile çatışmalarını kaçınılmaz kılıyor. Bu açıdan bakıldığında uzlaşamayan kişiler değil, farklı zamanlara ait olan karşıt anlayışlardır.

    Kuşkusuz ki birçok birey geçmişte verdikleri onurlu mücadelelerine sahip çıkarken bu günü de kavrayabiliyorlar ve yeniye uygun bir duruş sergileyebiliyorlar. Bu onurlu insanlar ile hiçbir sorun yaşamamamız ve dayanışma içinde olmamız, sorunun biyolojik anlamda bir “eski-yeni“ sorunu olmadığını yeteri kadar açıklıyor.

    Kürdistan’da birlikten ve uzlaşmadan söz edilecekse, birlik ve uzlaşı ulusal zeminde-ulusal taleplerle olmalı ve düşünceler kararlı bir şekilde hayata geçirilmelidir.

    Tevger olarak,

    Kürdlerin devletleşme hakkını koşulsuz savunan;

    İşgal meclisine gitmeyen ve gidenleri mahkûm eden;

    Her türlü entegrasyonculuğa karşı duran;

    “Kürdistan fikrini çöpe atanları” tarihin çöplüğüne atacak kararlılık ve cesarete sahip olan herkesle koşulsuz bir şekilde birlik kurmaya ve uzlaşmaya hazırız. Bu temel koşulları yerine getirmeyenlerin “birlik ve uzlaşı” çağrıları samimi olmadığı gibi Kürdistani kaygılar da taşımıyor.

    Tevger, ulusal zeminde gelişecek bir birlik ve uzlaşıya değil, entegrasyonculuğu amaç edinen ve Kürdlerin devletleşme hakkını pazarlık konusu yapan siyaset tüccarlarının “birlik oyunlarına” karşıdır/karşı durmaya da devam edecektir…

    Sizler şık giyinin! Takım elbiseniz ve kıravatınızla “modern” insan olarak Türk Meclisine doğru yolculuğunuza ağır ağır devam edin; gelişmişliğinizi ispatlamak için önünüze çıkanla uzlaşın!..

    Bizler de ayak bağlarından kurtulmuş, “yalın ayak” bir şekilde devletleşmeye koşanlarla uzlaşacağız; çoğalarak yolumuza devam edeceğiz…

    Kürdistan Gençlik Hareketi/Tevgera Ciwanên Kurdistanê

    03.12.2014

    http://www.nasname.com/a/uzlasmama-kulturu-ve-tevger

  132. once attigim seyde cerkesce yaziyor, duzeltmeliyim, cerkesce? adigey de degil o kabartey ce dir,

  133. Zileli ye ,devrimciler icin bir sey yapmayabilirirsin, o zaman onlara karsida birsey yapma….