Taraf röportajı: Nazi Türkiye’sine Beş Kala

Genel seçimler yaklaşıyor. Bir yanda BHH- CHP- HDP ittifakı tartışmaları yapılırken, diğer yandaysa taraflar birbirine yüklenmeye devam ediyor. Türkiye’den bir SYRİZA’nın neden çıkmadığını, Türkiye solundaki problemin ne olduğunu, AKP’ye karşı bir blok oluşmazsa seçimden sonra neler yaşanacağını Türkiye solunun önemli isimlerinden Gün Zileli’ye sorduk. Zileli, aralarında Eşber Yağmurdereli’nin de olduğu bir grup aydınla birlikte BHH- CHP ve HDP’nin AKP’ye karşı ittifak kurması için imza kampanyası başlattı.

Genel seçimler yaklaşıyor… Neden bir SYRİZA da Türkiye’den çıkmıyor?

Her toplumun kendi koşulları ve yaşadığı farklı süreçler var ancak SYRİZA’yı gören insanlar, “Bizde neden aynısı olmuyor” diye soruyorlar, ben bunu haklı bir tepki olarak görüyorum. Bu soru Türkiye’yi olumlu yönde harekete geçirebilir. Yunanistan’da Çipras’ın da önünde çok sıkıntılı bir süreç var olsa da, her şeye rağmen SYRİZA ve İspanya’daki PODEMOS toplumsal bir umuttur. Türkiye’de SYRİZA’nın bir muadili yok ama onun yönelimine benzer tutumlarda olan örgütler vardır muhakkak yoksa da yaratabiliriz.

Neden olmasın? Neden olmuyor o zaman?

BHH, HDP ve CHP Türkiye’nin SYRİZA’sıdır demek istemiyorum ama bu birleşim Türkiye’de de Yunanistan’daki gibi bir dalga, yaratabilir. Alışılmış istatistikleri ve oy oranlarını da alt üst edebilir. Kim derdi ki; Yunanistan’da bir blok partisi yüzde 2, 3 alırken birden 35’leri görecek. Bu aslında toplumun özleminin, toplumsal bir dalgaya dönüşmesi. Bizde de aynısı olabilir çünkü ihtiyaç var.

Nedir bu ihtiyaç?

Türkiye 13 yıldır AKP tarafından yönetiliyor. Bu süreçte adım adım yerleştiler iktidara ve bugün de İç Güvenlik Yasası ile artık tamamen zirve noktasına yerleştiler.

Zirveden kastınız ne?

Bence faşizmdir. “Kaşkol takan insana şu kadar, elinde sapan olanaysa bu kadar sene ceza vereceğiz” demek; faşizm olduğunu söylemeye yeter. Türkiye’de iktidarda faşizme talip olan bir güç var. Bu güç yıllardır, yani Gezi öncesinde ve sonrasında da adım adım bunu fütursuz bir biçimde uyguladı. Burada yüzde 50’ye yakın oy alan iktidar partisinden bahsediyoruz.

Bu, Türkiye’nin yarısının da faşizme talip olduğu anlamına mı geliyor?

AKP’ye oy veren herkesin bunu istediğini düşünmüyorum. Statükodan, alternatif olmamasından ve en önemlisi de oportünist bir tutumla; “Ben günburadan nasıl nemalanırım” gibi bir bakış açısıyla destekliyorlar. Toplumda yarı yarıya bir bölünmüşlük var. Toplumun yarısı, AKP iktidarına ve onun getirdiği faşist baskı ve yasaları kabul etmiyor hatta direnmek istiyor. Bunun en güzel örneği de Gezi hareketiydi. AKP’yi istemeyen yüzde 50, global olarak söylemek gerekirse; Aleviler, Kürtler, işçiler, üniversite öğrencilerinin bir çoğu, LGBTİ’lerden oluşuyor. Bu kitleyi temsil eden bazı güçler var. Alevilerin çoğunu CHP temsil ediyor. Kürtlerin çoğunuysa HDP… Diğer saydığımız muhalifleri de kısmen BHH’nin temsil ettiğini varsayabiliriz. Tabloya bu noktadan baktığımızda, tüm bu güçlerin birliğinde büyük bir fayda görüyorum ben. Birlik derken, programatik ya da parti birliğinden bahsetmiyorum. Bir cephe, blok, birlikte hareket etme…

Evet…

Ben Türkiye’nin durumunu 1933 Almanyası’na benzetiyorum. O süreçte Komünist Parti’nin altı milyon seçmeni, bir milyon da üyesi vardı. Keza onun kadar güçlü olmasa da Sosyal Demokrat Parti’nin de büyük bir seçmen kitlesi bulunuyordu. Hitler’in aldığı oy oranı yüzde 40 civarındaydı. Eğer bu iki güç bir ittifak ya da bloklaşma yapabilseydi; Hitler’in iktidarını önleyebilecekti.

Erdoğan bu bloklaşamama sorunundan dolayı çok mutlu olmalı…

Erdoğan, muhalefetin birbirine muhalefet etmesinden çok memnun…HDP ile CHP birbirini yerken, suçlarken AKP yeniden iktidarı eline alıyor. Ancak bir yandan da AKP bloklaşmadan çok korkuyor. Bakın, soldan gelip de AKP cephesine geçenler arasında ilk yazıyı Oral Çalışlar yazdı. Çalışlar, bloklaşmayı tiye alan bir tarzda “Pardon! HDP, CHP ittifakı mı” diye de başlık attı. “Bu aslında HDP, CHP ve Cemaat ittifakıdır” diyerek, oradan vurmaya çalıştı. AKP’nin Çalışlar’a bu yazıyı yazdırması ittifak olasılığından çok rahatsız olduğunu ve kesinlikle böyle bir birleşimin olmasını istemediğini gösteriyor.

Peki, siz böyle bir ittifakın olabileceğine inanıyor musunuz?

Ben bunun gerçekleşebileceğini pek düşünmüyorum. BHH değil ama en başta CHP ve HDP yöneticileri böyle bir şeye yanaşmaz. Kendi dar parti çıkarları ve politik hesapları bunu engeller.

Sağlıklı bir bakış açısı mı bu?

Sığ istatistiki bilgilerle oy hesabı yapıyorlar. Bizden kaç oy eksilir mantığıyla bakıyorlar. Bu aynı zamanda toplumsal muhalefet ve faşizme karşı direnme bilincinin de olmadığını gösteriyor. Böyle yaparak AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar, farkında değiller. Bu yüzden SYRİZA örneği çok önemliydi çünkü bu tür oy hesapları yoktu. CHP de değişmek zorunda. Biz ittifak önerirken, kimse birbirine laf etmesin veya hataları görmezden gelin demiyoruz ki. Bilakis kıyasıya eleştirsinler. Eleştiri ve birbirinin yanlışını düzeltmek; bir ittifak olacaksa onun sağlığını ortaya koyar. Eğer dediğim şekilde olmazsa partiler, “milletvekili şirketlerinden” öteye gitmez.

Anlamadım…

Hani çok önemli bir filme gitmek istersin de gişede izdiham olur ve kapıda uzun kuyruklar oluşur. Kapılar açıldığında da insanlar akın akın içeriye girerler. Milletvekillerini ve partilerini ben buna benzetiyorum. Bütün siyasi partilerin, toplumsal dertleri olmayan birer “milletvekili şirketi” olduğunu düşünüyorum.

Türkiye solu SYRİZA’nın zaferinden bir ders çıkardı mı sizce?

Olumlu etkisi oldu ama fazla iyimserliğe kapılmamak ve hemen ders çıkarıldığını düşünmemek lazım çünkü bu sorunlar Türkiye solunun biraz da genlerine işlemiş bir durumda. Tartışmayı bilmiyor, hemen sertleşiyoruz. Gerçi toplumsal gelişmeler her şeye gebedir, bir anda ortam değişebilir. Bakın, daha önce kimse Gezi diye toplumsal bir isyanın olabileceğini aklına getirir miydi? Birbirinin gözünü oyan gruplar orada kardeş gibi hareket etti. Hatırlarsınız sembol bir fotoğraf karesi vardı; elinde Türk bayrağı olan bir kızla, BDP bayrağı olan bir çocuk elele gazların arasından geçiyordu. İşte bu fotoğraf karesi, şu an tam da içinde bulunduğumuz durumu özetliyor; ortada yoğun bir gaz var ve elele tutuşup o gazın içinden geçmemiz gerekiyor.

HDP bu zamana kadar bağımsız adaylarla meclise girdi. Son zamanlarda Kürt siyasi hareketinin AKP ile gizli hesaplar yaptığı da konuşuluyor. Siz, HDP’nin parti olarak seçime girmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Herkesin kafasında çeşitli kuşkular beliriyor, benim de öyle. Ancak puslu havada yapılan değerlendirmelerin çok sağlıklı olacağını da düşünmüyorum. Elbette partiler veya örgütler siyasi hesaplar yapıyordur. HDP’nin parti olarak seçime girmesinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde alınan yüzde 9’luk oy oranının etkisi olduğunu da düşünüyorum. Ancak şunu da ıskalamamak gerek; Demirtaş’a verilen oylar ödünç oylar ve onların önemli bir kısmı tekrar CHP’ye kayacak. Cumhurbaşkanlığı seçiminde barajın ucuna kadar gelen HDP’nin, genel seçimlerde bunu zorlamak için hamle yapması da bir taraftan hakkı. Ancak ben HDP yönetiminin CHP ve diğer sol partilerle bir blok oluşturması taraftarıyım.

Peki, neden yapmıyorlar?

Bırakın öneride bulunmayı, bunu duymaya bile tahammülleri yok. Orada Aleviler var, çok önemli bir kitle var diyorsun, “Tamam o zaman bizi gün-zilelidesteklesinler” diyorlar.

Türkiye’de bütünlükçü demokrasinin temeli atılmazsa, AKP ile yürütülen çözüm sürecinin yalnızca Kürtler için demokrasi getirebileceğini düşünüyor musunuz?

Böyle bir şey olamaz tabii ki. Kürtler buna inanıyorsa bu aymazlıktır. Kürt hareketinin kaderi, Türkiye’deki bütünsel özgürlük ve demokrasi hareketinin kaderiyle ortaktır. Kürtler kendine bundan ayrı bir kader çizmeye çalışıyorsa eğer ki ben öyle olmadığını ummak istiyorum- bu çok yanlış bir politika. Üstelik burada en büyük hüsranı Kürt hareketi yaşar, ezerler. Şunu da anlamaları lazım…

Neyi?

Kürt hareketi bugün kendini meşrulaştırma noktasına geldiyse bunda Türkiye’deki genel özgürlükçü ve sol hareketin önemli bir rolü var. Kendi verdikleri mücadelenin tayin edici rolü de elbette vardır ama böyle bir kibire kapılmaları doğru olmaz. Ayrıca Kürt siyasi hareketi politikasını Öcalan’ın serbest kalması üzerine kuruyorsa bu da büyük bir hata. Sadece buna odaklı kısır bir politika izleyemezsin.

Niye izleyemez?

Kürt halkı Öcalan demektir yanlış olur ve bu politika yaklaşan faşizmin de her türlü dalaverayı çevirmesine zemin hazırlar.

12 yıllık süreçte Kürt siyasi hareketinin AKP’ye karşı yeterince muhalefet ettiğini düşünüyor musunuz?

Hiç etmiyor değiller. Zaman zaman çok sert muhalefet ettiklerine de şahit olduk. Özellikle de Kobani meselesinde ortalık çok alevlendi. Esas temel paradigma özgürlük ve demokrasi üzerine kurulu olmadığında, müzakerelere odaklandığında; dengeler, “Aman muhatabım değişmesin”, kaygıları gibi birçok lüzumsuz şey giriyor araya. Kürt siyasi hareketinin; asıl çözüm sürecinin, aslında toplumsal özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle mümkün olabileceğini artık anlaması gerek. “Muhatabım değişmesin” kaygısı dediniz ama hatırlarsınız; Kobani protestolarının yaşandığı süreçte muhatap alınan hükümetin yetkilileri, yaşanan olaylardan ve hayatını kaybedenlerden Selahattin Demirtaş’ı sorumlu tutmuştu… Bu tek taraflı bir şey değil. İki tarafın da birbirine bağımlılığı var. Hükümet ile Kürt siyasi hareketini ikili ilişkilere benzetiyorum ben. Birbirlerinin gözünü oyarlar, tam “Artık bunlar bir daha barışmaz” diyecek olursun, ilişkilerini yürütmeye devam ederler. Bir bakarsın Sırrı Süreyya Önder sarılmaya gider, bir bakarsın Selahattin Demirtaş Erdoğan’ı alkışlar.

Peki, ya CHP?

CHP’de de Kürtlere karşı bir kucaklama ve ılımlı bir yaklaşım yok. Genel olarak CHP’nin, “Biz Kürtlerin sorunlarına sahip çıkıyoruz. Onların özgürlük davalarına olumlu bakıyoruz” diyerek bir yaklaşım göstermesi gerekir. Ancak tabandan aldığı oyları kaybetmekten ve ulusalcıların tazyikinden korktuğu için bu tür küçük hesaplar yapıyor. Siyasi parti politikası dediğimiz şey aslında büyük bir oportunizm yığını olarak gözüküyor. Dengeleri gözet ve oy hesapları yap gibi… O zaman da hiçbir yere kıpırdamayan yarı felçli bir fil çıkıyor ortaya.

Bir seçim ittifakının yapılmadığını ve HDP’nin de barajı aşamadığını varsayalım… Türkiye’yi o zaman ne bekliyor?

Hiç iyi şeyler beklemiyor. Şu an dokunulmazlıklarından dolayı dava açamadıkları Kürt milletvekillerini içeri bile atabilirler. Alper Taş’ın da belirttiği İslami faşizm durumu var mesela bir de… 13 yıllık süreçte iktidarın neler yaptığını gördük. Bence seçimden sonra daha kısa sürede, dev adımlar atacaklar. Bir kere iktidarın bölgesel hegemonyacı olduğunu unutmamak gerekiyor. Bölgede çok büyük silah, ve güçyatırımları var. Böyle bir gücün önünde barajlar oluşturulmazsa, ülke içerisinde yapmayacağı şey yok. Benim kafam hile hurda işine pek basmaz ama önceki mahalli seçimlerde bazı ayarlamaların yapıldığı söyleniyordu. İddialar kolayca konuşabildiğine göre iktidar bu yollara bile başvurabilir. İktidara karşı “Yok canım olur mu, o kadar da yapmazlar” diyebilecek bir kanaatimiz yok.

Türkiye solu AKP’ye neden bu kadar sessiz kaldı?

Türkiye solu her dönem baskıya uğradı, hapishanelere tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Ancak AKP, iktidarının ilk yıllarında değişik vaatlerle geldi. AB dedi, Avrupa benzeri bir sosyal demokrasi anlayışı dedi, liberalleşmiş eski solcuları algı aygıtı olarak kullandı. Türkiye solu da bunlara kandı ve uyudu. Hepimiz kandık bunlara, hatta ben “Ya bunlar CHP’den daha ılımlı galiba” filan diye de düşünmüştüm.

TUNCA ÖĞRETEN

tuncao@gmail.com

Twitter:@tuncaogreten

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tarih Felsefesinde Liderlerin Rolü ya da Kılıçdaroğlu Meselesi

Artıgerçek Tarih Felsefesi’nde son derece önemli bir konu olan “Tarihte bireyin rolü” ya da “önderlerin …

73 Yorumlar

  1. ulusalcı stalinistler de “biz demiştik” şeklinde hemen atlamışlar son cümleye. size bu yazıdan ekmek çıkmaz. başka kapıya.

  2. Ulusalcı-Stalinist kırması Jakoben alaşımı

    Yaw he he…

  3. Hadi bakalım kolay gelsin. Yaşayıp görelim.

  4. 2 nolu Anonim Ender Helvacıoğlu ‘nun görüşlerini aktarmış. Bu tespitlerin bazıları gerçekleşebilir…Helvacıoğlu’nun söylediği gibi AKP gerçekten seçimle gitmeyebilir.

    CHP-HDP ve BHH koalisyonunun gerçekleşeceğini ve AKP’ye engelleyeceğini pek sanmıyorum. Üstelik CHP-HDP-BHH koalisyonu gerçekleşse ve iktidara gelseler bile Türkiye’nin şimdiki önemli sorunlarının birçoğunu çözebileceklerini de sanmıyorum.

    Fakat burada Helvacıoğlu’undan farklı olarak şunu da belirtmek istiyorum: Türkiye’de sosyalist bir devrimden ziyade çok büyük çaplı iç savaşlar ve kaotik bir ortam oluşma ihtimali çok yüksek görülüyor.

  5. Sayın Zileli,

    İçler acısı bir durum!

    Koca röportajda bir tek “EKONOMİ” kelimesi geçmiyor ya;
    Sizin gibi yılların özgürlük mücadelecisine hayıflandım!

    Şahsım da bir anarşist! Bu hususta amacım boy ölçüştürmek değil! Ki siz de sürekli hatırlatıyorsunuz:

    Anarşizm; bir formüller kitabı, teoriler içinde kaybolmuş bir arapsaçı yumak, birkaç bin aydının çizdiği çerçevede değerlendirilen dar bir ideoloji ve benzeri kalıplar bütünü değildir!

    “Anarşizm” hayatın ta kendisidir; Anarşizmin temelini kuran “özgürlük” denen kavram; ne kapitalizmin, ne komünizmin, ne de bir başka ideolojinin dikte ettiği şekillerle kabul edilir!

    Bu minvalde hâlâ “EKONOMİ” sahasını, ilgilenmediğiniz için ön plânda tutmasanız da;

    “Tarihte toplumların evrildiği hayatları belirleyen ilk üç sebep nedir?” diye soru sorulsa;
    İlk iki sebepten birinin “EKONOMİ” olduğu apaçıktır!

    Bundan sonra “EKONOMİ” sahasında sitenizde ve röportajlarınızda daha fazla bilgilendirici yazılar paylaşmanız, demeçler vermeniz temennisi ile hatırlatmamı tekrar yapmaya mecburum!

    “EKONOMİ” DENEN ALANI GÖZ ARDI ETTİĞİNİZ,
    KÜÇÜMSEDİĞİNİZ,
    YOK SAYDIĞINIZ,
    ANLAMADIĞINIZ İÇİN HEP İKİNCİ PLANA ÖTELEDİĞİNİZ,
    ÜZERİNDE KAFA YORMAYA DEĞMEZ BİR KONU OLARAK GÖRÜRSENİZ;
    BU ÜLKE “NAZİZM”İ SEVE SEVE KABUL EDER, VE EDECEK!

    SİTENİZDE ve TWITTER ADRESİNİZDE EĞER “EKONOMİ” KONUSUNDA PERİYODİK OLARAK YAZI YAYINLAMAZSANIZ;
    AŞAĞIDA OKUYACAĞINIZ HATIRLATMAYI SÜREKLİ YAPACAĞIM!

    * * * * *
    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil!

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir!”

    (Wilhelm Reich)

    Bu sitenin ziyaretçileri:

    Yukarıdaki soruya cevaplar aramadan önce uzun uzun düşünün! Acele etmeyin!

    Hele hele;
    “Din, halkların afyonudur!”,
    “AKP milleti kandırıyor!”,
    “CHP’den ne köy ne kasaba olur!” gibi duymaktan ve görmekten kusmuk içinde boğulduğumuz açıklamalarla cevaplar hiç vermeyiniz!

    Cevaplardan biri:

    Çünkü:

    Sayın Zileli,

    Çoğumuz,

    Ve,

    Bu satırların yazarı “Anonim” kişi de;

    KONFORMİST!

    * * * * *
    Siz hâlâ “kapitalist iktisadı (nam-ı diğer ‘serbest piyasa ekonomisi’)” yok sayarak;
    “HDP-CHP-BHH Bloku, Türkiye’nin Syriza’sıdır!”
    plânları yapmaya devam edin!

    Bas bas bağırıyoruz:

    Fabrikadaki işçiye,

    Özel okuldaki öğretmene,

    Üniversitedeki akademisyen adayına,

    Lokantadaki garsona,

    ve milyonlarcasına;

    “EKONOMİ” hakkında gelecek garantisi vermediğiniz müddetçe,

    Sayın Gün Zileli’nin sitesinde, kendi aramızda beyin jimnastiği yapmaya devam ederiz!

    Detaylı bilgi için aşağıda yazılanları; sabırla, zaman ayırarak okuyunuz:

    “…
    Kumda oynayan hayalperestlerden başka bir şey olamazsınız.
    1 mayıslarda elinde siyah bayrak, bankaların camını kırıp ATM cihazlarını parçalayan tuhaf tiplerle ne geniş kitlelere güven verilir, ne iktidar olunur, ne devrim yapılır
    …”

    Görüşünüzün yanlış olduğunu hatırlatmak zorundayım sayın “s.uslu”!
    ( http://www.gunzileli.com/2015/01/26/devrimler-ic-savaslar-ve-syriza/ – Yorum No: 35 )

    Açıklamamın en sonunda tarihten çok önemli bir örnek verdiğimi göreceksiniz. Ama önce yakın geçmişe bakalım.

    Bizlere “küresel ekonomik kriz”in başlangıcı olarak medya & basın yolu ile şu anlatıldı:

    1975–2006 arası ABD içinde muazzam büyüklükte “konut & emlak balonu (ve ‘otomobil’ başta olmak üzere diğer birçok ‘ticari meta’ balonu)” oluşturuldu.
    Bu balon, organik & kendiliğinden değil; “suni” bir balondu:
    Yani “finans profesyonelleri!”nin oyunlarıyla 30 yıldan fazla bir süredir kasten balonlar meydana getirildi!
    2007 itibarıyla balona verilen gaz öyle dayanılmaz boyutlara ulaştı ki;
    “Kapitalist iktisat”tan anlayanların önemli bir bölümü;
    “Bu balon bir gün patlar ama acaba ne zaman?!” diye seslerini kısıkta olsa yükseltmeye başladı.
    En sonunda;
    Ağustos 2008 itibarıyla borsaların çalkalanması,
    Ve Eylül 2008 itibarıyla da ABD’nin en büyük “yatırım bankaları!”ndan biri olan “Lehman Brothers”ın iflas etmesi ile “ekonomik kriz” başladı!

    ABD’de bu krizin meydana gelmesine yol açan onlarca (belki de “yüzlerce!”) “finansal mühimmat!” ismi sayılabilir!

    Dönemin mühimmatlarının feriştahı şudur (ki bu “mühimmatlar!” günümüzde hâlen var!):

    Ana başlık: “Asset-backed security (ABS)” = “Varlığa Dayalı Menkûl Kıymet”tir.

    Bu ana başlığın “nükleer” kısmı; yani “bombanın çekirdek bölümü!”nün ismi ise
    “Mortgage-backed security (MBS)” = “İpotekli Konut Kredilerine Dayalı Menkûl Kıymet”tir.

    Bu tür “mühimmatların!” kullanılması bırakın “özel sektörü!”;
    Federal hükümetlerin sponsorluğunda “Fannie Mae” ve “Freddie Mac” isimli iki dev şirket tarafından bile kullanıldı ve teşvik edildi!

    30 küsür yıllık süreçte özellikle “MBS”ler o kadar fazla kâr getiren bir “finansal enstrüman!” olarak rağbet gördü ki;
    Geleneksel borsalara ek olarak sırf “MBS”lerin alınıp/satıldığı,
    Üzerine faiz koyarak ambalajlanıp “yeni bir ürünmüş gibi tekrar satıldığı!”,
    Kendi borsa endekslerinin ve hesaplama yöntemlerinin olduğu,
    Oldukça karışık, bir tür “ikincil piyasa!”ya dönüştü!
    Bu piyasada dönen kâr oranlarının büyüklüğü; 30 yıldan fazla süredir ABD’nin dev bankalarının da iştahını kabarttı!

    Ta ki Eylül 2008′e kadar:

    (Okuyacaklarınızın hepsi birer “banka” ismidir.)

    * “Lehman Brothers” = İflas etti!

    * “Bear Stearns” = İflas etti ve “JP Morgan Chase”e satıldı!

    * “Washington Mutual (WaMu)” = İflas etti ve “JP Morgan Chase”e satıldı!

    * “Merrill Lynch” = İflas etti ve “Bank of America”ya satıldı!

    * “Goldman Sachs” = “Ticari bankacılık” alanına geri döndü!

    * “Morgan Stanley” = “Ticari bankacılık” alanına geri döndü!

    Bu banka isimleri bırakın ABD’yi;
    O meşhur “Çin Halk Cumhuriyeti’nde (özellikle ‘Şangay’ ve ‘Hong Kong’)”, “Tayvan”da, “Güney Kore”de, “Singapur”da, “Malezya”da ve hattâ “Endonezya”da bile muazzam ortaklıkları olan dünya çapında dev “finans oligarkları!” dır!

    (Yukarıda en büyüklerin isimleri yazıldı. Diğer orta ve küçük ölçekli finans kuruluşlarının, ve Avrupa bankalarının yaşadıkları yıkımı da yazarak konuyu daha fazla uzatmayayım!)

    En kısa tabir ile:

    Yaşadıkları evin tapusu kendilerine ait olan “milyonlarca!” ABD vatandaşı (iktisadi tabir ile “ABD hanehalkı”),
    Bu evlerini teminat olarak göstererek “MBS ikincil piyasaları”na girmeleri,
    Muazzam kâr edecekleri;
    Ve hattâ “metrekaresi daha büyük!”, “daha şaşalı!” evlere taşınabilecekleri reklamları bizzat “bankacılar!” tarafından pompalanarak;
    Bu insanların hayatları boyunca geri ödeyemeyecekleri büyüklükte kredi çekmeleri teşvik edildi!
    Faiz oranı piyasada o kadar düşük seviyedeydi ki, ABD vatandaşlarının çok büyük bir bölümü;
    “Herkes ne de olsa MBS piyasasına giriyor, sorun olmaz; ben de gireyim!” diyerek;
    Hayatlarını karartaracak adımları bir bir attı!

    Nihayet bomba; Eylül 2008′de “Lehman Brothers”ın batışıyla patladı!

    Bu “toksik varlıkların!” ABD içinde birçok dev bankada var olduğu anlaşılınca;
    Avrupa ülkelerindeki birçok bankanın ABD’dekiler ile “ticari”, “kredi”, “yatırım” ve “ortaklık” yönünden “göbek bağları!” olması sebebiyle; “güven bunalımı!” meydana geldi!
    Ve 2008 öncesinde bile zaten ekonomik çalkantı yaşamakta olan;
    İzlanda,
    İrlanda,
    Portekiz,
    İspanya,
    İtalya,
    Güney Kıbrıs Rum Yönetimi,
    Ve
    Yunanistan;
    Başta olmak üzere onlarca Avrupa kıtasındaki (ve “Avrupa Birliği Üyesi”) ülke “ekonomik kriz”e koşar adım girdi!

    ABD’DE 2008 EYLÜL-KASIM ARASINDA;
    15.000′DEN FAZLA VATANDAŞ BİR ÇIRPIDA İŞTEN ÇIKARILDI!
    “ÇÖP KUTUSUNA ÇÖP ATARMIŞ GİBİ”; BİR ÇIRPIDA!

    Ve bu sayı her geçen ay katlanarak artmaya devam etti!

    Afganistan ve Irak Savaşları’nın getirdiği psikolojik yıkımın üzerine bir de bu “ekonomik kriz!” binince; zaten imajı yerle yeksan olmuş “George W. Bush” gitti;
    Yerine bir umut olduğu söylenegelen bir diğer “emperyalist kukla!” Barack Obama başkan seçildi!

    Yeni gelen “Obama federal hükümeti” ile beraber “ABD Merkez Bankası (FED: Federal Reserve)” ortak çalışma yürüterek:
    “Quantitative easing (QE)” = “Parasal genişleme” ismi altında; “ekonomiyi yeniden canlandırma programları” hazırladı.

    Fakat QE’nin tam manâsıyla uygulamaya sokulmasından evvel;
    ABD bankalarının kırılan belini tamir etmek için, federal hükümetin bu bankalarda var olan “toksik varlıkların!” bir bölümünü ABD vatandaşlarının ödediği “vergiler yolu ile!” satın alacağı,
    Geri kalan bölümünü ise yeniden yapılandırıp bankaların vadesi geldikçe federal hükümete ödeyeceği kararlaştırıldı!

    İŞTE BU HAMLE; BÜTÜN ABD GENELİNDE:

    “EEEYYY… FEDERAL HÜKÜMET,
    EEEYYY… OBAMA;
    BİZ SENİ BU WALL STREET BARONLARI’NIN KIÇINI KURTAR DİYE Mİ BAŞKAN SEÇTİK?!
    ONLAR YÜZÜNDEN KAÇ AYDIR İŞSİZ KALDIĞIMIZDAN HABERİN VAR MI SENİN?!
    EĞER ONLARA ZIRNIK KOKLATIRSAN; HEM SENİN, HEM BÜTÜN ABD’NİN DİBİNE DİNAMİT DÖŞERİZ!”

    CÜMLESİ İLE “BAŞKALDIRI FİDANLARI” YEŞERMEYE BAŞLADI!

    “EN ZENGİN %1′LİK KESİM;
    GERİYE KALAN %99′UN ÜZERİNDE TAHAKKÜM KURAMAZ!”

    DİYE BAĞIRA BAĞIRA “OCCUPY WALL STREET” HAREKETİNİN TEMELLERİ İŞTE O ZAMAN ATILDI!

    Federal hükümet; halktan gelen bu tehlike sinyalini dikkate almadı!
    Ve bankaların içindeki toksik varlıklar, hazinedeki paralar ile (yani “vergi”ler ile) “bailout yapıldı!”
    (Bailout: Toksik varlıkların satın alınıp; zararsız, nötr varlık ve paraya dönüştürülmesi için kullanılan bir İngilizce fiil.)

    Aylar, yıllar geçtikçe:

    ABD’de işsizlik artmaya devam etti,
    Koca “Detroit” şehri iflas ettiğini federal hükümete bildirdi,
    “General Motors” onlarca fabrikasını kapattı ve yüzbinlerce işçi sokağa atıldı,
    Dev “demir-çelik” şirketleri, inşaat şirketleri iflas etti,
    “Hizmetler sektörü” çökme aşamasına geldi,
    Bankacılık işlemleri daraldı,
    Yüzbinlerce bankacı işten atıldı,
    4 yıllık lisans diploması olan ve hattâ doktora seviyesinde olup yıllardır çalıştıkları işlerinden atılan yüzbinlerce ABD vatandaşı; lokantalarda, hamburger şubelerinde, alış-veriş merkezlerinde karın tokluğuna istihdam edilerek;
    faturalarını ödeyebilmek, ev kirâlarını ödeyebilmek, sağlık masraflarını karşılayabilmek için üç-kuruşa muhtaç duruma düşürüldü!

    Daha da sayılabilecek sebeplerle; ABD ekonomisinde “arz” & “talep” mekanizması neredeyse ortadan kalktı!

    FED; ABD ekonomisinde “talebi” yeniden canlandırıp, böylelikle üretim mekanizmalarının çalışmaya başlaması, çarkların dönmesi için “QE” programlarına artık başladı.

    “Quantitative easing (QE)” = “Parasal genişleme” = “Tahvil alımı yoluyla piyasaya para vermek. Böylece bankaların, şirketlerin ve hanehalkının cebine para girmesi ile harcama yapmaya başlaması ve ekonominin kendi çarkları ile tekrar işlemeye başlaması” dır.

    Kasım 2008 – Kasım 2010 arası: 1. tur QE,

    Kasım 2010 – Eylül 2012 arası: 2. tur QE,

    Eylül 2012 – 29 Ekim 2014 arası: 3. tur QE

    programları devreye sokuldu, ve tamamlandı.

    Bu QE programlarından piyasalara akıtılan para sadece ABD içindeki sektörlerin yeniden kalkınması için gerekli alanlarda kullanılmamış;
    Miktarın çok büyük olması sebebi ile yatırımcılar dünya genelinde faiz oranlarının yüksek olduğu ülkelere bu miktarları götürerek,
    faiz üzerinden para kazanma yolunu da seçmişlerdir!
    (Bu işlem; “sıcak paranın faiz oranı yüksek olan ülkelere girip, istediği zaman o ülkeden çıkması” olarak bilinir!)

    2008–2011 arasında; “gelişme yolundaki ülkeler”in de kendi çaplarında kalkınma hamleleri yaptıkları ve kendi ülkelerinde yeni sanayi ve hizmetler sektörleri yaratmak için “dış finansmana” ihtiyaçları vardı.

    Bu ülkelerden biri de “Türkiye” idi!

    Türkiye’de faiz oranları, kendi klasmanında olan diğer ülkeler gibi yüksek olduğundan, bu “sıcak para!” Türkiye’ye de girdi. Bu gelen parayı, ülkemizin “haşmetli hükümeti!” ve “özel sektör oyuncuları!”; kalkınmacı ve istihdamı artırıcı sahalarda kullanmak yerine; çabuk çabuk para kazanılan bir saha olan “gayrimenkûl, emlak, inşaat sektörü”, “AVM inşa etmek” vb. yerlede kullanarak; “tüketim çılgınlığını!” daha da pompaladı!

    Ta ki 22 Mayıs 2013’te FED (eski) başkanı Ben Bernanke’nin “QE’yi önümüzdeki 1 yıl içinde sonlandıracağız. Bütün dünya hazırlıklı olsun!” uyarısını yapana kadar!

    İşte Bernanke’nin o açıklamayı yaptığı saniyeden itibaren tüm “gelişme yolundaki ülkeler”den (tabii ki “Türkiye”den de!) “sıcak para!” çıkışı başladı. Piyasalarda döviz kıtlığı yaşanmaya başladığı için 1 Dolar = 2 TL’nin üzerine tırmandı!

    Bütün bu “finansal hamlelerin!” üzerine; Reyhanlı patlamaları ve “Gezi Parkı Protestoları” da eklenince, sıcak para çıkışı daha da hızlandı!
    1 Dolar = 2 TL’nin altına hiç inmedi!

    (“İşin perde arkasında; Türkiye üzerinde oynanan çok büyük bir komplo var!” heyecanını yaşayan Türkiye’deki bazı kesimler de böylece sönmüş oldu!
    Al “AKP borazanları”nı,
    Vur “Fethullah Gülen borazanları”na;
    İkisi de birbirinden beter!)

    Yeni seçilen FED başkanı Janet Yellen, 17/19 Aralık 2013′te yaptıkları toplantı sonucunda; “QE” programını 15’er milyar Dolar azalta azalta 29 Ekim 2014’te bitireceklerini ilân etti! (Böylece; 3. tur QE programı da sona erdi.)

    Bugün (19 Şubat 2015);

    ABD’de ekonomik görünüm 2008’e nazaran daha ılımlı. Ama ağır hasarlı bölümler halâ mevcut!

    Eğitim seviyesi yüksek genç neslin çok büyük bir kısmı; eğitim aldıkları alanda “iyi maaşla!” işe başlama hayallerini artık kaybetti!

    İşsizlik seviyesi azalmaya başladı ama çok yavaş düşüyor.
    İş bulanların çalışmaya başladıkları alanlar ise “part-time”;
    Yani “yarım-günlük”,
    Uzun ömürlü olmayan,
    Ve sözleşmeli işler!
    Bir kişinin veya bir hanekalkının en az 20 yıl, 25 yıl çalışıpta emekli oldukları “o eski zamanlar!” ABD’de bile artık bitti!

    FED başkanı Janet Yellen ve bankanın diğer yetkilileri;
    ABD içinde talebin önümüzdeki aylarda daha da canlanacağını tahmin ettiklerini her fırsatta yineliyor.
    Talebin artması, yıllardır düşük seyreden “enflasyon”u da gıdım gıdım arttırır.
    Ve enflasyonu makûl seviyelerde tutmak, hortlatmamak için Merkez Bankaları “faiz”i bir teknik araç olarak kullanır; “silah” olarak değil!
    FED’in kendi faizini (yani nam-ı diğer; “para politikası faizi”ni) arttırması; Haziran 2015 ila Haziran 2016 arasında bekleniyor!
    Ve FED faizleri; küçük rakamlarla, yavaş yavaş arttıracak.
    Hazırladıkları plâna göre; Haziran 2015 veya Eylül 2015’i ilk arttırım dönemi olarak belirlemeyi düşünüyorlar, ama henüz bir karara varmış değiller.

    BURADA, TÜRKİYE GİBİ “GELİŞME YOLUNDAKİ ÜLKELER”İ İLGİLENDİREN TEMEL HUSUS ŞU:

    FED, KENDİ FAİZİNİ “YÜZDE 0,25” ORANINDA ARTTIRSA BİLE; DÜNYADA TSUNAMİ ETKİSİ YARATMAK İÇİN YETERLİ!

    TÜRKİYE’DE 19 ŞUBAT 2015 İTİBARIYLA 1 DOLAR = 2,43 (2,46) TL CİVARI DALGALANIYOR!
    İLERLEYEN AYLARDA FED KENDİ FAİZİNİ ARTTIRDIĞINDA, TÜRKİYE GİBİ ÜLKELERE AKAN “SICAK PARA!” ARTIK ANA VATANINA GERİ DÖNECEĞİNDEN;
    BİZİM GİBİ PİYASALARDA YENİDEN “DÖVİZ KITLIĞI” YAŞANACAK!
    İŞTE BU SEBEPLE; 1 DOLAR = 2,55 TL VE HATTÂ 1 DOLAR = 2,75 TL GİBİ TSUNAMİ DALGALARININ YAŞANABİLECEĞİ TAHMİNLERİNİ YAPAN “EKONOMİST!” ÇEVRELERİ OLDUKÇA FAZLA!
    BU UYARIYI YAPANLAR; HEM TÜRKİYE’DEN, HEM YURTDIŞINDAN!
    BU İNSANLAR “İÇ-MİHRAK!”IN ÜYESİ DE DEĞİL; “İLLÜMİNATİ”, “MASONLAR” VE “TAPINAK ŞOVALYELERİ”NİN ÜYESİ DE DEĞİL!

    PEKİ DOLAR KURUNUN BU SEVİYEYE YÜKSELMESİ TÜRKİYE’DE SIRADAN VATANDAŞI NASIL ETKİLER?

    ((( İLK ÖNCE KISACA “EURO”DAN BAHSEDELİM:
    TÜRKİYE’DE YERLEŞİK OLUP “İHRACAT/İTHALAT” YAPAN ŞİRKETLERİN YÜZDE 99’UNUN GELİRİ “EURO” CİNSİNDEN.
    EURO/TL PARİTESİNİN YUKARI YÖNLÜ OLMASI İHRACAT GELİRLERİNİ ARTTIRACAĞI İÇİN, SEKTÖR OYUNCULARI KURUN YÜKSELMESİNİ İŞTAHLA İSTER!
    AMA:
    AVRUPA MERKEZ BANKASI -ECB- NİN DE KENDİ “PARASAL GENİŞLEMESİ”Nİ GEÇTİĞİMİZ HAFTALARDA BAŞLATMASI İLE EURO’NUN DEĞERİ DÜŞMEYE BAŞLADI!
    YANİ TÜRKİYE’DE YERLEŞİK OLUP, DIŞ TİCARET YAPAN ŞİRKETLER HER GECE KÂBUSLAR GÖRMEYE BAŞLADI BİLE! )))

    TÜRKİYE’DE YERLEŞİK OLUP “İHRACAT/İTHALAT” YAPAN ŞİRKETLERİN YÜZDE 99’UNUN BORCU (VE GİDERİ) “DOLAR” CİNSİNDEN!
    FABRİKALARINDA ÜRETİMİN DEVAM EDEBİLMESİ İÇİN;
    HAMMADDE, YARI-İŞLENMİŞ MAMÛL, MAKİNE AKSAM VE PARÇALARI GİBİ ONLARCA GİRDİYİ; “DOLAR” CİNSİNDEN ÖDÜYOR!
    AYRICA;
    HEM YURTDIŞI MÜŞTERİ, ORTAK, FİNANSAL KURULUŞ VE BANKALARA DA BORÇLARI HEP “DOLAR” CİNSİNDEN!

    DOLAR/TL KURUNUN YÜKSELMESİ; TÜRKİYE’DE YERLEŞİK BORÇ BATAĞINA SAPLANMIŞ BÜTÜN BU ŞİRKETLERİN BOĞAZINI TEK SEFERDE SIKAR!

    MALİYETLER AŞIRI YÜKSELMEYE DEVAM ETTİĞİ İÇİN; TESİS İÇİNDE EK YÜK GETİREN DEPARTMANLAR BİR BİR KAPATILIR!

