Selahattin Demirtaş Çizgisi Desteklenmelidir…

 

 

Bir grup çağrıcı olarak, AKP diktatörlüğüne karşı HDP-CHP-BHH ittifakı çağrısı yaptık. Gerek seçim dönemine gerekse sonrasına ilişkin en doğru tutumun bu olduğuna ve halen geçerliğini koruduğuna inanıyorum. Çağrının pratikte geçerli olmaması ya da bileşenlerinin gerekli adımları atmayacak olmaları, onun yanlışlığını değil, bileşenlerin yanlışlığını gösterir.

CHP, çağrıyı duymadı bile ya da duymazlıktan geldi. Fazla “yükseklerde” olduğundan yerlerde sürünen biz fanilerin sesini duymaması bir anlamda normaldi.

HDP, o kadar “yükseklerde” olmadığından çağrıyı bir ölçüde duydu ve en azından BHH’ye ittifak çağrısında bulunduysa da bu, “bizi destekleyin” demenin ötesine gitmedi.

Bu arada, Dolmabahçe’de hükümet yetkilileriyle üç HDP milletvekili, Öcalan’ın 10 maddelik bildirgesini duyuran bir “basın toplantısı” düzenlediler. Bu “basın toplantısı” ister istemez akıllara, AKP ile Kürt hareketi arasında bir “işbirliği” olduğunu ve bu “işbirliğinin” seçimlere, hatta sonrasına da uzanacağı gibi, özgürlük mücadelesi açısından son derece vahim bir olasılığı getirdi. Bu olasılıktan hareket ederek, HDP’ye yönelik çok sert twitler attım.

Fakat Dolmabahçe olayından hemen sonra HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, AKP diktatörlüğüne karşı tutarlı ve bugüne kadar devam eden açıklamaları, özgürlük mücadelesi saflarında yer alan insanların yüreğine su serpti.

Zaten Demirtaş’ın açıklamaları, özgürlük düşmanlarının tepkisini çekmekte gecikmedi. Önce Cumhurbaşkanı, ardından Başbakan ve onun ardından da Bülent Arınç, Selahattin Demirtaş’ı topa tutan beyanlarda bulundular. Öyle anlaşılıyor ki, hükümet erbabı, Selahattin Demirtaş’ı, son uygulaması “iç güvenlik paketi” olan özgürlükleri son zerresine kadar ortadan kaldırma girişimlerinin önünde önemli bir engel olarak görüyor.

BHH’nin ortaya koyduğu hedeflere genelde katılmama ve desteklememe rağmen, bir anarşist olarak, hiçbir siyasi örgüte dâhil değilim ve hiçbir siyasal angajmanım yok. Bireysel olarak alacağım tutumu belirleyen tek bir ilkem var: AKP diktatörlüğüne karşı özgürlüklerin savunulması için, özgürlük cephesinde yer alan herkesle, her türlü siyasal ve toplumsal oluşumla ortak hareket etmek.

Bu ilke, bugün bana, eğer Selahattin Demirtaş HDP’yi temsil ediyorsa, bu partinin seçimlerde desteklenmesinin gerekli olduğunu söylüyor. Eğer Selahattin Demirtaş, bugünkü tutarlı özgürlükçü çizgisini sürdürür ve HDP de aynı yönde hareket ederse, diktatörlüğe karşı HDP’nin desteklenmesi ve barajı geçerek parlamentoda yer alması, AKP’nin milletvekili sayısını düşürmesi için çaba göstermek bana en doğru tutum gibi görünüyor. Elbette bu destek, eleştiriden muaf değildir. Keza bu destek, saflarında önemli bir anti-faşist potansiyeli barındıran CHP’ye karşı sekter ve düşmanca bir tutum takınmayı gerektirmemekte, özgürlükleri sokakta BHH ile omuz omuza savunmayı engellememektedir.

Elbette birileri, “senin ne gücün var ki, cürmün kadar bile yer yakamazsın” diyebilir. Doğrudur. Tek başına bir bireyim. Vatandaş olmadığımdan şahsen oy bile kullanamıyorum. Buna rağmen unutulmamalıdır ki, özgürlük ilkesi, koca kayaları bile yerinden oynatabilir.

Bitirirken, Selahattin Demirtaş’la ilgili birkaç söz daha söyleyeyim. Bundan önceki,  “Devrimci, Sorumlu Olandır” yazısında Selahattin Demirtaş’a yönelttiğim, CHP’ye ittifak çağrısı yapılmasının HDP açısından gerekli ve bunu yapmamasının hata olduğu eleştirisinin halen geçerli olduğunu düşünüyorum. Eğer Demirtaş ve HDP bu çağrıyı yapsaydı, bu en azından BHH’yi olumlu etkileyecek ve belki de BHH, bugün aldığı “bağımsız kalma tutumu” yerine, HDP’yi destekleme kararı alacaktı. Bu da az şey değildi. Aslında bugün bile zaman geçmiş değildir.

Selahattin Demirtaş’a ilişkin söyleyeceğim son nokta ise, bu konuda kendime yönelik bir özeleştiridir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, HDP’nin Selahattin Demirtaş’ı aday göstermesinin yanlış olduğunu, Demirtaş’ın özgürlükçü tüm güçleri temsil eden bir aday olmadığını belirtmiş, buna rağmen, isteyenlerin ona oy vermelerinin yerinde olacağını söylemiştim. Zayıf bir destekti bu. Hatta destek mi, yoksa köstek mi olduğu bile tartışılır. Şimdi bu tutumumun yanlış olduğunu düşünüyorum. Selahattin Demirtaş, bugüne kadarki çizgisiyle, özgürlükçü güçlerin desteklemesi gereken iyi bir aday olduğunu kanıtladı.

 

Gün Zileli

3 Mart 2015

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tarih Felsefesinde Liderlerin Rolü ya da Kılıçdaroğlu Meselesi

Artıgerçek Tarih Felsefesi’nde son derece önemli bir konu olan “Tarihte bireyin rolü” ya da “önderlerin …

106 Yorumlar

  1. ben yazıyı gözden geçirmeye yoruldum valla.

  2. Mülayim Sert

    HDP’nin AKP ile olan ilişkisinin temel politikasını kim belirliyor? “İmralı” mı? Demirtaş mı? “Kandil” mi? Eşbaşkanlar mı? Taban mı?

    Tamamen kapalı şekilde yürütülen “Süreç” pazarlığının içeriği nedir?

    Bunlar belirsiz olduğundan HDP içinde -ismi konmamış- bir çizginin karşısında bir de Demirtaş çizgisi gerçekten var mı o da belirsiz bence. Çeşitli kamusal imajlar görüyorum, tutarlı kanatlar filan görmüyorum.

    Görüntü şöyle: “İmralı” AKP ile en sıcak ilişki içindeki unsur, onun delegeleri SSÖ vd. haliyle aynı noktada, “Kandil” daha mesafeli ve yaklaşık 10 günde bir toplam 17 kez filan olmak üzere “süreç böyle gitmez sabrımız kalmadı böyle olmaz” diyip duruyor fakat statükoyu sarsacak bir şey de yapmıyor. HDP resmi idaresi yani “Demirtaş çizgisi” de ikisinin arasında bir yerde “hem ağlıyor hem gidiyor”.

    Bu işin sonu hiç iyi gözükmüyor bana. 3 odak arasındaki farklılıkların esasa ilişkin olduğunu da düşünmüyorum. HDP’nin dış halkasını oluşturan solcular ağır bir şok ile uyanacak seçimlerden sonra diye düşünüyorum. YAE’nin bir benzerini yaşayacağız bence. Bu bir tahmindir, iç bilgiye erişim olmadığından ancak tahmin yapılabilir zaten, aksi kör imandır ve kör iman ile hareket etmek iktidara karşı sağlıklı bir paranoya beslemesi gereken anarşistlere yakışmaz. Umarım bu sözlerimi yedirirler. Umarım şaşırırım.

  3. Sayın Zileli,

    İki bölüm halinde, bütünlüklü yazımı gönderdim.

    Yazının hepsimi okuduktan sonra, ikinci bölümün sonunda sıraladığım 17 soruluk kısmı görünce; niçin geniş bir yazı yazmak zorunda olduğumu daha iyi anlayacaksınız!

    Saygılarımla,

  4. Bence Demirtaş çizgisini savunmak, bir anlamda Öcalan’ın teslimiyetçi çizgisine karşı mücadele anlamına geliyor.

  5. Selam, yazılarınız çok uzun ve çok yer kaplıyor. Bu kadar uzun yazıyı kimse okumaz. Özetleyerek gönderin lütfen

  6. yazınız çok uzun. lütfen okunacak ölçüde kısaltın

  7. sanırım bu yazıyı daha önce yayınlamıştık. Mükerrer yazı yollamayın lütfen

  8. Gün Bey,

    Size sadece bir kişinin ismini vererek, o kişiyi hedef haline getirmek gibi bir maksadım yok.

    Fakat bu kişi özellikle “İslamcı” camiada sözüne rağbet edilen, 40’a merdiven dayamış genç bir arkadaşımız.

    Şöyle bir tweet yazmış:

    https://twitter.com/kilicarslan_is/status/571707108091162624

    Burada:
    Ya konunun ana fikri görülemiyor;
    Ya da kasten manipülasyon yapılıyor!

    Açıklığa kavuşturmak babında size sormak, birinci ağızdan öğrenmek isteriz:

    “Elveda HDP. Yollarımız burada ayrılıyor.” derken sizi ve yazdıklarınızı takip edenler olarak bizler;
    HDP’nin “devlet”e yaklaşmasını eleştirdiğinizi, ve eleştirmekle kalmayıp bağınızı koparmayı tercih ettiğinizi anlıyoruz.

    Fakat manipülasyon yapmaya meyilli olanlar (veya seve seve manipülasyon yapanlar!) sizin sanki “silah”ı sevdiğiniz ve silah kullanılmasına devam edilmesi yönünde görüşünüzü beyan ettiğiniz şeklinde bir “algı” yayılmaya çalışılıyor (?)

    Fikrinizi açıklar mısınız Gün Bey?

  9. Tabii ki böyle bir şey yok. Silahlı mücadeleye değil, kitle mücadelesine inanıyorum. Ben Dolmabahçe’deki işbirliğine “silahlı mücadele bitiyor” açısından değil, özgürlüklerin satılması açısından karşı çıktım.

  10. Cevabınız için teşekkürler.

    53 yıldan fazla devrimci akımın içinde bir kişi olarak; “çamur at, izi kalsın” sözünün ne demek olduğunu; siz çoğumuzdan iyi bilirsiniz!

    Kindar bir mizaca sahip olmadığınızı biliyorum.

    Ama adresini verdiğim twitte de açık açık bir manipülasyon yapıldığı ortada!

    Hakkaniyeti aramak babında (taş atmak babında değil!), “çamur at, izi kalsın” algısının sizin üzerinde de yürümesine bir nebze karşı durmak için; ülbunuzca bir cevap vermeyi düşünür müsünüz?

  11. BU İKİ MESELE PATLAMAK ÜZERE!

    Fikirlerimiz ne kadar ulvi olursa olsun; içinde bulunduğumuz zaman (tarih açısından içinde bulunduğumuz an) hangi şartları/ihtiyaçları/fikirleri destekliyorsa, o şartlar/ihtiyaçlar/fikirler neşv ü nema bulur (büyür ve gelişir). Zaman içinde şartlar/ihtiyaçlar/fikirler tabii ki değişecek, yerini “yenilere” terk edecektir.

    Bir “fikir/proje/görüş” ne kadar mükemmel olursa olsun: i)sırasını savmışsa, ya da ii) sırası gelmemişse katiyen büyüyüp-gelişemez.

    Yukarıda yazdıklarımın bir tek istisnası vardır:

    “Var oluşu idame ettirme derdi!” (Halk ağzı ile “geçim derdi”)

    Gıda/barınma/sağlık/eğitim ihtiyacı zamandan kopuk, ezelden ebede geçerli ihtiyaçlardır.

    Diğer şartlar/ihtiyaçlar/fikirler sadece tarihin belirli zamanında geçerli olur ve sonra yerli yerine otururlar.

    ***
    Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihi kavşak bizi cumhuriyetten beri kurduğumuz düzeni temelden sorgulamaya itiyor.

    Cumhuriyetin çözdüğü meseleleri saymakla bitiremeyiz. Laik/demokratik bir cumhuriyette yaşamak hem en büyük kazancımız, hem de en büyük hedefimizdir.

    Ancak, cumhuriyetin çözemediği, belki de hatta körüklediği iki mesele artık zaman önünde iyice olgunlaşmış, tarihin bu sürecinde çözülmek üzere en kritik dönemine girmiştir.

    Bu iki mesele:

    1) Muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerin ve

    2) Kürtlerin

    itilmişlik/dışlanmışlık/yok sayılmışlık/inkar edilmişlik duygularının bertaraf edilmesidir.

    ***
    Bu iki mesele tıpkı vücuda zamanında yerleşmiş ve patlatılmak üzere artık baş vermiş iki irin gibi tarihi olgunluğuna ulaşmıştır.

    Bir şekilde RTE ve/veya Apo siyaset sahnesinden çekilse bile…

    Bir şekilde AKP ve/veya HDP kapatılsa…

    PKK tarumar edilse bile…

    Bu iki mesele “çözülene”, (muhafazakârlar ve Kürtçüler büyük çoğunlukla hal edildiğine inanana) dek Türkiye Cumhuriyeti bu iki iltihap yüklü irinle yaşamak zorundadır.

    İsteyen istediği kadar ve yerden göğe kadar haklı olarak:

    1) “Ama artık muhafazakârlar modernleri dışlıyor/onlara hayat hakkı tanımıyor”,

    2) “Muhafazakâr kisvesi altında yolsuzluklar/hırsızlıklar aldı başını gitti”,

    3) “RTE bir diktatör”,

    4) “Apo eli kanlı bir katil”,

    5) “Ne Kandil, ne İmralı ne istediğini biliyor”,

    diye haykırsın; bu iki mesele artık gündemden kalkmaz/kalkamaz.

    Muhafazakârlar ve Kürtler istedikleri kadar saçmalasınlar/şımarsınlar/(kimilerine göre) zıvanadan çıksınlar ciddiye alınmak ve artık tarih önünde “tatmin edilmek” hakkına sahiptirler.

    ***
    Tarihin kendi zamanlaması ile dayattıkları açısından bakılınca maalesef Parlamento’daki en eski ve güzide iki siyasi partimiz (CHP ve MHP) bu dönemde işlevsiz/misyonsuz kalmıştır. Belki, CHP esas misyonu olan “gelir dağılımına müdahale” alanına geri dönerse (bkz: 1970’ler Ecevit dönemi) bir nebze olsun işlev kazanır. Ancak, unutmayın ki AKP “gelir aktarımı” alanında da (sağlık, eğitim, konut, ulaşım, sosyal yardımlar v.b.), eksiklikleri/gedikleri ne kadar büyük olursa olsun, önemli adımlar atmıştır.

    ***
    Maalesef, benim gibilerin dert edindiği temel haklar/ basın ve düşünce özgürlüğü/hukuk devleti/faşizan baskılar v.b. tarihin bu dönemde ön plana çıkardığı Muhafazakârlar ve Kürtler açısından “mesele” değildir!

    Ne idiğü sadece yoruma bağlı olan HDP’nin ortaya koyduğu 10 maddelik talepler manzumesi bol bol demokrasi ve haklardan bahsediyor ancak HDP’nin kast ettiği sadece ve sadece Kürtlerin hakları ve paylarıdır.

    Muhafazakârlar ise demokrasiden dem vurduklarında sadece ve sadece “kendi inançlarına uygun hayat hakkı”nı kast etmektedirler.

    Bu ülkede Muhafazakârlar ve Kürtler, diğer “normal yurdum insanları” kadar demokrattırlar!

    Türkiye Cumhuriyeti “kendisine demokrat” insanların ülkesidir!

    ***
    Türkiye Cumhuriyeti insanların “başka insanların haklarını” savunmaya başlayacağı tarihe dek kendi mecrasında akacak, tarih önünde vatandaşlar sadece “kendi meselelerini” mesele edinecektir.

    Cüneyt Ülsever
    3 Mart 2015
    Yurt Gazetesi
    http://www.odatv.com/n.php?n=bu-iki-mesele-patlamak-uzere–0303151200

  12. gezi’de darbeyi gördük demiş biri sonuçta. politikacılar böyledir, birgün öyle birgün böyle.

  13. ALİ KOÇ’UN AĞLAMASI ÜZERİNE ÖNEMLİ BİR YAZI:

    “SOSYALİZM, BURJUVALARI DA ÖZGÜRLEŞTİRECEK!”

    Ülkemizin en zengin ailesinin mensubu, ekonominin %10’unu üreten şirketlerin sahibi “Koç”ların bir ferdi olan Ali Koç Antalya’da G20 toplantısı vesilesi ile yaptığı konuşmada gittikçe derinleşen “gelir dağılımı adaletsizliği”nin ve bununla beraber gelişen “umutsuzluğun” kendisini dehşete düşürdüğünü, iki çocuk sahibi bir baba olarak onların geleceğinden çok ciddi kaygı duyduğunu dile getirdi!

    Üstelik sadece iki çocuk, Erdoğan’ın istediği gibi üç, hatta dört çocuk bile değil… Ayrıca bu “Koç ailesi”nin fertleri (şu an Mustafa Koç) dünya kapitalizminin en üst kuruluşu Bilderberg’in daimi üyesi… Söylendiğine göre ABD’nin strateji üreten “Council On Foreign Relations” adlı kuruluşun da Amerikalı olmayan tek mensubu.

    Bundan biraz önce ülkemizin ikinci en zengin ailesinin mensubu “Güler Sabancı” da buna benzer bir açıklama yapmış, son yıllarda yaratılan “ekonomik zenginliğin sosyal refaha yansımadığını” ifade etmişti!

    Basında açıklanıyor; AKP döneminde milyarder sayısı 4’den 50’lere çıkmış. Ekonomisi bizden 10 kat, nüfusu 2 kat büyük Japonya’dan daha çok milyarderimiz varmış! Sadece geçtiğimiz yıl milyoner sayısı 1 milyon artmış. Yine AKP döneminde Koç, Sabancı gibi holdinglerin varlıklarının değeri 6 ila 10 kat büyümüş…

    Hatırlanacaktır; “12 Mart 1971 cuntası”nın genel kurmay başkanı Memduh Tağmaç özgürlükleri kısıtlama girişimlerinin nedenlerini açıklarken; “Sosyal bilinçlenme ekonomik kalkınma hızını geçti!” mahiyetinde bir kelamda bulunmuştu. Daha sonra “12 Eylül 1980 faşist cuntası” gelip özgürlükleri tümden askıya alınca da zamanın Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) başkanı tekstilci patron “Halit Narin” işçi sınıfını ve sendikaları kast ederek; “Şimdiye kadar hep siz güldünüz; şimdi gülme sırası bizde!” diyerek cuntaya desteklerini en veciz şekilde dile getirmişti!

    Halk arasında bir deyiş vardır; “Dikiş tutturamıyor!” Yani bir türlü yaşamında başarılı olamıyor, bir baltaya sap olamıyor anlamında. Yani ülkemizin ekonomisi ile sosyal ihtiyacı bir türlü dikiş tutmuyor! O nedenle AKP iktidarı bu yırtığa din ile baskı kanunları ile, tek parti ve tek adam rejimi ile yamamaya çalışıyor. Ancak yama büyüdü ve çirkin gözükmeye başladı, demek ki dikiş artık tutmuyor; Ali Koç konuştu!

    Türkiye’de 2001 ekonomik krizinden bu yana konuşan o kadar kişi oldu ki… hiç kimse farkına varmadı. Amerika’da %99 adında yaygın kitlesel eylemler oldu “gelir dağılımı adletsizliği”ni protesto etmek için (We are the 99%), bir müddet sonra sönüp gitti. İtalya, İspanya gibi ülkelerde gençlerin %50’si işsiz, medyada haberi bile çıkmıyor! Hollanda gibi ekonomisi oldukça iyi ülkelerde bile işsizlik %25, yine de ortalık güllük gülistanlık gibi davranılıyor!

    Ne var ki; bu vurdum duymazlık birden bir gök gürültüsünü andırır şekilde en tepeden gelen seslerle yırtılmaya başladı! Dünyanın en zengin ailelerinden olan “Rothschild” aristokrasisinin İngiliz ayağını oluşturan “Baron Rothschild” ünlü malikânesinde; “dünyada gittikçe tehlikeli şekilde bozulan gelir dağılımı sorununu tartışmak” üzere bir konferans düzenledi… Kimler davetli değildi ki? ABD eski Başkanı Bill Clinton, IMF başkanı Lagarde, vesaire. Ve bu paniğe sadece bir kitapçık vesile oldu: Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin “20. yüzyılda Sermaye” (Capital in 20th Century) adlı kitabı…

    Piketty’nin çalışması kapitalizmin eşitsizliği artan şekilde derinleştirdiğini ve bunun ekonomik olarak devam edemeyeceğini tüm verileri ile ortaya koymuştu! Dolayısı ile bu soruna ya demokratik yollardan çözüm bulunacaktı, yani örgütlü işçi sınıfı politik sahnede yerini alacaktı, aksi hâlde sistem çökecekti!

    Düzenin temsilcileri başlangıçta Piketty’i sosyalist devrime çağrı yapıyor zannettiği için (nitekim Piketty, 68 kuşağına ait devrimci bir ailenin çocuğu imiş) çalışmasına yüz vermedi!

    Ancak kitabın burjuvaziye bir uyarı mahiyetinde olduğu anlaşılınca “sorumluluk bilinci ile (!)” harekete geçerek düşünülmeye, tartışılmaya başlandı!

    Enerji ihaleleri vs. ile zenginliğine yeni zenginlikler katmaktan etrafını göremeyen Güler Sabancı topu ıskalayınca Türk burjuvazisi adına söz her zaman olduğu gibi “Türkiye’nin Rothschild’ları” olan “sorumlu kapitalist!” “Koç”lara kaldı. Zaten Güler Sabancı’nın amcası Sakıp Sabancı; “Biz burjuva falan değiliz, patronuz.” dememiş miydi?!

    Rothschild ailesinin hayır işlerine bağış yapmakla ünlü bir diğer ferdi; oluşturulan dinamiğe ivme kazandırabilmek için kendisini ortaya attı ve servetini toplumsal projeler için harcadığını uzun uzun anlattı. Mantığını da şöyle açıkladı:
    “Bir günde üç öğünden fazla yemek yiyemezsin.” Hani, bizdeki, “kefenin cebi yok ki,” misali uhrevi bir yaklaşım! Bu tür hayırseverlik ile kapitalizmin sorunlarının çözülebileceği düşüncesi “yeni-muhafazakârlık ideolojisi”ni iktidar yapan Margaret Thatcher’a ait! Sosyal devleti yıktıktan sonra ortaya çıkan sorunların çözümünün sorumluluğunu zenginlerin hayırseverliğine devreden Thatcher; kapitalistlere (O bunlara “endüstrinin kaptanları” adını vermişti!) “Biz size kazandırıyoruz, siz de azıcık vermesini bileceksiniz.” derdi!

    Ancak çok iyi biliniyor ki, hayır işlerine yapılan bağış vergiden muaf olduğu için zenginler bu yöntemi vergi kaçırmak için kullanıyordu! Thatcher’ın kendisinden daha bağnaz sağ kolu “Norman Tebbit” ise; “Kapitalizmde zenginlerin lüks harcamalarıyla halka sızıntı yoluyla kırıntılar düşer, yani istihdam yaratılır.” demişti! İstihdam ise tam aksine; patrona vergi, sigorta yükü bindirir! Vergiyi kaçırmak varken neden ödensin ki?!

    Zamanımızın en büyük ironisi her hâlde bizzat kapitalistlerin kapitalizm denen şeyi anlamamış, anlayamamış olmaları!

    O kadar ki; kapitalizmin önde gelen hizmetkârlarından Avrupa İmar Bankası eski yöneticisi Fransız Jack Attali;
    “Kapitalizmi anlamak için Marx’ın okunması gerektiğini” ifade etmişti! Yanlış hatırlamıyorsam; OECD eski yöneticisi Saunders de aynı şeyi söylemişti!

    Yani kapitalizmi sistemin asıl oyuncularından değil, onu ortadan kaldırmak isteyen bir devrimciden öğrenecektik! O nedenledir ki, kapitalizmin zirve toplantısı Davos’ta örgütleyicilerinden biri “Kapitalizm kendini yok olmaktan kurtarabilir mi?” diye ortaya bir soru attı!

    Demek ki Ali Koç ile Rothschild’ın ortak yönü sadece sistemlerinin yarattığı sorunlar karşısında kaygılanmaları değil. Aynı zamanda oyuncusu ve sahibi oldukları sistemin nasıl çalıştığının da farkında olmamaları…

    O nedenle olsa gerek Marx sanki alay edercesine sosyalizm geldiğinde burjuvaların da sistemlerinin kölesi olmaktan kurtulacağını ifade etmiş!

    Enis Üner
    3 Mart 2015
    http://www.odatv.com/n.php?n=sosyalizm-burjuvalari-da-ozgurlestirecek-0303151200

  14. ona bakarsanız Kılıçdaroğlu’nun da ne gafları var.

  15. kime, nerede cevap vereceğim?

  16. Hakkınızda kasten manipülasyon yaptığını tahmin ettiğimiz “İsmail Kılıçarslan”a:

    “Hakkaniyet”i savunmak babında,

    “Çamur at, izi kalsın!” çirkefliğine sizi de bulaştırmamaları babında,

    Taş atmak için değil; “gerçek”i duyurmak babında;

    Kendi twitter adresinizden;

    https://twitter.com/kilicarslan_is/status/571707108091162624

    Adresine cevap vermeyi düşünür müsünüz?

  17. gucler dengesi

    Herkes HDP ve Apo iktidarla ve AKP li RTE la gizli anlasma yapiyor diyerek veryansin ediyor. Veryansin edenler sizler özgürlük hareketine ve kurt halkina ne yardim ettiniz, sizi satip AKP le gizlimi anlasmami yapiyor. istanbuldan , Ankardan, izmirden cikip kurdistana gidip halkla calismami yaptiniz. Siz cikmisiniz tirbunlere kurtle akil veriyorsunuz. bunca yil cektiklerini görmemezlikten gelerek yorum yapiyorsunuz. Cizre, Sirnak, Silopide, Amed, Hakkari de hergün polis, asker gazbombasi, platik mermi atiyor, tutukluyor ve cocuk yasta insanlari olduruyor. Ezidilerin, Süryanilerin, Turkmenlerin Irak, Suriye deki halini duydugunuz halde hic bir yardim ( Fiilen veya manen destek verip disari cikmadiniz.) etmiyorsunuz. Eliniz cebinizde “ya apo, HDP birak Mit le, AKP ile gorusmeyi ayip oluyor, kurtleri satma “diyorsunuz. Size kalsa gucu yetmeyen KCK, PYD yardim almadan carpisarak ölsünler. KCK nin gücünü , o cografyadaki gücleri, AB ,ABD yi bildiginiz halde 5 bin gerillayla direnin, haydi sizi goreyim koclar ” diyorsunuz. Atyarisimi oynuyorsunuz? Sizler yardim edin, onlarda AKP ve devletlerle gorusmesin. Yardim ettinizde size ihanetmi ettiler. Yardim elini uzatinizda sizi ittilermi? KCK. Kobane, Cezire, Afrin, Sengale gidip bir yaraliya elinizimi uzatiniz. Kardesim yardim etmiyorsunuz bari susun. Kobane viran gidin yardim edin evsizlere, cadirlarda kalanlar halka. Gidip elinize bir mala, kazma almayin, baska gücler oraya harfiyat araclari gönderdiginde yine elestirin. Yok sizler sadece “sunu yap, bunu yap, a olmadi , böyle olurmu canim, bak simdi yanlis yaptin, haydi öldür , savasa devam, tühhhh devletlerin güclü silahlari seni öldürdü tüh… Pardon yanlis trafik yolu gösterdimmi diyeceksiniz. Insan utanir bunlari yazmaya. Turkler, sicarken yada yatakta düsünür. Düsünün bu insanlar adina ne yaptim, ne istiyorum. BHH nin gücüne ki oy verse ne olur, vermese ne olur. Onlar gitsin ulusalci, kucuk ve milli burjuva, Egeli, Akdenizli , Trakyali turklerin partisene oy versin. CHP zaten sosyalizmi, ozgurlugu, Komun hayatini, toprak reformunu, isci denetleme komitesini, istiyor. Daha sonrada sinifsiz toplum ve komunizmi hedefliyor CHP. CHP 4. komunist Enternasyonali topliyacakmis solcular diyor.

  18. gucler dengesi

    KOBANİN YENİDEN İNŞAA PLATFORMU haydi yardima, konusmayin, birakin secimleri, haydi yardima. Gelin gelin sizinde katkiniz olsun. Orada konün kurun, kimse ses cikartmaz.

  19. Dolma bahçe Deklerasyonu Türkiye’deki devrimci ve demokratlara potansiyellerini gerçekleştirmek için bir zemin sunmuştur,insiyatifi ele almak ve ileriye taşımak için bir sıçrama tahtası işlevi görmektedir,AKP ile anlaşılsın veya anlaşılmasın bu tatlıdır,AKP mecburen bu görüntülemiş kareye girmiştir,hdp desteklenmelidir ve 70millet vekilini bulmalıdır,AKP dengelenmiş olur.

  20. özgürlükçü

    utanın sizin ne HDP yi ne çözüm sürecini ne bereketli toprakların TOPLUMSAL BARIŞINI nede reel siyaset ve başarı siyasetini anlamanız imkansız zihniniz karakol olmuş sayın Demirtaş Dolmabahçe açıklamasından önce bir cümle kurdu açıkladı ”Barış HDP dende akp dende kıymetlidir”” dedi siz bunu hiç anlamadınız HDP yi ise anlamanız mümkün değil çünkü fesatlandınız mümkünmü siz en devrimci öncüler dururken toplumsal devrimci politik bir alternatif olabilirmi????hemde size sormadan????hele siz içinde en devrimci öncü olarak beli,rleyen değilseniz olabilirmi??????vel hasıl siz kimsiniz hala kendini en devrimci öncü sanan bu meseleyi olumlu tüketmeyi becerememiş bilumum tarihin teorik pratik çöplüğündekiler???????????8 haziranda bir kez daha utanmayacaksınız bu sütunlarda eminim gene en devrimci öncülük yapacaksınız devam edin????????

  21. Abi hayatında bir sefer de yanılma yinede seviyoruz seni.

  22. YALAN SÖYLÜYORSUNUZ

    VE

    ERTUĞRUL ÖZKÖK’E İSTEDİĞİNİ VERMEYİN; YAZIKTIR!

    Bu ülkede AKP iktidarına karşı ordunun faaliyete geçmediğini, kapatma davasında, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçiminde müdahil olmadığını, Balyoz’da darbe planlanmadığını, psikolojik harp yöntemlerinin uygulanmadığını söylüyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Ordunun darbe ortamı hazırlamak için toplumsal infial yaratacak eylemleri örgütlemediğini, Danıştay, Dink, Santoro, Zirve katliamı gibi vakalarda parmağının olmadığını, gazeteleri kullanmadığını, gazetecileri kullanmadığını, Özel Harp Dairesi’ni harekete geçirmediğini, Kozmik odalarında katilleri saklamadığını iddia ediyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Ergenekon ya da adı neyse derin devletin faal olmadığını, Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin, devrimcilerin kanına girmediğini, yakın zamana kadar ensemizde hissettiğimiz soluklarının kesildiğini, eski devletin tasfiye edildiğini söylüyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Cemaatin devlet içinde örgütlenmediğini, cemaatle anılan bürokratların hukuk dışına çıkmadığını, ideolojik bir birlik içinde davranmadığını, Ahmet Şık’ın, Nedim Şener’in tutuklanmasında kişisel hesaplara girilmediğini, Ramazan Akyürek başta olmak üzere arkadaşlarımızın cinayet dosyalarında adı geçenlerin şüphe altında olmadığını yazıp çiziyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Baransu’nun çağın en iyi gazetecisi olduğunu, sığ ideolojik uslubuyla kimselere zarar vermediğini, Taraf’ın “Gazetecilikten Tutuklanmadılar” manşetinin haklı olduğunu, Ergenekon ve Balyoz davalarının sulandırılmadığını, yüzleşme fırsatını kaçırmamıza yol açacak hukuksuzlukların yapılmadığını beyan ediyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    AKP’nin hırsızlıklara, cinayetlere bulaşmadığını, yolsuzluk belgelerinin ortaya çıkmasının darbecilik olduğunu, her olayı paralele bağlayarak otoriterleşme imkanını zorlamadığını, Erdoğan’ın günden güne paranoyaklaşarak hepimizi uçuruma sürüklemediğini savunuyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Zaman Gazetesi’ne girilmesinin, Hidayet Karaca’nın, Baransu’nun tutuklanmasının sıradan hukuki prosedürler olduğunu, şirketlerin, vakıfların, okulların baskı altına alınmasının, yargıda, poliste, bürokraside gerçekleşen uygulamaların demokrasinin bir gereği olduğunu söylüyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Hırsızlıkların kapatılması için darbecilerle çıkar birliği yapılmadığını, cinayetlerin örtbas edilmesi için Ergenekoncularla beraber davranılmadığını, dün katil dediklerine bugün kahraman muamelesi çekenlerin alçak olmadıklarını, iktidara sırnaşan gazeteci kılıklı şebeklerin kendi menfaatleri için davranmadığını, içine düştükleri zavallı durumlar karşısında acılarımızı meze haline getirmediklerini söylüyorsanız yalan söylüyorsunuz…

    Bu ülkede darbeciler vardır ve faaldir…

    Bu ülkede derin devlet vardır ve etkindir…

    Bu ülkede devlet içinde kadrolaşmış ideolojik yapılar vardır ve hukuk dışıdır…

    Bu ülkede hırsızlar vardır ve aklanmadan görevine devam etmektedirler…

    Bu ülkede katiller vardır ve yeni yasalarla yeni cinayetler hazırlamaktadırlar…

    Bu ülkede konjonktüre göre davranan bukalemunlar vardır ve kendilerine gazeteci demektedirler…

    Bu ülkede yalancılar vardır ve her yerdedir…

    ERTUĞRUL ÖZKÖK’E İSTEDİĞİNİ VERMEYİN; YAZIKTIR!

    Özkök diyor ki: “Ben Kürt değilim… İzmir doğumlu bir Türk’üm. Cebimde TC vatandaşlık numarası yazılı bir kimlik kartı taşıyorum. Tam göğsümün üzerinde ve o göğsü gere gere taşıyorum. Arkadaş Kürtlere ne veriyorsan, hangi hakkı, hangi güvenceyi tanıyorsan ben de istiyorum.”

    Yani Özkök’e anadili için seçmeli Türkçe dersi mi verilsin?

    “Bakü düştü düşecek, niye bu kadar coşuyorlar” diyen Kürt bir Cumhurbaşkanı mı istiyor?

    İzmir’in köylerini güvenlik gereğiyle boşaltıp insanları Bingöl’e mi sürsünler? Hemşerilerine cezaevinde bok mu yedirsinler? F16 uçakları Çeşme’yi bombalayıp 35 sivili mi öldürsün? Türkçe ağıt yakan Cumartesi anneleriyle mi dolsun sokaklarımız? “Kürdistan Kürtlerindir” diye mottosu olan bir gazeteye genel yayın yönetmeni mi bulunsun? Türk sanatçılara “Vay şerefsiz” diye manşet mi atsın o yayın yönetmeni?

    Allah korusun be Özkök, dilini ısır.

    Öyle bir şey olursa mecburen seninle beraber direneceğiz.

    Bizim halimizi de düşün biraz, yüreğimiz nasıl kaldırır bu durumu?

    Hayko Bağdat
    3 Mart 2015
    http://www.haykobagdat.com/kose-yazilari/yalan-soyluyorsunuz/

  23. BHH oylari 0.6 bu oylar HDP ye gelse ne olur. Hic bir bok olmaz. Kendini dev aynasinda gören sinif isbirlikcisi BHH proleter devrimini satmis bulunmaktadir. Marks 1, enternasyonalde, Lenin 2. enternasyonalde Sosyal demokratlar hakinda soyledigi, 1 enternasyonalden sonra Marks ve Engels in düsüncesi Sosyal Demokratlar “devrimini temel doğrultusundan uzaklaşıp reformizm ve revizyonzime yönelmeleri.
    Yine Lenin 1919 yılında kurulan Komünist Enternasyonal işçi-köylü ittifakının yanı sira,” henüz burjuva devrimleri gerçekleşmemiş, sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi verilen ülkelerde ulusal burjuvaziyle ittifakı da, belli çekincelerle, önermekteydi” Bizim solcular yani BHH ve ODP Marsizm ve Leninzmden sarptiklarini anlamalari lazim. inkara lüzüm yok. Söylesinler ” biz Mahir Cayan dan ve onun fasizme karsi oncu savasindan, S propagandasindan vazgectik. Mark, engels, lenin hic mi hic ilgilendirmiyor” .” Biz yillarca haberimiz yoktu Ecevit, Baykal ,CHP,SHP, bizim gercegimizdir” desinler o zaman anlarim ve elestirmem. Haydi hayirlisi ODP ve BHH sosyalist Enternasyonal üyeligi icin muracat edecek. CHP nin Isbankasi onlara sponsor olur. Koc, Ezacibasi, sabanci AKP karsiti liberal burjuvazi, Onlarda CHP,BHH bilesenin seviyor.

  24. KULİSTEN AKTARIYORUM!

    Size doğrudan iki isim vereyim.

    CHP; seçimlere hazırlık sürecinde, ekonomi üzerine ciddi çalıştığını, propaganda mitinglerinin bel kemiğini ekonominin oluşturacağını geçtiğimiz günlerde ilân etti.

    “Sencer Ayata”

    ve

    “Selin Sayek Böke”

    isimlerine dikkat ediniz!

    KAPİTALİST İKTİSADIN CHP İÇİNDEKİ EN KESKİN SAVUNUCULUĞUNU YAPAN EN TEHLİKELİ İKİ KİŞİSİNİN İSİMLERİNİ ARTIK ÖĞRENDİNİZ!

    En başta CHP olmak üzere, HDP ve BHH “kapitalist iktisat”a karşı bir tek argüman ortaya koymadan seçimlere ilerliyor!

    Bırakalım karşı olmayı, neredeyse “kapitalist iktisat”ı kucaklıyorlar!

    Yukarıdaki iki isme dikkat ediniz, ve kameralar önündeki şirinliklerinin tuzaklarına düşmeyiniz!

    Saygılarımla,

  25. S. Demirtaş söylemleri ile Özgürllükçü Sosyalistlerin destekleyebileceği şeyler söylüyor. Bu nedenle deteklenebilir!
    Denilebilir ki, parti siyasetinde karar verici değil; kolayca “açığa” düşürülebilir.
    Olsun; o zaman KSH içinde, “özgürlükçü kanat” desteklenmiş olacaktır.
    Denilebilir ki, barajı geçemeyecek; boşuna oy verilmesin! O zaman, Hayır, tam da bu nedenle, barajı geçsin diyerek oy verilmelidir.
    İddia edilebilir; barajı geçerse RTE ile anlaşacak! Bu kolay değil; güçlü HDP, RTE’nin hegemonyasına karşı daha etkili de olabilir.
    Başkanlık yolunu açacak; mantıklı değil; bu Başkan’lık aslında güçlü Başkan, KSH’e büyük zarar verebilir.
    Barajı geçen HDP mecliste muhalefet cephesinde yer alacaktır. Almak zorundadır. Kürt Halkının uzun vadeli çıkarları, RTE’nin dümen suyunda olmamaktan geçer; parti bunu görüyor olmalı..
    ***
    Yukarıdaki yazıda E. Özkök ile ilgili yazıda bilgi eksikliğinden kaynaklı aşağılama var. EÖ, savunulacak adam değil ama onun söz ettiği “aynısını bana verin” lafı Özerklikle ilgili. Yıllar önce yazmıştı… Dolaylı olarak diyor ki “İzmir de özerk olsun!” Bence de kesinlikle kendi ekonomisini döndüreceğine inanan her Kent Özerk olsun!

  26. Amaçsız Savaş Mı, İçi Boş Barış Mı?

    Kürdlere ‘ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ anlayışı, PKK’nin hem varlık nedenidir hem de değişmeyen politikasıdır. Son 30 yılda sürekli iki olumsuz seçenekle karşı karşıya bırakılan Kürdler, Devlet ile PKK arasında sıkıştırılırdı ve ‘ya PKK’den, ya da Devlet’ten’ yana olmaya zorlandı. Oysa bu “karşıt” seçeneklerin ikisi de Kürdleri Ulusal Sorun’dan uzaklaştıran ve devletin entegrasyon politikalarına hizmet eden seçeneklerdi. PKK’nin bir Devlet Projesi olarak piyasaya sürülmesinin yarattığı bilinçli bir çaresizlik hali dayatıldı Kürdlere.

    Ne yazık ki, bağlantılı ve birbirini besleyen bu iki seçeneğe karşı geliştirilmesi gereken üçüncü bir seçenek de Kürd politik çevrelerince yaratıl(a)madı.

    Kürdler bu savaşı bitirecek üçüncü bir güç oluşturamadıkları için çaresizce seyretmekle yetindiler; dahası istemedikleri bu savaşta durmadan bedel ödemek zorunda bırakıldılar.

    Başta Amerika olmak üzere, Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek isteyen güçler, Abdullah Öcalan’ı yakalayıp Türkiye’ye teslim ederek ‘danışıklı ve kirli savaşınızı bitirin’ mesajını verdiler. Çünkü savaşın bitmesi hem Uluslararası Sermaye’nin talebiydi hem de bu sermayeyle iç içe olan bir kesim Türk Sermayesi’nin çıkarınaydı. 1999 yılından beri bu savaşın bitmesi yönünde çaba sarf edildi; aynı zamanda bu savaşın devam etmesi için de karşıt bir çaba sarf edildi.

    Abdullah Öcalan’ın PKK’ye yönelik “silah bırakmak için olağanüstü kongre yapın” çağrısı, bu kirli savaşın bitmesi yönünde atılan en somut adımlardan biridir. Kirli savaşın bitmesi gündeme geldiğinde çok farklı nedenleri olsa da genel olarak destekleyenler ve karşı çıkanlar şeklinde iki anlayış arasında tartışma yaşanır. Yine aynı cepheleşme ve tartışmalar yaşanıyor. Her zamanki gibi ‘ya amaçsız savaştan yanasınız ya da içi boş barıştan’ dayatması yapılıyor; hem Devlet hem de PKK tarafından. savaştan yana olanlar arasında bir düşünce ve amaç birliği varmış gibi bir algı yaratılmaya çalışıyor; aynı şekilde savaşın bitmesini isteyenler arasında da.

    Oysa nedenler doğru ortaya konulduğunda, savaşın bitmesini isteyen bazı kesimler ile savaşın devamını isteyen bazı kesimler arasındaki yakınlık, karşıt cephelerde yer alanlardan çok daha fazladır. Bu nedenle tarafları doğru tanımak için neye neden karşı oldukları veya neyi neden savundukları üzerinde durmak gerekiyor.

    Devlet homojen bir yapıya sahip olmadığı gibi PKK de homojen bir yapıya sahip değildir. Devlet içindeki iç hesaplaşmanın yarattığı farklı anlayışlar doğal olarak PKK’ye de yansımıştır.

    Mevcut Hükümeti de kapsayan devletin bir kesimi savaşın bitmesini istiyor. Çünkü savaşın devamı hem ekonomik hem de siyasi açıdan devleti tehdit edebilir. Bu tehdit PKK’den değil, yavaş yavaş varlık kazanmaya başlayan Ulusal Talepli bir Kürd hareketinden gelecek endişesi taşıyor Devlet. Ancak savaşın bitmesini isterken aynı zamanda PKK vasıtasıyla “Kürd Sorunu’nu” da kapatmak istiyor. Bu nedenle Kürdlerin Ulusal Sorunu’nu yok sayan bir anlayış içindedir ve Sorunu sadece ekonomik ve demokratik haklarla sınırlıyor. PKK’nin “Demokratik Türkiye” amacı ile devletin “Bireysel Haklar” açılımı ve amacı aslında örtüşüyor. Ama her iki taraf ta anlaşmalarını aynı zamanda “Kürd/Kürdistan Sorunu’nun çözümü” gibi yansıtmak istiyorlar.

    Kürdlerin büyük bir bölümü yaşadıkları sıkıntılardan dolayı ‘bu iş bitsin de nasıl biterse bitsin’ noktasına gelmiş durumdadır ne yazık ki! Çünkü PKK’nin amaçsız savaşından o kadar etkilendiler ki, savaşsız bir ortam onlar için her şeyden vazgeçmeye değerdir.

    Kürd politik çevreleri de halktan çok farklı düşünmüyor genel olarak. Bu kirli savaşın bir an önce bitmesini istiyorlar. Çünkü danışıklı savaşta varlık kazanamıyor ve sürece müdahil olacak kadar güç sahibi olamıyorlar. Ancak bazı politik çevrelerin tutumu uzun vadede en az PKK kadar Kürdistan Sorunu’na zarar verecek düzeydedir. PKK-Devlet danışıklı savaşının bitmesi ile Kürd Sorunu’nun çözümü arasında bağ kuran bu çevreler, hem PKK politikalarını aklamaktalar hem de devletin Ulusal Sorunu örtme politikalarına meşruiyet kazandırmaktadırlar.

    Hem Devlete hem de PKK’ye tavır almak gibi doğru ama riskli bir yol izlemek yerine, her iki tarafa da yaranma çabası içinde olan bu çevreler; “Kürdlerin Birliği” ve “Barış” söylemlerine sığınarak aklayıcı bir rol oynuyorlar. Bu kesim, ‘görüşmeler sadece Devlet-PKK ile sınırlı olmamalı ve bizler de bu sürece katılmalıyız’ diyerek sanki PKK Kürdlerin Ulusal Hakları’nı temsil ediyormuş gibi bir algıya neden oluyorlar.

    Bazı çevreler ise, PKK Sorunu çözülmeden Kürd/Kürdistan Sorunu’nun sağlıklı bir zemine oturmayacağının bilincindeler ve sırf bu nedenle savaşın bitmesini haklı olarak istiyorlar. Bu kesim daha temkinli davranarak hem Devlet ile hem de PKK ile aralarına mesafe koymaya çalışıyor.

    Amaçsız savaşın devamından yana olan bazı kesimler, PKK ile Kürdlük arasında yanlış bir bağ kurarak PKK’nin silah bırakmasına karşılar. Bu kesim, PKK’yi Ulusal Bir Hareket olarak gördüğü için “hiçbir Ulusal Hak elde edilmemişken silah bırakmak yanlıştır” anlayışında hareket ediyorlar. Bu kesimin en etkili ve aynı zamanda duygusallık içeren argümanı ise “bunca şehit ve bedel Demokratik Türkiye için miydi” sitemidir.

    Bu kesimin en büyük handikabı, PKK’nin bir devlet projesi olduğu, sonsuza dek savaşsa da Kürdlerin devletleşmesi gibi bir talebe sahip olamayacağı, dahası savaştıkça sadece ve sadece Kürdlere zarar vereceği’ gerçeğini kabullenmek istememeleridir.

