Merdan Yanardağ’ın Zırvalamaları Üzerine Birkaç Değinme

Merdan Yanardağ adlı gazeteci, İzmir Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir konuşma yapmış. Bu yazı, konuşmanın bütünü üzerine olmayacak. Sadece “devrim adına” söylediği bazı cümlelere değineceğim. BHH’yi ilzam eden sözlerine, kendisi BHH yürütme kurulunda yer aldığından, sanırım bu kurulun üyelerinin cevap vermesi ya da bir açıklama yapması daha doğru olur. Ben ise, ilk BHH genel toplantısında Merdan Yanardağ’ın BHH Yürütmesinde yer almaması yönünde oy kullanacağımı şimdiden açıklamış olayım.

Aslında bu yazıda Merdan Yanardağ’ın “devrim adına” ileri sürdüğü bütün zırvalara da değinecek değilim. Çünkü bu epeyce yer tutar. Hatta devrimin ne olup ne olmadığı konusunda çok daha geniş bir tartışmayı gerektirir. Benim üzerinde duracağım iki nokta var:

Birincisi, devrimin “kadrolara” ve “öncülere” bağlı olduğu ve insanların büyük çoğunluğunun “devrimden sonra” kazanılacağı görüşüdür: “Stalin ‘kadrolar her şeydir’ der. Evet, kadrolara ve öncülere bağlıdır. O yüzden biz insanların büyük bir çoğunluğunu devrimden sonra kazanacağız.”

İkincisi, Dersim katliamının, aynı Kronstadt’ta “anarşistlerin kurşuna dizilmesi” gibi, “devrimin kaçınılmaz bir kötülüğü” olduğu görüşüdür: “Dersim katliamı nedeniyle cumhuriyetin mahkum edildiğini anlamak mümkün değil. Dersim ayaklanması ve sebeplerini bir kenara bırakalım. Bence Seyid Rıza’dan bir devrimci lider çıkmaz, adam seyid bir kere, peygamber soyundan olduğunu söylüyor. Aslında bir aşiret lideri. Evet bir katliamla sonuçlanıyor, her devrin kaçınılmaz kötülükleri vardır, kötülüktür Dersim’de yaşanan. Hiçbir gerekçe Dersim’de yaşanan katliamın kötülük olmasını örtmez. Kronstadt’ta da Troçki, anarşistleri kurşuna dizdi, çünkü emperyalist ülkelerin Bolşevik iktidarına saldırısı vardı. Bugünün kavramlarıyla geçmişi değerlendiremeyiz.”

Birincisinden başlayalım. Merdan Yanardağ, teoriyi de, tarihi de pek bilmiyor. Stalin’i araya sıkıştırarak ondan destek almaya çalışmış. Gerçi Stalinistler’e Stalin’i öğretmek bana düşmez ama Stalin’in “kadrolar her şeyi belirler” sözü, Leninist öncü parti teorisiyle ilgili olarak söylenmemiştir. Bu söz, 1930’ların başlarında, zorla kolektifleştirme ve hızlı sanayileştirme başlatılırken, “kadroların” tayin edici bir rol oynayacağını belirtmek için kullanılmıştır. Yani Stalin, Sovyet işçilerine ve köylülerine karşı yeni bir savaş ve katliam anlamına gelen “büyük bir işe” girişirken cellat rolü oynayacak “kadroların” tayin edici olacağına dikkat çekmektedir. Gerçekten de halka karşı böyle bir savaşa girişiyorsanız “kadro” dediğiniz adamlarınız, yani en acımasız kararları alacak olan parti yöneticileriniz, işçilere kamçı sallayacak sanayi örgütleyicileriniz, köylülerin ürününe son tohumuna kadar el koyacak yerel yöneticileriniz ve halkın itirazlarını bir terör ve tutuklama ortamı yaratarak sindirecek NKVD’li gizli polis sürüleriniz elinizin altında hazır olmalıdır. İşte Stalin’in “kadro” dedikleri bunlardır. Bu kritik anda bu “kadrolar” halkı bastırmakta ve zorla çalıştırmakta elbette tayin edici olacaklardır. Dolayısıyla Merdan Yanardağ, Leninist öncü parti teorisi açısından yanlış bir örnek vermiştir. Lenin’in düşündüğü öncü partiye böyle bir cellat rolü biçilmemişti. Gerçi Lenin’in teorisi de yanlıştı ve sonuçta Stalin’in teorisine yol açtı ama ikisini aynı şey olarak göremeyiz. Lenin’in devrimde “öncülerin” rolüne büyük ağırlık vermesi ayrıca eleştirilmelidir ama bunu Stalin’in özel bir dönem için söylediği kadrolara ilişkin sözleri üzerinden yapmak doğru olmaz.

Öte yandan, insanları “devrimden sonra” kazanma teorisi de yanlıştır. Üstelik böyle bir teori Lenin’e de ait değildir. Bu teori, Fransız devriminden sonra ortaya çıkan Louis Blanque’ye aittir. Blanque her ne kadar kendini devrimci olarak tanımlasa da Bolşevik literatürde bile darbeci olarak geçer. Çünkü onun teorisine göre, geniş çoğunlukla devrim yapmak mümkün değildir. Devrim, sıkı örgütlenmiş bir azınlığın işidir. Bu azınlık iyi bir hazırlıktan sonra bir hamleyle veya darbeyle iktidarı ele geçirir ve bundan sonra, Blanque’nin deyimiyle “en az yetmiş yıl” sürecek bir diktatörlük döneminde halkı devrime “kazanır”. Anlaşılacağı gibi, Merdan Yanardağ’ın söyledikleri, Bolşeviklerden çok Blanque’ye yakındır. Zaten kendisinin ulusalcı yönelimleri de böyle bir darbecilikle daha çok uyuşmaktadır.