    İŞÇİLERİN ÇOK BÜYÜK BİR KISMI “ÜCRETLİ!” VE “ÜCRETSİZ!” OLARAK “ZORUNLU İZNE!” GÖNDERİLİR!

    “BEYAZ YAKA” DİYE TABİR EDİLEN, (ÇOĞUNLUĞU!) ZÜPPE OLAN SINIFLARDA DA “KİTLESEL İŞTEN ATILMALAR” BAŞLAR!

    “ZORUNLU İZNE” GÖNDERİLEN İŞÇİLER, BİR ZAMAN SONRA İŞTEN ÇIKARILDIKLARINA DAİR TEBLİGAT ALMAYA BAŞLAR!

    4 YILLIK FAKÜLTE MEZUNLARI İŞSİZ KALDIĞINDAN,
    VE KENDİ ALANLARINDA ARTIK İŞ BULAMADIKLARINDAN;
    BOYUNLARINI BÜKEREK,
    DAHA DÜŞÜK POZİSYONLARDA İŞE YERLEŞMEK İÇİN GECESİNİ/GÜNÜDÜZÜNE KATIP İŞ ARAYIŞINA BAŞLAR!

    “YUKARI”DAN “AŞAĞI”YA DOĞRU BU MUAZZAM BASKI NEDENİYLE;
    HER KADEMEDEN,
    HER CİNSİYETTEN
    HER KATMANDAN,
    HER SINIFTAN, VE BENZERİ:
    “HAK ARAMAK ve MEVCUT HAKLARINI KORUMAK” MÜCADELESİ BAŞLAR!

    ARTIK ELLERİNE “MAAŞ!” GEÇMEDİĞİNİ KEMİKLERİNDEKİ İLİĞE KADAR HİSSEDEN SIRADAN VATANDAŞ,
    KORKUDAN TİR TİR TİTREYEREK ECEL TERLERİ DÖKMEYE BAŞLAR;
    ÜLKENİN DİBİNE DİNAMİT DÖŞER!

    BU DİNAMİT DÖŞENMELİDİR!
    ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ ANCAK BÖYLE KAZANILIR!
    DİNAMİTİ PATLACAK FÜNYE “HALKLARIN TARAFINDA” OLDUĞU İÇİN; NE ZAMAN PATLATACAĞINA BİZZAT HALKLARIN KENDİSİ KARAR VERİR!

    2011’de Tunuslu “Muhammed Buazizi”nin kendini ateşe vermesi ile o meşhur “Arap Baharı!”nın başlaması;
    Ekonomik kriz nedeni ile acıdan kıvrım kıvrım kıvranan ABD’ye,
    Ve Avrupa’daki onlarca ülkeye; bir “başkaldırı” işaretiydi!

    (NOT: “Arap Baharı”nı başlatan sebepler içinde gırla komplo teorisi dolaşıyor ortalıkta! Bu komploların çoğunun varlığı doğru! Fakat Tunus ile başlayıp diğer ülkelere yayılan bu protesto dalgalarının bel kemiğini oluşturan sebep; bahsi geçen bütün ülkelerde “ekonominin yıllardır kırılgan” olmasıdır!)

    Temelleri 2008’de atılan “Occupy Wall Street” hareketi;
    Eylül 2011’de başta New York/Zuccotti Park olmak üzere nihayet “isyana” başladı!
    ABD GENELİNDE PARÇALANAN “ATM & BANKAMATİK KABİNİ” SAYISININ HADDİ HESABI YOK!

    İngiltere/Londra kendi “Occupy” hareketini kurarak “isyana” başladı!

    İtalya’da uygulanan “austerity measures (kemer sıkma politikaları)” sebebi ile yüzbinlerce kişinin halâ sokaklarda olduğunu kaçınız biliyor?!
    Binlerce işsiz İtalyan gencinin;
    Kuzey Avrupa ülkelerine,
    Uzak Asya ülkelerine,
    Yeni Zelanda’ya,
    Ve Avustralya’ya göç etmek zorunda kaldıklarını sizlere hatırlatırım!

    İspanya/Madrid’de yüzbinler bugün bile sokakta!
    MADRİD’İN ARKA SOKAKLARINDA,
    LOKANTALARIN MUTFAK BÖLÜMÜNDEN ÇÖP KONTEYNERLERİNE DÖKÜLEN YEMEK ARTIKLARINI;
    İŞSİZ,
    EVSİZ,
    VE
    AÇ OLDUKLARI İÇİN YEMEK ZORUNDA KALAN YÜZLERCE İSPANYA VATANDAŞININ ZEHİRLENEREK HAYATINI KAYBETTİĞİNDEN KAÇINIZIN HABERİ VAR?!

    Yunanistan’da “küresel ekonomik kriz” sebebi ile depremlerin yaşanması; “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi”ni de doğrudan etkiledi!
    GÜNEY KIBRIS RUM YÖNETİMİ’NDE YAŞAYAN VATANDAŞLARIN BANKA HESAPLARINDA VAR OLAN MEVDUAT HESAPLARININ BELİRSİZ SÜRELİĞİNE DONDURULDUĞU HABERİ HÜKÜMET TARAFINDAN DUYURULUNCA;
    BANKALARA AKIN OLMASIN DİYE, KAPILAR ZİNCİRLERLE BAĞLANDI!
    GÜNLER İÇİNDE PİYASADA FİYATLARIN FAHİŞ SEVİYEYE YÜKSELMESİ İLE PATLAMA NOKTASINA GELEN BU “SIRADAN VATANDAŞLARIN!”, KALAN SON PARALARINI DA KURTARMAK İÇİN;
    BU BANKA ŞUBELERİNİN CAM/ÇERÇEVELERİNİ İNDİREREK İÇERİ GİRDİKLERİNİ,
    HESAP ODALARINI,
    VE
    ATM KABİNLERİNİ BALYOZLA PARÇALAYARAK PARALARINI KURTARDIKLARINI KAÇINIZ BİLİYOR?!

    Bugün (19 Şubat 2015);

    Yunanistan’da genel işsizlik seviyesi %20 civarında; gençler arasındaki işsizlik ise %60’ın üzerinde!

    2008’DEN BERİ YUNANİSTAN’DA,
    2 AYLIK DÖNEMLER İLE HESAPLANDIĞINDA;
    HER 500 VATANDAŞIN;
    BORÇLARINI ÖDEYEMEDİKLERİ,
    FATURALARINI ÖDEYEMEDİKLERİ,
    UZUN SÜRELİ, SİGORTA GARANTİLİ, SAĞLIK HİZMETLERİ GARANTİLİ, EMEKLİLİK SONRASI HUZURLU BİR YAŞAM GARANTİLİ İŞ BULAMADIKLARI İÇİN:
    İNTİHAR ETTİĞİNİ KAÇINIZ BİLİYOR?!

    İNTİHAR EDENLERİN SAYISI HER GEÇEN AY ARTMAYA DEVAM EDİYOR!

    Venezuela,
    Şili,
    Brezilya,
    Arjantin,
    Ukrayna,
    Ve,
    Rusya;
    Patlamaya hazır birer bomba!

    TEK BAŞINA “SYRIZA”YI DEĞERLENDİRMEYE ALMADAN EVVEL;
    YUKARIDA ANLATILAN “İKTİSADİ ARKA PLANI” ASLA AKLINIZDAN ÇIKARMAYIN!

    Soma’da 301 emekçinin hayatını kaybettiğini unutmadık değil mi?!

    “301” sayısını yazmak ne kadar da kolay değil mi?!

    Peki sonrasında ne oldu?!

    Hem “haşmetli ve hürmetli hükümet!” kanadından, hem “özel sektör palyaçoları!” tarafından;

    “ İŞ ve İŞÇİ GÜVELİĞİ İLK SIRADA GELMELİ!
    ARTIK BİZ 21. YÜZYILDA YAŞIYORUZ! AMA HAYATIMIZ; HALÂ ESKİ, KÖHNEMİŞ DÖNEM KAPİTALİZMİNİ YAŞIYOR!
    ARTIK KAPİTALİZMİ DE GÜNCELLEYELİM!
    ‘İŞ ve İŞÇİ SAĞLIĞI & GÜVENLİĞİ’ YASASI ÇIKARARAK;
    İŞÇİLERİMİZİ UZUN ÖMÜRLÜ KILALIM;
    BÖYLECE ONLARI DAHA BOL SÖMÜREBİLELİM!
    FİZİKEN SAĞLIKLI BİR İŞÇİ; HER ZAMAN DAMIZLIK BİR HAYVAN GİBİDİR!
    SÖMÜR SÖMÜREBİLDİĞİN KADAR!
    ETİNİ DE SÖMÜR, KEMİĞİNİ DE SÖMÜR!”

    DENMEDİ Mİ?!

    Peki bu yasanın çıkmasına KARŞI mücadele eden ilk kesim kimdi?! Tabii ki; maden işçileri!

    Niçin karşı çıktılar:

    “‘İŞ ve İŞÇİ SAĞLIĞI & GÜVENLİĞİ’ YASASI ÇIKARSA;
    BU PATRONUMUZUN SIRTINA EK MALİYET YÜKLER!
    ZATEN İSTEDİĞİMİZ MAAŞ ORANINI PATRONUMUZDAN ZOR KOPARTIYORUZ!
    ÜSTÜNE BİR DE ŞU YASA YÜRÜRLÜĞE GİRERSE; BİZİM MAAŞIMIZI ARTTIRMAMAK İÇİN PATRONUMUZUN ELİNE BAHANE GEÇECEK!
    BU YASA İÇİNDE:
    GEREKLİ TÜM GÜVENLİK MALZEMELERİNİN PATRONUMUZ TARAFINDAN SATIN ALINMASI,
    MALZEMELERİN BELİRLİ PERİYOTLAR HÂLİNDE ‘BAĞIMSIZ DENETİM KURUMLARI’NA KONTROL ETTİRİLMESİ; VE SONUCA GÖRE SERTİFİKA ALINMASI,
    İŞ YERİNDE ‘İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI’ İSTİHDAM ETMEK ZORUNDA OLDUĞU İÇİN; ONA DA MAAŞ BAĞLAMAK ZORUNDA OLMASI,
    ÇALIŞMA SÜRELERİNİN TEKRAR DÜZENLENMESİ GİBİ ŞARTLAR VAR!
    PATRONUMUZ; BU ŞARTLARA UYMAYA KALKARSA SIRTINA BİNEN MALİYET ARTACAK;
    VE
    ‘ARTIK KALDIRAMIYORUM, İŞÇİ ÇIKARMAK ZORUNDAYIM!’ DİYEREK BİZLERİ KAPI ÖNÜNE FIRLATACAK!
    İŞTE BU SEBEPLERLE BİZLER, BİZZAT ‘İŞÇİLER!’ BU YASAYA KARŞIYIZ!”

    Maden işçileri yukarıda yazılanları haykırmadı mı?!

    Peki bizim ülkemizde; “patron”a bakış, “kapitalist iktisadi düzen”e bakış;
    Yukarıdaki gibi bizzat işçiler tarafından:
    Kollayıcı!
    Kucaklayıcı!
    “Görmezden geliver”ci!
    “Unutuver”ci!,
    “Hakkın için mücadele etmeyiver”ci! ise;
    Hangi insanımız sokağa çıkıpta “ATM kabinlerini” balyozla parçalamaya gönüllü olur ki?!

    TOPLUM NEZDİNDE “BAŞKALDIRI BİLİNCİ”Nİ YAYMAK İÇİN,
    “GEZİ”NİN AÇTIĞI YOLU İLERLETMEK İÇİN;
    BU SİTENİN TAKİPÇİLERİNE,
    BU SATIRLARIN YAZARINA,
    VE
    “GÜN ZİLELİ” GİBİ BİNLERCESİNE BÜYÜK SORUMLULUK DÜŞÜYOR!

    “Banka” denen kurumun tarihteki rolü neymiş?
    Bunu daha yakından anlayabilmeniz için; dünyanın 1 numaralı kapitalist ülkesinden bir örnek vererek bu “uyarı metni”ni sonlandırayım:

    “…
    ‘Bankacılık’ denen sistem tamamıyla yoldan çıkmış bir sistemdir.
    Bu sistemi, tüm kurumlarımızda ve tüzüklerimizde izi kalmış bir tür ‘leke’ olarak değerlendiriyorum.
    Eğer boğazlarına kadar yolsuzluğa batmış kumarbazlar tarafından çok uzun zamandır darbe yiyen bu sistemi temizlemezsek, sistem olağan akışı içinde kendi kendini yok edecek;
    Ve hattâ şu anda insanlarımızın kazanımlarını ve morallerini bu akış içinde silip süpürmeye devam ediyor.

    ‘Finanse etmek’ veya ‘kaynak yaratmak’ dediğimiz şeyi kendi çapımda değerlendirdiğimde;
    Bir kuşağın çok büyük bir bölümünün altına imza attıkları bir borçtan kurtarılması, durumuna ulaşıyorum.
    Kainatı yaratan gücün koyduğu kurallara göre; her kuşak eşit şartlarda dünyaya gelir.
    Bu gücün insanların hayatlarını sürdürebilmesi için yarattığı yeryüzündeki her varlığı özgürce kullanabilmeleri ile ilgili;
    Nasıl ki kendilerinden önceki kuşaklar borçsuz geldiler ve borçsuz gittilerse,
    Aynen onlar gibi şimdiki kuşakta bu dünyada bir kiracıdır, sonucuna ulaşıyorum.

    Ve sizinle aynı fikirde olduğumu tüm içtenliğimle bildiririm:
    ‘Banka’nın bizzat kendisi ve bunla ilişkili her kurum, düzenli ordulardan daha tehlikelidir!
    ‘Finanse etmek’ sözü ile gerçek anlamı perdelenen durum:
    ‘Para harcama prensibi’ ile şimdiden tüketilen kaynağı gelecek kuşakların sırtına bir ‘borç’ olarak yüklemekten,
    İstikbalimizde dolandırıcılık yapmaktan başka bir şey değildir.
    …”

    Thomas Jefferson
    ABD 3. Başkanı

    ( Yukarıda okumuş olduğunuz alıntı;
    28 Mayıs 1816′da
    Dönemin Virginia senatörü John Taylor’un, artık emekli olan -eski- başkan Jefferson’a gönderdiği mektupta;
    Genel manâda “bankacılık” ve özelde ise “merkez bankası” üzerine sorduğu soru üzerine Jefferson’ın verdiği cevaptır.
    Cevabın İngilizce aslını şu adresten okuyabilisiniz:
    http://oll.libertyfund.org/quotes/187 )

    * * * * *
    Sayın Zileli,

    “Kapitalist iktisat”ın ne olup, ne olmadığı sorusuna aranan cevap; Türkiye’deki “sol kanat” tarafınan hep ihmâl ediliyor!

    Size bu konuya giriş mahiyetinde:

    http://www.gunzileli.com/2015/01/26/devrimler-ic-savaslar-ve-syriza/

    yazınıda; “18” ve “33” numaralı yorumlarımla cevap vermiştim.

    Yukarıdaki geniş cevabım ise bir özetten ibarettir.

    DEVAMINI SİZLERİN GETİRMESİ GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNEREK; BAŞLANGICI YAPMIŞ OLDUM!

    Yazdıklarıma katıldığınızı biliyorum, teşekkür ederim.

    Siz (ve sizin gibi nicelerinden) beklentimiz:

    Bu ülkenin “sol kanadında” tarihi sorumlukuk almış olan sizler;

    Artık şu “kapitalist iktisat” üzerine ciddiyetle eğilmeye başlamanızdır!

    Bireysel olarak “anlamasanız da”, “konu çok karışık ve hattâ sıkıcı” gözükse de; en azından arkadaş/yoldaş çevrenizden hem “kapitalist”, hem “marksist”, hem “anarşist” iktisattan anlayan kişilerle sık sık görüşerek onların verdiği metinleri; sitenizde ve twitter hesabınızda SÜREKLİ YAYINLAMANIZ!

    Türkiye’deki “sol kanat”;

    “Ekonomi” deyince:

    Sadece
    “Toprak reformu”
    Ve
    “Özel sektör şirketlerinin kamulaştırılması”ndan bir adım ileri gidecek bir söz söyleyemiyorsa;

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Sert üslup kullandığımın farkındayım; ama size kasıtlı bu şekilde yazdığımı umarım aklınızdan geçirmezsiniz!

    * * * * *
    (Anonim 2’ye hitaben)
    2008 krizi ve etkilerini güzel özetlemişsiniz, neler olup bittiğini herkesin anlayabileceği gibi anlatabilen insanlara ihtiyaç var kesinlikle.
    Uyarım İş Güvenliği yasa tasarısı ve Soma maden işçilerinin tepkileri üzerine yazdıklarınızla ilgili: AKP tarafından keklenmişsiniz! Soma katliamı sonrası yükselen eleştiri ve muhalefet dalgasını yatıştırmak için İş Güvenliği yasa tasarısı hükümet tarafından öne sürülen bir propagandadır. Son dönemde hükümetin izlediği bir yöntem bu, cemevlerinin statüsü olsun, iş güvenliği olsun, toplumsal muhalefet bir süre gündemi belirlediğinde, konu üzerine yasa çıkarıp, düzenleme yapmayı teklif ediyor: “tamam o zaman yasa çıkaralım, halledelim”. İş güvenliği ve denetimle ilgili düzenlemeler zaten var, ama uygulanmıyor! Konunun uzmanı pek çok kişi bunu açıkça söyledi, Soma katliamı için de söyledi, Torunlar inşaatındaki cinayetler için de. Bütün ihmaller ve kasıtlar ortadayken, işini tümden kaybetmekten korkan işçilere yüklenmeniz pek manidar.

    Bağımsız denetim yapılmayan, denetimin yaptırımı olmayan yerde iş güvenliği olmaz; iş güvenliği uzmanın işveren tarafından maaşla ya da ücretle çalıştırıldığı yerde iş güvenliği olmaz; iş güvenliği eğitiminin tüm çalışanlar için zorunlu olmadığı yerde iş güvenliği olmaz. İş güvenliği denetimi ve yaptırımı ideal olarak işçi örgütlerinin yani sendikaların elinde olmalıdır, bizden daha demokratik bir sürü ülkede bu böyledir; sendikaların “iş sağlığı ve güvenliği uzmanı” vardır ve işyerinde denetimlere katılır, rapor yazar, vs.

    Borcunu ödemek, çocuklarını okutmak ve hayatını idame ettirebilmek için çıktığı cehennem deliğine tekrar girip çalışmayı sadece göze alan değil, buna mecbur durumda olan işçileri “yanlış bilinç”le itham edeceğinize, önce kendiniz iş güvenliği hakkında bilgilenin.

    * * * * *
    (Anonim 2 yukarıda yazılanlara cevap veriyor.)

    Yazdıklarınız için teşekkürler.

    SİZE ÖNCELİKLE HEPİMİZİN BİRER “ KONFORMİST ! ” OLDUĞUNU HATIRLATMAKLA CEVABIMA BAŞLAYAYIM!

    “Konformist” kelimesi ile ilgili özet cevabımı en sonda okuyacaksınız.

    [[[
    Öncelikle;

    Yazımı dikkatle okumadığınızı, yazımdan sadece bir kısmı cımbızla seçerek yanlış değerlendirme yaptığınızı bildirmek zorundayım.

    Şu kısmı yanlışlıkla atlamış olabilirsiniz. Tekrar dikkatinize sunuyorum:

    Hem “haşmetli ve hürmetli hükümet!” kanadından, hem “özel sektör palyaçoları!” tarafından;

    “ İŞ ve İŞÇİ GÜVELİĞİ İLK SIRADA GELMELİ!
    ARTIK BİZ 21. YÜZYILDA YAŞIYORUZ! AMA HAYATIMIZ; HALÂ ESKİ, KÖHNEMİŞ DÖNEM KAPİTALİZMİNİ YAŞIYOR!
    ARTIK KAPİTALİZMİ DE GÜNCELLEYELİM!
    ‘İŞ ve İŞÇİ SAĞLIĞI & GÜVENLİĞİ’ YASASI ÇIKARARAK;
    İŞÇİLERİMİZİ UZUN ÖMÜRLÜ KILALIM;
    BÖYLECE ONLARI DAHA BOL SÖMÜREBİLELİM!
    FİZİKEN SAĞLIKLI BİR İŞÇİ; HER ZAMAN DAMIZLIK BİR HAYVAN GİBİDİR!
    SÖMÜR SÖMÜREBİLDİĞİN KADAR!
    ETİNİ DE SÖMÜR, KEMİĞİNİ DE SÖMÜR! ”

    DENMEDİ Mİ?!

    Bu alıntıyı bir de şöyle tahayyül edin:

    Çok basit örnek:

    Yerel seçimler öncesi / Genel seçimler öncesi; bir siyasi parti başkanı, ülkede görece az ziyaret edilen bir şehre/ilçeye “seçim propaganda mitingi!” yapmaya, otobüsler/minibüsler/koruma orduları kervanı ile beraber gitmeden evvel; o bölgenin valisi, kaymakamı, belediyesi;
    Yolları asfalt dökerek yeniler,
    Çöp konteynerleri boyanır,
    Esnafın kepenk ve cam/çerçeveleri yenilenir,
    Sokak hayvanları barınaklara toplanır,
    Elektrik, sokak lambası direkleri yenilenir, ışıklandırma cafcaflı hâle getirilir…
    Kısaca şehre/ilçeye “sanki her zaman yepyeniymiş, güpgüzelmiş, sapasağlammış gibi!” bir görünüm verilmeye çalışılır!

    Bu basit örnekte olduğu gibi; “iş & işçi sağlığı ve güvenliği” yasasının da;
    Bir “göstermelik!”ten ibaret olduğu,
    “Ağızlara bal çalmak!”tan ibaret olduğu aşikar!

    Herkes olan biteni kendi gözleri ile gördüğü hâlde;
    Niçin herkes birbirini “keklemeye!” devam ediyor:
    İlerleyen paragraflarda öğreneceksiniz!
    ]]]

    “Yanlış Bilinç” sadece “işçi sınıfı”na mahsus bir olgu değil!

    Size onlarca referans verebilirim. Ama ilk sırada düşünür ve eylemci “Antonio Gramsci”nin;

    * “Aydınların sorumlulukları nedir?”
    (-Sözde- değil; -özde- aydınları kastediyor!
    Eğer soruyu iyice araştırırsanız; “elitizm” ile uzaktan/yakından ilgisi olmadığını öğrenirsiniz!)

    Ve

    * “-Hegemonya- kavramı; dünyadaki bütün toplumların kılcal damarlarına nasıl nüfuz eder?”

    Sorularına verdiği muazzam cevaplar var. Öncelikle Gramsci’nin eserlerinin Türkçe çeviri kitapları mevcut; ulaşabilirseniz o kitapları mutlaka gözden geçirmenizi salık veririm. Ama yakın zamanda bu kitaplara ulaşma imkânınız yok ise; Gramsci’nin bu cevaplarını internette kısa bir arama yaparak lütfen okuyunuz, öğreniniz!

    “Batı” kavimleri / “Doğu” kavimleri diye keskin bir ayrıma gitmeye gerek yok. Ama şimdi okuyacaklarınız (ne yazık ki; bile bile “oryantalist & şarkiyatçı!” bakış açısı ile) daha çok “Doğu” kavimlerinde gözlemleniyor:

    Binyıllar boyunca; Doğu medeniyetlerindeki kavimlerin çok büyük bir bölümü “insan” vasfı ile değil; “kul” vasfı ile telkin edildi! Bu gerçek; semavi olmayan dinler için de, semavi dinler için de geçerli!

    Binyıllar boyunca; “Devlet(ler)i yönetenler” ve “Ticaret erbapları” başta olmak üzere; piramitin hep en yüksek tabakasında yaşayanlar, alt tabaka olarak niteledikleri “diğer insanları!” birer “ebleh” yerine koydu!

    Ne var ki;

    Doğu medeniyetlerindeki insanların çok büyük bir bölümü bu “ebleh” kelimesine karşı çıkıp, özgürlük için mücadele edecekleri yerde;
    “Aman -büyüklerimize- zeval gelmesin, devletimiz payidar kalsın!” uyuşturucusu sebebi ile (ne yazık ki!) “ebleh” kelimesini gönüllü gönüllü kabul etti!
    (“Gandhi”, “Ho Chi Minh” vb. başta olmak üzere birkaç istisna sayabiliriz. Ama bu örnekler kaideyi bozmaz!)

    Madenciler ile ilgili yazdığım; “Niçin iş & işçi güvenliği yasasına itiraz ediyorlar?” sorumun cevabını bir de yukarıda açıkladığım tarihi arkaplânı düşünerek değerlendirmenizi rica ederim!

    Dünya, her geçen gün değişiyor!

    Tabii ki; 5000 yıl önceki, 100 yıl önceki yaşam & iş koşulları ile günümüz koşulları aynı değil!

    Fakat bir hususu yanlışlıkla unutmuş olabilirsiniz:

    Bundan 150 yıl önce bir fabrikada çalışan vardiya amiri de “üretim araçlarının mülkiyeti”ne ortak değildi!
    30 Ocak 2015 itibarıyla; Tekirdağ/Çorlu’daki bir fabrikada çalışan bir vardiya amiri de (ve hattâ 4 yıllık fakülte mezunu bir “beyaz yaka mühendis!”de) “üretim araçlarının mülkiyeti”ne ortak değil! Demek ki bazı şeyler hiç değişmemiş!

    Zaman akıp geçmiş,

    Teknoloji ilerlemiş,

    “Demokrasi!” kelimesine, “katılımcılık!” kelimesine yüklediğimiz anlamlar ilerlemiş;

    AMA:

    KAPİTALİZM, YERLİ YERİNDE HEYBETLİ BİR YANARDAĞ GİBİ DURDUĞU İÇİN;

    “EBLEH”LİĞİ ÜZERİMİZDEN YIRTIP ATAMAMIŞIZ!

    Sayın Zileli umarım otobiyografi kitapları dizisindeki şu anekdotu hatırlar:

    Gençliklerinde; hem arkadaş çevresi tarafından, hem fikirlerine saygı gösterdikleri “siyaseten büyükleri!” tarafından;
    Anadolu’nun kırsal kesimlerinde yaşam mücadelesi veren insanımızın üzerine giydiği paltoyu bile işaret ederek; onların küçümsendiğini, hor görmeye yeltenildiğini belirten görüşlere sahip olunduğunu söylemişti! Bırakalım “-sağ-ın aylaklıklarına” karşı dişe-diş mücadele etmeyi; “sol”da bile bu algının bir zehir gibi içlerinde dolaştığından, bu zehirden bir türlü kurtulamadıklarından bahsetmişti! Çok mühim bir özeleştiri yapmıştı!

    “Ebleh” kelimesini bir de sayın Zileli’nin yukarıdaki anekdotunu derin derin düşünerek değerlendiriniz!

    Kayseri’de özel bir kolejde “Sosyal Bilgiler öğretmeni” olarak istihdam edilirken bir süre sonra işten atılan 29 yaşındaki “M.Ş.”; kefil olduğu kredi borçları nedeniyle bunalıma girdi! Bir banka şubesinde polis ekiplerinin ikna çabalarına rağmen elindeki ekmek bıçağını karnına sapladı! Polisin kadını ikna çabaları ve kadının kendini bıçaklama anı saniye saniye görüntülendi!

    http://www.iha.com.tr/video-kadinin-kendini-bicaklama-ani-saniye-saniye-kameralarda-49858/

    http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/190995/Bankada_dehset__Borclara_kefil_olunca….html

    http://www.milliyet.com.tr/bicakli-kadin-dehset-sacti-gundem-2001163/

    YUKARIDAKİ ÖRNEK İLE İLGİLİ:

    “BUNLAR HER ZAMAN YAŞANAN ŞEYLER!
    OLUR BÖYLE VAKALAR!
    O KADIN DA KEFİL OLMASAYMIŞ, KERİZ MİYMİŞ?!
    BİR DE -ÖĞRETMEN- OLACAK! BEN SENİN ÖĞRETMENLİĞİNİN İÇİNE!…”

    DİYENLERE, DİYECEKLERE AKIL SAĞLIĞI DİLİYORUM!

    DİSK-AR İŞSİZLİK RAPORU:
    GENÇLERDE VE KADINLARDA İŞSİZLİK ENDİŞE VERİCİ BOYUTTA!

    [20 Ocak 2015
    Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR)
    http://www.disk.org.tr/2015/01/disk-ar-issizlik-raporu-genclerde-ve-kadinlarda-issizlik-endise-verici-boyutta/ ]

    İşsizlik Ekim 2014 döneminde de rekor kırdı!

    * Geniş tanımlı işsizlik %17,19 oldu!

    * Her dört isşizden biri yükseköğretim mezunu!

    * Gençlerde ve kadınlarda işsizlik endişe verici boyutta!

    * Geniş tanımlı işsizlik oranı %17,19, işsiz sayısı 5 milyon 427 bin oldu!

    * Yüksek öğretim mezunlarında işsiz sayısı 725 bin seviyesinde!

    * Eğitimli kadınlar için işsizlik erkeklerin 2 katından fazla!

    “SOMA MADENCİLER CİNAYETİ!”NDEN SONRA;
    KURTARILAN BİR MADEN İŞÇİSİ AMBULANSA BİNDİRİLİRKEN,
    BALÇIĞA BULANMIŞ PLASTİK BOTLARINI SAĞLIK GÖREVLİSİNE GÖSTERİP;
    “BOTLARIMI ÇIKARAYIM DA SEDYE KİRLENMESİN!” DEMİŞTİ, HATIRLIYOR MUSUNUZ?!

    BU İNSANLAR BİNYILLARDIR “SİZ KULSUNUZ!” DİYE DİYE KANDIRILDI!
    “AMAN DEVLETİNİZE, BÜYÜKLERİNİZE, PATRONLARINIZA, SİZE EKMEK PARANIZI VEREN MÜDÜRLERİNİZE KARŞI SESİNİZİ YÜKSELTMEYİN; BOYNUNUZU BÜKÜN!” DİYE DİYE KANDIRILDI!

    BU İŞÇİ;
    YÜREĞİ TEMİZ OLDUĞU İÇİN O SEDYENİN KİRLENMESİNİ İSTEMEDİ!
    HERKESE BİR İNSANLIK DERSİ VERDİ!
    DEMEK Kİ “EBLEH”LİĞİ ÜZERİMİZDEN YIRTMAK İÇİN POTANSİYELİMİZ HÂLÂ VAR;
    AMA KIVILCIMI ÇAKACAK BİR TOPLUMSAL DİNAMO YOK!

    “Her yer Taksim, her yer direniş!” derken sadece “orantısız zekâ!”ya sahip olduğumuz söylendi!

    Ve hattâ; “Gerizekâlıdan daha beteri varsa; o da Gezizekâlıdır!” sözü bile yüzümüze çarpıldı!

    PEKİ NİÇİN HERGÜN SOKAKLARDA DEĞİLİZ?!

    HANİ “HER YER DİRENİŞ!”Tİ ?!

    NİÇİN HÂLÂ “MECAZ” BİR HAYAT YAŞIYORUZ?!

    “-TEORİ- İLE -PRATİK- UYUŞMUYOR ABİ HER ZAMAN, BİRAZ DAHA BEKLEYELİM EN İYİSİ!
    -SUNİ DENGE-NİN BOZULMASINA DAHA VAKİT VAR!”
    DİYE DİYE NİÇİN İNATLA KENDİMİZİ KANDIRMAYA DEVAM EDİYORUZ?!

    EĞER BİRŞEYLERİ SOKAĞA ÇIKIP PROTESTO EDECEKSEK;
    NİÇİN ÖZELLİKLE CUMARTESİ & PAZAR GÜNLERİNİ AYARLIYORUZ?!

    ÇÜNKÜ HAFTAİÇİ’NDE “İŞ!” VAR; “İŞ”E GİTMEZSEK “MAAŞ!”DA ALAMAYACAĞIMIZA GÖRE;
    1) SON MODEL AKILLI TELEFONUMUZUN TAKSİTLERİNİ ÖDEYEMEYİZ DEĞİL Mİ?!
    2) EV KİRÂMIZI ÖDEYEMEYİZ DEĞİL Mİ?!
    3) LİSE’DE OKUYAN EVLADIMIZIN CEBİNE HARÇLIK KOYAMAYIZ DEĞİL Mİ?!
    4) ÜNİVERSİTELİ GENCİMİZİN “HARÇ PARASI!”NI 1 MART 2015 TARİHİNE KADAR İLGİLİ BANKA HESAPLARINA YATIRAMAYIZ DEĞİL Mİ?!
    5) EVLADIMIZIN YAKLAŞAN DÜĞÜN MASRAFLARI İÇİN “PARA!” BİRİKTİRMEK ZORUNDAYIZ DEĞİL Mİ?!

    ALIN SİZE “TEORİ”,
    ALIN SİZE “PRATİK”,
    ALIN SİZE “PRAKSİS & PRAXIS”! HADİ ÇIKALIM SOKAĞA,
    HADİ PARÇALAYALIM ATM KABİNLERİNİ;
    VAR MI CESARETİNİZ:

    29 OCAK PERŞEMBE İTİBARIYLA; “BİRLEŞİK METAL İŞ SENDİKASI” ÜYESİ 15.000’İN ÜZERİNDE EMEKÇİ GREVE GİTTİ!
    HANİ NEREDE “BEYAZ YAKA”LAR?!
    MESELA BİR BANKACI “(Görece!) İYİ MAAŞ!” ALDIĞI İÇİN KEYFİ YERİNDE! NİÇİN SOĞUKTA, KARDA/KIYAMETTE, YAĞMURLU HAVADA, METAL EMEKÇİSİ İLE KOLKOLA DAYANIŞMAYA GİTSİN Kİ?! NİYE RAHATINI BOZSUN Kİ?!

    MESELA “EMEKLİ!” ÖĞRETMENLER NİÇİN “ATANAMAYAN!” ÖĞRETMENLERLE KOLKOLA GİREREK BU ÜLKENİN KÖKÜNE DİNAMİT DÖŞEMEYİ AKLINA GETİRMEZ?!

    ÇÜNKÜ HERKESİN “KENDİ POPOSU!” KIYMETLİ!

    ÇÜNKÜ “HERKES KONFORMİST!”

    BİZ BU KAFAYLA GİDERSEK;
    DAHA BİR SÜRÜ “SYRIZA” TAHLİLİ, YORUMU, ÇEMKİRMESİ, ELEŞTİRİSİ, GÜZELLEMESİ YAZAR; KENDİ ARAMIZDA EĞLENİR DURURUZ!

    “Kapitalist iktisat”ın ne olduğunu öğrenmek bizleri birer “kapitalist” yapmaz! Tıpkı tek seferde “incil” okumakla, hemen “hristiyan” olunmadığı gibi!
    Bu sebeple; Sayın Zileli’ye sayfanın ilk kısımlarında yazdığım hatırlatma hâlâ geçerliliğini koruyor; ve hattâ sitesinde bu yazıları acilen yayınlaması için ısrar ediyorum! Kendi yoldaş/arkadaş çevresi bizlerinkinden daha geniş, ve yardım etmeye dünden hazırlar!

    “Konformist” kelimesi ile ilgili özet açıklamam:

    (İlk önce:
    http://www.gunzileli.com/2015/01/26/devrimler-ic-savaslar-ve-syriza/
    adresindeki Zileli’nin yazısını, ve tüm yorumları dikkatle okumanızı tavsiye ederim.)

    (27 Ocak 2015 Salı)

    Cevabınız için teşekkürler sayın Zileli.

    Sizi tenkit etmek zorunda olduğumu bildirmeliyim!

    Ekonomiden anlamadığınızı söylemeniz samimi bir yanıt. Zaten amacımız “Phillips Eğrisi” veya “Neo-Keynesian Economics”i akademik düzeyde incelemek değil!

    Ben de bir anarşistim.

    Bir “anarşist” olmam; “kapitalist” matbuatı da, “anti-kapitalist” matbuatı da takip etmeme engel değil!

    Konu çok derin olduğundan uzun uzun açıklamayı isterdim; ama hem sizin, hem bu sayfa ziyaretçilerinin o kadar sabrı olduğunu sanmıyorum.

    Sadede geleyim:

    Proudhon’un “Mülkiyet Nedir?” eseri,

    Marx’ın (ve Engels’in) “Das Kapital” eseri,

    Ve

    Thorstein Veblen’in “Aylak Sınıfın Teorisi” eseri başta olmak üzere;

    Onların kuşağından bir çok kişi “-kapitalist iktisat-a karşı” çok önemli teoriler geliştirmiştir.

    Fakat 20. yüzyılın başından itibaren bu sağlam teorilerin geldiği aşamadan daha ileriye yürüyeceğimiz düşünsel iktisadi çalışmalara neredeyse hiç özen gösterilmemiştir!

    Türkiye özeline odaklanacak olursak:
    “Sol”un toplum nezdinde (göreceli de olsa) dikkate alındığı 1960 ve 70’li yıllarda bile;
    “Nail Satlıgan”, “Sadun Aren” gibi birkaç iktisat kökenli Marksist düşünürümüz haricinde;
    Devrim mücadelesinde “iktisat” hep “toprak reformu”, “özel sektör şirketlerinin kamulaştırılması” gibi şablonlar içinde sıkışıp kalmış,
    Daha ilerici bir teori kurulamamıştır!

    Günümüze bakıyorum; farklı bir şey söylenmiyor sayın Zileli!

    Haklı olarak şunu sorabilirsiniz: “Peki ben ne yapayım? Ekonomiden anlamadığımı söyledim!”

    Mesela Fikret Başkaya ile yapmış olduğunuz söyleşi türünde bir metni adres vermişsiniz. Orada da “kapitalist iktisat” hakkında 1970’lerden pek farklı şeyler söylenmiyor!

    Şunu diyenler çıkabilir:

    “Kapitalizm, kapitalizmdir!
    1800’lerdeki kapitalizmle, 1970’lerdeki kapitalizmle, 2015’deki kapitalizm arasında hiçbir fark yok.
    Hep sömürü, hep sömürü, hep sömürü!
    Fark olmadığına göre; niçin boşu boşuna kapitalist iktisadı öğrenerek kafamı yorayım?!”

    İyi, güzel de:

    Niçin o meşhur “Çin Halk Cumhuriyeti”nin Deng Xiaoping’i;
    “Ekonomide biraz liberalizasyondan kimseye zarar gelmez.
    Benim için ‘siyah’ kedi veya ‘beyaz’ kedi önemli değil;
    eğer bir kedi fare yakalıyorsa o ‘iyi!’ kedidir.” dedi?!

    Koca “Küba”ya bakalım:

    Geçtiğimiz ay ABD/Küba arasındaki “soğuk savaş sona erdi” diye haber bombardımanı yaptılar!

    Peki bunun asıl sebebini araştıran oldu mu aramızda?!

    Bize ne anlatıldı:

    Küba’nın elinde birkaç FBI ajanı ve casusluk faaliyetinde bulunan ABD vatandaşı varmış, ABD’nin elinde ise Küba’lı tutsaklar varmış. İki taraf vatandaşlarını değiş/tokuş yapmaya karar verince soğuk savaş sona ermiş!

    Size asıl sebebi anlatayım:

    Venezuela ekonomisi çalkalanıyor! Türkiye basınında bu konuda dişe dokunur bir haber kolay bulamazsınız! Özellikle Kasım/Aralık 2014’ten beri petrol fiyatlarında muazzam bir düşüş yaşanması, ekonomik yönden zaten savaş alanına dönmüş Venezuela’da durumu daha da kötüye götürdü! Ülke ekonomisini ayakta tutan yegâne doğal kaynakları “petrol” olduğundan (ve bunu “Küba” başta olmak üzere birçok komşu ülkeye ihraç ettiklerinden), fiyatların düşmesi Venezuela’yı patlamaya hazır bir bombaya çevirdi! Küba yıllardır Venezuela’nın müttefiki olduğundan; yoldaşının içinde fokur fokur kaynayan suyu çok net gördü! Bir kriz patlak verdiği anda ticari ortaklıklarının kırılabileceğini bildiklerinden, ve krizin kendi ülkelerine de sıçrayabileceği riskine karşı şimdiden önlem almak için; Küba, 50 küsür yıllık düşmanı ABD ile barış anlaşması yoluna gitti! YANİ ASLİ SEBEP: EKONOMİ!

    Unutmayalım sayın Zileli:

    SYRIZA’yı destekleyip/desteklememekten önce; SYRIZA gibi bir oluşumu meydana getiren “iktisadi sebepler” neydi? Niçin “iktidar koltuğu!” na oturmaya tercih edildiğini çok ciddi sorgulamamız gerekiyor! Bu sorgulama esnasında ilk sırada: 2008 Ağustos/Eylül’de başlayıp hâlen devam etmekte olan “küresel ekonomik kriz” olduğunu unutmamalıyız!