    Amaçsız savaşın devamından yana olan devletçilerin bir kesimi, hem PKK’yi sistem içi kavgada bir koz olarak kullanmak istiyorlar hem de savaştan elde ettikleri ganimeti korumak istiyorlar. Devletçilerin bu politikasını destekleyen bazı Kürdler de (özellikle PKK içindeki Kemalist kesim) vardır. Bunlar da savaş rantının devamını ve kandan beslenen saltanatlarının sürmesini istiyorlar.

    Bazı kesimler, (özellikle de Kemalist/Türk Sol çevreleri) Kürd kanından beslenerek Meclise girme hesapları yaptığı için amaçsız savaşın taraftarıyken, bazıları da Kemalizm’i canlandırmanın tek yolunun bu amaçsız savaş olduğu gerçeğinden hareketle tutum alıyorlar…

    Sonuç Olarak; Abdullah Öcalan’ın ‘silah bırakma’ çağrısı, Amerika ve Avrupa Birliği’nin de desteklediği 2005 Mutabakatı’nın tekrar yürürlüğe girmesidir. Devlet/Hükümet bu mutabakata bağlı kalmayıp “Emperyal bir güç” olarak kendi başına yayılma politikalarında başarısız oldu. AKP Hükümeti devrilmeyle karşı karşıya kalınca 2005 Mutabakatı’na geri dönmeyi kabul etmek zorunda kaldı. 2005 Mutabakatı, Güney Kürdistan’ın devletleşmesini öngörüyordu ve Türk devletinin de AB kriterleri çerçevesinde demokratik bazı adımlar atmasını, Ulusal Haklar yerine Bireysel Özgürlükleri ön plana çıkarmasını ve Yerel Yönetimlere daha fazla yetki vermesini öngörüyordu. Bu mutabakatta Güney Kürdistan Yönetimi de yer alıyordu.

    Çünkü Güney Kürdistan’ın yaşaması ve devletleşmesi PKK Sorunu’nun çözülmesiyle olanaklı olur ancak. Sömürgeci devletler PKK’yi kullanarak Güney’i tehdit ediyorlar. Bu durum son IŞİD saldırılarıyla çok daha açık bir şekilde görülmüş oldu. Gelişmeleri isimlendirmek gerekiyorsa, ‘bir süre kesintiye uğrayan 2005 Mutabakatı tekrar devreye sokulmuştur’ denilebilir…

    Özgür Bireyler Topluluğu olarak, bu amaçsız savaşın bitmesini hep istedik. Ancak bu kirli savaşın bitmesinin Kürd/Kürdistan Sorunu’yla ilgili olmadığını, bunun Devlet ile Kürdlerin barışması olamayacağının altını ısrarla çizdik/çiziyoruz. Bu savaşın bitmesi, Devlet ve piyasaya sürdüğü PKK’nin yeni bir ilişki biçiminde ortaklıklarını sürdüreceği anlamına geliyor. PKK Sorunu’nun çözülmesi, Kürd/Kürdistan Sorunu’nun sağlıklı bir zemine taşınması anlamına geliyor. PKK’nin devlet ile var olan organik bağı, çatışmadan arınıyor sadece. Çatışmaların sona ermesini “barış” olarak nitelendirmek ise; ya cehaletten kaynaklıdır ya da bilinçli bir çarpıtma ile Ulusal Sorunu yok sayma politikalarından.

    Çünkü Barış, Savaş’a neden olan koşullarının ortadan kalkmasıyla olanaklı olur sadece. Savaş(lar)a neden olan ise; Kürdlerin devletleşme hakkının gasp edilmesidir. Kürdler devletleştiğinde ve bu Devlet T.C. tarafından da tanınıp İki Devlet arasında dostane ilişkiler geliştirildiğinde o zaman barıştan söz edilebilir ancak!

    Evet amaçsız savaşın bitmesi olumludur ama ne Devlet ne de PKK bu savaşı bitirmekle aklanmış olmuyorlar. Amaçsız savaşa karşı olduğumuz gibi, içi boş ve Ulusal hiçbir şey barındırmayan “barış” oyununun da parçası olmayacağız.

    Bu kirli savaş bitmelidir ve Ulusal Kurtuluş Mücadelesi koşullara bağlı olarak (sömürge konumundan dolayı Kürdler için her türlü araç meşrudur) farklı mücadele biçimleriyle yeni/yeniden başlamalıdır…

    Haber/Yorum

    03.03.2015

    http://www.nasname.com/a/amacsiz-savas-m-ici-bos-baris-mi

  27. Hocam Demirtaş bir üç kağıtçıdır. CB seçimlerinde bizden aldığı oylarla taç giyme töreninde padişaha alkış tuttu, aynı zamanda küstahtır, bir özür bile dilemediği gibi üstüne bir de “şapşikler vs ” diye şımarık türk/kürt erkeği pozlarına devam etti.
    Ortada böyle rezillikler varken, ne siyasi ne de ahlaki bir özeleştir bile yapılmamışken kimse bana bir daha git de demirtaşa oy ver diyemez.
    bu bir..

    gelelim ikinciye :

    hdp siyasetini halktan kaplı yürüten bir örgüttür. süreç nedir? neyin pazarlığı yapılmaktadır? bir akp bilmektedir bir de bu beyler. ben demirtaşın artistliklerine değil sırrının dolmabahçedeki pozlarına bakarım. bugüne dek yaşadıklarımız bize şunu gösterdi : AKP ile HDP zaten ittifak kurmuş durumdalar. Yarın faşist diktatörlük kendini perçinlerken bugün HDP bayrağı sallamakta ısrar eden arkadaşlarımız yaptıklarını nasıl açıklayacaklar acaba? Bu öyle pek pardonla falan geçiştirilecek bir konu değil.

    Benim fikirlerim CB seçiminden beri bellidir. Gelişmeler fikirlerimi yalanlamadı aksine doğruladı:

    http://deligaffar.com/2014/08/30/alkislar-ve-siyaset-pornosunun-tuzakcilari/

    http://deligaffar.com/2014/12/19/sapsik-sensin-bay-demirtas/

  28. Deli Gaffar arkadaşım, siyasi ve toplumsal mücadele bu alanda mücadele eden güçlerin “samimiyetleri” üzerinden değil, ortaya koydukları çizgiler üzerinden yürütülür. Aksi taktirde hepimizin falcı ya da niyet okuyucu sihirbazlar haline gelmemiz gerekir ki bu da saçma olur. Demirtaş’ın geçmiyteki bazı tutumlarına ilişykin eleştirilerine ben de katılıyorum. Yazımda belirtmedim ama c. başkanını ayakta alkışlaması bir gaftı. Buna rağmen ben bugünkü tutumuna bakıyorum. Bugün AKP7nin karşısına dikiliyorsa bu iyi bir şeydir. Efendim bunu aslında kitleleri kandırmak için yapıyormuş. Diyelim ki öyle olsun. Demek ki kitleler güçlü bir özgürlükçü irade ortaya koyuyorlar ve onu da böyle açıklamalar yapmaya zoruyorlar. Esas olan budur. ayrıca toplumsal mücadelede kimse uzun süre rol yapamaz. Burası tiyatro sahnesi değil. rol bile yapıyor olsa, sonunda o yaptığı rolü yerine getirir. Papaz Gapon, Çar ajanı olarak işçileri seferber etti ama sonnuda on binlerce işçinin önünde saraya yürümek zorunda kaldı. İmre nagy, Macaristan 1956 devriminde, ayaklanmayı saptırması için Kruşçev tarafından işbaşına getirildi. Fakat sonunda yine Kruşçev ve adamları tarafından idam edildi. Neden? onların adamı olarak başa gelen imre nagy, devrimin gücüyle o devrimin gerçek bir lideri haline gelmişti de ondan. Bugün Demirtaş’ın çizgisinin desteklenmesi, aynı zamanda hDP içindeki aKP işsirlikçilerini geriletmek anlamına geliyon.

  29. HDPnin sosyalistlerle dansı

    Yavuz Alogan

    03 Mart 2015

    Selahattin Demirtaş’ın geçen hafta T24’e verdiği mülakatın kilit sözü şu: “AKP’ye anti-kapitalist teori üzerinden muhalefet yapılmalı, anti-İslamcı tezler üzerinden değil.”

    Bu kilidi açtığımız zaman karşımıza sosyalist solun yıllar önce tartıştığı bir sorun çıkıyor. Sorun şu: İktidarda şeriatçılar da olsa toplumun sınıfsal yapısı değişmiyor; devletin ideolojik yapısı her ne olursa olsun esas olan burjuvaziye karşı işçi sınıfı mücadelesi olduğu için siyasal İslam’ı hedef almak gereksizdir. Aslında son zamanlarda çözümlenmiş bir sorun bu. AKP’nin, anayasal rejimi cebren ve hileyle değiştirerek İslamcı faşist bir rejim kurmayı amaçladığı, kendi burjuvazisini laik burjuvazinin karşısına çıkardığı, emekçi sınıfları da tarikatlar ve cemaatlerle kuşatarak sınıf mücadelesinin temellerini zayıflattığı, herkesin nihayet gördüğü bir gerçek.

    1933 yılında Berlin’deki parlamento binası yakıldığında Alman komünistlerinin kapitalizme karşı mücadeleyi geçici olarak askıya alıp, esas olarak Hitler’in partisi ve militan gücüyle mücadele etmek gerektiğini, fena halde gecikerek anlamaları gibi bir durum… Gerçi bizim daralmış da olsa biraz vaktimiz var, bu yüzden zamanı iyi değerlendirmek gerekir.

    ‘İSLAMCI KİMLİK VEHMETMEK’

    Demirtaş, özetle, toplumsal hayatın dini dogmalara göre dönüştürülmesine, siyasi rejimin değiştirilmesine aldırmayın, sosyalist olduğunuza göre bunları bırakıp kapitalizme karşı mücadele edin, diyor. Yani bizim işimiz sosyalistlik etmek; laikliği savunmayacağız mesela; “yurtseveriz” dediğimiz zaman faşist olacağız, aynısını kendisi söylediği zaman “sosyalist” olmaya devam edecek. Çok güzel… Partisi de sosyalist olmuş zaten. Aynı mülakatta şöyle diyor: “Yani Türkiye’de ana akım sol damar, artık HDP üzerinden yürüyecek.” Bu akılları, muhtemelen, “kampanya direktörü”nden, ÖDP’nin erken dönem akıl hocasıyken şimdi HDP eşbaşkanlığı danışmanı olan arkadaşlardan alıyor.

    Şu laflara bakın: “Ve özellikle Kemalist laiklerin AKP’ye bu kadar İslamcı bir kimlik vehmetmeleri bir hatadır … Soldan muhalefet yapılması lazım, emek teorisi üzerinden…” Hep birlikte, Kemalistler dahil, emek teorisi üzerinden AKP’ye muhalefet edeceğiz, gericilikle, rejim sorunlarıyla uğraşmayacağız…

    GÜVENLİĞİMİZİ SAĞLIYOR

    Buna siyaset değil şarlatanlık denir. HDP’nin MİT marifetiyle AKP’yle anlaşmalı olarak kurulduğu, sosyalist solu kendi içine alarak batıda güçlenmek, Haziran Ayaklanması’nın devrimci potansiyelini yok etmek istediği sır değil. MİT’i çok seviyorlar, tam bir güven duyuyorlar. Sırrı Süreyya Önder şöyle diyor mesela: “‘’Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı olmasını isterim. Belirli bir mesafe yürüttük kendisiyle. Büyük bir barışı kuruyoruz. Görüşmeler yürütüyoruz. Yakın mesaiye girince de bir güven temelinde bu ilişkiyi götürüyoruz.” (CNN, “Ne Oluyor?”, 26.08.2014).

    İmralı tutanaklarında Öcalan da şöyle diyor: “Üç blok var: AKP bir blok, MHP-CHP bir blok, emekçiler sosyalistler bir blok. Bunu hedefleyin, biçimlendirin. Heyetle görüştüm (MİT heyetini kastediyor), sol olmadan bu iş olmaz. Onlar da ikna olmuş durumdalar. Yani onların güvenliğini de ben burada düşünüyorum, ben sağlıyorum. Bu ne demek; artık sol’a komplo yapılmayacak demek” (Aydınlık, 2 Eylül 2014, 6. Tutanak). Çok güzel! Sosyalistler gericilikle uğraşmayı bırakıp AKP’ye karşı anti-kapitalist muhalefet (hem de emek-değer teorisi üzerinden!) yapacaklar, MİT de güvenliği sağlayacak. Havuz medyası emek-değer teorisi üzerinden verdiğimiz mücadeleyi övecek, Mithat Sancar gibi liberallerle, Dengir Fırat gibi ağalarla Meclis’teki yerimizi alacağız. Sonra siz AKP’yle, hatta CHP’yle birlikte “yerel yönetimler özerklik şartı”nı Anayasa’ya yazarak federatif devletçiğinizi kuracaksınız; laiklik anayasadan çıkarılacak ve ümmet toplumunun temelleri atılacak.

    Genellikle çok terbiyeli yazıyorum ama “bokunu çıkarmak” deyiminin zihnimde yankılanmasına engel olamıyorum. Edep dışı bir deyim olmakla birlikte, duruma çok uygun düşüyor; sözlüklerde de yer alıyor; “uğraşa uğraşa çok bozuk, çok kötü, zararlı bir duruma getirmek” diye tarif ediliyor. HDP’nin sosyalistlerle dansı ciddi değildir, fakat çok vahimdir. Sebeplerini ancak retrospektif olarak (geçmişe doğru bakıldığında) kavramak mümkündür ki bu da ortaya acıklı bir manzara çıkarmaktadır. Önemsenmek, mühim müzakereler yapıyormuş gibi hissetmek elbette insan zihnine küşayiş (parlaklık) verir, lakin muhabbetin esbabı mûcibesini, yani neden ve nereden icap etmiş olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir.

  30. Gün Bey,

    1 Dolar = 2,55 (2,57) TL ve üzerini test ediyor.

    Umurunuzda mı?

    Saygılarımla,

  31. libertaire_pengu

    gerek deli gerek Anonim cok iyi ozetlemis durumu ben de daha once demir abinin yazdiklari uzerinden bir cevap vermistim. HDP’nin guven vermedigi ile ilgili ! CHP’yi tartismayacagim ne oldugu ne olacagi belli ! Ama acikca Demirtas ekolu farkli demek afferdersin hocam sarabi fazla kacirmak . KUH’u taniyanlar iyi bilir farkli dusunuyorsan ya bir kazaya ya da hain bir kursuna hedef olursun. KUH’un icinde farkli dusunce olmaz farklismis gibi yapan sark kurnazlari olur !

    Kisisel fikrim BHH’nin tavrini olumlu buluyorum daha sokaklari kaybetmedik ama kazanamadikda yapmamiz gereken cok is var.

    Ibu arada illla oy verecekseniz bunu teorilestirmenize gerek yok oy da sizin sandik da oynadiginiz demokrasicilik oyunuda !

  32. Daha çok yükselse daha iyi olur.

  33. Deli Gaffar arkadaş,
    anımsarsın… Sanırım Hukukçularla ilgili bir toplantıydı; yanıldıysam düzeltin; Kılıçdaroğlu, RTE CB mıydı, elini ona uzattı. Ne kadar da gönülsüz uzattı elini RTE… (Oysa çoktan köprüleri atmalıydı; tümü ile saçma; anlamsız, kişisel hırslarını tatmin için; hayatta karşılık bulmayacak değersizlikte olsa da bir iç savaşı göze almış “arkaik” bir siyasetçiyi, çoktan silmesi ; kılıçlarını çekmiş olması gerekirken…)
    ***
    Bu KK, SD vb adamlar siyasi nezaket uğruna aptalca işler yapıyorlar… Aslında kusurun büyüğü RTE de.. Bu adam milyonlarca ölü vererek yenilmeye hazır! KK hala “çağdaş!” Mevzuyu kavrayamamış!

    SD, KK normal “sağlıklı” insanlar; siyasetlerini beğenmesek de..
    SD o alkışı ne kadar da iğreti, “usul yerini bulsun” diyerek yaptı.. SD’nin asıl insanlık-dışı davranışı Birgün muhabirineydi.. Oradaki kitlesi ona yanlış yaptırdı; kibrin sınırlarında gezdiğini gördük… Hani güç zehirliyor ya insanı; SD de o zehire karşı bağışık olmadığını orada gösterdi.. (Biz ne kadar bağışığız, bu da ayrı mevzu!)

    Nasıl ki Gezi İsyanı, bu “tescilli” muhaliflerin dışında seyrettiyse, önümüzdeki yıllar da bu “kadrolu” muhalefetin dışında seyretmek zorunda görünüyor…
    Bu konuda ciddi eleştirilerim olsa da, var olan koşullarda KSH önderliği “daha iyi bir ülke” için kolayca gözden çıkarılacak insanlar değiller; sezgi’sel olarak yazdım yalnızca…
    Bu koşullarda kimsenin sağlıklı düşünmesi kolay değil… Bir kıyamete doğru giderken.. Denemek bile güç…

  34. Gün,Türk solu Kürtlere Sokağı öğretmeye Kalkıyor,peh peh peh.bu soldan bi cacık olmaz,sen de Kafanı yorma,üzme tatlı Can’ını ,hayatına bak,önüne bak

  35. zileli demistiki barisi Amerika getirsin onda raziyiz, bende diyorumki, amerikanin dostu dusmanim dusmani dostumdur, mezardan hitler ciksa severim…..

  36. CNN Türk’ün “solun umudu” diye pazarladığı politikacıları gerçek zanneden şapşikleri de ayrı bir seviyorum. U. Uras, K. Kılıçdaroğlu, S. Demirtaş… Next please!

  37. Hdp’nin içinde farklı eğilimler var ama, temelde iki eksen var, bunlar; 1- Öcalan ve Kürt-İslam sentezcileri, 2-Kandil ve Sol Hdp.Bu çoklu haliyle bugünkü Kürt Hareketi Kürtlerin Chp’si durumunda.

    Demirtaş , Sol söylemleri özellikle C.başkanlığı seçiminden bu yana kullanıyor.Dolmabahçe açıklamasından sonra da , Akp’yi eleştirmesi elbette olumlu.Zaten Akp’nin kurmayları tarafından hedef gösterildi hemen.Bütün bunlara rağmen tabi söyleme değil, icraata bakılır, Kandil Demirtaş’ın arkasında duruyormu bilemiyoruz, ancak Apo’nun durmadığını sanıyorum, Zira görüşme Heyetinde Demirtaş olmuyor..

    Bir de tabi Demirtaş’ın BHH’nin seçimlerle ilgili dostane yaklaşımı da önemli.Şöyle bir açıklama yapmış;

    “Birleşik Haziran Hareketi’nin seçime dayalı açıklaması oldu. Alınacak her karara saygı duyacağımızı belirtmiştik. Bu meydanlarda olanları yoldaş belledik. “Bize oy verir vermez, bizimle hareket etmenize, kardeş olarak baktık. Seçim sonrasında aynı duygularla mücadeleyi büyütmek için gayret göstereceğiz. Zorlu mücadelede yolumuz açık olsun diyorum.”

    Bana kalırsa, Hdp’yle ilgili devrimcilerin tavrını, akp diktasına karşı hdp’nin yaratabildiği muhalefet gücü tayin etmelidir.Eğer şimdi Buldan’ın söylediği gibi iç güvenlik paketini geri çektirebilirlerse ne ala, demek oluyor ki, Hdp pazarlık gücüyle, bütün Ülkenin muhalif gücünün elini güçlendirebiliyor, bu durumda da bize düşen hdp’nin barajın üstünde daha güçlü pazarlık gücü olan bir parti olması için destek vermek olur. bekleyip göreceğiz…

  38. Güvenlik paketiniu geri aldırmalarının mümkün olmadığı ortaya çıktı. Buldan rüya görüyor ya da bizi uyutmaya çalışıyor.

  39. EKONOMİYİ ISRARLA İKİNCİ PLANA ÖTELEYEN “KLAVYE SOLCULARI!”NA GELSİN!

    “FAİZ ENFLASYONUN NEDENİDİR” TEORİSİ

    VE

    1993 TÜRKİYE EKONOMİK KRİZİ NASIL BAŞLAMIŞTI?

    1993 yılsonu itibariyle Türkiye’nin bütçe açığı yüzde 6,7, kamu borç stoku + özel kesim dış borç stokunun GSYH’ya oranı yüzde 80, enflasyon oranı (TÜFE) yüzde 71, cari açığı yüzde 3,2 idi. Ekonomi yüzde 7,9 gibi yüksek bir büyüme oranı yakalamıştı. Hazinenin iç borçlanma faiz oranları yüzde 75 ile 80 arasında değişiyordu. USD kuru 14.458 TL idi. Ekonomi, o dönemde geçerli olan ‘bütçe açıkları ve kamu borçlanması yoluyla büyüme’ modeline göre büyüyordu. Buna karşılık, bugün için düşük gibi görünen cari açık oranı, 1980 yılından o yıla kadarki en yüksek düzeyine çıkmıştı.

    1993 yılının son aylarına doğru zamanın Başbakanı “yüksek faiz enflasyonun nedenidir” diye bir teori ortaya atmış ve çok sayıda destekleyici bulmuştu. Aslında destekleyenlerin önemli bir bölümü bu teorinin doğruluğuna inanmıyordu, ama kimisi borçları nedeniyle faiz düşüşünün lehine olacağını düşündüğünden, kimisi de çaresizlikten tezi destekliyor görünüyordu. Bu teorisini yaşama geçirip enflasyonu düşürmek isteyen Başbakan yüksek faiz isteyen bankaları dize getirmek, onların burnunu sürtmek için, peş peşe Hazine’nin iç borçlanma ihalelerini iptal ettiriyordu. Hazine’nin nakit açığı her geçen gün büyüyor, iç borçlanma ihaleleri iptal edildiği için Hazine ödemelerini yapamıyordu. Doğal olarak bu ortam ekonomide riskleri artırıyor, dış kaynak ihtiyacı çeken ekonomiye yabancı yatırımcıların güveni giderek azalıyordu.

    O sırada ben ABD’de Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak görev yapıyordum. Bazen Hazine’deki arkadaşlarımı arıyor, ekonominin krize gireceği uyarısını yapıyordum. Onlar da benim kadar biliyorlar ama Başbakana laf dinletemiyorlardı. Bu faiz düzeyinden borçlanalım diyenler neredeyse vatan haini konumuna düşürüldüğü için ses çıkaramaz olmuşlardı. İki günde bir IMF Türkiye misyon şefi ve ilgili bölüm başkanı telefonla arıyor “neler oluyor, ekonomide risk büyüyor ne yapıyorsunuz?” diye soruyorlar aldıkları yanıttan mutlu olmuyorlardı. Sonunda telefonlardan kaçar oldum.

    1994 yılının ilk ayında Washington D.C’de Türkiye’nin gündem maddesi olduğu uluslararası bir konferans vardı. Ben de konuşmacıydım. Benden önce konuşan konuşmacı Türkiye’de bir sorun olmadığını, yeni bir ekonomi politikası uygulandığını, sorunların kısa sürede normale döneceğini anlatmıştı. Benim anlatacağım konu teknik bir konuydu. Ben de böylece güncel sorunlara girmeden kurtulacağımı planlıyordum. Sonuçta ben bir bürokrattım ve yalan da söyleyemiyordum. Yanlış politikalar uygulandığını söylesem bürokratlığımla bağdaşmayacaktı, doğru politikalar uygulandığını söylesem dürüstlüğümle bağdaşmayacaktı. O nedenle tamamen teknik çerçevede sunumumu yaptım. Ne var ki soru cevap kısmında iş kontrolden çıktı ve bana uygulanan politika hakkında ne düşündüğüm soruldu. Dürüstlüğüm, bürokratlığımdan önde geldiği için düşüncelerimi açıkça anlattım ve elden geldiğince ölçülü kalmak kaydıyla hükümetin politikasını eleştirdim.

    Bu konferansın yapıldığı tarihten kısa bir süre sonra 1994 krizi çıktı. Kur alıp başını gitti, faiz astronomik oranlara fırladı. İhaleleri iptal edip borçlanmaya burun kıvıran Hazine o beğenmediği faizlerin misliyle faiz ödeyip borçlanma yapmak zorunda kaldı.

    Krizin faturası devalüasyon, enflasyonun artması, bütçe açığının büyümesi, büyümenin düşmesi ve ülke kredi notunun önce BBB’den BB’ye sonra da B’ye düşmesi olarak ortaya çıktı. 1994 yılı sonunda USD kuru 38.418 olmuştu, faizler yüzde 100’ün üzerine çıkmış, büyüme yüzde 6,1 oranında küçülmeye dönüşmüştü. Bütçe açığı ve cari açık düşmüş, kamu borç stoku + özel kesim dış borç stoku / GSYH oranı yüzde 122’ye ulaşmıştı. Yılsonunda TÜFE oranı yüzde 120 olmuştu.

    Sonuçta faizin enflasyonun nedeni olduğu teorisini uygulamaya sokmanın bedeli faizi de enflasyonu da eski durumu aratacak kadar yükseltmek oldu. 1994 krizine Amerikalıların taktığı isim ‘homemade crisis’ idi. Krizin ekonomi politikasına bir de ilginç katkısı oldu. Dalgalı kur rejimi uygulanan bir ülkede fırlayıp giden kurla başa çıkabilmek için sabit kur rejiminin bir aracı olan devalüasyon uygulaması devreye sokuldu.

    Kıssadan ilk hisse: Bizim gibi tasarrufları yatırımlarından düşük olan ve dış tasarrufları çekmek zorunda olan ülkelerde enflasyonu düşürmenin yolu riskleri düşürmekten geçer. Riskler düşerse kurlar normale döner. Kurlar normale dönerse önce enflasyon sonra faizler düşer. Bu mekanizmayı tersinden işletmeye çalışınca yani önce faizleri düşürmeye çalışınca riskler artmaya başlar. Riskler artınca yabancı tasarruflar yeterince gelmemeye başlar. Yabancı tasarruflar yeterince gelmeyince kurlar yükselir. Kurlar yükselince önce enflasyon sonra da faizler artar.

    Kıssadan ikinci hisse: Yaşamı teorine uydurmaya çalışma, teorini yaşama uydurmaya çalış.

    Meraklısı için not: Riskleri düşürmenin yolu yapısal reformları yapmaktan geçer.

    Ahmet Mahfi Eğilmez
    İktisatçı
    Hazine Eski Müsteşarı
    Maliye Müfettişi
    Akademisyen
    http://www.mahfiegilmez.com/2015/03/faiz-enflasyonun-nedenidir-teorisi.html

  40. EKONOMİYİ ISRARLA İKİNCİ PLANA ÖTELEYEN “KLAVYE SOLCULARI!”NA BİR TANE DAHA GELSİN!

    ÖZEL SEKTÖRE BİNEN 42 MİLYAR LİRALIK YÜKÜN FATURASI KİME KESİLECEK?!

    “TÜRKİYE’NİN KAMU KESİMİNİN ve HANEHALKININ DOVİZ (DOLAR) BORCU YOKTUR.” DİYENLERE DUYURULUR!

    Özel sektörün toplam dış borcu 2014 sonu itibariyle 282.3 milyar dolar. Bu borcun 243.8 milyar doları yurtdışından sağlanmış, 38.5 milyar dolar ise yurtiçindeki yükümlülüklerden oluşuyor. Toplam dış borçta, 2013 sonundaki 267.9 milyar dolara göre 14 milyar dolarlık bir artış var.

    Bir de reel sektörün döviz varlık ve yükümlülüklerine ilişkin verilere bakalım. 2014 sonu itibariyle finansal kesim dışında kalan firmaların 98.1 milyar dolarlık varlığa karşılık 281.4 milyar dolarlık yükümlülüğü bulunuyor. Yani bu değerlere göre reel sektör 2014 sonu itibariyle 183.2 milyar dolar açık pozisyon taşıyor.

    Rakamlar özet olarak böyle. Detayları ve geçmiş yıllara göre olan değişimi tablomuzda izlemek mümkün.

    Bizim ağırlıklı olarak üstünde durmak istediğimiz, son günlerde baş döndürücü bir hızla artmakta olan döviz kurunun, özel sektörü nasıl bir girdabın içine sokmakta olduğu. Siyasilerimiz, eksik olmasınlar “Kamunun dış borcu çok az, hele hele milli gelire oranı nereden nereye indi, hiçbir risk yok” diyerek aynı plağı döndürmeye devam ediyorlar.

    Söylenende doğruluk payı elbette var; ama döviz talebi hızla tırmandığında bunun yaratacağı tahribat dövizi kimin almak istediğine bağlı olarak pek değişmeyecek ki… Kur artışının nedeni ikinci planda kalacak, önemli olan sonuç; sonuç da kur artışının tahribatı.

    FATURA KİME?!

    Reel kesimin 2014 sonunda 183 milyar dolar açık pozisyonunun şimdi hangi düzeyde olduğunu bilmiyoruz. Ama varsayalım 183 milyar dolar hiç değişmedi. 2014 sonunda 2.32 olan dolar kuru 2.55’e geldi. Yani 23 kuruşluk bir artış söz konusu. Çarpıyoruz bu artışı 183 milyar dolarla, 42 milyar liralık bir yük çıkıyor karşımıza.

    Çok doğaldır ki, özel sektör bu 42 milyarı sırtında taşımak istemeyecek, bundan kurtulmak için çaba gösterecek.

    Nasıl olacak bu; birincisi fiyatlara yansıtılarak; ikincisi de borç ödemeleri olabildiğince ötelenerek. Bu öteleme, döviz alacaklısına karşı olduğu kadar, hatta ondan daha fazla diğer alacaklılara karşı kullanılacak bir yönteme dönüşecek.

    A şirketi, yurtdışında borçlu olduğu B bankası ya da şirketine olan borcunu ödemek için, yurtiçinde borçlu olduğu C şirketinin alacağını aksatmak durumunda kalabilecek. Ve bu durum bir domino etkisi yaratırsa hiç şaşırtıcı olmayacak.

    Taşlar bir kere yıkılmaya görsün… Sapasağlam duran şirketler bile, alacaklarını tahsil etmekte zorlanmaya başlayınca sıkıntıya düşebilecekler.

    Enflasyonun yüzde 5.5 olarak öngörüldüğü, daha gerçekçi yaklaşımlarla yüzde 7-8 dolayında tahmin edildiği bir dönemde dolar kuru iki ayda yüzde 10 artmış. Bu demek değil ki izleyen aylarda da aynı hızla artış sürecek; ama bu artışı da oturup bir düşünmek, nerede yanlış yaptığımıza, daha da önemlisi bunun sonuçlarına bakmak gerekmez mi? Siyaset, kuru kimin yükselttiğini bulmak için adeta papatya falı açıyor. Kurun niye yükselmekte olduğu sır değil zaten; biraz da ortaya çıkacak sonuçlara kafa yorulsa…

    ARTIK DOLAR CİNSİNDEN BORÇ BULMAK DA ZORLAŞACAK! SİLKİNİN VE KENDİNİZE GELİN!

    Türkiye geçen yıl önceki yıla göre dış borç bulmakta zorlandı, portföy yatırımları azaldı. Bu yıl, sıkıntının daha da artması bekleniyor. Yıl ortasında ya da daha sonra, az ya da çok, FED bir şekilde faiz artırımına gidecek. Bazı kesimler, “FED faizi ne kadar artırırsa artırsın, bizdeki oran hala çok yüksek, hem bu yüzden indirim yapılması gerekir. Dolayısıyla bize gelen parada bir eksilme olmaz” görüşünü savunabiliyorlar. Bu görüşte ısrar edenler, Türkiye’deki döviz kuru oynaklığını, hatta son dönem için oynaklık bile denemez, düzenli artış gerçeğini görmezden geliyorlar.

    Yabancı Türkiye’ye ya da bizim gibi bir ülkeye görece yüksek faiz için gelir elbette ama, kur artışının da faizi silip süpürmeyeceği varsayımıyla gelir. Yılbaşında getirdiği 1000 dolarını 2.32’den TL’ye çeviren ve eline geçen 2320 lirayı yüzde 9 faizli iç borçlanma senedine yatıran bir yabancı, bir yıl beklediğinde 2529 liraya sahip olacak. Ancak kur 2015 sonunda şimdiki 2.55 düzeyinde kalsa bile, bu yabancı yatırımcının eline 992 dolar (2529/2.55) geçecek demektir.

    Eğer kur artışının daha da artacağı tahmin ediliyorsa, bundan kaygı duyuluyorsa; soru bir, yabancı gelir mi; soru iki, mevcut yatırımcılar hızla Türkiye’yi terk etmez mi?

    Bir yandan dışarıdan borç bulmakta zorlanacağız, bir yandan da gelmiş olan yatırımcıyı ürkütecek çıkmaya yönelteceğiz. Gelmeyecek döviz yüzünden arz azalacak, çıkmak isteyecekler yüzünden talep artacak. Bunlar yetmiyormuş gibi içeride her gün siyaseten sonuç elde etmek uğruna demeç üstüne demeç verilecek.

    Soğuk savaş döneminde ABD’li siyasetçilerin geliştirdiği bir domino teorisi vardı. Komünist idareyi benimseyen bir ülkenin komşularının da bir süre sonra bu idareyi seçmek durumunda kalacaklarına ilişkin bir teori. Bu teori şimdi bizde mali yapısı zayıflayacak şirketlerin iş yaptıkları şirketleri etkilemeleri şeklinde yeni bir biçim alır mı dersiniz…

    ADRESTEKİ TABLOYU DİKKATLE İNCELEYİNİZ!

    http://www.dunya.com/d/other/fgtjh.png

    Alaattin Aktaş
    5 Mart 2015
    Dünya Gazetesi

    http://www.dunya.com/ozel-sektore-binen-42-milyar-liralik-yukun-faturasi-kime-kesilecek-159046yy.htm

  41. Mülayim Sert

    Baskın Oran AKP’ye karşı HDP’ye güveniyor. (Bu sol-liberalin güveni bize güven vermeli mi sorusu sorulabilir)

    “5) Bazı sus payları karşılığında Kürtlerin Erdoğan’ın başkanlık sistemini destekleyip demokrasiyi satacakları yönünde vahim bir kuşku vardı. Son gelişmeler bunu çok zayıflattı.”

    “KUŞKU

    ‘Öcalan hükümetle anlaştı, demokrasiyi satacak, başkanlık verip karşılığında kendisi için ev hapsi ve Kürtler için de özerklik alacak’ kuşkusu epeydir sürüyordu. Çünkü Öcalan şöyle demişti:

    “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Yalnız, başkanlık ABD’deki gibi olmalı; devlet meclisi gibi bir senato. İkincisi, bir de halklar meclisi” (link). Bu demeci, Nevruz öncesinde Eşbaşkan Gültan Kışanak da desteklemişti (link).

    Olay bununla kalmamıştı. Sırrı Süreyya dışında, ­Kürtler Gezi’de yoktu. 17 Aralık’ı Öcalan, Erdoğan gibi “darbe” olarak yorumlamıştı (link).

    Selocan işin başından beri farklı durdu. Mesela, Erdoğan-Bilal konuşmasının internete düşmesi üzerine, “Bu kadar şaibeye bulaşmış bir başbakanla neyi konuşacağız?” dedi (link).

    KÜRTLERİN POZİSYONU

    Ortak açıklamanın öncesinde ve sonrasında söylenen sözler, ‘Kürtler demokrasiyi satacaklar’ izlenimini çok zayıflatmış bulunuyor. Şu anda Kürtlerin durduğu yer şöyle:

    Demokratik ortamın ucunu fiilen görmedikçe, AKP’ye inanmayacaklar.

    İçlerinden bir kanat demokrasinin sadece vaat edilmesi üzerine uzlaşmaya kalkışırsa, başka kanatlar bunu ihtiyatla önlemeye niyetli ve muktedir.

    Erdoğan’a başkanlık vermenin, cellada yağlı urgan vermekten farksız olduğunun farkındalar.

    Demokrasiden gitgide uzaklaştırılan bir Türkiye’de, Kürtlere demokrasi verilmesinin mantıksız olduğunu idrak ediyorlar.

    Etmiyorlarsa, en azından şunu iyi biliyorlar: O zaman yakalarına yapışacağımızı.”

    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/baskin_oran/demokrasimizin_guvencesi_kurtler-1306942

  42. Mesele nedir? mesele budur:::::::Sık sık Türkiye soluna gelişme olanakları açtığını iddia eden Kürt ulusal hareketi Türkiye soluyla ilişkisini ondan beslenmek ve onu kötülemek üzerine kurmuştur. Kürt ulusalcıları Türkiye solu hakkında sürekli olumsuz propaganda yapıyorlar. Kürt milliyetçiliği temelinde örgütlenme yaklaşımıyla sosyalist soldaki Kürtleri kendini inkar etmiş bir tutumun içinde görüyorlar. Sosyalist soldaki bütün Kürtleri kendilerine katılmaya, kalan solu da kendilerinin destekçileri yapmaya, bağımsız tutumdaki devrimcileri ise itibardan düşürmeye çalışıyorlar. Türkiye soluna cephe örgütü olarak kurdukları”birlikler” genelde sol örgütlerde bölünmeler yaratıyor. Bu cephesel birlikler kendilerinde örgütsüzleşmeye ve disiplinsizliklere yol açarsa Ama Kürt ulusalcıları Türkiye solundaki bölünmeleri körüklemek için yeri geldiğinde en sağlıksız unsurlara dahi sahip çıkmaktan çekinmiyorlar. El attıkları dernekleri politikalarının izleyicisi haline getiriyor ve sonra da genellikle kapısına kilit vuruyorlar. Kürt ulusal hareketinin ilişki kurduğu örgütlenmelerin bölünmesi temelsiz değildir. ÖDP’nin bölünmesinde dahi Kürt ulusal hareketinin sistemli politikalarının önemli payı oldu………..

  43. HDP de pek güven vermiyor.

    Seçimden sonra HDP, AKP ile anayasayı değiştirip başkanlık veya benzer konularda anlaşırlarsa ne olacak? Veya seçimden sonra HDP kendisini ilgilendiren bazı tavizler karşılığında önemli konularda AKP’yi kurtarmaya çalışırsa ve bunun için AKP ile sıkı işbirliğine girerse ne olacak? HDP’nin böyle davranmayacağını kim söyleyebilir?

    HDP buna benzer şeyleri pekala yapabilir. Çünkü HDP’nin geçmişte yaptığı bazı şeyler bu tür şeyleri de kolaylıkla yapabileceğinin işaretidir.

  44. SEÇİMLER VE BOKTAN UMUTLAR
    Türkiyede seçimler yaklaşınca kıyamet yada devrim yaşanacak gibi toplum galayana gelir. Cumhuriyet kurulduğundan beri meclisin niteliği unutulur olmaycak hayallere sağ, sol dalış yapar. Boktan umutlar yayılır. Ezilenler kerhen oylarını hiçbir umut beklemedikleri partilere veririler.
    Devrimci, demokratların görevi, sivil toplum örgüt ve kurumlarını kurmaktır. Alternatif ekolojik,sosyal ve ekonomik yaşam koşulları yaratıp egemen iktidarın sahalarını işgal etmektir. Kitleler birçok nedenden ötürü gelişen tarzda yeni toplum sürecine girer. Bu gelişme bir şekilde egemen sistemin tüm kurumlarına yansır. Bu alanda iddiası olan HDP ne üretmiştir. BHH(yani olduğu için kısmen eleştirnin dışında tutumak mümkün) CHP yi zaten konuşmaya gerek yok alternatifsizliğin partisi.
    Enerjimizi seçimlere harcamayalım mücüze beklemenin koşulları yok.Barajın aşılması önemli değil kafadaki barajların aşılması önemli.
    Hayatımda hiç oy vermedim. Ne Türkiyede nede Almanyada gelecekte cocuğuma anlatabileceğim en güzel öz geçmişim.İşin kolayıdır derseniz tam tersi benim meclisim ezilenlerin halk meclisidir.Tüm enerjimi oraya veriyorum.

  45. Demirtaş: “Türk Bayrağı, Ortak Bayrağımızdır” (VİDEO)

    Sömürgeciler ile sömürgelerin çelişkileri uzlaşmazdır. Bu nedenle birinden yana olan zorunlu olarak diğerine karşıdır. Bu uzlaşmazlık değerler/simgeler için de geçerlidir.

    PKK/HDP neden Kürdistan bayrağına saldırıyor sorusunun cevabı da bu uzlaşmaz çelişkide yatıyor. Çünkü PKK/HDP’nin Türk İşgal Bayrağı ile bir sorunu yoktur ve o bayrağın kendilerini temsil ettiğini düşünüyorlar.

    İşgal bayrağı ile sorunu olmayanların Kürdistan Bayrağı’na saldırması kaçınılmazdır.

    Bu gerçeklik, PKK/HDP’nin Amed’de Kürdistan Bayrağı’na saldırmasını sağladı ve bundan sonra da saldıracaktır. Çünkü Kürdistan Bayrağı Ulusal Bir Simgedir ve Ulusal her duruş ve simge taşeron PKK/HDP’nin oyununu bozmaktadır.

    Zerre kadar namusu olan Kürdler, Kürdistan Bayrağı’na tahammül edemeyenlere karşı tepki vermek durumundadırlar. Aksi halde namus ve şereften tamamen arınacaklardır.

    Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen ve PKK/HDP’nin açıkça Kürdistan Bayrağı’na saldırmasına karşın hâlâ bu zihniyete tavır alamayan hele hele bu zihniyetle “ittifak arayışında” olan herkes en az PKK/HDP kadar Kürd/Kürdistan düşmanıdır.

    Kürdler adına birilerinin çıkıp işgal bayrağını sahiplenmesi demek, bütün Kürdlere açıkça hakaret etmesi demektir. Bu hakareti hak etmediğinizi düşünüyorsanız çıkıp bu şarlatanlara/taşeronlara canınız cehenneme diyeceksiniz. Ya da Selahattin Demirtaş gibi onursuzca çıkıp İşgal Bayrağı’na saygınızı ifade edeceksiniz.

    Tarihi bir sınav veriliyor. Sinsilikle ve sessizlikle bu işten kurtulamazsınız.

    Belgeleri gözünüze sokmaya devam edeceğiz.

    Buyrun sizlere Demirtaş’ın İşgal Bayrağı’nı kutsadığı konuşması…

    Haber/Yorum

    10.03.2015

    http://www.nasname.com/a/demirtas-turk-bayragi-ortak-bayragimizdir-video

  46. “gezi’de darbeyi gördük demiş biri sonuçta. politikacılar böyledir, birgün öyle birgün böyle.”

    şu lafa kılıçdaroğlu neler dedi diyorsanız, zaten diyecek bir şey kalmıyor.

    sonuçta f16 alınması yerine yolsuzluk yapılması da daha iyidir hdp için. sonra da demirtaş’ın çizgisinden bahsedilebiliyor.

    “yolsuzluktan iktidar uman” chp ne söylemiş ki, gezi’de darbecilikle suçladıklarını unutalım. Biz unutursak nasıl işlerine gelince ölenleri hatırlatıyorlar.

    Biz unutursak bile, gezi’de ölenler unutmaz.

  47. Ulusal Bilinç Ve Ulusal Simgeler

    Dünyada hiçbir halk değerlerinden/simgelerinden vazgeçerek Ulusal Varlığını sürdüremez. Bunun bilincinde olan sömürgeci devletler, Kürdlerin ulusal varlığına son vermek için tüm barbar ve sinsi uygulamaları devreye sokuyorlar. Sömürgeci devletler, Kürdlerin ulusal varlığına son vermek için sayısız katliam ve soykırım yaptı bu güne kadar. Her türlü insanlık dışı uygulamaya rağmen Kürdleri ulusal değerlerinden arındıramayan sömürgeci devletler, inanç ve ideolojileri devreye sokarak bu kirli amacına ulaşmaya çalışıyorlar.

    Hem “Ümmetçilik” hem de “Enternasyonalizm ve Halkların Kardeşliği” adı altında yürütülen devlet kaynaklı çalışmalar Kürdistan’da büyük bir tahribata neden olmuş durumda. Bu tahribatın en önemli kanıtı ise; Kürdlerin Kürdlüklerine yabancılaşmasıdır. Kuzey Kürdistan’da yaşanan bunca tahribat ve ödenen bunca bedele karşın acı bir tablo ile karşı karşıyayız.

    “Ümmetçilik” adı altında on binlerce Kürd meydanlara çıkıp başka hakların ve devletlerin bayraklarını coşkuyla taşırken, Kürdlerin devletleşmesinden yana bir tutum almadıkları gibi Kürdistani simgelere de yer verme gereği duymuyorlar. Filistin, Çeçenistan ve başka ülkeler için istediklerini Kürdistan için istemiyorlar. Kendi tarihine, toplumuna ve kültürüne yabancılaşanların kendisi kalması, yani kişi olarak başkalaşmaması olanaklı değildir. Bütün ülkelerde Ümmetçilik ulusal varlık için bir araç iken, Kürdistan’da tam tersine Ulusal Varlık “Ümmetçilik” için feda edilen bir araca dönüşüyor ve bu durum sadece ve sadece Kürdler için söz konusudur ne yazık ki.

    Enternasyonalizm ve Evrensel Sol tüm dünyada ezilen halkların bağımsızlığından yana iken, sadece Kürdistan söz konusu olduğunda gericileşiyor/ırkçı bir kimliğe bürünerek sömürgecilerin anlayışına hizmet ediyor.

    Bağımsız Birleşik Kürdistan gibi haklı ve anlamlı bir söylemle yola çıkanlar, on binlerce gerillanın hayatını kaybetmesinden ve Kuzey Kürdistan tahrip olduktan sonra “Türkiyelileşme” kararı aldılar. Türkiyelileşme, Kürdlerin tüm Ulusal Hakları’nı yok saymayı zorunlu kıldığı için bu kirli projenin hayata geçirilmesi için de ulusal potansiyelin yok edilmesini gerektiriyor.

    Dünyadaki tüm halklara reva görülen devletleşme hakkını Kürdler için istemek suç sayılıyor HDP tarafından ve “ilkellik” olarak görülüyor. Entegrasyonun başarıya ulaşması için ulusal dinamiklerin yok edilmesi gerekiyor. Bu nedenle Ulusal Bilinç’in uyanmasına vesile olan tüm Ulusal Değerler ve Simgeler “tehlikeli” görülerek unutturulmaya çalışılıyor.

    Devletin yok etmek için her yola başvurduğu ama başaramadığı ulusal değerleri yok etme görevini şimdi HDP üstlenmiş durumdadır. HDP anlayışında her kesime yer varken sadece ve sadece Kürdlerin devletleşme hakkını savunanlara yer yoktur. Bunun sonucu olarak yine her görüşün ve her marjinal grubun istekleri önemsenirken sadece Kürdlerin doğal hakları önemsiz olarak görülüyor.

    HDP etkinliklerinde Kemalist Sol gruplar dahil her anlayışın bayrakları ve flamaları taşınırken, tahammül edilmeyen tek simge Kürdistan Bayrağı’dır. Çünkü Kürdistan Bayrağı Ulusal bir Simgedir ve bağımsızlık düşüncesini hafızalarda canlı tutuyor. İşte bu canlılığı yok etmek için Kürdistan Bayrağı’na saldırıyorlar ve bayrak savunucularını sindirmeye çalışıyorlar.