Ayrıca geçerken belirtelim ki, “devrimden önce”, “devrimden sonra” diye bir şey yoktur. Bunu böyle görenler, devrimi bir iktidarı ele geçirme ânı olarak anlayan darbeciler ya da Blanqueistlerdir. Bırakın anarşist devrim anlayışını, Marksist devrim anlayışında da devrim, iktidarı ele alma ânıyla özdeşleştirilmez. Devrim uzun bir süreçtir, dolayısıyla insanları “devrimden sonra kazanmak” diye bir şey yoktur. Fiili duruma bakacak olursak daha da değişik bir sonuç ortaya çıkar ki, aslında Merdan Yanardağ’ın yaklaşımına bu daha uygundur. İnsanları “kazanmayı” bırakın bir yana, Stalin’in pratiğinden yola çıkarak, insanların çoğunluğunun (ki bunun en başında devrimciler, hatta şu bel bağlanan kadrolar gelir) devrimden sonra yok edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim, ikinci maddede ele alacağımız gibi, Merdan Yanardağ da bu yok etmeye oldukça teşne görünmektedir.

Buradan Dersim ve Kronstadt meselesine geçebiliriz. Öncelikle Seyit Rıza’ya değinelim kısaca. Seyit Rıza’dan devrimci bir lider çıkmazmış, adam seyitmiş, bir kere. Peygamber soyundan olduğunu söylüyormuş. Aslında aşiret lideriymiş.

Ben bugüne kadar Seyit Rıza’nın devrimci olduğunu iddia edene rastlamadım. Seyit Rıza’nın kendisi de dâhil. Zaten eğer devrimci olsaydı bunu kendisi açıklardı. Seyit, aşiret reisi veya peygamber soyundan gelme meselesi ise iyice tuhaf. Yani bu “kötü” sosyal konumlara sahip olanların katli vacip mi demek istiyor Merdan Yanardağ? Gerçekten anlaşılır gibi değil.

Bundan sonra Dersim’deki “kaçınılmaz kötülüğe” geçiyor. Ve bu sefer, ne alâkası varsa, Dersim isyanıyla Kronstadt isyanını karşılaştırıyor. Gerçi Kronstadt’da ayaklananlar “seyit” değil, peygamber soyundan geldiklerini de söylemiyorlar, aşiret reisi de değiller. Yani açıkçası bu Kronstadt bahriyelileri hiç kimsenin inkâr edemeyeceği şekilde devrimci. Ama Troçki bunları da devrim adına “kaçınılmaz bir kötülük” yaparak katletmiş.

Merdan Yanardağ’ın sözlerinde bazı tarihi bilgi hataları var. Muhtevaya geçmeden önce onlara kısaca değineyim. Birincisi, Kronstadt bahriyelileri anarşist değildi. İçlerinde çok az sayıda anarşist vardı ama bunlar denizde damla kadar bir şeydi. Kronstadt bahriyelileri esasen “Lenin’in askerleri”ydi. Devrime fanatik derecede bağlı insanlardı ve ayaklanmadan çok kısa zaman öncesine kadar Bolşevizmin devrimi temsil ettiğine körü körüne inanıyorlardı. İç Savaş sırasında Bolşeviklerin ve Kızıl Ordu’nun en zor durumlarda kaldıkları cephelere acil güç olarak gönderildiler. O cephelerde çok can aldılar ve çok da can verdiler. Lenin, Kurucu Meclis seçimlerinde Bolşevikler başarısız olup seçimleri Sosyalist Devrimciler kazanınca bu meclisi dağıtmaya karar verdi ve bu iş için yine Kronstadt bahriyelilerini yardıma çağırdı. Lenin’e o kadar inanmışlardı ki, hiç tereddüt etmeden gidip Kurucu Meclis’in kapısına kilidi taktılar.

Kronstadt bahriyelilerinin Bolşeviklere karşı o kadar şiddetle ve kararlılıkla ayaklanmalarının tek sebebi, Lenin’e ve Bolşeviklere fazlasıyla inanmış olmalarının yarattığı hayal kırıklığıdır. Ne zaman ki köylerine gidip analarının babalarının ürünlere el koyma müfrezeleriyle ilgili anlattıkları korkunç olayları dinlediler, o zaman kafalarına dank etti. O zaman uğrunda kanlarını döktükleri devrimin ayrıcalıklı küçük bir azınlık tarafından gasp edildiğini anladılar ve tavizsiz devrimciliklerinin gereği olarak bu kez Bolşeviklere karşı ayaklandılar.

Öte yandan, Troçki’nin, anarşistleri bırakın bir yana, Kronstadtlıları kurşuna dizdiği de doğru değildir. Troçki o sırada Savaş Komiseri’ydi ama Kronstadt’ın bastırılmasında doğrudan doğruya yer almadı. Kronstadtlıların “ördekler gibi vurulacağı” sözlerinin bile ona ait olup olmadığı net bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Leningrad’daki işçi ayaklanmasını doğrudan bastıran, o sırada bu şehrin şefi durumundaki Zinovyev’dir. Kronstadt’a Kızıl Ordu saldırısını düzenleyen ise Kızıl Ordu başkomutanı konumunda olan eski Çarlık subayı Tukaçevski’dir. Her ikisi de Stalin’in 1930’lu yıllardaki Büyük Temizliği sırasında “zorunlu bir kötülük olarak” idam edilmiştir.

Ayrıca Kronstadt’ta Kızıl Ordu, Kronstadtlılardan bile daha fazla kayıp vermiştir. Kızıl Ordu’nun bu kadar büyük kayıp vermesinin nedeni, Kronstadt’ın çok iyi korunuyor olması, Kronstadt’a saldırının buzlar üzerinden yürütülmek zorunda olması (Kronstadt’tan atılan bir top mermisi buzları kırdığında onlarca Kızıl Ordu askeri buzlu sulara gömülüp gidiyordu) ve en önemlisi de aslında Kronstadtlılara büyük sempati duyan Kızıl Ordu askerlerinin kaçmasını önlemek için arkalarına makineli tüfekli OGPU (Gizli Polis) müfrezelerinin konmuş olmasıydı. Geri çekilmek ya da kaçmaya teşebbüs etmek OGPU tarafından vurularak öldürülmek anlamına geliyordu.