    ABD genelinde “sınıf” kavramına yüklenen anlam her ne kadar Avrupa menşeli bakış açısına pek benzemese de; “Occupy Wall Sreet”in daimi sloganının;

    “ Onlar %1 / Biz ise %99′uz ! ”

    olduğunu unutmamalıyız!

    Yine ve yeniden;

    Türkiye’deki “sol kanat” (anarşisti de, komünisti de, sosyalisti de, sosyal demokratı da…) yukarıda yazdığımız kısa örnek demetinin “kapitalist iktisadi düzen”e birer başkaldırı olduğunu aklında tutmak istemiyor!

    2011’de Tunuslu “Muhammed Buazizi” niçin kendisini ateşe vermişti?! Hatırlayın bakalım bu olayı; sebebi neydi?!

    Abdullah Cömert’in ağabeyi “Zafer Cömert”in twitter da ve “gezite.org” adlı sitede yazdıklarını takip edeniniz var mı?!
    Orada ağabeyi Adnan’ının düşürüldüğü hâlden bahsediyor; hiç ciddi ciddi kafa yordunuz mu bu konu üzerine?! ( http://gezite.org/feryat/ )

    ORTA ANADOLU,
    DOĞU KARADENİZ,
    DOĞU ANADOLU,
    VE GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGELERİNDE YAŞAYAN İNSANLARIMIZ NİÇİN “GEZİ PARKI POTESTOLARI”NI; BATI BÖLGELERİNDE VE EGE’DE YAŞAYAN İNSANLARIMIZ KADAR DESTEKLEMEDİ?!
    HİÇ CİDDİ CİDDİ KAFA YORDUNUZ MU?!

    ONLAR “ANADOLU ÇOMARI!” OLDUĞU İÇİN Mİ DESTEKLEMEDİ ?!
    ONLAR “EBLEH!” OLDUĞU İÇİN Mİ DESTEKLEMEDİ ?!

    BİRÇOK SEBEP SAYABİLİRSİNİZ.

    PEKİ;

    İLK SIRADA “KAPİTALİST EKONOMİ”NİN GELDİĞİNİ NİÇİN AVAZINIZ ÇIKTIĞI KADAR HAYKIRMIYORSUNUZ?!

    TÜRKİYE’DE KENDİLERİNE “BEN SOLCUYUM!” DİYENLER;
    NİÇİN “KAPİTALİST EKONOMİ”YE KARŞI KALLAVİ BAŞKALDIRI YAPMAYI AKLINA GETİRMEZ?!

    ELİMİZDE 5 İNÇ’LİK KÜREK GİBİ EKRANIYLA,
    DOKUNMATİK ÖZELLİĞİ YAĞ GİBİ KAYAN TELEFON VE TABLET BİLGİSAYARIMIZA DÜNYANIN PARASINI VERİRKEN “KAPİTALİST EKONOMİ”YE AĞIZ DOLUSU KÜFREDİYORUZ!

    AMA;

    İŞ “DEVRİM MÜCADELESİ!”NE GELİNCE:
    “NİÇİN KAFAMI KAPİTALİST EKONOMİYİ ÖĞRENEREK YORAYIM Kİ?! NE DE OLSA ÖZÜ ‘SÖMÜRMEK’! DAHA FAZLASINI BİLMEME GEREK YOK!”

    UYANIN,

    UYANIN,

    UYANIN,

    EEEEYYY… AHALİ;

    UYANIN!

    UYANIN!

    UYANIN!

    BİRİNCİ DÜŞMANIMIZIN “KAPİTALİST EKONOMİ” OLDUĞUNU NİÇİN HAYKIRMIYORUZ?! NİÇİN SOKAKLARA BUNU DEVİRMEK İÇİN ÇIKMIYORUZ?!

    ÇÜNKÜ;

    HEPİMİZ BİRER “K O N F O R M İ S T İ Z !”

    KREDİ KARTIMIZ İLE,

    YENİ ALDIĞIMIZ EVİN BANKA KREDİ BORCUNU FAİZİYLE GERİ ÖDEMEKLE MÜKELLEF,

    İŞ YERİNE ÜÇ-KURUŞLUK “MAAŞ!” İÇİN GİDEN;

    BİRER “K O N F O R M İ S T İ Z !”

    * * * * *
    (Yorum yazan “murat” isimli kişi)
    Bankamatiklere saldırmak, kırmak dökmek, mağazalara , bankalara saldırmak sadece ve sadece “Talan” dır. içindeki para ve eşyaların çalınmasıdır. Kapitalizme saldırı değil, bilakis kapitalizmin ekmeğine yağ sürmektir. Çünkü kırılan, dökülen, parçalanan o ATM ler, mağazalar muhtemelen sigortalıdır ve adamlar zaten siz kırmadan da değiştirip epeyce maliyetli yenileme yapacakları yerde sizler onlarla sanki anlaşmış gibi bedavadan değişimi sağlıyorsunuz. Bir nevi kapitalizmin “taşeronluğunu” yapıyorsunuz 🙂 Olaya bir de bu açıdan bakın ve artık makul ve mantıklı protesto türleri geliştirin, çağın gerisinde kalıyorsunuz.

    * * * * *
    (Anonim 2 yukarıda “murat” isimli kişinin yazdıklarına cevap veriyor.)

    http://www.gunzileli.com/2015/01/28/trendler/

    Yukarıdaki adreste, sayfanın başında yazdığım “2”, “4″ ve “28″ numaralı metinleri;
    İÇİNDEN CIMBIZLA KIL ÇEKER GİBİ,
    SADECE KENDİ FİKRİNİZİ DİKTA ETMEK İÇİN BİR veya BİRDEN FAZLA KELİME, CÜMLE SEÇİYORSUNUZ!
    SONUÇTA: METNİN BÜTÜNÜNÜ, ANA FİKRİNİ KAÇIRIYORSUNUZ!

    İLK ÖNCE “2”, “4” VE “28” NUMARALI METİNLERİ BAŞTAN SONA, DİKKATİNİZİ VEREREK OKUYUNUZ!

    EĞER GÜN İÇİNDE “MAAŞLI İŞİNİZDE!” KOŞTURMAKTAN OKUMAYA VAKTİNİZ KALMIYORSA;
    AKŞAM EVİNİZE DÖNDÜĞÜNÜZDE, YEMEĞİNİZİ YEDİKTEN SONRA;
    BİR ZAHMET TV İZLEMEYİ, FACEBOOK, TWITTER’DA LAK LAK YAPMAYI EN AZINDAN 1 SAATLİĞİNE ERTELEYİNİZ;
    VE LÜTFEN “2”, “4” VE “8” NUMARALI METİNLERİ OKUMAYA VAKİT AYIRINIZ, BİR BÜTÜN OLARAK ANLAMAYA ÇALIŞINIZ!

    SİZLERİ “EBLEHLEŞTİRMEK!” İÇİN GECELERİNİ GÜNDÜZLERİNE KATIYORLAR!
    BU METİNLERİ OKUYUNUZ VE LÜTFEN “EBLEHLİĞİ!” ÜZERİNİZDEN YIRTIP ATMAK İÇİN CANLA BAŞLA MÜCADELEYE KATILINIZ!

    METİNLERİ SAKİN KAFA İLE, ANLAMAK İÇİN OKUYUNUZ;
    ÇAMUR ATMAK İÇİN DEĞİL!

    ŞİMDİ KONUYU DAHA DA AÇIK İZAH EDEYİM:

    “ATM & Bankamatik” parçalamak ifadesi üzerine bilip bilmeden ahkâm kesiyorsunuz; ÇÜNKÜ “KONFORMİSTSİNİZ!”
    (Ne yazık ki ben de bir konformistim, sayın Gün Zileli de bir konformist!)

    “2″ numaralı metnimden o bölümü bir kez daha yazıyorum.
    Sakin bir ruh hâli ile, lütfen “anlamak için!” okuyunuz:

    [[[…
    Yunanistan’da “küresel ekonomik kriz” sebebi ile depremlerin yaşanması; “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi”ni de doğrudan etkiledi!
    GÜNEY KIBRIS RUM YÖNETİMİ’NDE YAŞAYAN VATANDAŞLARIN BANKA HESAPLARINDA VAR OLAN MEVDUATLARIN BELİRSİZ SÜRELİĞİNE DONDURULDUĞU HABERİ HÜKÜMET TARAFINDAN DUYURULUNCA;
    BANKALARA AKIN OLMASIN DİYE, KAPILAR ZİNCİRLERLE BAĞLANDI!
    GÜNLER İÇİNDE PİYASADA FİYATLARIN FAHİŞ SEVİYEYE YÜKSELMESİ İLE PATLAMA NOKTASINA GELEN “SIRADAN VATANDAŞLARIN!”, KALAN SON PARALARINI DA KURTARMAK İÇİN;
    BU BANKA ŞUBELERİNİN CAM ÇERÇEVELERİNİ İNDİREREK İÇERİ GİRDİKLERİNİ,
    HESAP ODALARINI,
    VE
    ATM KABİNLERİNİ BALYOZLA PARÇALAYARAK PARALARINI KURTARDIKLARINI KAÇINIZ BİLİYOR?!
    …]]]

    Alıntıda da okuduğunuz üzere;
    Bu vatandaşların paraları hem “özel sektör!”, hem “devlet!” tarafından “rehin!” alındığı için “ATM & Bankamatikleri” bizzat halkların kendisi balyozla parçaladı!

    Türkiye’de henüz o aşamaya gelemedik maalesef!

    ÇÜNKÜ:

    Hepimiz “konformistiz!”

    Hepimiz “p a r a !”yı severiz!

    Daha geniş metrekaresi olan ve fiyatı da uygun bir ev yakaladık mı;
    “Gezi Protestoları”nı da satarız!
    Gün Zileli’nin sitesinde yazdıklarımızı da unuturuz!
    Marksist iktisadı da çöpe atarız!
    Anarşizmi de toprağa gömeriz!
    “Proudhon”, “Bakunin”, “Kropotkin” gibi garip garip isimli insanların yazdıkları bomboş kitapları da kanalizasyon çukuruna atarız!
    Gider en düşük faizi veren bankayı tırım tırım araştırır, bulur, “bireysel müşteri ilişkileri yöneticisi!” ile masaya oturur, o evi satın almak için konut kredisi çekeriz! Sonraki 12-24-36-48 ay boyunca da, o kredinin geri ödemesini faiziyle yapmak için, sabahtan akşama kadar (Cumartesi-Pazar dahil!) iş yerinde kemiğimizdeki iliği “haşmetli patronlarımıza!” sömürtürüz!

    ÇÜNKÜ:

    Hepimiz “konformistiz!”

    Son iki örnek:

    1) “Birleşik Metal-İş Sendikası”nın grev kararı “haşmetli devletimiz!” tarafından yasaklandıktan sonra;
    Niçin “Turuncu yaka işçiler”,
    “Mavi yaka işçiler”,
    “Siyah yaka işçiler”,
    “Yeşil yaka işçiler”,
    “Beyaz yaka işçiler” sokakalara dökülmedi, ve greve destek vermedi?!

    ÇÜNKÜ: Hepimiz “konformistiz!”

    2) “E m e k l i !” öğretmenler niçin “A t a n a m a y a n !” öğretmenlerle omuz omuza mücadele vermiyor?!

    ÇÜNKÜ: Hepimiz “konformistiz!”

    * * * * *
    “SOSYALİZM”
    İLE
    “POPÜLİZM”
    ARASINDA: SYRIZA!

    HAYALLER “SOSYALİST HELLAS”, GERÇEKLER “UFUK URAS”!

    (Çağlar Ezikoğlu, 3 Şubat 2015
    Galler’de Aberystwyth Üniversitesi, Uluslararası Siyaset Departmanı araştırma görevlisi)

    Yunanistan’da yapılan genel seçimler sonucunda sosyalist kimliğiyle ön plana çıkan SYRIZA’nın elde ettiği zafer, başta Avrupa kamuoyu olmak üzere tüm dünyada ciddi bir yankı uyandırdı.

    Türkçe’de karşılığı ‘Radikal Sol Koalisyon’ olarak tanımlanan bu siyasi partinin elde ettiği başarı Avrupa’da özellikle ekonomik krizlerle boğuşan ülkeler başta olmak üzere bir domino taşı etkisi yaratacağı tartışmaları gündemi meşgul ediyor. Bir yandan da Yunanistan’daki ekonomik krizle birlikte SYRIZA’nın, AB tarafından verilen bir çözüm reçetesi olan troykadan kurtulma çabaları önemli bir tartışma noktası haline geldi.

    Ve elbette bu tartışmaların Türkiye’deki yansımaları, ‘Acaba SYRIZA Türkiye’de hangi partiye eş değerdir’ veya ‘SYRIZA sosyalist değil popülist bir parti midir’ sorularıyla birlikte ele alınıyor.

    SYRIZA NASIL DOĞDU? YILLAR GEÇTİKÇE NEREYE EVRİLDİ?

    Bu yazı aslında SYRIZA’nın nasıl doğduğunu göstermekle birlikte, doğduktan sonra nasıl evrildiğini ve bu dönüşümün ortaya çıkan seçim zaferiyle bağını da göstermeyi hedefliyor.

    1990’lı yıllarda Yunan solunda birliği sağlamak amacıyla kurulmuş olan ‘Solun Birliği ve Ortak Hareketi için Dialog Alanı’ oluşumundan doğan SYRIZA, 2004 yılında Synaspismos, Komünist Ekolojik Sol Yenilenme, Uluslararası İşçilerin Solu gibi küçük radikal sol grupların birleşmesiyle siyasi parti halini aldı.

    Yunanistan’ın en köklü siyasi hareketi olan Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) dışında kalan sol grupların bu birleşimi 2004 seçimlerinde parlementoda altı milletvekiliyle temsil edilme sürecine yol açmıştı. Fakat bu süreçte bu milletvekillerinin tamamının en büyük siyasi oluşum olan Synaspismos üyelerinden olması, bahse konu koalisyon içinde çatlaklara yol açtı.

    2007 seçimlerine kadar parti içi mücadele dinamikleri SYRIZA içerisinde daha çok ön plana çıktı. Fakat 2007 seçimlerinde alınan yüzde 5 lik oy oranı ve 2008’de SYRIZA’nın liderliğine seçilen Atina temsilcisi genç Aleksis Tsipras’ın etkinliği partiye yeni bir ivme kazandırdı.

    ASLA UNUTMAYINIZ:
    YUNANİSTAN HALKLARININ SYRIZA’YI İKTİDARA TAŞIMASININ ANA SEBEBİ;
    “KÜRESEL EKONOMİK KRİZ’İN ÜLKELERİNDE YARATTIĞI ÖLÜMCÜL YIKIMLAR”DIR!
    BU YIKIMLAR DEVAM ETMEKTEDİR!

    Özellikle Türkiye’de SYRIZA’nın doğuşu ve yükselişinin sistematik bir plan ve program dahilinde tutarlı ve başarılı bir siyasi işleyişle gerçekleştiğine dair yorumlar yapılıyor olsa da, bu yükselişin en temel dinamiklerinden birisi Yunanistan’da 2012 yılında yaşanan ve etkileri halen süregiden ekonomik kriz. Bu tespitin en büyük delillerinden birisi de elbette ki 2012 seçimleri. Zira SYRIZA’nın tarihsel gelişim sürecinde, 2008 ile 2012 yılları arasında SYRIZA’ya yönelik bir kitlesel destekten söz etmek oldukça güç.

    2012’deki hem mayıs hem de haziran seçimlerinde SYRIZA’nın ikinci parti konumuna yükselmesi Avrupa’da şaşırtıcı bir refleksle karşılanmış olsa da, Yunan siyasetini yakından takip edenler için oldukça normal bir gelişimdi. Zira ekonomik krizin baş mimarı olarak görülen tek siyasi parti Panhelenik Sosyalist Hareket, yani PASOK’tu. PASOK’un yüzde 44’lük oy oranı ekseriyetle Yunan sosyal demokratlarının temsil kabiliyetini göstermekle birlikte 2012’deki bu temsil oranı yüzde 10’lara doğru geriledi.

    2002 Türkiye seçimlerinde DSP’nin yüzde 20 lik oy tabanının birden erimesine benzer bir akibet yaşayan PASOK seçmeni için solda ideolojik anlamda en yakın ve krize gösterilecek tepki olarak en uygun duran siyasi oluşum SYRIZA’ydı. SYRIZA’nın başarısını reaksiyonel bir tepkiden ziyade örgütsel bir başarı olarak gören bazı kesimler, PASOK’un bu şekilde erimesine yönelik analizleri göz ardı ediyor.

    HAYALLER “SOSYALİST HELLAS”, PEKİ YA GERÇEKLER!

    SYRIZA’nın başarısı elbette küçümsenecek bir başarı değil, fakat neden ve nasıl reaksiyonel bir başarı olduğunu tarihsel süreciyle birlikte göstermeye çalıştık. Şimdi günümüze dönelim…

    SYRIZA’nın elde ettiği bu zaferden dolayı bir hayli sevinen Türk solunun bazı kesimlerinin ve hatta ‘Biz de Türkiye’nin SYRIZA’sıyız’ diye garip açıklamalarda bulunan partilerin hayallerindeki SYRIZA ne kadar gerçek?

    “KESKİN SÖYLEMLER!” TERK EDİLDİ!

    SYRIZA kuruluşu ve doğası gereği radikal bir sol siyaset anlayışını merkezine oturtmuş bir oluşum. Bunun gereği olarak da 2015 seçimlerine kadar başta AB olmak üzere uluslararası hiçbir güçle ittifak etmeyeceklerini, bu emperyal güçlerle ittifaktan ziyade mücadele etme yoluyla Yunanistan’ın ekonomik bağımsızlığını ve refahını kazanacağını defalarca belirtmiş bir siyasi partiden bahsediyoruz.

    Fakat SYRIZA’nın 2015 seçimlerinden sonra söylem yumuşamasına gitmesi; Avrupa’yla müzakerelerde farklı bir yaklaşımdan söz etmesi kafaları karıştırdı. Daha önce AB tarafından verilen borcu ödemeyip eurodan çıkacağını tahahhüt eden Tsipras ve kurmayları, şimdi AB liderlerini troykanın belirlediği borç miktarının ödenemez bir meblağ olduğunu ‘ikna’ etme çabalarına döndü. Bu ikna sürecinde AB’den veya eurodan ayrılma hususundaki keskin söylemler terk edildi.

    KRİZDEN ÇIKMAYI SAĞLAYACAK BİR “İKTİSAT” PLANI, BİR “EKONOMİ” PLANI ŞART!

    Türkiye’de siyasetçiler tarafından kullanılan amiyane bir tabir vardır, özellikle iktidar muhalefeti eleştirirken der ki, ‘Bekara karı boşamak kolaydır.’ Bu bağlamda SYRIZA’nın radikal politika anlayışını yumuşatmasını normalleştirme çabaları güdenler oluyor, olacaktır da. Fakat ekonomik krizle boğuşan bir ülkede iktidara gelmiş bir partinin parti programında veya vaatlerinde daha yere sağlam basan ve krizden çıkmayı sağlayacak bir ekonomik eylem planı olması gerekmekte.

    SYRIZA’nın bu denli büyük bir borç yüküyle devraldığı Yunanistan ekonomisi için böyle bir eylem planı olduğunu söylemek güç. Özellikle basın ve kamuoyuna yansıyan ‘yöneticilere ait lüks araçların satılması’ veya ‘kemer sıkma politikası sonucu işten çıkarılan işçilerin işe geri dönmesi’ gibi uygulamalar görünürde müspet olsa da, popülist bir yaklaşımla sergilendiği aşikar. Zira bahse konu ekonomik krizin derinleşmesinin ilacı bu tip uygulamalar değil Yunanistan’ı yeniden eskiye döndürecek uzun vadeli ekonomik planlar.

    Yoksa bu tip uygulamalar her partinin seçim vaadinde az çok görülebilir, merak edenler AKP’nin 2002 Seçim Beyannamesi’ni de inceleyebilir. Ayrıca Savunma Bakanlığı gibi bir noktaya, koalisyonun küçük ortağı ve anti-göçmen bir sağ popülist parti ANEL’in liderinin getirilmesi de ayrı bir tartışma konusu.

    Bütün bu süreci incelediğimizde, SYRIZA’nın başarısının temelden gelen bir örgütsel başarıdan ziyade ekonomik krize reaksiyonel tepkiyle gerçekleştiği ve SYRIZA’nın radikal sol söylemlerinin iktidara gelişinden sonra yumuşadığı aşikar. Bu bağlamda KKE’nin SYRIZA’ya yönelik sert eleştirileri özellikle ‘radikal sol’ bağlamında okunmaya değer.

    “UFUK URAS!” TİPİ SOLCULUK!

    Ama daha önemli bir sorun SYRIZA’nın bundan sonra izleyeceği yol. Zira parti içindeki kafa karışıklığı bile SYRIZA’nın solun ‘radikal’ kısmından daha ‘liberal’ kısmına geçişin olma ihtimalini gösteriyor ve üstelik bu geçiş olsa bile SYRIZA’nın ayakları yere basan bir ekonomi politikası ufukta yok.

    Kravat takmamak gibi bir eylemin sol siyaset açısından önemli görüldüğü ülkemizde var olan ‘Ufuk Uras tipi solculuk’ anlayışı, yani liberal ekonomiye eklemlenmiş bir sol zihniyet belki de radikal sol iddiasında olan bir partinin önündeki en büyük meselelerden birisi olacak. Aksi takdirde hem daha liberal politikalarla troykayı yumuşatmaya çalışmak hem popülist politikalarla halkın takdirini kazanmak ancak günü kurtarır ve ilerisi için benzer ekonomik krizler Yunanistan’ı sarsmaya devam eder.

    Ve bu durumda sosyal medyada dile getirilecek şu slogan SYRIZA’nın da geleceğini bize gösterir:
    Hayaller; Sosyalist Hellas,
    Gerçekler; Ufuk Uras!…

    ( http://www.diken.com.tr/sosyalizm-ile-populizm-arasinda-syriza-hayaller-sosyalist-hellas-gercekler-ufuk-uras/ )

  6. O yazıda muhtemelen Ender Helvacıoğlu da bir sosyalist devrim öngörmüyor. Yazısında bahsettiği “150 yıllık sorunlar” aslen demokratik-devrimlerin konusudur. Fakat bu sorunları sistem içinde çözebilecek bir özne kalmadığı için sosyalistlerin öncülüğünde radikal bir çözüm kendisini dayatmaktadır. Yazarın bununla alakalı eski bir yazısını da hatırlatmak isterim: http://ilerihaber.org/yazarlar/ender-helvacioglu/sosyalist-teleskop/56/

  7. İŞSİZLİK REKOR KIRDI !

    ÜNİVERSİTE MEZUNU KADINLARDA İŞSİZLİK KATLANARAK ARTMAYA DEVAM EDİYOR !

    [[[ 16 ŞUBAT 2015 ]]]

    [[[ Türkiye Devrimi İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR) ]]]

    İŞSİZLİK KASIM DÖNEMİNDE DE DÖNEM REKORUNU KIRDI !

    GENİŞ TANIMLI İŞSİZLİK YÜZDE 17,5 OLDU !

    ÜNİVERSİTE MEZUNU KADINLARDA İŞSİZLİK KATLANIYOR !

    GENİŞ TANIMLI İŞSİZLİK ORANI YÜZDE 17,5, İŞSİZ SAYISI 5 MİLYON 473 BİN OLDU !

    HER DÖRT İSŞİZDEN BİRİ YÜKSEKÖĞRETİM MEZUNU !

    EĞİTİMLİ KADINLAR İÇİN İŞSİZLİK ERKEKLERİN 2 KATI !

    İŞGÜCÜNE YENİ KATILAN 10 KİŞİDEN 3’Ü İŞSİZ !

    1) Türkiye ekonomisinde büyüme oranlarında yaşanan düşüş devam ederken yeni seride iki haneli rakamlara ulaşan işsizlik oranı ciddi bir sorun durumunda. Hatırlanacağı gibi yılın üçüncü çeyreği için Gayri Safi Yurtiçi Hasıla bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 1,7’lik büyüme ile kötü bir performans göstermişti. Bu durum bir süredir işsizlik verilerini de olumsuz etkilemeye devam ediyor. Kasım 2014 verilerine göre mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik oranı yüzde 10,7 ile geçtiğimiz yılın aynı döneminin % 1,4 puan üzerinde gerçekleşti. Tarım dışı işsizlik oranı ise % 12,7 oldu. Resmi işsiz sayısı da yeni seriye göre bir önceki yılın aynı dönemine göre 599 bin kişilik artışla 3 milyon 96 bine ulaştı. Bu veri krizin en ağır şekilde yaşandığı 2009 yılının aynı dönemi için 2 milyon 932 bindi. İşsiz sayısı bu dönemde de kriz dönemindeki sayıyı aşarak dönem rekoru kırdı. İstihdam edilenlerden ve işsizlerden oluşan işgücünün sayısı bir önceki döneme göre 2 milyon 12 bin kişi artarken, işsiz sayısındaki artış işgücü artışının yüzde 30’u oldu. İşsizlik verilerinde en ciddi artış gençler, kadınlar ve tarım dışı sektörlerde gerçekleşti.

    2) Kasım 2014 döneminde resmi işsizlere, umudu olmadığı için ya da diğer nedenlerle son 4 haftadır iş arama kanallarını kullanmayan ve işe başlamaya hazır olduğu halde bu nedenle işsiz sayılmayanlar (umutsuzlar ve diğer) dahil edildiğinde işsizlik oranı yüzde 17,5, işsiz sayısı da 5 milyon 473 bin kişi olarak gerçekleşti. İşinden memnun olmayan ya da daha fazla çalışmak istediği halde düzgün işler bulamadığı için çaresiz kısa süreli işler yapanlar (eksik ve yetersiz istihdam edilenler) ilave edildiğinde işsizler ve çaresizlerin toplam sayısı 6 milyon 569 bin kişi olurken bunların istihdam içindeki payı ise % 21 oldu.

    3) Kadınlar için ise işsizlik gerçeği daha ağır bir biçimde yaşandı. Resmi işsizlik oranı % 13 olan kadınlar için tarım dışı işsizlik oranı %17,5, geniş tanımlı işsizlik oranı % 25 seviyesinde gerçekleşti. Kadınlarda işsizlik Şubat 2014 döneminden bu yana 209 bin kişi artarken, erkeklerde ise artış 64 bin kişi olarak gerçekleşti. Kasım ayında erkek işsizliğinde yaşanan yüksek artış erkek işsiz sayısındaki azalmayı artışa çevirdi.

    4) Resmi işsizlerin yüzde 37’si iken, işsizlik kapsamı dışında tutulan umutsuz ve diğer işsizlerin yüzde 60’ını kadınlar oluşturdu.

    5) Yüksek öğretim mezunları arasında işsiz sayısı, kamu atama dönemi olmasının da etkisi ile son dönem verilerinde azalsa da, yeni seriye göre Şubat 2014 döneminden bu yana 130 bin kişi artarak 725 bin seviyesine ulaşmış durumda. Şubat 2014 döneminden bu yana üniversite mezunu resmi işsiz sayısındaki artış 272 bin kişi olarak gerçekleşti. Yaklaşık her dört işsizden biri üniversite mezunu. Özellikle yükseköğretim mezunu kadınlar işsizliğin en ağır biçimde yaşayan kesimler içerisinde. Yükseköğretim mezunu kadınlar Şubat 2014 döneminden Kasım 2014 dönemine ilave işsizlerin yarısı üniversite mezunu kadın. Erkeklerde üniversite mezunu işsiz oranı % 8,5 iken, kadınlarda bu oran % 17 seviyesine ulaşıyor.

    6) Türkiye genelinde yaklaşık her 3 kişiden biri (%34) kayıtdışı çalışırken, kadınlarda bu oran % 47, erkeklerde % 28 olarak gerçekleşti.

    7) Türkiye İstatistik Kurumu Şubat 2014 dönemiyle birlikte yeni bir hesaplama yöntemi ve seri kullanmaya başladı. Uluslararası norm ve standartlar dikkate alınarak veri derleme araçları zenginleştirildi. Ancak aynı zamanda resmi olarak işsiz sayılanların kapsamı da daraltıldı. Önceki uygulamada, referans dönemi içinde “son üç ay” içerisinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler “işsiz” olarak değerlendiriliyordu. Yeni uygulamada ise yalnızca “son dört hafta” içerisinde iş arama kanallarından en az birini kullanan ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler “işsiz” olarak ele alınıyor. Yani 1,5-2 ay önce iş başvurusu yapmış olan ve işe başlamaya hazır bir kişi işsiz kategorisi dışına çıkartıldı. Bu kişiler “işgücüne dahil olmayanlar” başlığında, “İş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar” kategorisinde “diğer” sınıflandırmasında değerlendirildi. Özellikle iş bulma konusunda sıkıntı çeken kadınların yöntem değişikliği nedeni ile işsizlik kapsamı dışına atıldığı söylenebilir. 2005 serisine göre 2013 yılı kasım döneminde işsizlik oranı yüzde 9,9 iken 2014 serisi için aynı dönemde işsizlik oranı yüzde 9,3 olarak açıklandı. Yöntem değişikliği ile işsizlik oranı 0,6 puan geriledi. İşsiz sayısı ise yeni seride eski seriye göre 287 bin kişi azaldı. TÜİK eski seriye göre güncel verileri paylaşmıyor.

    8) TÜİK yeni serisinde daha önceki seride olan ve anket soru formunda yer alan işin sürekliliği ile ilgili verileri veritabanında açıklamaktan vazgeçmiştir. Geçici çalışanların sayısındaki gelişim istihdamın niteliği açısından son derece önemli bir değişkendir. Bu verinin web sitesinde ve veritabanında artık paylaşılmaması, daha önce kolayca ulaşılan bir bilgiye ulaşmak için bürokratik süreçlere başvurulması zorunluluğu getirilmesi büyük bir eksikliktir.

    SONUÇ:

    TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketi Kasım 2014 dönemi verilerine göre işsizlik hem görünen hem görünmeyen boyutlarıyla tehlike sinyalleri vermeye devam etmektedir. Eğitimli işgücü ve özellikle eğitimli kadınlar için yaşanan kriz ise sürmektedir. Bu krizin bir boyutu da emek piyasalarında kadınlara yönelik cinsiyetçi uygulamalardır. Kadınlar bir yandan şiddetin, tacizin, tecavüzün hedefi olurken, diğer yandan da görünmeyen ev içi emek faaliyetlerine, kötü çalışma koşullarına, kayıtdışı çalışmaya, eğitim düzeyi arttıkça işsizliğe, işyerlerinde psikolojik tacize mahkûm edilmektedir.

    Türkiye haftalık çalışma sürelerinin emsallerine göre çok daha yüksek olduğu bir ülkedir. Avrupa Birliği ülkeleri ile kıyaslandığında haftalık çalışma sürelerindeki fark 12 saati bulmaktadır. Buna göre Türkiye’de 5 kişinin yapacağı işi 4 kişi yapmaktadır. Bir yandan işgücüne katılım oranlarını yükseltirken, öte yandan işsizlik verileri ile mücadele etmenin yegâne yolu, gelir kaybına yol açmaksızın haftalık çalışma sürelerini azaltmaktan geçmektedir. Buna karşın hükümet ve sermaye çevreleri işsizlik verilerindeki artışı, istihdam yapısının niteliğini bozarak, yani yoğun çalışma koşulları altında, daha esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak durdurmanın reçetelerini topluma sunmaktadır. Hükümet işveren çevrelerinin taleplerini Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile programlaştırmıştır. Ucuz işgücü için, taşeron çalışmayı yaygınlaştırmayı, kıdem tazminatını fona devrederek ortadan kaldırmayı, kölelik bürolarını hayata geçirmeyi hedefleyen bu belge hükümetin uygulama açısından gündemindedir. Nitekim hazırlanan ekonomik programlarının istihdam başlığında yer alan hususlar bu tespiti doğrulamaktadır.

    İşsizlikle mücadeleyi, çalışma koşullarını kötüleştirerek, ücretleri düşürerek çözmeye çalışan bu anlayışa karşı durulmalıdır. Bu stratejinin sonuçları Soma’da, Mecidiyeköy’de, Ermenek’te ve Türkiye’nin dört bir yanında acı bir biçimde görülmektedir. Bu strateji işsizliğin “ne iş olsa yaparım” başlığı altında gizlenmesi, işletmelerin karını insanların yaşamının önüne alma stratejisidir.

    İşsizlikle gerçek mücadele için:

    1) Haftalık çalışma süresi gelir kaybı yaşanmaksızın 37,5 saate, fazla mesailer için uygulanan yıllık 270 saat sınırı, 90 saate düşürülmelidir.

    2) Herkese en az 1 ay ücretli izin hakkı tanınmalıdır.

    3) Herkes için iş güvencesi ayrımsız bir biçimde uygulanmalıdır.

    4) Sendikal hak ve özgürlükler güvence altına alınmalı, sendikal barajlar kaldırılmalı, herkesin sendika hakkını özgürce kullanabilmesi için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

    5) Taşeronlaşma ve kayıt dışı istihdam engellenmelidir.

    6) Kamu girişimciliği ve hizmetleri istihdam yaratacak şekilde yeniden ele alınmalıdır.

    7) Kamuda personel açığı derhal kapatılmalıdır.

    8) Kadın istihdamının artırılması ve işsizliğinin azaltılması için işgücü piyasalarındaki cinsiyetçi uygulamalara son verilmeli, ev içi bakım hizmetleri devletin gereken nitelikli, yaygın ve ücretsiz bakım hizmetlerini sağlaması ile kadının üzerinden alınmalıdır.

    ( http://www.disk.org.tr/2015/02/issizlik-rekor-kirdi-universite-mezunu-kadinlarda-issizlik-katlandi/ )

  8. Türkiye’de sosyalist devrim olması şundan dolayı çok güç:

    Kemalistler ve neoliberaller Türkiye’de sistematik olarak sosyalizmi ve solu olağanüstü düzeyde etkisiz hale getirdi. 12 Eylül darbesi ile Türkiye’de sol neredeyse kırıntılarına kadar yok edildi. Sadece sol değil, solla ilgili her şey, bağımsız ve özgür düşünmenin de neredeyse tümüyle önüne geçildi. Sola ve sosyalizme karşı olarak da İslamcılar da çok büyük boyutlarda güçlendirdi. Bu yüzden Türkiye her bir krizde daha sağ, radikal İslam vb. ideolojilere yöneliyor.

    AKP ile birlikte oluşan kriz sonrası onun yerine daha radikal, IŞİD benzeri oluşumların güçlenmesi ve Türkiye’de de sahneye çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. (HDP’nin etkin olduğu illerde ise durum çok daha karmaşık.)

  9. Zileli,Stalincilikten Troçki savunuculuğuna oradan Lenin’in reddine evrildi.
    Durmadı hızla Marx’ı da reddetti.
    Hızını alamadı sosyalizme ait ne varsa toptan reddetti.
    Anarşizme yöneldi.
    Son durağı ise CHP reformculuğu ve HDP’nin feodal despotizmine teslim olmak.
    Çünkü CHP ve HDP imkanlıdır.
    Marksizmden dönüş hep imkanlı seçeneklere bağlanmakla oluştu.

  10. 3 nolu anonim. Gün Zileli yukarıda birlik çağrısı yapmış altına ‘ulusalcı stalinistler’ diye yoruma başlıyorsun. Zileli’nin de söylediği gibi artık troçkisi, stalinisti maoisti hatta sosyal demokratı ve hatta liberali (Ufuk Uras hariç:) birleşmek durumunda kavga peşinde koşmanın ne yapıcılığı var.
    Fakat işin doğrusu Gün Zileli’nin seçimler üzerinden toplumsal bir direnç oluşturacakları fikrine katılmıyorum. Basitçe şöyle örnekleyeyim. Biri sizi kendi evinin önünde kavgaya çağırıyor. Siz de arkadaşları toplayıp gidelim diyorsunuz. Çağıran kişinin tuzak kurmayacağından nasıl emin oluyorsunuz. Buraya istediğiniz kadar güçlü gitmenin tüm gücünüze zarar verme ihtimali var.
    Mesele küçük hesapları önemsememek ise bu partiler seçimden çekilmeli bence.

  11. Hasan Tanridagli

    Selamlar,
    1) CHP ile HDP arasinda ideolojik ve Kurt sorununun cozumu hususlarinda cok ciddi kan uyusmazligi soz konusu
    2) Bu iki partinin isbirligi aldiklari oylarin toplamindan daha fazlasina degil daha azina neden olur. Zira HDP tabaninda AKP’yi CHP’ye yegleyecek ve daha buyuk oranda olmak uzere CHP tabaninda MHP’yi ve Vatan Partisini HDP isbirligine tercih edecek cok secmen var.
    3) Kim ne derse desin yalniz basina ve parti olarak secime giren HDP baraji gecemeyecektir ve aslinda bu durum HDP cephesinde secim sonrasi farkli bir siyasete yelken acma isaretcisi. Maalesef bu da pek barisci gunler habercisi degil.
    4) BHH’den soz etmememin nedeni bu hareketin tabaninin olmamasi-hatta neredeyse hic olmamasi. Bu nedenle bu hareket bu secimde ya HDP’ye yamanir ya da icinden bir iki kisi CHPden mebusluk koparabilirse koparir. Bundan baska BHH harekerinden bu secim hicbirsey beklememek gerek. Uzun vadeli gidebilip akilli stratejilerle ve israrla tabanda orgutlenebilirse (ki pek mumkun gormuyorum) 2019 secimlerinde %2-3 olabilir, daha fazlasi hayal..
    5) Maalesef Turkiyenin secim ahvali bu. Turkiyede en onemli iktidar degistirici her zaman ekonomidir, ve alternatiflerin hicbiri iktisaden siradan adama daha zengin ve mutlu bir gelecek hayalini satip bunsinandiracak durumda degil maalesef

  12. soruna seçimler ve oy hesapları üzerinden bakmamak gerekir. Yukarda sözü edilen güçlerin ittifakı Türkiye’deki toplumsal ve siyasi aurayı tamamen tersine çevirecektir.

  13. Robespierre'in yeğeni

    “Yetmez ama seçim ittifakı” versus Düzen karşıtı politika: http://ilerihaber.org/yazarlar/kurtulus-kilcer/yanlis-bir-secim-tartismasi/841/

  14. Merkezi İktidar’lar bu topraklarda 1000 yıldır “mutlu” bir toplum var edemedi.. Tam da Kürtler “özerk-federal yönetim” isterken, “biz” de İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da, Mersin’de, Tunceli’de Özerklik istesek! Örneğin Gezi İsyanı’nın bu istek ve inatla gerçekleştiğini; İstanbul, Diyarbakır, Van, … İzmir… isyanı “özerklikle” birleştirseydi…
    Merkezi Yönetimi kim alırsa alsın savaş, itiş-kakış bitmez! Uzun vadede kronik bir savaş hali ile hep birlikte mahvolacağız… Ve AKP’ye en büyük ceza, utanç içinde kalacağı tarihsel süreç-sonuç bu olmalı; Merkezi Yönetimlerle yaşanılmış 1000 yıldan sonra, ülkeyi artık birlikte yaşanılması mümkün olmayan bir bölünmeyi gerçekleştirmiş olmak…
    Her kent, bir özerk bölgedir! Dileyen yerleşim, dilediği Kent’in parçası olur! Merkezi yönetim, yerel yönetimlerin üst örgütüdür…
    Bir sonraki isyanda bu “hedef” ile davranılmasının getireceği-götüreceklerini konuşalım mı?

  15. eger secimlerin sizler icin. sadece ve sadece akp yi engelleme gibi bir önemi varsa (bhh) yi hdp ye yamama amaci yoksa, bunca lafa ne gerek var verirsiniz oyunuzu chp yada hdp ye olur biter. hani sizin parlementer dertleriniz yoktuda, sadece akp nin fasizm tehdidinden dolayi parlementarizmi onemsiyordunuz? acik konusulmali , evelemeden gevelemeden…sanki bir grup bhh yi ya bölmek ya hdp ye eklemek icin truva ati olmus… sankisi fazla sanki??