    Tevger (Kürdistan Gençlik Hareketi) olarak, Ala Rengini yaşamın her alanında yaşatmak ve Ulusal Bilinç’i canlı tutmak için tüm etkinliklerimizde olmazsa olmazımızdır Ala Rengin.

    8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla yapılan etkinlikte, HDP’nin Ala Rengin alerjisi çirkin bir şekilde bir kez daha dışa vurdu. Kürdistan Bayrağı’yla etkinliğe katılan Tevger üyeleri, önce Polisin ve devamında da HDP’lilerin engellemeleriyle karşılaştı. Ala Rengini indirme girişimine prim vermeyen Tevger, bundan sonra da yaşamın her alanında Ala Rengini dalgalandıracaktır. Onurlu Kürdler, ulusal benliklerini korumak istiyorlarsa Ulusal Simge’miz olan Ala Rengine sahip çıkacaklar ve Ala Rengine karşı saygısızlık yapanlara karşı da çok net bir şekilde tavır alacaklardır.

    Kürdistan’da Kürdistan Bayrağı’na tahammül edemeyenler hem kendilerine hem de toplumlarına yabancılaşmışlar demektir. Bu yabancılaşma 12 Mart Qamişlo Katliamı’nda da kendini gösterdi. Entegrasyoncu anlayışlar 12 Mart’ta Kemalist Deniz Gezmişleri anmakla meşgul iken, Tevger Qamişlo’da hayatlarını kaybeden Kürdistan şehitlerini Kürdistan bayraklarıyla anarak Ulusal Duruşunu inadına sürdürdü. Ulusal Bilinç’i tekrar yeşertmek ve devletleşmeye giden yolda ulusal potansiyelin dışa vurulmasını sağlayarak bu potansiyeli örgütlemeyi misyon edinen Tevger, devletleşme hakkından ve ulusal değerlerden/simgelerden asla taviz vermeyecektir…

    13.03.2015

    KÜRDISTAN GENÇLİK HAREKETİ

    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=1569744529941639&id=1441687509414009&substory_index=0

    http://www.nasname.com/a/ulusal-bilinc-ve-ulusal-simgeler

  48. Hem Dersini Bilmiyor Hem de Şişman Herkesten

    Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK), isminden, program ve tüzüğünde Kürtçeye yer verdiğinden “Kürtlerin devlet olma hakkı vardır” dediğinden ötürü Yargıtay tarafından uyarıldı ve partinin istenen değişikliği yapması için 30 günlük süre tanındı.

    PARTİYA AZADİYA KÜRDİSTAN, eğer T.C. Yargıtay’ın bu uyarısını dikkate almazsa hakkında kapatma davası (prosedür gereği de olsa) açılacak.

    PAK Genel Başkan Mustafa ÖZÇELİK de, “Devlet bizden değişiklik isteyeceğine, kendi anti-demokratik yasalarını değiştirsin” diyor.

    Hem TRT ŞEŞ diyeceksin, hatta bunu TRT KURDİ diye değiştireceksin, hem de bir parti program ve tüzüğünde Kürtçeye yer verdiği için onu uyaracaksın. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

    Hem “ÇÖZÜM SÜRECİ” diyeceksin, bunun için Kürtlerin demokratik haklarını vereceğini ima edeceksin ve bunun karşılığında silahlı Kürt güçlerini silah bırakmaya çağıracaksın, hem de bir Kürt partisi program ve tüzüğünde Kürtçeye yer verdiği ve Kürtlerin devlet olma hakkı (bir anlamda self determinasyon hakkı) vardır dediği için uyaracaksın.

    Bu halinizde devlet-i ali değil, devlet-i ŞİŞMANSINIZ T.C. olarak.

    Türk demokrasisinin geldiği (bulunduğu) yer ve “çözüm süreci” açısından bu uyarı, çok yalın bir göstergedir. Yalnızca devletin çelişkisini yansıtmıyor, aynı zamanda devletin derin güçlerinin ne denli etkin olduğunu ve niyetini de gösteriyor.

    Gelelim Kürt Cephesine.

    T.C. Yargıtay’ının PAK’a yaptığı bu uyarı sizce ne manaya geldiği açık değil midir? O halde bütün Kürtler (Kürt-Kürdistan davası olanlar), bu konuda tepki göstermek zorundadır.

    Özellikle Kürtler adına “çözüm süreci” diyalogunda (tartışmasında) bir taraf olarak bulunan Kürt grubu; T.C. Yargıtay’ın bu uyarısını (tavrını) gündeme getirmelidir ve bu rezaletin temizlenmesini istemelidir. Aksi halde Yargıtay’ın (devletin) bu tavrını görmezden gelerek ve/veya bir iki laf söyleyerek işi geçiştirme gibi bir duruma düşerse, Kürtleri temsil etme meşruluğu zedelenir. Bu cümlemin altını özellikle çiziyorum; çünkü eğer Kürtleri temsil etmek istiyorsanız bütün Kürtlerin haklarını savunmak ve onlara yapılan haksızlıklara tavır almak zorundasınız.

    PAK’a yapılan uyarı, yalnızca PAK’ı ilgilendirmiyor, çünkü bu uyarı, Kürtlerin kolektif haklarına karşı alınmış bir tavırdır. Buna karşı tavırsız kalmak, tabansız olmak anlamına gelir.

    Kolektif haklarınızı kolektif düşünmeden ve kolektif davranmadan elde edemezsiniz.

    Abdürrahim Gümüştekin

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/89-abduerrahim-guemuestekin/1702-hem-dersini-bilmiyor-hem-de-sisman-herkesten

  49. Mülayim Sert

    Sanıyorum artık HDP’ye oy vermenin önünde engel kalmadı.

    http://www.ntv.com.tr/turkiye/selahattin-demirtastan-tarihin-en-kisa-grup-toplantisi,-5JX2r1k8UypXmS9RxggYw

    HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, partisinin Meclis’teki son Grup Toplantısı’nı tek cümleyle yaptı. Demirtaş, üç kez “Erdoğan seni başkan yaptırmayacağız” dedi.

  50. şu sıra yetiştirmem gereken bir redaksiyon işiyle uğraşıyor7um, bu yüzdan haber bile dinleyemedim. Buna sevindim. Harika.

  51. Bende oyumu HDP ye vereceğim, oyumu HDP ye vereceğim, oyumu HDP ye vereceğim.

  52. Ben bir Türkmen Alevisiyim ve solcu geçinen ırkçılara karşı oyum HDP ‘ye.

  53. Stockholm sendromu: Altan Tan ile fotoğraf çektirmek isteyen bir grup LGBT.

  54. Kürdistan Ulusal Sorunu ve Nihai Barış

    Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, imparatorluğun merkezi coğrafyasında ilan edilen Cumhuriyet, Lozan’da İngiliz ve Fransız emperyal devletlerinin dayatmalarıyla 1923 te şu anki sınırlarını çizmiş oldukları yapay bir devlet kurduruldu. Bu kadim toprakların, dinsel, etnik ve kültürel farklılık dokusuna aykırı olarak, bütün kimlikler yasaklanarak, tek adam diktatörlüğüne dayalı ve tek kimliği referans kabul eden bu yapay devletin başına da bu toprakların otokton(yerli) olmayan, Balkan ve Kafkaslardan güçlerle gelip, ordunun başına çöreklenmiş bir avuç elit devşirmelerin yönetimine mahkum edilmişti. Bana göre bu çok önemli ve bir o kadarda yakıcı bir tesbittir. Bir insanın kökü, o topraklara ait değilse o toprakları ve doğasını sevemez. Bu ülke halklarının talihsizliği, öncelikli olarak bu yöneten elit tabakanın yerli olmamasıyla izah edilebilir. Bundan dolayıdır ki, ulusal taleplerle ortaya çıkan Ermenileri toptan ve vahşice bu topraklardan kıyım ve tehcirlerle “temizlediler”. Ayrıca da bu kıyıma, Ermenilere koşu olan Kürdleri de bu kıyıma alet eden bu rejim, toparlanıp güçlendikten sonra, bu kez Kürdlerin doğuştan gelen temel haklarını yok sayıp gasp ettiler. Kürdler, bu haksızlığa tepki gösterip haklarını talep ettiklerinde bu kezde onlara en vahşi katliamlarla (1925, 1930, 1937-38) bu talepler kanlı bir şekilde bastırıldı.

    90 yıldan beri bu inkar ve yok saymayı sürdüren bu tekçi devlet anlayışı, Anadolunun diğer Müslüman halklarını(Kürdler hariç) asimilasyon ve baskıcı yasaklamalarla Türklüğe devşirmeyi başardılar. Kürdler, dayatılan bu asimilasyon ve devşirmeyi kabul etmeyerek kendi gibi yaşamak istedikleri içinde, zaman zaman haklarını elde etmek için başkaldırdılar. Son başkaldırı, 1984 yılında PKK nin önderliğinde başlatılmış olan silahlı mücadele, 31 yılını doldurmuş durumda. Askeri terminolojide “düşük yoğunluklu” ve zaman zaman da “orta yoğunluklu” olarak sürdürülen bu savaş sonucu, 50 bine yakın insan hayatını kaybetmiş, Kürdler, kendi ülkelerinde adeta mülteci konumuna düşürülmüştü. Binlerce köy ve ormanlar yakılmış, yüzbinlerce Kürd insanı, Türkiyenin batısına ve yabancı ülkelere iltica etmek zorunda kalmış, on binlerce insan hapishanelerde tutsak edilmiş, en vahşi yöntemlerle işkenceler edilmiş ve katledilmiştir(Diyarbakır zindanı vahşeti). Bu özet girişten sonra şöyle bir soru soralım: Bu kadar korkunç katliam ve yıkımlar sahiden ne için olmuştu?

    İnkarcı ve katliamcı devletin, demagojik argümanları ile milliyetçi-Irkçı kesimlerin şövenist hezeyanlarını bir kenara bırakıp, bu olayı sosyolojinin bilimsel olgularıyla bu olaya bakıldığında, binlerce yıldan beri yoğun ve toplu olarak kendi toprakları üzerinde yaşayan bir halkın, doğuştan gelen temel haklarının zorba bir yönetimin yasaklarıyla gasp edilmesi gerçeğidir. Kendini “Türk” olarak gören bu ülkenin sıradan vatandaşları, bu olayı basit bir eşkiyalık ile küçük birer terör eylemleri olarak algıladılar ve bir çoğuda halen öyle algılıyor. Sıradan Türklerin olayı böyle algılamasının elbette nedenleri vardır. Türk halkının ezici çoğunluğu, devletin temel politakalarıyla ve olup bitenlerle pek alakalı olmayan muhafazakar bir duruşları vardır. Bu duruş, devlete olan aşırı biat ve itaat kültürüyle alakalı bir durumdur. Onlara göre bu işleri devlet bilir. Devlet en doğrusunu yapar anlayışıdır. Ama Kürd/Kürdistan sorunu artık ertelenemez, saklanamaz bir hal almıştır. Kendi gelecekleri için Türklerin aydın, demokrat ve sağ duyulu insanları arenaya çıkıp kendi geleceklerini ipotek altına almış yöneticilerinden bu yetkiyi almaları lazım. Kürdler eski Kürtler değil artık. Ortadoğunun yeniden dizaynında Türkiyenin karasal sınırlarının hemen tamamı Kürdlerin denetimindedir. Kuzey doğu sınırında Ermenistan ve Gürcistan ve Trakya da Yunanistan ve Bulgaristana bir kaç yüz kilometrelik kara sınırı kalıyor. Güney ve doğu sınırının yaklaşık 1500-2000 km lik sınır komşuları artık Arap ve Fars devletleriyle değil Kürdlerle komşu olacaklar. Türklerin bu realiteleri artık kabul etmeleri gerekir. İstesekte, istemesekte, sevsek veya nefret etsek te bu komşuluk değişmez.Çünkü topraklarımızı başka yere taşıma şansımız yoktur.

    Bu sorunun adı artık Kürd sorunu değil, Kürdistan sorunudur. Türkler şuna karar vermelidirler.90 yıldan beri devletlerinin acılarla sürdürdüğü İnkarcı ve Katliamcı Cumhuriyet politikalarını sürdürmeye devam mı edecekler? yoksa Kürdlerle eşit haklara sahip, iki ulusun gönüllü birlikteliğine dayalı evrensel demokrasi kriterlerini ilke edinmiş yeni federal bir devlet yapısına mı rıza gösterecekler? Bilindiği gibi birinci tercihi inatla sürdürmek, barışı değil kirli savaşa devam demektir. Bu da beraberinde ayrışmayı ve bölünmeyi kaçınılmaz kılacaktır. Israrla iddia ettiğim bir tesbiti tekrarlıyorum. Bu kadar aşağılanma, yok sayma ve katliamlara rağmen, Kürlerin tamama yakını, eşit ve özgür bir vatanda herkesin kendi kimliğiyle ortak yaşamdan yanadırlar. Sorun Türk tarafında, Türk tarafının buna hazır olduğu kanısında değilim. Zaman gittikçe daralıyor. İki gün önceki Newroz da okutulan Öcalan’ın mesajında, bu sorunu kökten çözümleyecek, çatışma ve olası iki halk arasındaki korkunç boğazlaşmayı ortadan kaldıracak hiç bir somut öneri ve talepler yoktu. Kimlere ve neye yönelik olduğu tam bir bilmece olan “Eperyalist mihraklar” lardan tutun “kapitalist modernite” ve “Kapitalist neo-liberal politikalar” a karşı savaşın kimler arasında olacağı ve kimlere ne kazandıracağının muğlak olduğu “Öcalan tipi” çözümlemeleri duyduk. İddia ediyorum bu kavramları, içinden Öcalan ismini çıkarın, MHP nin de kullandığı argümanlardır. “Herkesin kendi kimliğiyle yaşadığı demokratik anayasal vatandaşlık” vurgusu, Kürd/Kürdistan sorununu çözmeye yetecekmidir? Hayır. bunun en somut örneği İngilteredir. İngiltere, demokrasinin beşiği sayılan bir ülkedir. İrlanda sorununu kendi demokratik geleneğiyle neden çözümleyemedi? İrlanda sorunu nasıl çözülmüştü? İngiltere devleti, İrlandalılarla masaya oturup belli noktalar üzerinde anlaşarak çözdüler. Sorunun gerçek adını koymadan ve masanın etrafında eşit iki taraf olarak oturmadan ulusal sorunları çözemezsiniz. Hele geçmişi ve geleneği, fetih ve yağmalamalara dayanan bir devletin sorunun çözümü için o devletin demokratikleşmesini beklemek abesle iştigaldir. Peki böyle bir eşitlik varmıdır? Yok. Kürdlerin temel haklarını gaspetmiş Türk devleti. Bu haklar için silahlı mücadeleye başlamış liderini “Terörist başı” diye yargılayıp ömür boyu hapse mahkum etmiş silahlı örgütün liderini rehin bir şekilde istihbarat elemanları düzeyinde bazı şeyleri dikte ettirerek Başbakan ve cumhurbaşkanının halka yönelik açıklamalarında “Terörist örgütün silahsızlandırılması ve dağdakilerin pişman olup teslim olmaları” dan dem vurmaktadırlar. Bu Kürdler için onur kırıcı bir açıklamadır. Bu insanlar kendilerinin ve mensubu oldukları toplumun onurunu korumak için zoraki bir şekilde savaşmak zorunda kaldıkları gerçeği de Türk toplumu nazarında güme gitmektedir.

    Gerek, Dolmabahçe de hükümet ve HDP yetkililerin üzerinde anlaştıkları 10 maddelik protokol olsun, gerekse bu tür ulusal sorunlarda barışma kararı vermiş tarafların olmazsa olmazlarından olan izleme heyeti ve hakikat komisyonlarının kurulması talepleri olsun, Cumhurbaşkanının bunların tümüne karşı çıkması, Türk devletinin Kürdlerle barışa hazır olmadığını, zaman kazanmaya yönelik taktiklerle işi yokuşa sürmek istediğini net bir şekilde orta koymaktadır. Kürdlerin kaderini belirleyecek bu tür müzakerelerin, savaşmış silahlı örgütün liderinin anlaşmanın diğer tarafını oluşturan devletin elinde esir olarak tek başına “müzakereler”e katılması uygun değildir. Örgüt lideri ile, Silahlı güçlerin geleceği ve onların barış sonrası güvenlik gücü olarak istihdam edilmesini konuşulabilir. Fakat bütün Kürdlerin kaderini belirleyecek olan durumlarda, Kürdlerin nasıl bir statüde mutlu olacakları nihai kararı sadece silahlı örgütün lideri ile değil, Farklı düşüncedeki diğer Kürt toplum lider ve parti yetkililerinin de müzakerelere müdahil olmasıyla ete-kemiğe bürünebilir. Silahlı mücadeleyi başlatmış ve sürdürmüş olan örgütün kadrolarını ve liderini memnun ederek bu sorunu belli bir süre erteleyebilirsiniz. Ama milyonlarca Kürd ün temel arzusu gerçekleşmemişse, tarihte olduğu gibi PKK gider yerine TKK veya MKK gelir. Bu tesbitleri özellikle bu işe kafa yoran Türklerin düşünmelerinde fayda vardır.
    23.03.2015
    Gênceddin Öner
    Amed
    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/gencettin-oner/1726-kurdistan-ulusal-sorunu-ve-nihai-baris

  55. Aleviler HDP’ye oy vermez – Rıza Zelyut
    01 Nisan 2015

    Uluslararası emperyalist güçlerin içimizdeki uzantıları, Türkiye’yi parçalayacak olan Çözüm Süreci’ne 7 Haziran seçimleri ile bir yasallık kazandırmaya çalışıyor. Bunun için de HDP’ye baraj atlatarak, “Bakın millet bunların arkasında!” demek istiyorlar. Büyük sermaye medyası bu iş için kolları sıvadı. Bunlar Alevileri HDP’ye yönlendirmek için yalan haberler üretip programlar yapıyor.

    Herkes biliyor ki, şu sıralarda devrimci gibi gösterilen HDP, PKK terör örgütünün siyasetteki elidir. PKK ise 1970’lerin ortalarından itibaren Türk ve Kürt devrimcilerini bölmek üzere ortaya çıkartılmış bir proje olmuştur. HDP devrimci ilkelere göre değil Kürtçülük üzerinden siyaset yapan bir partidir. Kürtleri Türklere ve Türkiye’ye düşman etmek temelinden yürüyen bu tür partilere Kürt kökenli yurttaşlarımızın çoğu oy vermemiştir.

    Tarihleri boyunca barışı ve insan sevgisini temel alan Alevilerin şiddet üzerinden siyaset üreten bir anlayışa oy vermesi düşünülemez.

    OSMANLI’NIN KILICI OLDULAR

    Alevilerin HDP zihniyetinden uzak durmasının bir de tarihsel sebebi vardır. HDP’nin işbirliği yaptığı Kürt egemen kesimi, tarihte Osmanlı Devleti ile birlik olarak Alevilerin katledilmesinde görev yapmıştır. 1514’teki Çaldıran’da ve sonrasında Kürt egemenleri Yavuz Sultan Selim ile birlikte Kızılbaş diye kötüledikleri Türkmen Alevileri katlettiler. Bunların zulmünden kaçan Aleviler Tunceli dağlarına sığındılar. Bugünkü Tunceli Alevileri, büyük ölçüde işte Osmanlı-Kürt katliamından kaçan o Türkmenlerin torunlarıdır. Bu işbirliği Kanuni Sultan Süleyman zamanında ve sonraki padişahlar döneminde de devam etti. Osmanlı adına Alevilere kılıç çalan Kürt derebeyleri ile ilgili belgeleri kitaplarımda yayımladım.

    İSLAM BAYRAĞI İSTEDİLER
    Bugün HDP’nin de başı sayılan Abdullah Öcalan, 2013 Nevruz mektubunda, AKP’ye, “İslam bayrağı altında birleşelim!” diye mesaj göndermedi mi?
    Aynı şeyleri 1514’te Kürt derebeylerinin temsilcisi Bitlisli Şeyh İdris de bir çırpıda 40 binden fazla Alevi’yi katlettiren Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’e teklif etmedi mi?

    Bugün AKP ile HDP arasında kurulan ittifakın 500 sene önce Alevilere karşı Osmanlı Padişahı Yavuz ile Kürtler arasında kurulan ittifaktan ne farkı vardır? Boğaz’a yapılacak 3. Köprü’ye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi boşuna mıdır sanıyorsunuz? PKK’nın Kandil’deki elebaşıları “AKP’yi biz iktidar yaptık!” diye günümüzün Yavuzlarını desteklemekle övünmüyorlar mı?

    TARİKATÇILARLA EL ELE
    Bugün sahte devrimciler ve siyasette bir köşe kapmak için olmadık taklalar atanlar tarafından HDP, devrimci bir parti gibi gösteriliyor. Herkes bilir ki devrimci teoride temel çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Halbuki HDP’nin baş teorisyeni Öcalan bu çelişkiyi aldı Kürt-Türk çelişkisi haline getirdi. Böylece bin yıllık Türk-Kürt kardeşliğini yıkmaya uğraştı, uğraşıyor. HDP işte bu sakat teorinin ürünlerinden sadece birisidir.

    HDP şimdi Doğu’daki Nakşibendiler ve Nurcularla işbirliği başlattı. Bunlar Alevilerin kanını içmeyi ibadet sayan gerici ortamlardır. Aynı HDP’liler, Cumhuriyet’e kafirlik diyen, bu rejime bağlı olanları kâfir ilan edip onların canını bile helal sayan Şeyh Said’in heykellerini dikmeyi namus borcu belliyorlar.

    Şimdi bu gerici ideolojinin üstünü kapatmışlar; Ale-vilere HDP ve Selahattin Demirtaş üstünden şirin göstermeye çalışıyorlar.

    KESTİĞİNİ YEMEDİLER

    Bu anlatacağımı Tunceli halkı iyi bilir: HDP’lilerin heykelini diktiği Şeyh Said cumhuriyet rejimine isyan etmeden önce üç adamını Tunceli’nin o zamanki en güçlü derebeyi olan Seyit Rıza’ya yolladı. Bu elçiler; Seyit Rıza’yı da isyana katılmaya davet ettiler. Seyit Rıza, bunlarla konuşup anlaştı ve misafirlerine koyun kestirip sofra çıkardı. Ama Şeyh Said’in adamları gelen yemeklere ellerini sürmediler; izin isteyip gittiler.

    O gizli toplantıdaki aşiret reisleri bu duruma içerlediler. “Bunlar bizim kestiğimizi yemediklerine göre yarın öbür gün başımıza gör ki ne işler açarlar!” deyip Şeyh Sait ayaklanmasına katılmaktan vazgeçtiler.

    İşte HDP, “Alevilerin kestiği yenmez!” diyenlerin heykelini dikiyor.

    GEZİDE NEREDEYDİLER?

    AKP’nin ağır zulmüne ve ülkeyi geriye götürmesine tepki olarak dalga dalga yayılan Gezi eylemleri sırasında HDP neredeydi? Şu devrimci Selahattin Demirtaş, gezi eylemlerini darbecilerin işi göstermedi mi? “Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz” diyerek tam Tayyip Erdoğan ağzı ile konuşmadı mı? Bu sözü ile, Gezi eylemlerinde ölen Alevi gençlerini açıkça karalamadı mı? Böyle bir politikacı aldığı Alevi oylarını yarın Tayyip Erdoğan’ın saltanatı için kullanırsa kim engelleyebilir ki?

    Peki bu HDP Tayyip Erdoğan’ın mezhepçi politikasına, Alevileri hedef göstermesine bir tepki verdi mi?

    Alevilerde kaç-göç, yani kadın-erkek ayrımı yoktur. İyi de bu HDP; kadınların cariyeleştirildiği şu sürece tek eleştiri getiriyor mu?

    Okullarda tek mezhepçi eğitime hiç eleştiri getirdi mi HDP? Devrimlerin temel hedefi olan laik düzene ve laik eğitime sahip çıkıyor mu?

    Cumhuriyeti hep kötülerken Alevileri kılıçtan geçiren Osmanlı dönemine neden tek laf etmiyor bu HDP ve devrimci (!) Selahattin?

    ABD emrindeki medyanın propagandası boşunadır… Osmanlı zulmünden kurtularak eşit vatandaş olmasını Kemal Atatürk’e ve cumhuriyet rejimine borçlu olduğunu iyi bilen Aleviler bu iki temel değere kökten düşman olan HDP’ye asla oy vermeyecektir.

  56. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-1
    Cemil Gündoğan

    “PKK İktidar İstemiyor mu?” başlıklı yazımda(*) PKK’nin, Kürtlerin son iki yüz yıldır kurduğu örgütler içerisinde iktidar kavramını en fazla arzulamış, bu kavramı en fazla sindirmiş ve hem kendi içinde hem de dışında en katı biçimde uygulamış örgüt olduğunu; dolayısıyla PKK’nin dilindeki “iktidar reddiyesi”nin bu örgütün gerçekliğini dile getiren bir ifade olmaktan daha çok, PKK’nin kendi söylemini kurarken alanın ona dayattıklarıyla ilgili bir sonuç olduğunu belirtmiştim. Bir adım daha atalım ve bu iktidar reddiyesinin en somut ifadelerinden biri olan Türkiyelileşme söyleminin PKK dışındaki güçler tarafından nasıl ele alındığına bakalım.

    Hiç kuşkusuz PKK içinde iktidar ve devlet kavramından hoşlanmayan sosyalist/anarşist insanlar vardır. Bunlar, PKK dediğimiz renkli hareketin çok sayıdaki yüzünden birini oluştururlar. Ne var ki bu yüz, PKK’nin son otuz yıldır güç kaybetmekte olan yüzlerinden biridir. Öcalan da dahil olmak üzere legal ve illegal kanatlarıyla PKK’yi yönetenler ise anarşizm gibi iktidar karşıtı ideolojilere göre değil, son tahlilde reel politikçi yaklaşımlar çerçevesinde hareket ederler. PKK liderlerinin belli bir dozu aşmamak kaydıyla sosyalizm/anarşizm karışımı ifadeler kullanmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Bolca anti-emperyalizm lafları edip Kobani’de ABD’yle işbirliği içinde direnmek, bu çizgiyi anlatan güzel bir örnektir (Bu ifadeden, söz konusu işbirliğini yanlış gördüğüm sonucu çıkarılmasın).

    Hal böyle olmakla birlikte, siyaset sahnesindeki iki kesim, ısrarla PKK’nin iktidar istememekle ilgili söyleminin –ki ifadesini en iyi Türkiyelileşme söyleminde bulur- PKK’nin gerçeğini belirlediğini ileri sürüyor ve bunu da sözü edilen sosyalist/anarşist yüzün PKK’deki etkisiyle izah ediyor. Bunlar, PKK muhalifi bazı Kürt milliyetçileri ile PKK’yle işbirliği içinde yürümeye çalışan bazı Türk solu mensuplarıdır. Birinciler iddialarını, PKK’nin sosyalistliğine, Stalinciliğine, Aleviliğine, Kemalistliğine, Ergenekonculuğuna, ajan örgüt oluşuna vb. dayandırırken; ikinciler, PKK’nin sosyalistliğine, anarşistliğine, demokratlığına, ezilmişliğine, aşağıdanlığına (maduniyet) vs. dayandırıyorlar. Kürtlerin orta-üst tabakalarıyla, Türklerin aşağı tabakalarını temsil iddiasındaki/görünümündeki bu iki zıt kutbun PKK’nin söylemiyle ilgili bu ortaklığı dikkat çekicidir ve politik güçlerin söylem oluşturma mekanizmalarını anlamamız bakımından iyi bir malzeme sunar.

    Tarafların PKK’nin “Türkiyelileşme” söylemine ilişkin görüşleri, sözü edilen ortaklığı en rahat gözleyebileceğimiz alanlardan birini oluşturur. Kürt milliyetçilerinin görüşleriyle başlayalım. Bu kesimin Türkiyelileşme söyleminden kalkarak PKK’ye atfettikleri gerçeklik şöyle özetlenebilir:

    PKK, eğer ajan bir örgüt değilse yalnızca rezil bir projedir. Çünkü Kürt tarihinde hiçbir örgüt, bağımsızlık vadederek ayaklandırdığı 30 bin Kürt gencinin cesedini kurda kuşa yem ettikten sonra Türkiyelileşeceğiz diyerek yerine oturmamıştır. PKK, köhnemiş bir sol ideolojinin esiri olduğu için, yol açtığı yıkıntıya aldırmaksızın bu söylemi kullanmakta ve Kürtleri Türkleştirmektedir.

    PKK’yle işbirliği içinde yol almak isteyen Türk solcularının görüşleri de benzer tespitler içerir. Onlar da Türkiye’nin bütünlüğü içinde kalma tercihinin PKK’ye özgü bir tutum olduğunu, diğer Kürt hareketlerinde görülmediğini ve bunun PKK’nin ideolojisinden kaynaklandığını iddia ederler. Bunlara göre, aşiretçilik, burjuva milliyetçiliği ve emperyalizmle işbirliği gibi hastalıklarla malul eski/diğer Kürt hareketleri, bu özelliklerinin bir gereği olarak ayrılıkçıyken; PKK, Kürt ve Türk halklarının kardeşliğine inanmış proleter, devrimci, demokrat, sosyalist vs. bir örgüt olduğu için mikro milliyetçiliği mahkum etmektedir, birlikçidir ve iki halkın kurtuluşunu gözeten bir mücadele yürütmektedir…

    Böylece, birbirine karşıt kutuplardan kalkan bu iki görüş şu iki noktada birleşmiş oluyor: 1) Çok sayıda yüzü olan PKK gerçeğini onun bir tek bir yüzüne ve üstelik de otuz yıldır güçten düşmekte olan yüzüne eşitlemek ve bu yüze denk gelen veya en kolay ona atfedilebilecek olan bir söylemi PKK’nin yegâne söylemiymiş gibi sunmak; 2) PKK gerçekliğini bu söylemin ürünü olarak takdim veya izah etmek.

    Bu iki ameliyenin ikisi de yanlıştır. Hem olgular yönünden hem de metodolojik olarak. Çünkü:

    İlk olarak “Ayrı bir devlet istemiyoruz”, “Biz Türkiye’nin ayrılmaz bir parçasıyız” gibi söylemler kullanan ilk Kürt hareketi PKK değildir; tersine bu söylem Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler ait örgüt, hareket, isyan ve kaynaşmaların baskın söylemi olagelmiştir. Evet, sürgündeki Hoybun örgütünün etkisinin hissedildiği bazı hareketlerde (1927-30) bu tespitle çelişen bazı resim karelerine rastlamak mümkündür; ancak bunlar sistemsiz ve süreksizdir. Sürekli ve baskın olan, Türkiye’nin bütünlüğü içinde hareket etme söylemidir. Kürt ulusal hareketinin dört başı mamur bir bağımsızlıkçı/ayrılıkçı söylem kullanması, yuvarlak hesapla 1975’i takip eden on yılla sınırlı bir parantezden ibarettir.

    İkinci olarak, anılan Kürt milliyetçileriyle Türk solcularının iddialarının tersine, PKK’nin sosyalist söylemi en yoğun kullandığı 1975-88 arası dönem, onun Türkiyelileşme söyleminden de en uzak durduğu dönemdir. Dolayısıyla bu iki fenomen arasında illa ki bir bağıntı (corelation) kurulacaksa bu, özel olarak PKK’nin (isterseniz bütün Kürt hareketi de diyebilirsiniz) sosyalist söylemden uzaklaşması ile onun Türkiyelileşme söylemine yönelmesi arasında kurulabilir. (Uyarı: böyle bir bağıntı gözlenebilir durumdadır, ancak birincisi tek başına ikincisinin belirleyicisi değildir.)

    Üçüncü olarak, PKK’deki Türkiyelileşme söylemi, anılan Türk solcularının iddialarının tersine, bu harekette yoksulların değil, tersine orta-üst tabakaların etkisinin arttığı 1990’lar sonrası dönemde başat hale gelmiştir. Dolayısıyla PKK’nin sosyal bileşimindeki değişmeler ile PKK’de “Türkiyelileşme” söyleminin etkinlik kazanması arasında bir düz bağıntı kurulacaksa bu, PKK’de aşağıdan sınıfların değil, yukarıdan sınıfların etkinliğinin artması ile Türkiyelileşme söyleminin etkin hale gelmesi arasında kurulabilir. (Uyarı: son on yıllar için böyle bir bağıntı gözlenebilir durumdadır, ancak birincisi tek başına ikincisinin belirleyicisi değildir.)

    Dördüncü olarak, bir ulusal hareketin ideolojik düzlemde sosyalist, anarşist, demokrat, devrimci vb. olması ile aynı ulusal hareketin siyasal planda ayrı devlet isteyip istememesi arasında değişmeyen bir bağıntı yoktur. Sosyalist, anarşist, demokrat, devrimci vb. bir hareket ayrılıkçı da olabilir birlikçi de. Sosyalistler kural olarak birleşik devletlerden yana olsalar bile bu, sadece ideolojik faktörlerin belirleyeceği bir sonuç değildir.

    Beşinci olarak, bir sosyal hareketin söylemi, bu hareketin gerçeğine eşitlenemeyeceği gibi, çok istisnai koşullar dışında tek başına bu gerçeği belirleyemez de. Dolayısıyla PKK gerçeğini onun şu ya da bu söylemine eşitleyerek ele alan Kürt milliyetçisi yorumlar da Türk solcusu yorumlar da yanlıştır.

    Kürt hareketiyle ilgili yukarıdaki tespitleri yapıp konuya burada nokta koymak ikna edici olmayabilir. Bu tespitlerin olgusal dayanaklarının da gösterilmesi gerekiyor. Bir de konunun güncel politikayla ilgili boyutu var. HDP’yle işbirliği içindeki Türk solunun yanlış bir anlayışını tam seçim öncesinde eleştirmek, bu işbirliğine karşı bir politik tutumun ifadesi gibi algılanabilir. Oysa ben söz konusu işbirliğini doğru görüyorum. Oy kullanabilecek durumda olsaydım bu seçimde de oyumu HDP’ye verirdim. Dolayısıyla yukarıdaki tespitlerin bugünkü somut politik konjonktürde HDP’yi destekleyip desteklemeyle ilişkisine de bakmak gerekiyor. Ama yazı uzadığı için bu konular gelecek yazılara kalıyor.

    2015-04-12

    ———————————-

    (*) Sözü edilen yazı şu adreste bulunabilir:

    http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1129-pkk-iktidar-istemiyor-mu

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1770-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-1

  57. İsmail Beşikçi: Erdoğan, Filistinli Araplar için istediğini Kürdler için de isteyebilmeli

    ‘AKP ilkelerle değil günlük çıkarlarla yönetiliyor’

    Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Kürd sorunu yoktur” sözlerini değerlendiren sosyolog yazar İsmail Beşikçi, “Kürd sorunu yoktur’ sözü sağlıklı bir belirleme değildir. Kürdçe yayınların serbest olması, her gün 24 saat yayın yapan TRT Kürdi’nin olması şüphesiz önemlidir. Ama, Bunlar Kürd/Kürdistan sorununa ‘çözüldü’ denmesi için yeterli değildir. Kürdçe eğitim vazgeçilmez bir taleptir. Kürdlerin kendi kendilerini yönetiyor olmaları önemlidir. Kürdler kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmayan bir halk özgür bir halk değildir” dedi.

    Beşikçi, “Erdoğan, Filistin sorunu denildiği zaman neyi anlıyor? Filistinli Araplar için istediklerini Kürdler için de isteyebilmelidir. Kaldı ki şu durum da dikkatlerden uzak tutulamaz. İsrail 14 Mayıs 1948’de kurulmuştur. İsrail’de, Filistinli Arapların bu tarihten itibaren dil hakları vardır. Arapça eğitim her kademede söz konusudur. Türkiye’deyse, yukarıda belirtilen adımlara rağmen, hala dil hakları da sağlıklı bir şekilde yaşama geçmemektedir. İçinde, Q,X,W harfleri olan isimlerin çocuklara verilmesinde hala büyük sorunlar vardır. Şunca mücadeleye rağmen hala böyle sorunlar olması düşündürücüdür” diye konuştu.

    Sosyolog yazar İsmail Beşikçi, seçimler, Abdullah Öcalan’ın Newroz mesajı, Çağlayan Adliyesi’ne yapılan saldırı, PYD’nin Rojava politikası, HDP’nin seçim stratejisi ve gündeme dair diğer konularla ilgili Hürbakış internet sitesinin sorularını yanıtladı.

    İsmail Beşikçi’nin Hürbakış’ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

    PKK lideri Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda yaptığı çağrıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Sorun kendi adıyla anılmalıdır. Kürd sorunu, Kürdistan sorunu. ”Çözüm” kavramı yeterli değildir. Mesajda Kürd/Kürdistan sözcükleri geçmiyor. Bu, sağlıklı bir durum değildir.

    Öcalan’ın “Eşme ruhu” vurgusu hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Kürdlerin atalarının mezarları nerededir? Bunların gündeme getirilmesi daha önemlidir.. Şeyh Said’in mezarı nerededir, daha doğrusu Şeyh Said’in mezarı var mıdır? Seyid Rıza’nın, Said-i Kürdi’nin mezarı var mıdır? Mahsum Korkmaz’ın mezarı var mıdır? Siirt’de Kasaplar Deresi’nde, çöplüklerde, toplu mezarlarda, kimlerin kemikleri yatmaktadır? Diyarbakır İnsan Hakları Derneği,16 Aralık 2014’de toplu mezarlarla ilgili çalışmasını güncelleştirerek yeniden yayımladı. 348 toplu mezarda, 4201 ceset yatıyor. Bu toplu mezarlar halen açılmamıştır. Aileler yakınlarını aramayı kararlı bir şekilde sürdürmektedir. Ama bu çabalara rağmen, aileler yakınlarının kemiklerine bile kuvuşamamıştır. Onlar için bir mezar bile yapamamıştır. Bunları gündeme getirmek daha önemli olmalıdır. Türkiyelileşme süreci böyle bir sonuç yaratıyor. Türk siyasal ve toplumsal değerleriyle bütünleşelim derken, bütün bunları unutur gidersin. YPG’nin peşmergeyle birlikteliği Kobane’nin kurtarılmasında büyük bir rol oynamıştır. Gelecekte böyle bir ruh egemen olmalıdır. Gelecekte Kürdleri böyle bir ruh yönlendirmelidir.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kürd sorunu yok”, ” Dolmabahçe ve izleme heyetine gerek yok” tespiti hakkında ne düşünüyorsunuz?

    “Kürd sorunu yoktur” sözü sağlıklı bir belirleme değildir. Kürdçe yayınların serbest olması, hergün 24 saat yayın yapan TRT Kürdi’nin olması şüphesiz önemlidir. Ama, Bunlar Kürd/Kürdistan sorununa ‘çözüldü’ denmesi için yeterli değildir. Kürdçe eğitim vazgeçilmez bir taleptir. Kürdlerin kendi kendilerin yönetiyor olmaları önemlidir. Kürdler kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmayan bir halk özgür bir halk değildir. Cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan, Filistin sorunu denildiği zaman neyi anlıyor? Filistinli Araplar için istediklerini Kürdler için de isteyebilmelidir. Kaldı ki şu durum da dikkatlerden uzak tutulamaz. İsrail 14 Mayıs 1948’de kurulmuştur.İsrail’de, Filistinli Arapların bu tarihten itibaren dil hakları vardır. Arapça eğitim her kademede söz konusudur.Türkiye’deyse, yukarıda belirtilen adımlara rağmen, hala dil hakları da sağlıklı bir şekilde yaşama geçmemektedir. İçinde, Q,X,W harfleri olan isimlerin çocuklara verilmesinde hala büyük sorunlar vardır. Şunca mücadeleye rağmen hala böyle sorunlar olması düşündürücüdür.

    AKP ve Cumhurbaşkanı arasında bazı görüş ayrılıkları basına yansıdı. Bu konudaki düşünceleriniz ne?

    AKP, ilkelerle yönetilen bir siyasal parti değil. Günlük çıkarlar daha önemli. Bu çıkar anlayışı kısa zamanda bir uzlaşmayı getirebilir.

    Hdp barajı aşar mi sizce? Onlara tavsiyeleriniz var mı?

    Seçimler sürecinde, aday adayı olmak için pek çok kişi HDP’ye başvurmuştur. Gerek Kürdlerden, gerek Türklerden, gerek öbür halklardan çok başvuru oldu. Bu başvurular ve TBMM’deki yemin bana şunu hatırlattı; TBMM Türk meclisidir. Türkler için meclistir. Bunun esas göstergesi ise Anayasa md . 81’dir. Türk olmayanlar, örneğin Kürdler bu temel ilkeyi benimsedikleri sürece bu mecliste yer alabilir. 12 Mart, 12 Eylül dönemlerini hatırlayalım. Askeri tutukevlerinde ve özel tip cezaevlerinde pek çok yaptırımlar gündeme gelirdi. Bunlar, tutsakları ezmeye aşağılamaya yönelik keyfi yaptırımlardı. Tek tip elbise giyin, andımızı söyle, marş söyle vs. Tutuklular, hükümlüler, bu yaptırımlara uymamak için açlık grevi yaparlardı. Örneğin, içinde tuvaleti olamayan bir koğuş… Koğuşta diyelim 25 tutsak var. Kapı kapalı. İhtiyaç gidermek için tuvalete gideceksiniz. Kapıda gardiyan var. Gardiyan şöyle diyor. .”Bana komutanım demezsen kapıyı açmam. Veya başka bir arkadaşa, “and okumazsan kapıyı açmam” “Türküm doğruyum…de”…Tutuklular, hükümlüler, bu tür keyfi yaptırımlara uymamak için direnirlerdi, açlık grevi yaparlardı. Aday adayı olmak için başvuru yapanlar, seçilip TBMM’ye gittiklerinde nasıl yemin yapacaklarını biliyorlar. O yemini burada vermeyi gerekli görmüyorum. 12 Mart ve 12 Eylül tutukevlerinde ve cezaevlerinde sık sık gündeme getirilen yaptırımlarla sözü edilen bu yemin nitelik olarak çok farklı değil. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde, yeminde sözü edilen sözleri söylememek için direnenler, açlık grevi yapanlar, TBMM’ye gidip bunları söylemek için yoğun bir yarış içinde. Bunu kişinin kendini inkarı şeklinde değerlendirmek mümkündür.

    Kürd partiler IŞİD tehdidinden sonra birçok yerde işbirliği yaptı. Bu işbirliğinin daha üst seviyeye çıkarılması mümkün mü?

    Parçacı siyasetler aşılmalı, işbirliği, birliktelikler Kürdistan için olmalı. Kürdler de dünya uluslar ailesinin bir ferdi olmalı, eşit bir ferdi olmalı. Birliktelikler buna hizmet etmeli.

    Rojava Kürdlerine, Kobanililere bir mesajınız var mı?

    Kürdistana Rojava’da, PYD bağımsız Kürdistan düşünmüyoruz, Suriye’yi demokratikleştireceğiz, diyor. Bu konuda şunlar söylenebilir. Kürdler ve Kürdistan, 1920’lerde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bunu, dönemin iki emperyal devleti İngiltere ve Fransa ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Türkiye ve İran yani bu dört güç birbirleriyle işbirliği içinde gerçekleştirmişlerdir. “Bağımsız Kürdistan düşünmüyoruz…” dediğiniz zaman, empeyal güçlerin ve onların Ortadoğu’daki işbirlikçilerinin bu politikalarını onaylamış oluyorsununuz. Halbuki, Kürdlerin ve Kürdistan’nın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, eleştirilmesi gereken bir süreçtir. PYD bu eleştiriyi yapmalıdır. PYD’nin Suriye’yi demokratikleştirmesi de mümkün değildir. Suriye, Kürdler, ancak Suriye egemenliğinden çıkıp kendi kendilerin yönettikleri zaman demokratikleşebilir. Çünkü, Kürdistana Rojava, Suriye’nin egemenliğinde kaldığı sürece, Suriye bu ilişkiyi sürdürebilmek için her zaman baskıya, şiddete ihtiyaç duyar.

    HDPnin farklı kesimlere yönelik ittifak çağrısını ve daha özelde dindarların temsiliyetini sağlama girişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    HDP, seçim zamanlarında, bazı Kürd partileriyle, milletvekili pazarlığı çerçevesinde, ittifak arayışına giriyor. Sağlıklı bir ittifak değil…HDP’nin esas ittifakı Türk solundan bazı partilerle olmaktadır. O da Kürdlükten kopup Türkiyelileşmeyi gerektirmektedir. Esasında Türkiyelileşme anlayışında olan HDP’nin Kürd partileriyle ittifak araması anlamlı değildir. Bu ittifak sağlıklı olmaz..

    Çağlayan Adliyesi’nde meydana gelen saldırıya dair ne düşünüyorsunuz?

    Gezi Davası dosyaları, Berkin Elvan Davası dosyası şeffaf olmalıdır. Ölümlere neden olan güvenlik güçleri saklanmamalıdır. Buna rağmen, savcının odasına baskın yapıp şakağına silah dayatılması yanlıştır. Bu fotoğrafın basına servis edilmesi, basının bunu yayımlaması yanlıştır. Avukatların üstlerinin aranması, çantalarının kurcalanması da yanlıştır. Dava sürecinde avukatlar, savcı ve hakimlerle aynı konumda olmalıdır.

    http://t24.com.tr/haber/ismail-besikci-erdogan-filistinli-araplar-icin-istedigini-kurtler-icin-de-isteyebilmeli,293076

  58. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-2
    Cemil Gündoğan

    Geçen yazıda PKK’yi ajan bir yapı olmakla eleştiren bazı Kürt milliyetçileri ile bu örgütün, Kürtlerin insanlığa armağan ettiği yegâne değer olduğunu düşünen bazı Türk solcularının, “Türkiyelileşme” söylemine ve bu söylemden kalkarak PKK’ye atfettikleri niteliklerin olgularla bağdaşmadığını ileri sürmüştüm. Aşağıda bu iddianın olgusal dayanaklarına dair bir özet bulacaksınız.

    Cumhuriyet dönemindeki Kürt hareketlerinin bağımsızlığı açık bir program hedefi halinde formüle etmeleri istisnadır. Kürt hareketleri açısından kural olan, Türkiye’nin bütünlüğü içinde kalarak kendi pozisyonunu düzeltme talebi veya girişimi olmuştur. Tıpkı şu anda Öcalancı çizginin yapmaya çalıştığı gibi. 1970’lerdeki radikalizm dalgasına kadar uzanan dönemdeki durum esas olarak böyleydi.

    Cumhuriyet döneminin ilk Kürt isyanı, 1924 Eylülünde gerçekleşen Beytüşşebap isyanıdır. Konuyla ilgili kitabımda göstermeye çalıştığım gibi, Beytüşşebap isyanını gerçekleştirenlerin bağımsız bir Kürt devleti arzuladıklarını düşünmemizi gerektiren dağınık ve bazı yönleriyle de tutarsız veriler bulunmaktadır. Ama geleneksel isyanlar döneminde (1924-37) tümüyle ılımlı modernistlerin kontrolünde gelişen bu yegâne isyanda bile açık seçik bağımsızlık talep eden ve her yerde tek ses halinde ve sistemli biçimde savunulmuş bir program bulunamamıştır. Hareketin asker mensupları, yenilgi sonrası kaçtıkları Irak’ta İngiliz yetkililerine bağımsız bir devlet arzusunu dile getirirken; hareketin politik önderi olan Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey, İstanbul’da CHP karşıtı Türk muhalifleriyle anlaşarak yol almaya çalışmıştır. Bu tablo, herkesi bağlayan bir bağımsızlık programından çok, dağınık ve el yordamıyla bir yürüyüşe işaret etmektedir.