Daha önemlisi, Kronstadt’da ayaklananların epeyce bir çoğunluğu bu kan gölünden kurtulabilmiştir. Kronstadt Devrim Komitesi, direnişin kırıldığını ve Kızıl Ordu’nun Kronstadt içlerine sızmaya başladığını gördüğü an, daha önce yapılmış bir planın gereği olarak Kronstadtlıların önemli bir kısmının buzlar üzerinden yürüyerek Finlandiya’ya kaçmalarını sağlamıştır. Finlandiya’ya kaçan binlerce Kronstadtlı bu ülkedeki kamplarda mülteci hayatı yaşamıştır. İsyanın lideri Petruçenko da aralarındaydı.

Yakalanan veya teslim olan Kronstadtlıların başına nelerin gelmiş olduğunu tahmin etmek zor değil. İsyan sırasında isyancıların ailelerini bile rehin alabilecek kadar gözü dönmüş, Lenin’in başında bulunduğu Bolşevik iktidar ele geçirdiği Kronstadtlıların yüzlercesini elbette kurşuna dizdi. Eğer Lenin istemeseydi ya da kurşuna dizmeyelim deseydi hepsinin hayatı kurtulabilirdi. Sonuç olarak, ele geçen Kronstadtlıları kurşuna dizen herkesten önce Lenin’dir. Elbette Troçki’nin de buna onay verdiği açıktır. O halde Merdan Yanardağ neden bütün sorumluluğu sadece Troçki’nin sırtına yıkmıştır? Bu sorunun cevabını elbette biz değil, kendisi vermek durumundadır.

Tabii buradaki esas tartışma bu değildir. Merdan Yanardağ’ın mantığıdır. Ona göre, Kronstadtlılar, Bolşeviklere emperyalist saldırı söz konusu olduğu için “kaçınılmaz bir kötülüğün” sonucu olarak, “ne yazık ki” “devrimi korumak için” “zorunlu olarak” kurşuna dizilmişlerdir. Ne var ki, tarihi işine geldiği gibi yorumlamak sadece iktidar sahiplerinin ve demagogların marifetidir. Eğer Merdan Yanardağ, yüzeysel bilgilerle kafadan sallamayıp en azından, Paul Avrich’in Kronstadt 1921 (Çev: G. Zileli, Versus, 2006) kitabını okumuş olsaydı, Kronstadt ayaklanmasını bastırmak için harekete geçilmeden önce Sovyetler Birliği ile Büyük Britanya arasında bir ticaret anlaşması imzalandığını, İngiltere ve Fransa’nın isyancılara gerekli desteği vermediğini, Lenin’in, bir anlamda kapitalizme geri dönüş ve Batılı devletleri yatırıma davet etme anlamına gelen NEP dönemini başlatmak için Kronstadt ayaklanmasını bastırmakta acele ettiğini öğrenmiş olacaktı.

Dahası, Merdan Yanardağ, tarihi istediği gibi eğip bükmeye kalkmasaydı, Batılı emperyalistlerle işbirliğine girenin, tek istekleri dağ başında kendi kültür ve gelenekleri içinde devlet müdahalesinden uzak yaşayıp gitmek olan Dersimliler değil, bizzat Kemalist devlet olduğunu görebilecekti.

Devrime yapılabilecek en büyük kötülük, devrimi bastırmaktan başka hiçbir anlamı olmayan “kaçınılmaz kötülükleri” devrim adına savunmaya kalkışmaktır. Daha da kötüsü, ortada devrim falan bile yokken bir devlet imtiyazlıları rejiminin katliamlarını devrim adına savunmaya kalkışmaktır. Merdan Yanardağ, İzmir Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki konuşmasında işte tam da bunu yapmıştır.

Gün Zileli
5 Mayıs 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

12 Eylül ve Sol

Artıgerçek İki hafta önceki “12 Mart ve Sol” yazımı şu cümleyle bitirmiştim: “Sol bütün bunlardan …

64 Yorumlar

  1. rafadan kafadan

    Eee o zaman ne işin var stalinistlerle hâlâ?

  2. Bir Stalinistin orada ne işi varsa tersinden de benim o işim var.

  3. Yahu adam (Yanardag) bugunun guncel politik catismasina (cumhuriyet,onun kazanimlari ve karsi devrim) dair bir kelam etmis sense tarih anlatiyorsun… yaptigin sey tartisma bile degil cunku konustugunuz zemin ve baglam farkli. Bir de BHH yurutmesine sikayet etmeler falan :)) of ki of yani