  16. size HDP nin AKP yi geriletmek gibi bir derdi oldugunu kim söylediki? adamlar bas bas bagiriyor AKP yi biz kurtardik diye, geziyi biz bitirdik diye, bu kadar saf olunmaz.. HDP nin secimlere bagimsiz girmesi dusuncesi kimin istegi idi? Adamin cikip bagirmasimi gerekiyor, beni ilgilendiren tek sey benim AKP ve onun devleti ile yürüttügüm müzakeredir diye. Aslinda bagiriyorda. Siz diyosunuzki yok öyle degildir kedidir kedi. Akil tutulmasi diyecegim ama , akilda kalmamiski…

  17. Böyle bir cümleyi bir anarsist kuruyor, secimlere oy hesabi olarak bakmamak lazim.????? ama yinede secimlere girmek icin ittifak lazim, ittifakin baska adresi platformu yokmu? secimlerde birlik yapma geregi var ama oy hesabi yapmiycaz:))))may miy etmeden aciklasin biri bu cümleyi?

  18. Sunu buraya yaziyorum, kürt hareketi denetleyemedigi bir sosyalist , sol, muhalif hareketin gelistigini görürse, isi gücü birakir onu zayiflatmaya ugrasir. Iki kere iki dört…..

  19. Sol o kadar vahim bir haldedirki, HDP nin AKP ye karsi muhalefet sovuna bile hayranlikla bakip ciddi bir muhalefet görenler var. Sirri abe ve Demirtas in yaptiklarina ragmen.Baliklarda bile daha fazla hafiza vardir..Toplumsal bir muhalefet olacaksa bu HDP dedir ve HDP nin basida imralidadir durumunun yaratilmasi herseydir bunlar icin.Bunun önemini kavramadan tartisma yürütmek ???Toplumsal bir muhalefet hareketi yaratmaksa, yeri sokaklardir, genel demokrasi mucadelsi icinde ancak ilkeli , talepler, mücadeleler müddetince HDP il iliskilenebilinir. Eger AKP yi durdurmaksa mesele ve mutlak oy verilecekse, CHP ye oy vermeyi yeglerim. acik net..

  20. bagimsiz devrimci bir hareketin yaratilmasina karsi tasfiyeciligin yeni adi, aman HDP ile ittifak yapiniz yoksa soyle olursunuz Boyle olursunuz, aydin dedigin cok dik basli olmali, truva ati degil,Haluk Yurtsever , gidip hdp YE (çıkarıldı. admin) ORADA ONU IHANETINDEN DOLAYI KUTSAYACAK BIR TON ADAM VAR:::

  21. Fikret Baskaya,Gun Zileli Haluk Yurtsever. ikna edilemeyen solun ikna edilesi, BHH hareketi bitmistir…

  22. Halimce >Bedrettinem, Paradigmanin iflasini yazan akademisyenimizin yuzunu kara cikartmamak icin demiyoruz, o kitap Propaganda ktabindan ote gidemiyor diye…. o ve zileli gibiler genel egilime takilip, ulusalcilara karsi olup, sonra liberallerin hiiicte liberal olmadiklarini gorup, , toptan tutarsizliklarinizi, romanya tschavuseskudan baslayip meidan da nazi destekciligine getirecek silsile, var, kimse okuma yazma bilmiyor saniyorsunuz, ozgurlukcu sol, de iki gunde bi Stalin elestrisi yap, suriye devrimi, meiden devrimi desteklemeyi unuttur. yemezler.. daha buyuk gaflarinizi bekliyoruz sakin geri gelmeyin , yeriniz taner akcamin yeridir,…:)))sizde asgari insani humanizm bile kaybolmustur, ,,, abidik gubidik bi bati emperyalist mudahalesinde olen insanlari umursamazsiniz, Allah sonunuzu Cengiz candar ede…..

  23. Arkaik bir tartisma: ben bu ulkede oncu savasi oncu mucadelsinin onemini vurvulayanlarin, halkin kitlesel eylemine guvenmedikleri icin suclanip(adamlar halkin kitlesel eylemini yaratmani soruunu tartisiyorlar), oncu savasi oncu mucadelesinin kitlelerden kopuklugunu anlatan kitlelerden kopuk aydin orgutlerini anlayamadim, ne etmeliyim, parasetemol iyi gelirmi?

  24. amaciniz ve yonteminiz arasinda dolayli yada dolaysiz bir bag vardir, amacinizda samimi isesiniz, basindan itibaren , amaciniza uygun bir mucadele bicimi, orgut, yontem anlayisa sahip olmalisiniz,keklik avlamaya olta ile giderseniz ancak youtube videolarina konu olursunuz..üstelik yabanci acik isgalciye karsi bile harekete gecmekte direnen bir yigin , kitle artik daha karmasik bir sekilde kismende yabanci yogunlasmis evrensel sermaye ile isirligi icinde ve kaynasmis bir cok kesimle birlikte demagoji sinin etkisi altinda,karsinizdadir.hayat cok gercekci ve surpriz sevmezdir aslinda. yoksa sizi onurlu ama naif bir Allende,yada populer ama onuru her gun kirilan bir Syriza,( htkp, kp, ve ödp de muaf degildir) sonu bekler. Dahada kötüsü iddialarinizi uyutup buyuk efendinin sizden istedigini ozgurluk halk adalet adini kirleterek karsi ciktiginizi iddia ettiginiz seyin yeni taze oyuncusu olursunuz(HDP)halkin iktidarini(anarsistlerin iktidar elestrisi anlatmak istedigim seyi yadsimiyor) kurmak isteyen,onu emperyalist boynduruktan kurtarmak isteyen biri, daha bastan emperyalizmin yuksek demokrasisini, ekonomik , parasal orgutlenmelirini red eden bir ideolojye, ve halkin erk orgutlenmelerine sahip sahip olmalidir, emperyalizmin kayigina bindikten sonra niyetinizin onemi yoktur,o kayik ulusalarasi enternasyonal lis parlmentosudur(yada parlementolar federasyonudur vs vs), sizin adiniza yonetenlerin ahiri, siz halkin meclislerinin toplamini yaratmalisiniz,(modern emperyal sisteme geciste konjonktrel vagon olarak gecici rojava degil, rojava devrimi denen sey Esad in tam yikilmamasi nedeniyle bir sure daha devrimcilik oynayabilir, gidipp gidecegi yer emperyal plandir,mahsuru yok, devrim olarak yutturmayin o mahsurlu. tadini cikarin,) yada o kayikta haddiniz bildirilir yada kayiktan atilirsiniz.. tüm iktidarlarin en gercek dayanagi olan askeri orgutlenmeleri, daha bastan itibaren yaratmak zorundasiniz, özgürluk ucuz olsaydi zaten ozgur olurdunuz….Kisa bir yol yoktur.. sonucta en iyi ihtimalle syriza da oldugu gibi size istesenizde istemezessinizde, buyuk catismalara yol acabilecek seyler dayatilacaktir.ya resti goreceksiniz yada verdiginiz sozleri unutacak ve sol un adini kirleterek uzlasacaksiniz. bu catismalara sadece size oy vermek amaci cercevesinde secmen olarak ile organlasmis?? halk yiginlariyla giremezsiniz, girerseniz, bu gercek bir MACERACILIK olur, eger elinizin altinda Chavezin orgutledigi bir yurtsever ordu yoksa(ki yoktur, silivri generallerinin hepsi nato yaramazlik yapmis NATO subaylaridir) halki kandirmayiniz beyler, basitten karmasiga, gizliden genele, nuve den gelismise evrilecek seyi, bu gunden yaratmak zorundasiniz…bizim acimizdan CHP , HDP ODP nin samimiyetsizligi yeni degildir.dolayisiyla turkiyede nerede turkiyenin syrizasi sorusu bile anlamsizdir, turkiyenin syrizasi, syrizanin batacagi batakliktadir, bataktikta olan kimi nereye hangi amac icin cagiracak nasil bir umut yaratatacak, turkiye yasal sol u syrizanin batacagi yeri bastan kabullenmis…(chp ye ulusalci diyenler sadece turk kurt gozlukleriyle bakiyorlar, chp ulusalci felan degildir emperyalizmin burjuva Reformist secenegidir, akp iktidari daha millici oynayabilir, aydinlik perincek buna dikkat cekiyor, cin fuzeleri meselesinde chp tavri, ama akp si chps vatan partisi dahi bile NATO partisi olmaktan tovbe vazgecmezler, ve HDP de vazgecmez, e size ne oluyor?) yada sinif eksenli devrimler tumden arkaik olmustur , ama anarsist beyler bunun ucu sizede dokunur:))

  25. Ebedi Çöküş Ve Yok Oluş Dönemi

    AKP sonrası dönemi tartışıyoruz. Aslında en önemli sorun şu AKP sonrası Türkiye diye bir şey kalacak mı, kalacaksa ne olacak?

    Düşüncem şöyle: AKP sonrası dönem Türkiye’nin ebedi çöküş dönemi olacaktır. Çünkü AKP şimdiye kadar Türkiye’nin geleceği ile ilgili her şeyi neredeyse yok etmiştir ve yok etmeye devam etmektedir. Bu yüzden AKP sonrası diye bir dönem olmayacaktır. Bugün bile AKP iktidardan ayrılsa bu çöküş dönemi kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. (Tabii bunda AKP yalnız değildir, AKP’nin bu noktaya gelmesinde burjuvaların, Kemalistlerin dolaylı veya dolaysız çok büyük yardımları olmuştur.)

    Bazıları neredeyse bayram edecek sınıf eksenli devrimler ölmüştür diye. Doğru ölmüştür. Çünkü artık işçi sınıfının bilincini kapitalistler istedikleri gibi esir almışlar ve Türkiye gibi ülkeleri çıkmaz bir kuyuya fırlatmışlardır. Türkiye gibi ülkelerde (sadece Türkiye değil birçok ülkede bu geçerlidir) kapitalizm nerede ise mutlak zaferini ilan etmiş, bu mutlak zafer ile AKP gibi partileri en yüksek noktalara çıkarmıştır.

    Tabii kapitalizmin bu ezici zaferi çok uzun sürmeyecektir. Kapitalizm bu mutlak zaferi ile birlikte işçi sınıfı ve sıradan insanların da mutlak biçimde kuyusunu kazdı. Yeni dönem kapitalizmin mutlak çöküş dönemi olacaktır. Yeni dönemin gerçekleşmesine çok fazla zaman kalmadı. Ama bu çöküş dönemimin insanlığa bir faydası olmayacaktır, çünkü insanlık o treni kaçırmış görünüyor.

  26. Meclisteki kavga gürültüyü takip ediyorsunuzdur. Parlementer demokrasinin can cekişmesini andırıyor.
    Getirdikleri iç savaş pakedinin öncelikli hedefi Kürt muhalefeti. İkincil hedefi Gezi hareketi. Bu paketi neden seçimden önce getirdiler diye kafa yormaya çalışıyorum. Bir pislik var işin içinde, neden geriyorlar ortamı şimdi, kendilerine güvenseler seçimden sonra tak diye çıkarırlardı.
    Aklıma iki senaryo geliyor:
    1) Seçimlerden önce ortamı gerecek acayip bir hamleye niyetliler.
    2) HDP barajı geçer ve AKP’nin oy oranı %45’in altına doğru seyrederse tek başına hükümet kuramama riskini düşünüyorlar. Bu durumda sistem tıkanacak. AKP, HDP veya MHP’nin kapısını koalisyon için çalmak zorunda kalacak. İkisinin de kabul etmesi çok zor. Hükümet kuramazsa ikinci parti olarak Kılıçdaroğlu’na hükümeti kurma görevi verilmesi lazım. Ben RTE’nin bunu yapacağını hayal edemiyorum. Bir arıza çıkartacaklar. Keza verse bile CHP-MHP-HDP hükümeti diye bir şey imkansız olacağından bu da derman olmayacak. Demokratik sistem krizine gireceğiz, seçim tekrarlanmak zorunda kalacak veya referandumla anayasa değiştirmeye filan çalışılacak. Ortam karışacak.

    Şimdilik şüpheleniyorum sadece, belki daha mantıklı bir açıklaması vardır. Bu pakedi neden şimdi getiriyorlar da seçimden sonra yine iktidar olduklarında veya 367’yi bulduklarında / başkanlık sistemini getirdiklerini tertemiz geçirmiyorlar?

  27. Bir ihtimal dillenmeye başlandı.. Süleyman Şah türbesi..

  28. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    Neden kutuplaşıyoruz?

    Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın yükselen “kutuplaşma”nın tehlikelerine işaret eden konuşması konu üzerine devam eden tartışmayı yeniden alevlendirdi.
    Kutuplaşmanın postmodern çağ toplumlarının önemli sorunlarından birisi haline gelmesi nedeniyle bilhassa Batı ülkelerinde siyaset bilimciler bu olgunun yapısal nedenlerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar.
    Dolayısıyla konunun şahsiyet, lider psikolojisi, uslûb ve siyasette kullanılan dil düzeyine indirgenmeden böylesi belirleyiciler çerçevesinde ele alınması anlamlı olabilir. (Burada söylenilmeye çalışılan siyaset dil ve uslûbu benzeri unsurların toplumumuzda yükselen kutuplaşmada rol oynamadığı değildir).

    Kimlik siyaseti ve kutuplaşma
    Derin biçimde bölünen toplumlarda siyasetin işleyiş ve liberal demokrasinin hayata geçirilişi toplumsal bilim uzmanlarının önemli araştırma konularından birisidir. Eric Nordlinger, Ian Lustick benzeri akademisyenler, değiştirilmesi zor ve kolaylıkla siyasallaştırılan kimlikler üzerinden çatışan kutuplar yaratılması ve bunların uzun süre farklı konular üzerinden yürüttükleri mücadele ile hem kendi kimlikleri hem de kutuplaşmayı keskinleştirmeleri üzerinde geniş bir literatür yaratmışlardır.
    Konu hakkındaki çalışmaların da ortaya koyduğu gibi etnisite, din, dil, sınıf benzeri ayraçların keskin olduğu, bireylerin bunlar aracılığıyla değiştirilmesi zor kimlikler edindiği toplumlarda “kutuplaşma” daha kolay olmaktadır.
    Türkiye’de siyasetin temelde, değiştirilmesi fazlasıyla zor “kimlik”ler üzerinden yapılması şüphesiz toplumsal kutuplaşma için son derece elverişli bir ortam hazırlamaktadır. Toplumdaki bireylerin önemli bir kısmının “kimlik”lerine karşı geldiği düşünülen “siyasal” konum, kültürel tercih ve oy verme eğilimlerini benimsemesi sınırları katı, aralarındaki geçişlilik ise oldukça sınırlı olan kutuplar yaratmakta ve istisnalar dışında bunlara yönelik aidiyetler değişmemektedir.

    Siyasal merkez
    ABD’de artan kutuplaşma üzerine yapılan araştırmalar, siyasal merkezin daralması ve ağırlığın tedricen uçlara kaymasının bu alandaki rolünün altını çizmektedir. Bu araştırmalar bilhassa 1990’lar sonrasında, evvelce önemli bir kesişme alanı yaratan muhafazakâr demokrat ve liberal cumhuriyetçilerin neredeyse sahneden tamamen çekildikleri, bunun neticesinde ise iki temel partinin daha radikal siyasal pozisyonlara savrulduğunu ortaya koymaktadır. Bu gelişme kutuplaşmayı hızlandırdığı gibi, kutuplaşma da siyasal merkezin daralmasına katkıda bulunmaktadır. Bu karşılıklı etkileşim ise ciddî bir “yönetilebilme” sorununu tetiklemektedir.
    Türk siyasetinde de benzer bir gelişme yaşanmaktadır. Merkezin fazlasıyla daraldığı bir yapılanmada siyasetin ağırlık merkezi değişmiş, bu ise kutuplaşmayı hızlandırmıştır. ABD’de yaşandığı gibi bu alanda karşılıklı bir etkileşim gerçekleşmiş, kutuplaşma da siyasal merkezin daralmasına katkıda bulunmuştur. Bu süreç kendini daha radikal biçimlerde yeniden üretmektedir.
    Bir diğer yazımızda da işaret etmeye çalıştığımız gibi (Sabah, 18 Ağustos 2013) muhalefetin “cepheleşme” eğilimi taşıdığı bir siyasal gelenekte “cephe” karargâhının merkez dışında inşa edilmesi daha önemli sonuçlar doğurmaktadır.
    Partilere pencere süsü olarak yerleştirilen ve tabanda karşılıkları olmaması nedeniyle tutmayan yama özelliği gösteren “farklı sesler” dışında karşı kutbun dilinden anlayan kimselerin dahi bulunmaması siyaseti “ortak paydaların bulunamadığı” bir siper savaşı haline sokmuştur. Bu açıdan bakıldığında toplumumuzda siyasal merkezin daralması ve uçlara savrulma “kutuplaşma” konusunda, “kimlik ağırlıklı siyaset” kadar etkili olmaktadır.

    Seçkinler, kitle, medya
    Morris Fiorina’nın başını çektiği siyaset bilimciler, “kutuplaşma”nın “seçkinlerarası” bir olgu olduğunu ve siyasal örgütler ile medya üzerinden gerçekleştirilen “savaşlar”ın “kitle”de anlamlı karşılıklar bulmadığını ileri sürmektedirler.
    Bu yaklaşıma göre “ortalama” vatandaş, elitler düzeyinde yaşanan çatışmaya büyük çapta duyarsız kalmanın yanı sıra temel tartışma konularında daha uzlaşmacı tutumları benimsemektedir. Kendimizden bir örnek verecek olursak, seçkinlerin açık oturumlarda bir ölüm-kalım meselesi olarak tartıştığı “başörtüsü” konusunda başörtüsü takan ya da takmayan ortalama vatandaşlar çok daha uzlaşmacı bir tutumu benimsemişlerdir.
    Buna karşılık Alan Abramowitz benzeri uzmanlar, yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren zikredilen durumun değiştiğini, ideolojik kutuplaşmanın tedricen kitlede de ciddî karşılık bulmaya başladığını savunmaktadırlar. İstatistikî verilerle de desteklenen bu gelişme toplumsal kutuplaşmanın kapsama alanı açısından alarm zillerinin çalmakta olduğunu göstermektedir.
    Gerçekten de modern medyanın, başını rating kaygılarının çektiği nedenlerle temel kutuplaşma konularında uzlaşmacı değil çatışmacı görüşlere ağırlık vermesi ve kutupların katı, kemikleşmiş görüşlere sahip olduğu konuları sürekli gündemde tutması, geçmişte kitleye yansıması sınırlı kalan tutumların geniş tabanlara nüfûz etmesi neticesini doğurmuştur.
    Benzer şekilde iletişim devrimi de daha önce seçkinler düzeyinde kalan çatışmaların geniş topluluklara ulaşmasını sağlamıştır. Bir örnek üzerinden açıklayacak olursak, televizyon programları kutuplaşma doğuran konular üzerine daha radikal ve çatışmacı görüşlerin temsilcilerini tercih etmekte, bu ise sosyal medya üzerinden yürütülen ve kitlede karşılık bulan yeni tartışmaları tetiklemektedir.
    Kutuplaşmanın “kimlik siyaseti” nedeniyle uzun bir geçmişe dayandığı Türkiye’de bilhassa görsel medyanın bu alanda takındığı tutum bir çığ etkisi yaratmaktadır.
    Kutuplaşmanın kitlede güçlü karşılık bulmasının bir diğer neticesi de partilerin kendi tabanlarını bir arada tutabilmek için özellikle seçim dönemlerinde “çatışmacı” yaklaşımları tercih etmelerine neden olmasıdır.

    Sorunun niteliği
    Ortaya koymaya çalıştığımız analiz çerçevesinde global bir olgu olan kutuplaşmanın, uslûb ve dile indirgenemeyecek bir sorun niteliği taşıdığı belirtilebilir. Uslûb, dil, siyasal liderler arasındaki ilişkiler şüphesiz toplumsal kutuplaşmayı etkilemektedir. Ancak yapısal sorunlar yanında bu etkinin marjinal kaldığının altı çizilmelidir.
    Diğer bir ifadeyle siyasal liderlerin son derece yumuşak bir dille konuştuğu, Salı günleri gerçekleştirilen parti meclis grubu toplantıları akademik konferansları andıran bir Türkiye’de de “kutuplaşma” olacaktır.
    Buna karşılık “kutuplaşma”ya önlenmesi mümkün olmayan doğal bir âfet gibi yaklaşmak da anlamlı değildir.
    Kimlik siyasetinin gerilemesi, siyasal merkezin genişlemesi, siyasetin “cepheleşme” geleneğinden arındırılması, çatışmacı yaklaşımların medyada aşırı temsilinin önüne geçilmesi global ölçekli bu sorunun toplum için en büyüğü “yönetilememe” olan tehlikeler yaratmasını önleyebilecektir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/02/22/neden-kutuplasiyoruz

    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    Kutuplaşma yapısal bir sorun mudur?

    Geleneksel siyaset yapma biçimimiz haline gelen “cepheleşme,” ilkelere dayalı olmayan, olanları da törpüleyen “iktidara muhalefet” temelli siyaset yapımını sürekli biçimde yeniden üretmektedir

    Toplumumuzda siyaset hakkında sıklıkla dile getirilen şikâyetlerden birisi de “kutuplaşma”dır. Buna göre iktidar ile muhalefet arasında yaratılan “her siyaset ve uygulamayı eleştirme” ilişkisi gereksiz bir gerginlik ve çatışmaya neden olmaktadır. Bu basitleştirici yaklaşıma karşılık “kutuplaşma” olarak kavramsallaştırılan bu gelişme gerçekte çok daha derin bir sorunun varlığını ortaya koymaktadır.

    İktidara karşı “cephe”
    Siyasî hayatımızda uzun bir geçmişi bulunan “kutuplaşma,” siyasetin yapılanma ve örgütlenme biçiminden kaynaklanan yapısal bir sorundur. Liderlerin buluşarak “ortamı yumuşatmaları” benzeri girişimlerle çözülmesi mümkün olmayan bu soruna cevap verilebilmesi ise ciddî bir dönüşümü gerekli kılmaktadır.
    Partilerin ortaya çıktığı 1908 öncesinden başlayan ve İkinci Meşrutiyet döneminde ivme kazanan “kutuplaşma” gerçekte iktidara karşı “birleşik cephe” oluşturma yaklaşımının ürünü olup, bir asrı aşkın süredir siyasetimizin yapısal bir özelliği haline gelmiştir.
    Literatürde Jön Türk muhalefeti olarak adlandırılan ve II. Abdülhamid rejiminin tüm muhaliflerinden oluşan “cephe,” farklı siyaset ve dünya görüşlerine sahip birey ve örgütlerden oluşmaktaydı. Bu örgütlerin en önemlisi olan Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti de Jön Türklüğün bu özelliğini yansıtırdı. Paris teşkilâtı pozitivist Ahmed Rıza Bey’in denetiminde olan örgütün Mısır şubesini Hoca Muhiddin liderliğindeki ulema idare ederken, Cenevre merkezini Ludwig Büchner hayranı materyalist doktorlar yönlendirirdi. Birbirleriyle neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan bu kişilerin tek ortak noktası sultanın rejimine muhalefetti.
    1902 ve 1907 yıllarında toplanan “Umum Muhalifîn Kongreleri” ile güçlendirilmeye çalışılan bu “cephe”nin iktidara getirdiği İttihad ve Terakki de kendisine karşı yeni bir muhalefet koalisyonunun oluşmasına neden olmuştur.
    Jön Türk muhalefeti gibi İttihad ve Terakki karşıtı “cephe” de ulemadan etnik milliyetçilere, liberallerden eski rejim taraftarlarına ulaşan bir yelpazeye yayılıyordu. Bu “cephe”yi oluşturan, farklı dünya görüşleri ve siyasetleri benimseyen birey ve örgütlerin de tek ortak noktası “İttihadçılığa muhalefet” idi.
    Tarihî süreç değerlendirildiğinde Komüntern’in yönlendirmesiyle 1934-1939 yılları arasında oluşturularak Fransa, İspanya ve Şili’de iktidara gelen anti-Faşist cepheler, Osmanlı son dönem siyasetinde muhalefetin temel örgütlenme biçimini yansıtıyordu.
    En güzel örneği Fransa’daki Front populaire olan bu yapılanmalardan farklı olarak Osmanlı “muhalefet cepheleri” katılımcıların kendi yaklaşım ve tezlerini hızla bir kenara bırakarak “iktidara karşıtlık”ı temel siyaset haline getirdikleri örgütlenmelerdi. Ahrar, Hürriyet ve İtilâf Fırkası benzeri örgütlenmeler Front populaire gibi farklı eğilimlerin geçici koalisyonundan ziyade ortak düşmanı devirmekten başka bir amacı olmayanların bu paydada birleştikleri ve iktidar karşıtlığının “ideoloji” işlevi gördüğü yapıları yansıtıyorlardı. Temel sorun “iktidara karşıtlık”ın” düşünce ve ilkeleri törpüleyerek “ideoloji” haline gelmesiydi.
    Bunun nedeni de Fransa’dan farklı olarak, siyasî partilerin felsefî temelleri olan düşünceleri temsil etmeyen yapılanmalar olmasıydı. İttihadçı karşıtlığı, sınırlı sayıda liberalin eleştirisi istisna edilirse, bizzat İttihadçı siyasetlerin oluşturduğu bir yaklaşım biçimiydi.
    Diğer bir ifadeyle muhalifler belirli bir düşünce, program ve yaklaşımı dile getirmekten ziyade, iktidarın uygulamalarına karşıtlık üzerinden siyaset üretiyorlardı. Bu nedenle de “kutuplaşan” siyasetin de belirleyicisi “iktidar” oluyordu. Onun uygulamaları “muhalefet”in gündemini de belirliyordu.

    Cumhuriyet cepheleri
    Cumhuriyet, Osmanlı siyasetinden devraldığı “cephe” geleneğini sürdürdü. Çok partili yaşama geçişe kadar Tek Parti karşıtı “cephe,” örgütlenememesine karşın “iktidar karşıtı koalisyon” özelliğini sürdürdü. Demokrat Parti de özellikle ilk muhalefet yıllarında muhafazakârlardan sosyalistlere ulaşan bir yelpazedeki bireylerin katıldıkları bir “cephe” niteliğindeydi. Burada önemli olan “Tek Parti karşıtlığı”nın birleştirici çimento” işlevi görmesi ve ideoloji karakteri kazanmasıydı.
    II. Abdülhamid döneminden beri siyasetimizin temel hususiyetlerinden birisi olan “cepheler” 1950 sonrasında da varlıklarını sürdürdüler. İlginç olan İttihad ve Terakki, Demokrat Parti gibi “muhalefet cepheleri”nin iktidara getirdiği yapıların da karşıt “cephe”lerin oluşumunu tetiklemiş olmasıdır.
    Cepheler yeni iktidar oluşumunun gerçekleşmesi sonucunda dağılmakta, egemen unsur yeni bir güç merkezi yaratmakta, bu ise eski müttefiklerinin de katıldığı bir karşı cephenin inşa zeminini hazırlamaktadır. Bunun temel sorunu düşüncelere ve ilkelere dayalı olmayan, olanları da törpüleyen “iktidara muhalefet” temelli siyaset yapımının sürekli biçimde yeniden üretilmesidir.
    Bu açıdan bakıldığında vesayet düzeni karşıtı koalisyonun iktidara getirdiği bir yapılanmanın da bazıları eski müttefikleri olan yeni bir muhalefet “cephe”sinin oluşumunu tetiklemiş olması şaşırtıcı değildir. Geçmişteki örneklerde görüldüğü gibi bu cephe de bir düşünce ve programdan ziyade “iktidar ve lideri”ne muhalefet çerçevesinde siyaset üretmektedir. Bu nedenle muhalefetin temel tez ve gündemini belirleyen de tıpkı eski örneklerde görüldüğü gibi “iktidar” olmaktadır.

    Kutuplaşma değil zafiyet
    Türkiye’de liberal ve sol hareketlerin geleneksel zayıflığı, milliyetçiliğin neredeyse tüm siyaset tarafından içselleştirilmiş olması, CHP’nin sosyal demokrasi söylemine karşın herhangi bir temel düşünce ve siyaset yaklaşımını temsil etmemesi günümüzde de “kutuplaşma” olarak nitelendirdiğimiz cephelerin doğuşuna neden olmaktadır.
    Bu cepheleşme ise düşünsel boyutu kuvvetli, belirli programları savunan siyasetin zemin kaybetmesine ve iktidarın belirlediği gündem etrafında tartışmanın “siyaset yapımı” olarak kavramsallaştırılmasına yol açmaktadır. Düşünce boyutu oldukça kuvvetli bir program kaleme almış olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin dahi tezlerinin önemli bir bölümünü iktidarın uygulamaları üzerinden üretmesi bu tür siyaset üretiminin ne denli içselleştirildiğini ortaya koymaktadır. Bunda iktidar mücadelesinin iki kutbundan birisi olan kalkınmacı muhafazakârlığın da düşünsel temelleri güçlü siyaset üretememesinin payı vardır.
    Sıklıkla yakınılan ve “kutuplaşma” olarak nitelendirilen olgu yapısal bir sorunun neticesidir. Bu nedenle siyaset; ilke, program ve düşünceler çerçevesinde yapılmadıkça, “kutuplaşma,” iktidarlar ile karşı cepheler arasındaki temel ilişki biçimi olmayı sürdürecektir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2013/08/18/kutuplasma-yapisal-bir-sorun-mudur

  29. bir ihtimal de şu: HDP barajı aşamazsa Kürdistan karışacak. Buna karşxı önlem alıyorlar. Ama bence daha genel sebep, artık muhalefete düşme olasılığını tamamen ortadan kaldırmak. Bolşevikler 1920’lerde “iktidarı bırakmak bizim için ölümle eşdeğerdir” diye düşünürlerdi. Bu yüzden iktidara ölümüne sarıldılar. Bence AKP de bir proje olduğu ve aynı zamanda suça gırtlağına kadar battığı için iktidardan vazgeçemez. Bu da bu saatten sonra ancak baskıyla olur. Buradan şu sonuca varabiliriz: Türkiye’yi de bir “turuncu” devrim bekliyor. Sanırım Ukrayna’daki gibi kısa süreli bir iç savaş yaşanacak.

  30. YUNANİSTAN İLE AB YETKİLİLERİ;
    MALİ PROGRAMIN 4 AY ŞARTLI UZATILMASINA KARAR VERDİ.
    (Haziran 2015 sonuna kadar uzatıldı.)

    PEKİ BU KARAR;
    SYRIZA’YA OY VEREN SEÇMENLER İÇİN NE İFADE EDİYOR?

    TÜRKİYE’DE ” KAPİTALİST İKTİSADI! ” GÖRMEZDEN GELENLER
    ve
    7 HAZİRAN SEÇİMLERİNE HAZIRLIK YAPANLAR İÇİN BU KARAR NELERE İŞARET EDİYOR?

    (22 Şubat 2015 Pazar, saat 10:38)

    Brüksel’deki Euro Bölgesi toplantısında, Yunanistan’ın, Avrupalı ortaklarıyla borç konusunda yeni bir anlaşma sağlanmasına yönelik varılan ilke anlaşması, taraflar arasında farklı değerlendirmelere yol açtı. Yunan hükümeti, toplantı sonucunu kendi tezleri açısından bir zafer olarak değerlendirirken, Avrupa’dan yapılan açıklamalarda ise farklı yorumlar yapılıyor.

    Euro Bölgesi maliye bakanlarının ortak açıklamasında Yunanistan’ın Şubat sonunda sona eren mali programının 4 ay şartlı uzatılması konusunda ilke olarak anlaşma sağlandığını, ancak anlaşmanın Yunan hükümetinin yarın sunacağı ve yapmayı taahhüt ettiği reformlar paketinin kreditörler tarafından onay alması halinde uygulanmaya konulacağı belirtildi. Brüksel’de toplantı sonunda yapılan açıklamalarda, Yunanistan’ın, yeni yardım karşılığında mali yardım programının, bunu farklı şekilde adlandırsa da, getirdiği yükümlülükleri yerine getirme ve borç ödemelerine sadık kalacağı sözünü verdiği açıkça ifade edildi.

    Euro Bölgesi yetkililerinin açıklamalarına göre, Yunanistan mevcut kalkınma programına aykırı tek taraflı hareketlerde bulunmayacak, alacağı kararlarda mali hedefleri ve finansal istikrarı gözetecek. Daha önce olduğu gibi, kredi ödemeleri öncesindeki denetimler sürecek ancak bunlar farklı isim altındaki kurumlar tarafından yapılacak. Bu kurumlar içerisinde Uluslararası Para Fonu (IMF) da varlığını devam ettirecek. Ayrıca, Atina hükümetinin Avrupa Finansal İstikrar Fonu’ndan (EFSF) Yunanistan’a verilecek kredilerin sadece bankaların finansında kullanabileceği koşulunu da kabul ettiğini bildiren Avro Bölgesi yetkilileri, bir anlamda bundan sonra gelecek kredi dilimlerini de kilitlemiş oldu.

    Diğer yandan, ay sonunda sona eren mali programın 4 ay şartlı uzatılmasına ilişkin ilke kararını “stratejik bir başarı” olarak değerlendiren Yunan hükümetinin ise söz konusu kararın yürürlüğe geçirilmesi için, yarına kadar niyeti konusunda ortaklarını ikna edecek bir reform listesi ve aksiyon planı sunması gerekiyor.

    Ortaya çıkan çelişkili bu tablo karşısında, yardım anlaşmalarını tanımayacağı ve borcun yarısından fazlası silineceği vaadiyle iktidara gelen SYRIZA hükümetinin yarın ne şekilde bir reform paketi sunacağı merak konusu olurken, bu konuda alınacak kararların seçmenler ve hükümet üyelerine anlatılmasının zor olacağı belirtiliyor.

    SYRIZA’NIN TEZLERİ İLE UYUŞMUYOR!
    SYRIZA’NIN SEÇMENLERİNE SÖZ VERDİĞİ KONULARIN AĞIRLIĞI İŞTE ŞİMDİ KENDİNİ HİSSETTİRMEYE BAŞLAYACAK!
    SYRIZA YA OY KAYBEDECEK, YA DA SEÇMEN DESTEĞİ ALMAYA DEVAM EDECEK!
    ORTASI YOK!

    Alınan bilgiye göre, bünyesinde sol eğilimli birçok küçük partiyi barındıran ve bileşenleri arasında marjinal yapıların da bulunduğu SYRIZA ve hükümet içerisinden, Avrupa ile şu ana kadar yürütülen politikayla ilgili itirazlar gelmeye başladı. Yapılan değerlendirmelerde, farklı hayallerle iktidara geldiği dile getirilen SYRIZA’nın Avrupa’da ummadığı bir sertlikle karşılaştığı ifade ediliyor. SYRIZA içerisinde şu ana kadar kapalı kapılar ardında ifade edilen itirazların dışarıya taşması durumunda, koalisyon hükümetinin bütünlüğünü korumakta zorlanacağı ve ülkenin yeni bir siyasi belirsizlikle karşı karşı kalabileceği değerlendiriliyor.

    Euro Bölgesi toplantısı sonunda, Yunanistan’ın 240 milyar Euro’luk kurtarma paketine en büyük yardımı yapan Almanya’nın Maliye Bakanı Wolfgang Schauble’nin, “İktidarda olmak gerçeklerle buluşmak demektir. Gerçekler de, her zaman hayaller kadar güzel değildir” ifadeleri yeni Yunan hükümetinin bu anlaşmadan pek de karlı çıkmadığı görüşünü güçlendiriyor.

    EUROGROUP TOPLANTISI

    Avro Bölgesi maliye bakanlarının toplantısından sonra yapılan ortak açıklamada, mali programın 4 ay uzatılması karşılığında Yunanistan’ın geçmiş tüm taahhütlerine bağlı kalacağı, ekonomik toparlanmaya ve mali istikrara zarar verecek tek taraflı adımlardan kaçınacağı ve AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin oluşturduğu troykanın denetiminde tutulacağı kayda geçirilmişti.

    Ortak açıklamada Yunanistan’ın 4 ay vade uzatımı karşılığında yapacağı reformları yarın troykaya sunacağı ve ancak onay alması halinde kredi akışının başlayacağı belirtilmişti.

    ( http://www.cnbce.com/haberler/ekonomi/yunanistan-karari-icin-farkli-yorumlar )

    * * *
    BAŞBAKAN ÇİPRAS:
    ” ASIL MÜCADELE ŞİMDİ BAŞLIYOR! ”

    Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, Yunan hükümetinin Euro Bölgesi toplantısında sert ve zor geçen müzakereler sonucunda temel hedefine ulaştığını söyledi.

    Çipras, Yunan televizyon kanallarında yayımlanan ulusa sesleniş konuşmasında, Yunanistan’ın dünkü Euro Bölgesi toplantısında kararlılık göstererek bir savaş kazandığını ancak mücadelenin devam ettiğini belirtti.

    Yunanistan’ın katetmesi gereken hala “zor ve uzun bir yol” bulunduğunu vurgulayan Çipras, şöyle devam etti:

    “Euro Bölgesi toplantısında sert ve zor geçen müzakereler sonucunda temel hedefimize ulaştık ancak gerçek zorluklar bundan sonra. Yunan halkı bunu biliyor. Ülkede her zaman doğruyu söyleyecek bir hükümet bulunduğunu da biliyor. Dün, kemer sıkma politikalarını, memorandumları ve Troyka’yı geride bırakarak kararlı bir adım attık. Euro Kuşağı içerisinde yön değiştirmek için kararlı bir adım attık ancak müzakere henüz bitmedi. Müzakere, felaket memorandumları politikasından kalkınmaya, istihdam ve sosyal dayanışmaya geçişle ilgili kesin bir anlaşma için yeni ve özlü bir aşamaya giriyor.”

    Çipras, Euro Bölgesi toplantısı sonrasında yayımlanan ortak açıklamanın, bir ilke çerçeve anlaşması olduğunu ve memorandumlarla Yunan hükümetinin programını birleştiren bir köprü oluşturduğunu ifade etti. Ortak açıklamanın aynı zamanda önceki hükümetin üstlendiği ek tedbirlerle ilgili taahhütleri fiiliyatta geçersiz kıldığını ileri süren Çipras, bununla kemer sıkma politikalarının ve bunları empoze eden mekanizmaların geçerliliğinin de ortadan kalktığını savundu.

    Aleksis Çipras, yeni hükümetinin bundan sonraki hazirana kadar olan süreçte milli ve halk egemenliğinin yeniden sağlanmasını ölçüt alarak daha kararlı bir şekilde hareket edeceğini dile getirdi. Hükümetin, ülkede siyasi değişim ve toplumsal kurtuluş mücadelesinde sadece Yunan halkını müttefik ve hakem olarak kabul ettiğini belirten Çipras, “Ortak mücadelemiz devam ediyor” diye konuştu.

    Başbakan Çipras, hükümetin, Yunan halkının desteğiyle Euro Bölgesi’nde büyük mücadele verdiğini ve Yunanistan’ı haysiyetli bir şekilde ayakta tuttuğunu söyledi. Yunanistan aleyhinde hazırlanmış planlar bulunduğunu iddia eden Çipras, şunları kaydetti:

    “Yaklaşık 20 gün önce kasaları boşaltılmış, nakit sıkıntısı bulunan, uçurumun kenarında bir ülke teslim aldık. Aynı zamanda memorandumlarla talan edilmiş ve kasten nefes alamaz bir şekilde zaman süreçlerine sıkıştırılmış bir vatan teslim aldık. Dün bunların planlarını bozduk. Ülke içerisinde ve dışındaki kör muhafazakar güçlerin Yunanistan’ı 28 Şubat’ta boğma planını tersine çevirdik. Yunanistan’ı haysiyetli bir şekilde ayakta tuttuk ve Avrupa’nın imha etme, biat ve körlemesine cezalandırma alanı değil, müzakere ve kalıcı uzlaşma alanı oluşturduğunu kanıtladık. Dünkü gün, bu açıdan belki de Yunanistan için olduğundan daha çok Avrupa için daha önemli bir gündür.”

    BAKANLAR KURULU TOPLANDI

    Öte yandan, Bakanlar Kurulu, Euro Bölgesi toplantısı sonuçlarını değerlendirmek üzere, Başbakan Çipras başkanlığında akşam saatlerinde acilen toplandı. Toplantıda, Maliye Bakanı Yanis Varufakis’in Brüksel’de Yunanistan’ın ortaklarıyla vardığı ilke anlaşmasıyla ilgili yapacağı bilgilendirmenin ardından hükümetin pazartesi günü Brüksel’e sunması beklenen reformlar paketinin ele alınacağı bildirildi.