    Beytüşşebap’tan birkaç ay sonra gerçekleşen ve PKK hareketinden sonraki en büyük Kürt ayaklanması sıfatını taşıyan Şeyh Sait hareketinin durumu daha da geriydi. Şeyh Sait’in eylemi açıkça bir Kürt devletini işaretlemesine rağmen söylemi bunun inkârı üzerine kurulmuştu. Doğu-Batı ekseninde Malatya’dan Muş’a, kuzey-güney ekseninde ise Varto’dan Diyarbakır surlarına kadar uzanan sahadaki şehir ve kasabaları birkaç hafta içinde ele geçirip buralarda kendi idaresini kuran bir hareketin lideri olmasına rağmen Şeyh Sait, Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde, ısrarla Kürt devleti kurmak gibi bir hedeflerinin olmadığını iddia etmişti. Şeyh Sait’in sözlerine bakılırsa, şeriat adına kıyam etmişlerdi ve Meclisin dikkatini şeriat karşıtı gidişe çekmek istiyorlardı. Bir diğer deyişle Şeyh Sait, gerekli yerler değiştirilmek kaydıyla Öcalan’ın İmralı duruşmalarında söylediklerine benzer şeyler söylemişti. Mahkemede, isyancıların bağımsız bir Kürt devleti kurmayı hedeflediğini söyleyen ise, Şeyh Sait değil, onu yargılayan mahkemenin başkanı olmuştu! Nitekim, bizim kuşak, 1970’lerde Şeyh Sait ayaklanmasını kendi eyleminin tarihsel referans noktalarından biri olarak anmak istediği her seferinde, Şeyh Sait’in değil, onu yargılayan mahkemenin başkanının sözlerini alıntılamak zorunda kalmıştı.

    1970 öncesinde Türkiye’den ayrılmayı, yani bağımsızlık talebini açık bir program hedefi halinde formüle ederek buna uygun bir söylem geliştiren ve adından da bir ölçüde söz ettirmeyi başaran tek organizasyon Hoybun olmuştur. Ne var ki 1927 yılında kurulan bu örgüt, daha çok Suriye’de etkin bir tür “mülteci örgütü” olarak kalmıştır. Örgütün Türkiye’deki tek ciddi eylemi, Ağrı isyanı sırasında o bölgedeki isyancıların üzerindeki yükü hafifletmek amacıyla Suriye sınırından Türkiye’ye girerek isyan örgütlemeye çalışmasıdır. Bu girişim daha ilk adımda bozgunla neticelendiği için, örgütün Türkiye Kürdistanı’nda herhangi bir isyanından bahsetme imkânı bulunmamaktadır. Tabii bu örgütle ilişki içindeki İhsan Nuri’nin, belli bir aşamadan sonra Ağrı isyanına önderlik etmesinden kalkarak Ağrı isyanının Hoybun tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu iddia etmezseniz.

    Zaman zaman böyle iddialar duyulur, ama bunlar gerçeği yansıtmaz. Zira Ağrı isyanı, Şeyh Sait ayaklanmasına iştirak etmemiş, hatta bazı örneklerde Şeyh Sait’e karşı devletin yanında yer almış bazı aşiretlerin denetim altına alınması sürecinde patlak veren, popüler deyimle kendiliğinden bir isyandır. İsyanın doğal lideri olan Bro Heski Telli, Rus ve Ermenilere karşı Kemalist orduların yürüttüğü harekatlara destek vermiş bir kişidir. Şeyh Sait hareketi yenilip isyancılar 1925 yazında İran’a doğru kaçmaya başladıklarında, isyancıların önünü kesen Kürt işbirlikçiler arasında yer aldığına dair anlatımlar vardır. Fakat devletle işbirliği görevini ifa edip evine döndükten birkaç ay sonra, ailesiyle birlikte Batıya sürülmek istenmiştir. Bunun yarattığı hayal kırıklığıyla isyan edip Ağrı Dağı’na çıkmıştır (Bazı kaynaklara göre ise İzmir’e sürgüne gönderilmiş, oradan kaçarak isyan etmiştir). Ama onun dağa çıktığı tarihte (bazı kaynaklar 1925 sonu, bazıları ise 1926 olarak kaydediyor) Hoybun örgütü henüz kurulmuş bile değildi.

    Hoybun, biraz da Şeyh Sait ayaklanmasının çevre serpintileri olarak tanımlanabilecek olan lokal ölçekli geleneksel direnişlerin kuruluşunu hızlandırdığı bir örgüttür. Devlet, Şeyh Sait hareketini bastırıp öz güven kazanınca, ayaklanma süresince yatıştırma politikasıyla idare ettiği çevre illerdeki güven vermeyen aşiretlere yönelmiş, bunların ileri gelenlerini yakalayarak Batı illerine sürmeye başlamıştır. Bu durum, Şeyh Sait hareketini çevreleyen Mardin’den Hakkari’ye, Van’dan Zilan’a, Erciş’ten Bitlis’e Sason’dan Silvan’a, Muş’tan Ağrı’ya kadar uzanan bölgelerde küçük çaplı, bir dizi geleneksel direnişin doğmasına neden olmuştur. Türk Genelkurmayının belgelerinde 18 Kürt isyanı olarak tanımlanan hareketlerin büyük bölümü, bu direnişlerden oluşur, ki bunlara Koçuşağı gibi bazı Dersim aşiretlerinin direnişleri de dahildir. Bunların hemen hiçbirisinde modern bir önderlik yoktur ve bağımsız Kürt devletini öngören bir program veya bir söylem görülmez. Böyle olmakla birlikte, sözü edilen direnişler, daha önce Suriye’ye kaçmış olan milliyetçi Kürt aydınlarını hareketlendirici bir rol oynamış ve Ermenilerden alınan lojistik desteğin de katkısıyla ilk kez bağımsız bir Kürt devletini programlaştıran ve bunun modern söylemini oluşturan bir örgüt, yani Hoybun kurulmuştur. Dolayısıyla, Ağrı isyanıyla Hoybun arasındaki ilişki, yaygın algının tersine kurulmalıdır: Ağrı’yı doğuran Hoybun değildir, tersine Hoybun’un doğuşunu hızlandıran faktörlerden biri de Ağrı’dakinin de içinde olduğu geleneksel direnişlerdir.

    Hoybun’un Ağrı’daki isyancılarla somut olarak ilişkilenmesi, isyanın patlak vermesinden bir yıl sonra İhsan Nuri’nin girişimleri ve kişisel yetenekleri sayesinde gerçekleşmiştir. İhsan Nuri, Ağrı’ya gitmiş; orada isyancılara ortak bir kurmay heyeti oluşturmaya, isyancı aşiretlerin taleplerini bir program halinde formüle etmeye, isyancıları motive edecek marş ve bayrak gibi semboller yaratmaya, isyana dış destek sağlamaya vs. çalışmıştır. Ağrı isyanı sırasında duyduğumuz bağımsız Kürdistan söylemi, daha çok, onun isyana modern ve ulusal bir biçim vermeye yönelik bu faaliyetlerinin sonucunda veya bunlara atfen vücut bulmuştur.

    Hoybun’a gelince, bu sürede bütün yapabildiği, İhsan Nuri’yi bölgedeki kendi askeri temsilcisi olarak ilan etmek ve isyanı içeride, ama daha çok da dışarıda sahiplenip desteklemeye çalışmaktan ibaret kalmıştır. Suriye sınırından Türkiye’ye adam sokarak Ağrı’daki isyancıların yükünü hafifletmeye yönelik girişimi de bu çerçevede bir eylem olarak hayat bulmuştur. Ne var ki Ağrı isyanının 1930 sonbaharında bastırılmasının ardından, Hoybun iç tartışma ve çatışmalara boğulmuş ve bu çekişmelerin de katkısıyla 1930’ların ilk yarısında fiilen son bulmuştur. Yani Şeyh Sait ayaklanmasının çevre serpintilerinin yarattığı hareketliliğin de katkısıyla doğan örgüt, bu hareketliliklerin birleşik, merkezi ve modern bir Kürt ulusal hareketine dönüştürülmeyeceğinin anlaşılmasıyla cazibesini yitirip sahneden çekilmiştir.

    Kısacası, Ağrı isyanı Hoybun’un ürünü değildir, ancak ondan destek almıştır. Ne var ki Hoybun’un Ağrı’ya olan desteği bile bu isyanı her yönüyle açık ve tavizsiz bir bağımsızlık hareketine dönüştürmeye yetmemiştir. İhsan Nuri de içinde olmak üzere isyan liderlerinin değişik dönemlerde Türk heyetleriyle yaptıkları görüşmelerde genel af, el konulan arazilerin sahiplerine iadesi gibi konuları tartışmış olmalarından da anlaşılacağı üzere, hareket zaman zaman kendini hâlâ Türkiye’nin sınırları içinde görmeye veya hissetmeye devam etmiştir.

    Genelkurmay belgelerinde 18 Kürt isyanının sonuncusu olarak takdim edilen 1937’deki Dersim isyanı için de benzer şeyler söylenebilir. Devletin baskıları karsısında geri çekilecek yer kalmayınca, Dersim’in fethedilmesi zor mıntıkalarında yaşayan bazı Kürt aşiretleri, 1937 yılının 21 Martını 22 Marta bağlayan gece, yani bir Newroz gecesi askeri açıdan önemli bir köprüyü imha edip telefon hattını tahrip ederek ayaklandılar. Ne var ki aşiretlerin çoğunluğu isyana katılmadı. Bazı aşiret reisleri ise devletin yanında yer aldı. Bu zayıflığın da katkısıyla devlet 1937 Temmuz sonu itibarıyla bölgeyi kontrol altına almayı başardı. Yaz boyu devam eden artçı tarama faaliyetleriyle katliamları takiben isyanın lideri Seyit Rıza sonbaharda yakalandı ve bazı arkadaşları ile birlikte 1937 Kasımında Elazığ’da idam edildi. İsyan böylece bastırılmış oldu.

    İsmet İnönü’nün başbakanlığı döneminde gerçekleştirilen 1937’deki bu katliamları, Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde gerçekleştirilen ve pek çok açıdan Raphael Lemkin’in soykırım kavramına uyan bir yıl sonraki 1938 Dersim kırımıyla karıştırmayınız. Konuyla ilgili bilgisizliğin sebep olduğu bu karışıklık, Tayip Erdoğan’ın, CHP’yi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Dersimli kimliği üzerinden vurabilmek için güncelleştirdiği Dersim tartışmalarının yarattığı toz-duman arasında iyice artmıştır. Gerçekte, 1937 ve 1938 iki ayrı safahattır ve Dersim’e ilişkin önce Sünni, sonra da Türk-Sünni devlet aklının Osmanlı’dan beri planladığı akıbetin iki aşamasını teşkil ederler. Bu aşamalardan birincisi, Şeyh Sait veya Ağrı harekatlarında şahit olduğumuz klasik bastırma eylemlerine benzerken; ikincisi Ermeni, Süryani ve Pontus soykırımında şahit olduğumuz etnik temizlik harekatlarına benzer. Bu yazı çerçevesinde bizi ilgilendiren birincisidir ve burada da, tıpkı Ağrı’da olduğu gibi, geleneksel unsurların kalkışmalarıyla bu kalkışmaları mümkün olduğunca birleşik, modern bir ulusal hareket halinde toparlamaya çalışan Alişer ve Nuri Dersimi gibi milliyetçi Kürt aydınlarının ortak çalışmasına şahit oluruz. Burada da birincilerin söylemleri daha çok geleneksel çizgiler üzerinden yürürken, ikinciler zaman zaman Kürtlerin bağımsızlığıyla ilgili ifadeler kullanırlar. Ama hareketin ılımlı modernist kanadına mensup bu aydınların devlet yetkililerine çektikleri telgraflara, Türk yetkilileriyle yaptıkları görüşmelere vs. baktığımızda görürüz ki bunların söylemlerinde de ayrılıkçılıkla çelişen tutum ve ifadeler bolca vardır. Yani bu aydınların kullandığı söylemler de sistematik olarak Türkiyelilik çerçevesinin dışına çıkmış değildir.

    Dersim isyanından sonra, Kürt sorununda yaklaşık olarak yirmi yıl sürecek olan bir sessizlik dönemine gireriz. Sessizliğe son veren, 1959’daki 49’lar hareketidir. Bu hareketin söylemi de kesinlikle Türkiyelidir. 49’lar ve onu takip eden 1960’lardaki birçok girişim -ki günümüzdeki Kürt hareketinin kaynaklarından birini oluştururlar- Doğu, Doğuculuk ve kalkınma söylemini kullanmışlardır. Bağımsız Kürdistan devleti, o dönemde sadece ikili sohbetlerin veya şakalaşmaların münferit ifadelerinden ibaret kalmıştır.

    1950’ler ve 1960’lar boyunca Kürt aydınlarının çıkardığı bütün gazete ve dergilerin söylemi Türkiyelilik, Doğuculuk ve kalkınma çerçevesinde kalmıştır.

    Barzani’nin KDP’sinden mülhem olarak 1965’te illegal biçimde kurulan Sait Elçi’nin liderliğindeki Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (TKDP) en azından parti ismi itibarıyla bu “Doğuculuk” söyleminin dışına çıkmıştır. Ama bu partinin programı da ayrılıkçılığı reddeder. İlham aldıkları Barzani hareketi ayrılıkçı değilken, kendileri nasıl bağımsızlıkçı olabilirlerdi ki? TKDP, ateşli bir birlik savunucusuydu. Nitekim 1968’deki bir polis operasyonuyla tutuklanıp Antalya’da yargılanan partinin kurucularından mahkemede savunma yapmayı göze alabilenler, Kürtlerin haklarını sıkı bir Türkiyelilik -hatta bazı tezleri itibarıyla Osmanlılık- çerçevesinde savunmuşlardır. Yani Barzani’nin dünya görüşünü paylaşan TKDP yöneticilerinin 1960’lardaki mahkeme ifadeleri ile bir zamanlar sosyalizm şampiyonluğu yapmış Öcalan’ın İmralı’daki mahkeme ifadeleri arasında, Türkiyelilik söylemi bakımından önemli bir farklılık yoktur. Sözü edilen Kürt milliyetçileriyle Türk solcularının pek hoşlanamayacakları türden bir ortaklıktır bu.

    1969’da kurulan ve Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Kürt muadili olan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) da Türkiyelilikle karakterize olmuştur. Ankara ve İstanbul’daki üniversiteli Kürt öğrencilerin kurdukları bu örgüt bir yıl sonra kapatılmış ve yöneticileri 12 Mart döneminde Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanmışlardır. Mahkemede Kürtlerin bir “halk” olarak varlığını ve meşru haklarını sistematik bir biçimde ve belli bir entelektüel düzeyi de yakalayarak savunan bu örgütün savunmalarına bakıldığında, DDKO’nun da Türkiyelilik söylemi açısından Abdullah Öcalan’ın İmralı savunmalarındaki yerinden çok farklı bir noktada durmadığı görülür.

    1970’te kurulan ve mücadele yöntemi olarak silahlı mücadeleyi seçmiş olan Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın (Dr. Şıwan) önderliğindeki Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) de Türkiyelilik söyleminin dışına çıkmış bir örgüt değildir. Sait Elçi’nin partisine oranla daha radikal bir söylem kullanmasına rağmen o da bağımsız bir devlet kurma talebinde bulunmamıştır. Bağımsızlık, bu partinin programına 1970’lerin ikinci yarısında girmiştir.

    Özetlersek; olgular gösteriyor ki, Kürt hareketi, 1924’ten 1975’e kadar olan dönemde, küçük, geçici ve sistematik olmayan sapmalar dışında, Öcalan’ın bugün savunduğuna benzer bir Türkiyelilik söylemine sahipti. Kural olan buydu. Dolayısıyla Türkiyelileşme söylemini PKK’ye özgü bir tutummuş gibi propaganda eden PKK muhalifi Kürt milliyetçilerinin ifadeleri ile aynı iddiayı başka bir amaç için tekrarlayan Türk solcularının ifadeleri olgular tarafından desteklenmemektedir. Bunlar, olgulardan çıkarılan tezler değil, söz konusu çevrelerin güncel politik ihtiyaçlarıyla ilgili dayanaksız söylemlerden ibarettir. Türkiyelilik söylemi bakımından Öcalan’ın bugünkü ifadeleri ile Kürt hareketlerinin 1975’e kadar kullandığı söylem arasında büyük farklılıklar yoktur. Esas farklılık, bu söylemlerin değişik konjonktürlerde ürettiği sonuçlar arasındadır; zira aynı söylem değişik koşullar altında değişik sonuçlar yaratabilir. Nitekim elli yıl önceki mahkeme savunmalarında dile getirilen Türkiyelilik söylemi, aynı savunmaların Kürtleri özgürleştirici karakterini fazlaca zedelemezken, Öcalan’ın 2000’lerde kullandığı Türkiyelilik söylemi, Kürt halkını demoralize eden ve PKK kadrolarıyla sempatizanlarının sözlerini boğazına düğümleyen bir rol oynamıştır. Ama bu ayrı bir yazının konusudur.

    ***

    Kürt hareketinin 1975’e kadar olan tarihi, Türkiyelileşme söyleminin PKK’ye mahsus bir şey olduğu iddiasını olgusal planda çürütüyorsa, onun 1975’ten sonraki tarihi de olgusal olarak, Türkiyelileşme söyleminin PKK’nin sosyalistliğiyle ilgili bir şey olduğu iddiasını çürütmektedir. Gelecek yazıda da buna bakalım.

    2015-04-19

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1783-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-2

  59. Artık İhanet Mızrağı Çuvala Sığmıyor!

    PKK/HDP’nin bir devlet projesi olduğu ve misyonunun da Kürdlerin devletleşme hakkını engellemek olduğu gerçeği her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Gelinen aşamada bu gerçeği (PKK/HDP’nn bir devlet projesi olduğu) hala gör(e)meyenler ya aptallardır ya da görmek istemeyenlerdir. Aptallar/Müritler ile tartışmanın bir anlamı yok; çünkü aptallara/müritlere doğruları anlatamazsınız.

    Gerçeği görmek istemeyenler, ödenen bunca bedelin boşa gittiğini, dahası bu bedellerin Kürdler devletleşmesin diye ödetildiğini kabul etmede zorlanıyorlar. Tüm yaşamlarını ve umutlarını PKKöncülüğündeki özgürlük micadelesine(!) adayan bu kesim için gerçeği görmek ve kabullenmek ölüm ile eş değerdir.

    PKK/HDP gerçeğini gördüğü/bildiği halde sessiz kalanlar genelde korkaklardır ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” bencilliğini aşamamış olanlardır.

    PKK gerçeğini bildiği/gördüğü halde bu anlayışı olumlayanlar ise, devletin görevlendirdiği kişileri bir tarafa bırakırsak geri kalanlar çıkarcı, sahtekar ve hiçbir değeri olmayan siyaset tüccarlarıdır.

    Pratikte yaşanan binlerce anti Kürd/Kürdistan olayına hiç girmeden sadece PKK/HDP’nin bir tek söyleminden yola çıkarak bu anlayışın sahtekarlığını ispatlayacağız; hem de bilimsel olarak!

    Bilindiği gibi mantık biliminde Tümel, tikel ve tekil önermeler vardır.

    Tümel önermelerin konusu açıkça ifade edilir ve yargıya konu olan herkesi/her şeyi kapsar; geneldir ve istisna kabul etmez.

    “Ulus Devlet dönemi bitmiştir” önermesi tümel bir önermedir. Bu yargıya varılmasının gerekçesi “ulus devletler kötüdür” düşüncesi olduğu için Tümel olumlu bir önerme ile karşı karşıyayız.

    Kuşkusuz ki toplumların gelişim aşamaları dikkate alındığında ve her toplumun farklı zamanlarda aynı eşiği geçtiği görüldüğünde zaten “ulus devlet dönemi bitmiştir” anlayışının gerçeği yansıtmadığı görülür. Ancak biz yine mantık bilimine bağlı kalarak bu önermenin geçersiz olduğunu gösterelim.

    “Ulus devlet dönemi bitmiştir” önermesi istisnasız bütün ulusları kapsar. Her fırsatta “Filistin’in devletleşme hakkını” savunan PKK/HDP, önermesinin geçersiz olduğunu kendileri ispatlamaktadır. Filistin veya bir başka halkın devletleşmesini istediğin an “ulus devlet dönemi bitmiştir” önermesini çöğe atmış olursun. Bu gerçeklik, PKK/HDP’nin söylemlerinde samimi olmadıklarını ve yalancı/sahtekar olduklarını gözler önüne seriyor.

    Halkı kandıran, açıkça yalan söyleyen ve bir halkın doğal hakkını sömürgecilere satan kişi/kurumlar açıkça insanlık suçu işlemektedirler. Bu insanlık suçunu işleyenlere karşı kullanılacak hiçbir sıfat, yaptıkları çirkinlik ve işledikleri suç kadar ağır olamaz. Hitler’e, mussolini’ye ve M. Kemal’e faşist demek nasıl ki haksızlık veya hakaret değilse, PKK/HDP’ye de taşeron, yalancı, uşak, sahtekar ve namussuz demek haksızlık veya hakaret değildir. Aynı şekilde gerçeği gördükleri halde PKK/HDP’yi olumlayan diğer tüm politik çevreler içinde bu sıfatlar geçerlidir kuşkusuz.

    PKK/HDP öz olarak ‘biz sadece Kürdlerin devletleşmesine karşıyız’ diyorlar ama halkı kandırmak için “ulus devlet dönemi bitmiştir” veya “demokratik modernite” gibi kitleleri kandırmaya yönelik saçma sapan ifadeler kullanma gereği duyuyorlar.

    PKK/HDP anlayışının özeti; ‘TÜRK-FARS -ARAP işgalci devletlerin birliği korunsun ve yaşasınlar;

    Yaşasın Filistin ve diğer uluslar ama Kürdistan yaşamayıp yok olsun’dan ibaerettir.

    “Ümmetçilik” adı altında Kürdistan’da örgütlenen Hizbullah ve benzeri yapılar da tıpkı PKK/HDP gibi Filistin’e bağımsızlık isterken, din maskesi altında Kürdlerin devletleşmesine karşı duruyorlar.

    PKK/HDP ve aynı anlayışı farklı argümanlarla ifade edenlerin sahtekarlığını savunan veya direkt/dolaylı bu anlayışları aklayanların hepsine soruyoruz; özellikle de kendi kendilerini “entel-lektuel” ilan eden zavallılara soruyoruz:

    Ulus devlet dönemi bitmiştir” Tümel bir önerme değil mi?

    Filistin’in devletleşmesini savunmakla bu önerme geçersiz kılınmıyor mu?

    Geçersiz bir önermeyi “geçerli” göstermek yalancılık/sahtekarlık/ahlaksızlık değil mi?

    Bile bile bu ahlaksızlığa ortak olmak katmerli bir ahlaksızlık olmaz mı?

    Bilimsel olarak tartışmak isteyen bütün Kuzey Kürdistanlı politik yapılarla tartışmaya hazırız. Ne yazık ki şimdiye dek kimse bu yönde bir girişimde bulunmadı. Ama neredeyse bütün çevreler koro halinde “kullandığınız dil çok sert, yapıcı değilsiniz, Kürdlerin birliğine karşı yıkıcı dil kullanıyorsunuz v.s.” eleştirilerdir.

    Bir halkı bile bile kandırmak ve varlık koşullarını yok etmeye çalışmaktan daha büyük yıkıcılık olur mu?

    Bu insanlık düşmanlarına karşı kullandığımız dil, yaptıkları tahribatın ve ahlaksızlığın yanında devede kulak bie değilken; bizi “düzeyli ve yapıcı”olmaya davet etmek ahlaksızlı meşrulaştırma ve herkesi ortak etme çabasıdır sadece…

    Seyit Rıza’yı saygıyla anıp kendisinden ilham alarak biz de diyoruz ki,

    Sizin sahtekarlığınızla/ahlaksızlığınızla baş edemedik bu bize dert oldu; korkaklığınıza, teslimiyetçiliğinize, çıkarcılığınıza, kirliliğinize, ahlaksızlığınıza ve aklayıcılığınıza bizi ortak edemediniz ve asla edemeyeceksiniz bu da içinizde dert olarak kalsın…

    Haber/Yorum

    21.04.2015

    http://www.nasname.com/a/artik-ihanet-mizragi-cuvala-sigmiyor

  60. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-3
    Cemil Gündoğan

    Geçen yazıda, Türkiyelileşme söyleminin PKK’ye özgü bir şey olduğunu iddia eden bazı Kürt milliyetçileri ile bazı Türk solcularına ait tespitlerin olgular tarafından doğrulanmadığını, Türkiyelilik çerçevesinde düşünüp o çerçevede hareket etmenin, 1975’e kadar olan dönemde Kürt hareketinin baskın özelliği olduğuna işaret etmiştim. Kürt hareketinin 1975’ten sonraki tarihi ise anılan kesimlerin ikinci ortak iddiasını, yani Türkiyelileşme söyleminin PKK’nin sosyalist, anarşist vb. ideolojisinden kaynaklandığı iddiasının olgusal dayanaktan yoksun olduğunu göstermektedir. Kısaca bakalım.

    Kürt hareketinin sol-sosyalist ideoloji ve söylemlerle tanışıp bunları kendini ifade araçları olarak kullanması, esas olarak 1960 sonrasına denk gelir. Böyle olmasının, içeride ve dışarıda değişik alanlara yayılan çok sayıda nedeni vardır. Bu nedenler arasında ele aldığımız konu bakımından anılmaya değer olanlardan biri de dışarıdan etkilenmedir ve sosyalizmin II. Dünya Savaşı ertesinde dünya ölçeğinde kazandığı saygınlıkla ilgilidir. Bu saygınlığın da katkısıyla, anılan tarihlerde Asya, Afrika ve Latin Amerika’da güçlü anti-sömürgeci, anti-emperyalist, anti-kapitalist rüzgarlar esmekteydi. Bu rüzgarların etkileri bir süre sonra Türkiye’de de hissedilmeye başladı. Böylece, özgürlük, demokrasi, sol ve sosyalizm gibi kavramlar tılsımlı sözcüklere dönüşüp aydınların gönlünü fethetti. Gelişme öylesine etkiliydi ki, alt kademe subayların etkinliğinde gerçekleşen 1960 darbesi bile sol-sosyalizan bir söylem kullandı.

    Kürt aydınlarının böyle küresel bir gelişmeden etkilenmemesi düşünülemezdi. Nitekim Kürt milliyetçileri arasında o zamana kadar etkili olan muhafazakar, sağcı, gelenekselci ideoloji ve söylemler, bu tarihten sonra gerilemeye, buna karşılık sol-sosyalizan söylemler yükselmeye başladı. Daha “49’lar” davası (1959) sanıkları arasında bile Sait Kırmızıtoprak’ın başını çektiği sol bir kanat vardı. Bu solcu aydınlar, 1960’lar boyunca Kürt muhalefeti içindeki etkinliklerini iyice arttırdılar.

    Söz konusu solculaşmanın dikkat çekici yanlarından biri de, Türk sosyalistlerinden örgütsel ayrışma sürecine paralel biçimde yürüyor olmasıydı. Bu durum, solculaşmanın iç dinamikleriyle ilgili bir veri sunuyor. Söz konusu paralelliği gözleyebildiğimiz en etkili örnek, Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)’dur. Fikir Kulüpleri Federasyonu ve TİP gibi kendilerini sosyalist olarak tanımlayan örgütlerden kopan Kürt üniversite öğrencileri, 1969’da Kürt meselesine ilgi duyan bazı Kürt öğrencilerle birlikte DDKO’yu kurdu. Örgütte muhafazakar bir kanat da vardı; ancak örgütün kontrolü kendine solcu veya sosyalist diyen aydınların elindeydi.

    Muhafazakarla solcuların/sosyalistlerin bir arada bulunduğu, fakat ikincilerin grupta ya en başından beri daha etkin olduğu ya da zamanla etkinlik sağladığı yapılar, 1974’e kadar olan dönemin tipik oluşumlarıydı. Bu tür ikili oluşumları, dar arkadaş çevrelerinden meydana gelen küçük gruplarda da, kendilerine parti diyen görece daha büyük gruplarda da gözleyebiliriz. Birincisine örnek, varlığından Reşo Zilan (Ahmet Kotan), Ali Beyköylü ve Sıraç Bilgin gibi mensuplarının anlatımları sayesinde haberdar olduğumuz Koma Azadiya Kurdistan (KAK)’tır (1966). Bu oluşumun içinde muhafazakar kişiler vardı, fakat kendini sol fikirlere yakın hisseden ve/veya sonraki yıllarda bu nitelikteki örgütlere katılacak olan üyeler daha ağırlıktaydı. 1960’ların ikinci yarısında şekillenen ve kuruluşunu 1970’te ilan eden Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın liderliğindeki Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) ise ikincilere örnek oluşturur. Bu parti de bünyesinde muhafazakar eğilimler taşıyan bireyler barındırıyordu, ama parti olarak kendini sol-sosyalist bir söylem içinde tarif ediyordu.

    Söz konusu ikili bileşimin kayda değer tek istisnası Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (TKDP)’dir. Bu parti, başını Sait Elçi’nin çektiği, taşralı aydınların ağırlıkta olduğu bir grup tarafından 1965’te kuruldu. Kürt toplumunun geleneksel sektörlerinden gelen kişiler, örneğin melalar (klasik medreselerde öğrenim görmüş mollalar) partide önemli bir yer tutuyordu. Örgütün söylemi, sosyal bileşimine uygundu; geleneğe vurgu yapıyor, sol ve sosyalist fikirlere uzak duruyordu. Fakat Kürt hareketi, esasta, Kürdistan’daki modernleşmenin bir çocuğu olduğundan, modernleşme yaygınlaşıp derinleştikçe TKDP sıkıntıya düşüyordu. Nitekim örgüt 1968’de maruz kaldığı polis operasyonundan sonra iflah olmadı.

    Sebep, sadece polisin vurduğu örgütsel darbe değildi. Derin toplumsal kaynakları olan bir tökezlemeydi yaşanan. Şöyle ki:

    Kemalist sisteme karşı olan kısmi direnişleri 1924-38 arası dönemde kırılan Kürdistan’daki geleneksel toplumsal sınıf ve tabakaların büyük çoğunluğu, kaderlerine razı olup Türk sistemiyle bütünleşmişti. Dolayısıyla muhafazakar niteliğine karşın TKDP’nin bu toplumsal kesimlerden beslenebilme şansı bulunmuyordu. Belki seçim dönemleriyle sınırlı bazı flörtler söz konusu olabilirdi, o kadar. TKDP’nin asıl beslenme kaynağı, Türk sistemiyle bütünleşmenin görece dışında kalmış geleneksel kategoriler olabilirdi. Nitekim yukarıda andığımız melalar bu nitelikte bir gruptu. Fakat bu tür gruplar da toplumdaki hızlı modernleşme karşısında gerilemekteydi.

    Partiyi besleyebilecek diğer sosyal gruplar, Kemalist okullarda öğretim görmüş öğrenciler, öğretmenler, avukatlar, eczacılar, serbest meslek sahipleri vb. olabilirdi. Çünkü bu gruplar o dönemde hızlı biçimde gelişmelerine rağmen mevcut sistem içinde kendilerine yer bulamıyorlardı. Kürdistan’daki ağalar, beyler, aşiret reisleri, pirler, dedeler, şeyhler gibi geleneksel kesimler ile komprador burjuvazi (acentacı tüccarlar), büyük müteahhitler, politik “aristokratlar” vs. devletle neredeyse kapalı devre işleyen bir işbirliği sistemi oluşturmuştu. Bu sistemde sözü edilen yeni toplumsal aktörlere yer yoktu. Dolayısıyla her geçen gün büyüyen bu toplumsal kesimlerin muhalefete kaymak dışında bir alternatifleri bulunmuyordu. Ama bu muhalefet, onların modernist niteliklerine uygun bir kanal olmak zorundaydı. Taşralı, muhafazakar TKDP’nin bu toplumsal kesimler için bir cazibe merkezi oluşturması, bu nedenle çok zordu. Bir cazibe merkezi haline gelebilmek için partinin kendini dönüştürmesi, modernize etmesi gerekiyordu. TKDP’nin lideri Sait Elçi’nin, 1960’ların sonlarına doğru, partinin diğer kurucu üyelerini bir kenara iterek parti dışından bir kişi olan Dr. Sait Kırmızıtoprak’la partiye modernizm aşısı yapmaya kalkışmasının nedenlerinden biri, muhtemelen bu çıkmazı görmüş olmasıydı.(*) Ancak olayların gelişimi böyle bir değişime izin vermedi. Böylece, bir polis operasyonuyla gelen darbe kalıcı bir tökezlenmeye dönüştü.

    Buna karşılık Kürt hareketinin modernist kanadı, tam da anılan toplumsal grupların modernist niteliğiyle uyumlu bir muhalefet kanalını oluşturuyordu. Daha doğrusu, Kürt hareketi yeni dönemde bizzat bu kesimlere ait bir sosyal hareket olarak doğmuştu. Dolayısıyla anılan toplumsal kesimlerin büyümesinden önemli ölçüde beslendi.(**) Buradaki çakışmanın söylemi de sol ve sosyalizm üzerinden şekillenince, 49’lar davası yargılamasıyla görünür hale gelen solculaşma veya sosyalistleşme süreci 1970’lerde doruk noktasına ulaştı. Çoğunluğu Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi (TKDP)’ne mensup az sayıda aydın dışındaki Kürt aydınları kendini artık solculukla ve sosyalizmle tanımlıyorlardı.

    Yukarıda tasvir edilen gelişmenin konumuz açısından önemi, sosyal zemininde modernleşmenin yattığı bu gelişmenin söylemsel ifadesini sol ve sosyalizmde bulmuş olmasıdır. Şu sıralar Kürt hareketinin sosyalizmle buluşmasını, onun ilk günahıymış gibi tasvir edenler, konunun modernizmle olan bu ilişkisine dair pek bir şey söylemiyorlar.

    Suskunluk, kısmen bilmemekten kaynaklanıyor. Havada sosyalizm lafları uçuşunca, bunun yalnızca sosyalizmle ilgili bir şey olabileceği düşünülüyor. Söylemle gerçeklik arasında basit bir yansıma ilişkisinin olmadığı görülemiyor.

    Ama bütün sorun bilgi yetmezliğinden ibaret değil. Bu işleri şu veya bu düzeyde bilip benzer tezleri tekrarlayanlar da var. Bunların yaptığı ise, çoğunlukla yeni bir söylem oluşturmak için alan açma ameliyesinden ibarettir. Elinizdeki yazı dizisi bittiğinde bu durumun daha bir aydınlığa kavuşmuş olacağını umarım.

    Buradaki iki kritik soru şudur:

    1) Modernleşme istek ve eğilimleri kendini sosyalist bir lafız içinde ifade edebilir mi? Soruyu tersinden de sorabiliriz: İşçi sınıfına ait bir program olduğu varsayılan sosyalizm, tarihsel planda en çok burjuvaziye atfedilmiş bir süreç olan modernleşmeyi ifade etmek için uygun bir söylem olabilir mi veya öyle kullanılabilir mi?

    2) Özel olarak Kürdistan’daki modernleşme süreçleri neden başka bir söylem üzerinden değil de sosyalizm üzerinden şekillenmiştir?

    Her ikisi de kapsamlı sorular. Okumakta olduğunuz yazının zorunlu kıldığı kısa cevaplarla yetinecek olursak, ilk soruya kesin olarak evet dememiz gerekiyor. 20. yüzyıl sosyalizmi, birçok durumda, teori kitaplarında tarif edilen ütopik toplumu gerçekleştiren bir kılavuz olmaktan çok, geri toplumları modernleşme yönünde zorlayan bir hareket ve teori olarak işlev görmüştür. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri bunun örnekleriyle doludur. Sosyalizmin, bu ülkelerde, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da iki yüz yıla sığan modernleşme süreçlerini jakoben bir uygulamayla birkaç on yıla sığdırmanın reçetesi olarak algılanmış olması, nadirattan değildir. Lenin’in “demokratik devrim”, Mao’nun “yeni demokrasi”, Sovyet yöneticilerinin “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” gibi kavram ve teorileri, ya doğrudan bu sorunu çözmek amacıyla geliştirilmiş teorilerdir ya da alıcıları tarafından bu çerçeve içinde tüketilmişlerdir. Bizde yaygınlaşan sosyalizmin, bir önceki adımda kendini “kalkınmacılık” olarak göstermiş olması da aynı ilişkinin bir ifadesidir.

    İkinci sorunun cevabına gelince, yukarıda özetlenen sosyal zeminle ilgili gelişmeler sorunun önemli bir boyutunu açığa kavuşturur. Bunun, söylemsel alanın kendi adına yapılmış bir analiziyle tamamlanması gerekir. Bu kapsamlı işi bir kenara bırakıp, hareketteki söylemsel değişimi olgular temelinde izlemeye devam edersek kaydetmemiz gereken ilk husus, yukarıda anlatılan ikili bileşimin, gerçekte bir geçiş dönemini yansıttığı olacaktır. Bu geçiş dönemi 1974’le birlikte sona erdi. Bu tarihten sonra kendini sosyalist olarak tanımlayan örgütler adeta şaha kalktılar. Bu örgütlerin içindeki muhafazakar bireyler de sosyalizm yarışının neferlerine dönüştüler. Böylece, sosyalist söylem Kürt hareketi saflarında neredeyse mutlak bir egemenlik sağlamış oldu. TKDP dışındaki bütün Kürt örgütleri kendilerini artık sosyalist olarak tanımlıyordu.

    Ama iş orada kalmadı. Güçlü sosyalizm rüzgarı, kısa sürede muhafazakar TKDP’yi de sarstı. Kadrolardan ve tabandan solcu, sosyalist laflar yükselmeye başladı. Tutucu liderler bu gelişmeyi önlemek için üyelerine Marksist kitapları yasaklamaya kadar gittiler, fakat nafile; örgütün kontrolü 1977 başlarında kendilerine sosyalist diyen genç kadroların eline geçti. Bunlar muhafazakarlığa karşı o kadar tepkiliydi ki, tutuculukla özdeşleşmiş TKDP adını bile reddettiler ve 1978’de “Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları” (KUK) adını kullanmaya başladılar. Muhafazakar kanat eski çizgisinde diretince örgüt bölündü. Fakat örgüt ağırlıklı olarak KUK’un elinde kaldı. Muhafazakar kanadın tek yapabildiği, içine kapanarak kendini korumaya çalışmak oldu. Kürdistan’daki tek muhafazakar örgüt, 12 Eylül’e savunmada ve iyice küçülmüş bir şekilde girdi.

    Peki, bu tarihlerde PKK’nin durumu neydi?

    PKK de yukarıda özetlenen sosyalistleşme sürecinin bir parçasıydı. Esas gövde olarak Türk solundan gelmişti; kendini sosyalist olarak tanımlıyordu ve kendi dışındaki Kürt örgütlerini sosyalist olmamakla suçluyordu. Ama kendi dışındaki örgütleri bu şekilde suçlamak veya eleştirmek, o dönemin bütün sosyalist örgütlerinin ortak özelliğiydi. Bu yarış, sadece Kürt örgüt ve hareketleri arasında değil, Türk örgüt ve hareketleri arasında da gözlenebilir durumdaydı. Dolayısıyla PKK’ye bu noktada bir özgünlük atfedilemez. İlla ki bir özgünlük aranacaksa, onun, bu eleştirileri bazen şiddet eşliğinde yapmış olmasından bahsedilebilir. Nitekim bu tarihlerde PKK, bütün Türk solunu ajan yapılar olarak suçluyor ve Dersim, Elazığ, Gaziantep, Adana gibi yerlerde bu grupları tasfiye etmek için silah kullanıyordu. Şimdilerde PKK’nin sosyalist, anarşist, aşağıdan vs. bir örgüt olduğu veya bu düşüncelerden etkilendiği için Türkiyelilik projesini geliştirebildiğini iddia eden Türk solcularının bazı öncüleri ise o tarihlerde PKK’nin ne kadar “milliyetçi”, ne kadar “feodal” veya ne kadar “feodal faşist” bir örgüt olduğunu propaganda etmekle meşguldü.

    Bu fırtınalı sürecin konumuzu ilgilendiren boyutu şudur: “Kim daha çok sosyalist?” yarışına çıkmış olan Kürt örgütleri sosyalizm söyleminde ne kadar ileri gittilerse, kendilerini o kadar Türkiye’nin bütünlüğünün dışında tanımladılar. Yani Kürt hareketlerinin sosyalist söyleme sahip çıkma düzeyleriyle Türkiyeli gibi düşünme, hissetme ve davranma düzeyleri arasında bugün iddia edildiği gibi düz değil, ters bir bağıntı oluştu. Biri arttıkça diğeri azalıyordu.

    Bu öylesine hızlı işleyen bir süreçti ki, Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürt hareketleri arasında başat bir nitelik taşıyan Türkiyelilik düşüncesi ve duygusu 1-2 yılda demode oldu. Kişisel tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki daha 1977 yılında Türkiyelilik çerçevesinde düşünmek, kendini Türkiyeli gibi hissetmek veya öyle davranmak, Kürt hareketi saflarında ayıp bir şeye dönüşmüştü. Biri dışında “Kürt solu”na mensup bütün sosyalist gruplar –ki sayıları bir düzine kadardı- açık ve sistematik biçimde Türkiye’den ayrılmayı savunuyorlardı.

    Bu hızlı rüzgara karşı direnmeye çalışan tek sosyalist grup, bugünkü yaygın propagandanın akla getireceği PKK değil, Kemal Burkay’ın liderliğindeki Özgürlük Yolu grubu oldu. Muhafazakar TKDP de bu işte Özgürlük Yolu’na eşlik ediyordu. Yani sosyalistler söz konusu olduğunda bir düzine örgütten sadece bir tanesini cezbedebilen Türkiyelilik, muhafazakar kanadın tamamının (çünkü tek bir örgütten ibaretti) düşünce, duygu ve eylem tarzını oluşturuyordu. 1975-1980 yılları arasında, Kürt hareketinde Türkiyelilik ile sosyalist söylem arasındaki ilişki işte böyleydi: Türkiyelilikle ilgili duygu, düşünce ve davranış tarzları, sosyalistlerden çok sağcı, muhafazakar Kürtler arasında itibar görüyordu.

    12 Eylül sonrasına gelirsek, oradaki durum da genel hatlarıyla şöyleydi:

    Darbeyle birlikte Kürt örgütleri yakalanmayan kadrolarını yurt dışına çıkardılar. Artık fiilen birer yurt dışı örgütüne dönüşmüşlerdi. Bu durum Türkiyelilikle ilgili umursamazlığı daha da derinleştirdi. Kürdistan’ın diğer parçalarında veya Avrupa’da yaşıyor olmak, Türkiyelilikle ilgili düşünce, duygu ve davranışların altını oyuyordu. Birçok kadronun tam da bu dönemde Kürtçe öğrenmeye, biliyorsa Kürtçesini geliştirmeye çalışması tesadüf değildir. Örgüt elemanları kendi aralarında giderek artan oranda Kürtçe konuşmaya başladılar. Doğu ve Güney Kürdistan dağlarına çekilmiş örgüt mensupları oralarda Sorancayla tanıştılar. Kürtçenin örgüt yayınlarındaki kullanım düzeyi arttı. Ama en önemlisi, Kürtçe bazı ortamlarda Türkçenin yerine ortak siyaset diline dönüşmeye başladı. Özellikle de İsveç’te. Kısacası, Kürt hareketi mensuplarının Türkiye’yle ve Türkçeyle olan bağları, yeni yaşam koşullarının gereği olarak iyice azaldı. İsveç’te yaşayan bazı Kürtler, Türkçe konuşan bir Kürt hareketi mensubuna denk geldiklerinde, “Git ağzını yıka, ağzın kirlendi” diye sembolik şiddet uygulama noktasına işte bu dönemde vardılar.

    Özetlersek; olgular, 1970’lerde faaliyet gösteren ve sosyalist söyleme sahip bir düzineye yakın Kürt örgütünden sadece bir tanesinin Türkiyelilik çerçevesinde hareket ettiğini göstermektedir. Sosyalist söylemi kullanan diğer Kürt örgütleri, düşünce, hissiyat ve hareket tarzı olarak Türkiyeliliği kesin biçimde reddetmişlerdir. PKK ise bunu en şiddetli biçimde yapan örgütlerden biri olmuştur. Bu durumda Öcalan’ın veya PKK’nin bugün kullandığı Türkiyelilik söylemini, onların sosyalistliğiyle, anarşistliğiyle yani ideolojileriyle izah etmek, olgular tarafından desteklenen bir iddia olmaktan çıkmaktadır. Tersine, Kürt hareketi ne zaman ki sosyalist söylemden uzaklaşmaya başlamıştır, hareketteki Türkiyelilik söylemi ancak o zaman yükselişe geçmiştir.

    Bu son belirlemeyi olgusal planda kanıtlamak için Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 sonrasına bakmak gerekiyor. Çünkü Kürt hareketi saflarında sosyalist söylemin gücü bu tarihten sonra belirgin biçimde azalmıştır. Ama ilginçtir ki, Türkiyelilik çerçevesinde düşünme, hissetme ve davranma düzeyi de bu tarihten sonra belirgin biçimde yükselmiştir. Bugün, yani Berlin Duvarı’nın yıkılışından çeyrek asır sonra, kendini açık biçimde sosyalizm terimleri içinde tarif eden bir Kürt örgütü kalmamış gibidir. Buna karşılık Türkiyelilik söylemi Kürt hareketinde tavan yapmış durumdadır. Kısacası, sadece 1975-1980 arasındaki sosyalizmin Kürt hareketi içindeki hızlı yükseliş dönemi değil, 1989-2015 arasındaki gerileme dönemi de sosyalist söylem ile Türkiyelilik çerçevesinin sahiplenilmesi arasında ters yönlü bir ilişki olduğunu göstermektedir. Biri yükseldikçe diğeri gerilemiştir.

    Böylece, Türkiyelilik söyleminin PKK’ye özgü bir şey olmadığı gibi, sadece onun sosyalist, anarşist vb. ideolojisiyle de izah edilemeyeceğini olgulara dayanarak göstermiş bulunuyoruz. Gelecek yazıda, bazı Türk solcularının, Türkiyelilik söylemi ile PKK’nin aşağıdan bir hareket olması arasında kurduğu bağıntının olgusal bir temeli olup olmadığına bakacağız.

    2015-04-26

    ———————————————–

    (*) Aynı partinin günümüzdeki temsilcisi olduğunu iddia eden gruplardan birinin, bugün, yani Sait Elçi’nin girişiminden yaklaşık yarım asır sonra, Almanya’da eğitim görmüş, uzun yıllar bu ülkede yaşamış, yabancı dil bilen Sertaç Bucak’ı partinin başına getirmesinden de anlaşılacağı üzere, TKDP’ye modernizm aşısı yapmaya çalışmak, bu partinin hayat hikayesinin değişmeyen unsurudur.