  4. Dersim Katliamı ve Kemalizm

    Levent Toprak

    Son dönemde AKP eliyle yürütülmeye çalışılan “açılım” sürecinin hesapta olmayan bir yan ürünü de, 1937-38 Dersim katliamının (genel bir gündem konusu oluşturabilme anlamında) gün yüzüne çıkması ve geniş kitlelerin gündemine girmesi oldu.
    Mecliste Kürt sorunu “açılım” adı altında ilk kez tartışılırken, CHP sözcüsü Onur Öymen hükümetin benimsediği “analar ağlamasın” söylemini etkisizleştirmek maksadıyla 1937-38 Dersim katliamını pervasızca savundu. Ve Öymen, açık bir imayla aynı yöntemleri Kürt sorununun bugünkü çözümü için de örnek gösterince bir skandal patlak verdi. CHP’li Kemalistlerin şaşkın bakışları altında konu birden ülke gündemine oturdu ve başta Kürt Aleviler olmak üzere dört bir yönden geniş bir protesto dalgası yükseldi. CHP’liler şaşkındı, çünkü 90 yıldır sürdürülen siyaseti savunmuşlardı! Ne vardı bunda? Baskıya uğrayan ve ulusal/demokratik haklarını talep eden, talepleri daha da büyük baskıyla cevap bulan ezilen topluluklar baştan beri bu tür katliamlara uğratılmışlardı, ama rejim bu barbarca suçlarından dolayı hiçbir zaman suçlu sandalyesine oturtulmamıştı.
    Sonunda Kemalist rejim tarihinin en kanlı, acımasız ve karanlık sayfalarından biri tekrar açılmış ve kravatlı monşer CHP’nin tarihi kimliği bir kez daha gün yüzüne çıkmış oldu. İnsanların uçurumlardan atıldığı, ya da daha acısı, kendilerinin böyle yapmayı yeğ gördüğü, mağaralarda zehirli gazlarla bombalandığı, kadın-çocuk-yaşlı tanımayan ayrımsız bir şiddetin uygulandığı, kundaktaki bebeklerin bile süngülendiği, derelerin cesetlerle dolup taştığı, kanın dereler olup aktığı, idam etmek için yaşlıların yaşlarının küçültüldüğü, çocukların yaşının büyütüldüğü, cesetlerin bile yakılarak yok edildiği, idam edilen Seyit Rıza gibi liderlerin mezar yerlerinin bile saklandığı korkunç bir katliam böylece savunuluyordu. Öymen’in konuşmasına yansıyan bu faşizan tutumu protesto eden Dersimliler, onu Hitler’e benzeten dövizlerle işin özünü mükemmel biçimde ortaya koydular.