    Euro Bölgesi maliye bakanları, Yunanistan’ın Şubat sonunda sona eren mali programının 4 ay şartlı uzatılması konusunda anlaşmış, yapılan ortak açıklamada, Yunanistan’ın 4 ay vade uzatımı karşılığında yapacağı reformları pazartesi günü Troyka’ya sunacağı ancak onay alması halinde kredi akışının başlayacağı belirtilmişti.

    ( http://www.cnbce.com/haberler/ekonomi/cipras-asil-mucadele-bundan-sonra )

  31. A. Gül ile RTE’nin tasfiyesi gündeme gelebilir mi? Sanki “düzen”, “sistem” ve AKP bir B planına sahip olacak görünüyor. RTE’ye mahkum bir AKP için A.Gül, bu mahkumiyetten çıkışta bir seçenek olabilir; RTE ile ya hep, ya hiç gibi sonu ne olacağı belirsiz siyaset süreci yerine, düşmanları ile barışmış sağ-muhafazakar siyaset A: Gül çıkışı ile mümkün görünüyor. Sermaye “barış” ister. Savaş değil… RTE savaş istiyor. “Bakali, ne olacak?”

  32. akp içinde rte’nin kenara itilme alternatifi yok bence. sonuç şiddetli çatışmadır.

  33. “Erdoğan bu bloklaşamama sorunundan dolayı çok mutlu olmalı…

    Erdoğan, muhalefetin birbirine muhalefet etmesinden çok memnun…HDP ile CHP birbirini yerken, suçlarken AKP yeniden iktidarı eline alıyor. Ancak bir yandan da AKP bloklaşmadan çok korkuyor. Bakın, soldan gelip de AKP cephesine geçenler arasında ilk yazıyı Oral Çalışlar yazdı. Çalışlar, bloklaşmayı tiye alan bir tarzda “Pardon! HDP, CHP ittifakı mı” diye de başlık attı. “Bu aslında HDP, CHP ve Cemaat ittifakıdır” diyerek, oradan vurmaya çalıştı. AKP’nin Çalışlar’a bu yazıyı yazdırması ittifak olasılığından çok rahatsız olduğunu ve kesinlikle böyle bir birleşimin olmasını istemediğini gösteriyor.”

    Oral Çalışlar’ın son halini ve söz konusu yazısını görünce aynı şeyi düşündüm. Gezi’den sonra benzerleri gibi AKP’ye mesafe koyar olmuştu ki, RTE CB olduktan sonra tekrar “toplumsal barış”, AKP-RTE savunusu çizgisine döndü. Benzerleri derken Gezi öncesi AKP’cilikte ortaklaşmış birkaç değişik türden eski-solcu, sol-liberalden bahsediyorum. Mesela Murat Belge, YAE’ciliğin temel dayanak tezini oluşturanlardan olmasına rağmen kendi iradesiyle (ne de olsa kendisi boş adam değil bir entelektüel) hatadan döndü. Bence samimi bir hataydı Belge’nin durumu. Cengiz Çandar gibilerin ise gerçek sadakatleri ABD’ye gibi gözüküyor ve ABD’nin AKP’den soğuması ile AKP’ye muhalefete başladı, haliyle en çok ABD için esas önemli olan dış politika üzerinden eleştiriyor AKP’yi. Oral Çalışlar ise RTE CB olduktan sonra reisçilikte ısrar etti. Demek ki Oral Çalışlar rüzgar nereden eserse oraya yatıyor, kendi hesabınca en güçlü iktidara sırtını yaslamak ana prensibi. Eski YAE’ci blokun bu yeni konumlanışlarını görmek ilginç oluyor.

  34. Bir örnek daha: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/ne_yani_savasmak_daha_mi_iyiydi-1299203

    Buradaki fiyasko türbenin savaşmadan kaçırılması (başlı başına tiyatro konusu olması gereken bir olay) diil, tamamen kendi devlet paradigması açısından rezil olması, yani zaten mevcut fiyaskonun dramatik bir şekilde patlak verip sahneye çıkması. AKP burada türbeyi niye savunmadın diye eleştirilmez, ne hale düştün angut diye alay edilir. AKP Suriye’de önce Esad’a karşı Kürt güçler dışındaki tüm silahlı muhalefeti, sonra PYD’ye karşı IŞİD’i destekleyerek işleri o kadar eline yüzüne bulaştırdı ki, bugün kendi sembolik toprağını bölgeden yangından mal kaçırır gibi kaçırmak zorunda kaldı. Bir ülkenin parçalanmasına hoyratça körlemesine destek verirken IŞİD’i de “idare etmeye” çalışmanın sonucu. Hayaller Şam, hayatlar Eşmesi köyü.

  35. İşin aslı şu, (ABD söyletiyor) : http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/isid_baskisiyla_mevzi_degistirmek_siyasi_zafer_midir-1299208

    Oral Çalışlar ise hasar kontrolü ve AKP için PR modunda..

  36. Lutfen beni analiz ediniz, icime girmis Kemalizmden kurtulamiyorum, bir Turkiye Suriye savasi ciksa, turk olmama ragmen , Suriye nin kazanmasini istiyorum. Bunun icin ugrasirim, savasirimKurdistan devletinin kurulmasini istiyorum, ulus Devlet asildi palavralarina inanmadan, Anti Emperyalistim, Anti Emperyalizmi Kurt dövmek olarak algilamiyorum, ama Apo dan tiksiniyorum Ben sosyal sovenmiyim, kemalistmiyim neyim:)????

  37. Salagim ben bildigin duz salak, anliyamiyorum bagzi seyleri,secimlerde AKP nin mecliste cogunlugu elde etmesi ve anayasayi degistirmesinin Karsisindaki tek gucun HDP olduguna beni inandirmak icin , Gun Zilelinin imraliya yuzerek gitmesi gerek,… yemedik….. mesele sadece anayasa ise Tek gecerim CHP , inadina, chp, ki HDP kurmaylari biraz dusunsun…

  38. Bir Anarsist bunu nasil söyler, HDP ye oy verin devrimci sinerji cikar, sanki biz sosyoloji bilmiyoruz, psikoloji bilmioruz, hdp ye oy ver sisteme guven cikar devlete guven cikar , al o sinerjiyi……..

  39. deniyorki oylede etmemek lazim, yasal sol , o bu ittifaka oy verelim, bizde biliyoruz, secimle devrim olmaz, ama iste miy may muy, bi basari , bi sinerji yaratilir… bizde diyoruzki o sinerji ve basari dediginiz seyin kitlelerde yarattigi beklentiyi silmek, devrimin yarisidir….

  40. http://haber.sol.org.tr/dunya/wsj-akpye-akil-verdi-alevilere-dikkat-edin-107851 iddia ediyorum ovmek yada asagilmak icin degil pejoratif degil, teorik yada ideoljik geliskin yada dogru olduklarindan degil, kaba karsilastirmalarla hic degil, ne demek istedigimi en iyi Zileli anlar diyecegim ama, turkiyenin bolsevikleri cephecilerdir,…anarsistler bu yuzden cephecileri seyetmelidirler, trockistlerde öyle …digerlerini anlamakta gucluk cekiyorum:)))

  41. 30 yildir sehirlerde sivil ozel timleri var edebilecek bir mucadele yarattik, ki sivil mp 5 li polisleriniz var, bize kufredeceginize sizde biseyler yapin artik…

  42. Böyle buyurmus Aydemir Guler: herkes kendi isini yapsin… ayibettin zaten bizde onu soyluyoruz, biz kendi isimizi yapiyoruz, ama ilk elden sen devrimci demokrasinin olumunu ilan ediyorsun, devrimci demokrasi dedigin sey fabrika kokenli bir isci hareketi degildir, ama onun mahalledeki halidir, dolayosyla sen olursun o devrimci demokrasi olmez, ayrica , herkes kendi isini yapsin derken, onlari desteklemene gerek yok ta niye karsi Propaganda yapiyorsun, can yucelin siirinidemi okumadin, fidel dagdan indiginde sehirde Adam gibi bir parti vardi… her firsatta devrimci siddet elestrisi yapan bir parti degil. evet Aydemir guler, herkes kendi isini yapsin, ne Kadar yanilgi icinde olurlarsa olsunlar, senin partinden gercek komunist cikma ihtimalinden daha yusektir, devrimci demokratlarin hareketinden komunist cikma ihtimali, onlar ates iskence ihanet yakilma lardan gectiler, bari acik Alan gorevini yap, sana karisanmi var, ….. gerilla icin bir sey yapmiyan ona karsida bir sey yapmasin…..Aydemir guler capulculuktan umut kesmis hashasi olmak niyetindeymis, bizim gectigimiz ates cemberlerinden gecseydi abc yi unuturdu…en azindan Cuba havanasinin sehir legal partisi olabilirdi, ama yok o , illa devrimci demokrasiyi yok edecek:)))

  43. Küba Komünist Partisi, her gün şiddet aleyhtarı propaganda yapan, tam anlamıyla düzen yanlısı, legalist bir partiydi.

  44. AŞAĞIDA

    SONER YALÇIN
    HALİT KAKINÇ
    ÜMİT ZİLELİ
    DİREN ÇAKMAK

    DÖRTLÜSÜNÜN BİRBİRLERİNE YAZDIKLARI YAZILARI LÜTFEN SİNDİRE SİNDİRE OKUYUNUZ.

    “BHH-HDP-CHP” ÜÇLÜSÜNÜN BİR BLOK HALİNDE 7 HAZİRAN SEÇİMLERİNE GİRME İHTİMALİ VAR MI, YOK MU;
    BİR DE AŞAĞIDA YAZILANLARI DİKKATLE OKUDUKTAN SONRA DEĞERLENDİRİNİZ.

    ***
    1. YAZI

    VATAN PARTİSİ 109 YAŞINDA

    [Soner Yalçın / 17 Şubat 2015]

    Aralık 1904…
    Mustafa Kemal Harp Akademisi’nden mezun oldu.
    Arkadaşlarıyla Sirkeci’de ev kiraladı. Ev kısa sürede “aydınlanma merkezi” haline geldi. Kitaplar okunuyor ve tartışmalar yapılıyordu.
    “İktisadi vaziyetimizi, askeri vaziyetimizden ve siyasi vaziyetimizden ayrı bir vaziyetmiş gibi görmek vahim bir hatadır” diyordu Mustafa Kemal.
    Çok geçmedi ev ihbar edildi. Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ile zindana atıldı.
    Hücresinde ezbere bildiği Namık Kemal’in Vatan Kasidesi’ni okudu:
    “Felek, her türlü esbab-ı cefasın toplasın, gelsin.
    Dönersem kahpeyim millet yolundan bir azimetten…”
    Kurmaylık stajını Balkanlar’da 3. Ordu’da yapmayı istiyordu. Sürgüne gönderildi: Şam’daki 5. Ordu.
    Suriye’nin büyük bölümünü görüp tanıdı. Havran ve Kuneytira bölgesindeki Dürzi ayaklanmasını bastırırken kafasındaki sorulara yanıt arıyordu. Örneğin…
    1904-5 Rus-Japon Savaşı’nda, Japonların kendilerinden kat be kat üstün olan Rusya’ya karşı zafer kazanmasında geleneklerin/inancın da etkili olduğunun ortaya çıkmasıydı.
    Hz. Muhammed’in ölümü ardından ilk İslam muharebeleri, Waterloo Savaşı, Napolyon, Wellington, Blücher, Grouchy hakkında okumalar yaptı.
    Edebiyattan hiç eksik kalmadı kuşkusuz; Romeo ve Jülyet’i de okudu; Alman şair Schiller’i de…
    Ve… Aralık 1906…
    Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal salt düşün insanı değildi; eylem adamıydı.
    Vatan ve Hürriyet adında gizli örgüt kurdu.
    İsim anlamlıydı; çünkü, Namık Kemal’in yarattığı bir nesildi onlar…
    Ali Fuat (Cebesoy) örgütün Beyrut şubesini kurdu. Örgüt Kudüs ve Yafa’ya genişledi. Mustafa Kemal, şair Ömer Naci gibi arkadaşlarıyla bir araya geldi, örgütü Selanik’te de kurdu.
    İki yıl sonra… Vatan ve Hürriyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı…
    1908’de Temmuz Devrimi’ni gerçekleştirdiler…

    İKİNCİ KUVAYI MİLLİYE

    Tarih: 29 Ekim 1954
    Vatan Partisi “her şeyin üstünde halk ve hak“ şiarıyla “kutsal cumhuriyet bayramı gününde” kuruldu.
    Partinin amblemi; üzerinde güneş doğan Türkiye haritasıydı.
    Kurucu genel başkanı 12 yıllık hapis esaretinden yeni çıkan Dr. Hikmet Kıvılcımlı idi.
    Tek sayfalı Vatandaş gazetesi partinin yayın organıydı.
    Parti sosyalistti; ama ne programında ne de sloganlarında-konuşmalarında sosyalist sözcüğü vardı. “Kuvayı Milliyeciliğimiz-Neden Başka Parti Lazım? Gerekçe” başlıklı kitapçıkta Kıvılcımlı şunları belirtti:
    “Maksat: Birinci Kuvayi Milliye hareketinden çıkacak derslerle, ikinci bir ekonomik Kuvayi Milliye lüzumu belirtmekti. Birinci Kuvayi Milliye Seferi: Topluluğumuzu boğan iç ve dış tesirli Tefeci-Bezirgan kâbusuna karşı idi. İkinci Kuvayi Milliye Seferi: Aynı kâbusa karşı, toprak reformu ve ağır sanayi temelleri üzerinde, modern halk teşebbüs, teşkilat ve kontrolü altında, ekonomik, içtimai (sosyal) kalkınmamızı millete mal etmekti…”
    Kıvılcımlı yurttaşları partiye davet ederken, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta söylediği, “Vazifeye atılmak için, içinde bulunduğun vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!” sözüyle başladı ve şöyle devam etti: “Korku, hiçbir hastalığa ilaç değildir. Bilakis, her illetin başı korkudur. Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense, ölmek daha iyidir.“
    Parti programının ilk hedefi, “züğürde bolluk” idi; yani yoksulluğun kaldırılmasıydı.
    İkinci hedef; halka inanç özgürlüğü sağlamaktı.
    Tarih: 15 Ekim 1957
    Eyüp Büyük Camii Meydanı’ndaki konuşması nedeniyle Dr. Kıvılcımlı hakkında “dini siyasete alet ederek komünizm propagandası yapmak” iddiasıyla dava açıldı!
    “İslam’ın büyük prensibi: ‘Leyse lil insane illa ma sea’ (Yani: İnsan için, çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır.) Bugün insanlığın yarattığı değer: emek üzerine kurulur. Türkiye’de emeği, insanın çalışmasını kim temsil ediyor: Vatan Partisi…”
    Bu sözleri nedeniyle Dr. Kıvılcımlı, 5 Kasım 1957’de tutuklandı.
    Aynı gerekçeyle İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesi, 30 Aralık 1957’de Vatan Partisi’ni kapattı.

    İÇİNİZDEKİ DUVAR

    Tarih: 15 Şubat 2015
    İşçi Partisi olağanüstü kongresiyle adını Vatan Partisi yaptı.
    Mustafa Kemal zindandan çıkıp Vatan ve Hürriyet’i kurdu.
    Hikmet Kıvılcımlı zindandan çıkıp Vatan Partisi’ni kurdu.
    Doğu Perinçek zindandan çıkıp Vatan Partisi’ni kurdu.
    Tesadüf mü? Yoksa bir asrı geçen uzun yürüyüşün inadına devam etmesi mi?
    Dr. Hikmet Kıvılcımlı şöyle yazdı: “Vatan Partisi savaşı şu veya bu iç nedenlerle açılmış gediklerden hür boşalış değil; bütün tıkanık bentlerin üstünden atılış oldu. ‘Susuş Kumkuması’ sağı solu kaplamıştı. Ömrü hep zılgıt ve susuş kumkuması ortamında geçenler için işçi sınıfı cephesinde yeni bir şey yok idi. Görev var!”
    Önceki gün… Vatan’a karşı görevi olduğunu düşünen her görüşten 15 bin yurtsever Ankara Arena Salonu’nu doldurdu.
    Bakınız… Bir siyasal hareket için iki önemli unsur vardır:
    Bir, heyecan.
    İki, umut.
    Bunlar yoksa bir partinin siyasal ölümü yakındır!
    Vatan Partisi 109 yıldır heyecanını ve umudunu kaybetmiyor.
    Vatan Partisi, 109 yıldır kendine güveniyor.
    Vatan Partisi, 109 yıldır hiçbir kafa karışıklığı yaşamıyor.
    Vatan Partisi 109 yıldır Bağımsızlık Savaşı’nın ancak ittifaklarla kazanılacağını belirtiyor.
    Dr. Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi tüzüğüne göre; “kariyerizm gütmek partiden çıkarılma nedeni” idi.
    Bugün, ittifaklar önünde tek duvar; makama-koltuğa köle olmaktır!
    Hadi yıkın artık şu içinizdeki duvarı…

    http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/109-yasinda-745187/

    ***
    2. YAZI

    MİLLİYETÇİLER İLE SOSYALİSTLERİ NE BİRLEŞTİRİYOR?

    [Soner Yalçın / 18 Şubat 2015]

    “Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler…”
    Vatan Partisi böyle bir çağrı yapınca “Cihangir solcuları” ayağa kalktı:
    “Faşistler..!”
    Soğuk Savaş’ın zehirlediği kafalardan başka türlüsü düşünülemez. Bunlar…
    “Türk’üm”diyene ırkçı diyor.
    “Ulusalcıyım” diyene faşist diyor.
    Bu neoliberalizm yetiştirmeleri her yanda var. Öyle ki…
    Dünyadaki gelir dağılımı adaletsizliğini gözler önüne seren “Kapital” adlı kitabın etkisini azaltmak için yazarı Thomas Piketty‘ye “ulusalcısı” dediler. Küreselleşme taraftarları “ulusalcılığı” küçümseme aracı yaptı! Sadece bu olsa…
    Türkiye’de “ulusalcılık” Ergenekon Soruşturması’nın temel sebebi sayıldı! İnsanlar yıllarca Silivri zindanında yatırıldı.
    Oysa:
    Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler bu topraklarda dün iç içeydi.
    Üç kavram da Osmanlı dönemi ürünü.
    Veled Çelebi, Necib Asım, Bursalı Mehmet Tahir, Yusuf Akçura, Sadri Maksudi, Mehmet Emin Resulzade, Ömer Seyfettin bilinmeden Türkçülüğün kökeni anlaşılabilir mi?
    Ziya Gökalp’i Türkçülüğe yönelten Ahmet Vefik Paşa’nın “Lehçe-i Osmani” ya da Mustafa Kemal’i derinden sarsmış Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Hüsnü Paşa’nın yazdığı “Tarih-i Alem” bilinmeden Türkçülük hakkında söz edilebilir mi?
    “Türk Yurdu” ve “Halka Doğru” dergilerinde milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler birlikte çalışmadı mı?
    “Köycü Doktorlar” Dr. Reşit Galip, Dr. Hasan Ferit (Cansever), Dr. Fazıl (Doğan) bilinmeden Türkçüler’in halkçılık kökü anlaşılabilir mi?
    Hepsi…. Avrupa sermayesinin Osmanlı pazarını yok etmesine karşı mücadele vermediler mi? Hanedan‘ın yerini vatan‘ın alması için mücadele vermediler mi?
    Bu nedenle:
    Emperyalizme karşı savaşmak için Müdafa-i Vatan Cemiyeti‘ni kurmaları, Ankara’ya gitmeleri tesadüf mü?
    Dün olduğu gibi….
    Bugün de “Milliyetçiler, halkçılar, sosyalistler“ yan yana geliyor.

    AYRILIK NEDENİ

    Bir araya gelmek hiç kolay değil. Çünkü…
    İkinci Dünya Savaşı ve ardından Soğuk Savaş, milliyetçileri-sosyalistleri karşı karşıya getirdi.
    Önce Almanya ve ardından ABD-NATO, Türkiye’deki düşünsel hayatı “kanlı bıçakla” ikiye böldü. Örneğin…
    Çok yakın arkadaş Sabahattin Ali ile Nihal Atsız‘ın yolları ayrıldı. Görünürdeki neden; Sabahattin Ali’nin yazdığı “İçimizdeki Şeytan” romanıydı! Atsız’a göre “şeytan” dediği milliyetçiler idi. Ardından yazdığı “Dalkavuklar Gecesi” kitabında herkese saldırdı.
    Keza Atsız’ın sınıf arkadaşı Pertev Naili Boratav da “Atsız Mecmuası”ndaki yazılarına son verdi. Hasan Ali Yücel, “Filiz”de yazdığı “Ülkü ve Hayat” makalesine övgüler dizdiği öğrencisi Reha Oğuz Türkkan ile karşı karşıya geldi.
    “Görünmez El” birbirine “yoldaş” diyenleri düşman yaptı. “Gök Börü”, “Çınaraltı” ya da “Akbaba” gibi yayın organlarında birlikte çalışanlar gün geldi, birbirleri hakkında yapmadıkları hakaret kalmadı.
    Kimi ırkçılığa kadar savruldu.
    Kimi istihbarat örgütlerin maşası haline geldi.
    Kimi Washington veya Moskova’nın emir eri oldu.
    Ayrılıklar her kesimin içinde de yaşanmaya başladı.
    Turancı Pantürkçüler ile vatancı Türkçüler bile ayrıldı.
    Herkes birbirine düşman yapıldı.
    Kimine göre, Sovyetler Birliği sayesinde Türkiye sosyalist olacaktı.
    Kimine göre, Almanya ya da ABD sayesinde “Büyük Turan” gerçekleşecekti.
    Kimine göre, Türkiye için en büyük tehlike “komünizm” idi.
    Kimine göre, Türkiye için en büyük tehlike “faşistler” idi.
    Türkiye gerçeklerinden koptular/koparıldılar.
    Soğuk savaş ürünü Gladio‘nun tetikçileri kan dökmeye başladı.
    Ve gün geldi: 12 Eylül 1980 askeri darbesi hepsini cezaevine tıktı. Doğu Perinçek ile Yaşar Okuyan Mamak Cezaevi’nde birbiriyle konuşma olanağı buldu. Ve, Vatan Partisi çatısı altında birleşerek ezberleri bozdular…

    HALKÇILIK BİRLEŞTİRİYOR

    Hadi “Cihangir solcularını” anladık!
    Kendini “milliyetçi” sananlar bu ittifaka niye karşı?
    Milliyetçilik, 1789 Fransız İhtilali’yle dünyaya yayıldı. Türkiye’de her siyasal çevrenin kendi milliyetçilik tanımı olsa da, terminolojik anlamı net: “Ulusal pazarını/piyasanı korumak.”
    Peki…
    Adında “Milliyetçi” kavramı bulunan parti bu güne kadar, ulusal pazarını korumak için ne “Hareket” yaptı?
    Örneğin… Özelleştirme adı altında ülkenin değerleri peşkeş edilirken hiç sesini duydunuz mu?
    Aksine… Hükümet oldukları dönemde; Petrol Ofisi, Zirai Donatım Kurumu, Et- Balık Kurumu, Sek, Petkim, Turban, Seka, Sümer Holding, Kbi, Çantaş, Tungaş, Ankara Halk Ekmek, Öbitaş, Pancar Ekicileri Birliği, Maksan, Man Kamyon, Dosan Konserve, Balıkesir Pamuklu Dokuma, Aydın Tekstil, Güven Sigorta, Türk Otomotiv, Ankara Sigorta, Deniz Nakliyatı TAŞ, Metal Kapak, Ege Et, Tüstaş, Asil Çelik, Köy Tür, Toros Gübre vs. sattılar.
    IMF yasaları adı altında çıkarılan pancar ve tütün kanunlarıyla yüz binlerce köylüyü perişan ettiler. Tarımın yok edilmesine dayanamayan Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp partisinden istifa etmedi mi?
    Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz yolsuzluklara karşı çıktığı için görevinden alınmadı mı? 1960’lardan beri partili olan Sadi Somuncuoğlu ve Abdulhaluk Çay’ı bakanlıktan ve partiden kovarken, ülkeyi 50 milyar dolar zarara uğratan hortumcular neden korundu?
    Kemal Derviş politikalarıyla milliyetçilik nasıl yan yana geldi?
    Hangi anti emperyalist mücadelenin içinde oldular? Soru çok…
    Meselenin özüne bakın; kim milliyetçi, kim sosyalist anlarsınız.
    Halkçı olmayan, ne milliyetçidir ne de sosyalist!
    Bugün… Milliyetçiler ile sosyalistleri halkçılık birleştiriyor.
    Umarım…
    6 Ok‘undan biri halkçılık olan parti; umut ve heyecan dolu bu birlikteliği seyretmekle kalmaz; el uzatır.

    http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/milliyetciler-ile-sosyalistleri-ne-birlestiriyor-746404/

    ***
    3. YAZI

    HALKÇILIK TEMELLİ İTTİFAKIN MİMARI:
    ALİ İHSAN BEY

    [Soner Yalçın / 22 Şubat 2015]

    Türkiye seçime gidiyor. Türkiye ittifakları konuşuyor. İttifak kişiler zemininde olmaz; fikirler temelinde olur. Mustafa Kemal, Lenin’i hiç reddetmedi ama Bolşevik Cephesi’nde yer almayı da kabul etmedi. Mustafa Kemal ittifakı halkçılık temelinde sağladı. Bugün ayakları Türkiye toprağına basan her kişiyi, grubu ve siyasal örgütü etkileyen halkçılık ilkesini, CHP’nin 6 Ok’una koyulmasını sağlayan isimlerden, ‘’Türk Karl Marks’’ Ali İhsan Bey’i tanır mısınız?..

    Ali İhsan Bey…
    Nam-ı diğer; Kör Ali İhsan…
    Ali İhsan İloğlu…
    İstanbul Aksaray’da 1870’te doğdu.
    Harbiye Nezareti mektupçuluğuna yükselmiş olan Mustafa Süreyya Bey’in oğlu.
    Ali İhsan, ilk tahsilini tamamladıktan sonra yine Aksaray’da “Darül Tedris’’ adını taşıyan medreseye devam etti. Burada Doğu ve Arap kültürü üzerinde ihtisasıyla tanınmış olan Hacı İbrahim Efendi’nin öğrencisi oldu. Aynı dönemde Fatih Camii’ne devam ederek İslami bilgisini yoğunlaştırmaya ve Arapça bilgisini çoğaltmaya çalıştı.
    Okumaya meraklıydı fakat gözündeki rahatsızlığı nedeniyle yüksek öğrenim yapamadı.
    1908’de Harbiye Nezareti’nde memur oldu.
    Memurluğa devam ederken elinden kitap düşmedi. “Türk İçtimai Tarihi’’ üzerine çalışmaya başladı. Fakat…
    Sadece okuyup-yazmakla olmayacaktı; 10 arkadaşıyla birlikte o günlerde yeraltı faaliyeti sürdüren İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı.
    (Edebiyatçı) Memduh Şevket (Esendal) ve İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden (‘’Küçük Efendi’’ diye bilinen) Kara Kemal ile yakınlaştı.
    İlk görevi esnafları örgütlemek oldu…

    DEVRİMDEN SONRA

    Ali İhsan Bey Temmuz 1908 Devrimi’nden sonra Harbiye Nezareti’nde “mümeyyizlik’’ gibi önemli görevlere getirildi.
    Bir düşün ve eylem adamıydı. Osmanlı’yı çöküşe götüren nedenlerden biri olan bürokrasi çarklarında kalarak çürüyemezdi. Ayrıca…
    Halkın dertlerini, ihtiyaçlarını anlamaktan uzak Kapıkulu geleneği içindeki memur zihniyetine hınç doluydu.
    Ali İhsan Bey, çöküşü durdurup topluma yeniden dinamizm kazandırmayı amaçlayan ‘’mesleki temsilcilik’’ fikrini ortaya attı.
    Bu, ‘’halkçı’’ bir düşünce hareketiydi.
    İki temel üzerinde yükseliyordu:
    – Yönetimin doğrudan doğruya ve bütünüyle halka devredilmesi.
    – Halkın ekonomik ihtiyaçlarını rehber edinmek.
    Yani:
    Halkçılık; toplumsal gruplar arasında eşitliğin sağlanması ve yasa ile hizmetlerden herkesin eşit olarak yararlanmasıydı.
    Halkçılık; toplumsal uzlaşma/toplumsal dayanışma (tesanütçülük/solidarizm) demekti.
    Amaç, ‘’halk devleti’’ kurmaktı…

    LİBERALLER İSTEMİYOR

    İttihat ve Terakki, ‘’milli burjuvazi’’ oluşturma gayesiyle 1909’da Esnaf Odaları (Cemiyetleri) kurdu. Bu oluşumda Ali İhsan Bey, Memduh Şevket Bey ve Kara Kemal Bey etkin rol oynadı.
    Esnaf Odaları Mümessilliği’ne Memduh Şevdet (Esendal) getirildi.
    Ülke ekonomisini millileştirmek için yerli sermayeye dayanan şirketlerin kurulmasını sağladılar. Bunun sonucu sadece İstanbul’da 51 esnaf cemiyeti kurdular…
    İttihat Terakki’yi ittifaklar meydana getiriyordu.
    Maliye Nazırı Cavit Bey ve grubunun liberal ekonomi anlayışını savunmasına karşılık, ‘’mesleki temsilciler’’ himayeciydi.
    Sonuçta Ali İhsan Bey, Memduh Şevket Bey gibi isimler, ‘’İttihatçı liberaller’’ tarafından istenmedikleri için merkezden uzaklaştırıldı.
    Ali İhsan Bey, 1912-1915 yılları arasında İttihat ve Terakki Fırkası’nın Diyarbakır ve Halep müfettişliğinde bulundu.
    Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışından sonra 1915’te İstanbul’a geldi. Aynı yıl Kara Kemal başkanlığında kurulan “İstanbul Heyeti Merkeziyesi’’ne Memduh Şevket (Esendal) ile birlikte seçildi ve kendini iaşe/beslenme işleri içinde buldu. Daha sonra Kara Kemal nazırlığında, (Harbiye Nezareti’nden ayrılan) İaşe Nezareti’nde çalışmaya başladı.
    Bu arada ‘’mesleki temsilciler’’, ‘’İktisadiyat Mecmuası’’ ve ‘’Yeni Mecmua’’da milli iktisat politikasını yazmayı sürdürdüler.
    Aralarında farklılıklar olsa da Ali İhsan Bey gibi, Ziya Gökalp’ler Yusuf Akçura’lar iktisadi milli uyanıştan bahsediyordu.
    Bu nedenledir ki…
    İttihatçılar, kapitülasyonları kaldırdı.
    Ne yazık ki Osmanlı savaşta yenildi.
    Kazanan kapitülasyon taraftarları oldu.
    Ali İhsan Bey Ankara yollarına düştü…

    POLİTİKACILARA GÜVENMİYOR

    Ali İhsan Bey 1920’de Ankara’ya gitti.
    Yeni bir toplumsal düzenin/devletin doğmakta olduğunu görüyordu ve katkıda bulunmak istiyordu. (O yıllarda kardeşi Asım Süreyya (İloğlu), Mustafa Kemal ile Talat Paşa arasındaki mektuplaşmaların kuryesiydi.)
    Ali İhsan Bey, yıllardır üzerinde çalıştığı temelde ‘’halkçılık’’ düşüncesine dayanan ‘’mesleki temsilcilik’’ programını Ankara’ya sundu.
    Bu halkçılık programı, ilk Meclis’e sunulan 4 programdan biri oldu.
    Mebusların bölgelere göre değil, sosyo-ekonomik yapıyı şekillendiren mesleklerin temsilini esas alan bir seçim sistemi talep etti.
    Ayrıca… Biri demokratik seçimlerle oluşan, öteki toplumsal ve ekonomik meslek temsilcilerinden kurulu iki meclisli sistem önerdi.
    Bu taleplerinin altında yatan gerçek şuydu:
    Ali İhsan Bey, parlamenter rejim veya çok partili demokrasiye şiddetle karşıydı. Ona göre, söz konusu rejim, politikacılığı kendine meslek edinmiş bir avuç azınlığın -sözde millet adına- yönetimi ele geçirmesi, kişi ve parti ihtiraslarının tatminine zemin hazırlaması sebebiyle, gerçek bir halk idaresi olmaktan çok uzaktı. Var olan sistem, halk iradesinin tam ve eşit bir biçimde yönetime yansımasına imkan vermezdi!
    Osmanlı bürokrasisini yakından bildiği için merkeziyetçi bir devlet anlayışını da reddediyordu.
    Ali İhsan Bey’in halkçı programı dahilinde köylüler ve çobanlar, tüccarlar, denizciler, madenciler, ırgatlar, serbest meslekler, sanatkarlar, memurlar ve askerler olmak üzere toplamda dokuz meslek grubu oluşturuldu…
    Fakat, o dönemde Ankara kaynıyordu; emperyalizme ve kapitalizme karşı olmakta, halk egemenliğini kabul etmekte bir sorun yoktu.
    Ancak Ankara’da iktidar savaşı vardı.

    YEŞİL ORDU

    Mustafa Kemal iktidarını vermeye hiç razı değildi.
    Kuşkusuz “hakimiyet-i milliye esasına müstenid halk hükümeti’’ni kabul ediyordu.
    Ama… Ali İhsan Bey’in sunduğu ‘’mesleki temsil’’ teklifine mesafeliydi.
    Çünkü…
    Ali İhsan Bey’in, İslami-sosyalist Yeşil Ordu’nun meclisteki grubu ‘’halk zümresi’’ mebuslarını etkilediğini biliyordu. Keza…
    ‘’Yenigün’’ ve ‘’Ögüt’’ gibi gazeteler yazılarıyla Ali İhsan Bey’i destekliyordu.
    Mustafa Kemal, tüm ekipleri ‘’halkçılık’’ ilkesi etrafında birleştirmek için Ali İhsan Bey’in ‘’mesleki temsil’’ programını destekledi.
    Halk egemenliğine dayalı 31 maddelik halkçılık yasa tasarısını 13 Eylül 1920’de Meclis gündemine -biraz yumuşatarak- bizzat kendi getirdi. Kabul
    edildi:
    ‘’Millet Meclisi hükümeti hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegane ve mukaddes gaye bildiği halkı emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetin hakiki sahibi kılmakla gayesine ulaşacağı inancındadır.’’
    Ve, 20 Ocak 1921’de halkçılık programı Türkiye’nin ilk Anayasası’na kondu.
    Milli Mücadele döneminde benimsenen halkçılık, ulus-devlet kuruculuğunu amaçlıyordu. Buna en büyük katkıyı yapanlardan biri olan, Ali İhsan Bey çok mutluydu.
    Nasıl mutlu olmasın, tüm mücadelesi gerçek bir ‘’halk idaresi’’ tesis etmekle geçmişti.
    Sevinci uzun sürmeyecekti…

    TÜRK KARL MARKS

    Cumhuriyet gazetesinin babası; Yeni Gün gazetesidir.
    Yunus Nadi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra meslektaşı Velid Ebuzziya ile anlaşmazlığa düşünce Tasvir-i Efkar gazetesinden ayrıldı. 1918’de Yeni Gün gazetesini kurdu.
    Anadolu’daki milli mücadele hareketini destekleyen Yeni Gün, İstanbul’un işgalinden bir gün sonra İngilizler tarafından kapatıldı.
    Yunus Nadi Anadolu’ya geçti. ‘’Anadolu’da Yeni Gün’’ gazetesini çıkardı.
    Aynı zamanda, 18 Ekim 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle kurulan (resmi) Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Yeni Gün gazetesi, (resmi) Türkiye Komünist Fırkası’nın yayın organı olarak yayımlandı.
    Yeni Gün gazetesinde 12 Ekim-1 Kasım 1920 tarihleri arasında Ali İhsan Bey’in hazırladığı ‘’mesleki temsil programı’’ yayınlandı.
    Gazete, Ali İhsan Bey’in programını tanıtırken “Türk Karl Marks’’ı ifadesini kullandı.
    Sadece Yeni Gün değildi bu benzetmeyi yapan…
    Bir diğeri; Hakimiyet-i Milliye gazetesi idi.
    Kurtuluş Savaşı sırasında başkanlığını Mustafa Kemal’in yaptığı Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin 10 Ocak 1920 tarihinde yayın hayatına başlattığı bu gazetenin başyazarı Muhittin Birgen idi.
    Muhittin Birgen şöyle yazdı:
    ‘’Karl Marks, dünya tarihi üzerinde ne yapmışsa, Ali İhsan Bey de Osmanlı tarihi üzerinde aynı şeyi yapmıştır. Denebilir ki, bütün dünya hayatını okurken Marks nasıl bir gözlük kullanmışsa, Ali İhsan Bey de Osmanlı Türk’ünün hayatını okurken aynı gözlüğü kullanmıştır. Marks, tarihi okuyarak istikbali haber vermişti. Ali İhsan Bey de, Osmanlı tarihini okuyarak, Anadolu’nun istikbalini keşfe çalışmıştır…’’
    Yunus Nadi, Muhittin Birgen ve Ali İhsan Bey Ankara’nın ‘’sol kanat’’a mensup isimleridir. ‘’Kapitalistleşme süreci’’ne giren Osmanlı’nın küçük girişimcileri yok ederek çöktüğünün şahidi olmuşlardı.
    Bu nedenle, toplumcuydular-devletçiydiler.
    Abidin Nesimi’ye göre, mesleki temsilcilik, ‘’lonca sosyalizmi’’ idi.
    Mehmet Emin Yurdakul’un, “Halk Hükümeti ve Halkçılık’’ adlı risalesinde dediği gibiydiler: “Artık padişah yok, millet var; saray yok, vatan var; keyif yok, kanun var; zulüm yok-esaret yok, hak ve hürriyet var.’’
    Bu arada…
    Tüm halkçıların hemfikir olduğunu düşünmeyiniz; örneğin Ziya Gökalp’in ‘’mesleki temsilciliğe’’ yaklaşımı ile Ali İhsan Bey’in yaklaşımı arasında temelde önemli bir fark vardı: Gökalp ‘’mistik’’; Ali İhsan Bey ise ‘’materyalist’’ idi!
    Bu nedenle Ziya Gökalp, Ali İhsan Bey’i zamansız ve yersiz fikirlerin savunucusu olarak hep eleştirdi. Ali İhsan Bey’in kara çarşafa karşı çıkması nedeniyle onun körlüğü ile alay eden bir taşlama yazdı. Neyse…
    Sonuçta… Halkçılık ilkesi bir partiyle özdeşleşti:
    Tarih: 9 Eylül 1923.
    Cumhuriyet Halk Partisi resmen kuruldu…

    Ali İhsan Bey’in yaşamı ise üç yıl sonra 14 Haziran 1926’da tamamen değişti.
    İzmir’de Mustafa Kemal’e suikast düzenlemek iddiasıyla tutuklanan eski İttihatçılar ile birlikte cezaevine atıldı.
    Suçu, yakalanacağını anlayınca intihar eden Kara Kemal ile irtibatlı olmasıydı.
    Yargılandı… Beraat etti.
    Bu davadan sonra siyasetten uzak durdu.
    Ali İhsan Bey kabuğuna çekilip ticaretle uğraşırken, CHP 1927’deki kongresinde, Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik ve Halkçılık ilkelerini benimsedi. (1931’deki kongrede ise Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri eklenerek 6 Ok oluşturuldu ve partinin amblemi yapıldı.)
    Ve…
    Yıl 1940…
    Ömrünü halkçılık ilkesine atayan Ali İhsan Bey…
    Nam-ı diğer Kör Ali İhsan…
    İstanbul Bakırköy’de sessizce hayata veda etti.

    http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/soner-yalcin/halkcilik-temelli-ittifakin-mimari-ali-ihsan-bey-750763/

    ***
    4. YAZI

    SONER YAÇIN’A CEVABIMDIR

    [Halit Kakınç / 18 Şubat 2015]

    Sevgili Soner, Vatan Partisi’ni kastederek “Kendini “milliyetçi” sananlar bu ittifaka niye karşı?” diye sordu.

    Milliyetçi demeyelim de, “Millî”-Solcu Sultangaliyev ekolünden bir insan olarak, izninizle ben cevap vermek isterim.

    Her şeyden önce Cihangir Solcusu filan değilim.

    Cevaba üç açıdan yaklaşmalıyız: 1- Milliyetçilik… 2- Solculuk, Kemalizm ve CHP… 3- Doğu Perinçek.

    Milliyetçilik, Türkiye’ye hâlâ yabancı ve yapay bir kavramdır. Ziya Gökalp ile başlatılan Türkçülük, tamamen TC’ye adapte edilmiş bir yeni rejimin yönlendirici bir söyleminden ibarettir. Fransız Yahudisi Leon Cahun’un Gök Bayrak adlı eserinden ilham alarak uyarlanmış gibidir.