    (**) Bu büyümeden pay alan iki muhalefet kanalı daha vardı: Ecevit’in CHP’si ile radikal Türk solu. Bu üç kanalın birbirleriyle ilişkileri de içinde olmak üzere, Kürt hareketinin geleneksellikle modernizm arasındaki gerilime dayalı gelişmesinin bazı boyutlarını “Geleneğin Değersizleşmesi Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle İlişkisi Üzerine” adlı araştırmada ele almaya çalıştım. Konuya ilgi duyanlar (Büşra Ersanlı-Günay Göksu Özdoğan-Nesrin Uçarlar (derl.), 2013, Türkiye Siyasetinde Kürtler, İstanbul: İletişim Yayınları, 2. bas. ss. 93-150)’ye bakabilir.

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1807-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-3

  61. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-4
    Cemil Gündoğan

    PKK’nin Türkiyelilik söylemine olumlu bir rol atfeden bazı Türk solcuları, zaman zaman onun bu karakterini aşağıdan bir hareket olmasıyla ilişkilendiriyorlar. Bu görüşe göre PKK, diğer Kürt hareketlerinden farklı olarak bir madunlar hareketidir. Bu niteliği, onun, halklar arası birlik, dayanışma ve kardeşlik fikrini savunmasını mümkün kılmakta; Türkiyelilik fikrine bir dayanak oluşturmaktadır.

    Buradaki “aşağıdan” ve “madun” (alt, ast) sıfatları, akademi dünyasında geliştirilmiş olan İngilizce subaltern kavramının Türkçe ve Osmanlıca karşılıklarıdır ve yoksul, baskı altında, ötelenmiş, damgalanmış, yok sayılmış … grupları anlatmak için kullanılır. Subaltern ekolü, yerleşik akademik dünyada bir zamanlar hayli egemen olan itaatkâr yoksul klişesi üzerinde çalışan bazı araştırmacılar tarafından geliştirilmiştir. Değişik versiyonları vardır. Bunlar arsında yaygınca paylaşılan tezlerden biri, sessiz ve edilgen oldukları düşünülen madun grupların aslında öyle olmadıkları, egemen ilişkiler sistemine karşı pek de farkında olmadığımız direnişler geliştirdikleridir. Fakat direniş kavramına çok önem veren bu görüş, yer yer direniş kavramını işlevsizleştirmekle de eleştirilmiştir. Çünkü bazen bir silahlı ayaklanma ile mahalleli kadınların kadın günü partilerinde yaptıkları erkek tahakkümüyle ilgili sohbetleri aynı direniş kavramı içinde değerlendirebilmektedir. Yine de kabul etmek gerekir ki maduniyet ekolü, aşağıdan gruplara bir aktör niteliği kazandırmak suretiyle yerleşik akademi dünyasının madunlarla ilgili pespayeliğine ciddi bir darbe vurmuştur. Kürt hareketinin aşağıdan karakteri ile onun Türkiyelilik söylemini sahiplenmesi arasında ilişki kuran tez, bir bakıma onun bu prestijine yaslanarak konuşuyor.

    Peki, bu tez olgularla ne ölçüde bağdaşıyor?

    Bu soruya cevap verebilmek için önce Kürt hareketinin sosyal bileşimine bakmamız, sonra da bu bileşim ile Türkiyelilik söylemi arasında nasıl bir ilişki oluştuğunu geçmişten bugüne izlememiz gerekir.

    Ancak bu, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Zira Kürt hareketinin sosyal bileşimiyle ilgili fazla veri yoktur. Özellikle de eski dönemler söz konusu olduğunda. Konuyla ilgili fazla veri bulunmadığı gibi özel olarak bu konuyu ele almış bir araştırma da yoktur, bildiğim kadarıyla. Elbette benim bilgimin sınırlı olduğu kaydını düşerek.

    Peki, bu durumda ne yapmak gerekir?

    Kanımca var olan verileri kullanarak hareketin değişik dönmeleri arasında bazı karşılaştırmalar yapmak, bir çözüm yolu olabilir. Bütün sorunlarına rağmen bu karşılaştırmalardan çıkacak sonuçlar, yukarıda belirtilen iddiaların ne ölçüde doğru olduklarına dair genel bir fikir edinmemizi mümkün kılabilir.

    1924-37 arası dönemde gerçekleşen geleneksel direnişlerle başlayalım.

    Bu direnişlere katılanların kimlikleriyle ilgili fazla kayıt bulunmuyor. Gizli belgelerde neler olduğunu ise bilmiyoruz. Fakat elimizdeki veriler, bu direnişlerin genellikle aşiret ve tarikat gibi geleneksel örgütlenmeleri takip ettiğini gösteriyor. Nitekim, aşiret mensubu olmayan köylülerin Şeyh Sait ayaklanmasından uzak durduğuna dair iddialar var.

    Bu dönemde, Kemalist yönetimin ana hedeflerinden biri, Kürdistan’daki geleneksel toplumsal dokuyu dağıtıp Kürtleri Cumhuriyetin ilkelerine uygun biçimde yeniden kalıba dökmekti. Bu ise aşiret ve tarikat gibi geleneksel yapı ve örgütlenmelerin, Cumhuriyetle Kürt köylüleri arasında kurulmak istenen yeni ilişki biçimini sabote edecek veya çarpıtacak bir ara tabaka olmaktan çıkarılmasını gerektiriyordu. Söz konusu yapılar, Osmanlı günlerinden kalma görece özerk konumlarından uzaklaştırılmalı ve Cumhuriyetin öngördüğü yeni ilişki biçiminin ajanlarına dönüştürülmeliydi. Sadece direnen aşiretlerin ve tarikatların değil, bazı durumlarda boyun eğen aşiretlerin ve tarikatların da “tedip” harekatlarının hedefi olması bundandı.

    Kemalist saldırı bu hedefte gerçekleşince, direnişlerin geleneksel yapıları izlemesi için zemin de döşenmiş oluyordu. Böylece beyler, şeyhler, dedeler, seyitler ve eşraf öne çıktılar. Zira aşiret ya da tarikat adına karar alma yetkisi sıradan köylüde değildi. Aşiretin lideri görece dar bir çerçevede yaptığı istişareler sonucunda isyan etmeye karar verirse veya koşulların ittirmesiyle isyana katılmak zorunda kalırsa, aşiretin savaşçı bireyleri de genellikle onu izliyordu. Nitekim bu dönemdeki direnişlerin tamamı ya bir şeyhe ya bir dedeye ya bir aşiret reisine veya bunun gibi geleneksel bir öndere atfedilmiştir. İsyancıların bayraklarında her şeyden fazla İslam yazılıyor olması, bunun nişanesiydi.

    Ama şeyhler, beyler, dedeler, seyitler vs. bir başlarına direnmediklerine göre, mahkeme kayıtlarında veya gazete haberlerinde isimlerini göremediğimiz, ama ağıtlardan ve sözlü anlatımlardan varlıklarını bildiğimiz savaşçı köylüleri de tabloya dahil etmemiz gerekiyor.

    Bu durumda direnişlerin sosyal bileşimiyle ilgili ne söyleyeceğiz? Bunlar, geleneksel önderlerin, yani egemen sınıf ve tabakaların birer isyanı mıdır, yoksa birer köylü isyanı olarak mı tasnif edilmelidirler?

    Bu soruya verilecek cevap, hareketin maduniyetiyle Türkiyelilik söylemi arasındaki ilişkiye dair bir fikir verecektir. Zira, ilk bölümde belirttiğimiz üzere, 1924-37 arasındaki geleneksel isyanların neredeyse tamamı Türkiyelilik çerçevesi içinde hareket etmiştir. Bu durumda eğer bu direnişleri ağaların, beylerin, aşiret reislerinin vs. bir hareketi olarak tanımlarsak, Türkiyelikle Kürt egemen sınıfları eşleşmiş olacaktır; yok eğer bu hareketi madunların damgasını vurduğu hareketler olarak tanımlarsak o zaman da Türkiyelilikle madun Kürtler eşleşmiş olacaktır.

    Kürt hareketinin maduniyetiyle onun Türkiyeciliği arasında doğru orantılı bir ilişki olduğunu ileri sürenler, PKK dışındaki hiçbir Kürt hareketini aşağıdan bir hareket olarak görmüyorlar. Hele sözünü ettiğimiz geleneksel direnişleri hiç görmüyorlar. Türk solcularının çoğunluğuna göre bu hareketler feodaldir, gericidir, (bazıları için) emperyalizmin işbirlikçisidir vs. Açın bakın son elli yıllık solcu yazına, İbrahim Kaypakkaya gibi bazı istisnalar dışındaki yazarların, sözü edilen isyanları anarken Türkçede ne kadar olumsuz sıfat varsa bu isyanları tanımlamak için sıraladıklarını görürsünüz. Ama böyle yapmakla aslında maduniyetle Türkiyelilik arasında kendilerinin kurduğu ilişkiyi de geçersiz kılmış oluyorlar. Zira eğer bu hareketler ağaların, beylerin, şeyhlerin, dedelerin önderliğindeki isyanlar ise, ki öyledirler, Türkiyelilik, madunların değil, Kürt egemen sınıflarının ilgi gösterdiği bir çerçeve olmuş oluyor.

    Geleneksel isyanları izleyen sessizlik yıllarından sonra 1959’da “49’lar”ın yargılamasıyla başlayan yeni dönemde Kürt hareketinin sosyal bileşiminde bazı değişiklikler göze çarpar. Artık eski geleneksel önderlerin etkinliği yoktur örneğin. İstisnaları bulunmakla birlikte, geleneksel önderler kural olarak 1924-37 arasında kırılıp Kemalist sistemin payandalarına dönüştürülmüşlerdir. Artık Cumhuriyetle Kürt köylüsü arasındaki ilişkiyi sabote eden, çarpıtan bir güç olmaktan çok, bizzat bunlar arasında bağlantıyı sağlayan bir ara tabakaya dönüşmüşlerdir. Yeni sistemdeki varlıkları, düzen adına Kürt köylülerini kontrol etme koşuluna bağlanmıştır (elbette istisnalar her zaman vardır).

    Kemalistlerle Kürt egemenleri arasındaki ilişkide meydana gelen bu değişiklik, yeni dönemdeki Kürt muhalefetinin sosyal bileşimini de etkiledi. Artık geleneksel güçlerden ziyade, geleneksel güçlerle Kemalist rejim arasında oluşturulan hava geçirmez işbirliğinin kendilerine varoluş alanı bırakmadığı yeni toplumsal kesimler muhalefet ediyordu. Bunların omurgasını ise, statü kaybetmiş geleneksel egemenlere mensup kişilerin Kemalist okullarda okumuş çocukları oluşturuyordu. Popüler deyimle söylersek “Züğürt Ağa”ların mektepli çocukları.

    Elbette bu nitelikteki herkes Kürt muhalefetine katılmadı. Ama katılanlar arasında bu niteliği taşıyanlar görece önemli bir yer tutuyordu. Elinde, 1700’lerin sonlarına doğru varlığına son verilen Bitlis Beyliği’nin hakimi olan dedelerine ait ihtişam değil de, sadece bu ihtişamın menkıbeleri kalmış olan avukat Ziya Şerefhanoğlu’ndan (49’lar’daki sağcı grubun başını çeken kişi), Dersim’deki Hormek aşiretinin önde gelen ailelerinden birinin çocuğu olan doktor Sait Kırmızıtoprak’a kadar (49’lar’daki solcu grubun başını çeken kişi) birçok muhalifin hayat hikayesi, “Züğürt Ağa”ların modern eğitimden geçmiş çocuklarına işaret eder. Yarıcıların, hamalların, amelelerin, mevsimlik işçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, yani madunların çocuklarını üniversitede okutabilmeleri henüz çok nadirdir.

    Özetle, Kürt ulusal hareketinin yeni dönemdeki önderliği, sadece Kemalistlerle değil, geleneksel Kürt egemenleriyle de boğuşmak zorundaydı. Tarafların kendi bayrakları vardı. Geleneksel egemen güçler, bir önceki dönemde kaldırdıkları İslam bayrağını indirmediler, sadece üzerine yeni bir sözcük daha eklediler: Anti-komünizm. Bu durumda yeni önderliğin bayrağında milliyetçilik, ama en çok da sol ve sosyalizm yazıları yer aldı.

    Peki, Kürt hareketinin bu yeni bileşimini maduniyet noktasından nereye yerleştireceğiz?

    İşimiz biraz zor görünüyor. Zira yeni önderlik ne tümüyle ağa, bey, şeyh, dede, komprador burjuvazi ve yüksek bürokrasi gibi egemenlerden oluşuyordu ne de işçiler, dilenciler, köylüler, marabalar gibi madun tabakalardan. Yeni liderler, çoğunlukla birinci grupla ilişkili, fakat ikinci grubun çektiği iktisadi ve sosyal sıkıntılara da yabancı olmayan ailelerden geliyorlardı. “Züğürt Ağa”, artık geçmişe naklolmakta olan bir dünyaya ait sosyal ve sembolik sermayeler bakımından görece zengin, fakat bugüne ait maddi sermaye bakımından görece yoksul kişi demektir. Sözünü ettiğimiz yeni önderler, Bourdieucu anlamdaki sermaye bileşimleri bu şekilde biraz kafa karıştıran ailelerin çocuklarıdır. Bunlara bazen “ara tabaka” dendiği de oluyor. Fazlaca tartışmadan bu tanımı alıp bunların Türkiyelilikle ilişkilerine geçebiliriz.

    İkinci bölümde ortaya koyduğum gibi, 49’lar sonrası oluşan Kürt hareketi 1974 yılına kadar olan dönemde çok açık biçimde Türkiyelilik çerçevesinde hareket etmiştir. Bu durumda 1959-74 dönemi için Türkiyelilik “orta tabaka”larla eşleşmiş olmaktadır. Bir diğer deyişle Kürt hareketinin Türkiyeliliğini onun maduniyetiyle eşleştiren tez bu dönemle ilgili olarak da boşluğa düşmektedir.

    Gelelim 1974’teki genel afla başlayıp, PKK’nin silahlı mücadeleyi başlattığı 1984’e kadar süren döneme. Bu dönemdeki Kürt hareketlerini oluşturan bireylerin sosyal kökenleri üzerine çok sistematik çalışmalar yapılmamış olsa bile bilinmez değildirler. Bu örgütlere mensup binlerce kişi 12 Eylül döneminde yargılanmıştır, dolayısıyla dava dosyalarında bu insanların sosyal kökenleriyle ilgili bazı veriler vardır. Dönemin kadrolarının tecrübe, gözlem ve anlatımları vardır ve bunların sayısı her geçen gün artmaktadır. Bütün bunlar, sözü edilen örgütlerin kadrolarının sosyal kökenleri, çalışma sahaları ve hitap ettikleri toplum kesimleri vb. üzerine epeyce veri sunar.

    Bu malzeme, Kürt hareketinin 1974 sonrasında, daha önce hiç rastlanmayan ölçüde tabana doğru yayıldığına işaret ediyor. Nitekim hareket, bu dönemde üniversiteli elitlerin elinden çıkmaya başladı. Gerçi önderlik konumlarında üniversiteliler hâlâ ciddi bir ağırlığa sahipti, ama orta kademe kadrolarda ortaokul, lise ve öğretmen okulu mezunlarının (üç aylık hızlandırılmış eğitim enstitüsü mezunları da bunlara dahil) varlığı her geçen gün artmaktaydı. Hareket bazı yerlerde ilkokul sıralarına kadar inmişti. Düş kırıklığı içindeki öğrenci gençlik saflara akıyordu. Memur, esnaf ve zanaatçı gibi orta kademe şehirlilerden katılımlar oluyordu. Katılım konusunda öğretmenlerin özel bir yeri vardı. Yoksul ve orta köylülüğün geleceklerinden emin olamayan gençleri, hareketin kırsal bölgelerdeki ana kütlesini oluşturuyordu, ki o dönemde Kürdistan henüz kırsal bir toplumdu. Bazı yerlerde topraksız köylüler harekete ilgi gösterdiler. Ve nihayet şehir varoşlarında yaşayan işsizler, yarı işsizler, gündelikçiler ve literatürde “lümpen proletarya” diye tanımlanan kesimler, özellikle de bunların gençleri hareketin beslenme kaynakları arasına girdi. Buna karşılık bazı istisnalar dışında ağalar, beyler, aşiret reisleri, şeyhler, dedeler, seyitler, komprador burjuvazi ve yüksek bürokrasi aktif veya pasif biçimde hareketin karşısına dikildiler. Tarafların bayrakları da net biçimde ayrışmıştı: sosyalizme, komünizme, Bolşevizme, Maoizme… karşılık anti-komünizm ve İslam.

    Peki, bu zıtlaşma içinde özel olarak PKK’nin konumu neydi?

    PKK, o dönemde madun gruplara en yakın hareketlerden biriydi. Yukarıda sıralanan bütün sosyal kesimlerden üye, sempatizan ve taraftarı vardı. Yani bu yönüyle diğer gruplara benzerdi. Ancak bazı farklılıklar da söz konusuydu. Mesela Urfa yöresindeki topraksız köylüler arasında diğer örgütlere oranla daha fazla dikkat çekmişti. Çünkü diğer örgütler sadece “anti-feodal” ajitasyon yaparken, PKK sözlü kışkırtmayla sınırlı kalmayıp ağalara kurşun da sıkıyordu. PKK’nin şehir varoşlarındaki örgütlenmesi de diğer örgütlerinkinden bazı farklılıklar içeriyordu. Mesela lümpen proletarya mensupları o dönemde en çok Apocuları tercih ederdi. Bunda PKK’nin silahı fetişleştirmiş olmasının da katkısı vardı. Lümpenlerle ilgili bu farklılık yüzünden kendilerine sosyalist diyen bazı bireyler bile zaman zaman Apocuları bir tür çapulcu veya baldırı çıplak olarak görürdü.

    Özetlersek, 1974-84 arası dönemde Kürt hareketi daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde madun gruplarla ilişkilenmiştir. PKK ise bu niteliği en belirgin gruplardan biri olmuştur. Bu yanıyla durum, Kürt hareketinin maduniyetiyle onun Türkiyeliliği arasında ilişki kuran tezin tarif ettiği duruma bir hayli yaklaşmıştır.

    Peki, bu en yakın anında hareketin maduniyeti ile Türkiyeliliği arasında iddia edildiği gibi doğru orantılı bir ilişki oluşmuş mudur?

    Bir kere daha hayır demek zorundayız. Çünkü Kürt hareketi madunlara yaklaşırken bu kez de Türkiyelilik çerçevesinden uzaklaşmaya başlamıştır. O zamana kadar Türkiyelilik çerçevesinde hareket eden Kürt hareketinin ezici çoğunluğu -yani iki istisnasıyla bir düzine Kürt örgütü- bağımsız, birleşik, demokratik, sosyalist Kürdistan söylemine doğru yelken açmıştır. Böylece bazı Türk solcularının gönlündeki buluşma bu dönemde de gerçekleşmemiştir.

    Gelelim 1984 sonrasına.

    Ben şahsen bu dönem üzerine sürekli okusam da sistemli biçimde okumuş değilim. Dolayısıyla daha önceki döneme ilişkin konuşurkenki rahatlık içinde konuşamam. Kanımca, böyle bir konuma gelebilmek için başka şeylerin yanı sıra PKK arşivlerini veya bu arşivleri kullanarak yapılan çalışmaları da okumak gerekir, ki şu an için söz konusu değil.

    Dahası bu dönem, önceki herhangi bir dönemle kıyaslanmayacak büyüklükte bir hareketi içermektedir ve görece uzun bir zaman dilimine yayılmaktadır. Bu da dönemin tamamını ve hareketin bütün kanatlarını kapsayacak tespitler yapmayı zorlaştırmaktadır. Diğer küçük örgüt ve çevreleri bir kenara bırakıp hareketin esas gövdesini oluşturan PKK üzerine konuşursak, mesela 1988 yılına kadar hâlâ bir ölçüde kadro hareketi gibi gelişen PKK ile 1990’lardan sonra kitleselleşen PKK arasında örgüt mensuplarının sosyal kökenleri yönünden önemli farklılıklar olmalıdır. Çünkü bu tarihten sonra toplumun orta ve hatta üst kesimlerinden insanlar daha sık biçimde Kürt hareketine katılmaya başladılar. Özellikle hareketin legal kanadının yerel iktidarları ele geçirmesinden sonra. Bu aşamadan sonra burjuvalar arasında bile Kürt hareketine doğru kaymalar oldu, ki Kürtlerde fazla görülmüş bir şey değildi. Bugün Kürt hareketi üzerine konuşanlar, bu tür gelişmelerden kalkarak daha sık bir şekilde Kürt hareketinin “orta sınıf hareketi” olduğunu söylüyor. Bu tanım, hareketin sosyal bileşiminin dakik bir tasvirini vermez, ama 1990’lardan sonra yaşanan değişikliklerin yönünü göstermek bakımından kayda değerdir.

    Özetle, genel gözlemlere dayanarak konuşulduğunda, hâlâ madun grupların önemli bir temsilcisi olmaya devam eden PKK’nin, 1990’lardan sonra yavaş yavaş bu pozisyondan uzaklaşmaya başladığı söylenebilir. Varoşlardaki sefaletle boğuşan köylerinden zorla göç ettirilmiş insanların ve toplumsal piramidin en altındaki kadınların arasında yarattığı örgütlülüğe bakılarak böyle bir uzaklaşmaya itiraz edilse bile, orta-üst tabakalara mensup insanların hareket içindeki etkinliğinin 1990’lardan sonra artmış olduğuna itiraz etmek mümkün görünmüyor. Kürt medyasında, tarihte ilk kez, hareketin imkanlarından yararlanarak zenginleşen, villa ve jeep sahibi olan insanlardan şikayet ediliyor. Hatta bu şikayetler yavaş yavaş örgüt içi iktidar çekişmelerinde kullanılan bir söyleme dönüşüyor.

    Bu dönemin önderliği, önceki dönemden elinde kalan, fakat yükseklere çekmekten de epeydir sıkılıp sakındığı sosyalizm bayrağını Marmara’nın sularına bırakıp üzerinde “demokrasi”, “ekolojik toplum”, “Sümer Rahip devleti” gibi alaca bulaca şeyler yazılı yeni bir tanesini, biraz da utangaç bir şekilde havaya kaldırdı.

    Bütün bunlar, 1990’lardan sonra maduniyetle Türkiyelilik arasında kurulan ilişkinin maduniyet ayağında, sözü edilen Türk solcularının görmeyi arzulamadıkları bir gelişme yaşandığını gösteriyor: Kürt hareketinin, orta ve üst tabakalardan eskisine oranla daha fazla insan devşirmeye başlaması. Buna karşılık tezin Türkiyelileşme ayağında, tez sahiplerinin gönüllerine uygun gelişmeler yaşanıyordu: Önce Öcalan, ardından da PKK, Türkiyelilik söylemine doğru dümen kırıyorlardı. Bu ters yönde hareketler nedeniyle bir kez daha aynı kapıya çıkmış olduk: Kürt hareketinde maduniyetle Türkiyelilik yeni dönemde de üst üste düşemediler, birbirlerine zıt istikametlerde ilerlediler.

    ***

    Toparlarsak; yazının şimdiye kadarki bölümlerinde:

    1) Türkiyeliliğin PKK’ye özgü bir şey olmadığını, 1974’ü takip eden on yıllık parantez hariç tutulursa Kürt hareketinin neredeyse bütün Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiyelilik çerçevesinde düşünüp, hissedip hareket ettiğini;

    2) Türkiyeliliğin Kürt hareketindeki sosyalist söylemin etkisiyle izah edilemeyeceğini; tersine, sosyalist söylemin etkili olduğu dönemlerin hareketin Türkiyelilik çerçevesinden uzaklaştığı dönemlere denk geldiğini;

    3) Türkiyelilik söylemi ile Kürt hareketinin aşağıdan karakteri arasında doğru orantılı bir ilişki kurulamayacağını, tersine Türkiyelilik söylemi ile harekette yukarıdan sınıfların etkisini eşleştirmenin tarihsel tecrübeyle daha uyumlu olduğunu göstermiş bulunuyoruz.

    O halde PKK’yi ajan örgüt gibi sunmaya çalışan Kürt milliyetçilerinin önemlice bir bölümü neden Türkiyeliliğin günahını münhasıran PKK’ye ve onun sosyalizmine yıkarken, bunların tam karşıt kutbundaymış gibi görünen bazı Türk sosyalistleri de Türkiyeliliğin sevabını PKK’ye, onun sosyalizmine ve maduniyetine atfetmeye çalışırlar?

    Sorunun cevabı olgularda olmadığına göre başka yerlere bakmamız gerekiyor.

    2015-05-03

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1811-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-4

  62. ” (…)
    DÖKÜNTÜLER PEŞİNDE

    Birinci Türkiye Partisi’nde, a, aydınlar, b, sendikacılar ve c, Kürtler vardılar. Şimdi, seçim hızıyla alınan Türkler, Türkler’in döküntüsüdürler. O zamankiler, Canip Yıldırım, Kemal Burkay, Tarık Ziya Ekinci, Musa Anter, başkaları, her açıdan, hem bizim ve hem Kürtler’in kreması idiler. Birlikte büyük işler yaptık, ‘Türkiye’de Kürtler vardır’ kararını çıkardık ve Doğu Mitinglerini düzenledik. Müthiş işlerdir.

    Ayırmadık ve seçmedik, Aybar çekilince Mehmet Ali Arslan’ı genel başkan yaptık. İkincisinde Sait Çiltaş’ı genel sekreter atadık. Kürttüler, hep Kürt oldular; Ertuğrul Kürkçü misli, Kürtleşerek Kürt olmadılar. Başka örnek vermiyorum.

    Bir arkadaşım telefonla sordu, Demirtaş’ın konuşmalarını Yıldırım Türker yazıyormuş, çok şaşırmıştı ve şaşırmasına şaşırdığımı hatırlıyorum. Tanımıyordu, tanıttım, Yıldırım’ın babası, Birinci TİP’tendi, tanırdım ve severdim. Yıldırım, İkinci TİP’ten ve üyeydi, benim yanımdaydı ve ben yetiştirdim. Solu ve politikayı öğrettim. Öğrettiklerim çokturlar. Öğretmek işimdir.

    Geçen Cumartesi, Balat’ta genç konuklarım vardı, evi göstermek istedim. En altta, çok dinsel bir Hıristiyan bölme görünce şaşırdılar, şimdi benim seminer yerimdir; bir çok yerde ‘son yemek’ büstü ve reprodüksiyonları görmüşler, sordular. Önce, bir, resim ve heykelciği çok sevdiğimi, söyledim ve sonra, iki, on kişiden biri haindir, unutmak istemiyorum, ekledim. Hain oluyorlar, heykelcik ve reprodüksiyon beni uyanık tutuyorlar.

    Yıldırım, neden ayrıldı bilmiyorum ve çıkar çıkmaz küfre başladı, en gerici oldu, Cumhuriyet düşmanların başında bir yerdedir. Öyleyse, Selo Demirtaş bir ezbercidir; bu nedenle de konuşmalarını önemseyemeyiz. Tekrar ediyorum, Türk olarak aldıklarının çoğunu tanıyorum, bir kısmını ben yazdım, kendilerini bildiler ve yetiştirdim; artık büyük kısmı tükenmiştirler. Tükenmişlerden Türkiye Partisi kuramayız.

    ***

    Ve ‘Türkiye Partisi’ çok zamanlı ve çok yerinde bir adımdır, tekrarlıyorum. ‘Yeni Ülke’, bu açılımla doludur, pek çok açık oturum yaptık, çoğunu ben yönetiyordum. Öcalan ile birlikte geliştiriyorduk; ama götüremediler. Galiba bu nedenle, bir kez, ‘yenilgimdir’ şeklinde yazdığımı hatırlıyorum. Ne yazık bir kez yenildiğimi kabul ediyorum.

    Yeniden canlanmasında ‘Obama Doktrini’ önemli oldu. Tekrar yazmak istemiyorum ancak, canlanışında bir doktrin olmasını, kendi başına küçümseme nedeni olarak düşünmüyorum. Tanzimat Fermanı’nda da o zaman en güçlü devletin parmağı olduğunu biliyoruz. Ama Tanzimat büyüktür, ‘Büyük Reşit Paşa Gerçekten Büyüktür’ sözü benimdir; hep tekrarlıyorum.

    Obama Rejimi ise, Partiya Karkeran Kürdistan’ı terörirst örgütler listesinden çıkarma kararı almak üzeredir ve bu durumda merkezi Mezopotamya’da konuşlandırılmalarını bekleyebiliriz. Öyleyse, Washington’un Kemalize Kürtler’e, Barzani Kürtleri’nden daha çok güvenmeye başladığı belli olmuştur ve normal karşılıyorum. Böylece “silah bırakma” davası, tarihe kavuşmak zorundadır.

    İKİ NEFRETİN YÜKSELİŞİ

    Kabul edilen oy fırlamasının arkasında Kürt parmağı göremiyorum ve sadece iki nefret vardır. Bir, Akepe’den nefret çok çok büyüktür ve kimse Erdoğan’ı bir daha görmek istememektedir. İki, Kılıçdaroğlu’ndan nefretin daha büyük olması ihtimalini yüksek görüyorum . Selo’nun yumuşak görüntülü şiddeti ve bizim eski arkadaşımız Yıldırım’ın ‘speech writing’ yeteneğinin işe yaradığını düşünebiliriz. Ve bu arada, Demirtaş’ın yüksek seçim kurulu’nu kullanmasını başarılı buluyorum. Politika bir savaştır ve bir şiddet kullanımıdır, burada bunu unutmadılar.

    ***

    Fırlama’nın kalıcı olmayacağını haber verebiliyorum.

    Türkler’i ‘deniz kızı eftalya’ ya da daha doğrusu ile, ‘deniz kızı şirin payzin’ sanmamak gereklidir. Buna bir de ‘levera’ fiilini eklemek istiyorum, ‘doğu’ anlamı var. ‘Levent’ ise ‘Doğulu’ anlamındadır. Ve on beş ile on altıncı yüzyıllarda, Akdeniz Türk gemilerinin ve gemicilerinin elindeydi, tayfalara ‘levent’, diyorlardı; ayrıca pek yiğittiler, ‘levent’ adını ‘yiğit’ ile özdeşleştirmemiz bu nedenle ve bu tarihte oldular. Peki, Türkler, ‘deniz kızı şirin payzin’ değildir ve ‘Doğulu’ Levent’lere ihtiyaç duymuyorlar. Güzel, Karamürsel sepetine benzemiyoruz, bunu demek istiyorum.

    Obama’nın istediği bir yumruktur.

    Bu bir başlangıç, diyebilmek içindir. Buradayız.
    (…) ”

    Yazının tamamı: http://odatv.com/n.php?n=ordu-gaflet-ve-delaletten-cikiyor-mu-2305151200

  63. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-5
    Cemil Gündoğan

    Önceki bölümlerde Türkiyeliliği bir günah olarak gören Kürt milliyetçilerinin bu günahı, bir sevap olarak gören Türk solcularının ise bu sevabı PKK’yle ve onun ideolojisiyle, yani onun sosyalizmiyle açıkladıklarını; gerçekte ise bu iki tutumun da olgularla bağdaşmadığını tespit edip konuyu anlamak için başka yerlere bakmamız gerektiğini belirtmiştik.

    Bakmamız gereken çok yer var. Ama öncelikle şu alanlar: 1) Kürt toplumuyla Türk devleti ve toplumu arasındaki ilişkilerin tarihsel gelişim seyri; 2) Kürdistan’ın demografik kompozisyonu; 3) Kürdistan’ın sosyo-ekonomik formasyonu; 4) Kürt hareketinin var olmaya çalıştığı politik alanın yapısı; yani alandaki güç ilişkileri, alanda nelerin Kürt hareketine açık, nelerin kapalı olduğu; fırsat ve engellerin arkasında yatan mekanizmalar, yapılar vs. 5) kültür, ideoloji ve söylem alanı. (Asimilasyon düzeyi ve imkanları gibi bazı etkenleri ise sayılan alanların çoğuyla ilişkili olduklarından bağımsız birer etken olarak anmıyorum.) Bütün bu alanlarda olup bitenler Türkiyelilik olarak adlandırılan olgu üzerinde, herhangi bir Kürt partisinin ideoloji ve söyleminden (ki, esas olarak sonuncu alanın bir unsurudur) çok daha fazla etkide bulunurlar. Bunlardan özellikle de politik alanın yapısı çok önemlidir.

    Elbette buradan Kürt partilerinin ideoloji ve söylemlerinin onların pratikleri üzerinde, dolayısıyla Kürt toplumun ve hareketinin gelişim doğrultusu üzerinde etkili olmadığı sonucu çıkmaz. Kürtler arasında etkili bütün ideoloji ve söylemlerin, bu alanda şu veya bu yönde etkileri vardır. Örneğin bir kültür, bir ideoloji ve bir söylem olarak İslamiyet, Kürtler arasında Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiyeliliği besleyen bir etkiye sahip olagelmiştir. Renginden bağımsız olarak bütün Türk yöneticilerinin Kürtler arasında İslami duygu, düşünce, ideoloji ve söylemleri etkin kılmak için çalışması bundandır. Hatırlarsanız, dün cuntacı Kenan Evren Kürdistan’da Kuran ayetleri dağıtırdı, bugün de Türk ve bazı Kürt İslamcıları Diyarbakır sokaklarını Türk bayraklarıyla donatıyor.

    Hayattaki gerçek ilişkiler böyle olmasına rağmen, bu yazı dizisinde eleştirilen iki görüş, her şeyi ideolojiyle, özellikle de PKK’nin radikal ideolojisiyle izah etmeye çalışıyor. Bu yanlıştır. PKK’nin ideolojisi ve söylemleri hiç kuşkusuz onun Türkiyelilikle ilgili pratikleri üzerinde etkide bulunmuştur ve bundan sonra da bulunacaktır. Ama bu etkinin kendisi, PKK’deki Türkiyelilik söylemini oluşturan nedenlerle ilgili çok şey söylemez. Bunu anlamak için öncelikle yukarıda anılan alanlara bakmak gerekiyor.

    Konunun anlaşılabilmesi için bu alanlarla ilgili faktörlerin tek tek ve kendi adlarına incelenmesi gerekir. Fakat bu yazıda sözü edilen alanlarla ilgili bütün faktörleri ele almak mümkün değil. Bu, başlı başına bir çalışmanın konusudur. Belki konu sıkıntısı çeken yüksek lisans öğrencileri ilgilenebilir. Yine de bu alanlardan birincisine ait önemli bir faktör olan 1915’teki Ermeni-Pontus-Süryani(*) soykırımını ele alarak konuya bir giriş yapabiliriz.

    ***

    Bir soruyla başlayalım: Bundan tam yüz yıl evvel gerçekleştirilen Ermeni, Süryani, Pontus soykırımıyla Kürt hareketinin bugün kullandığı Türkiyelileşme söylemi arasında bir ilişki olabilir mi?

    Soru ilk bakışta biraz afaki görünüyor. Ne var ki I. Dünya Savaşının ertesindeki tabloya baktığımızda öyle olmadığını görürüz. Zira dünyanın egemenleri, o gün, Türk devletini İstanbul’da ev hapsine aldıktan sonra Kürt egemenlerine bağımsız bir devlet teklif etmişti; ama Kürt egemenleri bu öneriye sırtlarını çevirip büyük ölçüde Kemalistlerle birlikte yürümeyi tercih etmişti. Yani bugünün moda diliyle ifade edersek, Kürt egemenleri o gün muazzam bir Türkiyelileşme örneği sergilemişti!

    Acaba neden?

    Her şeyi sosyalizmle ilişkilendirmenin revaçta olduğu gençlik günlerimizde olsaydık, bu tercihi, Kürt ağalarının, beylerinin, pirlerinin, rayberlerinin, şeyhlerinin, seyitlerinin… soylu anti-emperyalist duygularına ve düşüncelerine verebilirdik. Nitekim bugünün Türk-İslam sentezcileri veya Kürt-İslam sentezcileri benzer şeyler söylüyorlar. Elbette “sosyalizm” lafının yerine “İslam” lafını geçirerek. Ne var ki yüz yıl önce yaşanan o histerik Türkiyelileşme tercihi, bu tür “soylu” duygu ve düşüncelerle değil, büyük ölçüde bir cinayetle ilgiliydi, Osmanlı bünyesindeki Hıristiyan azınlıklara karşı işlenen 1915 soykırımıyla. Kısaca bakalım.

    I. Dünya Savaşıyla birlikte konumuzu doğrudan ilgilendiren iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan birincisi, İttihat ve Terakki yönetiminin Anadolu, Ermenistan, Kürdistan ve Yukarı Mezopotamya diye adlandırılan topraklardaki Hıristiyan toplulukları soykırıma uğratmasıydı. İttihatçıların planına göre, Hıristiyanlar değişik biçimlerde topraklarından kovulacak ve boşaltılan topraklar, dışarıdan gelen Türk, ama en çok da Müslüman gruplarla doldurulacaktı. Aynı şekilde Kürtler de batıya sürülerek Kürdistan’daki varlıkları seyreltilecekti. Bu şekilde zayıf düşürülmüş, köksüzleştirilmiş ve atomize edilmiş topluluklar merkezi bir program çerçevesinde asimile edilerek Türkleştirilecekti. Böylece Osmanlı devletinin üzerine güvenli biçimde oturacağı yeni bir Türk ulusu yaratılacaktı.

    Planın başlangıç vuruşunu oluşturan soykırım, bugünün jenosit araştırmaları kitaplarında (genocide studies) bir orijinal model (archetype) olarak anılmayı hak edecek ölçüde başarıyla(!) gerçekleştirildi. Ama İttihatçılar bu zaferin(!) keyfini çıkaramadan konumuzla ilgili ikinci gelişme yaşandı. Osmanlı devleti savaşta yenildi ve galip devletler Paris’te kurdukları bir “barış masası”nda Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaştılar. Gerçi Mustafa Kemal ve ekibi, yenilgiyle kesintiye uğrayan İttihatçı planı başka bir tarafından tutarak ve başka bir biçimde hedefine erdirmeye çalıştı. Ama işin bu kısmını ileride ele alacağız. Bizi şimdilik ilgilendiren Sevr Antlaşması olarak bilinen bu paylaşımda Kürtler için de Fırat’ın doğusunda bir bölgenin öngörülmüş olmasıydı. Anlaşmaya göre, galip devletler bu bölgede bir yönetim kuracaktı ve eğer Kürtler bir yıl içinde talep ederlerse bu bölgenin yönetimini Kürtlere bırakacaklardı.

    Teklif cazipti, fakat İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti’yle ilişkili dar bir kadro dışında Kürt elitleri Paris’ten gelen bu teklife pek rağbet etmedi. Tersine, bazı Kürt egemenleri Kürdistan’ın değişik il ve ilçelerinden Paris’e telgraflar çekerek barış masasını tanımadıklarını beyan ettiler.

    Tabloya bakar mısınız?

    Başkent işgal altında. Ortada merkezi devlet diye bir şey kalmamış. Türkler adına piyasadaki tek güç Mustafa Kemal ve o da henüz çok güçsüz. Yani Osmanlı toprakları bir anlamda tutanın elinde kalmış vaziyette. İşte tam bu koşullar altında dünyanın muktedir güçleri, değişik hesaplarla, Kürt egemenlerine dönüp “Buyurun size bir devlet,” diyor ve Kürt egemenleri “İstemez, kalsın!” diye cevap veriyor! Bununla da yetinmeyip kaderlerini büyük ölçüde Mustafa Kemal Türkiyesiyle birleştiriyorlar. Bu, her halde Kürtlerin tarihinde görüp görebileceğimiz en muazzam Türkiyelileşme pratiğidir.

    Bazı okurlar, PKK hareketinin kitleselleşmişlik düzeyi gibi o gün olmayan faktörlerden yola çıkarak bugünkü Türkiyelileşme girişiminin daha ileri boyutlarda olduğunu düşünebilir; ama bu doğru değildir. Zira 1920’lerde yaşanan Türkiyelileşme, hem merkezi devletin yıkıldığı hem de büyük devletlerin Kürtlere bağımsız bir devlet vermeye karar verdiği koşullarda gerçekleşmişti. Yani bağımsız bir devlet kurabilmek için hayati öneme sahip iki koşulun üst üste çakıştığı koşullarda. Bugün öyle koşullar henüz yok. Ne merkezi devlet çökmüş durumda ne de dünyanın egemen güçleri Türkiye’de bir Kürt devleti kurmak konusunda mutabakata varmış haldeler. Olan şu: merkezi devlet çatlamış durumda ve Kürt hareketi düne göre kıyas kabul etmez ölçüde örgütlü. Doğrudur, ulusal bir hareket için bu iki faktör de bağımsızlığı düşünmek için önemli koşullardır; ama Sevr günlerindeki kadar uygun koşulların henüz uzağındayız. Bu bakımdan düşünüldüğünde, belki Güney Kürdistan Sevr koşullarını yaşıyor denilebilir; zira hem Irak’taki merkezi devlet çökmüş halde hem de dünyanın büyük devletleri Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine onay vermeyi uygulanabilir bir senaryo olarak tartışıyorlar. Nitekim koşullardaki bu değişme, düne kadar otonomi dışında laf duymak istemeyen Barzanileri bile bağımsız devlet lafları etmeye götürdü.

    Bütün bunları göz önünde bulundurarak Kürt egemenlerinin Sevr günlerindeki sergilediği Türkiyelileşme pratiğinin, PKK’nin bugün sergilediği Türkiyelileşme pratiğinden çok daha güçlü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

    Peki, Kürt egemenleri neden o gün, bir bakıma altın bir tepsi içinde kendilerine sunulan bağımsız devlet önerisini reddettiler? O tarihe kadar Kürtlük adına bir tek devlet bile kuramamış olan Kürt egemenlerinin bu cömertliği(!) nereden geliyordu?

    Bu tür sorulara verilecek cevaplar, Türkiyelileşmenin arkasında yatan bazı tarihsel dinamikleri anlamamızı kolaylaştıracaktır. Ve bu dinamikleri kavradığımız ölçüde, Türkiyelileşmeyi sosyalizme bağlamaya çalışan iddiaların, sosyalizme dair basit öcü hikayelerinden veya pembe masallardan ibaret olduğunu daha rahat anlayacağız.

    ***

    Kürt egemenlerinin o tarihsel koşullarda sergilediği cömertliğin birden fazla nedeni vardı. Ama en önemlisi, herhalde Hıristiyan komşularına karşı beş yıl evvel işlenmiş olan soykırımdı. Çünkü bazı Kürtler, özellikle de Hamidiyeci sistemin parçası olan Kürtlerin bir kısmı, bu cinayete ortak olmuş, ganimetten büyük vurgunlar vurmuştu. İttihat ve Terakki’yle işbirliği içinde, göç halindeki Ermeni kafilelerine saldırmış, direnenleri öldürmüş ve mallarını yağmalamışlardı. Kaçan Ermenilerin mallarını ve mülklerini ya yok pahasına “satın almış” ya da açıkça el koymuşlardı. Kapattıkları Hıristiyan kadınlar ve kızlar, hâlâ evlerinin haremlik bölümünde dördüncü eş ya da tecavüz edilmiş hizmetçi olarak inliyordu. Büyük katliamların yapıldığı beller ve koyaklar hâlâ ceset kokuyordu. Boğazladıkları komşularından saçılmış kanlar hâlâ bir kapının eşiğinde veya bir sundurmanın kirişinde solgun lekeler halinde duruyordu. Dayaktan, açlıktan, susuzluktan ve gece gündüz durmaksızın yürümekten tükenince bir taşın ya da bir ağacın kuytuluğuna çekilerek ölümü bekleyen komşularının yabani hayvanlar tarafından parçalanmış cesetlerinden kalma kemikler hâlâ ortalık yerdeydi. Cehennemi bu dünyada karşılayan insanların feryatları hâlâ geride kalanların kulaklarında çınlıyordu… Kısacası, o cinayetten kalan her şey henüz çok tazeydi ve bir kâbus gibi sadece katillerin değil, sıradan insanların da tepesine çökmüş durumdaydı. Kırımdan kurtulabilmiş on yaşında bir Ermeni delikanlısı geri dönse, kendi köyündeki bütün katilleri tek tek teşhis edebilirdi. Kırımdan sağ kalabilen bir tek Ermeni kadın geri dönse, köydeki yağmalanmış Ermeni takılarını, altınlarını, ineklerini, öküzlerini, atlarını, yataklarını, yorganlarını kısacası Ermenilere ait ne varsa her şeyi tespit edebilir; bir saat içinde toplayıp götürebilirdi. Olay bu kadar tazeydi, kanıtlar bu kadar bozulmamıştı ve cinayet bu kadar çıplaktı… Kemalist propaganda makinesi işte tam bu koşullar altında İngilizlerin Kürdistan’da bir Ermeni yönetimi kurmaya çalıştığı propagandasını yapmaya başladı.

    Ortalığı nasıl bir havanın kapladığını tahayyül etmek zor olmasa gerek. Devletin emriyle, teşvikiyle veya göz yummasıyla cinayete iştirak eden Kürtler irkildiler.

    Ama korkan sadece onlar değildi. Ermeni, Süryani komşularının akıbetlerine kahretmiş veya onları korumaya çalışmış Kürtler arasında da benzer korkular ve endişeler belirdi. Zira 1915’teki soykırımdan zar zor kaçabilen intikam duygusuyla dolu Ermeni gençlerinin bir kısmı, bir-iki yıl içinde Rus ve Fransız ordusunun saflarında muharip askerler olarak geri dönmüş ve fırsat bulabildikleri yerlerde katliamlar yapmıştı. 1915’te Ermeni cesetleriyle dolan beller ve koyaklar bu kez Kürt cesetleriyle dolmaya başlamıştı. Rus ve Fransız orduları ilerledikçe Kürt çocuklarının, kadınlarının, yaşlılarının kanları toprağı sulamaya, parçalanmış bedenleri kurda kuşa yem olmaya başlamıştı. İntikam öylesine kör bir duyguydu ki, sadece soykırımın Kürt işbirlikçilerini değil, bu cinayetle ilişkisi olmayan Kürtleri de Kemalistlerin yanına itiyordu.

    Kürt egemenleri, Batılı büyük devletlerden gelen bağımsız devlet teklifini işte bu koşullar altında aldı. Teklif cazipti, ama bu koşullar altında Batılıların himayesine muhtaç bir çözüme güvenmek çok zordu. O Batılı devletler ki Ermenilerin dindaşıydı ve Ermeni katliamında adaleti(!) tesis edeceklerine dair sözler etmişlerdi. Nitekim daha o zamandan bir kısım soykırım suçlusunu tutuklayıp Malta’ya sürmüş diğer bazılarını da yarı-tutsak durumdaki İstanbul Hükümeti eliyle yargılamaya çalışıyorlardı. Eğer bu çizgilerini samimi biçimde devam ettirirlerse bazı etkili Kürt ağalarını, şeyhlerini ve aşiret reislerini bekleyen şey ya hapis olacaktı ya da darağacı.

    Kürt egemenlerinin Paris’ten gelen bağımsız Kürt devleti teklifi karşısındaki Türkiyelilik tavrı işte bu koşullar altında şekillendi: Bir yanda artık her açıdan kâbus halini almış olan bir soykırım vardı, diğer tarafta bütün Batılı güçleri bu topraklardan kovmak için işbirliği teklif eden Kemalist generaller. Gerçi Kemalistler henüz güçsüzdü ve garantili bir gelecek vaat etmekten uzaktı; ama Batılıların teklifi daha da riskliydi. Zira sadece soykırım esnasında çalıp çırptıklarını değil, en azından bazı bölgelerde ellerindeki her şeyi kaybetme ihtimalini içeriyordu.