    Dersim katliamı

    Tabii statükocu Kemalist güçler kısa bir abandone durumundan sonra hemen hasarı gidermek ya da asgariye indirebilmek için dört bir koldan çalışmaya başladılar. Başta CHP olmak üzere bir kısmı, güçlü biçimde varlığı ortaya çıkmış olan katliamı bildik bir riyakârlık ve söylemle inkâr etmeye yeltenmeyip, sadece “aman eski yaralar kaşınmasın, açılmasın” vurgusuyla konuyu geçiştirmeye çalıştı. Bu tutum aslında ilk günlerde bu tayfanın genel tutumuydu denilebilir. Ancak ilerleyen günlerde gardını toplayan bu statükocu şovenizm cenahından, aşındırma ve karşı saldırı hamleleri anlamına gelen argümanlar yükselmeye başladı. Onlara göre Dersim’deki sorun Kürtlük ya da Alevilikle değil, “feodalizmle”, ağalık/şeyhlik/aşiret düzeniyle, cumhuriyet rejiminin “uygarlaştırma atılımına” direnişle ilgiliydi.
    Oysa Dersim, daha öncesinde Osmanlı (ve İran) imparatorluğu tarafından gevşek biçimde sömürgeleştirilmiş ve daha sonra çözülüş sürecinin kaosu içinde serbestiyeti daha da artmış olan Kürdistan coğrafyasının, cumhuriyet rejimi tarafından yeniden sömürgeleştirilmesi sürecinde son halkayı oluşturuyordu. Bu sürecin temel bir yönü ise asimile etme, yani Türkleştirmedir. Dolayısıyla Dersim sorununun özü de, yörenin Alevi Kürt halkının bu yeniden sömürgeleştirilme ve Türkleştirme sürecine karşı ulusal öz taşıyan bir direnişi ve direnişin ezilmesidir. Sorunun bunun dışındaki tüm formülasyonları, iyi niyetli hallerde bir yanılgı ve kavrayışsızlık, diğer hallerde ise açıktan ya da örtülü biçimde saptırmacadır, aldatmacadır.
    Dalgalı bir seyir izlese de, yüzyıllar boyunca Osmanlı ve İran gibi büyük devletlere bağlı emirlikler biçiminde, özerk varlık sürdürmüş bir ezilen halkın, yirminci yüzyıla gelindiğinde, dünyanın birçok bölgesinde ve halkında olduğu gibi, bağımsızlık ve özgürlük taleplerini yükseltmesinden ya da özerkliğini yeni şartlarda korumayı istemesinden daha doğal ve meşru ne olabilirdi? Bugünden geriye bakan herkes, şayet sadece dürüst ve demokratsa, bu temel ilkeyi namusluca kabul etmelidir. Oysa bıraktık demokratlığı, kendine sosyalist diyenler arasında bile yaygın biçimde kendini ezen ulus devletiyle ve hatta onun tarihsel önceli olan sömürge imparatorluğuyla özdeşleştirme tutumunu görüyoruz. Bu tutumun ifadesi olarak, Osmanlı ve TC’ye karşı isyan eden ezilen halkların hareketine sürekli olarak kulp takılmış, meşruiyetleri ısrarla tanınmamıştır. Bunun “ilericilik” adına yapılması ise ancak bir utanç konusu olabilir.
    Düzenin Kemalist sözcülerine göre, yeni rejim bölge halkının geri kalmasını istemiyor, bunun için bölgeye medeniyet vasıtalarını götürmek istiyor, bölgedeki “feodalizmi” ortadan kaldırmak istiyordu. Ve Dersim bölgesindeki aşiret reisleri de bu uygarlaşma onların çıkarlarını zedelediği için halkı yeni rejime karşı kışkırtıyorlardı! Bu şablona uygun hikâyeye göre de, devletin askeri harekâtı, bölgeye uygarlık götürmek maksadıyla yapılan bir köprünün bu asi aşiretler tarafından yıkılması üzerine başlatılmıştır. Kemalizmin soruna ilişkin açıklaması ve hikâyesi özetle budur.
    Oysa yoksul Dersim halkının ne yolla ne köprüyle ne eğitimle ne de gerçekten onların yaşam koşullarını iyileştirecek medeniyetin diğer ürünleriyle bir sorunu vardı. Onların medeniyet getirici yol ve köprülere değil, devletin silahlı zor aygıtlarını bölgede tesis etmek ve bölgeye askeri saldırıları gerçekleştirebilmek için yapılan yollara, köprülere ve karakollara itirazı vardı. Devletin gizli raporlarında bu bayındırlık faaliyetlerinin tümüyle askeri amaçlarla öngörüldüğü ve yapıldığı açıkça ifade edilmektedir. Ama bölge halkının bunu bilmek için rapor görmesine gerek yoktu. Onlar bu gerçeği yüzyılların ezilmişliği ve isyan geleneğiyle zaten sezgisel olarak fark ediyorlardı. Benzer şekilde bölgeye yapılmaya girişilen az sayıda okul da esas olarak bölge çocuklarını, özellikle de anadilin asıl taşıyıcısı olarak geleceğin anaları olacak kız çocuklarını asimile ederek Türkleştirme amacına dönüktü.
    Dersimliler yol da köprü de okul da istiyorlardı. Ama devletin askeri, jandarması tarafından zapturapt altına alınmamak, asimile edilmemek ve geçit vermez dağlarda yüzyıllardır dişle tırnakla kazanıp sürdürdükleri özerkliklerine dokunulmamak kaydıyla! Sorun, sözde “ilerici” ve “uygar” cumhuriyet rejiminin bölgeyi “muasırlaştırması”, “bayındırlaştırması” mıydı gerçekten? Cumhuriyet güya “feodal” yapıya karşıymış da, o yüzden Dersim’e saldırılmış! “Feodal” kavramının sürekli olarak yanlış biçimde bilimdışı kullanımını bir kenara bırakacak olursak, Kemalist rejim her daim doğuda ağalık, aşiret ve şeyhlik ilişkilerine dayanmış, yoksul Kürt emekçi kitlelerin bu kesimler aracılığıyla kontrol altında tutulmasını temel siyasi strateji olarak sürdüregelmiştir. Rejimin ağalık ve aşiret yapılarını kaldırmak gibi değil, onları kendine biat ettirmek gibi bir derdi vardı.
    1932-1948 arasında içişleri bakanlığında çalışan, 1965-1978 arasında da çeşitli yıllarda dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında, “bölgeyi kalkındırma” sorununda rejimin tepelerinde nasıl bir anlayışın hâkim olduğunu açık eder: “O bölgeye [Dersim] ayıracak zaten fazla para yoktu. Yani ülkenin olanakları bu kadardı ancak, özellikle de fazla yatırımdan kaçınılırdı. ‘Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı’ yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, ‘ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz’ demişti.” İşte size “feodalizmle mücadelenin” harika bir ifadesi!
    Kuruluş sürecinde olan Kemalist rejim, hakiki bir sorun olan Kürt sorununu, köprüyü geçene kadar Kürtleri vaatlerle aldatıp oyalama yoluyla, ama köprüyü geçtikten sonra inkâr, imha ve zora dayalı asimilasyon yoluyla “halletmeye” yönelmiştir. 1937-38 Dersim katliamı da bu büyük sorunun tarihsel gelişiminde önemli bir evre oluşturan yaklaşık 20 yıllık bir dönemin kapanış perdesini oluşturmaktadır. Gerçekten de ta 1800’lerin başlarından itibaren süregelen bir sorun olan Kürt sorununun gelişiminde, Birinci Dünya Savaşının bitiminde Osmanlı’nın çöküşü ve Anadolu’da işgal karşıtı direnişin başladığı 1918-19 dönemeci yeni bir evre başlatmıştır. Bu noktadan itibaren 1938 Dersim’e kadar birçok Kürt isyanı gerçekleşmiş ve nihayet Dersim’in vahşice bastırılması ile bu sayfa kapanmıştır… Ta ki 80’lerin başında patlak veren ve halen süren son Kürt isyanına kadar.
    Bu dönemde Kürtler en önemlileri 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Said, 1926-30 Ağrı ve 1937-38 Dersim olmak üzere 28 ayrı isyan başlatmışlar ve hepsinde bastırılmışlardır. Bir halkın onbinlerce evladını şehit verdiği bu mücadeleler ortada hakiki bir sorunun olduğunun şüphesiz en açık kanıtıdır. Bu dönemdeki isyanların hemen tamamı yeni devletin kuruluşunda Kürtlere verilen sözlerin unutulması, onlara ihanet edilmesi nedeniyledir.