    Nihal Atsız, romantik bir ütopisttir. Realizmden kopuk bir serüven hayal etmektedir.

    MHP’ye gelince… 1969 Adana Kongresi ile birlikte, Merkez Sağ’ın koltuk değneği olmaya seçmiştir. Muzaffer Özdağ ve Rıfat Baykal’ın CHP’nin yanlışlarını düzeltme ideali, Tanrı Dağı’na Hira Dağı’nı ilave eden bir sentezcilikle budanmıştır Alpaslan Türkeş tarafından.

    Sıraladığın isimler arasında, hepsinden tutarlı bir Yusuf Akçura niye yok, anlayamadım.

    Gerçek solculuk ise doğru dürüst başlayabilme fırsatı bulamadan, Mustafa Suphi ile birlikte son bulmuştur Türkiye’de…

    Sonraki dönemler, Moskova’nın ne ölçüde borazancılığının yapılabileceği… Mao taklit edilebilir mi diye heveslenildiği… Avrokomünizm özentileri ile geçmiştir.

    Kemalizm’i sol bir ideoloji olarak öngörmek de gülünç bir çaba olagelmiştir her dönemde. Mustafa Kemal, başlı başına bir liderdir. Pragmatisttir. Sol ile herhangi bir ilgisi yoktur.

    Buradaki, Doğu Perinçek figürü ise çok önemlidir.

    Türkiye’de Sol’u en iyi bilenlerden birisidir Perinçek. Ama nasıl bir Sol’u?.. Hangi Sol’u?..

    Kimi zaman koyu mu koyu bir Maocu olmuştur. Kimi zaman Atatürkçü… Kimi zaman da, Ermeni konusunda inanılması zor derecede fanatik bir milliyetçi…

    Yıllar önce Çin’e gittiğimde (Pekin, Şanghay, Urumçi, Kaşgar) ‘Türkiye’de hâlâ Maocular var’ deyince, Çinli muhataplarım kahkahalar atarak şaka yaptığımı sanmışlardı.

    Sevgili Soner…

    Bu ittifaka kimse karşı değil… Olamaz.

    Ama inandırıcı değil.

    http://odatv.com/n.php?n=soner-yalcina-cevabimdir-1802151200

    ***
    5. YAZI

    BİR YANITTA BENDEN HALİT KAKINÇ’A

    [Ümit Zileli / 20 Şubat 2015]

    Halit Kakınç’ı çok uzun zamandır tanırım…

    Yıllardır görüşemiyoruz ama, tanımanın ötesinde, saydığım, değer verdiğim bir insandır. Kendi deyişiyle, “Milli” solcu Sultangaliyev’i, unutulmuşluğun karanlık dehlizlerinden çıkarıp, Türk halkına tanıtan çok önemli, değerli bir aydındır aynı zamanda… Tabii aynı konuda sevgili Atilla İlhan’ın büyük çabalarını da anmadan geçmek haksızlık olur…

    Soner Yalçın’ın, aslında yalnızca kendini “milliyetçi “ sananlar değil, “Cihangir solcuları” sıfatını yakıştırdığı, “vatansız solcu eskileri” ve “neo liberal” iktidar kuyrukçularını da katarak yazdığı yazısına karşı verdiği “yanıtı” okuyunca hayretler içinde kaldığımı , hatta “acaba bir başka Halit Kakınç daha mı var?” diye düşündüğümü de itiraf etmeliyim!..

    Umutsuzluk içinde ne yapacağını şaşırmış, öfke ve üzüntüden delirmiş milyonlarca insana, bir “umut kapısı” aralamış, “devrimcileri, halkçıları, millicileri” bir çatı altında birleştirmeye soyunmuş ve dışarıda kalanlara da el uzatmış “Vatan ittifakına” böylesine bir karşı çıkış, dilim varmıyor ama adeta nefret nereden kaynaklanıyor onu da anlamadım…

    Üstelik, Kakınç kusura bakmasın ama, bu “öfke-nefret” karışımı duygularla yazdığı yanıtı fazlasıyla “çalakalem” olmuş!.. Bu kadar yanlış, bu denli tahrifat, bu ölçüde bilgi eksikliği edebiyatçı kişiliğine de hiç yakışmamış…

    -Ehh, böyle olunca da bu “çalakalem” yanıt, yanıtı hakketmiş!..

    Halit Kakınç, Soner’e verdiği yanıta üç açıdan yaklaştığını söylüyor:

    1- Milliyetçilik… 2- Solculuk, Kemalizm ve CHP… 3- Doğu Perinçek…

    Ben de aynı metodolojiyi kullanıp, tek tek yanıtlamak istiyorum…

    1- Milliyetçilik konusunda yazdıklarına genel hatlarıyla katılıyorum. Özellikle 2. Dünya savaşıyla birlikte başlayan “kafatasçı milliyetçilik” akımı, Kakınç’ın işaret ettiği gibi Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin, Milliyetçi Hareket Partisine dönüşmesiyle birlikte hızla Türk-İslam sentezine doğru evrilmiş, romantik ütopist diye nitelediği Nihal Atsız ve arkadaşları partiden kopmuş ve bildiğimiz süreç 1970’lerin başlarından itibaren işlemiştir… Bu arada Kakınç, yanıt verdiği yazıyı tam okuyamamış olsa gerek, çünkü Soner, başka isimlerin yanı sıra Yusuf Akçura’yı da sayarak “bunlar okunmadan Türkçülük anlaşılamaz” diyor, bilgisine…

    2- Kakınç’ın, yalnızca bir buçuk satıra sığdırdığı “gerçek solculuk ise doğru dürüst başlayabilme fırsatı bulamadan, Mustafa Suphi ile birlikte son bulmuştur Türkiye’de” cümlesi beni gerçekten dehşete düşürdü… Bırakın her türlü tartışmayı bir tarafa, Şefik Hüsnüleri, dr. Hikmet kıvılcımlıları, Reşat Fuat Baranerleri, Zeki Baştımarları, Nazım Hikmetleri, Mihri Bellileri, Behice Boranları, Mehmet Ali Aybarları, Deniz Gezmişleri, Mahir Çayanları, Sinan Cemgilleri, adını buraya sığdıramayacağım hapishanelerde, işkencelerde yaşamlarını tüketen, o vatanı için kendini feda eden “eski tüfekleri” nereye koyacağız?.

    Kakınç, bir konuda haklı, elbette “Moskova’nın ne ölçüde borazancılığının yapılabileceği, Mao taklit edilebilir mi diye heveslenildiği, Avrokomünizm çığırtkanlığının meydanları sardığı” bir dönem olmuştur. Sovyetler’den, Çin’den, Avrupa’dan esen rüzgarlardan etkilenilmiştir doğal olarak… Hele ki, uzun yıllar, “Sosyalizm” demenin bile demir yumrukla ezildiği bir ülkede… Tam bu noktada, “Peki, ne olmalıydı” sorusuna yanıt nerede o halde?. Bu ülkede kıyasıya yaşanan “Milli Demokratik Devrim”, “Milli Sol” tartışmalarına, savunularına ne diyor Kakınç?. Solu, sosyalizmi, bu uğurda yaşamını hiçe sayanları bu kadar kolay, bu denli “ucuz” bir mantıkla silip atarsanız, “anti-emperyalizm yabancı düşmanlığıdır” diyebilecek denli ucuzlayan vatansız solcu eskilerinden ne farkınız kalır?..

    Gelelim, Kemalizm ve Mustafa Kemal’e…

    Kakınç, “Kemalizm’i sol bir ideoloji olarak öngörmek de gülünç bir çaba olagelmiştir her dönemde” diyor. Önce sormak lazım, Kemalizm nedir?. Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okudur her şeyden önce!.. Altı ok nedir?.. Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Laiklik, Devrimcilik, Halkçılık, Devletçilik… Kakınç, şayet bu ilkelerin nereden geldiğine zahmet edip baksa, bunların ilk üçünün Fransız Devrimi’nden, diğer üçünün ise Sovyet Devrimi’nden esinlenerek oluşturulmuş, yeni, çağdaş Türkiye’nin temel taşları olduğunu kolayca kavrayabilirdi… Bu ilkelere bakarak, Kemalizm’e ne sıfat takarsanız, Kemalizm odur!.. Haa, unutmadan, belki çok klişe olacak ama Türk devrimcilerine, Kuvayı Millicilere “Kemalist” ismi, kendileri tarafından değil, daha Kurtuluş savaşı sürecinde Avrupalılar tarafından yakıştırılmıştır…

    Pekii, bu ilkelerin önderi, tasarımcısı, uygulayıcısı kimdir?. Elbette Mustafa Kemal!. Kakınç, maalesef son derece sığ bir bakış açısıyla ve 1970’lerin üçüncü, beşinci sınıf solcu artıklarının ağzıyla, “Mustafa Kemal, başlı başına bir liderdir. Pragmatisttir. Sol ile herhangi bir ilgisi yoktur” hükmünü de yapıştırıyor. Ama çok yanılıyor! Şayet 1920’lerin dünyası gözüyle söylüyorsa, evet Mustafa Kemal, Sovyet tipi bir solcu, bir sosyalist değildir. Ancak çağının büyük devrimcisi, büyük bir jakoben, büyük bir aydınlanmacıdır. Soruyorum: örneğin saygıyla andığımız Mustafa Suphi, Mustafa Kemalin yerinde olsaydı, onun başardığı devrimlerin ne kadarını, ne ölçüde başarabilirdi?. Hangi isim, Mustafa Kemal’in gözünü kıpmadan, üstelik başta en yakın arkadaşlarının engellemesine rağmen Kurtuluş- Kuruluş- Aydınlanma devrimi üçlemesini böylesine kesintisiz akıl almaz bir başarıyla hayata geçirebilirdi?.

    -İşte böylesine büyük bir devrimciye “başlı başına lider”, “pragmatist”, “solcu” sıfatları çok ama çok az gelir!..

    Burada asıl özeleştiri yapması gerekenler, Mustafa Kemal’i bir türlü anlayamayan, küçümseme, yok sayma cüretinde bulunan bir takım solcular, sosyalistlerdir. Eğer zamanında biraz öngörülü olmayı becerebilseler, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın içinde yer alır, Mustafa Kemal’i desteklerler, partiyi sağcılara, toprak ağalarına, liberallere terk etmezler, o büyük devrimciyi yalnız bırakmazlardı. En büyük devrimlere imza atan büyük devrimci, toprak reformunu çıkaramamanın acısıyla hayata göz yummaz, ölümünden sonra aydınlanma devrimi durağanlaşmayabilir, memleket sağcıların tam egemenliğine girmeyebilirdi…

    -Solcuların, sosyalistlerin, komünistlerin Mustafa Kemal Atatürk’e, çok ama çok ağır bir özür borcu vardır!..

    3- Son madde Doğu Perinçek’le ilgili…

    Kakınç, “Kimi zaman koyu mu koyu bir Maocu olmuştur, Kimi zaman Atatürkçü” diyor. Evet, Perinçek 1960’ların sonlarından, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi zamanlarından itibaren Çin ve Mao yanlısı bir siyaset izlemiş, bu uğurda yıllarca hapislerde yatmış bir liderdir. 1990’ların ikinci yarısından itibaren ise giderek Mustafa Kemal çizgisine oturan bir partinin önderidir. Kakınç bunun neresini garipsiyor, hangi yönüyle alay ediyor anlayamadım? Perinçek, 12 Eylül Karşıdevrimi sonrasında partisiyle birlikte ayakta kalan tek sosyalist liderdir, bunun anlamının farkında mı, bilemiyorum. Bir liderin, bir entelektüelin, bir devrimcinin 40 yılı aşkın bir süreçte üzerine sıkıca bastığı “sol” temeli asla değiştirmeden büyük devrimci Mustafa Kemal çizgisini, üstelik parti kadroları ile birlikte benimsenmesi mi rahatsız ediyor Kakınç’ı hiç anlayamadım?.

    Seversiniz, sevmezsiniz, namusunu, özverisini, devrimci karakterini, halkı için dört nesille birlikte hapishane hücrelerinde yatarak ispat etmiş bir lidere karşı yapılacak en büyük haksızlığa, vicdansızlığa imza atıyor Kakınç, ne yazık ki… O lider ki, ülkenin savrulduğu vahim durum karşısında, birliği sağlamak adına partisinin kapısını açıyor, adını değiştiriyor, “vatan için devrimciler, halkçılar, milliyetçiler birleşsin” diyor, daha ne desin?..

    Beni asıl dehşete düşüren, hayal kırıklığına uğratan ise Halit Kakınç’ın, yukarıdaki “kimi zaman” diye başlayan cümlesine eklediği şu satırlar oldu:

    – Kimi zaman da, Ermeni konusunda inanılması zor derecede fanatik bir milliyetçi…

    Bu satırları Taner akçam, Halil Berktay gibi Ermeni diasporasının kuyruğuna “duygusal!” biçimde yapışmış fırdöndü tipler yazsa anlarım, ama “Milli” solcu Sultangaliyev ekolünden olmakla övünen bir aydının bu satırlarını anlamaktan yoksunum, kusura bakmasın…

    Son olarak; Kakınç, yanıtının sonunda adeta bütün yazdıklarını yadsıyarak aynen şunları söylüyor:

    – Bu ittifaka kimse karşı değil… Olamaz… Ama inandırıcı değil…

    Acıklı bir durum tabii… Üstelik hiç inandırıcı da değil… Sağa, sola, Mustafa Kemal’e, ittifaka tüm “hıncını” kustuktan sonra, son satırlar pek bi sırıtmış… Ama olsun, “Vatan ittifakı” güç birliğinin, cumhuriyetçileri, devrimcileri, yurtsever solcuları, millici güçleri bir araya getirme görevinin yanı sıra, yaşamsal bir işlevi, “turnusol kağıdı” olma, kimin “ne olduğunu” ortaya koyma görevini de yerine getiriyor. Her fırsatta söylediğimiz gibi, olacak o kadar artık:

    – Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır…

    http://www.odatv.com/n.php?n=bir-yanit-da-benden-halit-kakinca…-2002151200

    ***
    6. YAZI

    ÜMİT ZİLELİ’YE CEVAP:
    DOSTUN ATTIĞI TAŞ BAŞ YARMAZ

    [Halit Kakınç / 21 Şubat 2015]

    Dost’un attığı taş baş yarmaz yarmasına da, Tevfik Fikret’in Rubâb’ın Cevabı’ndaki ifadesi gibi:

    “İnlerken, artık inlememek, hem de en cesûr

    En gür sesimle inlememek bir günâh olur…”

    Sevgili Ümit, “Arslan postunda – Gönül dostunda!” demeliydim aslında sana. Yani, her şey kendi yerinde olduğu zaman değer kazanır… Değer hükümlerini bilmem ama, inan bana çok ama çok farklı yerlerdeyiz.

    Ne kazanır ne kazanmaz bilmem ama, dost acı söyler Ümit… Şu an bulunduğun yer, elbette senin seçimindir… Ne var ki, sana kattığı değer konusu bayağı tartışılır.

    Ümit Kardeşim… İnan, başka bir Halit Kakınç yok… Vatan İttifakı dediğin oluşuma öfke veya nefretim de söz konusu olamaz.

    Bağışla beni; bana verdiğin cevap, çalakalem değil – korkarım güdümlü izlenimi veriyor.

    İzninle eleştirilerini, adım adım cevaplandırmaya çalışayım:

    1. Soner’e sorum “Yusuf Akçura’yı zikrederken, Üç Tarzı Siyaset’e neden ayrıntıları ile daha geniş girmedin?” anlamındaydı.

    2. Şefik Hüsnü, Moskova’nın görevlendirilmiş memuruydu… Daha sonra sıraladığın bütün isimler, eski tüfekler ise – elbette idealist, fakat o kaos içinde bir yere varamadan beyhude yere, senin deyiminle yaşamlarını tüketmiş insanlardı.

    3. Kimseleri silip atmıyorum, Sevgili Ümit… Sadece yerli yerine oturtmaya çalışıyorum… Vatansız Solcu Eskileri göndermesini nereden buldun, anlayamıyorum. Tutarsız ve incitici…

    4. Mustafa Kemal-Mustafa Suphi polemiğine heveslenmen, beni dehşete düşürdü… Pragmatist ve Jakoben sözcüklerinin anlamlarını bilmeden kullanman da bayağı üzdü.

    5. Doğu Perinçek konusuna hiç mi hiç girmek istemiyorum… Bildiğim kadarı ile kendisi, kendisine yapılmış-yapılan ve yapılacak olan eleştirilere, senin gibi nevzuhur-yeni yetme taraftarlarına kıyasla, çok daha açık bir insandır. Ayrıca, bu üçüncü bir şahsa yönelik eleştirilerim seni niye bu kadar çok rahatsız etti, anlamakta güçlük çektim.

    6. Ümitçiğim, bu arada Doğu Perinçek ile Mustafa Kemal’i bir potada birleştirme çaban, aklıma hoş bir aktarım getirdi: “Derler ki Hıristiyan bir çömlekçi, Müslüman olmuş… Yeni adını da Ali seçmiş… Ancak, yaşadığı yörede adı ‘Gâvurun Ali’ kalmış…”

    7. Ermeni konusunu bu şekilde anlaman, tek kelime ile ayıp ve hüzün verici.

    Hınç… Turnusol kâğıdı gibi göndermelerle, korkarım yazının sonlarına doğru biraz kontrolden çıkmışsın.

    Sevgili Dostum…

    Dostun attığı taş, baş yarmaz, yarmaz ama…

    Unutulmaz.

    http://odatv.com/n.php?n=umit-zileliye-cevap-dostun-attigi-tas-bas-yarmaz-2102151200

    ***
    7. YAZI

    HALİT KAKINÇ KEŞKE BÖYLE BİR “YANIT” YAZMASAYDI

    [Ümit Zileli / 22 Şubat 2015]

    Halit Kakınç, Milliyetçilik, Solculuk, Kemalizm, Mustafa Kemal ve “Vatan İttifakı” üzerine yazdığı eleştiri üzerine kaleme aldığım “yanıt” yazısına yanıt vermiş…

    -Keşke bu şekilde vermeseymiş!..

    Üzülerek söylemeliyim ki; “çalakalem” yazılar serisine, ne yazık ki yerlerde sürünen bir örnek daha eklemiş… Üstelik bu kez, bilgi eksikliğinin, buna bağlı olarak yaptığı tahrifat ve yanlışların üzerine, bir de yerli yersiz suçlamalar, anlamsız hakaretler serpiştirmeye çalışınca, kusura bakmasın ama verdiği “yanıt” acınası şekilde irtifa kaybetmiş!..

    Kakınç’a, geçen sefer yaptığım gibi, aynı metodolojiyi kullanarak yanıt vereceğim. Yaptığı yanlışları, niçin çok ama çok farklı yerlerde olduğumuzu, bir aydının hatalar yapabileceğini ancak bir uçtan diğerine savrulmaması gerektiğini bir kez daha maddeler halinde ve son kez anlatacağım…

    -Sonra da bu dosyayı kapatacağım…

    Kakınç, aslına bakılırsa benim yazdığım eleştirilere yanıt vermek yerine, içinden geçen ya da olması gerekenleri yazmış…

    Örneğin, daha “yanıtının” başlangıcında, durup dururken, “her şey kendi yerinde olduğu zaman değer kazanır” dedikten sonra, şu satırları karalıyor:

    -Değer hükümlerini bilmem ama, inan bana çok ama çok farklı yerlerdeyiz… Şu an bulunduğun yer, elbette senin seçimindir… Ne var ki, sana kattığı değer konusu bayağı tartışılır…

    Fikirler üzerinde tartıştığımı sandığım bir “eski dost”, çok farklı yerlerde bulunduğumuzu altını çizerek vurguluyor ve bana kattığı değeri sorguluyorsa, elbette alacağı yanıtı hakkediyor demektir… Kakınç, çok farklı yerlerde olduğumuz konusunda sonuna dek haklı; arşivler ortada, geçmişimiz herhangi bir başkasına göre olabildiğince berrak… Yaşamım boyunca, ne olursa olsun bir “Düz Çizgi” üzerinde, sağa sola yalpalamadan yürüdüm. Örneğin, bir taraftan “milli solcu” makaleleri döktürüp, diğer yandan “iyi tarikat güzellemeleri” yaparak, ülkeye olabilecek en büyük kötülükleri yapmış cemaat liderlerine övgüler düzmedim:

    “… Türk toplumunun inanç değerlerini yerli yerine oturtarak sunacak insanlarımız var. Yaşar Nuri Öztürk ve böyle düşünen bir çok insan, Türk Aydınlanma Çağı’nın öncü isimleri. Daha da öteye gidiyor, bir Fethullah Gülen’in bile, Fazilet ile aynı potaya konmasının ve devre dışı bırakılmasının, genel akış için yararlı olmadığını iddia etme yürekliliğini gösteriyorum…(29.Ocak.2000 Star gazetesi)”

    Ben, örneğin, Doğu ve Güneydoğu’da “terörün çaresi” olarak Nurculuğun, Said-i Nursi’nin Nur Risaleleri’nin ilaç olduğunu da hiç bir zaman düşünmedim, düşünemedim:

    “Doğu ve Güneydoğu’da, Nurculuk etkin bir tarikattı. Çünkü, fikir babası Said’i Nursi Kürt kökenli idi. Nurcular, bir evde bir araya gelir, Nur Risaleleri kitaplarını okurlardı… Devlet, her bölgedeki koşulları ayrı ayrı değerlendirerek buna uygun poltikalar geliştireceğine, her yeri ve hepsini aynı sepete koydu. Hasssas bölgelerde yaygın olan Nurculuğu bitirdi… (12.Kasım.2008 Akşam Gazetesi)”

    Böyle bir yazı yazmak asla aklıma gelmeyeceği için, Nurcu kalemlerden “aferin” de almadım doğal olarak:

    “Said Nursi’nin veciz daha başka sözlerini de nakleden Halit Kakınç, netice itibariyle Nurcuların ve okudukları Nur Risalelerinin anarşi gibi, teröre karşı da çok büyük bir tesir gücüne sahip olduğunu ve bu manevi gönüllü hizmetin bilhassa Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde canlandırılması gerektiğini dolambaçsız bir ifade ile nazara veriyor. Tebrikler sayın Kakınç. M. Latif Salihoğlu 13. Kasım. 2008 Yeni Asya Gazetesi)”

    Doğu ve Güneydoğu’da 1990’larda PKK’ya karşı Devletin desteklediği Hizbullah’ın, boğazladığı yüzlerce, binlerce insanı, elleri ayakları domuz bağı ile bağlanıp, diri diri gömülen kadınların, erkeklerin videolarını anımsayınca, Kakınç’ın Nurculara övgüler düzdüğü 2008’de yüzlerce yurtseverin Fethullahçı tertiple “Ergenekon”, “Balyoz” kumpaslarıyla Silivri zindanına tıkıldığını düşününce acı acı gülümsedim, o kadar!..

    Kakınç ile çok ama çok farklı yerlerde bulunduğumuz kesin… Devam edelim; Kakınç, anladığım kadarıyla “çalakalem” yazdığı “yanıt” ta düşüncelerime pek öfkelendiği için benim verdiğim yanıtı “güdümlü” ilan ediyor… 30 küsur senelik gazetecilik yaşantımda akıl almaz saldırılara uğradım ama “güdümlü” sözcüğüyle ilk kez karşılaşıyorum. Affınıza sığınarak bir kez daha arşivlere atıfta bulunmak istiyorum, bir gazetecinin, bir yazarın “kim olduğunu”, “ne olduğunu”, “nereden gelip, nereye gittiğini” en doğru, en yadsınmayacak şekilde yazıları, kitapları anlatır doğal olarak…

    Örneğin, benim için bugüne dek hiç kimse, “şunun desteklediği bir yazar, “bunun teşvik ettiği bir yazar” gibi yakıştırmalarda bulunamadı. Hele ki, yazdığım bir kitap ya da yazıyla ilgili “baştan aşağı yalan” deme cüretini hiç gösteremedi:

    “İşadamı ishak Alaton’un teşvik ettiği Halit Kakınç adlı bir yazar, ‘İkinci Dünya Savaşı yıllarında 769 Avrupalı Yahudi’yi İstanbul açıklarına getiren Struma adlı geminin” öyküsünü yazdı. Bu kitapta o yıllarda Türkiye’yi yönetenlerin Hitler gibi düşünüp 769 Musevi’yi ölüme gönderdikleri hikaye ediliyordu. Yazılanların baştan aşağı yalan olduğu belgelendi. Musevi Türk işadamı İshak Alaton da; “1942’de Türkiye’yi yöneten katiller” ifadesini kullanmıştı. Vicdanlı bir Türkiye Musevi’si işadamı olan Doğan Kasadoğlu, İshak Alaton hakkında “Türk milleti aleyhine kullandığı sözlerle kamu barışının bozulmasına sebep olduğu” gerekçesiyle tazminat davası açtı. (Vicdanlı Musevi- Necati Doğru- Sözcü Gazetesi)”

    -Kakınç, “güdümlü” sözcüğünün anlamını pek anlamamış olsa gerek…

    Kakınç, yanıtının devam eden bölümünde, maalesef “vicdanları kanatan” bir tanımlamada da bulunuyor. Şefik Hüsnü için, “Moskova’nın memuruydu” diyor. Soner Yalçın’a, “Yusuf Akçura’yı zikrederken onun ‘Üç Tarzı Siyaset” incelemesine geniş yer ayırmadığı” için serzenişte bulunan Kakınç, niçin böylesine “müthiş!” ifşaatın içini doldurmuyor pek merak ettim!.. Daha da vahimi, sonrasında sıraladığım isimleri de “o kaos içinde bir yere varamadan yaşamlarını tüketmiş” insanlar olarak ilan ediyor.

    Bir devrim nasıl olgunlaşır, bu uğurda devrimciler yaşamlarını dahi ortaya koyarak, ülkesinin bağımsızlığı, özgürlüğü için nasıl mücadele eder, bir an için Kakınç’ın bunları “es geçtiğini” kabul edelim diyeceğim ama olmuyor, hem sözünü ettiğim isimler açısından, hem de Kakınç’ın yazdığı yazılar açısından yerine oturmuyor!.. Çok geriye gitmeye gerek yok, Kakınç’ın, 2013 kasım ayında, hem de Odatv’de yazdığı yazının başlığına bakalım:

    -Son Milli Komünist: Mahir Çayan

    Pekii, Kakınç, yazısının daha başında, Çayan’ı nasıl tanıtıyor, gelin okuyalım:

    -Çayan, solcuydu… Çayan, yurtseverdi… Çayan, Kemalistti… Çayan, ulusalcıydı…, İnanmış bir milli komünistti…

    Bitmedi, Kakınç, “bütün bunlar bir arada toplanamaz” diye düşünenlere, Mahir ve Deniz’in kendi ağızlarından Kemalizm’in sol karakterini anlatıyor:

    -Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur… (Mahir Çayan)

    -Amerikan emperyalizmine, Sovyet revizyonizmine, Bulgar dalkavukluğuna, Romen soytarılığına karşı Türk devrimcisiyim… Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa, bizleriz…(Deniz gezmiş)

    Kakınç yetinmiyor, Mahir Çayan’ın şu tarihe geçen sözlerini de taşıyor yazısına:

    -Bir Kemalist kesinlikle vatansever, milliyetçi olmalıdır. Kemalist olmasa bile, Kemalizm’e hayranlık veya saygı duymayan bir solcu; işbirlikçidir, haindir. Bunu unutmayınız.

    “Troçki ve Sultangaliyev gibi devrimin sürekliliğini savunan… Mao’dan ve Che’den etkilenen Mahir Çayan, militanlıktan öte, gerçek bir devrimci teorisyendir aynı zamanda” diyerek de hükmünü veriyor Kakınç… E, o zaman sorarlar adama; “hani Kemalizm’e ‘sol’ demek gülünçtü?”, “hani Mustafa Kemal’in sol ile hiç bir ilgisi yoktu?”, “Hani Mustafa Suphi ile birlikte sol bitmişti Türkiye’de?” Hangi Halit Kakınç’a inanacağımızı da şaşırdım; Nurcular konusunda 8 yıl arayla aynı düşünceyi tutarlılıkla savunan Kakınç, iş sol ve Mustafa Kemal’e, ülkenin devrimcilerine dayanınca, yalnızca 1 yıl içinde bir yandan diğerine savrulabiliyor…

    Yazı uzadı, biliyorum ancak ben işimi ciddiye alan bir gazeteciyim… “Vatansız solcu eskileri,” tanımı zaten o tür tipler incinsin diye tarafımdan üretildi… Kakınç’ın hiç kuşkusu olmasın, “Pragmatist” ve “Jakoben” sözcüklerini onun yüklediği anlamdan çok daha iyi biliyorum.

    Kakınç, Doğu Perinçek’le ilgili olarak, “üçüncü bir şahsa yönelik eleştirilerim, seni niye bu kadar çok rahatsız etti” diye soruyor. Demek ki yazımı okumuş ama anlayamamış!. Kamuoyuna açık yazılan bir eleştiriye herkes yanıt verebileceği gibi, bir lideri ve partisini, tam da cumhuriyetçi bir ittifak ikliminde “eleştiri” adı altında mahkum etmeye yönelik bir tavır, elbette teşhir edilmeye müstahaktır.

    Ermeni konusunu yanlış anladığımı, bunun ayıp ve hüzün verici olduğunu da eklemiş Kakınç “yanıt” adını verdiği mektubuna… Buradan tüm okurlara sesleniyorum; “Ermeni konusunda da inanılması güç derecede fanatik bir milliyetçi” tanımı ne anlama gelir?. Bu cümlenin, Ermeni diasporası silahşorlarının cümlelerinden ne farkı var, biri bana lütfen açıklasın…

    Kakınç, yine öfkeyle, hınçla kaleme aldığı yazısında, yine büyük çamlar devirmiş!.. Yine, içindekini dışa vurmuş… Tıpkı, o ünlü özdeyişte anlatıldığı gibi:

    -Merdi Kıpti, şecaat arz ederken, sirkatin söylemiş, ne yazık ki…

    Uzun ama gerekli olduğuna inandığım bu “yanıt” ile birlikte, Kakınç dosyasını kapatıyorum.

    Son olarak; ülkenin gelip dayandığı bu “yeniden milli kurtuluş” günlerinde, “ateşten gömleği” şevkle sırtına geçiren yurtsever, cumhuriyetçi, millici devrimcileri tökezletmeye, önlerine set çekmeye kalkanlar, tarihin karanlık sayfalarında layık oldukları yeri mutlaka alacaklardır…

    -Böyle biline…

    http://www.odatv.com/n.php?n=halit-kakinc-keske-boyle-bir-yanit-yazmasaydi-2202151200

    ***
    8. YAZI

    BU YAZI NEDENİYLE BAŞIMA KÖTÜ ŞEYLER GELEBİLİR!

    [Diren Çakmak / 23 Şubat 2015]

    Haziran 2015 seçimlerine yaklaşık 100 gün kala Soner Yalçın’ın yazısıyla başlayan tartışmaya bir akademisyen olarak gıpta ettiğimi belirtmeliyim. Zira Saray’ın akademisyenleri, parti akademisyeni gibi sıfatlarla anılmaktan uzak ve iyi ki uzak bir akademisyen olarak, akademiya dışındaki aydınların tartışmasına imreniyorum. Bu yazıyı kaleme almanın da şahsım için büyük risk taşıdığını belirtmeliyim. Çünkü çalıştığım üniversitede fakülteye 16 gün kesintisiz uğramamaktan kaynaklı görevden çekilmiş sayılmakla ilgili savunmamı vermemin üzerinden üç gün geçmedi. Haksızlıklara karşı durmaktan dolayı daima disiplin kovuşturmalarına muhatap olmuş, sicili bozuk bir akademisyen olarak, yazacağım belki de son yazı olan bu yazıyı kendimce büyük cesaret göstererek yazıyorum. Meraklı okurlar için hemen belirtmeliyim ki, hakkımdaki iddia gerçek değil. Türkiye’de küçük üniversitelerde doğru ve haklı iddiası olan her akademisyenin başına gelen olaylardan bir tanesi ve iddianın geçersizliğini kanıtladım. Ancak mühim olan doğru değil artık ülkemizde, kim güçlüyse onun doğrusu doğru sayılıyor. Bunu yaşayarak her gün tecrübe ediyoruz.

    Mustafa Kemal Atatürk solcu muydu? Hayır değildi. Neden? Sosyalist değildi, bunda zaten hiç kimse aksini iddia etmiyor. Sosyal demokrat da değildi. Mustafa Kemal, özgürlükçü bir cumhuriyetçi idi. Türkiye’nin ekonomisinin kapitalizme göre örgütlenmesinden yana tavır aldı. Peki ekonominin bu biçimde örgütlenmesinde, hangi politikaların benimsenmesinden yanaydı? Bu soruya en açık yanıt, onun Mustafa Şeref Özkan hadisesinde takındığı tutuma bakılarak verilebilir. Mustafa Kemal, kamucu (devletçi) bir sermaye birikim sürecinden yana olsaydı, Mustafa Şeref Özkan’ın görevden azlini asla istemezdi. Bu konuda hangi kaynağa bakılabilir?

    Bilsay Kuruç’un “Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi: Büyük Devletler ve Türkiye” kitabına bakılabilir. Nevin Coşar’ın derlediği “Türkiye’de Devletçilik” kitabına ve Özcan Şabudak’ın “Unutulmuş Bir Devletçi İktisat Vekili: Mustafa Şeref Özkan” isimli kitabına da bakılabilir. Şu halde, Mustafa Kemal, emek ve sermaye çelişkisinde sermayeden yana mıdır emekten yana mıdır diye bir sorulduğunda hiç kuşkusuz verilecek olan cevap onun sermayeden yana tavır koyduğudur. Yani iktisadi olarak solculuk tahlili yapılırsa, Mustafa Kemal solcu değildir. Öte yandan, Mustafa Kemal, modernleşmede radikal politikalardan yanadır ve zaten ona solcu denilmesinin gerekçesi de budur. Zira İttihat Terakki dönemi muhafazakar modernleşme politikalarının sonuç vermediğini düşünen bir Osmanlı subayı Mustafa Kemal, cumhuriyet döneminde radikal modernleşmeden yana olmuştur. Şu halde, radikal modernizm yanlısı olmak bakımından, toplumsal olarak solculuk tahlili yapılırda, Mustafa Kemal’e solcu denilir. Yani Mustafa Kemal iktisaden solcu değil, toplumsal solcudur. Bugün Alevilerin Mustafa Kemal sevgisi bundan kaynaklanmaktadır. Ayrıca siyasi olarak solcu mudur sorusunu da sormak gerekir ki, Mustafa Kemal’e ilişkin nihai bir sağcı ya da solcu denilebilmesinin kararı verilebilsin.

    Mustafa Kemal liberal demokrasiden yana değildir. Onun cumhuriyetçi demokrat olduğu söylenebilir. Şu halde, Mustafa Kemal için sosyal demokrat denilemez. Öyleyse, iktisadi olarak sağcı, toplumsal olarak solcu ve siyasal olarak sağcı bir kişiden solculuk beklenemez.

    Cumhuriyetin Kurucu babalarının düşüncelerinden seçmeci yaklaşımla önermeler ele almak ve mevcut ideolojileri meşrulaştırmak kanımca başta Atatürk olmak üzere diğer Kuruculara da büyük bir haksızlıktır. Soğuk Savaş dünyasının çekişmelerinde bir safta yer almış ve sosyalizm içinde adı geçen her aktöre de, adeta bugün yaşıyorlarmış gibi anlam yüklemek onların düşüncesine büyük bir saygısızlıktır. Türkiye’nin mevcut kutuplaşmacı ikliminin kaynağı da budur diye düşünüyorum. Biz bugünün aydınlarıysak, ki kendime aydın diyemem, aydın olmak büyük bir payedir bana göre, gelecek için ne diyoruz, buna odaklanmalıyız.

    BU MADDELERDE MUTABIKSANIZ TARTIŞMA SON BULUR

    Bu kayıtlar çerçevesinde, Soner Yalçın, Halit Kakınç, Ümit Zileli tartışmasına katkı olması bakımından Hakan Reyhan’ın “Attila İlhan’ın Siyasal Düşüncesi: Türkiye’de Ulusalcılığın Kökenleri” kitabını yeniden okuyabiliriz. Kitapta Kurtuluş Kayalı’nın yazdığı önsözü defaten okumak gerekir diye düşünüyorum. Ancak bu yeterli midir? Hayır. Türkiye’de ulusalcılık ideolojisinin eğer gelecekte kuramcıları üzerine bir çalışma yapılırda, Hakan Reyhan’ın tüm eserlerinin okunması önem arz eder. Hakan Reyhan’ın “Doğunun Büyük Devrimcileri: Mollanur Vahidov-Sultan Galiyev” kitabı tekrar tekrar okunabilir. Aralık 2010’daki baskısında sayfa 323-324’te Hakan Reyhan, Ulusal Sol Manifesto’ya yer vermiştir. Bu manifesto’nun 2002’de Ulusal Sol Dergi’de yayımlandığı dipnotu kitapta yer almaktadır. Bu manifestonun sekiz maddesi vardır. Aşağıda yer vereceğim sekiz maddede, Soner Yalçın, Halit Kakınç ve Ümit Zileli mutabık mıdırlar? Eğer mutabıklarsa, tartışma son bulur diye düşünüyorum. Örneğin ben sekiz maddede sadece birinci maddeye katılıyorum, diğer yedi maddeye itirazlarım var. Bu bakımdan sanırım ben ulusal solcu değildim. Bu sekiz maddenin turnusol kağıdı işlevi göreceğini ümit ederek, maddelere aşağıda yer veriyorum. Tartışmaya böylece katkı sunarak, susan üniversite akademisyenlerini de yüreklendirmek istiyorum.

    Hakan Reyhan’ın Galiyev düşüncesi üzerine kitabının ekindeki manifesto:

    1. Düşüncemiz insan merkezlidir. İnsanı özgürleştirecek bütün toplumsal/bireysel düşünce ve davranışlar, bizler için saygın ve değerlidir. Tarihe ve tarihsel kişilere, olay ve olgulara bakışımız bu şekildedir.

    2. Kapitalizm, sömürgecilik ve emperyalizm insanın özgürleşmesinin önündeki en büyük engeldir. İnsanlığın geleceği adına bu gerici mekanizmalarla hayatın her alanında mücadele edilmelidir. Bu anlamda Mustafa Kemal ve Sultan Galiyev tarafından ortaya konulmuş olan teori ve pratik, kendi tarihsel durumumuz çerçevesinde, hareket noktamızı oluşturur. Düşüncesini bu doğrultuda kurgulamış diğer bütün teorisyen ve devrimciler ilham kaynağımızdır.

    3. Emperyalizm ve ulusal bağımsızlık sorunu, ülkemizin içindeki somut sınıfsal ve feodal egemenlik/sömürü ilişkilerinden ayrı ele alınamaz. Ulusal Dergisi, ulusalcı tavrını “sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir halk” gibi iyimser tasarımlar üzerine de kurmamıştır. Sınıflı ve sömürücü bir toplumda anti-kapitalist, anti-emperyalist ve ulusal demokratik mücadele imkanları üzerine düşünen herkes bizim için değerlidir.

    4. Ulusalcılığımız bütün mazlum, sömürülen ve esaret altında tutulan duyarlılıklarını kapsayıcı niteliktedir. Bu anlamda enternasyonalizmi savunuyor ve mazlum milletlerin enternasyonal birlikteliğinin gücüne inanıyoruz.

    5. Ortaya koyduğumuz ve koyacağımız, insanın bireysel özgürlüğünü dikkate almayan, yaratıcılık ve gelişme kapasitesini engelleyen düzen tasarımları değildir. İnsanın, sebebi ne olursa olsun, kendi gerçekliğini hiçe sayarak adanmışlığını asla kabul etmiyoruz.

    6. Evrensel sistemi, insan ve doğa ile birlikte, bir bütün olarak görüyoruz. Bu anlamda çevreciyiz. Ama çevreyi dar bir şekilde sadece tabiatla sınırlamamaktayız. İçinde bulunduğumuz çevreyi, kozmosu ve insanı içine alarak düşünmekteyiz.

    7. Kapitalist bilim ve teknolojisinin, insanı, tarihle birlikte yok etme yönünde ilerlediğini, insanı nesneleştirme ve makineleştirme noktasına sürüklediğini düşünüyoruz. İşte bu nedenle tarihe ve ulusal kültüre büyük önem veriyoruz.