    ***

    Beş yıl önceki cinayet, o gün Kürt egemenlerinin önlerine bu şekilde bir kırk katır mı kırk satır mı ikilemi olarak çıkınca, aranışlar başladı ve herkes kendi meşrebince bir çıkış yolu buldu. Mesela Kürt katillerinin bir kısmı bir kere daha Şeriat’a sığındı. Bazı şeyhlerle bir kısım Hamidiyeci zevat, başta İngilizler olmak üzere bütün “gâvur”lara karşı şiddetli bir cihat ve şeriat propagandasına başladı. Çığırtkanların arkasında hiç kuşkusuz İttihatçı generallerle İstanbul Hükümeti de vardı.

    Şeriatçılıkla ilişkisi olmayan, okumuş, görece modern katiller başka bir yol tuttu. “Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” türünden örgütler kurdular veya kurulmuş olanlara yöneldiler. İstanbul düşmüştü ama İttihatçılar ve Kemalistler direniyordu, eğer kaderlerini bunlarla birleştirirlerse cinayetten karlı pekâlâ çıkabilirlerdi.

    Elbette kaderini bu kanalla birleştirenlerin hepsi katil veya soyguncu değildi. Şaşkınlık, tereddüt ve korku içindeki halkın bir kısmı da aktif veya pasif olarak bu kanalı destekledi. Bu durum, gelecek projeleri Kemalistlerinkinden farklı olan bazı Kürt elitler bakımından da geçerliydi. Şeriatçı Said-i Nursi ile daha sonra Azadi örgütüne katılacak olan bazı Kürt milliyetçileri bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bunların Kemalist harekete sundukları harici destek veya orduda ve milis birliklerinde Kemalist paşalar adına savaşmaya devam etmek suretiyle verdikleri fiili destek de aynı şaşkınlığın, belirsizliğin veya korkunun ifadesiydi. Kemalistler güçlendikleri oranda açık Kürt karşıtlığına başlayınca, Kemalistlerden umudu olan bu Kürtler hayal kırıklığına uğradı; ki daha sonra Beytüşşebap isyanını örgütleyecek olan Azadi örgütü bu hayal kırıklığının çocuklarından biriydi (Bu dönüşümü 1994’te yayımlanan Beytüşşebap isyanıyla ilgili kitabımda geniş biçimde ele almıştım).

    Yukarıda özetlenen iki kanal, yani şeriatçı ve Müdafaa-i Hukukçu kanallar cinayetle doğrudan ilişkiliydi ve Türk çözümüne (Türkiyelilik) oynuyorlardı. Ama başka türlü düşünen Kürtler de vardı: Batılı devletlerle işbirliği yaparak Kürt haklarını elde etmek isteyen Kürtler. Bunlara göre, madem ki Osmanlı devleti çökmüştü ve Batılı devletler Kürdistan’ı işgal edecekti, o zaman yapılacak en akıllı iş, bu güçlerle diyaloga geçerek geleceği bir ölçüde kendi lehinde biçimlendirmek olacaktı.

    Böyle düşünenlerin sayısı başlangıçta hiç de az değildi. Zira Kemalist hareketin tutunup tutunamayacağının henüz belli olmadığı o dönemde, soykırıma bulaşmış bazı Kürtler de bu tür fikir egzersizleri yapıyordu. Bunların Batılı denilince anladıkları ise esas olarak İngilizlerdi. Böyle düşünenlerin bir koşulu vardı: İngilizlerin, Ermenileri Kürtlere dayatmaması. Mealen “Biz İngilizlerin buralara gelmesine karşı değiliz, yeter ki başımıza bir Ermeni yönetimi çıkarmasınlar,” şeklinde konuşuyorlardı.

    İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti (KTC), şeriatçı ve Müdafa-i Hukukçu kanallar dışındaki işte bu son grubun temsilcisi olarak politik sahneye çıktı. Cemiyet, merkezi devletin çökmüş olmasını, Wilson Prensiplerine dayanan milliyetçi bir söylemle Kürtlerin lehine yeni bir duruma dönüştürmeyi arzuluyordu. Bunun için Batılı devletlerle diyalog geliştirmeye ve onların desteğini sağlamaya çalışıyordu.

    Elbette örgütteki herkes aynı şeyi düşünmüyordu. Örneğin KTC’nin başkanı olan Seyit Abdulkadir ve yandaşları özerklikten yanaydı ve görece daha fazla Osmanlıcı bir tutum sergiliyordu. Buna karşılık Bedirhaniler ve onlara yakın olanlar daha bağımsızlıkçıydı ve Batılı devletlerle daha fazla işbirliği öngören bir çizgi izliyordu. Ama herkesin ortak olduğu bir fikir vardı: Kürdistan’da örgütlenmek. Böyle bir örgütlenme olmaksızın anılan stratejilerden hiçbiri başarıya ulaşamazdı. Bu nedenle Kürdistan’da örgütlenme işini daha ciddi biçimde ele aldılar.

    Sonradan anlaşıldı ki, o sıralar İttihatçıların da bu tür bir örgütlenmeye güç verebilecek bir planı varmış. Onlar da Ermenilerin Rus sınırından Bitlis’e kadar uzanan toprak taleplerini dengelemek için Kürtlerin aynı bölge üzerinde toprak talebinde bulunmalarını teşvik etmeyi planlıyorlarmış. İttihatçılar için o aşamadaki kilit mesele, Ermenilere toprak kaptırmamaktı. Bunu Kürtlerin de yardımıyla başarabilirlerse daha sonraki aşamada Kürtleri halletmek zor olmayacaktı. Nitekim bu planlarında bazı bakımlardan başarıya ulaştılar da.

    İttihatçıların bu planı, KTC’nin İstanbul Hükümetiyle yürüttüğü pazarlıklarla da örtüştü. Zira İstanbul Hükümeti de, tıpkı İttihatçı generaller gibi, KTC’yi Ermeni taleplerini dengeleyecek bir güç olarak kullanmayı planlıyordu.

    Ama Kürt milliyetçilerinin de kendi talep, plan ve eylemleri vardı. Onlar da bu tür imkân ve fırsatları kullanarak sahneye çıkmak, uluslararası diplomaside güç ve konum kazanmak ve bu yolla bağımsız bir devlet veya özerk bir Kürt yapılanması yaratmak istiyorlardı.

    Yukarıda sıralanan üç faktör, yani İttihatçıların ve İstanbul Hükümeti’nin Kürtleri Ermenilerin karşısına dikmeye yönelik planları ile Kürtlerin mücadelesi üst üste düşünce –İstanbul Hükümetiyle KTC temsilcileri arasında yapılan ve Kürdistan’a otonomi verilmesiyle neticelenen görüşmeler, bu çakışmanın resmi ifadesi olarak okunabilir- Kürdistan’ın birçok ilinde peş peşe KTC şubeleri kurulmaya başlandı.

    Deyim yerindeyse bir Kürt fırtınası esiyordu. O zamana kadar ulus denen şeyden haberi olmayan ve Halife’ye sadakatten şaşmayan bazı Kürt aşiret reisleri, binlerce aşiret mensubuyla birlikte bu ulusalcı derneklere kaydolmaya başladı. Beş yıl önceki cinayetin faillerinden bazıları da yeni dönemde Kürt milliyetçiliği bayrağının arkasına sığınmayı tercih ediyordu. Böylece katılım daha da arttı. Diyarbakır’daki derneğin kuruluşunun kararlaştırıldığı toplantıya dört bin kişinin katıldığı söylenir. Diyarbakır’ın o günkü mütevazi nüfusuyla birlikte düşünülürse esen rüzgarın gücünü anlamak daha kolaylaşır.

    Kürt ulusalcılığı böylece Kürdistan’da belli bir güç olma eğilimine girdi. Ve bu güç kendisine Paris “barış” görüşmelerinde bir temsilci de buldu: O zamana kadar Kürt sorunuyla pek ilgilenmemiş, fakat yönetmeyi arzuladığı Osmanlı devleti çökünce, şansını Kürtlük pazarında denemeye karar vermiş Kürt aristokratı Şerif Paşa. Avrupa saraylarında kısmen tanınan bu soylu, zengin, dil bilen ve yetenekli Osmanlı diplomatı Paris’teki Kürt temsilcisi olarak ilan edildi.

    Ama İstanbul’da KTC ve yurt dışında Şerif Paşa bir Kürt entitesi oluşturmak için çalışırken, Kürdistan’da ters yönlü rüzgarlar esmeye başlamıştı. Hıristiyanlara karşı işlenen cinayetin “Kürtçülük” vadisine ittiği insanlar, Kemalist hareket toparlandıkça, yüzlerini yeniden Türk çözümüne çeviriyorlardı. Kemalist tarih yazıcılığının, Kürt isyanlarının İngiliz kışkırtması bir komplo olduğunu propaganda ederken kullandığı baş kaynaklardan biri olan Binbaşı Noel’e ait günlükler,(**)bu kişilere ve ilişkilere dair ilginç gözlem ve tespitlerle doludur.

    Kemalist tarihçilerin “Kürt Lawrence”i olarak tanıttığı Binbaşı Edward Noel, Ermeni taleplerine angaje olmanın İngilizlerin bölgedeki pozisyonunu olumsuz etkileyeceğini düşünen bir İngiliz subayıydı. Ermenilerin yerine, bölgedeki başat unsur olan Kürtleri esas alan bir politika izlemeyi İngilizler açısından daha rasyonel buluyordu. İngiliz politika yapım merkezlerinin Avrupa’da yaygın olan Ermeni propagandasının etkisinden kurtulması için çabalıyordu. Soykırımla ilgili Ermeni iddialarını da taraflı buluyordu.

    İşte Ermenilere pek sempatiyle bakmayan bu Noel, 1919 tarihli günlüklerinde, “Kürt Kulübü” olarak da anılan KTC’nin Diyarbakır şubesinden yer yer Kürtçülükle ilgileri bulunmayan bir soyguncular sürüsüymüş gibi bahseder. Ona göre, Ermeni mallarına el koymuş olan bazı Kürtler, ellerine geçirdikleri ganimeti Türklerle paylaşmamak için Wilson Prensiplerinden yararlanarak bir devlet kurmaya ve böylece ganimetin üstüne tek başına yatmaya çalışmaktadır. Binbaşı Noel, günlüklerinde, Kürt kulübünde samimi biçimde Kürt davası için uğraşan insanların azlığından yakınır.

    Gerçek şu ki, Noel bu yakınmasında haksız değildir. Zira soykırıma bulaşmış Kürtler de o tarihte Kürt milliyetçiliği bayrağı altında toplanmaya başlamıştır. Bu nedenle samimi Kürt milliyetçileriyle, yeni bir sığınak arayan soykırım faillerini birbirinden ayırmak zorlaşmıştır. Noel tam böyle bir anda Diyarbakır’a gitmiştir ve analizleri de o andaki durumu yansıtmaktadır.

    Ne var ki bu garip durum uzun sürmemiştir. Soykırım faili Kürtler, Kemalistlerin yerlerini sağlamlaştırdığından emin oldukça, Kürt milliyetçiliğine sırt çevirip Kemalist harekete yaklaştılar. Kürt milliyetçiliğinden Türkiyeliliğe doğru işleyen bu süreç o kadar hızlı ilerledi ki Kürt davasının samimi savunucuları birkaç hafta içinde Diyarbakır’da sokağa çıkamaz hale geldi.

    Bu dramatik dönüşümü Diyarbakır’ın etkili sülalelerinden Cemilpaşa ailesinin bir ferdi olan, Kürt Klübü’nün kurucularından ve en faal üyelerinden biri olan Ekrem Cemil’in anılarında okumak mümkündür.(***) 3-5 hafta önce Diyarbakır’ın her tarafında “milli” elbiseleriyle insanları Kürt davasına kazanmak için ajitasyon yapan E. Cemil, soykırım failleri yüzlerini Kemalistlere doğru çevirince Diyarbakır’dan kaçmak zorunda kaldı.

    Fakat E. Cemil, Ermeni soykırımından yakasını burada da kurtaramadı. Halep yolculuğu esnasında bir Ermeni onu Diyarbakır’daki cinayetlerin faillerinden biri olarak ihbar edince, katliamcı olduğu gerekçesiyle tutuklandı (Kendisi anılarında bu tutuklanmadan bahsetmez). Onun cevval ve samimi bir Kürt milliyetçisi olduğuna inanan Binbaşı Noel, katliamcı olmadığını söyleyerek E. Cemil’i hapisten çıkardı ve Kürdistan’daki gezisinde kendi misyonuna dahil etti. E. Cemil böylece soykırımcı damgası yemekten kurtuldu; ama bu ihbar, en samimi Kürt milliyetçileriyle beş yıl evvel işlenen cinayet arasındaki çizginin bile zaman zaman çok inceldiğini gösteren bir veri olarak tarihe geçti. Zira ihbar durduk yere yapılmamıştı; Cemilpaşa ailesi Diyarbakır’daki soykırımın failleri arasındaydı ve Cemilpaşa Konağı savaş yılları boyunca adeta İttihatçıların ikametgâhına dönüşmüştü. Ekrem Cemil de aynı yıllarda bu konakta bulunuyordu ve İttihatçı paşaların bazı hizmetlerini görmüştü, ki bu hizmetler arasında Mustafa Kemal’in şifre memurluğu da vardı. İşte bu karmaşık ilişkilerin bir sonucu olarak Ermeni soykırımının sebep olduğu kâbus, Sevr konjonktüründe en samimi Kürt milliyetçilerini bile ellerini kollarını bağlıyordu.

    ***

    Soykırıma bulaşmış Kürt egemenlerinin önce büyük bir hızla KTC saflarını doldurmaları, ardından aynı hızla o safları terk etmeleri ve bazı Kürt milliyetçilerinin bile Ermeni kâbusundan ötürü kıpırdayamaz hale gelmeleriyle ilgili yukarıda aktarılan veriler, Kürt egemenlerinin Sevr gibi çok elverişli bir konjonktürde Türkiyeliliğe oynamasının arkasında yatan en önemli nedenlerinden birinin 1915’te gerçekleştirilen soykırım olduğunu ortaya koyuyor. Ama kanıtlar bunlardan ibaret değildir. Diyarbakır’daki soykırım faillerinin Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasındaki zikzakları, soykırımla Türkiyelilik arasındaki ilişkiyi failler cephesinden örnekliyorsa, Kürt Alevilerinin o dönemde Kürt milliyetçiliğiyle olan ilişkisi de 1915 soykırımıyla Türkiyelilik arasındaki ilişkiyi ters yönden, yani soykırıma görece mesafeli duran toplumsal gruplar cephesinden örnekliyor. Bunu görebilmek için Binbaşı Noel’in günlüklerinin bu kez ikinci bölümüne bakmamız gerekiyor.

    Gelecek yazıda, bugün pek çoklarına fantezi gibi gelecek olan bu konuyu açmaya ve Ermeni soykırımının Türkiyelileşmeyle olan bağıntısını günümüze kadar uzanan örneklerini sergilemeye çalışacağım.

    2015-06-18

    ————————————————–

    (*) Asuri, Keldani, Süryani, Yakubi, Nestori gibi adlarla anılan ve Aramicenin değişik diyalektlerini kullanan farklı Hıristiyan mezheplerine bağlı bu grubun hangi isimler ve hangi kriterler uyarınca tanımlanacağı hâlâ tartışmalıdır. Benim burada “Süryani” ismini kullanmam, sözü edilen topluluğun (ya da toplulukların) Süryani olarak adlandırılması gerektiğini düşündüğüm anlamına gelmiyor. Benim yaptığım, yazarken kolaylık olsun diye mevcut isimler arasında en fazla yaygınlaşmış olanlardan birini kullanmaktan ibarettir.

    (**) Diary of Mjor E. Noel on Special Duty, (Binbaşı Noel’in Özel Görevle ilgili Günlüğü) 1919. Public Record Office, FO 371/4192

    (***) Bkz. Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Kemalizme Karşı Kürt Aydın Hareketinden bir Yaprak, Ankara: Beybun Yayınları, 1992.

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1940-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-5

  64. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-6
    Cemil Gündoğan

    Geçen bölümde, 1915 soykırımına bulaşan bazı Kürtlerin Kürt milliyetçiliğiyle Kemalistler arasındaki geliş-gidişlerinin, soykırımla Türkiyelileşme arasındaki ilişkiye soykırımın failleri yönünden bir kanıt oluşturduğunu göstermiştik. Aynı süreçte soykırıma görece daha uzak kalmış olan Kürt Alevilerinin Kürt milliyetçiliğiyle olan ilişkileri ise soykırımla Türkiyelileşme arasındaki bağıntıya tersinden, yani soykırımdan görece uzak kalmış toplumsal kesimler yönünden bir kanıt teşkil ediyor. Binbaşı Noel’in geçen bölümde bahsettiğimiz günlüklerinin ikinci bölümü bu ilişkiye dair veriler sunuyor. Devam edelim.

    Binbaşı Edward Noel, Diyarbakır’a olan seyahatinden kısa bir süre sonra Antep’ten başlayarak Maraş üzerinden Malatya’ya kadar uzanan ikinci bir seyahat daha yapmıştır. Kimisi Sünni, kimisi Alevi olan Rişvan, Sinemili, Atmi ve Kürecik aşiretlerini analiz ettiği bu seyahat esnasında tuttuğu günlüklerin konumuz bakımından en dikkat çekici yanı, Noel’in Diyarbakır’da fazlaca göremediği “gerçek” Kürt milliyetçiliğini bölgedeki Alevi Kürt aşiretleri arasında bolca gördüğünü belgelemesidir. Noel, Alevilerin Kürt milliyetçiliğine sıcak yaklaşımlarını, buna karşılık Türk devletine karşı duydukları yabancılaşmayı, nefreti ve ayrışmayı, memnuniyetini gizlemeksizin kayıt altına almıştır.(1)

    Aleviliğin Kürt milliyetçiliğiyle ilişkisine dair Noel’in o gün yaptığı gözlemler ve tespitler, aynı konuyla ilgili bugünkü baskın bakış açısının tam tersi bir yöne işaret ediyor ve bu nedenle bazı okurlara şaşırtıcı gelebilir. Zira bugünlerde bırakalım Türk rejimini, Kürt hareketinin bazı mensupları bile Alevi Kürtlere bir tür yarı-Türk muamelesi yapıyorlar. A. Öcalan’ın bir zamanlar bazı örgüt içi cinayetleri meşrulaştırmak için uydurduğu meşhur “Dersim’in kışla kişiliği” üzerine “çözümlemeler”ini hatırlayınız. Dersim’in Kemalistliğini, Dersim’de çok sayıda Kemal isminin varlığıyla kanıtlamaya çalışan Kürt milliyetçilerine ait internet ortamındaki politik analizleri hatırlayınız. Aleviliği, sadece Kürtlük perspektifinden resmedilen bir dine eşitleyerek Aleviliğin bunun dışında kalan bölüm ve katmanlarına murdar muamelesi yapan görüşlere bakınız… Kürt hareketi bünyesinde üretilen bütün bu söylemlerde Alevi Kürtler, toptancı bir şekilde ya yeteri kadar Kürt değildir, ya fazlasıyla Kemalisttir, ya Kürtlere farz olmayan solculuk gibi işlerle uğraşırlar, ya bir Kürt olarak hangi dine tapacaklarını bilmezler, ya kendi dinlerini tanımaktan acizdirler… Kısacası Alevi bir Kürt, Kürtlük yönünden hep eksikli veya kusurlu bir varlıktır ve çoğu durumda
    “Stockholm sendromu”nun basit bir tezahüründen ibarettir. Türkiye’deki dinci iktidarın ideolojik etkinliğinden de güç alan bu tür söylemlerin revaçta olduğu bugünün koşullarında Binbaşı Noel’in Kürt milliyetçiliğini daha çok Alevi Kürtlere atfeden anlatımları gerçek-üstü görünür.

    Peki, nasıl oluyor da şartların bağımsız bir Kürt devleti kurmak için hayli olgun olduğu Sevr konjonktüründe Kürt milliyetçiliği, Kürtlerin ana gövdesini oluşturan Sünni Kürtlerin merkezi olan Diyarbakır’da sahte(?) bazı biçimler kazanırken, çeperdeki Aleviler arasında daha canlı ve “gerçek”(?) biçimler alabilmiştir?

    Toplumsal aktörlerin niteliğini, onların söylemlerini oluşturan ifadelerin düz anlamlarına eşitleyen bakış açısının bu soruya verebileceği makul bir cevap yoktur.

    Türklüğe, Kürtlüğe, Aleviliğe veya Sünniliğe değişmeyen özler atfeden ve Kürt milliyetçiliğinin de bu özlerle ilgili bir şey olduğunu zanneden düşünce biçimlerinin de bu soruya ikna edici bir cevap vermeleri zordur.

    Zira sorunun cevabı, kendi başına söylemlerden veya kavramlara atfedilen değişmez özlerden ziyade, içinde yaşanan koşullar bütünüyle ilgilidir. Koşullar değiştikçe, toplumdaki değişik grupların Kürt veya Türk milliyetçiliği karşısındaki pozisyonları ve dolayısıyla söylemleri de değişir. Bugün Kürt milliyetçiliğine görece daha yatkın duran bir grup, yarın koşullar değiştiğinde Türkiyeci bir çözüme daha yatkın hale gelebilir; ya da bugün Türkiyeci bir çözüme görece daha yatkınmış gibi görünen bir grup, yarın koşullar değiştiğinde Kürt milliyetçisi bir çözüme görece daha yatkın hale gelebilir. Bu ilişkiler, özsel olmaktan çok durumsaldır. Koşullardaki değişiklikler aktörlerin söylemlerini de etkiler. Söylemlerin de koşulların bir parçasını oluşturması, tek başına söylemlere belirleyici rol vermeye yetmez.

    Bu kural Sevr konjonktüründe de geçerliydi ve beş yıl evvel işlenmiş olan soykırım, o günün koşullarını birinci derecede belirleyen faktörlerden biri olarak sonuç üzerinde etkide bulunuyordu. Diyarbakır’daki bazı samimi Kürt milliyetçileri bile cinayetle aralarına ancak zar inceliğinde bir ayrım koyabilirken, Alevi Kürtlerin bu cinayetten görece daha uzak kalmış olması, Noel’le konuşurken tarafların kullandıkları ifadeleri de biçimlendirmekteydi.

    Buradaki görece kelimesinin altını çizmemiz gerekiyor. Çünkü Alevi Kürtler de beş yıl önceki cinayetten tümüyle muaf değildi. Şahsen bu güne kadar Alevi Kürtlerden El Hemşin türü cinayet mangaları kurulduğunu duymadım veya buna dair bir şey okumadım, ama Alevi Kürtler arasında da Hıristiyan komşusunun malını mülküne el koyanlara ya da gizlenen komşularını ihbar edenlere dair anlatımlar bulmak zor değildir. Bu gerçeğe rağmen Alevi Kürtler, Sünni Kürtlere oranla bu cinayete görece daha az bulaşmıştır.

    Keza Hıristiyan komşularını koruma konusunda da Alevi Kürtler Sünni Kürtlere oranla görece daha iyi bir şöhrete sahiptir. Hiç kuşkusuz Sünni Kürtler arasında da Hıristiyan komşusunu gizlemeyi göze alabilen cesur insanlar çıkmıştır. Bunun örneklerini Hamidiyeci Kürtler arasında bile bulabiliriz (Milan aşiretinin lideri İbrahim Paşa’nın oğlu Mahmut Bey gibi). Ama bu tutum Alevi Kürtler arasında görece daha yaygındı.

    Elbette bütün bu farklılıklar, Alevi Kürtlerin iyi insanlar, Sünni Kürtlerin ise kötü insanlar olmasından, ya da bazı Alevi hareketi yandaşlarının düşündükleri gibi, Aleviliğin Sünniliğe oranla daha insancıl bir din olmasından kaynaklanmıyordu. Bu tür özcü analizler, toplumsal grupların davranışlarını izah edemez ve çoğu kez propagandiftir. Mesele, özden çok koşullarla ilgiliydi: Aleviler de Ermeniler gibi sistemin dışladığı ve ezdiği bir gruptu. Buradan gelen kader ortaklığı, taraflar arasında göreceli bir yakınlaşma ve dayanışma yaratıyordu. Farklılıkların altında yatan buydu.

    Bu farklılıklar, Osmanlı devleti yenilip ortalığı Ermeni heyulası sardığında, Alevilerin kendilerini Ermenilerden yana görece daha rahat hissetmelerini ve görece daha rahat davranmalarını mümkün kılmıştır.

    Bunun kanıtlarını, hem Rus ordularıyla birlikte geri dönen Ermeni askerleriyle kurulan ilişkilerde hem de Osmanlı sonrası oluşumlarla ilgili tartışmalarda bulabiliriz. Dikkat ederseniz Rus ordusu saflarında savaşan Ermenilerle Kürtler adına ilişki kurup ortak komiteler kurmaya veya geleceği ortak planlamaya yönelik inisiyatifler genellikle Alevi Kürtlerden gelmiştir. Ünlü Kürt aydını Alişer, Koçgiri liderlerinden Alişan ve Dersimli Binbaşı Mustafa Vefa’nın girişimlerini hatırlayınız. Bu girişimlerden kalıcı bir sonuç çıkmamış olması, böyle bir yakınlığın olmadığını kanıtlamıyor.(2)

    Özetlersek; Alevi Kürtlerin de Ermeniler gibi Osmanlı sisteminin kurbanlarından olmaları ve beş yıl evvelki soykırıma görece daha az bulaşmış olmaları, onların, İttihatçıların yarattığı Ermeni heyulasından etkilenme düzeyini azaltmıştır. Binbaşı Noel’in günlüklerinde gördüğümüz Alevi Kürtler arasında Kürt milliyetçiliğiyle ilgili bugün inanılması zor görünen olumlu tablo, işte bu koşulların ürünüdür ve Kürtlerin Ermeni soykırımına bulaşma düzeyi ile onların Türkiyeci çözümlere yatkınlık düzeyi arasında bir bağıntı olduğunu tersinden, yani cinayete uzaklık noktasından kanıtlamaktadır.

    ***

    Şimdiye kadar Türkiyelilik fikri ve ameliyle Ermeni soykırımı arasındaki ilişkiyi özel olarak Sevr konjonktüründe açığa çıkan veriler çerçevesinde değerlendirdik. Fakat konunun bu konjonktürle sınırlı olduğunu sanmak yanıltıcı olacaktır. Bu ilişki, günümüze kadar değişik biçimlerde kendisini göstermiştir ve Ermeni soykırımıyla toplumsal bir yüzleşme gerçekleşmezse bundan sonra da kendini değişik biçimlerde göstermesi yüksek ihtimal dahilindedir. Bu nedenle daha sonraki dönemlere bakmakta yarar vardır.

    Yazı dizisinin bir önceki bölümünde, hem İttihatçı generallerin hem de İstanbul Hükümeti’nin, Ermeni taleplerini, Kürtleri Ermenilerin karşısına dikerek boşa çıkarmayı, daha sonra da Kürtlerin defterini dürmeyi düşündüklerini belirtmiştik. Peki, bu plan başarıya ulaştı mı?

    Kısmen.

    Kısmen diyoruz, zira işin Ermeni taleplerini Kürtleri öne çıkararak savuşturmayla ilgili kısmı genel hatlarıyla başarıya ulaştı, ama Kürdistan’da Kürtleri seyreltip buralara Türk veya başka etnik gruplardan Müslümanlar doldurarak Türkleştirmek politikası tam istenilen biçimde sonuçlanmadı. Kaderin cilvesine bakınız ki bu başarısızlığın en önemli sebeplerinden biri, yine Ermeni sorunuyla ilgiliydi. Anlamak için biraz geriye doğru gitmemiz gerekiyor.

    İmparatorluk 20. yüzyılın başlarında Avrupa’daki ve Kuzey Afrika’daki eyaletlerinin neredeyse tamamını kaybetmişti. İmparatorluk ekonomisinin en yağlı parçalarını oluşturan Rumeli’deki toprak kayıpları yetmiyormuş gibi, Suriye’den Yemen’e kadar olan eyaletler de ayrılık sinyalleri veriyordu. Duruma müdahale edilmezse imparatorluk elden gidebilirdi.

    İttihatçı yönetim, Rusya’ya doğru gerçekleştirilecek bir yayılmayla bu tehlikeli gidişattan kurtulmayı planladı. Rusya, iç karışıklıklarla boğuşan eskimiş bir imparatorluktu ve Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bölgelerde merkezden hoşnut olmayan bazı Türki ve/veya Müslüman gruplar yaşıyordu. Eğer bu gruplar üzerinde ideolojik bir etkinlik sağlar (bu iş için İslamcılık ve Türkçülük kullanılacaktı) ve alanda bu işin örgütlenmesini yapabilirlerse Almanların da yardımıyla Rusya’yı yenebilir, Osmanlı İmparatorluğuna yönelik Rus tehdidini zayıflatabilir ve Batıdaki toprak kayıplarını telafi edebilirlerdi. Bu stratejinin önemli bir getirisi daha olacaktı: İmparatorluğun etnik bileşimini Türki gruplar yönünden güçlendirmek.

    Söz konusu stratejinin Kürtleri ilgilendiren tarafı ise şuydu: Eğer planlandığı gibi Orta-Asya’ya doğru bir fetih gerçekleşirse Kürtler, imparatorluğun sınırını çizen etnik bir unsur olmaktan çıkacak, Anadolu Türklüğüyle Orta Asya’daki Türki topluluklar arasında sıkışmış ve asimile edilmesi kolay küçük bir gruba dönüşecekti.

    Bu umutlarla İttihatçılar, Almanların da katkısıyla Orta Asya operasyonunu başlattı. Ancak operasyon istenilen biçimde yürümedi. Osmanlı ordusu 1914 yılı sonunda Sarıkamış’ta bozguna uğradı. Sonuç, hızla genişleyen Rus işgaliydi.

    Bütün hesaplar alt üst olmuştu. Zira Rus ordusu ilerledikçe bölgedeki bazı Müslümanlar topraklarını terk ederek içlere doğru kaçıyordu. Kaçışı hızlandıran bir diğer faktör de Rus ordusu saflarındaki soykırımdan kurtulabilmiş Ermeni askerlerdi. Bu askerler, fırsat buldukları yerlerde katliam yapıyordu ve bu durum paniği büyütüyordu. Böylece Rus sınırından Bitlis’e kadar olan bölgedeki Müslüman halkın bir bölümü yerlerini terk ederek köşelerini kabaca Diyarbakır, Urfa, Maraş ve Sivas’ın oluşturduğu iç bölgeye yığıldı.

    Savaşın başında düşünülenin tam tersi gerçekleşmişti. İttihatçılar savaşa başlarken, işgal altındaki bölgenin Ermeni nüfusunu imha edip Kürt nüfusunu seyreltmeyi planlamıştı, fakat sonuçta bölgedeki Müslüman nüfusu azaltmış oldular.

    İttihatçı yönetim buna rağmen stratejik planlarını uygulamaktan vaz geçmedi. Kabaca üç maddeden oluşan bir plan çerçevesinde nüfusla oynamaya devam etti.

    1) Rus ordularından kaçan muhacirler arasında bulunan Türkler ve Kürt olmayan diğer Müslümanlar, kesinlikle batı illerine yollanmayacak, Kürdistan’da Ermenilerden boşalan topraklara yerleştirilecekti.

    2) Rus ordularından kaçan muhacirler arasında bulunan ve batı illerine göç ettirilemeyecek derecede hasta ve engelli olan Kürtler, Maden ve Ergani gibi Türk köylerinin bulunduğu kazalara serpiştirilecekti.

    3) Geriye kalan muhacir Kürtler, İç Anadolu bölgesine göç ettirilerek orada nüfusun %5’ini geçmeyecek şekilde dağıtılacaktı.(3)

    İttihatçı yönetim bu planı bir ölçüde uygulayabildi. Nitekim o dönemde İstanbul’da yayımlanan Jîn adlı Kürt dergisinde yer alan bir listeye göre, Erzurum, Bitlis ve Van vilayetlerinden göç etmiş 418.504 kişiden 109.898’i Ankara’ya, 22.824’ü Konya’ya, 9009’u Kastamonu’ya, 22.857’si Kayseri’ye ve 36.672’si Samsun’a, 4235’i Niğde’ye… gönderilmiştir.(4)

    Fakat bu göç ettirmeler bir süre sonra kısmen kendiliğinden kısmen de yönetimin tercihiyle durdu. Zira bütün kaynakların orduya tahsis edilmesi gereken savaş koşullarında bu tür nüfus kaydırmalarına kaynak ayırmak zordu. Dahası, savaşın sonuna doğru yaklaşıldıkça bölgede bir tür “nüfus savaşı”nın yaşanacağı belli oluyordu. Türklerin, Ermenilerin, Kürtlerin, Süryanilerin vb. bölgedeki en büyük grubun kendileri olduğunu iddia ederek bu topraklarda sahiplik talebinde bulunacakları anlaşılıyordu. Nitekim Wilson Prensipleri, bölgede nüfus sayıları konusunda Sam Kaplan’ın deyimiyle bir “saplantı” yarattı. Böyle bir nüfus savaşı yaklaşıyorken, Kürtlerin İç Anadolu’ya sürülmesi, Ermeni iddialarına güç katardı. Önce Ermeni talepleri püskürtülmeliydi. Bunun için Kürtlerin İç Anadolu’ya sürülmesi değil, topraklarına geri gönderilmesi gerekiyordu. Kürdistan’ın Kürtlerden temizlenmesi, daha sonra halledilebilirdi. Bütün bu sebeplerle, Rusya’da Ekim devrimi gerçekleşip Rus orduları geri çekildiğinde, Kemalistler bir yandan Kürt milislerin de yardımıyla kaybedilen toprakları geri almak için askeri harekâta başladılar, diğer yandan savaş esnasında yerlerini terk etmiş olan Kürdistan’daki Müslümanları, yaklaşan nüfus savaşının erleri olarak kullanmak üzere yerlerine dönmeye teşvik ettiler.

    Kürdistan’da Kürtlerin seyreltilmesi planı, böylece suya düştü. Dahası, Ermenilerle Süryaniler savaş sırasında kırılmış oldukları için, savaş bittiğinde bölge fiilen Kürtlere kaldı. Bir diğer deyişle İttihatçılar, İmparatorluğa daha Türki bir etnik zemin oluşturmak amacıyla yola çıkmıştı, ama savaşta yenilince Kürtlere daha homojen bir ülke armağan(?) etmek zorunda kaldılar. Bugün gördüğümüz görece homojen Kürdistan, Kürt milliyetçilerinin değil, esas olarak İttihatçıların eseridir. Enver Paşa, mezarından bugün Kürt milliyetçileri arasında var olan güçlü İttihat Terakki karşıtlığını görebiliyorsa eğer, acıdan kıvranıyor olmalıdır.

    Fakat bu homojen ülke tümüyle bedava edinilmiş de değildi. Kürtler savaş yıllarında uğradıkları kitlesel kırımlara ilaveten bu iş için bir de Türkiyelileşme dayatmasıyla karşılaştılar. Fiyatın bu kısmı, bütün o savaş dönemi karmaşasının konumuzla kesiştiği noktaya işaret eder ve kendisini somut olarak soykırıma uğrayan Hıristiyanların mülklerinin yağmalanmasında gösterir.

    Ermeniler, kural olarak, bugün Kuzey Kürdistan dediğimiz toprak parçasını ikiye bölen ve kabaca Malatya’dan Van’a kadar uzanan çizginin kuzeyindeki bölümlerinde, Süryaniler ise kural olarak bu çizginin güneyindeki bölgelerde yaşardı. O dönemdeki etnik ve dini grupların nüfuslarıyla ilgili rakamlar çok çelişkilidir ve bugün tartışılmakta olan etnik kategorileri bire bir izlemez. Örneğin, aynı listede Müslüman, Türk, Kürt, Katolik, Gregoryen, Nestori, Yakubi, Kızılbaş, Zaza … gibi etnik ve dini kategoriler bir arada yer alabilmektedir. Ayrıca tabloların gösterdiği alanlar çoğu kez karşılaştırılabilir durumda değildir. Bütün bu nedenlerle sağda solda gördüğümüz etnik gruplarla ilgili karşılaştırma listeleri, çoğu kez, varsayımlara dayalı hesaplamalarla elde edilmiş rakamlarla takviye edilmiştir. Bu gerçeğin gerektirdiği ihtiyat payını da göz ardı etmeden şunu söyleyebiliriz sanırım: Bugün Kürdistan olarak adlandırılan topraklarda Ermeniler ve Süryaniler tek tek ele alındıklarında Kürtlerden daha az bir nüfusa sahiplerdi; fakat bazı yerleşim birimlerinde veya bazı bölgelerde tek tek veya birlikte nüfusun çoğunluğunu oluşturabiliyorlardı. Örneğin Elazığ, Muş ve Van ovalarında durum böyleydi. Ve bu insanlar soykırımla yok edilince onlara ait topraklar ve mallar sahipsiz kaldı. Bazı ovalar neredeyse insansızlaştı.

    Soykırımı planlamış olan İttihatçılar, “Metruk arazi” (terk edilmiş arazi) veya “emval-ı metruke” (terkedilmiş mallar) adı verilen bu topraklara Kürt olmayan Müslümanları yerleştirmeyi düşünüyordu. Fakat bu işi beceremeden tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldılar. Onların yerine iktidara gelen Kemalistlerin düşüncesi de farklı değildi. Ne var ki ellerinde Kürdistan’a yerleştirebilecekleri yeteri kadar Kürt-dışı Müslüman nüfus yoktu. Muhtemelen bu nedenle, menzil hatlarını sağlama almayı öne çıkaran bir iskân politikası geliştirdiler. 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nı ile bu plan için hazırlanan ön raporlardan öğrendiğimize göre, “metruk” topraklar kesinlikle Kürtlere verilmeyecek, menzil hatlarının sağındaki ve solundaki topraklar kesinlikle Kürtlere yasaklanacak ve bu boş arazilere yüzer haneden küçük olmamak kaydıyla modern köyler inşa edilerek on yıl içinde Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve Azerbaycan’dan getirtilecek beş yüz bin insan yerleştirilecekti.(5)

    Kemalist iktidar, bu plan sayesinde menzil hatlarını güvence altına almayı, Kuzey Kürdistanı Elazığ’dan Van’a kadar uzanan Kürtsüzleştirilmiş bir şeritle ortadan ikiye bölmeyi ve bu şeridin kuzeyinde ve güneyinde kalan toprakları da menzil hatlarını izleyen çizgilerle parsellere ayırmak suretiyle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kompakt Kürt bölgesi bırakmamayı amaçlıyordu. Zira Elazığ’dan Van’a kadar uzanan çizgi üzerinde yer alan Elazığ, Muş, Rahva (Tatvan) ve Van düzlüklerinde (bazı yazarlar, bunlara Palu ovasını da ekliyor) soykırımdan önce Hıristiyan nüfus çoğunluktaydı. “Metruk topraklar”a Kürtleri sokmamak demek, kabaca bugünkü Bingöl vilayetine denk gelen ve kuş uçuşu yaklaşık 150 km. uzunluğundaki dağlık bir mıntıka haricinde Elazığ’dan Van’a kadar neredeyse kesintisiz biçimde uzanan düzlüklere Kürtleri sokmamak demekti. Bu durumda adına bugün Kuzey Kürdistan dediğimiz toprak parçası, zamanla tamamen Türkleşecek olan bir Kürt-dışı nüfusla tam ortasından ikiye ayrılmış olacaktı. Bu çizginin kuzeyinde ve güneyinde kalan menzil hatlarının Kürtlere kapatılmasının doğuracağı parselleri de düşünürseniz, Kemalistlerin menzil hatları politikasıyla neyi amaçladıklarını daha iyi anlarsınız.

    Plan buydu ve esasında savaşla kesintiye uğramış olan İttihatçı planın Kemalist yönetim tarafından yeni koşullara uydurularak devam ettirilmesinden başka bir şey değildi. Nitekim daha Birinci Dünya Savaşı sürüyorken bazı Çerkesler Kürdistan’a yerleştirilmişti. Kemalist iktidar da Kürdistan’a muhacir yerleştirme işini devam ettirdi. 1924’te başlayıp 1937’de sona eren geleneksel direnişler döneminde, yukarıda adı geçen ülkelerden ve Trabzon, Sürmene ve Rize gibi yerlerden getirilen göçmenler anılan plan uyarınca Kürdistan’a yerleştirdi. Talat Paşa, mezarından bu adımları gördüyse huzur içinde gülümsemiş olmalıdır.

    Fakat her şey Talat Paşa’nın gönlünce yürümedi. Zira getirilen göçmenlerin sayısı yeterli değildi. Dahası, yerleştirilenlerin bir kısmı Kürdistan’daki sert koşullara dayanamayarak ölüyor veya kaçıyordu. Geriye kalan göçmenler ise kendilerini kuşatan Kürt denizi içinde asimilasyoncu bir fonksiyon yerine getiremiyordu. Tersine, güçlü aşiret asabiyesine toslayan bu gruplardan önce kendi içinde aşiretleşip sonra Kürtleşenler bile oluyordu.

    İsmet İnönü, 1930’ların ortasında Kürdistan’a yaptığı ünlü gezi sonucunda hazırladığı raporunda durumu yazıklanarak özetlemektedir.(6) Ona göre Van’a yerleştirilen göçmenler Kürtler karşında yetersizdir. Muş ovası ise çevredeki dağlardan inen Kürtler tarafından istila edilmiş durumdadır. Keza Erzincan ovası maraba olarak çalıştırılan Dersimli Kürtlerin akınına maruzdur ve Dersim’den gelen silahlı yağmacıların sunduğu silahlı korumanın da desteğiyle Kürtleştirilmektedir.

    Erzincan’a yönelik Kürtleştirme tehdidi, 1938’deki Dersim kırımıyla bertaraf edilecekti. Harput valisi Cemal Bardakçı’nın Elazığ ovasına yerleştirdiği Dersimliler ise Elazığ eşrafının provokasyonları sonucu oradan kaçmak zorunda kaldılar. Kısmen bu iki ova ile Türk nüfusu yönünden aşırı sıkıntı çekmeyen Malatya hariç tutulursa 1930’ların ortaları itibarıyla her yerde durum birbirinin benzeriydi: Devletin baştan koyduğu kesin yasağa rağmen, Kürt ağaları, şeyhleri ve aşiret reisleri, dışarıdan getirtilen muhacirlere verilmiş toprakların dışındaki Ermeni-Süryani topraklarını ya ele geçirmişlerdi ya da geçirmek için aralıksız biçimde çalışıyorlardı. Ve bu gelişme karşısında devletin yapacağı fazla bir şey kalmamıştı: Ya bu toprakları Kürt egemenlerinden zorla geri alacaktı, ki bu yeni isyanlar demekti, ya da bu toprakları Kürt egemen sınıflarını işbirlikçi haline getirmek için yem olarak kullanacaktı.

    İsmet İnönü, anılan raporunda Kürtleri “metruk” topraklardan çıkarmanın çözüm olmadığını anlatır. İnönü’ye göre bu bapta yapılması mümkün ve gereken tek şey, Dersim Kürtlerinin Erzincan ovasını Kürtleştirmesinin önüne geçmekten ibaretti. Dersim Kürtlerinin Alevilikten yararlanarak Erzincan’ı Kürtleştirdiklerinin altını çizen Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak da benzer bir kanaatteydi.(7) İsmet Paşa’nın değerlendirmesini duyduysa, Talat Paşa’nın mezarında “İnşallah korktuğum şey gerçekleşmez,” diyerek dilek tuttuğundan emin olabilirsiniz.

    Böylece Hıristiyan komşularından kalan toprakları sahiplenmelerinin karşılığında Kürt egemenlerini Türkiye’ye entegre edilmesi siyaseti egemen hale geldi. Türkiyelileşme hikâyesi, işte bu noktada bir kez daha Ermenilere karşı işlenen o meşum cinayete bağlanmış oluyor. Gerçek şu ki, 1895 kırımından 1915 soykırımına kadar geçen dönemde Ermenilerden ve Süryanilerden boşaltılan ve özellikle de çekirdek Kürdistan’a denk gelen toprakların önemli bölümü, Kürt toprak ağaları, beyleri, aşiret reisleri ve şeyhler tarafından hileli satın alma, rüşvet veya gasp gibi yöntemlerle ele geçirilmiştir. Devlet bu gaspları bazen teşvik etmiş, bazen göz yummuş, bazen de göz yummak zorunda kalmıştır. Bunu Dersim’den Hakkâri’ye, Ağrı’dan Adıyaman’a kadar neredeyse her yerde görebilirsiniz.

    Bu süreç 1950’lere kadar sürmüştür. Böylece Kürt egemen sınıflarının bir kısmı daha, Ermenilere ve Süryanilere ait toprakları tasarruf etmenin karşılığında Türk sisteminin parçasına dönüşmüşlerdir. Zira Ermeni veya Süryani toprağına hileli biçimde konmuş bir ağanın, bir beyin, bir şeyhin vs. devlete söyleyecek sözü kalmamıştır. Tersine, bu ilişki onu, Türkiyeliliğin yılmaz bir bekçisi haline getirmiştir.

    1940’ların ikinci yarısında iktidara gelen Demokrat Parti, bu ilişkinin üzerini İslami bir şalla örtmek suretiyle söz konusu bütünleşmeyi ideolojik cephede de pekiştirmiştir. Kürtlerin yeni oluşmakta olan elitlerine soluk aldırmayan bu bütünleşmeyi gördüyse eğer, Talat Paşa’nın mezarında şöyle söylenmiş olması muhtemeldir: “Çocuklar iyi iş çıkardı. Bu malzemeyle bundan fazlası da yapılamazdı!”

    Fakat o soluksuz bırakılan Kürt elitlerinin 1970’lerde kendi bağımsız örgütlerini kurduklarını, 1984’te Kürdistan’da iki kasabayı aynı anda silahlı güçlerle bastıklarını ve 1991’de Vedat Aydın’a veda ederken bütün Kürt vilayetlerinden gelen on binlerce insandan oluşan ulusal bir miting düzenlediklerini gördüğünde Talat Paşa ne demiştir bilinmez. Belki de şöyle kahretmiştir: “Allah belanızı versin! İşi bitiremediniz; soylu eylemimiz bir cinayete dönüştü!”

    ***

    Ermeni soykırımıyla Türkiyelilik arasındaki bu ilişkinin izi, daha sonraki dönemlerde ve daha başka alanlarda da sürülebilir. Hoybun örgütünü bir örnek olarak verebiliriz. Bu yazı dizisinin ikinci bölümünde, 1975’ten evvel kurulan Kürt örgütlerinden sadece Hoybun’un Türkiyelilik düşüncesi ve eyleminden net bir şekilde kopmuş olduğunu belirtmiştim. Burada ilginç olan, Hoybun’un Ermenilerden alınan destekle kurulan bir örgüt olmasıdır. Kürtlerin, Cumhuriyetin ilanını takip eden yarım asır boyunca kurduğu örgütler arasında Türkiyelilik çerçevesinin dışına çıkabilmiş yegâne örgütün Ermenilerin desteğiyle kurulan bir örgüt olması, Ermeni soykırımıyla Türkiyelilik arasındaki ters yönlü ilişkiye dair bir kanıt oluşturur. Soykırımı takip eden on yıllarda Ermeni-Süryani mülklerine el koyan Kürtler ne kadar Türkiyeci olmuşsa, yurt dışında Ermenilere yakınlaşan Hoybuncu Kürtler de o kadar Türkiyelilikten uzaklaşmışlardır. İsterseniz Türkiyelilikten uzaklaştıkları ölçüde Ermenilerle işbirliği yapmakta daha az sorun görmüşlerdir deyiniz. Değişen bir şey olmaz. Her iki durumda da Türkiyelilikle Ermenilere yakınlaşma arasında ters bir bağıntı olduğu açığa çıkar.