    Nitekim bunun gayet iyi farkında olan İttihatçı-Kemalist rejim, emperyalist güçlerle anlaşarak kendi konumunu sağlamlaştırdığı ve Kürtlere verdiği vaatlere ihanet ettiğinin açıkça anlaşıldığı andan itibaren, sorunun “halli” için uzun bir yeniden sömürgeleştirme ve Türkleştirme planı uyguladı. Bu plan çeşitli aşamalardan geçerek şekillendirilmiş ve rafine edilmiştir. Belirtmek gerekir ki, hakkında en çok rapor ve plan hazırlanan bölge Dersim olmuştur. Bunun nedeni şüphesiz Kürt coğrafyasının en dirençli bölgesinin burası olmasıdır. Bu da bölge insanının ağırlıklı olarak hem Kürt hem Alevi olmasından, yani yüzyıllara uzanan çifte ezilmişliği ve köklü direniş geleneğinden kaynaklanıyordu. Dersim’in özgünlüğü buradadır.
    Bakın daha 1926’da Dersim sorunu devlet raporlarından birinde nasıl tarif edilmiş: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.” (Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in, Şubat 1926’da hükümete sunduğu rapor) Peki “meseleyi halletmek” için nasıl yöntemler öngörülmektedir: “A. Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliye. B. Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkararak Garba atmak ve serpiştirmek.” (1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören))
    1930 yılında Jandarma Umum Komutanlığı tarafından hazırlanan Dersim Raporu ise açık sözlülüğü ve cüreti açısından bu raporlar arasında müstesna bir yer işgal etmektedir. Bakın orada “sorunun halli” nasıl özetleniyor: “Hulâsa, Dersim evvelâ koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır.” Kürt coğrafyasının bir sömürge olduğu ve Kürtlere yönelik sistematik asimilasyon (“eritme”) uygulandığı tespitini yapanlara şiddetle köpüren sol maskeli Kemalistler ve Kemalizm yörüngesindeki sol kesimler bu satırları iyi okumalı ve hesabını vermelidirler. Zira İttihatçı-Kemalist sermaye rejiminin burada açık bir itirafı söz konusudur.
    Bu sömürgeci ve ırkçı anlayış rejimin en tepelerinde bizzat benimsenmiş ve formüle edilmiştir. Ağrı isyanının nihai olarak bastırılabildiği 1930’da 15 bin kişinin katledilip Zilan Deresinin cesetlerle doldurulduğu günlerde İsmet İnönü şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Tesadüf olmasa gerek, yine aynı günlerde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da şu meşhur sözleri eder: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
    Dersim’e yönelik hazırlanan özel muameleye ilişkin olarak tarihçi Ayşe Hür şu bilgileri veriyor: “Kızılbaş Kürtlerin yurdu Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıbanbaşı’ yapan, Dersimlilerin Osmanlı’dan beri alışık oldukları gibi özerk yaşamak istemeleri, devlete vergi ve asker vermeye yanaşmamalarıydı. Ama Cumhuriyet kadroları işi kökten halletmeye kararlıydılar. 1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı isyanlarının bastırılmasından sonra sıra Dersim’e gelmişti. 14 Haziran 1934’te Türkiye’yi etnisite esasına göre üç bölgeye ayıran 2510 sayılı İskân Kanunu çıkarıldı. 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarıldı ve Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirildi. Ardından Birinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kuruldu. Bu genel valiliğin başına General Abdullah Alpdoğan atandı. Alpdoğan Paşa, 1921’deki Koçgiri ayaklanmasını gaddarca bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadıydı ve aynen kayınpederi gibi çok sert bir askerdi.”
    Öte yandan 1 Kasım 1936’da, Mustafa Kemal TBMM Açılış Konuşmasında bizzat şunları söylemiştir: “Dâhili işlerimizden en mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salâhiyetler verilmelidir.”
    Yukarıda bahsi geçen tedbirlerle adı “devletin Tunç Eli” çağrışımı yapacak şekilde Tunceli diye değiştirilen Dersim yasak bölge ilan edilir ve giriş çıkışlar özel izne tâbi tutulur. Böylece tam bir abluka başlatılmış olur. Tüm bu gelişmeler Dersim’e yönelik büyük bir saldırının planlandığını açıkça gösteriyordu. Bu da doğal olarak bunu fark eden Dersim halkının tepkisini çekiyor, devlet güçleriyle yöre halkı arasında gerilim yükseliyordu. Dersimlilerin uzlaşma girişimleri ve kısmi tavizleri yanıtsız bırakıldı. Dolayısıyla Dersimliler, ya şimdiden başlamış ve dozunun gitgide artacağı belli olan bu baskıları sineye çekip boyun eğecekler, ya da isyan edeceklerdi. Tarihsel bir isyan coğrafyası olan Dersim için bir kez daha isyan vakti gelmişti ve kaçınılmaz olan kalkışma 1937 Martında Seyit Rıza önderliğinde başladı. Ancak yine de isyana katılım yalnızca 4 aşiretle sınırlı kalmış, diğer aşiretlerin büyük çoğunluğu geri durmuş ve az sayıda aşiret de devlet yanında yer almıştı. Buna rağmen Dersim’e çok büyük miktarda askeri yığınak yapılmıştı. Büyük bir güç dengesizliği olmasına rağmen devlet güçlerinin hava saldırısı, zehirli gaz gibi yöntemler dâhil aşırı kuvvet kullanmasıyla isyancı aşiretlere mensup insanlar katledildi ve Seyit Rıza da tuzağa düşürülerek yakalandı. Bu arada, Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de buradaki hava bombardımanlarında görev alarak, katliama “çağdaş Türk kadınının” katkılarını sunuyordu!
    Seyit Rıza çevresindeki on kişiyle beraber göstermelik bir yargılama müsameresiyle idama mahkûm edilir. İdam edilebilmeleri için Seyit Rıza’nın yaşı küçültülürken oğlununki yükseltilir ve 18 Kasım 1937’de infazlar çabucak gerçekleştirilir. İhsan Sabri Çağlayangil’e göre “gömüleceği yer türbe olmasın diye cesedi yakılır.”[*] Seyit Rıza’nın asılmasının ardından Başbakan İsmet İnönü, “Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk” diyordu. Ancak isyan bastırılmış olmasına ve Seyit Rıza da trajik biçimde idam edilmesine rağmen kana doymayan düzen güçleri, çoktandır yapılan planlar uyarınca, 1938 yılında ikinci bir harekâta girişirler. Dersim’i “tedip ve tenkil” etmek üzere. Yani terbiye etme ve topluca imha… Bugünlerde birçok canlı tanığın da anlatımlarıyla gündeme geldiği üzere, eşi görülmemiş canavarlıklarla bezeli bir katliam gerçekleştirilir. O kadar ki, Dersim harekâtlarında 2 ay görev almış olan 12 Mart darbecilerinden Muhsin Batur anılarında “Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum…” demiştir. Tüm bu kan banyosunda on binlerce Dersimli katledilir, sürgün edilir, binlerce çocuk yurdun başka bölgelerinde hizmetçi olarak başka ailelere verilir ve Türkleştirilir. “Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürer, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilir.” (Ayşe Hür)
    Böylece Kemalizmin ve onun yörüngesindeki bilumum kesimlerin ilerici mi ilerici, çağdaş mı çağdaş rejimleri “Dersim müşkilesinden” kurtulmuş olur! İşte Onur Öymen’in ve CHP’sinin sahip çıktığı Dersim katliamı, tarifi zor acılarla dolu böyle bir insanlık ayıbıdır.