    8. Bakış açımız evrensel, hareket tarzımız ulusaldır.

    http://www.odatv.com/n.php?n=bu-yazi-nedeniyle-basima-kotu-seyler-gelebilir-2302151200

    ***
    Gün Zileli’nin kişisel sitesinde yorum yazanların;
    Yukarıda aktarılmış yazıları da dikkat alarak tahlillerini yeniden gözden geçirmeleri iyi olur!

    Şunu unutmayınız:

    “BHH, CHP ile omuz omuza vererek mücadele etmeye hazır!”

    “HDP, CHP ile omur omuza vererek mücadele etmeye hazır!”

    “CHP, hiç kimseyle ittifak yapmaya yanaşmıyor!”

    Yukarıda okuduğunuz 8 yazı da;
    Şu an itibariyle CHP’ye oy vermeyi düşünen seçmenin şüpheler içinde niçin boğulduğunu özetleyen yazılar olmuş!

    Başta Gün Zileli olmak üzere, tüm katılımcıların görüşlerini yazmasını temenni ederiz.

  45. Ümit Zileli’nin şu sözleri dikkatimi çekti:

    “Burada asıl özeleştiri yapması gerekenler, Mustafa Kemal’i bir türlü anlayamayan, küçümseme, yok sayma cüretinde bulunan bir takım solcular, sosyalistlerdir. Eğer zamanında biraz öngörülü olmayı becerebilseler, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın içinde yer alır, Mustafa Kemal’i desteklerler, partiyi sağcılara, toprak ağalarına, liberallere terk etmezler, o büyük devrimciyi yalnız bırakmazlardı. En büyük devrimlere imza atan büyük devrimci, toprak reformunu çıkaramamanın acısıyla hayata göz yummaz, ölümünden sonra aydınlanma devrimi durağanlaşmayabilir, memleket sağcıların tam egemenliğine girmeyebilirdi…”

    Sosyalistler CHP’de mücadele edip bu partiyi burjuvalardan kurtaracakmış. Zileli, sosyalistler bunu yapmadıkları için yine sosyalistleri suçluyor. Sanki sosyalistlerin iktidarda, ülkeyi yönetiyor, çok büyük güce sahipler, CHP’yi de bu sosyalistler kurmuş gibi gösteriyor. Ülkenin sosyalist kişilere nasıl baktığı da malum. Mustafa Suphi boğularak öldürülmüş, Sabahattin Ali gibi sosyalistler düşünceleri yüzünden hapishanede çürümüştür.

    Ümit Zileli bu işler o kadar kolay ise sana bir öneri CHP’nin yönetimine geç ve onu burjuvalardan temizle. Eğer bunu yapamıyorsan sosyalistleri de böyle suçlama.

    Bu arada Ümit Zileli Mahir Çayan’ın söylediklerini Kemalizm’in sol olmasına kanıt olarak göstermiş. Mahir Çayan ve daha niceleri Kemalizm’i doğru analiz edememişlerdir, Türkiye solu bu yüzden, bu yanlış analizlerden dolayı önemli ölçüde Kemalizm’in güdümünde kalmıştır.

  46. “sağ”ıyla, “sol”uyla bilcümle devletlular birleşip, adını “vatan” diye değiştirme gereği duyduğuna göre….vardır bunda bir “hikmet”…(

    onlara şu klasikleşmiş “yaw he he…” yanıtı yeterlidir, bence…
    ,birileri de benim yazdıklarım için pekala aynı klişeyi kullanabilir.

  47. Ukrayna’daki gibi bir “ic savas” yasanacak demissiniz. Ukraynada Rus isgali var. Turkiye’yi kim isgal edecek? Ya da Kurtler ayaklanirsa Turkiye Rusya’nin yaptigi gibi oralar benim imparatorluk topraklarim diye Kuzey Irak ve Suriye’yimi isgal edecek? Tam anlasilamiyor bu benzetmeniz.

  48. 1980 sonrası ve geçtiğimiz 13 yıllık AKP iktidarı sürecinde özellikle aydınları çok iyi tanıma imkanı bulduk. Ulusalcılar bir yana, diğerleri bir yana. Sosyalist gelenekten gelen nice isim yapmış adamın satıldığını, nicesinin savrulup durduğunu gördük. Bize martaval okuyup gevezelik yapmayın. Herkes kendi yolunu çizdi. Biz ulusalcı olmayan adamlardan akıl istemiyoruz. Ümit Zileli ve Soner Yalçın bu süreçte geçer not almış insanlardır. Diğerleri kim ola.

  49. S. Uslu’nun ve ulusalcıların akla ihtiyacı yokmuş arkadaşlar. Akıl vermeyelim lütfen 🙂

  50. Benzetme bire bir oturmaz yerine ama Türkiye’nin doğusu ile Ukrayna’nın batısı arasında benzerlikler var.

  51. İkisi de hegemonyacı devletlerin baskısı altında.

  52. Sayın Zileli, aşağıda yazılanları yayınlarsanız, tartışma daha verimli ilerleyecektir.

    ***
    Anonim 44′e cevaben ve bu sayfaya görüşlerini yazanlara soru sormak mahiyetinde (özellikle sayın “s.uslu”nun aşağıda yazılanları dikkatle okuması tavsiye edilir.)

    Tespitleriniz dikkate değer 44, teşekkürler.

    Yalnız Diren Çakmak’ın yazdığı (8. Yazı) metne daha fazla odaklanmak zorundayız!

    Çünkü “Soner Yalçın, Halit Kakınç, Ümit Zileli” üçlüsü, tarihi arkaplandan başlayarak günümüze doğru gelen çizgide klasik bir tartışma yürütürken;
    Diren Çakmak bamtelimize dokunan çok mühim sorular sormakta!

    Asıl mesele şu:

    [[[ 1 ]]]

    CHP,

    CHP-A,

    CHP-B,

    Ulusalcı CHP’liler,

    Liberal CHP’liler,

    Solcu CHP’liler,

    Kemalist CHP’liler,

    Atatürkçü CHP’liler,

    Suya sabuna dokunmayan sadece CHP’nin gövdesinden parazit gibi beslenen CHP’liler,

    CUMOK-CHP’lileri,

    İlhan Selçuk CHP’lileri,

    Hasan Cemal CHP’lileri,

    Orducu-Askerci-Darbeci CHP’liler,

    Sivilci CHP’liler,

    Gezi ruhuyla dolup taşan CHP’liler,

    Beykoz Konakları’nın kuyruğundan ayrılmaya korkan CHP’liler…

    Fraksiyonlaşmayı çoğalttıkça çoğaltabiliriz:

    Parti içindeki bütün bu hizipler, Türkiye’nin iktisadi geleceği söz konusu olduğunda:

    a) “Serbest piyasa ekonomisi’ni mi (yani ‘vahşi kapitalizm’in yumuşatılmış ismi!)” savunacak?

    b) Bir zamanların SSCB’sinin uyguladığı, arkaik “tipik devletçi ekonomi” modelini mi savunacak?

    [[[ 2 ]]]

    Dünya genelinde,
    Özellikle teknolojinin muazzam hızla ilerlemesi sonucu coğrafyalar arasındaki ulaşım zorluklarının büyük ölçüde azalmış olması; ülkelerin ekonomilerinin, pazarlarının da birbirlerine yakınlaşmasına yol açtı.

    Eylül 2008′de başlayıp hâlen devam etmekte olan “küresel ekonomik kriz”in etkilerine, ve akademik cenahta yapılan değerlendirmelere baktığımızda;
    “Serbest piyasa ekonomisi” denen sistemin aslında hiç de “serbest!” olmadığı, dev finans oligarklarının tamamıyla payandası hâline geldiğini söylüyorlar, uyarıyorlar!

    2020′lere doğru hızla ilerlerken, teknoloji bizlerden daha hızlı ilerleyeceğine göre;
    “Ekonomi” denen beşeri alana yüklediğimiz anlamlar muhakkak değişime uğrayacak!

    Eğer:
    Vahşi kapitalizm (veya “serbest piyasa ekonomisi!”) kendini bu yeni sisteme adapte edecek şekilde güncellerse;
    Kendini “sol” diye tanımlayan kesimler avuçlarını yalamaya devam edecek!
    Bunun emarelerini görmek isterseniz;
    İ.İ.B.F.’lerin (İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri) içinde eğitim gören öğrencilerin büyük bölümüyle oturup konuşun, öğrenirsiniz!
    Herbirinin beyni; kapitalist iktisadi sistemin en büyük nimet olduğu, insanlığın bu sistem sayesinde bu günlere ulaştığı propagandası ile yıkanıyor!
    Karl Marx ve Friedrich Engels’in başlattığı “sol iktisadi model” kendini “solcu” zanneden hiç kimse tarafından kafa yorularak güncellenmiyor!
    Böylece genç üniversite öğrencilerinin de “sol iktisat”tan haberi olmadığı için;
    Kapitalist iktisat; ölümcül bir virüs gibi öğretim görevlileri, doçentler, proflar tarafından öğrencilerin beynine enjekte ediliyor!

    Eğer:
    “Sol” içindeki her oluşum, silkinmezse, bir an önce kendine gelmezse, “kapitalist iktisat”ın belini kırmak için mücadele etmezse,
    2020′lere doğru hızla ilerlerken;
    Sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya Nazizm gelecek!

    “POTLAÇ” kültürünün ne olduğunu araştırınız!

    Taksim Gezi Parkı’nda,
    28 Mayıs 2013 – 15 Haziran 2013 tarihleri arasında;
    Binyıllar öncesinin geleneği olan “POTLAÇ” kültürünün işaretlerini göreceksiniz!

    Occupy Wall Street, Tunus’taki, Mısır’daki, İngiltere’deki, İtalya’daki, İspanya’daki, Hong Kong’daki, Hindistan’daki, Yunanistan’daki sokak protestolarının özüne kuvvetli merceklerle bakmayı başarırsanız; “kapitalist iktisat”ı ortadan kaldıracak potansiyeli görürsünüz!

    Kendini “solcu” zanneden kişilerin (hem dünyada, hem Türkiye’de) kendilerini koruması gereken yegâne tuzak;
    SSCB’nin uyguladığı “devletçi ekonomi modeli”nin aynısını kopyala/yapıştır tuzağına düşmemeleridir!

    a) “POTLAÇ” kültürü,

    b) Karl Marx ve Friderich Engels’in başlattığı “sol iktisadi model”,

    c) Mikhail Bakunin, Peter Kropotkin, Henry David Thoreau ve Pierre-Joseph Proudhon’un “mülkiyet” kavramına yüklediği anlamlar ve otonom (özerk) yönetim modelleri,

    d) 1959 Küba devrimi, 1968 Sorbonne ayaklanması, 1968 Meksika protestoları, 1999 Seattle “Dünya Ticaret Örgütü” toplantısına karşı yapılan protesto dalgaları, “gelir dağılımı adaletsizliği” konusu, 2008-2015 (devam ediyor) küresel ekonomik kriz, 2008 Yunanistan, 2011 İzlanda-İrlanda-İspanya-İtalya-Yunanistan protestoları, 2011 Tunus-Mısır ve diğer protesto dalgaları, 2013 Taksim Gezi Parkı protestoları, 2011-2015 (devam ediyor) Hong Kong protestoları…devam edecek olan çizgide:

    Kendilerini “sol” içinde zannedenler; “a”, “b”, “c”, “d” maddelerine ders gibi çalışarak “kapitalist iktisad’ı (yani ‘serbest piyasa ekonomisi!’ni) yıkmalıdır!

    ***
    CHP’ye dönecek olursak:

    Partiden “ulusalcı” kanadın ağır ağır tasfiye edilişi birçok yönüyle iyiye işarettir. Burunlarının sürtünmesi için bu dersi almaları gerekiyordu!

    Fakat CHP içinde asıl tehlike bir dağ gibi duruyor, ve giderek daha da büyüyor:

    CHP’de “kapitalist iktisat”ı destekleyen hizipler inanılmaz güce ulaştı!

    (Kapitalist iktisadı savunan CHP’nin kodaman isimleri:

    Sencer Ayata,

    Selin Sayek Böke,

    Faik Tunay,

    Gülseren Onanç,

    Enis Berberoğlu,

    Faik Öztrak,

    Aylin Nazlıaka,

    Binnaz Toprak,

    Şafak Pavey,

    Umut Oran,

    Bihlun Tamaylıgil,

    Sena Kaleli,

    Aydın Ağan Ayaydın,

    Erdoğan Toprak,

    Oktay Ekşi,

    Bülent Kuşoğlu,

    Sinan Aygün,

    Ümit Özgümüş)

    Diren Çakmak’ın niçin 1. maddeyi destekleyip; geriye kalan 7 maddeyi tartışmak gerektiğini açık açık sorması buna işarettir!

    Muhalefet partileri arasında en güçlü konumda olan CHP’nin (ve hemen ardından; BHH, HDP vb.’lerinin) kendilerine ciddi ciddi sorması gereken en önemli iki soru:

    SORU 1:
    7 Haziran seçimlerine CHP “kapitalist iktisadi model”i savunarak mı girecek?

    SORU 2:
    7 Haziran seçimlerine CHP (a, b, c, d maddelerini takip ederek) “sol iktisadi model”i savunarak mı girecek?

  53. Kürt milliyetçileri de sıkıştıklarında “bize akıl verme” standart cümlesini kurar. Bu cümle yalnızca onlara ait bir “standart” değilmiş demek ki; bu durum birbirlerine akıl verebileceklerini de gösterir mi?

  54. LÜTFEN:

    “SONER YALÇIN,
    HALİT KAKINÇ,
    ÜMİT ZİLELİ,
    DİREN ÇAKMAK”

    DÖRTLÜSÜNÜN YUKARIDA YAZDIKLARI İLE İLGİLİ ŞU SORULARA CEVAPLAR ARAYINIZ.

    (İlk önce Gün Zileli olmak üzere herkesi,
    17. soruya cevap yazılması için ciddi ciddi düşünmeye, araştırma yapmaya çağırıyorum!)

    SORU 1: Kemalizm; kapitalizme (yani “serbest piyasa ekonomisi”ne) karşı mı?
    CEVAP 1: Hayır, kapitalizme karşı değil.

    SORU 2: 1923’den 1950’ye kadar T.C. sınırları içinde uygulanan iktisadi sistemin adı neydi?
    CEVAP 2: Sistemin adı “Devletçi kapitalizm”di.

    SORU 3: İsmet İnönü “biz CHP olarak ortanın solundayız” derken; kapitalist iktisada açık kapı bıraktı mı?
    CEVAP 3: Evet, kapitalist iktisada kapıyı açık bıraktı.

    SORU 4: 1970’lerin CHP’sinin lideri Bülent Ecevit “teorisini Karl Marks’ın yazdığı iktisadi modellere” karşı olduğunu her zaman söyledi mi?
    CEVAP 4: Evet, karşı olduğunu söyledi.

    SORU 5: 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, CHP de dahil olmak üzere, T.C.’deki “sol güçler”in üzerinden boldozerlerle geçildi mi?
    CEVAP 5: Evet, buldozerlerle geçildi.

    SORU 6: “Turgut Özal” denen emperyalist herifin başbakanlığında T.C.’de uygulanan iktisadi sistemin adı neydi?
    CEVAP 6: Sistemin adı “Özel sektör kapitalizmi”dir. (Yani “serbest piyasa ekonomisi”)

    SORU 7: “24 Ocak 1980 kararları”, “12 Eylül 1980 darbesi”, “Turgut Özal’ın iktidara gelmesi” ile T.C.’ye bir karabulut gibi çöken “kapitalist iktisadi sistem”; 2015 yılı itibarıyla da devam ediyor mu?
    CEVAP 7: Evet, 2015 yılı itibarıyla devam ediyor.

    SORU 8: “Papatyalar”, “Benim memurum işini bilir”, “Satarız efendim satarız, bal gibi satarız” sözlerini söyleyen emperyalist herif Turgut Özal’ın icraatlarından T.C.’deki “sol güçler” de nemalanıp göbeklerini şişirdiler mi?
    CEVAP 8: Evet, “sol güçler” de nemalanıp göbeklerini şişirdi!

    SORU 9: Emperyalist bayan Tansu Çiller’in hamleleri ile 1994’te ekonomik kriz doğdu mu?
    CEVAP 9: Evet, 1994’te ekonomik kriz doğdu.

    SORU 10: “28 Şubat 1997 süreci”, “17 Ağustos 1999 depremi”, “2001 ekonomik krizi” peşi sıra gelen olayların sonucunda “AKP” denen emperyalist hükümet iktidara geldi mi?
    CEVAP 10: Evet, “AKP” denen emperyalist hükümet iktidara geldi.

    SORU 11: Eylül 2008’de başlayıp, hâlen devam etmekte olan “küresel ekonomik kriz”den gelişme yolundaki ülkeler de (“Türkiye” gibi) etkilenmeye başladı mı?
    CEVAP 11: Evet, Türkiye dahil etkilenmeye başladı.

    SORU 12: Kapitalist iktisadi sistemin git gide tıkanmaya başladığına son işaret ve “sol iktisadi model”in canlanmaya başladığına ilk işaret; Yunanistan’da iktidara gelen SYRIZA değil mi?
    CEVAP 12: Evet, SYRIZA bir örnektir. (Ama henüz kendini tam manasıyla ispatlamamıştır. Önümüzdeki aylar gösterecek.)

    SORU 13: T.C.’nin ekonomik büyümesi 2010 sonu 2011 başından beri yavaşlama ve küçülme akımına girdi mi?
    CEVAP 13: Evet, T.C. ekonomisi her geçen gün kötüleşiyor.

    SORU 14: Ekonomideki bu kötü gidişe rağmen muhalefet partileri içinde en güçlü parti olan CHP’nin içindeki kodamanlar inatla “kapitalist iktisadi model”i savunuyor mu?
    CEVAP 14: Evet, CHP içindeki milletvekillerinin çok büyük bir bölümü “kapitalist iktisadi model”i inatla, canla başla savunuyor!

    SORU 15: Dünya genelinde kapitalizm tökezlemeye başlamışken; T.C.’nin en büyük muhalefet partisi olan CHP’nin inatla “kapitalizm”e sarılmaya devam etmesi mantığa aykırı mı?
    CEVAP 15: Evet, CHP’nin inatla “kapitalizm”e sarılmaya devam etmesi mantığa aykırı!

    SORU 16: “Soner Yalçın, Halit Kakınç, Ümit Zileli, Diren Çakmak”ın ivme kazandırdığı tartışma ortamına, bizler de dahil olarak, niçin 7 Haziran seçimlerine yönelik elle tutulur, gözle görülür muhalefet hareketleri geliştirmiyoruz?
    CEVAP 16: Çünkü, solcuların (büyük bölümü için!) klavye başında ahkâm kesmek kolay iş! “Sol iktisadi devrim” yapmak için popoyu yerinden oynatmak angarya iş!

    SORU 17: Diren Çakmak’ın niçin 1. maddeyi destekleyip; geriye kalan 7 maddeyi tartışmak gerektiğini açık açık sormasını lütfen şimdi ciddi ciddi düşününüz!

    Muhalefet partileri arasında en güçlü konumda olan CHP’nin (ve hemen ardından; BHH, HDP vb.’lerinin) kendilerine ciddi ciddi sorması gereken en önemli iki soru:

    a) 7 Haziran seçimlerine CHP [ve diğer muhalefet partileri] “kapitalist iktisadi model”i savunarak mı girecek?

    b) 7 Haziran seçimlerine CHP [ve diğer muhalefet partileri] [a, b, c, d maddelerini takip ederek] “sol iktisadi model”i savunarak mı girecek?

  55. http://t24.com.tr/haber/zamandan-chpye-kapatma-davasinin-taslari-doseniyor,288411

    Bir iddia: CHP’ye kapatma davasının yolu mu yapılıyor?

  56. Magna Carta, Firavunlaşma, Erdoğan ve Fidan’ın İstifası Üzerine Mantıksal Çıkarsamalar

    Uygarlık demek, Para, Yazı ve Devlet demektir. Ama uygarlığın gerçekten keşif beratını elinde bulundurduğu tek şey aslında devlettir. Çünkü yazı ve para henüz uygarlaşma olmadan; devletten önce bulunmuştur. Devlet demek uygarlık demektir. Uygarlık demek halkın örgütsüz ve savunmasız bırakılması; devlet denen aygıtın tepeden tırnağa örgütlü olmasıdır.
    Tarih bir bakıma devletsiz toplumların, yani komünlerin, kandaş kardeşlik topluluklarının uygarlaşmalarının, yani o çürüyen uygarlığın devletini ele geçirmelerinin ve onun tarafından ele geçirilmelerinin tarihidir.
    Devleti ele geçirenler, iyi kötü eşit kandaşlardır. Herkes silahlıdır. Otorite gönüllü bir kabule dayanır. Ama uygarlığı feth edenler, bir süre sonra onun kurumları tarafından feth edilirler. Eşitler arasında birinci olanlar bir süre sonra başlangıçtaki yoldaşları ve silah arkadaşları gibi eşit ve silahlı olmayan kölelerden (Örneğin Osmanlı’da Devşirmeler, Yeniçeriler) bir ordu ve iktidar aygıtı oluşturmaya başlar; buna direnen eşit kandaşlar birer birer kardeş cinayetleriyle, komplolarla tasfiye ederler.

    Osman Bey, amcası Dündar Alp’i öldürür. Fatih Kardeşlerini boğazlamayı meşru kılan yasalar çıkarır. İstanbul alınana kadar Osmanlı Padişahı eşitler arasında birincidir. Çandarlı’lar hep vezirdir. İstanbul’u aldıktan sonra, Çandarlı’nın başı gider, ondan sonra bütün vezirler de kölelerden çıkar. Korkunç İvan, boyarları yok eder. Stalin, çarlıktan miras kalan kapıkullarından oluşan polis aygıtına, dönek ve kişiliksiz Menşeviklere dayanarak devrimi yapan Bolşevikleri katleder. Atatürk ilk olarak kendini zor günlerinde destekleyen Karabekir’leri, Rauf Orbay’ları tasfiye edip kendine sadık, köle ruhlu üç Ali’lerle kendi egemenliğini kurar. Muaviye ve Yezit, Peygamber’in sahabelerini katleder. Kişilikli, eşit, güce ve egemenliğe direnme potansiyeli olan her şeyi ve herkesi yok ederler. Buna paralel olarak da kendi tarihlerini yazarlar.
    Mekanik ve sözde Marksist tarihlerin anlattığının aksine, köleler antik tarihin egemen sınıfıdırlar. Çünkü Firavunlar, Nemrutlar, kölelerden oluşan ordu ve avadanlıklara dayanarak devletleşirler ve Devlet özünde kölelerden (kapı kullarından) oluşur. Ve Antik Tarih’te sömürünün temeli devletin artı ürüne el koymasıdır. Bunun temel biçimi de üretmenlerden zorla alınan vergilerdir. Yani Devlet aynı zamanda Egemen Sınıftır. Ve devlet de özünde kölelerdir.
    Tarih bir bakıma komünlerin uygarlaşmalarının; yani fatihlerin Nemrutlaşmalarının; Firavunlaşmalarının; yani devletleşmelerinin; kölelere dayanan bir aygıtı örgütlemelerinin ya da var olan böyle aygıtlar tarafından ele geçirilmelerinin tarihidir.
    Şark özetle budur. Şark’ta insanların hakkı yoktur. Çünkü halk örgütsüz ve silahsızdır. Devlet’in “hoşgörüsü”, kıyağı”, gebe bırakması vardır.
    Peygamberler ve Allah, son duruşmada, Devlet’e, yani o devletin sembolü olmuş, Nil boyu uygarlığının Firavunu ile Dicle Fırat uygarlığının Nemrutuna karşı, ezilenlerin “senden büyük Allah var” diyerek, bu sınırsız gücü sınırlama; sıradan ölümlü insanları Firavun ve Nemrutlarla Allah’ın kulluğunda eşitleyerek, Firavunların ve Nemrutların mutlak iktidarını sınırlama ve Devleti, insanlara bir takım haklar tanımaya zorlama girişimlerinden başka bir şey değildirler.
    Ama Uygarlık ve onun devleti nasıl kendini feth eden kandaş komünü feth edip kendine benzetirse; eşitliğin ve direnişin bayrağı olan Allah’ı da Firavun ve Nemrut’ların birer baskı aracına dönüştürmüştür. Osmanlı padişahları kendilerini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak tanımlıyorlardı. Örneğin İslam’ın ilk yıllarında Emevi saltanatı kuruluş yıllarının tarihi, aslında insanların eşitliğinin ve haklarının aracı olan Allah’ın devletin, Firavunluğun, Nemrutluğun bir aracına dönüştürülmesinin tarihidir.
    Ama egemenlerin resmi dini ve Nemrutlaşmış ve Firavunlaşmış Allah’ı karşısında ezilen halkın da kendi dini, tarikatları; sevgi dolu ve merhametli, dayanışmacı ve eşitlikçi bir Allah’ı da hep olagelmiştir. Ama o merhametli ve eşitlikçi Allah, saraylarda, kentlerde değil; yoksul insanların evlerinde; uygarlığın bulaşmadığı köylerde; emekçilerin dayanışma örgütleri olan loncalarda varlığını sürdürebilmiştir.
    Bu eşitlikçi ve merhametli, korku değil sevgi salan Allah’ın; ezilenlerin, yaşamını emeğiyle kazananların Allah’ının binlerce yıldır oluşturduğu gelenekler olmasa, kendilerinden insani ilişkiye ilişkin hiçbir ahlaki ilkenin çıkarılamayacağı; ulusun ve karın biricik amaç olduğu bu dünya, çoktan soluk bile alınamaz bir yer olurdu.
    İnsanlık bugün hala yaşıyorsa bu geleneklerin yüzü suyu hürmetine yaşıyor ve bir gün kurtulursa bu geleneklerin katalizatörlüğü ile onlara dayanarak kurtulabilecektir.
    *
    Batı ve Doğu gelişim zıtlıkları, firavunlaşma noktasında; devletin keyfiliği karşısında; hakların tanınması ve tanımlanmasında toplanır. İngiltere’nin kapitalizme geçişinin, İngiliz demokrasisinin, Batı’daki refahının sırrı da buradadır.
    Bu yıl imzalanmasının 800’üncü yılı kutlanacak olan ve Batı Demokrasisinin kökenindeki belge olarak kabul edilen Magna Carta, aslında “eşitler arasında birinci” olan Kral’ın, Nemrutlaşmasına; silahlı komün ya da aşiret şefleri olan baronların izin vermemesidir. Yani Şark’ta hep Firavunlara, Nemrutlara yenilmiş ve altta güreşmek zorunda kalmış Allah, ilk kez, yine komün geleneklerinin katalizatörlüğü ile Britanya adalarında Kralın Firavunlaşmasının yolunu kesmiştir. Vergiyi bize danışmadan ve bizim iznimiz olmadan alamazsın; bizim şu haklarımız vardır, bunları çiğneyemezsin demiştir. Yani Kral’ın baskıcı ve bürokratik, kapı kullarına ve kölelere dayanan bir ordu ve devlet aygıtı kurmasının yolunu tıkamıştır.
    Bu nedenle, İngiltere kralının sıradan ölümlülerinin kaderi üzerinde söz söyleme hakkı; Doğu’da, yani antik uygarlık beşiklerinde, yani örneğin Türkiye’de bir karakol polisi veya Jandarma’nın gücü karşısında sıfır mertebesindedir. Türkiye’de bir karakol polisi bile insanların can, mal emniyeti ve onuru karşısında bir İngiliz kralından bin kat daha güçlüdür.
    Bu nedenle, Türkiye’de veya Şark’ta demokratikleşme demek, bu binlerce yıllık pahalı, merkezi, bürokratik cihazın parçalanması demektir. Bu nedenle devlet düşmanı olmadan demokrat olunamaz.
    *
    Firavunlaşma sürecinin; devleti ele geçirirken devletleşme sürecinin bir benzeri AKP ve Erdoğan’da da görülüyor. Erdoğan, başlangıçta, eşitler arasında birinci idi. Şimdi ise kendisine hınk deyicilerden derlediği; kendisine laf söyleyecek cesareti ve niyeti de olmayan bir kapıkulları aygıtına dayanıyor. Bütün eski yol arkadaşlarını tasfiye etti. Bütün firavunlar, devasa gösterişli yapılar ile egemenliklerini pekiştirmeye korku salmaya çalışırlar. Bütün bu gigantomani aynen Erdoğan’da da görülüyor.
    Erdoğan bir Firavun veya Nemrut olacak, bunun için yolu üzerindeki bütün engelleri temizliyor. Bunun için dün düşman olarak gördükleriyle, Ergenekon ile işbirliğine yöneliyor.
    Ancak Erdoğan’ın bu amacına ulaşması giderek zor görünüyor. Fidan’ın İstifası üzerine düşününce, mantıki çıkarsamalar Erdoğan’ın bu hedefine ulaşmasının çok zor olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki günlerde başbakan ile Erdoğan arasında bir çatışmanın başlaması kaçınılmaz görünüyor.
    *
    Bizim Fuat Avni gibi, ya da politika kulislerini bilen kimi gazeteciler gibi haber kaynaklarımız yok. Olağan bir gazete okuyucusuyuz. Gazetelerdeki veriler ve mantıki çıkarsamalardan başka bir aracımız yok. Ama bu çıkarsamalardan çıkan bir tek sonuç var: Başbakan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir çatışma kaçınılmazdır.
    İkinci bir sonuç da şudur: Erdoğan’ın Anayasayı değiştirecek sonuca ulaşabilmesi için, HDP’nin yüzde on barajının altında kalması gerekmektedir. HDP’yi barajın altına tıkabilmek için de HDP’ye karşı saldırı ve provokasyonlar yapmak; bunun için de Ergenekon’la işbirliğinden başka bir yolu bulunmamaktadır.
    Ama biz bu yazıda birinci sonuç üzerinde duralım. Neden ve nasıl?
    Kritik olay Fidan’ın istifasıdır.
    *
    MİT başkanı olmak demek, bir ülkedeki en büyük istihbarat kaynaklarının başında olmak demektir. Bu mevkideki bir kişi; seçmenlerin yarısının oyunu ve desteğini almış ve seçimlerden sonra yürütmenin de başına geçmeyi planlayın; ülkenin politik, ekonomik, medyatik, istihbarat vs. olarak en güçlü kişisinin en güvendiği kişi, “sır küpü”; aynı zamanda ülkenin en önemli kritik iki sorununda Ortadoğu ve Kürt sorununda en kritik görevdeki kişi birden istifasını veriyor ve AK Partiden aday adayı oluyor?
    Bu çok kritik ve önemli; doğru açıklaması yapılması ve anlaşılması gereken bir olaydır.
    Bu olayın, en azından bilinen verilere göre, mantıki çelişkilerden azade bir açıklamaya kavuşturulması gerekir. Aşağıda böyle mantıki çıkarsamalar yer alacaktır. Verilere göre çelişkilerden azade bir açıklamanın tek sonucu Hükümet ile Erdoğan arasında bir çatışmanın yaklaştığı ve kaçınılmaz olduğudur.
    *
    Şunlar bir veridir:
    Recep Tayyip Erdoğan bu seçimlerde anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşıp, devlet başkanlığının yanı sıra yürütmenin de başına geçmeyi planlamakta ve istemekte bunu açıkça ifade etmektedir.
    Ayrıca olayın mantığı gereği kendisini seçebilecek bir çoğunluk ve bu yönde o çoğunlukta bir meclis iradesi ve çoğunluğu varsa yürütmenin başı da olabileceğinden; bu yürütmenin başı olması fiilen yasamaya da egemen olması anlamına da gelecektir.
    Tabii yargıçları da esas olarak yürütme ve yasama seçtiğinden ve zaten geçen zaman içinde istenen değişiklikler yapıldığından, Erdoğan yargıyı da şimdi bile fiilen kontrolü altına almış bulunmaktadır ve zaten kendisi de yargı bağımsızlığını istemediğini ifade etmiştir.
    Yani seçimlerde istediği çoğunluğu alır ve Anayasayı değiştirirse, Türkiye tarihinde hiç kimsenin olmadığı ölçüde güçlü, hiçbir fren ve denge mekanizması olmayan, tek kişi egemenliği sistemi kurulacaktır. Bu devletin yapısının kökten değişmesi demektir ve böylesine bir güç birikiminin riskleri hem burjuvazinin genel; hem de devletin uzun vadeli çıkarlarını düşünen kesimler için çok yüksektir.
    Kaldı ki bu kişi birikimsizliği, ihtirasları, dengesiz tavırları ile daha büyük bir risk oluşturmaktadır.
    Bunlara ek olarak, bu gücün aynı zamanda kuşa çevrilmiş en temel fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar bir yana; bir yana yaşam hakkını bile ihlal eden son güvenlik yasasının geçtiği bir ülkede olduğu düşünüldüğünde nasıl bir cehennemi kişi diktatörlüğünün toplumu boğacağı tahmin edilebilir.
    Tabii bunlara ek olarak yolsuzluk ithamları da vardır ve bu iddialar karşısında her uygar politikacı gibi mahkeme huzurunda aklanmayı bir yol olarak seçememiştir ve muhtemelen yargılandığı takdirde ciddi sonuçlarla karşılaşacak durumdadır.
    Erdoğan hedeflerine ulaştığı takdirde, izlediği gerilim politikasıyla Ordu’nun darbesi için uygun koşullar oluşacak ve nüfusun şimdiden yarısı olan ve giderek artan bir kesimi böyle bir gelişmeyi denize düşenin yılana sarılması gibi olumlu karşılayabilecektir.
    Bu durumda Erdoğan büyük olasılıkla Menderes veya Mursi’nin durumuna düşecek ama aynı zamanda eski kısır bölünme daha sert ve keskin olarak daha yıllarca sürecek demektir.
    Bu aslında hem burjuvazinin özellikle şimdi nemalanan kesimleri hem de Ordu içindeki darbeci güçlerin bir kısmının işine gelir. Burjuvazi ordunun darbesine karşı demokrasi bayrağı ile kitleleri yedeğinde tutabilir. Ordu kaybettiği mevzileri yine geri alır. Kayıkçı dövüşü daha yıllarca sürer. O halde, darbecilerin, Ergenekoncuların, inkârcı ve faşist çizginin uzun vadeli çıkarı ile Erdoğan’ın başkanlık hedefi bugün stratejik olarak çakışmaktadır. Ayrıca Erdoğan’ın istediği orana ulaşmak için gerilim politikası izleme niyeti ve bu zorunluluğu duyması (HDP’ye yapılan saldırılar) kısa vadede de Ergenekoncuları ve Erdoğan’ı ayna safa dizmektedir.
    Böyle bir durumda, burjuvazi ve devletin uzun vadeli ve genel çıkarını düşünen ve savunanlar, birtakım direnişler gösterirler.
    İlk direniş mevzii, bunun gerçekleşmesini engellemek olabilir. Yani Erdoğan’ın o yetkilerle donanmasını engellemek.
    Bunun için de Erdoğan’ın seçimlerde gereken çoğunluğu kazanamaması bir yoldur; aynı zamanda bir darbeye göre an az riskli yoldur.
    Ama iktidar partisi kendi elleriyle çoğunluğu kaybetmek istemez. Ayrıca bunun bir garantisi de yoktur.
    Şöyle bir ara yol bulunmamaktadır. Erdoğan’ın sembolik bir cumhurbaşkanı olarak kalması ve Meclis grubu ve Hükümetin ondan bağımsız olarak bulunması. Erdoğan için bu düşüşün başlaması demektir. Erdoğan sonuna kadar gitmek zorundadır. Ama sonuna kadar gitmek zorunda olması, onun şimdiden AKP’den seçilecek vekillerin kimler olacağını belirlemesinden geçmektedir. Yani Erdoğan’ın istediği çoğunluğu sağlaması yetmez, o çoğunluğun aynı zamanda onun dediklerini yapacak, onun aracı olarak bir çoğunluk olması gerekmektedir. Yani adayları Davutoğlu veya AKP’nin değil Erdoğan’ın belirlemesi Erdoğan’ın amaçları açısından hayati önemdedir.
    *
    Şimdi Fidan’ın istifasına Erdoğan’ın hedefleri açısından bakalım.
    Erdoğan, seçimlerden sonra anayasayı değiştirecek çoğunluğu alır ve başkanlık sistemine geçerse, bakanlar kurulunu kendine bağlı bir kurul olarak düşündüğüne göre, kendisine “ihanet” etmiş; güvenini sarsmış bir kişiyi bakan veya başbakan yapmayacağı veya önemli bir mevkie getirmeyeceği açıktır.
    Eğer seçilecek milletvekili listelerini Erdoğan yapacak ise, Fidan’ı milletvekili de yapmayacağı tahmin edilebilir.
    Erdoğan’ın şu an, AKP üzerinde hukuki ve idari bir yetkisi olmadığından; bunu ancak manevi otoritesiyle, ama bunun somut ifadesi olarak de dediklerini harfiyen uygulayacak bir AKP yönetimi ve başbakanla sağlayabilir.
    *
    Şimdi bu durumda ortaya şu soru çıkmaktadır? Fidan gibi, devletin kara kutusu nasıl olur da istifa eder?
    Şu iki varsayıma dayanmalıdır:
    a) Listeleri Erdoğan oluşturmayacaktır veya oluşturamayacaktır;
    b) Erdoğan Başkanlık sistemine geçemeyecektir.
    Ancak bu iki koşul varsa Fidan’ın istifası Fidan açısından mantıklı olabilir.
    Yakından bakılınca bu iki koşulun da birbirine bağlı olduğu görülür. Yani Listeleri Erdoğan oluşturamazsa, istediği çoğunluğu elde etse bile başkanlık sistemine de geçemeyebilir. Çünkü Kendisinin oluşturmadığı listeler zaten bir zaaf ifadesidir. Kendisinin istemediği listeler oluşturan bir başbakan ve AKP başkanı niye aynı zamanda başbakanlık gibi bir mevkii kendi elleriyle Erdoğan’a sunsun; kendi mezarını kazsın.
    *
    Şimdi olaya Davutoğlu açısından bakalım. Eğer listeleri kendisinin belirlemesi ve sonra da Başbakan olarak devam etme niyeti ve gücü yoksa Fidan’a böyle ayrıl gel aday adayı ol demesinin bir manası yoktur. Bunu ancak Erdoğan’ın isteği ile yapabilir ki, eğer Erdoğan öyle bir şeyi isteseydi kendi yapardı, Fidan zaten sır ortağı idi.
    Demek ki, Davutoğlu, hem listeleri kendisinin belirleyeceğini he de başbakan olarak kalmayı düşünmekte, planlamakta ve bunun için çaba harcamaktadır.
    Ama eğer böyle ise, bu Erdoğan’ın aynı zamanda yürütmenin başında olamayacağının öngörüldüğü veya varsayıldığı anlamına gelir. Yani Erdoğan bugünkü biçimiyle sembolik yetkilerle bir Devlet Başkanı olarak kalacak diye öngörülmektedir Davutoğlu tarafından.
    *
    Şimdi bir de Fidan açısından bakalım. Devletin en güçlü istihbaratına sahip kişi, böylesine belirsiz bir durumda, niye böyle bir riske girsin?
    Kendisi devletin en kritik görevinde iken ve Türkiye’nin en güçlü olacak adamının tam bir güvenine sahipken, onun sır ortağı iken, o kendisi için kanunları değiştirmiş, neredeyse bir dokunulmazlık kazanmış iken, en önemli konuların (Ortadoğu ve Kürt Sorunu) doğrudan özel yürütücüsü iken ve tek adam olduğu takdirde Erdoğan üzerinde büyük bir etki sağlayabilecek, aslında ülkenin en güçlü ve görünmez adamı olabilecek iken neden böyle bir riske girip görevinden ayrılmakta ve aday adayı olmaktadır?
    Kendisine yapılan bir vekillik ve bakanlık teklifi bunun açıklaması olamaz. Bakan olmak için vekil olmak gerekmez. Yerinde kalarak hiçbir riske de girmeden her iki olasılıkta da (Yani olduğu takdirde Erdoğan’ın başkanlık sisteminde de; Davutoğlu’nun Erdoğan’ı terk etmiş başbakanlık sisteminde de) en etkili kişi olması mümkündü. Bunun için hiç de istifa etmesi ve riske girmesi gerekmiyordu.
    Bunun bir tek açıklaması vardır:
    A) Bizzat kendisi durumdan rahatsızdır; kendi kişisel geleceği açısından Erdoğan’ın kaderi ile kendi kaderini ayırmak istemiş ve gemiyi terk etmiştir. Bu terk edişte Erdoğan’ın yolsuzlukları hakkında kimsede bulunmayan bilgilerin elinde olması gibi hukuki veya tamamen politik kaygılar mı veya ikisi birden mi belirleyici olmuştur bilemeyiz. Ama bu istifanın bir tek anlamı vardır. Kaderini Erdoğan’ın kaderinden ayırma ve sorumluluğa ortak olmama.
    B) Erdoğan’ın bunca güç sahibi olmasından rahatsızdır ve bunun devlet için de büyük risk olduğu düşüncesindedir. Devlet’in stratejik çıkarlarını göz önüne alarak, Erdoğan’ın politikalarına karşı tavır alma.
    Ama Erdoğan’ı çok güçlü olarak görseydi, muhtemelen ayrılmayabilirdi. Çünkü eni sonu kendisi bir devlet memurudur ve bir politik sorumluluğu yoktur. Yasalarla belirlenmiş bir çerçevede kalmış ise çekinmesi ve kaderini Erdoğan’dan ayırması için bir neden yoktur.
    Demek sadece Erdoğan’dan kaderini ayırmıyor, başarısızlığına da ortak olmak istemiyor değil; aynı zamanda onun başarısını ve tek adam rejimi kurmasını da istemiyor demektir bu istifa.
    Çünkü Erdoğan’ın esas hedefi Kürt Sorununda “Barış Süreci”ni seçimlere kadar sürdürmek ve bunu silah olarak kullanıp seçimlerden muzaffer çıkmaktır. Ortadoğu politikasında ise yine Erdoğan’ın en güvendiği kişidir. Böylesine kritik iki görevden ve “Başarılı” olduğu söylenen; Erdoğan’ın geleceğini adeta ipotek ettiği iki kritik görevden çekilmesi aynı zamanda bu işlerin “ehil ellerde” olmaması demektir; yani daha da büyük başarısızlıklar demektir.
    Hele seçimlere kadar olan kritik bir dönemde bu görevden çekilme, seçimlerin başarısı bu politikalarla da bağlı olduğundan, başarı umudu görmemek veya izlenen politikanın veya Erdoğan’ın başarısızlığını istemekle de ilgisiz olamaz. İstifanın, öznel niyetler ötesinde nesnel anlamı budur.
    Yani Fidan’ın istifası için Davutoğlu’nun daveti, yetmez ve doyurucu bir neden olamaz. Bu davet, Erdoğan’ın yetkisiz bir Cumhurbaşkanlığı ile yetinmesi olasılığı dışında hiçbir değer taşımaz. Erdoğan’ın yetkisiz bir cumhurbaşkanlığı ise, aday listelerini Davutoğlu’nun yapmasına bağlıdır. Listeleri Erdoğan yaparsa, Davutoğlu bir korkuluk olur ve Fidan boşta kalır. Yani sadece Davutoğlu’nun Erdoğan’ın başkanlığını engelleme niyeti yetmez MİT başkanının istifası için, bunu büyük olasılıkla gerçekleşebilecek bir hedef olarak görmesi ve kendisin de bu yönde bir isteği ve niyeti olması gerekmektedir.
    Tekrar edelim, Hakan Fiden açısından istifa, Erdoğan’ın gücünü ve etkisini koruması veya tek adam yönetimini kurabilmesi koşullarında, fiilen hiçbir gelecek garantisi olmadan en etkili pozisyonu terk etmek, birden bire sıfıra düşmek anlamına gelmektedir.
    Eğer Davutoğlu kabinesinde yer gibi şeyler ise, bunlara istifa etmeden de ulaşabilirdi. Hem de kimseyi de kırmadan ve hiçbir şeyi riske atmadan.
    Demek ki, Fidan istifa ederek ve aday adayı olarak, sadece Erdoğan’ın geleceğini iyi görmüyor ve ondan kendini ayırıyor değil; onun karşısında da bir tavır alıyor demektir.
    Aslında Erdoğan’ın konumu ya da mantığı, herkesi ya benden yanasın ya da benden karşısın konumu ve mantığına zorlamaktadır. En küçük bir nüans bile karşı olma noktasına varmaktadır.
    Bu durumda şöyle bir öngörüde bulunulabilir: Yakında AKP içinde ve Hükümet ile Erdoğan arasında muazzam bir güç mücadelesi başlayacak demektir.
    Bu her ikisi için de muhtemelen bir ölüm kalım savaşı olacaktır.
    Çünkü olayların iç mantığıyla, Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçememesi düşüşünün başlangıcı olur. Bunun için de listeleri kendisinin belirlemesi hayati önemdedir.
    Davutoğlu da eğer Erdoğan’ın ihtiraslarca bir dur deyip onu bir kenara itemezse kendi sonu olur. Bunun için de listeleri kendisinin belirlemesi hayati önemdedir.
    Bu mücadelede MİT’in eski başkanı Türkiye’nin en güçlü adamının karşısında yer almış ve aday adayı olarak fiilen istese de istemese de ona karşı mücadeleye girmiş bulunuyor.
    Olayların kendi mantığı vardır.
    Bu durum, Fidan’ın istifasını isteyip aday olmasını isteyen Davutoğlu’nun Erdoğan’ın kafasındaki modele karşı olduğunu göstermektedir. Erdoğan’ın pirelenmesi hiç de yersiz değildir
    Davutoğlu, büyük bir olasılıkla, üç dönüm kuralı nedeniyle zaten çoğu fiilen tasfiye olacak kurucu kuşaklardan ayrı kendi ekibini AKP ve Hükümet içinde kurmayı hesaplamakta ve Erdoğan’ı sembolik bir cumhurbaşkanlığı görevinde düşünmektedir.
    Bu arada, muhtemelen eski kadroları da memnuniyetsizlikleriyle yedeğine alıp onların prestijinden yararlanmak istemektedir.
    Davutoğlu ile Erdoğan arasında bir gerilim ve çatışma kaçınılmazdır.
    Hakan Fidan’ın istifası ve Davutoğlu’nun onu istifaya davet edip aday olarak göstermesinin çelişkisiz başka bir açıklaması bulunmamaktadır.
    Öte yandan Hakan Fidan’ın sadece AKP’li olarak değerlendirilmesi de yanlıştır. O aynı zamanda “Devlet Aklı” denen, yani bu devletin uzun vadeli çıkarlarını savunan aklı temsil eder. İstihbarat örgütlerinin görevi devletin stratejik çıkarlarını belirlemek ve savunmaktır.
    Yani bizzat devletin uzun vadeli çıkarlarını düşünen akıl da Erdoğan’ın büyük bir risk olduğu noktasındadır büyük bir olasılıkla
    Buna ek olarak bölgedeki diğer devletlerin ve büyük devletlerin de Erdoğan’dan sıdkının sıyrıldığı açık olduğuna göre, Erdoğan fiili güçler bağlamında kendisi açısından çok tehlikeli bir tecrit içine girmiştir.
    Aslında şimdi geri çekilse, hedeflerini küçültse, köşesinde sembolik olarak durmayı kabul etse kedisi için bir çıkış yolu ve uzlaşma kapısı bulabilir.
    O şimdi muazzam bir idari, ekonomik, medyatik ve siyasi gücü elinde bulundurmaktadır. Ama bunca güç bile o iktidarı korumaya yetmez.
    a) Bizzat Bülent Arınç’ın dediği gibi kendisinden nefret eden bir yüzde elli var
    b) Dünya’da ABD, Fransa, Almanya; bölgede Mısır, Suriye ve büyük ölçüde de İran kendisine karşıdır.
    c) Kürt Hareketi karşıdır.
    d) Kendi partisindeki eskiler karşıdır
    e) Bizzat atadığı başbakan karşıdır
    f) Devlet aklı karşıdır
    g) Cemaat karşıdır
    Erdoğan’ın tek adam yönetimine ulaşma olasılığı çok zayıftır. Böylesine büyük stratejik güçleri karşıya alan bir gücün ayakta kalması ve hedeflerine ulaşması zordur.
    Erdoğan ya ileriye gitmek zorundadır ya da düşer. Bisikletteki bir adam gibidir. Duramaz. İleriye gitmek için ise kendisiyle en küçük farka bile müsamahasız olmak ve onu karşıya itmek dolayısıyla karşı cepheyi büyütmek zorundadır.
    Hedefine ulaşamadığı takdirde ise düşüş zorunludur. Bu düşüşün bir noktada durması da zordur çünkü öylesine keyfi bir yönetim ve akçeli işler vs. vardır ki, sonu ancak hapiste biter.
    Bunları muhtemelen kaldıramayabilir uğradığı tecrit ve “ihanet” zinciri sonunu görmeden sağlığının bozulmasına yol açabilir.
    Eğer Erdoğan böyle düşmezse, hedeflerine ulaşırsa, bu toplumu öylesine gerecektir ki, bir süre sonra askeri darbeyi bile toplum mumla arayacaktır. O zaman da yine düşecektir.
    Erdoğan’ın düşüşü kaçınılmazdır.
    Eğer birinci yoldan düşerse, daha reformcu ve tecridi olabilir. Daha az gerilim ve can kaybı demektir.
    Erdoğan’ın Maymunlardan öğrenmesi gereken bir ders vardı. Maymunlar bir elleri veya ayaklarıyla bir dalı tutmadan diğer dalı bırakmazlar. İki eli ve iki ayağı da hiçbir zaman boşlukta kalmaz.
    Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına seçilmesi ve seçimler veya başkanlık sistemine geçmesi arasındaki dönem boşlukta kaldığı dönemdir. Cumhurbaşkanıdır ama henüz başkanlık sistemine geçilmemiştir; yetkileri yoktur. Ve artık hukuken AKP’nin ve Hükümetin başında değildir; istifa etmiştir. Yani boşlukta bulunduğu, bir dalı bıraktığı ama diğer dalı henüz tutmadığı seçimlere veya başkanlık sistemine geçinceye kadar olan bir dönem vardır.
    Bunun riskini muhtemelen gördü. Ama çareyi yanlış yerde aradı. Tipik şarklı kafasıyla davrandı. Açık ve kişilikli ilişki yerine bağımlılık ilişkilerine dayanmak. Güçlü ve kişilikli gördüğü bir başbakanla açık bir pazarlıkla bunu yapabilirdi. Ama bu onun aynı zamanda gücü ve iktidarı paylaşması anlamına gelirdi. Bunun için, güçsüz ve kendisine bağımlı ve muhtaç ve kendi kontrolünde olabileceğini sandığı Davutoğlu ile bu boşluktaki dönemi doldurmayı denedi.
    Şunu unuttu, en güçsüz, en bağımlı, en az kişilikli insanlar, genellikle ellerine ilk yetki geçirdiklerinde birikmiş kompleks ve ihtiraslarıyla hareket ederler. Kölelik ve firavunluk aynı madalyonun iki yüzüdür. En sıradan ve korkak askere çavuş pırpırını takarsanız karşınıza bir canavar çıkar. İşkencede en çok konuşanlar diğer konuşanlara karşı en acımasız olanlardır.
    Böyle durumlarda kişilikli insanlarla sağlam ilişkiler gerekir ama kişilikli insanlar ise öyle pozisyonlara düşmezler ve gelmezler.
    *
    Özetle, sınırlı verilerden ve onları açıklamak üzere çelişkisiz bir açıklamaya yönelik mantıki çıkarsamalardan çıkan şudur: Erdoğan önümüzdeki günlerde ihanete uğradığını düşünecek ve aday listelerini kimin belirleyeceği üzerine Davutoğlu ile mücadeleye girecektir. Davutoğlu ise açıktan savaşan değil, yüze gülüp arkadan çalışan bir yapıdadır. Muhtemelen bir şey yok deyip bildiğini okumaya devam edecektir.
    Tabii bu konumlanış, Davutoğlu’nu ister istemez, cemaate yaklaştıracaktır.
    Davutoğlu şimdilik, açıktan bayrak açmaktansa, köstebek gibi sessiz ve derinden çalışıp mevziler oluşturmaktadır.
    Erdoğan’ın başkanlığı giderek bir hayale dönüşmektedir.
    Kendisi özellikle Ergenekon ve faşistlerle ittifak yaparken karşısında Çok geniş, Cemaatten Kürt hareketine, CHP’den Davutoğlu’na ve AKP’nin eskilerine kadar geniş bir koalisyon bulacaktır.
    Erdoğan’ın en büyük özelliği hiçbir araya gelmeyenleri ve gelemeyecekleri bir araya getirme yeteneği idi. Bunu Gezi’de başarmıştı. Muhtemelen şimdi de yine başaracaktır.
    Bekleyelim göreceğiz. Bu akıl yürütmede nerede yanlış yaptığımızı da olaylar bize gösterecektir.
    24 Şubat 2015 Salı
    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/02/magna-carta-firavunlasma-erdogan-ve.html