    Son bir örnek olarak PKK’yi alarak günümüze gelelim. PKK, bu konuda Hoybun’dan daha zengin örnekler sunar. Çünkü hem Ermenilerle yakınlaşmanın Türkiyelileşmekten uzaklaşmak anlamına geldiğini gösteren pratikler sergilemiştir, hem de Türkiyelileşmeye yaklaştıkça Ermeni karşıtlığı yapmak durumunda kaldığını gösteren pratikler. PKK-ASALA işbirliği protokolü bunlardan birincisine örnektir.

    Bilmeyenler için söyleyelim, ASALA, 1970’lerin ortalarında Lübnan’da kurulan bir Ermeni örgütüydü. Adını en çok Türk Dışişleri yetkililerine karşı gerçekleştirdiği suikastlerle duyurdu ve 1990’ların ortalarında tasfiye oldu. Öcalan işte bu örgütle Lübnan’da 1980 yılında bir işbirliği protokolü imzaladı.

    Neden? sorusunun tek bir cevabı yok hiç kuşkusuz. Fakat konumuz bu değil. Protokolün konumuzu ilgilendiren yanı, bu işbirliğinin, Öcalan’ın Türkiyelilikten en fazla uzaklaştığı dönemde gerçekleşmiş olmasıdır.

    Artık yaygınca bilindiği üzere, Öcalan Türkiye’den 1979 baharında çıktı. Ve yaptığı ilk işlerden biri Filistinli örgütlerle ve Suriye’deki Baas devletiyle ilişki kurmak oldu. Bir diğer deyişle, Öcalan için Türkiye defteri artık kapanmıştı. Keza PKK de o dönemde bağımsız, birleşik ve sosyalist bir Kürdistan kurma iddiasındaydı. Yani hem Öcalan hem de PKK Türkiyelilikten oldukça uzak bir noktada bulunuyorlardı. Protokol işte böyle bir dönemde ilan edildi ve bu haliyle Ermeni soykırımıyla Türkiyelilik arasındaki anlatılan ilişkiye bir kanıt oluşturur.

    ASALA’yla işbirliği protokolü Ermeni ayrılıkçılara yaklaşmanın -mevcut ilişkiler sistemi sürdüğü müddetçe- Türkiyelileşmeden uzaklaşmayı gerekli kıldığını ortaya koyuyorsa, Öcalan’ın 2013 yılı Newrozunda yaptığı ateşkes çağrısı da Türkiyeliliğe yaklaşmanın –yine mevcut ilişkiler sistemi sürdüğü müddetçe- Ermeni ayrılıkçılarla araya mesafe koymayı gerektirdiğini gösteriyor.

    Abdullah Öcalan’ın söz konusu çağrısını hatırlayınız. MİT’in Öcalan’la işbirliği halinde kotardığı bir çözüm planına göre, PKK’nin, Türkiye adına Suriye ve Irak’ta Misak-ı Millicilik yapması karşılığında Öcalan’a ve mümkün olursa Kürt hareketine Türk siyasetinde bir yer açılacaktı. Türk devletinin “Suriye’den girip Sudan’dan çıkmak” şeklinde özetleyebileceğimiz Yeni-Osmanlıcı yayılma hayalinin teşvik ettiği bu sözde “çözüm”ün ilanının ardından Öcalan ve PKK üç gruba değişik ton ve içeriklerde saldırılarda bulundular: 1) Yavuz Sultan Selim güzellemeleri eşliğinde Alevilere, 2) “Kürtler Türkler’le Cihangir’de tanışmadı” lafları eşliğinde Avrupai Türklere ve 3) Azınlıkların Türkiye’de her zaman çözümün önünü tıkayan bir rol oynadıkları iddiasıyla Yahudilere ve Ermenilere.

    Burada Ermenilerin açıkça Sünni Türkler ile Sünni Kürtler arasındaki birleşmeyi olumsuz etkileyen aktörlerden biri olarak takdim edilmesi, Türkiyelilikle Ermeni soykırımı arasındaki yukarıdan beri anlatageldiğimiz ilişkinin güncel tezahürleriden biriydi. Esasen ne zaman Türklerle Kürtler arasında İslami temelde bir birlik tasavvur edilse, Sünni Türklerle Sünni Kürtler dışındaki toplumsal kesimleri şeytanlaştırmak bir mecburiyet halini alır. Bu bağıntıda adeta matematik bir kesinlik vardır. MİT-Öcalan planı da o günlerde bu denklemi takip etmek zorunda kalmıştı.

    ***

    Yazı dizisinin son iki bölümünde boyunca sıralanan örnekler, Türkiyelileşme eğilimi ile 1915 soykırımı arasındaki ilişkiyi göstermeye yeter sanırım. Toparlarsak, şunu söyleyebiliriz: Kürtlerdeki Türkiyelileşme eğilimi, değişik alanlardan beslenen bir olgudur ve şimdilerde sıkça yapıldığı gibi tek bir faktörle izah edilemez. Kürtlerle Türkler arasındaki ilişkilerin tarihsel gelişim seyri de bu alanlardan biridir. Bu alanda yapılacak küçük bir gezinti, 1915’te gerçekleştirilen Ermeni-Süryani soykırımıyla Kürtlerdeki Türkiyelileşme anlayışı ve pratikleri arasında bir ilişki olduğunu gösterir. Kürt hakim sınıflarının Sevr konjonktüründe ayaklarına kadar gelen bağımsız devlet teklifine itibar etmeyip ana damar itibarıyla Türkiyeci çözümleri tercih etmeleri bu ilişkinin kanıtlarından biridir. Bundan yaklaşık yüz yıl sonra MİT’le Öcalan arasında kotarılan sözde barış sürecinin birden bire Ermenileri şeytanlaştırmak zorunda kalması da aynı ilişkinin tezahürlerindendir. Ortada bu denli derine giden tarihsel, iktisadi, sosyal, politik ve kültürel nedenler duruyorken, Türkiyeliliği yalnızca PKK gibi görece genç bir Kürt partisinin, etkisi yuvarlak hesapla 1975 ila 1990 yılları arasında hissedilen sosyalist ideolojisi ve söylemiyle izah etmek, eğer bilgi yetersizliğinden kaynaklanmıyorsa politik hesaplarla yapılan bir çarpıtmadan ibarettir.

    Bu çarpıtmanın analizi ayrı bir yazının konusudur.

    2015-06-27

    ————————————————–

    (1) Bkz. Diary of Mjor E. Noel on Special Duty, V6 803, R 10/1/67 (Indian Office Library’den alınma bir nüsha).

    (2) Rus ordularıyla birlikte hareket etmek söz konusu olduğunda, Kürt aydını Kamil Bedirhan’ın girişimini unutmamak gerekir. Ancak bu, daha savaş başlamadan, yani soykırımdan evvel başlamış bir işbirliğiydi. Nitekim soykırımdan olumsuz etkilendi. Keza Rus işgalinin gerçekleştiği bölgelerde değişen güç dengelerine bağlı olarak bazı Sünni Kürt liderler de Ruslarla temasa girmişlerdir. Ama bu girişimler, Ermenilerle göreceli yakınlıktan çok, Ermenilere karşı Rus koruması sağlama çabasının ifadeleridir.

    (3) Talat Paşa’nın bu üç maddeyle ilgili olarak o gün vilayetlere gönderdiği gizli telgrafları Fuat Dündar yayımladı. Bkz. Dündar, Fuat, 2008, Modern Türkiye’nin Şifresi İttihat Ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İstanbul: İletişim Yayınları.

    (4) Listenin tamamı için bkz. Bozarslan, M. Emin (der.), 1986, Jîn, Kovara Kurdî-Tirkî Kürdçe-Türkçe Dergi 1918-1919, Uppsala: Weşanxana Deng, Cilt 3, s. 511.

    (5) Şark Islahat Planı ve ön raporları için bkz. Bayrak, Mehmet, 2009, Kürtler’e Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı, Ankara: Öz-Ge Yayınları.

    (6) İsmet Paşa’nın raporu için bkz. Öztürk, Saygı, 2007, İsmet Paşa’nın Kürt Raporu, İstanbul: Doğan Kitap.

    (7) Bugün bazılarına garip gelebilir, ama o dönemde Bayburt, Erzincan, Sivas ve Malatya gibi Dersim’e komşu yerleşim birimlerinde Alevilik, çoğu kez Kürtlükle eş anlamlı olarak kullanılırdı. Bu özdeşlik esas olarak 1938’deki Dersim katliamından sonra kırılabilmiştir. Fevzi Çakmak, bu olguyu Erzincan örneğinde şöyle özetliyor: “Erzincan merkez ilçesinde 10.000 Kürt vardır. Bunlar Alevîlikten faydalanarak Türk köylerini Kürtleştirmeye ve Kürt dilini yaymaya çalışmaktadırlar. Birkaç sene sonra Kürtlüğün bütün Erzincan’ı istilâ edeceğinden endişe edilebilir. Örfen Türk, fakat Alevî olan birçok Türk köyleri, Alevîliğin Kürtlüğü ifade ettiği zihniyeti ile ana lisanlarını terk ederek Kürtçe konuşmaktadırlar.” Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, c. II; İstanbul: Kaynak Yayınları, 1992, s. 131.

    Not: Yazı dizisinin 5. bölümünde yer alan “İstanbul Hükümetiyle KTC temsilcileri arasında yapılan ve Kürdistan’a otonomi verilmesiyle neticelenen görüşmeler….” şeklindeki ifadede yanlışlık olmuştur. Kürdistan Teali Cemiyeti’yle otonomi konusunda anlaşan İstanbul Hükümeti değil, hükümeti destekleyen Hürriyet ve İtilaf Partisidir. Yanlıştan ötürü özür dilerim.

    http://m.gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1965-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-6

  65. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-7
    Cemil Gündoğan

    Geçen bölümlerde Türkiyelileşme denilen olgunun en az beş alanda dayanakları bulunduğunu belirtmiş ve bu alanlardan birini oluşturan Türklerle Kürtler arasındaki ilişkilerin tarihsel gelişim seyrine örnek olarak 1915’teki Hıristiyan soykırımıyla Türkiyelileşme arasındaki ilişkiyi özetlemiştik.

    Peki nasıl oluyor da bu kadar geniş kapsamlı bir sorun, PKK muhalifi bazı Kürt milliyetçileri ile şu sıralar PKK’yle birlikte yürüyen bazı Türk solcuları tarafından, etkisi, yuvarlak rakamlarla 1974-1990 arasında hissedilmiş olan PKK’nin sosyalist ideolojisiyle izah edilmeye çalışılıyor?

    Bu sorunun birden fazla cevabı var. Hemen akla geleni, sözü edilen grupların konuyla ilgili gerçekler hakkındaki yeterince bilgi sahibi olmamalarıdır.

    Böyle bir açıklama, tek tek insanlar bakımından belki doğru olabilir; ancak genel bir iddia olarak gerçeği yansıtmaz. Zira anılan gruplar içinde bu yazı dizisinde bahsedilen verilerden haberdar insanlar vardır.

    Bununla birlikte söz konusu verileri yorumlamayla ilgili teorik bir sorundan söz edilebilir. Bu çok boyutlu sorunun değinmeden yapamayacağımız nitelikteki ilk boyutu, tarih yazımının metodolojisiyle ilgilidir.

    Konu geniştir ve üzerine epeyce yazılmıştır. Dolayısıyla iki cümleyle özetlemeye kalkışmak, biraz risklidir. Buna rağmen şunu söylemek gerekiyor: Tarihin belli bir dilimine ait aynı verileri özcü bir ulus yaklaşımıyla okuyup yazdığınızda ortaya çıkacak sonuç ile özcü anlayışlardan mümkün olduğunca arınarak okuyup yazdığınızda ortaya çıkacak sonuç bir birinden farklı olacaktır. Keza bugün Kürtlere, Türklere, Ermenilere vb. öngördüğünüz geleceğe ilişkin farklılıklar da düne ait aynı verileri çok farklı biçimlerde fark etmek, anlamak, kurgulamak ve sunmak şeklinde sonuçlar doğuracaktır. Şu sıralar piyasada etkili olan özcü bakış açıları ve saf etnik gruplara dayalı gelecek tasavvurları, ne yazık ki adına Türk, Kürt, Ermeni, Süryani, Sünni veya Alevi dediğimiz grupların dünkü durumlarını, iç ayrımlarını ve bu ayrımların söz konusu grupların birbirleriyle olan ilişkilerine olan etkilerini vb. anlamaya pek elverişli değildir. Sözünü ettiğimiz teorik sorunun ilk boyutu bununla ilgilidir.

    Bu yazı dizisini daha doğrudan ilgilendiren ikinci boyut ise bir sosyal hareketin gerçekliği ve eylemleriyle o hareketin söylemleri arasındaki ilişkinin nasıl görülmesi gerektiğiyle ilgilidir.

    Daha önce de değinildiği üzere buradaki en önemli sorun, bir sosyal hareketin gerçekliğini, o hareketin söylemlerinin düz anlamlarına eşitlemekten kaynaklanıyor. Mesela PKK, “Biz iktidar istemiyoruz.” dediğinde, buradan PKK’nin gerçekten de iktidar istemediği sonucu çıkarılıyor (Tabii ki PKK içinde iktidardan gerçekten de nefret eden insanlar olabilir). Oysa sabah akşam bu lafı söyleyen PKK, bizatihi iktidarın cisimleşmiş halidir. Hem de küresel ölçekte örgütlenmiş ve çoğu durumda askeri disiplinle işleyen bir Kürt iktidarı.

    Böyle olması iyi midir, kötü müdür? ya da böyle olmasının PKK’nin başarıları üzerinde etkisi var mıdır, yok mudur? türünden soruları tartışmıyorum. Bunlar ayrı konular ve nerede durduğunuza bağlı olarak değişecek cevaplar gerektirir. Burada yapılan, mevcut durumu tespit etmeye çalışmaktan ibaret: PKK, bugün Kürtlükle tanımlanan belli bir alanda ekonomik, siyasi, askeri ve hatta kısmen kültürel iktidarı temsil etmektedir ve bu iktidarını en azından on beş yıldır “Biz iktidardan nefret ediyoruz” ifadesi eşliğinde koruyup genişletmektedir!

    Peki, PKK, iktidar kavramını olumsuzlayarak iktidar olan veya olmaya çalışan yeryüzündeki ilk sosyal hareket midir?

    Özel olarak bu konuyu araştırmadım; ama içimden bir ses “Evet öyledir,” demek için fazla acele etmemek gerektiğini fısıldıyor. Esasen bu soru, konumuz bakımından fazla önemli de değildir. Önemli olan, bir iktidar eyleminin, bazı koşullar altında, bizzat iktidar kavramına karşıtlık üzerinden şekillendirilen bir söylemi bile kullanabileceğini bilmektir.

    İktidar kavramına karşıtlık üzerine kurulu bir söylemin, iktidar elde etmek için uygun bir söylem olmadığı ileri sürülebilir. Bu, makul görünüyor. Ancak yalnızca iktidar karşıtı ifadelerinden kalkarak PKK’nin gerçekten de iktidar istemediğini söylemek yanıltıcı olacaktır. Birinci görüş, genel bir önerme olarak akla yatsa da ikinci görüş teorik bir yanlışı ifade eder. Çünkü bir sosyal hareketin gerçekliği ile o hareketin söylemi arasında zaman zaman terslikler oluşması, anormal bir durum değildir. Dolaysıyla bir hareketin gerçeğini anlayabilmenin yolu, onun ifadelerinin düz anlamlarına değil, bu ifadelerin nerede durularak, kime karşı, hangi kısa ve uzun vadeli amaçlarla söylendiğine, hangi araçlarla ifade edildiğine… kısacası hangi koşullar altında dile getirildiğine bakmaktır. Sözü edilen Kürt milliyetçileriyle Türk solcularının bakışlarında bu noktada bazı sorunlar vardır. Onlar PKK’nin gerçeğini, onun ifadelerinin düz anlamlarından ibaret görüyorlar.

    Özetlersek; tarih yazımı alanına giren bazı teorik ve metodolojik sorunlar ile bir sosyal hareketin gerçekliği ve onun söylemi arasındaki ilişkilere dair teorik sorunlar, girişteki soruya verilebilecek cevaplardan ilkini oluşturuyor.

    İkinci cevap, çarpıtmayla ilgilidir. Burada ise, bir sosyal hareketin gerçeğini o hareketin sözlerinin düz anlamıyla izah etme çabasından çok, bu sözlerin herhangi bir andaki anlamlarından birine bilinçli bir şekilde sabitleme gayreti söz konusudur. Sabitlenecek yer, sabitlemeyi yapanın istek ve ihtiyaçlarınca belirlenir. Sabitleme ise bu yere uygun biçimde yaratılan bir anlamla gerçekleştirilir. Böyle bir anlam, verili gerçeklerin istek ve ihtiyaçlara uygun biçimde kurgulanmasıyla mümkündür ki bu işlem, bazı durumlarda gerçekleri açık biçimde çarpıtmayı da içerir. Girişteki soruya verilebilecek bir diğer cevap, bu türden ideolojik faaliyetlerle ilgilidir.

    PKK’nin Türkiyelileşmeyle ilgili ifadeleri, bugün en az iki yönden böyle bir ideolojik işleme tabi tutulmaktadır: Türk solcuları ve Kürt milliyetçileri yönünden. Buradaki dikkat çekici noktalardan biri, zıt kutuplardan gelen söz konusu faaliyetlerin aynı ön kabulden yola çıkıyor olmasıdır: Sosyalizm ve Türkiyelileşme kavramları arasına konulan eşitlik. Zira iki taraf da sosyalizmin Türkiyelileşmek anlamına geldiğini var sayıyor.

    Aynı ortak varsayımdan birbirine zıt iki ifade çıkarmak, kolay olmasa gerek. Taraflar bu zorluğu söz konusu kavramlara yükledikleri değer yargılarıyla aşmaya çalışıyorlar: Türk sosyalistleri, Türkiyelileşmeye olumlu bir değer yükleyip bunu olumlu değer yükledikleri bir başka kavramla, yani sosyalizmle izah ederken; Kürt milliyetçileri, Türkiyelileşmeye olumsuz bir değer yükleyip bu olumsuzluğu veba kadar tehlikeli gördükleri bir diğer olumsuzlukla, yani sosyalizmle izah ediyorlar.

    Oysa bu yazı dizisiyle gördük ki, Türkiyelileşmenin ardında yatan belirleyici faktör, sosyalizm değildir. Tersine, sosyalizmin Kürt hareketine ideolojik etkisi –ki esasen 1960’ların ortalarından 1990’ların başına kadar olan dönemde hissedilmiştir- Kürt hareketini radikalleştirmek ve Türkiye’den uzaklaştırmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bir diğer deyişle, her iki ifadenin de üzerine inşa edildiği temel varsayım olgusal temelden yoksundur. Bu durumda iki tarafın yaptığı da olguların çarpıtılmasına dayalı ideolojik bir faaliyet halini almaktadır. Bir taraf, olmayan bir şeye olumlu bir mana yükleyerek PKK gerçekliğini buna sabitlemeye çalışırken; diğeri, aynı olmayan şeye bu kez olumsuz bir mana yükleyerek PKK’yi bu olumsuz ifadeye sabitlemeye çalışmaktadır. Buradan anlıyoruz ki tartışılan konu, Kürt hareketinde Türkiyelilikle sosyalizmin ilişkisi değil, tarafların PKK’yle olan kendi ilişkileridir. Taraflar, Türkiyelilikle sosyalizm arasındaki ilişki üzerinden gerçekte kendileriyle PKK arasındaki ilişkiyi konuşmaktadırlar. Bütün o olgusal temelden yoksun iddialar burada işlevsel hale gelmektedir.

    Gelecek yazıda kısaca meselenin bu boyutuna da değinerek konuyu bağlayalım.

    2015-07-11

    http://m.gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/1995-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-7

  66. Türkiyelileşmek: Kimin Günahı, Kimin Sevabı-8
    Cemil Gündoğan

    Geçen bölümde, bir kısım Türk solcusuyla bir kısım Kürt milliyetçisinin PKK’nin Türkiyelileşme söylemini onun sosyalizmiyle izah etmesinin, olgusal temellere dayanan bir analiz olmaktan ziyade, ideolojik boyutları bulunan bir faaliyet olduğunu ve bununla bir bakıma kendilerinin PKK’yle olan ilişkilerini izah etmeye çalıştıklarını belirtmiştik. Esasen bu, sadece bir izah meselesi de değildir, aynı zamanda bir kurma ve düzenleme ameliyesidir de. Türk soluyla başlayalım.
    Türk solunun bir kısmı bugün PKK ile birlikte yürümek istemektedir. Bu yürüyüşü bazen gerekçelendirebilmek, bazen de güçlendirebilmek için PKK’nin gerçekliğini onun Türkiyelilik söylemine eşitlemekte ve buradaki çakışmayı da PKK’nin bir zamanlar şampiyonluğunu yaptığı sosyalizmle izah etmeye çalışmaktadır.
    Biraz geriye doğru gidersek, bu davranışın bugün PKK’ye karşı açık düşmanlık siyaseti güden bazı solcular tarafından da sergilenmiş olduğunu görürüz. Mesela bugün PKK’ye MHP ağzıyla saldıran Perinçek ekibi, yuvarlak hesapla yirmi yıl önce PKK için bugün PKK’yle birlikte yürümek isteyen grupların söylediklerine benzer ifadeler kullanırdı. Keza bugün PKK’nin Türkiyelilik söylemini onun sosyalizmiyle veya aşağıdanlığıyla (maduniyet) gerekçelendirerek olumlayan grupların bir kısmı da o dönemlerde değişen dozlarda olmak kaydıyla PKK karşıtı bir tutum sergilerlerdi. Buradan çıkan sonuç şudur ki, PKK’yi Türkiyelilik söylemi gerekçesiyle olumlamak, PKK’nin özüyle ilgili bir ifade olmaktan daha çok ilgili grubun (veya kişinin) PKK’yle olan ilişkisine dair bir ifadedir. Ve bu ilişki, son tahlilde kendisini sarmalayan koşullar bütününün ürünü olduğundan hayli değişkendir. Nitekim bugün itibarıyla solcular arasında en az üç farklı tavır tespit edilebilir:
    Birinci tavır, genellikle gençliklerindeki romantizmi iyi-kötü koruyan, ideallerine bağlı eski Türk solcuları arasında görülür. Bu tür solcular, PKK’nin tarikatı andıran örgütlenme modelini ve bazısı artık komik bile sayılamayacak kadar çağ dışı kalmış görüş ve pratiklerini (örneğin, Öcalan’ı kutsamak için çığırdıkları “Canımızla, kanımızla, ruhumuzla seninleyiz ey Başkan!” sloganını) ilkel bulurlar. Buna karşılık, başta kadınlarla ilgili kazanımlar olmak üzere, PKK’nin kitleleri harekete geçirmedeki başarıları ile PKK’li gençlerin adanmışlıklarını, fedakarlıklarını ve kararlılıklarını hayranlıkla izlerler. Bu tür solcular, PKK’nin devlet ve iktidar reddiyesiyle ilgili ifadelerini kendi ideallerine yakın bulur ve bu ifadelerin PKK’nin gerçek durumunu yansıttığına inanırlar. Ya da böyle olduğuna dair tereddüt taşısalar bile PKK’yi, PKK’nin sözleriyle tarif edip tanımlamanın, özel olarak PKK’yi, genel olarak da Kürtleri sözü edilen idealler doğrultusunda etkileyip ilerletmek bakımından yararlı olacağını düşünürler.
    Meselenin böyle boyutları olmakla birlikte, bunu sadece faydacı veya araçsalcı bir tutum olarak tanımlamak doğru olmaz. Zira bu tür solcular ezilen bir grup olarak Kürtlerin davasını ezilenlerin davası olarak görür ve mümkün olduğunca Kürt hareketiyle birlikte yürümeye çalışırlar. Konunun böyle bir ideolojik boyutu da vardır. Bütün yanlışlık ve eksiklikleriyle bu solcular, İspanya iç savaşından Vietnam savaşına kadar örneklerine rastladığımız enternasyonalist geleneğin Türkiye’deki temsilcileridir. Bazı Kürt milliyetçilerinin yemin-billah bizleri bütün Türk solcularının Kürt düşmanı olduğuna inandırmak istemelerine bakmayınız; böyle solcular gerçekten vardır ve bunlar, Türk dediğimiz topluluğun yüz akını oluşturur. Bu tür solcuların sembol ismi, akademinin prestijli dünyasını terk edip Kobani direnişine katılan ve orada toprağa düşen Suphi Nejat Ağırnaslı’dır.
    Bunların tam karşı kutbunda, Türk bürokrasisiyle değişen düzeylerde ideolojik, politik, kültürel -ve bazı iddialara göre örgütsel- ortaklıkları olan Türk solcuları yer alır. Bu tür solcular, Türk devletinin birliğine ve dirliğine büyük önem verirler. Bu birlik ve dirlik uğruna çekemeyecekleri çile, çiğnemeyecekleri ilke yok gibidir. Bu gibilerinin PKK’ye karşı tutumları, çoğunlukla devletle olan ortaklık alanlarının genişliği tarafından belirlenir. Alan genişledikçe Kürt hareketiyle aralarındaki mesafe de artar. PKK’nin Türk devletiyle uyumlu bir dil kullandığı dönemlerde -PKK’yi yönlendirme umudunun da dürtmesiyle- PKK’ye yaklaşır, onun Türkiyelilik söylemine güzellemeler düzerler. PKK pratikte pozisyon değiştirmeye başladığında ise –hele onu yönlendirme umudunu da yitirmişlerse- yollarını PKK’den ayırır ve ona cepheden saldırmaya başlarlar. Değişik tonlarda olmak kaydıyla bu tavrı takınan epeyce grup veya kişi vardır. Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ü bu tutumun simge isimleri olarak anabiliriz.
    Üçüncü tavır ise yukarıda özetlenen iki tavır arasında yer alır ve son tahlilde fırsatçılık ve kariyerizmle karakterize olur. İkili bir özellik taşıyan bu son kategorideki solcular, bir yandan sosyalizmin ezilen ulusun kurtuluş hareketiyle dayanışma öngören görüşlerinden etkilenmişlerdir ve –kimsenin kalbindekini bilemeyiz ama- muhtemelen en mahrem anlarındaki vicdan muhasebelerinde, bu kavgada Kürtlerin yanında yer almak gerektiğini kendi kendilerine fısıldarlar. Ama bu kadarı onların davranışlarını belirlemeye yetmez. Kişisel veya grupsal çıkarlarını maksimize etme dürtüsü de önemli bir harekete geçirici olarak iş görür. Mesela gelecek seçimlerde milletvekili olabilmek veya milletvekili adayı gösterilerek toplumdaki tanınırlık düzeyini arttırmak isterler, mesela PKK’ye yakın belediyelerde bir iş edinme umudu taşırlar, mesela bir dernekte yönetici bir pozisyona gelmeyi tasarlarlar, mesela PKK medyasında köşe yazmayı veya buna aday bir konuma ulaşmayı hedeflerler, mesela Kürt hareketinin imkânlarıyla tanıtım yapmaya veya muhalif hareket içinde adı anılan bir kişi haline gelmeye çalışırlar vs.
    Yukarıda anlatılanlar, PKK’nin Türkiyelileşme söylemini onun sosyalizmiyle izah eden en az üç değişik solcu tipi olduğunu ve bunların her birinin böyle davranma gerekçesinin birbirinden farklı olduğunu gösterir. Durumun doğru tespit edilebilmesi için bu farkların doğru biçimde analiz edilmesi gerekir. Fakat Kürt cephesinde her zaman bu yönlü bir ayrıştırma çabası görülmez. Özellikle de bu yazıya konu olan Kürt milliyetçileri cephesinde böyle bir çaba neredeyse hiç yoktur. Onlar, söz gelişi birinci gruptaki solcuları pek anmazlar. Tersine, bunları elden geldiğince gözden kaçırmaya çalışırlar. Kaçacak yer kalmadığında ise bu solcuların eylemlerini özel değeri olan çabalar olarak değil, sosyalist ideolojinin onlara farz kıldığı bir tür dini vecibe olarak sunmayı tercih ederler. Böylece bu solcular, Kürtlere karşı analarından borçlu doğmuş ve ödedikleri her borç sadece yeni borçlar üreten bir tür kader mahkûmuna dönüştürülmüş olur.
    Fakat tablonun geneline bakıldığında, Kürt milliyetçilerinin kendi vicdanlarını rahatlatmaya yönelik bu çarpıtmasına bile şükredesi geliyor insanın. Zira bazı Kürt milliyetçileri, birinci gruptaki solcuları, ikinci grubun sık sık giyip çıkardığı halk düşmanlığı elbisesi içinde takdim ederler. Kürt medyasında olur olmaz zamanlarda gördüğümüz Türk solunu Doğu Perinçek’e eşitleyen yazılar bunun örnekleridir.
    Şunu da eklemek gerekir ki, bir Kürt milliyetçisinin, Nejat Ağırnaslı’ya Doğu Perinçek elbisesi giydirebilmesi, sadece ahlaki kokuşmuşlukla ilgili bir sorun değildir. Bu, PKK’yi gerileterek kendine alan açmayı hedefleyen ideolojik bir faaliyettir aynı zamanda. Burada ahlakın sınırını zorlayan şey politik hesaplardır.
    PKK’yi geriletme umudu taşıyan, fakat Suphi Nejat Ağırnaslı’ya Perinçek elbisesi giydirebilecek kadar vicdanı kararmamış bazı Kürt milliyetçileri ise bu amaçlarına, bütün Türk solunu üçüncü gruptaki fırsatçılara ve kariyeristlere eşitleyerek ulaşmaya çalışıyorlar. Fakat böyle yapmakla, sadece sapla samanı karıştırmış ve dedikodu, karalama ve suçlama furyasına biraz daha taze kan pompalamış oluyorlar. Maddi dürtülerin veya sembolik kazanç umutlarının insan davranışları üzerinde etkileri tartışılmazdır; ancak bir sosyal aktörü sadece bu dürtülerle izah etmek, karikatür bir materyalizmden ibarettir. İşin ilginç yanı ise bu tür kaba materyalist tezleri savunanların önemli bir bölümünün aynı zamanda hoyratça sosyalizm karşıtlığı yapan kişiler olmasıdır. Bu durum, Kürt hareketini kuşatan düşünce evreninin ne tür çelişkilerle ve kaba-sabalıklarla dolu olduğunu göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.

    Kürt Milliyetçileri ve Türkiyelileşme

    Yukarıda anlatılanlar, sözü edilen Kürt milliyetçilerinin Türk solu üzerinden PKK’ye yönelttikleri eleştirilerin önemli bir bölümünün olgusal temelden yoksun olduğunu gösterir. Ancak bütün sorun bundan ibaret değildir. Bunun kadar önemli olan bir diğer sorun, Türk soluna bu tür eleştiriler yönelten Kürt milliyetçilerinin bu eleştirilerini PKK’nin Türkiyelileşme söylemi üzerinden dile getiriyor olmalarıdır. Bu eleştirileri okuyanlar, sözü edilen Kürt milliyetçilerinin Türkiyelileşmenin amansız düşmanı olduklarını zanneder. Oysa gerçek böyle değildir. Yazının önceki bölümlerinde daha geniş biçimde açıklamaya çalıştığım gibi, Kürt hareketinde Türkiyelileşme tavrına yatkınlık söz konusu olduğunda şampiyonluk Kürt solcularında değil, Kürt milliyetçilerinde olagelmiştir.
    Bu tarihsel gerçek günümüzde de fazla değişmemiştir. Bugün Kürdistan’da bağımsız bir devlet kurulmasını savunan güçlü bir Kürt örgütü yoktur. Bu görüş günümüzde örgütlerden ziyade tek tek Kürt aydınları tarafından dile getirilmektedir. İlginç olan şudur ki, bu aydınların ezici çoğunluğu Rizgarî, Kawa, KUK, Tekoşîn, KİP ve Özgürlük Yolu gibi 1970’lerde kendilerini sosyalist olarak tanımlayan Kürt örgütlerden gelen kişilerdir. 1970’lerde kendini Kürt milliyetçisi olarak tanımlayan TKDP geleneğinin devamındaki oluşumlarda ise –tek tük aykırı sesler duyulsa bile- bugün de esas olarak Türkiye ile birlik savunulmaktadır.
    Ama daha da önemlisi, TKDP geleneğinin mevcut konjonktürdeki motor gücü olan Barzani’nin de aynı çizgide olmasıdır. Barzani’nin şimdiye kadar Türkiye Kürtleri için bağımsızlık istediğini duyan olmamıştır. Tersine, Türkiye söz konusu olduğunda Barzani AKP’yle iş tutmaktadır. Bugün Kürtlere savaş ilan etmiş olan AKP’yle.
    Barzani’nin Türkiye ile işbirliği politikasının doğru olup olmadığı ayrı bir yazının konusudur. Merak edenler için şu kadarını söyleyeyim ki, Güneyli Kürtlerin Türkiye’ye karşı gözü kara bir karşıtlık politikası gütmesi, mevcut koşullar altında Kürtlerin yararına değildir. Güney Kürdistan, kendisinin ABD ve AB’yle olan ilişkilerine zarar vermeyecek ve kesinlikle PKK’ye karşı bir eyleme dönüştürmeyecek şekilde Türkiye’yle işbirliği yapabilir. Bu iki koşula riayet eden bir politika –hareket alanı çok geniş olmasa da- genel planda hem Türklerin hem de Kürtlerin yararınadır. Barzani’nin her zaman bu iki koşula uygun hareket ettiğini söylemek zordur, fakat şimdiki konumuz bu değildir. Konumuz, kendi öz güçlerinden ziyade, Barzani’nin maddi ve manevi desteğine ilaveten onun Türk devletiyle olan ilişkilerinin getireceği umulan korumaya sığınarak kendine politik bir alan açmaya çalışan bazı Kürt milliyetçilerinin, Barzani’nin de Türkiye Kürtlerine Türkiyeci bir politika önerdiğini unutup PKK’yi Türkiyelileşmekle suçlamalarıdır.
    Bu son gruba AKP’nin, PKK’yi kuşatmak amacıyla açtığı sınırlı sayıdaki arpalığa doluşmuş ya da bütün mesaisini bu arpalıklarda bir yer kapmaya hasretmiş bazı Kürt milliyetçilerini de ekleyebilirsiniz. AKP sofrasına dizilmiş bu çorbacı milliyetçiler de bazen PKK’yi, onun Türkiyelileşme söylemi üzerinden vurmaya çalışıyorlar. Ama bu kadarı artık komedinin alanına giriyor.
    Özetle, Kürdistan’ın Türkiye’den ayrılarak bağımsız bir devlet olmasını savunan az sayıda Kürt aydını dışında PKK’ye Türkiyelileşmeyle ilgili eleştiri yönelten Kürt milliyetçilerinin büyük çoğunluğu Türkiyecidir. Bu durum, Türkiyelileşme tartışmasının, Kürt milliyetçileri cephesinden aslında Türkiyelileşmeyle ilgili bir tartışma olmadığını gösterir. Bu tartışma, Kürt milliyetçilerinin PKK’yi gerileterek Kürt pazarında kendilerine yer açma istek ve eylemleriyle ilgili bir tartışmadır. Onlar, bu mücadeleyi Türk soluna saldırı üzerinden gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
    Neden başka bir yolun veya alanın değil de Türk soluna saldırı alanının tercih edildiği ve bu tercihin ne tür çelişkiler ve sorunlar barındırdığı uzun bir konudur. Şimdilik şu kadarını ekleyebiliriz ki, Kürt milliyetçilerinin PKK karşısında alanda kendine yer açma isteği ve mücadelesi meşrudur. Yanlışlık, bu mücadelenin olgulara dayanmayan bir teze dayanarak, AKP’ye yaslanarak ve ayrım yapmaksızın Türk solunu şeytanlaştırarak yürütülmesindedir. Ne Türk solu bu propagandada resmedildiği gibi tek bir renkten oluşmaktadır ne de PKK’nin Türk solcularıyla olan ilişkileri değişmezdir. Bu ilişki hem içerik hem de kapsam olarak sürekli değişir. Son kırk yıllık pratiğe baktığımızda bunu görmekte zorlanmayız. Daha da önemlisi, bütün söylemler gibi PKK’nin bugün kullandığı Türkiyelileşme söylemi de PKK’nin değişmediği varsayılan özünden çok, koşullara bağlıdır. Böyle olduğunun kanıtları, bizzat yirmi yıl öncesine kadar katı bağımsızlıkçı bir söylem kullanan PKK’nin kendi pratiğinde bulunabilir. Özcü teoriler sosyal bilimlerin çürük tahtalarındandır.

    Kürt Hareketi ve Türk Solu

    Gelelim Türk solu cephesine. Türk solunun Kürt hareketiyle ilişkileri oldukça geniş bir konudur. Bu nedenle aşağıda yazılanların önemli eksiklik ve atlamalar içerdiğini peşinen belirtmek gerekiyor. Buna rağmen konuyla ilgili genel bir perspektif ortaya koymak bakımından işe yarayacak birkaç hususu sıralamakta yarar var.
    Kürt hareketi ve Türk sol hareketi değişik toplumsal zeminlerden beslenen iki farklı sosyal harekettir. Bunlardan birincisi, modernleşme özlemi taşıyan yoksul ve orta tabaka Kürtlere yaslanırken; ikincisi, refah toplumu ve demokrasi özlemi içindeki Türk küçük burjuvazisi ile Sünni-Türk devletin ötekileştirdiği bazı kültürel gruplardan (Aleviler gibi) beslenir.
    Bu farkın bir ifadesi olarak Kürt hareketiyle Türk sol hareketinin temsil iddiasında olduğu toplumsal kesimler de birbirleriyle çakışmaz. Kürt hareketi tüm Kürtleri temsil ettiğini iddia ederken, Türk solu işçi sınıfını ve Türkiye’deki ezilenleri temsil ettiğini iddia eder. Buradaki ezilenler kavramının Kürt ezilenlerini de içerdiği açıktır ama bunun pratikte bir karşılığı yoktur. Çünkü Türk solu, Kürt hareketi tarafından solun en güçlü olduğu anda Kürdistan’dan tasfiye edilmiştir. 1978’ten sonra Kars’tan Antep’e kadar uzanan ve Türklerle Kürtlerin sınırını oluşturan, yani etnik ve dinsel planda heterojen olan iller dışında Kürdistan’da Türk solu kural olarak bitmiştir. Bir diğer deyişle Türk solunun Kürdistan’dan tasfiyesi, 12 Eylülle gelen örgütsel çöküşle değil, Türk solunun Kürtlere ilişkin iddiasının bu hareketin en güçlü olduğu anda boşa çık(arıl)masıyla ilgili bir sonuçtur.
    İki hareketin tarihsel şekillenişleri arasında da önemli farklılıklar vardır ve bu farklılıklar giderek kültürel bir renge bürünmeye başlamıştır. Birer etnik grup olarak Kürtlerle Türkler arasındaki kültürel farklardan bahsetmiyorum, iki hareketin birbirlerinden giderek uzaklaşan ethoslarından bahsediyorum. Örneğin, bugün bir Kürt militanı için her işin başında okunması gereken besmele niteliğindeki “Canımızla, kanımızla, ruhumuzla seninleyiz ey Başkan!” sloganı, bir Türk solcusuna muhtemelen Amazon yerlilerinin ayinlerindeki ritüellere benzer bir şey gibi görünür. Gerçi Öcalan’ın her dediğinde büyük keramet gören Türk solcuları da vardır. Özellikle de Öcalan’ın Kürtleri aşağılayan veya Kürtleri basitçe ve yalnızca Türklerin Ortadoğu’daki yedek gücü derekesine indiren ifadelerine büyük felsefi anlamlar atfeden Türk solcusu hiç de az değildir. Ama bu solcuların, bütün bu yüksek(!) fikirlerine rağmen Öcalan’ı kendi liderleri olarak görmeyip, onu sadece kendilerinden akıl almaya muhtaç bir köylü lideri olarak görmelerinden anlarız ki, aslında onlar da bu ilkellikleri sadece Kürtlere layık şeyler olarak görmektedir. Ama değişik boyutları olan bu mesele de ayrı bir yazının konusudur.
    Her iki hareketin faaliyet ve etkinlik sahaları arasında da ortaklık kalmamış gibidir. Türk solu daha çok batıdaki ve güneydeki sahil illerinde, yani Avrupai Türkler arasında zemin bulabilirken (Sivas-Kütahya parantezindeki Asyatik Türklerin etkinliğindeki bölgeler kural olarak sola kapalıdır), Kürt hareketi Türkiye Kürdistan’ında yoğunlaşmıştır; ama İran, Irak ve Suriye Kürdistanlarında da faaliyet yürütmektedir. Hatta son iki yılda Suriye Kürdistan’ında gözlediğimiz üzere PKK’nin diğer parçalardaki faaliyetleri bazen Türkiye’dekine oranla daha fazla öne çıkabilmektedir. Dolaysıyla Türkiye’nin batı illerine göçmüş Kürtlerin yaşadığı mekânlar ile Avrupa kentleri hariç tutulursa Kürt hareketiyle Türk solunun elleri birbirine değmemektedir.
    Buraya kadar sıralananlar iki hareketin sosyal bileşimi ile konumlanışları arasındaki farklara ilişkindir ve bunların sayısı arttırılabilir. Bu farklılıklar, PKK’nin Türkiyelileşmeyle ilgili söylemlerinin onun aslında bir Türk partisi olduğunu kanıtladığını ileri süren görüşlerin olgusal temellerden yoksun olduğunu gösterir.
    Böyle olmakla birlikte, bu iki hareket mevcut konjonktürde birbirlerine muhtaçtır ve ortak bir siyasal kulvar açmak, bugün politik olarak hem Kürt hareketinin hem de Türk solunun yararınadır.
    Bu birbirine muhtaç olma halinin “ezilenlerin dayanışması” gibi şimdilerde dudak bükülüp geçilen kavramlarla ilgili boyutları da vardır. Ancak ben burada bu tür ideal durumlardan veya ideolojik kavramlardan değil, tamamen reel politiğin gereklerinden hareket eden bir tablo çizmek istiyorum. Böylece bu iki güç arasında işbirliğinin özel olarak ideolojik bir yakınlık gerektirmediğini daha rahat görebiliriz. Soruna önce Kürt hareketi açısından bakalım.

  67. Merkezde Çöküş İhtiyacı

    Kürt hareketi, yukarıda değindiğim gibi, 1970’lerin sonlarında radikal Türk solunu Kürdistan’dan tasfiye etmişti. 1990’larda bu tasfiyeye CHP’yi ekledi. Son seçimlerle birlikte Kürdistan’daki son siyasal Türk gücü olan AKP’yi de tasfiye sürecine soktu. Bu açıdan bakıldığında Kürt hareketinin Kürdistan’da neredeyse rakipsiz bir politik güç olmaya doğru gittiği söylenebilir.
    Böyle olmakla birlikte, Kürt hareketi kazanımlarını güvence altına alıp kalıcı hale getirebilmiş değildir. Ve her şey şunu gösteriyor ki, bunu gerçekleştirebilmenin yegâne şartı, Türkiye cephesinde yaşanacak bir çözülmedir. Böyle bir çözülme gerçekleşmezse Kürt hareketi ve halkı elde edeceği haklar karşılığında normalden çok daha ağır bedeller ödeyecektir. Bu nedenle Kürt hareketinin bu çözülme işine özel bir dikkat göstermesi gerekiyor.
    Çözülme ise öncelikle merkezde ciddi bir zayıflama veya çökme demektir (Buradaki merkezin sosyolog Şerif Mardin’in kullandığı manadaki Merkez’le bir alakası yoktur). Bu, gerekli şarttır. Yeterli olabilmesi için Kürt meselesiyle ilgili toplum katında bir çözülüşle tamamlanması gerekir. Fakat ikinciye ulaşabilmek de kısmen birincisine bağlı olduğundan öncelikle merkezdeki çözülmeye bakmamız gerekiyor.
    Teorik planda ele alındığında merkezdeki zayıflama veya çöküş şu üç yoldan biri veya birkaçının aynı anda gerçekleşmesiyle olur:
    1-Merkezi oluşturan güçlerin dış güçlerle çatışması veya savaşması.
    2- Merkezi oluşturan güçlerin kendi aralarında çatışmaları veya savaşmaları.
    3- Merkezi oluşturan güçlerle onların dışladığı ve ezdiği toplumsal güçler arasındaki çelişki ve çatışmaların derinleşip yaygınlaşarak merkezi işlemez hale getirmesi. (Kastedilen Kürtler dışındaki güçlerdir.)
    Biliyoruz ki, birinci şık, yani yabancı bir gücün Türk egemenleriyle çatışması durumu Türkiye için henüz geçerli değildir. Gerçi Erdoğan ve ekibinin yeni-Osmanlıcı hayalleri, dünyadaki bazı güç merkezlerini rahatsız edip Türkiye’nin mevcut egemenleri aleyhine bazı koşullar yaratmıştır. Ama bu rahatsızlıklar, Saddam Hüseyin’e veya Kaddafi’ye yapılan türden bir dış müdahaleye dönüşmemiştir. Dolayısıyla Kürt hareketinin bu alanda yararlanabileceği bazı fırsatlar bulunmakla birlikte, bunlar henüz sınırlıdır. Buradaki sınırlar, Türk egemenlerinin stratejik hesap hatası yaparak dünyadaki güç odaklarıyla açık çatışma siyasetine geçmeleri veya Türk-Kürt anlaşmazlığının yol açtığı çalkantıların Türkiye’yi dünya sistemi açısından ciddi istikrarsızlık üreten bir kaynağa dönüştürmesi durumunda genişleyebilir. Bugün itibarıyla her iki koşulla ilgili belirtiler veya gelişmeler bulunsa da bunlar henüz dış güçlerle açık bir çatışma doğurmaktan uzaktır.
    İkinci şık, yani Türk egemenlerinin kendi aralarında çatışmaları, en keskin haliyle İslamcıların Kemalist devleti fethetmeye çalıştıkları dönemde gündeme geldi. Bu süreçte sadece devlet değil, bir ölçüde toplum da ikiye bölündü. Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasında gözle görülür bir uzaklaşma yaşandı. Bu, merkezin bir ölçüde çözülmesi demekti, nitekim Kürt hareketi açısından olumlu sonuçlar doğurdu. Ne var ki İslamcılar iktidara yerleştikleri oranda Kemalist çekirdekle olan çatışmayı durdurup onlarla ittifak yoluna gittiler. Gerek ideolojik yapıları, gerekse bir siyasi gelenek olarak tarihsel tecrübeleri militarizmle bütünleşmeye çok yatkın olduğundan, İslamcılar bunu yapmakta çok da zorlanmadılar (Bu arada olan, İslamcı hareket ve yapılara “sivil toplum” payesi biçen teorilere oldu). Gerçi merkezdeki çekişme ve çatışmalar bitmiş değildir. Dahası, Gülen cemaatiyle olan kavga, bu çatışmalara yeni bir boyut daha eklemiştir. Ve bu durum merkezdeki kapışmanın bundan sonra da Kürt hareketi açısından bazı fırsatlar yaratma ihtimalinin varlığını gösteriyor. Ancak bunun bir garantisi yoktur. Dolayısıyla Kürt hareketinin başka alternatifler üzerinde de düşünmesi gerekir.
    Bu noktada üçüncü şık gündeme geliyor. Yani merkezin, Türkiye’deki muhaliflerle egemenler arasındaki çelişki ve çatışmalardan ötürü zayıflaması veya çökmesi hali. Bu şık, ilk ikisinden farklı olarak, merkezdeki çöküşü halk arasındaki bir çözülme eşliğinde gerçekleştireceği için Kürtler açısından diğer ikisine oranla daha elverişli seçeneği oluşturur. Zira merkezdeki her çökme, Türk halkı arasında Kürt meselesinde mutlaka çözülme yaratmayabilir, merkezdeki kliklerden biri kontrolü ele alarak mevcut durumu bazı değişikliklerle devam ettirebilir. Ama halk arasında ciddi bir çözülme yaşanırsa merkezin kendini yeniden eskisi gibi kurabilme imkânı kalmaz.
    Peki, var mı merkezle çatışacak muhalif gruplar?
    Piyasada varlığını hissettiren güçler şunlar: MHP, İslamcılar, liberaller, Aleviler, sol hareket ile feministler ve çevreciler türünden görece marjinal gruplar.
    MHP’yi geçiyoruz; zira mevcut koşullarda Kürt hareketine alan açma ihtimali olan bir iç çatışmanın içine girmeyecek, tersine Kürt hareketiyle çatışarak gelişme yolunu tercih edecektir.
    İslamcılara gelince, onlara muhalif niteliği atfeden yorumcular hâlâ vardır. Özellikle de İslamcı iktidardan beslenen veya bu yönde bir beklenti içindeki olan Türk liberalleriyle Kürtler arasında. Ancak daha referandum günlerinde yazdığım gibi, İslamcılar artık Türkiye’nin egemenleri arasındadır ve dolayısıyla her türlü hak, artık İslamcılarla mücadele edilerek alınacaktır (ya da alınamayacaktır). Hem Kürtler hem de Türkler açısından durum budur. İslamcı hükümetin şimdilerde Kürtlere karşı yürüttüğü savaş bunun bir ifadesidir.
    Son grupta sıralanan küçük gruplar önemli toplumsal sorunların taşıyıcısı olmakla birlikte güncel siyaset üzerinde etki sahibi değildirler. Ne tek tek grup olarak ne de topluca bir arada. Bu nedenle bu yazıda onlarla ilgili ayrıntılı bir analiz yapmak gerekmiyor. Zaten bunların önemlice bir bölümü aşağıdaki liberaller kategorisine dahildir ve orada ele alınacaktır.
    Geriye anılmaya değer üç grup kalıyor: Daha iyi yaşam standartlarının ileri bir demokrasiyi gerektirdiğini, demokratikleşmenin ise Kürt sorununun çözümünü zorunlu kıldığını bilen ve bir kısmı da eski Marksistlerden oluşan liberaller, Aleviler ve Kürtlerin de kendi kaderlerini tayin etme hakları olduğunu kabul eden Türk solcuları.