    Mustafa Kemal ve Dersim katliamı

    Dersim katliamı sorunu gerçekte Kürt sorununun bir alt başlığı olmakla beraber, Onur Öymen’in sözlerinin büyük tepki alması, daha ziyade Dersim halkının Alevi olması dolayısıyladır. Dikkat edilirse Öymen aynı zamanda Şeyh Said isyanını da saymıştı. Ama bu pek dikkate alınmadı ve tümüyle Dersim ön plana çıktı. Alevilerin son yıllarda gitgide daha örgütlü hale gelmeleri, kendileri ile ilgili kamuya açık biçimde yapılan en küçük alay ya da imalara bile haklı biçimde güçlü tepkiler göstermeye başlamaları ve bir oy deposu olarak herkesin iştahını kabartması, düzen siyasetini hanidir Aleviler konusunda daha dikkatli davranmaya yöneltmişti. İşte Öymen, öncekiler gibi bastırılan bir Kürt isyanından bahsettiğini düşünerek Dersim’i sıraladığında, farkında olmadan, Aleviler için hassas olan bir konuyu gündeme getirmiş ve baltayı taşa vurmuş oldu.
    Ama sonuç olarak istemeden hayırlı bir iş yaptı ve Alevi toplumunun muzdarip olduğu hazin bir çelişkinin çarpıcı biçimde açığa çıkması sonucuna yol açtı. Alevi kitleler hiçbir sorunlarına çözüm getirmediği ve hatta bu konuda bir programı dahi olmadığı halde yıllardır CHP’yi destekliyorlardı. Ama o CHP şimdi meclis kürsüsünden bağıra bağıra, tarihte onlara karşı yapılmış bir katliamı savunuyordu. Yıllardır benimseyip sahip çıktıkları Kemalizm, şimdi Onur Öymen’in ağzından atalarının mezarlarına tükürmüş oluyordu. Alevilerin bir kesiminde ciddi bir rahatsızlık oluştu ve bu durumun Alevilerin CHP ve Kemalizmle ilişkisinde ciddi bir çatlağa dönüşmesi olasılığı ortaya çıktı. Nitekim bir Dersim Alevisi olarak Kılıçdaroğlu hasarı önlemek ya da sınırlamak için hemen bir manevra yaparak Öymen’i istifaya davet etti. Ancak CHP’deki “Kemalist Mollalar Konseyinin” kilit bir unsuru olan Öymen feda edilemeyecek kadar önemliydi. Böyle olunca konu bir an önce kapatılmaya çalışılırken, bir yandan da, vuruşarak geri çekilme misali savunma ve karşı saldırı argümanları sahaya sürüldü. Ne yani, Mustafa Kemal de mi faşistti?! İş öyle kolayca Mustafa Kemal’i sorgulama noktasına götürülemeyeceği için, onu işin içinden sıyırmak üzere eskiden beri kullanılagelen pespaye argümanlar hatırlandı.
    Gerçek şu ki, Alevilerin yüzyıllardır bu topraklarda maruz kaldıkları baskılar sonucu içine düşürüldükleri çaresizlik onları ne yazık ki hayali bir Mustafa Kemal imgesine sarılmaya itmiştir. O kadar ki, Dersim katliamından kurtulmayı başaran az sayıda insanın kurtuluşu, Mustafa Kemal’i evliya haline getiren bir efsane ile açıklanmıştır. Sürrealite düzleminde seyreden bu efsaneye göre, katliamdan kaçanlar tepede haleler içinde beyaz at üzerinde duran Mustafa Kemal’i görmüşlerdi ve bu onların kurtuluşunun müjdecisiydi. Aleviler ve Kemalizm ilişkisini nitelemede zaman zaman telaffuz edilen “cellâdına âşık olma” hâlini herhalde hiçbir şey bundan daha iyi açıklamasa gerek.
    Elbette Mustafa Kemal’i temize çıkarmak için sürrealite düzlemi dışında da düşünceler ileri sürülmüştür. Genel görüş şöyle formüle edilmeye çalışılmıştır: Yapılanlar, Mustafa Kemal ve İnönü’den bağımsız olarak, o zaman başbakan olan “sağcı” Celal Bayar ile “gerici” Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın eseriydi! Hatta Mustafa Kemal’in, isyanın önderi Seyit Rıza’nın da dâhil olduğu idam mahkûmlarını affedeceği, ama bu ihtimali ortadan kaldırmaya azmeden işgüzar görevlilerin, hazret bölgeye gelmeden idamları alelacele gerçekleştirdiği masalı uydurulmuştur. Bunlara eşlik eden bir diğer hurafe de Mustafa Kemal’in o sırada hasta yatağında olduğu için güya gelişmelere müdahale edemediği, katliamın önünü alamadığıdır.
    Mustafa Kemal neden bu idamlara karşı çıksın diye sorulduğu an tüm bu hikâye bir çırpıda çöker. Meselâ Mustafa Kemal idam cezasına mı karşıdır? Ya da kimseyi idam ettirmemiş ve bunun kategorik bir savunmasını mı yapmıştır? İsyan olduğunda idam yapılmaz diye bir tutumu mu vardır? Ya da Alevileri mi çok sevmektedir de bu durumda idamları önleyecektir? Mustafa Kemal ne idam cezasına karşıdır, ne idam uygulamasını yaptırmamışlığı vardır, ne isyan edenlere ve muhaliflere karşı sevecenlik göstermiştir, ne de Aleviler söz konusu ise idam engellemişliği vardır. Gerçek budur. Dersim isyanlarından önceki Alevi-Kürt isyanlarında, idam da dâhil Dersim’deki zulmün hemen tüm biçimleri aynen uygulanmıştır. Bırakın isyanı, Mustafa Kemal sıradan muhaliflerini bile idam ettirmede hiç tereddüt etmemiştir.
    Olgulara geldiğimizde Mustafa Kemal’i işin içinden sıyırma gayretlerinin tümüyle trajikomik olduğu daha çarpıcı biçimde açığa çıkar. Tüm olgular, onun izlenen siyasetin başlıca mimarı, rehberi ve bizzat denetleyicisi olduğunu açıkça göstermektedir. Yukarıda onun 1 Kasım 1936’daki meclis açılış konuşmasında Dersim meselesini “korkunç bir çıban” olarak tarif edip, bu çıbanın “her ne pahasına olursa olsun temizlenip koparılması gerektiğini” savunduğunu zaten aktarmış bulunuyoruz. Ama bir de o sırada başbakan olan Celal Bayar’ın tanıklığına bakalım:
    “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş… Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı… O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk…” (Tercüman, 17 Eylül 1986)