  57. AKP kaç parça? (4)
    Gerçek
    Şubat 20, 2015

    Hakan Fidan’ın MİT müsteşarlığından 7 Şubat 2012’nin tam üçüncü yıldönümünde istifa etmesi, önce yaygın olarak Tayyip Erdoğan’ın Davutoğlu’na gösterdiği bir yeni sopa gibi algılandı. Binali Yıldırım’ı gölge başbakan olarak elinin altında tutması yetmezmiş gibi, şimdi de Hakan Fidan’la tehdit ediyordu başbakanı. Bu değerlendirmenin yanlış olduğu çok kısa süre içinde ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan ertesi gün Latin Amerika gezisine çıkarken “açık konuştu” ve bu istifayı doğru bulmadığını söyledi. Belli ki kendi kalesi olarak bellediği istihbarat örgütünün başından mutemet adamının ayrılması onu tedirgin ediyordu. Latin Amerika gezisinden dönerken ABD’de Houston hava limanında üç saat durup Türkiye’nin Washington büyükelçisi Serdar Kılıç ile uçakta bütün tahminlere göre MİT müsteşarlığını konuşması telaşının ne kadar ciddi olduğunun bir kanıtı oldu. Erdoğan’ın uçağında olan gazetecilerden bazıları Erdoğan’ın güvendiği dağlara kar yağdığı duygusunu yazdılar.

    Ama Ahmet Davutoğlu Fidan’ın istifasını ısrarla savundu. Bu da cumhurbaşkanı seçiminden ve Davutoğlu’nun Tayyip Erdoğan’ın kendi elleriyle başbakan ve AKP genel başkanı yapılmasından bu yana sadece altı ay geçmişken ikilinin birbiriyle çelişkiye düştüğü konulara bir yenisini eklemiş oldu. Kısaca hatırlayalım:

    · Davutoğlu “şeffaflık paketi” adıyla bilinen, siyasi partilere verilen yardımlar ve mal bildirimi konularında yeni düzenlemeler içeren ve inşaat sektöründe toprak rantı yağmasını biraz düzene sokmayı hedeflediği iddia edilen bir paketin hazırlandığını açıkladı. Erdoğan gayet kaba biçimde “seçim öncesi zamanı değil” dedi. Son günlerde paketin seçim sonrasına bırakıldığı belli oldu.

    · Binali Yıldırım Aralık sonunda 5 Ocak tarihinde Erdoğan’ın Bakanlar Kurulu’na başkanlık edeceğini açıkladı. Davutoğlu “öyle bir toplantı yok” dedi. Erdoğan tarihi değiştirerek Ocak sonunda Bakanlar Kurulu’nu Kaç-Ak Saray’da topladı. Öyle bir toplantı varmış!

    · Erdoğan, bu toplantının ardından başkanlık sistemi konusunda coştukça coştu. Bu arada Davutoğlu’na da görev verdi: “Öyle sanıyorum ki Ahmet Bey’in savunulacak en önemli tezlerinden bir tanesidir” dedi. Bunu söylemek zorunda kalması bile manalı. Ama Ahmet Bey’in başkanlık sistemini savunduğunu daha duyan olmadı.

    · Bedelli askerlik ilk ortaya atıldığında Davutoğlu “Fakir çocuğun askerlik yapması, zengin çocuğun bedel ödeyerek askerlik yapmaması olamaz” diyecek oldu. Geçtiğimiz günlerde bedelli işi bağlandı.

    · Davutoğlu “yolsuzluk yapan babamızın oğlu da olsa kolunu keseriz” dedi, dört eski bakana “Yüce Divan’a gitmeyi kendiniz talep edin” dedi. Ama Erdoğan son dakikada müdahale ederek komisyon toplantısını erteletti, bakanların Yüce Divan’a gönderilmesine engel oldu. Buna rağmen Genel Kurul’da AKP milletvekillerinin beşte biri Yüce Divan yönünde davrandı.

    · DAİŞ Kobani’den püskürtülünce Davutoğlu “Kobani’ye buradan selam ediyorum. Kobani’deki her kardeşimi alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir” dedi. Erdoğan Kobani’nin kurtuluşu vesilesiyle kutlama yapanlarla “çiftetelli oynuyorlar” diyerek aklı sıra alay etti.

    · AKP kongrelerinde ve meclis grup toplantılarında Davutoğlu “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarıyla karşılanıyor. Erdoğan’ın fedaileri Davutoğlu’na görevlerini hatırlatma ihtiyacı duyuyor.

    İşte Hakan Fidan olayı da bütün bu çatlakların üzerine geldi. Davutoğlu’nun seçim kazanma zorunluluğu ile Erdoğan’ın kendini sarayında tahkim etme telaşı birbiriyle çelişiyor. Ama o da ne, Tayyip Erdoğan’la çelişkileri artık açık açık konuşulan Bülent Arınç da Hakan Fidan’ın istifasına şöyle tepki verdi:

    “…bakan olacak, başbakan olacak derseniz, başbakan olması mümkün değil düşündüğüm kadarıyla. Yani bu seçimden sonrasının başbakanı bellidir. Şu veya budur. Doğru mudur yani bir MİT Müsteşarı’nın ileride başbakan olması? Bana göre o da yanlıştır. Bakan olabilir mi? Belki bazı bakanlıklar olabilir ama her bakanlık da MİT Müsteşarlığı yapmış bir insan için bence doğru bir görev değil. Dışişleri bakanı yapsanız, karşınızdaki dışişleri bakanıyla konuşuyorsunuz. Adam diyecek ki ‘Bu MİT’i idare eden bir insandı, benim hakkımda her şeyi biliyor. Ben de bunun hakkında her şeyi bileyim’. Yani söylenen sözler kuşkuyla karşılanacak.”

    AKP kaç parça? Demek ki ikiden fazla. Ama kaç, onu söylemek zor!

    http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/akp-kac-parca-4

  58. http://t24.com.tr/yazarlar/hakan-aksay/demirtas-chp-akilli-davransaydi-bu-sene-akpye-karsi-halk-iktidari-kurardik,11345

    “- Peki, herhangi bir iktidar değişiminde Erdoğan’dan hesap sorma gibi bir durum gündeme gelebilir mi?

    Elbette olabilir. Hatta 8 Haziranda gündeme gelebilir. Seçim sonuçları bunu belirleyebilir. HDP iyi bir oyla ve iyi bir milletvekili sayısıyla parlamentoya girdiğinde, AKP artık tek başına iktidar kuramayacak demektir. Başa gelmek için parlamento içinde birileriyle anlaşmak zorunda kalacaktır. Bu ya biz olacağız, ya da CHP veya MHP.

    Ben kendi partim adına şunu söyleyebilirim: Hukuksuzluklardan, yolsuzluklardan, rüşvetlerden, son dönemde ortaya çıkan katliam ve ölümlerden hesap sormayı programına koymamış bir hükümet programını HDP asla onaylamaz. Böyle bir gelecek vizyonumuz yoktur.

    – Barış göşmeleri adına da olsa?..

    Evet, barış görüşmeleri adına da olsa. Barış görüşmeleri de geçmişle hesaplaşmayı, yüzleşmeyi içeriyor. Pisliklerin üzerini örterek barış falan olmaz. O nedenle 8 Haziran, hesaplaşmak için iyi bir fırsat yaratabilir.”

    “Bu özgücümüze dayanarak biz, bırakın AKP’yi devirmeyi, Türkiye’de bir demokratik halk iktidarı kurmayı düşünüyoruz. Biz o kadar iddialıyız.

    CHP akıllı davransaydı 2015’te bunu yapabilirdik. Ama anlaşılan, CHP ya seçim sonrası doğru bir çizgiye gelecek ya da aşılacak.”

  59. RTE’nin Soner Yalçın ve Uğur Dündar’dan ne farkı var? Böyle muhalefete böyle iktidar;

    Erdoğan: Varsın onlar inadına dekolte inadına mini etek desinler; biz inançlı gençler yetiştireceğiz

    Varsın onlar kendilerine icazetli şakirtler yetiştirsinler, inadına dekolte inadına mini etek diye feveran etsinler, biz TÜRGEV ile diğer vakıflarımızla derneklerimizle birlikte inancına tarihine bağlı nesiller düşünen tartışan gençler yetiştirmek için çalışmaya devam edeceğiz.

    http://t24.com.tr/haber/cumhurbaskani-erdogan-turgev-toreninde-konusuyor,288495

  60. 1961 Anayasası ve ‘Direnme Hakkı’nın önü arkası

    Cemil KOÇAK

    1961 anayasası, 27 Mayıs öncesinde çok lâfı edilen ‘direnme hakkı’nı anayasal bir hak hâline getirdi. Onu romantik bir ifadeye büründürdü ve siyasal hayatımıza armağan etti!

    Bazen yanılıyoruz; ‘direnme hakkı’nın yalnızca belirli bir siyasal gruba ait olduğu gibi bir izlenim yaratılıyor çünkü… Oysa, ‘direnme hakkı’ herkese aittir.

    1961 anayasasının başlangıç metninde şu ifadeye yer verilmişti: “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşrûluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni yapan Türk milleti…” Şimdi öncelikle vurgulamamız gereken nokta; 1961 anayasasının bu romantik ifadesinin yer aldığı girişin, anayasa metninden sayıldığıdır. Bu sûretle, anayasa yapıcıları olan 27 Mayısçılar, gerek darbenin ve gerekse yeni anayasanın meşrûluğunu ve haklılığını ortaya koymaya çalışıyorlardı.

    Dahası, yine başlangıç metnine; “Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu anayasayı kabul ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adalete ve fazilete aşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.” cümlesinin de eklemesi tercih edilmişti. Bu iki cümle, siyasal hayatta, yeni anayasının ve iktidarın savunucuları olarak, “uyanık bekçiler” vurgusuna kapı aralamıştı bile… Günümüzde de ‘uyananlar’ ile ‘uyanamayanlar’ ayrımına alışık olanlar için, ‘bu ayrımın keskin bir politik analiz’ oluşturmadığı söylenebilir.

    O hak, bize aittir

    Şimdi gelelim, işin inceliğine… 27 Mayısçılar, bugün artık pek az kişinin hatırlayacağı bir anayasa değişikliğini sadece iki hafta içinde gerçekleştirmişlerdi bile… Bu yeni; ya da o zamanki ifadesiyle ‘geçici anayasa’ya

    göre; “İktidar partisi idarecileri tarafından anayasanın çiğnenmesi, Türk milletinin bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetlerinin ve masuniyetlerinin ortadan

    kaldırılması, muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek, tek parti diktatoryası kurulmak suretiyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi

    fiilen bir parti grubu durumuna düşürülmüş ve meşruluğunu kaybetmişti. Ordu Dahili Hizmet Kanunu’nun 34. maddesi ile; “Türk

    yurdunu ve Teşkilâtı Esâsîye Kanunu ile tâyin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumak” vazifesi kendisine verilmiş olan Türk ordusu, vatandaşı birbirine düşürmek suretiyle, Türk vatanını ve millî varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanunî vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini yeniden kurmak için, Türk milleti adına harekete geçerek, milleti temsil vasfını kaybetmiş olan meclisi dağıtıp; iktidarı, geçici olarak, Millî Birlik Komitesi’ne emanet etmiştir.” 12 Haziran 1960 tarihinde kabul edilen bu ‘geçici’ anayasa, daha sonra çıkarılan bir yasayla ‘geçici’ olmaktan da çıkarıldı.

    27 Mayıs’a karşı ‘direnme hakkı’

    ‘Direnme hakkı’nın tek taraflı bir hak olduğunu düşünmek çok yanıltıcıdır. O herkesin hakkıdır; ne var ki; politikanın pratiğinde işler çok kez kitapta yazıldığı gibi gitmez. ‘Direnme hakkı’nı kullanarak iktidara gelen gruba karşı da, başkaları bu kez ‘direnme hakkı’ndan söz edebilir. Nitekim ettiler de. Elbette Demokrat Parti’lilere böyle bir hak tanınmamıştı. Onlar dertlerini ‘Marko Paşa’ya anlatabilirlerdi. İşin tuhafı; işin başında hiç kimsenin aklına gelmeyen şey, başlarına gelmişti. Ya da gelecekti. Çok kısa bir sure önce birlikte Millî Birlik Komitesi’ni kuran subaylar arasında meydana gelen görüş ayrılıkları ayyuka çıkmıştı. İktidarın ‘emanet’ edildiği kurul, kendi içinde ayrışmış ve çatlamıştı.

    ‘Direnme hakkı’, bu aşamada, bir grup subay tarafından, bir diğer grup subaya karşı kullanılabilir miydi? İktidarın ikiye bölünmesi karşısında; kimin iktidarda olduğuna, kim, nasıl karar verecekti? Diğer yandan, ‘geçici anayasa’da bu konuda kesin bir yanıt bulunabilirdi: “Millî Birlik Komitesi üyeleri, kendi dileğiyle komiteden çekilebilir; fakat ikinci maddede yazılı yemine ihanetleri mahkeme hükmü ile sabit olmadıkça, komiteden çıkarılamaz”lardı. Komite üyeliğinin düşmesi için de şu hüküm geçerliydi: “Vatana ihanet, irtikâp, hırsızlık, sahtekârlık, dolandırıcılık, emniyeti suiistimal gibi şeref ve haysiyet kırıcı suçlardan veya adam öldürmekten mahkûm olanların veya kamu haklarından iskat edilmiş bulunanların komite üyeliği düşer.” Bunun dışında Millî Birlik Komitesi üyeliğinden çıkarılmak mümkün değildi.

    Zor, oyunu bozar…

    Anayasal hükümler bir tarafa; bu türden anlaşmazlıklar ve çatışmalar, ‘direnme hakkı’ taraftarları arasında bile, ancak ‘zor’la çözülebilirdi. Nitekim o zaman da öyle oldu. 13 Kasım’da komitenin 14 üyesi, zorla görevlerinden alındılar ve yurt dışına sürgün edildiler. Abdülhamid’in sürgün politikasını eleştirenlerin, kendilerince gerektiğinde aynı şeye kalkışmaları, politikanın bir cilvesi sayılabilirdi. Ama politikanın cilvesi, bununla da bitmiyordu tabiî…

    27 Mayısçılar, 1924 anayasasının ‘çiğnenmesi’ karşısında DP iktidarını devirmişlerdi; ama bu anayasayı hemen değiştirdiler. Elbette bu pek ‘çiğnenme’ sayılamazdı. Ardından daha vahim bir şey yaptılar; nedense bu konu; ne anayasa hukuku kitaplarında, ne de siyasal literatürde pek de işlenmiş değildir; kendi yaptıkları ‘geçici anayasa’yı da çiğnediler. Bu kez kelimenin tam anlamı ile ‘geçici anayasa’ çiğnenmiş oldu. 14’ler, anayasanın ‘çiğnenmesi’ sayesinde tasfiye edildiler; aksi halde, onları görevlerinden almak, hiçbir koşulda -anayasanın hükümleri dışında elbette- mümkün değildi. ‘Hukuk devleti’ anayasada yer alan fiyakalı ve romantik bir ifade olarak kalmıştı.

    TEK YANLI BİR HAK OLMAZ

    Tarihe baktığımızda; ‘direnme hakkı’nı hakların en önüne koyanların, iktidara gelirlerse; kendi iktidarlarına karşı aynı hakkın kullanımında benzer bir romantizm içinde olmadıklarını görüyoruz. Bu tutum, siyasal ideolojilerden tamamen bağımsızdır. 1917 Rusya’sında ‘direnme hakkı’nı kullanan Bolşevikler, iktidara gelmelerinin üzerinden kısa bir süre geçince, yeni iktidardan o kadar da memnun kalmayan ve kendilerince ‘direnme hakkı’nı kullanmaya karar veren Kronstad denizcilerine karşı nedense pek de hoşgörülü olmamışlardı. Oysa Kronstad denizcileri, devrimin öncüleri arasındaydılar. Aradan geçen sadece dört yıldan sonra, 1921 Mart ayında ise, birden ‘devrim’e karşı ‘direnme hakkı’nı kullanmaya karar verdiler. Onlara göre; Sovyet iktidarı; öngörülenin aksine, özgürlükleri ortadan kaldırmıştı. Onlar, özgürlük için Sovyet iktidarına başkaldırdılar. Ve acımasızca bastırıldılar. Bir zamanların ‘direnişçiler’i, şimdi bizzat yoldaşları tarafından acımasızca katlediliyorlardı. Politika, acımasızdı.

    Eğer günümüzden bir örnek vermek gerekirse; kuzey komşumuz Ukranya’ya bir göz atabiliriz. Sadece bir yıl önce iktidara karşı ‘direnme hakkı’nı kullananların belki de akıllarından geçmeyen bir şey vardı: O da, kendi iktidarlarına karşı da ‘direniş hakkı olduğu ve bunun kullanılabileceğiydi. Nitekim, son bir yıldan bu yana, yeni iktidara karşı da aynı ‘hak’ kullanılmakta…

    ‘Direniş hakkı’ tek yanlı bir hak olmadığı gibi; hiçbir siyasal grubun tekelinde de değildir. Her siyasal pozisyon, günü geldiğinde, kendinde hak ve güç gördüğünde, bu hakkını kullanmakta tereddüt etmeyebilir. Politikanın gerçeği budur. Romantik ifadelerle ortaya çıkan ‘direnme hakkı’, zaman gelir, her siyasal grubun kendi inanç temelinde diğerine karşı uygulamaya koyduğu sert bir çatışma çizgisine dönüşür. ‘Direnme hakkı’nı kullanarak iktidara gelenlerin ya da gelmeyi düşünenlerin ilk düşünmeleri gereken şey de zaten budur: Siyasal grupların aynı anda birbirlerine karşı ‘direnme hakkı’nı kullanmaları halinde, bunun tarihteki yansıması, yalnızca berbat bir iç savaştır.

    İç savaşların fitilini ateşleyen önemli bir öngörüsüzlük de budur işte: Karşı tarafın ‘direnme hakkı’nı kullanmayacağı ya da kullanamayacağı varsayımı… Çok kez aksi görülür; lâkin artık çok geçtir. Bu bakımdan romantik bir ifade olan ‘direnme hakkı’, politikanın sert ikliminde toplumlar için bir felâket de olabilir.

    http://haber.star.com.tr/yazar/1961-anayasasi-ve-direnme-hakkinin-onu-arkasi/yazi-1004769

  61. Anonim 7’nin dediği gibi,
    -Kapitalist iktisat”ın ne olup, ne olmadığı sorusuna aranan cevap; Türkiye’deki “sol kanat” tarafınan hep ihmâl ediliyor!

    Alt yapı yerine çatıda dolaşmaya çalışmak, ancak müritlere has beceridir:) Sosyalistler, düzenbazların kurallarıyla uyuyan dev’i uyandırmaya çalışıyorlar! Oysa iç özgürlüğümüz zaten özelimizdir, ona hiç bir koşulda dokunamazlar. Oysa dış özgürlüğün yolu da ekonomik mücadeleden geçer.
    Anonim7’nin tespitlerini çok önemsemeli.

  62. İslami faşizm?
    Gerçek
    Mart 17, 2015

    AKP iktidarının ne tür bir siyasi rejim olarak analiz edilmesi gerektiği sorusu, sol aydınların tam bir tutkusu haline geldi. Bu tartışmada öne çıkan tespit ise iktidarın hızla bir “faşist” ya da “İslami faşist” yönetim haline gelmekte olduğu.

    Sosyalistlerin rejim tartışmasını akademik bir merak ile değil, strateji ve taktik kaygılarla yapması gerektiğini izah etmeye gerek var mı? Yani eğer bir ülkede var olan rejime burjuva demokrasisi tanımı koyuyorsanız, onunla mücadele yöntemleriniz ve ittifaklarınız farklı olacaktır; faşizm diyorsanız farklı. Gerçek gazetesi, “faşizm”in çok özel bir baskı rejimi olduğunu savunmuş bir gelenekten geliyor. Faşizmin işçi sınıfı örgütlerini bütünüyle ezen rejimlere verilen bir ad olması gerektiğini, kapitalizmin tarihi barbarlık eğilimlerini temsil ettiğini söylüyoruz. Dolayısıyla, baskı rejimlerine durup durup ikide bir küfür eder gibi “faşizm” demek yerine, onları gerçekliğe daha fazla ışık tutan adlarla (askeri diktatörlük, Bonapartizm, otokrasi, mutlakiyetçilik, otoriterlik vb.) anmak çok daha doğru olur. Melez biçimleri de o karakteriyle anmak gerekir.

    Ama bu sefer “faşizm” ya da “İslami faşizm” tespitine itirazımız bunun da çok ötesinde. Gerçek gazetesi olarak biz, Türkiye’nin çok baskıcı bir parlamenter rejimden ayrılmış olduğu, burjuva demokrasisinden ayrı bir rejime geçmiş olduğu iddiasını doğru bulmuyoruz. Bize göre, AKP iktidarı zaten 12 Eylül rejiminin bütün olanaklarından yararlanan, onun siyasi alandan dışlamaya çalıştığı güçlere gerektiğinde şiddetle saldıran bir iktidardı. Ona “demokrasi” misyonu atfedenler zaten budalaca yanılıyorlardı. Ama son iki yılda siyasi yaşamın dinamikleri değişti. AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan gerçekten çok daha baskıcı bir yönetime doğru adımlar atıyor. Bunun arkasındaki dürtüleri iyi kavrayamazsak, Türkiye’deki güçler dengesini anlayamaz, strateji ve taktiklerimizi doğru saptayamayız.

    Çırpınış

    AKP’nin son zamanda baskı dozunu bugüne kadar görülmemiş bir tarzda arttırmasının ardında Türkiye’nin bir yıl içinde iki halk isyanı yaşaması ve bunun sonucunda Tayyip Erdoğan’ın hâkim sınıflardan aldığı desteğin önemli bir bölümünü yitirmiş olması yatıyor. Erdoğan ve şürekâsı, halktan korkmuştur. Yeni bir Gezi ya da yeni bir 6-12 Ekim deneyimi, daha da ötesi ikisinin birleşmesi, en korkutucusu ise işçi sınıfının durgunluğunu atarak bunların önüne düşmesi ihtimali, onlar için bir kâbus gibidir. Üstelik, Erdoğan hâkim sınıflar içindeki müttefiklerini de birer birer yitiriyor. Kayıpları artık AKP içine uzanmış durumda. En son AKP milletvekillerinin beşte bire yakınının yolsuzluk oylamasında parti çizgisine isyanı bunun yaşayan örneği.

    Demek ki, Erdoğan düşüşe geçmiş bir siyasi akımın lideri. Baskıya yönelmesinin nedeni tam da bu. Öyleyse Erdoğan’ı Hitler’e benzetmek büyük bir yanlış içeriyor. Hitler 1933 ile 1939 arasında parlamenter yolla başına geçtiği hükümeti faşist bir rejim kurmak için kullanabildiyse, bunun nedeni her geçen yıl iktidarının güçlenmesi, Alman toplumunda kendisine olan desteğin artmasıydı. Hitler yükselen bir güçtü. Tayyip Erdoğan ise gerilemekte olan bir güç.

    Peki, Erdoğan ağır bir baskı rejimi kuramaz mı? Kurabilir. Savaş da çıkarabilir. Çünkü onun da hâlâ önemli güçleri var. Burjuvazinin kendi özel çıkarlarını hâkim sınıfın genel çıkarlarının önüne çıkarmış belirli bir kesimi, havuz basını, devletin baskı aygıtları, giderek onun bir vurucu gücü olmaya uygun bir sosyal karakter sergilemeye yatkın görünen geleneksel küçük burjuvazi (esnaf ve zanaatkâr), onun etrafında kümelenen bir dizi tekfirci örgüt ve en önemlisi büyülediği, karizmatik bir ilişki kurduğu milyonlarca seçmen. Kurabilir de kurup kuramayacağı, karşısındaki büyük kitle muhalefetinin nasıl bir yol tutacağına bağlı.

    CHP mi, isyanın yolu mu?

    “İslami faşizm” tespitinin aslında CHP’yle ittifak amacına yönelik olduğu son günlerde tartışılmayacak kadar açık biçimde ortaya çıktı. Gerçek ise Gezi’den ve 6-12 Ekim’den bu yana vurguluyor: Erdoğan’ı yenmenin yolu halkın isyanını sokakta ve sandıkta örgütlemekten geçiyor, CHP’ye yanaşma yoluyla söndürmekten değil! Gerileyen bir gücün baskı rejimi arayışlarını faşizmle özdeşleştirir, Erdoğan’ı yanından bile geçemeyeceği Hitler gibi her şeye muktedir gösterir, sonra da halkın önüne Ekmeleddin’leri, Mansur Yavaşlar’ı, İslamcı hareketin kenara attığı politikacı enkazı şahsiyetleri çıkaran bir partiye yamanırsanız, halkı uyuşturursunuz.

    Buna karşılık BHH-HDP anlaşmasıyla başlayan, öteki sosyalistlerin de içinde yer aldığı, toplumsal muhalefetin bütün güçlerini kendi etrafında toplayan bir odak oluşturursanız, büyük bir rüzgâr estirerek halkın bütün mücadele azmini ve şevkini körüklersiniz. Bundan korkan burjuvazi, hatta AKP’nin yaygın kesimleri bile Erdoğan’ı yalnız bırakır. Zaferin yolunu döşemiş olursunuz. “Faşizm” tespiti ve CHP kuyrukçuluğu ise bizi yenilgiye götürür.

    Bu yazı, Gerçek gazetesinin Mart 2015 tarihli 65. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/islami-fasizm

  63. SORU: Ülkenin kültür, eğitim, sanat durumundan memnun musunuz?.. CEVAP: Hiç memnun değilim. Bizde doğru dürüst kültür olsaydı, her yıl dünya çapında ilim, irfan, kültür, araştırma kitapları yayınlanır, bunlar yabancı dillere çevrilirdi. Bana, Türkçe yazılmış ve İngilizce, Fransızca, Almancaya tercüme edilmiş bir tek düşünce, felsefe, tarih kitabı gösterebilir misiniz?
    SORU: İktisadî sistemden memnun musunuz?.. CEVAP: Kesinlikle değilim. Birinci sektörün yapılaşma, betonlaşma olmasını protesto ediyorum. Ülkemizin Güney Kore gibi bir sanayi ülkesi olmasını istiyorum. Yüzde yüz millî ve yerli otomobillerimizin, dünyanın her yerinde satılmasını istiyorum. Yine yüzde yüz yerli ve millî elektronik, cep telefonu sanayii istiyorum. Ülke sermayesinin betona, lüks meskenlere gömülmesini istemiyorum.
    SORU: Durum çok iyidir, baksana gökdelenler yapılıyor, Marmaray, otoyollar, hava alanları, rezidanslar, AVM’ler, yollardan seller gibi akan lüks otomobiller, tüketim çılgınlığı, israf, pahalı cep telefonları, kapuçino ile birlikte yenilen çizkkler diyenlere ne cevap vereceksin?.. CEVAP: Onlara ebleh derim.
    SORU: Kemalizm konusunda ne diyeceksin?.. CEVAP: Kemalizm, M. Kemal’in ölümünden sonra Dönmeler tarafından çıkartılmış ideolojimsi bir şeydir. Türkiye Ortadoğu’nun Japonya’sı olamadıysa Kemalizm yüzündendir. Zamanımızda Kemalizm öldü sayılır. Eskiden dirisinden çekiyorduk, şimdi ölüsünden.
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Durum_Berbattir/24120

  64. Küçükaydın’ın 53’teki yazısında kandaşlıktan devlete geçiş için verdiği bir örnek ilginç, çünkü benzerleri çok;
    “Osman Bey, amcası Dündar Alp’i öldürür.”
    Hz.Muhammed, amcası Ebu Leheb’in liderliğine karşı çıkar.
    Abbasî halifesi Mansur, kendisine karşı hilafet mücadelesine girişen amcasını öldürür.
    İslam’a geçen Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han, amcasına başkaldırır.
    Safevî hanedanından Şeyh Cüneyd, liderlik için amcası Şeyh Cafer ile çekişir.
    II. Murad, taht kavgasında amcası Mustafa Çelebi’yi öldürür.