    Bir Partner Olarak Liberaller

    Liberaller –ki genellikle orta, orta-üst tabakalara mensup şehirlilerden oluşurlar- başta medya olmak üzere bazı kilit alanlarda belli bir etkiye sahipler. Bu durum onların Kürt hareketi için iyi bir partner olabileceklerini düşündürüyor. Fakat durum tam olarak böyle değildir. Zira Türkiye’deki liberaller hiçbir zaman örgütlü ve birleşik bir politik güç olamadılar. Son on yıllarda belli düzeyde yaygınlık kazansalar da henüz ciddi bir kitlesel destekleri yoktur. Bu haliyle onları en fazlasından bazı alanlarda etkili bir elit olarak tanımlayabiliriz.
    Bazı alanlarda etkili olmaları onların avantajıdır. Fakat yaslandıkları veya temsil ettikleri sermaye gruplarının devlet kaynaklarına olan derin ve çok yönlü bağımlılığı, bu avantajlarını kullanmalarını sürekli olarak engelliyor. Bu nedenle merkezde etkili olan İslamcılara ve militarizme karşı tutarlı ve kararlı bir mücadele yürütemiyorlar, yalpalayıp duruyorlar. Hâlâ “Türkiye Türklerindir” diye sayıklamaları bunun bir ifadesidir. Bu da bir partner olarak onların dezavantajını oluşturuyor.

    Bir Partner Olarak Aleviler

    Türkiye’deki Aleviler, bir siyasal güç olarak her zaman tartışmalı bir alanı oluşturmuşlardır. Bu yazıda bu kadar geniş bir konunun bütün boyutlarına değinmek mümkün ve gerekli değil. Sadece Kürt hareketi bakımından bir partner olabilme kabiliyetleri yönünden genel bir değerlendirme yapacak olursak, Alevilerin bazı ciddi handikaplar barındırmakla Kürt hareketiyle ortaklık alanları her geçen gün artan bir grup oluğunu söyleyebiliriz.
    Handikap babında sayılabilecek pek çok faktör var. En önemli başlıklar şunlar: Alevilerin görece geç politize olmaları, Alevi hareketinin kendi içinde parçalı bir görünüm arz etmesi, Alevi hareketini oluşturan bazı bileşenlerin eski Kemalist devletle bağlantıda ısrar etmeleri ve nihayet bir kısım Alevi aydınının AKP’nin açtığı küçük arpalıkların çekiciliğine kapılarak yönlerini yitirmiş olmaları.
    Bütün bu sorunlarına rağmen Alevi hareketi zaman içinde giderek artan oranda Kürt hareketine yaklaştı veya yaklaşmak durumunda kaldı. Böyle olmasının esas nedeni, İslamcılığın toplumu fethetme eyleminin Alevilerde varoluşsal kaygılara yol açmış olmasıdır. AKP, kendi dışındaki toplumsal kesimlerin desteğine ihtiyaç duyduğu ilk dönemlerde Alevilerle de flört etmeye çalıştı, hatta bazı Alevi aydınlarını belli arpalıklarda misafir etti. Fakat iktidara yerleştiği oranda Orduya karşı geniş ittifak politikasına duyduğu ihtiyaç azaldıkça açık Sünnici bir elbise giyinmekte sakınca görmedi ve bu da “Alevi açılımı” adı verilen mostralık oyunların sonunu getirdi. Aleviler bu dönemden sonra giderek artan oranda sokak muhalefetine meylettiler. Gezi olaylarına görece yaygın katılımları bunun bir ifadesiydi.
    Alevilerle Kürt hareketi arasında ortaklık alanının genişlemesi de bu döneme denk gelir. İslamcı fetih eyleminin artık toplumun bütün hücrelerinde kendini hissettirmeye başladığı güne kadar Kürt hareketine karşı mesafeli durmaya özen gösteren Alevi dernekleri, söz konusu ontolojik kaygılar arttıkça Kürt hareketiyle giderek artan oranda işbirliği yapmaya başladılar. Daha çok pratik işbirliği niteliğindeki bu yakınlaşmayı Almanya gibi yerlerde daha açık biçimde izleme imkânı bulunuyor. Erdoğan medyasının, Alevi hareketiyle Kürt hareketi arasındaki pratik yakınlaşmayı Alman gizli servisinin ajan faaliyetleri olarak karalaması yeterince açıklayıcıdır.
    7 Haziran seçimlerinde alınan sonuçlar, Kürt hareketiyle Alevi hareketi arasında bir işbirliği gerçekleştirilebilirse bunun her iki taraf açısından da olumlu sonuçlar doğurabileceğini gösterdi. Bu durum Erdoğan kliğini hayli endişelendirmiş görünüyor. Seçim hükümetinde HDP’deki Kürt hareketine mensup milletvekillerini özenle dışlayıp bakanlık için HDP’deki Alevi milletvekilini seçmeleri, iki hareket arasındaki bu yakınlaşmayı sabote etmeye yönelik bir girişimdir. Fakat Türkiye’nin içine girdiği gerilimli ortam iktidarın bu tür taktiklerle sonuç almasını zorlaştırmaktadır.
    Bütün bunlardan bir tek sonuç çıkıyor ki, Aleviler merkezdeki çözülme için Kürt hareketinin görmezden gelemeyeceği bir partner durumundadır. Böyle olmasını koşullayan bir diğer faktör de Alevilerin Türkiye’deki sol hareketi besleyen kaynaklardan birini oluşturmasıdır. Kürt hareketiyle Alevilerin yollarının kesiştiği bu ikinci halkayı anlamak için solun durumuna bakmak gerekir.

    Bir Partner Olarak Türk Solu

    Bir partner olarak solcuların da hem avantajları hem de dezavantajları vardır. En büyük dezavantajları 12 Eylül darbesiyle uğradıkları örgütsel hezimettir. İdeolojik inanılırlık bir diğer sıkıntılı alanı oluşturuyor.
    Ama bir partner olarak solun görmezden gelinemeyecek avantajları da vardır. Ne var ki sol hareket son otuz yıldır geriye doğru gittiğinden bu avantajları görmek zorlaşmıştır. Ve bu durum, Türk solunu Kürt hareketinin müttefikleri listesinden çıkarmak için çırpınan bazı sağcı, muhafazakar Kürtler tarafından istismar edilmektedir. Bu nedenle diğer muhtemel partnerleri anlatırken yaptığımın tersine solun avantajları konusuna biraz daha geniş değinmek istiyorum.
    Kanımca solun bir partner olarak avantajlarından biri, 1970’lerde ete kemiğe bürünen sol kültürdür. Bu kültür, İslamcı yükselişle birlikte toplumun daha geniş kitlelerine daha sempatik görünmeye başlamıştır. 70’lerdeki bazı sekter sloganlardan bahsetmiyorum; özgürlük, eşitlik, bağımsızlık, vicdan hürriyeti, laiklik, dayanışma, ezilenin yanında saf tutma gibi değerler üzerine inşa edilmiş daha kuşatıcı sol kültürden bahsediyorum. Dün, solcuları ortalığı karıştıran “anarşistler” olarak gören birçok insan, bugün, o “anarşistler”in taşıyıcılığını yaptığı bazı değerlerin, sahici bir toplumsal yaşam için çok gerekli olduğunu fark etmeye başlıyor.
    Sol kültürün şimdilerde yavaş da olsa hayırla hatırlanması, buradan hemen birleşik ve güçlü bir sol siyasal hareketin çıkacağı anlamına gelmiyor elbette. Bu ikisi arasında hayli geniş bir mesafe var ve bu yolun aşılması sadece kültürel avantajlarla gerçekleştirilebilecek bir şey değil. Ama her siyasal dirilişin bir ideolojik ve kültürel canlanmayı gerekli kıldığı bilinirse kültürle ilgili bu avantajın önemi daha rahat anlaşılır.
    Dahası, “ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi” hakkını savunmak da sol kültürün bir parçasıdır ve bu durum, gençliklerinde “milli mesele”yle ilgili tartışmalara az-çok katılmış solcuları, böylesi haklardan hiç haberi olmayan diğer siyasal akımların yandaşlarına oranla Kürt gerçekliğini anlamada ve Kürt haklarını kabullenmede daha bir avantajlı bir konuma getirmektedir.
    Solcular mücadeleci bir gelenekten gelen fedakâr insanlardır. Epeydir fazlaca hesaba katılmayan bu özelliğin de siyasi mücadelede bir avantaj olduğunu belirtmek gerek. Zira hiçbir muhalif hareket ciddi fedakârlıklara katlanmadan toplumdaki mevcut ideolojik hegemonyayı kıramaz, mevcut siyasal dengeleri değiştiremez. PKK’nin pratiği bunun bir kanıtıdır. Onun Türkiye’deki (hatta bir ölçüde Ortadoğu’daki) dengeleri etkileyen başarısı, haddi hesabı olmayan fedakârlıklarla mümkün olmuştur. Son örnek IŞİD’dir. IŞİD’in kısa sürede Ortadoğu’daki dengeleri etkileyecek güce ulaşması, sadece CİA’nın veya BAAS artıklarının sözde “üst akıl”ıyla açıklanamaz. Dünyanın dört bir tarafından Rakka’ya akan militanların cenneti kazanmak motivasyonuyla ölüme koşmalarında ifadesini bulan muazzam fedakârlık da bu başarı üzerinde etkide bulunmaktadır. Fakat Turgut Özal gibilerinin, komünizm korkusuyla 12 Eylül şiddetinin tel tel çözdüğü Türkiye toplumuna dayattığı “yeni” ahlaki değer yargıları, toplum için bireysel fedakârlıkta bulunmayı ahmaklıkla özdeş hale getirdiği için, Türkiye’de herhangi bir dava uğruna fedakârlıkta bulunacak insan bulmak zorlaşmıştır. Hali hazırda T.C. sınırları içinde faaliyet gösteren ve büyük ölçüde fedakârlık esası üzerinde işleyen PKK, Hizbullah ve IŞİD gibi yapıların insan kaynaklarına bakın bunu daha rahat görürsünüz. Bu yapılar hâlâ esas olarak Kürdistan’dan beslenmektedir. Bu durum, Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısıyla olduğu kadar, 12 Eylül programının kültürel etkilerini zayıflatan Kürdistan’daki kültürel yapıların tarihsel ve göreli özerkliğiyle de ilişkili bir sonuçtur. Özal gibilerinin ahlaki bir meziyete(!) dönüştürdüğü gemini kurtar da nasıl kurtarırsan öyle kurtar anlayışı, İstanbul’daki bir apartman katında Kürdistan’daki aşiret ortamından daha fazla etkili olmuştur.
    Gerçi İslamcı yükselişin yaydığı ürpertici karanlık ve Türk toplumunun çözülme belirtileri göstermesi, Türkler arasında da ontolojik kaygılar yaratıyor ve bu da havayı değiştirmeye başlıyor. İnsanlar ellerini taşın altına koymak gerektiğini giderek daha fazla hissetmeye başlıyorlar. Fakat bu değişime rağmen sorun muhalif hareketler açısından hâlâ ciddiyetini koruyor. Ve bu durum, toplum için fedakârlık yapmayı kendi kültürünün temel taşlarından biri haline getirmiş olan sol harekete belli bir avantaj sağlıyor. Kobani için ölüm-kalım günleri belirdiğinde, Kobani’de savaşmaya veya Suruç’ta nöbet tutmaya koşan Türk solcularının sayısı PKK’li olmayan Kürt milliyetçilerinin sayısından daha az değildi. Bu durum, fedakârlık söz konusu olduğunda solun avantajlarını anlamamıza yardımcı olabilir.
    Solun bir diğer avantajı, 12 Eylülden evvel sol tedrisattan geçmiş ve örgütlü mücadele tecrübesi edinmiş önemli miktarda kadronun varlığıdır. Kır toplumundan şehir toplumuna dönüşümün açığa çıkardığı ekstra toplumsal enerjiyle kanatlanmış olan bu kuşak, öğrenmeye ve yeniliğe açık, girişken, enerjik, atılgan ve cüretkâr bir kuşaktı. Ne var ki 12 Eylül buldozerinin altında kaldı. Bu insanların, aradan otuz yıl geçtikten sonra yeniden gençlik dönemlerine döneceklerini ve gözlerini budaktan sakınmadan mücadeleye atılacaklarını söylemek doğru değil. Aynı nehrin suyundan ikinci kez yıkanma şansı bulunmuyor. Böyle olmakla birlikte, bu kuşağın varlığını ve örgütlü-siyasal mücadele yürütmeye elverişli özelliklerini tümden yok saymak da doğru olmaz.
    Bu kuşağın mensuplarının önemli bir bölümü 12 Eylülün estirdiği terör sonucunda yılgınlığa, çaresizliğe veya pişmanlığa kapılıp kendi dünyalarına çekilmişti. Buna rağmen tümden kaybolmadılar. Bilinçli bir çabayla ruhlarının en dibine doğru ittikleri gençlik dönemi rüyalarının inatla üste çıkma dürtülerini bastırmak için uğraşıp durdular. Fakat kendi kendileriyle olan bu ruhsal didişmeden kurtulup huzura eremediler. İslamcılığın Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi barbarlığa doğru sürüklediği günümüzde ise bunun artık hiç gerçekleşemeyeceğini daha açık biçimde fark etmeye başlıyorlar. Epeydir yüzlerini görmediğimiz veya seslerini duymadığımız bazı eski solcuları yeniden görmeye veya duymaya başlamamızın ya da eskiden radikal solculara pek yüz vermeyen ve onlar tarafından “tatlı su solcusu” diye etiketlenen statü sahibi bazı solcuların, şimdilerde kendilerinden beklenmeyecek radikallikte laflar etmelerinin nedeni, Ortadoğu’daki İslamcı barbarlığın bu kişilere geri çekilecek yer bırakmamış olmasıdır. HDP’nin son seçim kampanyası bu eğilimleri gözleyebildiğimiz iyi bir alan sundu. Fazlaca abartmadan şunu söyleyebiliriz ki, “toplum adına fedakârlık yapmak” şiarıyla karakterize olmuş bir kuşağın bu desturu unutmaya başlamış mensupları, ömürlerinin sonbaharında İslamcı barbarlık yüzünden bir kez daha fedakârlık saatinin geldiğini düşünmeye başlıyorlar. Bu değişme, Türk solu bakımından iyi bir mücadele ve siyaset imkânıdır.

  68. Türk solu bakımından bir diğer siyaset imkânı emperyalist merkezlerin sola bakışındaki değişikliklerdir. 1960’ların ve 1970’lerin solu Batılı emperyalist merkezlerin bir numaralı düşmanıydı. Nitekim emperyalist merkezler bu sola karşı şeytanla bile yatağa girmekten çekinmediler. Özellikle de Ortadoğu’da. Örneğin El-Kaide adı verilen barbarlar sürüsünün doğuşunda bu politikanın etkisi vardı. Bazen bir tecavüzcüler ordusu görüntüsü veren IŞİD için de benzer şeyler söylenmelidir. Fakat bir zamanlar solculara karşı beraber yatağa girdikleri bu şeytanlar kendilerine zarar vermeye başlayınca, bölgede işbirliği yapabilecekleri yeni güçler aramaya başladılar. Bu aranışın yolu kaçınılmaz olarak sola da çıkacaktır. Zira son iki yüz yılda bu bölgede Batılı emperyalistlerle işbirliği yapmış ve militarizm, rüşvet, yabancılaşma, çürüme gibi özelliklerle karakterize olmuş eski elitler, yani Kavalalı Memet Ali Paşa, Enver Paşa, Rıza Şah, Mustafa Kemal, Saddam Hüseyin, Enver Sedat ve Muammer Kaddafi gibileri artık işe yaramıyor. Halkın büyük bölümü bunlardan nefret ediyor. Bu durumda bütün Ortadoğu’da hem laik dünya görüşüne sahip hem de halk nezdinde kirli bir geçmişe sahip olmayan tek bir güç kalıyor: Sol.
    Doğrudur, Batılı güç merkezleri henüz Ortadoğu’da sola ilişkin olarak yeni bir politika belirleyip bunun ideolojik ve siyasal ortamını hazırlamış değiller. Dolayısıyla burada dile getirilen görüş bazı okurlara afaki gelebilir. Özellikle de olaylara dün üretilmiş anti-emperyalizm gözlükleriyle bakan solculara. Onlar, muhtemelen bu düşünceyi komik bulacaklardır. Ne var ki dünyaya dünkü bürokrasiye ait ve inandırıcılığını yitirmiş düşünce kalıplarıyla değil de bugünkü gerçeklikten hareketle bakarsak bölgedeki mevcut denklemin emperyalist merkezlere böyle bir değişimi dayattığını görmekte zorlanmayız. Basitleştirirsek bu merkezlerin önünde iki yol olduğunu söyleyebiliriz: Ya Ortadoğu’nun cemaatleşmesiyle ilgili yeni ve bazı sonuçları itibarıyla cehennemi andıran gerçeğini görür ve buna uygun biçimde sola düşmanlık tavrından vazgeçerler ya da eski bildiklerinde ısrar ederler ve bu durumda hem Ortadoğu’da hem de kendi anayurtlarında bunun sonuçlarına katlanırlar. Ortadoğu’daki cemaatleşme derinleşip kanlı biçimlere büründükçe Avrupa’ya olan insan göçü hızlanıyor ve bu da ırkçılık da içinde olmak üzere Batılı devletlerin iç sorunlarını giderek içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bütün Avrupa ülkelerinde ırkçı partilerin kitle desteğinin daha şimdiden %20-25 bandına oturmuş olması, durumu özetleyen iyi bir göstergedir.
    Nitekim Emperyalist merkezlerin sola karşı tavrı konusunda teorik ve ideolojik alanlarda henüz belirgin değişiklikler görmesek bile pratik alanda bazı değişikliklere şahit oluyoruz. Amerika’nın PYD ile işbirliği yapması gibi. ABD, Suriye’de işbirliği için PYD dışında bütün güçleri denedi, hâlâ da deniyor; fakat işbirliği yapabilecek güç olarak PYD’den iyisini bulamadı. Böyle olmasının nedeni, sanıldığı gibi sadece PYD’nin örgütlü, yekpare ve savaşkan bir güç olması değildir. Bu, önemli bir etkendir ama işin ideolojik bir boyutu da vardır. PYD’nin laik bir dünya görüşüne sahip olması da söz konusu tercih üzerinde etkide bulunmaktadır. Düne kadar PKK’yi terörist olarak damgalayıp dünyayı ona dar eden Batılı devletler, bugün kendi vatandaşlarının Kanada’dan Avusturalya’ya kadar uzanan alanlardan kalkıp Suriye Kürdistanı’na gitmelerine ve orada PYD’yle birlikte IŞİD’de karşı savaşmalarına göz yumuyorlar. Kobani’de, Amerika karşıtlıklarından şüphe edilemeyecek Türk soluna mensup bazı savaşçılar ile ABD pratikte aynı cephede savaştılar. Ortadoğu’nun politik haritasında yaşanan bu yeni konumlanışları gözlerden gizleyerek PYD’yi Batılı devletlerin basit bir piyonu olarak resmeden propaganda, dünkü milliyetçi bürokrat kafanın züğürt tesellisinden ibarettir. Solun Ortadoğu politik haritasındaki yeri yavaş yavaş, fakat kesin bir şekilde değişmektedir. Emperyalist merkezlerin solla ilişkileri de bu değişimin bir parçasını oluşturmaktadır. Bu değişim de bir partner olarak Türk solunun hanesine avantaj olarak yazılmalıdır.
    Ama solun en önemli avantajı, dinci gericiliğin toplumu fethetme eylemine karşı en kararlı karşı koyuşun solculardan geliyor olmasıdır. Laik yaşamdan yana olan diğer akımlar ve toplumsal kesimler, biraz zorlandıklarında İslamcılarla uzlaşma yolu ararken, bir bakıma zindanların çocuğu olan sol harekete mensup insanlar direnişi daha ileri götürmeye meyletmektedir. Bu durum, solcuları ister istemez laik toplum kavgasının ön saflarına taşımaktadır.
    Bunu destekleyen bir diğer faktör de Alevilerin solu besleyen insan kaynakları arasında görece geniş bir yer tutuyor olmasıdır. İslamcıların iktidarda olduğu bir Türkiye’de varlık derdine düşen Aleviler, solun laik toplum kavgasındaki radikalizmini pekiştiren bir rol oynamaktadır. Burada, aynı zamanda Kürt hareketinin işbirliği yapabileceği muhtemel iki partnerin (Aleviler ve sol) kesiştikleri noktayı da görüyoruz ki Aleviler arasında Kürt hareketine yakınlık yaratan faktörlerden biri de solla olan bu kesişmedir.
    Özetlersek, reel politikanın gerekleri noktasından bakılınca tablo kabaca şöyledir: Kürt hareketinin kazanımlarını kalıcı kılabilmek için merkezde bir çözülmeye ihtiyaç vardır ve böyle bir çözülmeye götürebilecek üç yoldan, gerçekleşmesi Kürt hareketinin çabalarına en fazla bağlı olanı, Türkiye’deki dışlanmış toplumsal kesimlerle İslamcı iktidar arasındaki çelişki ve çatışmaların derinleşip yaygınlaşmasıdır. Mevcut koşullar altında bu tür çatışmaların tarafı olabilecek ve görmezden gelinemeyecek düzeyde etkinlik sahibi üç güç vardır: Liberaller, Aleviler ve Türk solu. Olaya ister solcu bir Kürt olarak isterse sol karşıtı bir Kürt milliyetçisi olarak bakınız durum değişmez. Kürt hareketi bu üç güçle birliğin yollarını arayıp bulmak zorundadır. Bu üç güçten de sol hareketin avantajları biraz daha fazladır. Hem Kürtlerin ulusal haklarıyla ilgili dünden getirdiği bazı ideolojik angajmanları hem de Aleviler arasında Kürt hareketine yakınlığı besleyen bir faktör olması nedeniyle. Bu durumda Türk soluyla ittifakı veya işbirliğini hangi gerekçeyle reddedeceksiniz?
    Hayır, Türk soluyla işbirliği veya ittifak, Kürt hareketi açısından ideolojik bir tercih meselesi değildir. Bugün Türk soluyla işbirliği yapmak için solcu olmak gerekmiyor. Bu, Türkiye’deki mevcut denklemin Kürt hareketinin önüne koyduğu kaçınılmazlıklardan biridir ve bundan kaçmaya çalışmak, eğer kişisel veya grupsal planda AKP iktidarından umulan nimetlerle ilgili değilse ya tabloyu doğru okuyamamanın sonucudur ya da 12 Eylül sonrasında yaşanan aşırı sağcılaşmanın ve muhafazakârlaşmanın yol açtığı ideolojik körlüğün. Şurası bir gerçek ki, Kürt hareketinde 12 Eylül sonrasında yaşanan sağcılaşma ve muhafazakârlaşma, ters taraftan ideolojik şartlanmalara yol açmıştır. PKK’ye karşı mücadele etmek için Türk solunu şeytanlaştırma yolunu seçmenin arkasında yatan nedenlerden biri bu ideolojik şartlanmışlıktır ki, Kürt hareketinin kendi ayağına kurşun sıkmasına yol açmaktadır.
    Bugün yapılması gereken, söz konusu şartlanmışlığı aşarak Kürt hareketiyle liberalleri, Alevileri ve Türk solcularını bir araya getirecek politik bir kanal açmaktır. Böyle bir kanal, Kürt örgüt ve hareketlerinin hem Kuzey parçasında hem de diğer parçalarda kendi aralarında birlikler oluşturmalarının önünde bir engel olmadığı gibi onun alternatifi de değildir. Bunlar farklı düzeylere denk gelen politik araçlardır ve Kürt hareketinin bunları birbirinin karşısına koyması gerekmez.

    Solla Birlik ve Asimilasyon

    Böyle bir kanalın asimilasyonu hızlandıracağını ve son tahlilde Kürt hareketine zarar vereceğini düşünen çok sayıda insan olduğunu biliyoruz. Bunlar boş kaygılar değildir. Yapılan tercihler bazen istenmeyen sonuçlar doğurabilir. Türk liberalleriyle, Alevilerle ve Türk solcularıyla ortak politik kanallar açmanın da asimilasyonu teşvik edici etkileri olacaktır. Böyle bir ihtimal bulunmakla birlikte, bunun mevcut koşular altında Kürt hareketini doğuran ana dinamiği köreltmesi söz konusu değildir. Zira bugün Kürt hareketini besleyen ana dinamik birinci dereceden Kürt diliyle ilgili değildir.
    Kürt hareketini besleyen ana dinamiğin Kürt diliyle ilgili olduğu düşüncesi, 1960’lardan beri Kürt hareketi saflarında varlığını sürdüren yaygın yanlışlardan biridir. Gerçekte dille ilgili sorunlar Kürt hareketinin ana dinamiğini dün de oluşturmadı bugün de oluşturmuyor. Dün bu dinamik, sömürgeci sistem ile onun Kürt işbirlikçilerinin oluşturduğu ve muhaliflere soluk aldırmayan gerici mutabakatın sahipleri ile var olabilmek için bu mutabakatı delmek zorunda olan modernizmin temsilcisi yeni Kürt eliti arasındaki çekişmeydi. 1990’lardan bu yana ise bu dinamiği Kürt hareketinin bulunduğu alanlarda iktidar olma çabası ile Türklerle Kürtler arasında yaşanan etnik ayrışma oluşturmaktadır.
    Bu etnik ayrışmayı uzun boylu anlatmak gerekmez. Dün bütün Kürtleri Türk diye tanımlamaya özen gösteren Türkler bile bugün korucuları dahi Türk’ten saymıyor. Dahası, Kürtler HDP’de Türklerle yan yana geldiler diye bu algıda bir değişme olmuyor. Tersine, bu algı hem Türkler hem de Kürtler arasında daha da yaygınlaşıp derinleşiyor. Ortada bu türden dil-dışı dinamikler duruyorken hâlâ dil ile ilgili sorunların Kürt hareketinin temel dinamiğini oluşturduğunu ileri sürmek, kültürel milliyetçilik ekolünün artık çoktan aşılmış düşünceleri üzerine inşa edilmiş eski bir klişeyi (ulus eşittir kültürel farklılık, o da eşittir dil farklılığı) gerçeğin yerine geçirmek olur. Dünden bugüne Kürt hareketini harlayanların Kürtçe konuşma yeteneğini bir ölçüde kaybetmiş, Kemalist okullarda okuyan gençler olması, dilin bir dinamik olarak Kürt hareketinde nasıl bir rol oynadığına dair bir fikir verebilir. Dil ne dün Kürt hareketini yaratan ana dinamik idi ne de bugün öyledir. Dil, dün Kürt hareketini var eden dinamiklerin kendini içinde ifade ettiği önde gelen alanlardan biri idi, bugün de öyledir ve ana dilde eğitim talebi kabul edilmezse muhtemelen yarın da öyle kalacaktır.
    Hal böyle olunca, Kürt milliyetçilerinin asimilasyon korkusuyla Türk soluyla işbirliğine karşı çıkmaları anlamını yitirmektedir. Kaldı ki Türk soluyla işbirliğine hararetle karşı çıkan bazı Kürt milliyetçilerinin Türk liberalleriyle işbirliğine ses çıkarmamaları, Türklerle işbirliğine karşı çıkmanın gerçek nedeninin asimilasyon endişesi olmadığını gösteriyor. Bu gibileri aslında Türklerle değil, solcularla (bazı örneklerde de Alevilerle) işbirliğine karşı çıkmaktadır. Bu, Kürt hareketinin genel çıkarlarıyla değil, sağcı ideolojik şartlanmışlıkla (bazı örneklerde ise Sünnici reflekslerle) ilgili bir itirazdır.

  69. Kürt hareketi Aleviler, liberaller ve Türk soluyla işbirliğini geliştirmek zorundadır. Bu, mevcut siyasal tablonun Kürt hareketinin önüne koyduğu bir zorunluluktur. Ne var ki tablonun böyle olduğunu okumakta zorlanan tek kesim, PKK’yi Türkiyelileşmeyle eleştiren Kürt milliyetçileri değildir. Bazen PKK’nin kendisi de bu okumayı yapamamaktadır. Kandil’in, HDP’nin veya PKK’nin yurtdışı örgütlerinin Gezi direnişi başladığında, Öcalan’ın AKP’yle olan ve şahıs olarak kendisini muhatap haline getirmek dışında hiçbir sahici hedefe sahip olmayan uyduruk flörtüne takılarak direnişe aktif biçimde katılmamaları bunun ifadesidir. Kürt hareketi, o gün o direnişe aktif biçimde katılsaydı merkezin çözülmesini hızlandıracak, Türk toplumunun kabaca birbirine eşit güçlere sahip cemaatlere ayrılmasına katkıda bulunacak ve bu şekilde oluşacak olan yeni dengede Kürtler için daha ucuz yoldan, daha güvenli bir liman yaratabilecekti. Ama PKK yöneticileri o gün o basireti gösteremediler. Aynı PKK yöneticilerinin, bugün, toparlanıp kırılganlığını kısmen gidermiş bir merkezle kanlı bir savaşa tutuşmak zorunda kalmalarının bir nedeni de o günkü basiretsizlikleridir. Toprağa düşen gerillaları ve erleri gördükçe akılsız başın ceremesini ayaklar çekermiş demekten başka söz bulamıyor insan. Keza, dün PKK’nin Gezi direnişine destek vermesini talep edenlere karşı, “Gezi, Kürtlere karşı generallerin bir oyunudur”, “Kürtlerin solcularla ve Alevilerle işi olmaz” mealinde görüşler ileri süren Kürt sağcıları ve milliyetçileri de bugün yakılıp yıkılan Kürt şehirlerini gördükçe Türkiye’deki politik alanın Kürtlere nasıl bir denklem sunmuş olduğunu daha iyi anlamış olmalıdırlar.
    Bir kez daha: Liberallerle, Alevilerle ve solcularla işbirliği, Kürt hareketinin tercihleriyle ilgili bir konu olmaktan çok yukarıdan beri özetlenen politik denklemin Kürt hareketine dayattığı kaçınılmazlıkla ilgili bir konudur. Kürt hareketi merkezdeki çözülmeye katkıda bulunacak kanallar açmak zorundadır. Bu bir zorunluluktur. HDP tam da bu nitelikte bir kanaldır. Temelsiz Türkiyelileşme söylemine rağmen desteklenmesinin gereği de bu niteliğinden gelmektedir. Türkiyelileşme söyleminin tarihsel, sosyal, kültürel, siyasal ve örgütsel planda sahici bir temelden yoksun olduğunu göstermeye çalışan bu yazının birinci bölümünde Türkiyelileşme söyleminin şampiyonluğunu yapan HDP’ye açık destek çağrısı yapılmasının nedeni de bu denklemdir.
    HDP projesi veya aynı amaca hizmet eden başka projeler Kürt hareketi tarafından desteklenmelidir, böyle projeler yoksa yaratılmalıdır. Bunlar yapılırken ihmal edilmeyecek tek şey, Kürt hareketinin bağımsızlığını koruma perspektifidir. Hareketin bağımsızlığını koruma perspektifinden şaşılmaması gerekir. HDP projesine onay veren belli sermaye çevreleri, bazı Türk liberalleri, MİT’in merkez kanadı, Türk bürokrasinin belli kesimleri vb. böyle bir birliğin, zamanla Kürt hareketinin bağımsızlığını yok ederek onu tamamıyla Türk politik yapısının bir parçasına dönüştüreceği umudunu taşımaktadırlar. HDP içindeki bazı solcularla Kürt milliyetçilerinin de benzer özlem ve umutlar içinde olduğunu görmek zor değildir. Peki, böyle bir olasılık var mıdır?
    Evet, teorik olarak böyle bir olasılık vardır. Yani değişik Türk politik güçleriyle yapılacak işbirliklerinin, Kürt hareketinin bağımsız karakterine son vererek onu Türk politik aygıtının bir parçasına dönüştürmesi olasılığı mevcuttur. Fakat bir olasılığın varlığı mutlaka o olasılığın gerçek olacağı anlamına gelmiyor. Yukarıdaki asimilasyon örneğinde olduğu gibi, burada da olasılığın gerçekleşebilmesi koşullara bağlıdır. Koşullara baktığımızda ise tablonun tam tersi yöne işaret ettiğini görüyoruz. Şu anda Ortadoğu’da yaşanan cemaatleşme süreci(*), Türk-Kürt ilişkilerindeki yırtılmalar, Asyatik Türklerle Avrupai Türkler arasında yaşanan ayrışmalar, Türk devletinin güney sınırının belirsizleşmiş olması, Kürt hareketinin uluslararası planda elde ettiği yeni pozisyonlar gibi birçok nesnel faktör, tam tersi yönde etkide bulunuyor. Nitekim başlangıçta Kürt hareketini Türk siyasasının bir parçasına dönüştürme özlemi ve hesabıyla HDP’nin oluşmasına sessiz kalan veya destekleyen AKP’nin merkez kanadıyla bürokrasinin belli bir bölümü şimdilerde bu partiyi imha etmek için savaşıyor. Zira HDP’nin gelişmesi, kullanılan Türkiyelileşme söyleminin ima ettiğinin tersine, Kürtlerin Türkleşmesiyle değil, daha evvel Türk partilerine oy veren çok sayıda Kürdün HDP’ye yönelmesiyle, yani Kürtlerin iç konsolidasyonunda bir gelişmeyle neticelendi. Bugünkü savaşla yok edilmek istenen şey bu konsolidasyon sürecidir. Dolayısıyla Kürt hareketi açısından hedef bu konsolidasyonu daha da ileriye götürmek olmalıdır. Bu da merkezi çözecek işbirliklerinin ve ittifakların önemini ortaya koymaktadır.

    Solun Kürt Hareketiyle Birlikten Çıkarı

    Peki, Türk solunun bu işbirliğinden ne gibi çıkarı var?
    Bu soru da önemli, zira gerçek bir işbirliğinin oluşabilmesi için işbirliğine dahil güçlerin bu birlikten faydalanmaları gerekir. Peki, var mı Türk solu açısından böyle bir fayda?
    Cevap olumludur. Zira bu işbirliği, Türk soluna Kürt hareketi gibi diri politik bir gücün imkânlarından, enerjisinden ve rüzgarından istifade ederek üzerindeki ölü toprağını silkeleme ve sol bir yükseliş için elverişli olan iç ve dış koşullara cevap verebilecek birleşik sol bir alternatifin ilk adımlarını atma imkanı sunuyor. Sol, 12 Eylül darbesiyle örgütsel planda çok ağır bir darbe yediği için otuz beş yıldır çırpınmasına rağmen bir türlü bu adımları atamamaktadır. Bugün nesnel koşullar toparlanmak için biraz daha iyileşmiştir, ama aradan geçen zaman, hareketin enerjisini ve iç kaynaklarını biraz daha tükettiği için bu kez de mecalsizlikten gelen nedenlerle toparlanma gerçekleştirilememektedir. Bir tür fasit dairedir söz konusu olan. Böyle bir çıkmaz anında dışardan gelecek bir destek, buradan kurtulmanın yolunu aralayabilir. Kürt hareketi Türk solu açısından bugün işte böyle bir dış destek rolü oynamaktadır. Nitekim Türk solu bu işbirliği sayesinde parlamentoya adam sokmuş, medyada eskisinden daha fazla yer almaya başlamış, mesajlarını daha geniş kitlelere ve daha doğrudan ulaştırabilme imkânını elde etmiştir vs. Bunun, orta vadede Türkiye siyaset haritası üzerinde sol lehinde etkileri olacaktır.
    İçinde bulunulan çıkmazdan bir dış destekle sıyrılma taktiği, solun mevcut koşullarında denenebilecek en gerçekçi taktiklerden biri olduğu için solun Kürt hareketiyle barışık olmayan kesimleri tarafından da denenmektedir. Doğu Perinçek ve ekibinin Ergenekoncularla yaptığı işbirliği aynı taktiğin generallerle denenen versiyonu olarak tanımlanabilir. Bir diğer deyişle, Türk solunun görece enternasyonalizme yakın kesimleri hareketlenmeyi sağlayacak ilk dış desteği Kürt hareketinden almaya çalışırken, görece Türk milliyetçiliğine yakın kesimleri de Ordudan almaya çalışmaktadır. Bu ikisinin arasında yer alan diğer solcu bireyler ile gruplar ise son tahlilde birincisinin veya ikincisinin hanesine yazılan zikzaklarla günü kurtarmakla meşguldürler.

    Sonuç

    Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonraki dönemde Kürt hareketi saflarında giderek yaygınlaşan Türkiyelileşme söylemi, değişik politik güçler tarafından değişik biçimlerde izah edilmektedir. Örneğin Türk solu, Türkiyelileşmeye olumlu bir anlam yükleyip bunun sevabını sosyalizme ve PKK’nin aşağıdan (madun) bir hareket olmasına atfederken, Kürt milliyetçileri Türkiyelileşmeye olumsuz bir anlam yükleyip bunun günahını sosyalizme atfediyorlar. Gerçekte ise Türkiyelilik söylemi ne PKK’nin sosyalistliğiyle ilişkilidir ne de onun aşağıdan bir hareket olmasıyla. Önceki bölümlerde izah etmeye çalıştığım gibi, Türkiyeci düşünce tarzının Kürt hareketi saflarındaki geçmişi PKK’den çok daha eskiye gider. Kürt hareketinde Türkiyeci eğilimler, başta Ermeni-Süryani soykırımı olmak üzere Türk solcularıyla Kürt milliyetçilerinin tartışmalarında lafı hiç edilmeyen başka etkenlerle ilişkili geniş bir konudur. Dahası, Kürt hareketinin tarihi, harekette sosyalizmin ve aşağıdanlığın Türkiyecilik düşüncesini güçlendiren değil, zayıflatan etkiler yarattığını göstermektedir (bu tezin dayanakları için yazının üçüncü bölümüne bakabilirsiniz). Dolayısıyla Türk solcularının veya sözü edilen Kürt milliyetçilerinin yürüttüğü tartışmanın olgularla ilgili olduğunu söylemek zordur. Bu tartışma gerçekte, tarafların PKK ile olan kendi ilişkilerine dair bir tartışmadır.
    Ne var ki konuyla ilgili tek problem, tartışmanın olgulardan kopukluğu değildir. Tarafların bu tartışmayla elde etmeyi umdukları sonuçlar ile tartışmada kullandıkları tezler arasındaki uyumsuzluk da bir problem oluşturmaktadır. Örneğin Türk solcuları Türkiyelilik teziyle Kürt hareketini Türk siyasal bütünlüğünün içine yerleştirmeyi umarken bir de bakıyorsunuz ki kendileri Kobani’de IŞİD’le savaşmaya başlamışlar. Yani Türkiyelileşme laflarıyla başlayan süreç, Kürtlerin iç konsolidasyonunu arttırırken Türk sol hareketini Ortadoğululaştıran bir kapıya çıkmış!
    Bu tezin bir diğer sorunu, şayet PKK bu teorinin sahiplerinin arzuladığı biçimde Türkiyelileşirse Kürtlerin PKK’yle ilişkisinin bu dönüşümden etkilenmeyeceğini var saymasıdır. Sahiden, PKK Türkiyelileşirse, yani CHP ve AKP gibi bir Türkiye partisine dönüşürse bugün onu destekleyen Kürtlerin PKK’ye verdikleri destek eski biçimde kalabilir mi? Türk-Kürt ilişkilerinde son otuz yıldır yaşanan yırtılmalardan sonra böyle bir şey mümkün müdür? Bu tür sorular üzerine bir an bile düşünmeden PKK Türkiyelileşsin diye tutturmak, sol bir politika açısından ne kadar amaca uygundur, sorgulanmaya değer.
    Kürt milliyetçilerinin itirazları da benzer çelişkilerle doludur. Türkiyelileşme kavramına çok sert biçimde karşı çıkıyorlarmış gibi görünüyorlar, ama biraz kazıdığınızda görüyorsunuz ki kendileri de baş destekçileri olan Barzani de Türkiyeci paradigmanın dışında hareket ediyor değiller. Keza Türkiyelileşme fikrinin asimilasyon doğuracağına dair endişeleri var, ama Türk liberalleriyle birlik söz konusu olduğunda bunu hatırlamıyorlar bile. Ama en önemlisi, Kürt hareketinin mevcut koşullar bütününde kendi gelişmesini konsolide edebilmesi için hayati öneme sahip olan merkezin çözülmesi işinin Türk solcularıyla işbirliğini gerektirdiğini görmek istemiyor, tersine PKK ile olan mücadelelerini Türk solunu şeytanlaştırarak yürütmek suretiyle mevcut koşullar bütününde bu konsolidasyonu güçlendirecek bir imkanı zayıflatıyorlar.
    Son ve en önemli husus olarak, Kürt hareketinin solculara düşmanlık yapması durumunda, bu reddiyenin Türkler arasında veya uluslararası planda Kürt hareketine ne gibi yeni dostlar yaratabileceğine dair tek kelime etmiyorlar. Eskiden NATO devletlerinin Kürt hareketine düşmanlığını PKK’nin anti-emperyalist laflar etmesine bağlayan Kürt milliyetçileri vardı. En azından bir kısım Kürt milliyetçisi, PKK’nin emperyalizm karşıtlığıyla ilgili laflarının Kürt hareketini uluslararası müttefiklerden mahrum ettiğine inanırdı. Fakat son Suriye krizinde, PKK emperyalizmle ilgili söylemini çok fazla değiştirmemiş olduğu halde ABD, PKK ile işbirliği yapmaya başlayınca, bu tezin göründüğü kadar mantıklı olmadığı açığa çıktı. Bugün sıradan insanlar bile artık bu tür işbirliklerinin birinci dereceden söylemler tarafından değil, alanda tutulan pozisyonlarla tarafından belirlendiğini görmeye başlıyor. Bu durumda solculara düşmanlık politikasının Kürt hareketine hangi yeni dostlar kazandıracağı sorusu iyice cevapsız kalıyor. Yani sola düşmanlık ederek yeni bir dost kazanamıyorsunuz, ama bu arada bir dostu da kendi elinizle karşı tarafa itmiş oluyorsunuz. PKK’yi Türk solunu şeytanlaştırarak vurmaya çalışan Kürt milliyetçilerini bugün fiilen yaptıkları budur. Bunun Kürt hareketinin veya Kürtlerin menfaatleriyle alakası ne? Böyle bir politikanın sağcı-muhafazakâr ideolojik şartlanmışlık dışında bir izahı olabilir mi?
    Bu tür çelişkilerin sayısı arttırılabilir. Bütün bunlar Türkiyelileşme kavramı konusunda hem Türk solu hem de Kürt hareketi saflarında ciddi bir kafa karışıklığı bulunduğunu gösteriyor. Bu yazı dizisinde bu karışıklığın birkaç veçhesini kavramsallaştırarak nedenlerini tartışmaya çalıştım. Konuyla ilgili tartışmayı biraz daha gerçekçi bir zemine çekmeye katkıda bulunmuşsa amacına ulaşmış sayılır.

    2015-08-30

    ——————————————-

    (*) Bu sürecin analizini “Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci” başlıklı yazı dizisinde yapmaya çalıştım. İlgi duyanlar diziyi internet ortamında bulabilirler.
    Not: Değerli araştırmacı Sait Çetin’in hatırlatmasıyla fark ettim, bu yazı dizisinin Ermeni soykırımıyla ilgili beşinci bölümünde, işgalci Rus ve Fransız ordularıyla geri dönen Ermeni askerlerin katliamlar yaptığını belirten bir ifade kullanmışım. Dikkatsizlikten kaynaklanan bu ifade yanlış anlamlara yol açmaktadır. Çünkü işgalci ordularla geri dönen Ermeni askerlerin yaptığı katliamlar esas olarak Rus cephesi için geçerlidir. Uyarısından ötürü Sayın Çetin’e teşekkür eder, okurdan yanlışlık için özür dilerim.

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/2084-turkiyelilesmek-kimin-gunahi-kimin-sevabi-8