    Solun tutumu

    Bütün bunlar Dersim katliamını Mustafa Kemal’in dışında düşünmenin özellikle Aleviler nezdinde ancak hazin bir yanılsama olabileceğini açık biçimde göstermektedir. Ancak Kemalist rejimin katliamcı yüzünün açığa vurulmasından ve Alevilerle CHP ve esas olarak Kemalizm ilişkisinin bozulması riskinin ortaya çıkmasından rahatsız olanlar sadece statükocu burjuva güçler değil. Öymen’in sözlerinin yol açtığı durum nedeniyle Kemalizm yörüngesindeki sosyalist kesimleri de dert aldı. Düzen kendisini böylesine skandal biçimde ele vermişken, ellerindeki günlük yayın organlarında bu noktaya asılmak ve doğan durumu düzenin teşhirini ilerletmek, Alevi emekçilerin gözbağlarını çözmek için değerlendirmek yerine, geçiştirici, örtbas edici, CHP’yi ve Kemalizmi bırakıp AKP’ye vurmayı öne çıkaran, mazlumdan yana çıkmayı “geri ilişkileri savunma” olarak mahkûm etmeye çabalayan bir tutum izlediler. Bu işin kompetanı haline gelmiş olan SİP-TKP, Dersim sorununda Kemalist tezleri tekrarlayarak bataklıktaki yerini daha da sağlamlaştırmıştır.
    Ama onlar bu yaklaşımı kendileri icat etmiyorlar, tarihsel öncellerinden miras alıyorlar. Örneğin tarihsel TKP’nin önde gelen şahsiyetlerinden olan İsmail Bilen’in 1937 Temmuzunda Rasim Davaz adıyla İsviçre’deki komünist yayın organı Rundschau’ya yazdığı konuyla ilgili makale Kemalizme yaltaklanmanın alçaltıcı bir örneğidir: “İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Feodal unsurlar; Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmiştir. Dersim’in egemen katmanları, yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasadışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir. (…) Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri her fırsatta devleti hiçe sayarlardı. Bugün Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden, kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz.” (Komintern Belgelerinde Türkiye Dizisi – 2: Kürt Milli Meselesi, Aydınlık Yay., s. 82-84)
    Önce 2. Enternasyonal partilerinin sonra da Stalinizmin dünya sol hareketinde yaygınlaştırdığı bu şoven yaklaşım, sahtekârca, ana halkayı oluşturan ulusal sorunu yok sayarak, meseleyi “feodal ilişkiler” meselesi haline sokmaya çalışmaktadır. Bu anlayış, özü enternasyonalist olan işçi sınıfı mücadelesini milliyetçilikle zehirleyerek haksız yere sosyalizmi ve Marksizmi lekeleyen acı bir mirası bugünlere bırakmıştır. Lenin’in öğrettiği gibi, bu sosyal şovenizm illetine karşı amansız bir mücadele yürütülmeden işçi sınıfının devrimci enternasyonalist davasının ilerletilebilmesi mümkün değildir.
    * * *
    Dersim politikaları hiç de geçmişte kalmış değildir. Çok daha modern askeri vahşet yöntemleriyle aynı politikalar, başta Dersim olmak üzere Kürt coğrafyasının genelinde hâlâ yürütülmektedir. Örneğin bugün Dersim çeşitli bahanelerle (ormanlaştırma, baraj yapımı vb.) insansızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Dersimliler hâlâ bu ülkede peşinen şüpheyle karşılanan insanlar konumundadır. Kimliğinde Tunceli yazan herkes polisin ve diğer devlet güçlerinin gözünde potansiyel düşman konumundadır. Birçok işletme, kimliğinde Tunceli yazanları sırf bu sebeple işe bile almamaktadır.
    Dersim katliamı vesilesiyle patlak veren tartışmanın önemli bir faydası CHP’nin ve Kemalist rejimin katliamcı yüzünün belirginleşmesine katkı ise, belki daha önemli bir faydası da emekçi Alevi kitlelerle Kemalizm ve CHP arasındaki ilişkinin bir darbe alması olmuştur. Yavuz Sultan Selim’den bu yana yüzyıllardır Sünni gericiliğin her türlü baskılarına maruz kalan Aleviler, din esasına dayanmadığını düşündükleri Kemalist cumhuriyet rejimine bir kurtarıcı gözüyle sarılmıştır. Ama gerçekte bu rejimin demirbaş bir siyaseti Türkleştirme siyasetiyse, bir diğeri de Sünnileştirme siyasetiydi. Aleviler hakkında geniş kitlelerin bilincine yüzyıllar boyunca şırınga edilmiş iğrenç önyargıların kırılması için hiçbir şey yapılmadığı gibi, Maraş, Çorum, Madımak, Gazi Mahallesi gibi birçok örnekte görüldüğü üzere Alevilere yönelik katliamlar da tezgâhlanmaya devam edilmiştir. Hatta bugün bile Kemalizmin derin güçleri bir Alevi-Sünni çatışması çıkarmak için Alevileri hedef alan provokasyonlar tezgâhlamaya devam ediyorlar. Demek ki bu rejimin Alevilerin sorunları için bir çare olduğu hiçbir biçimde söylenemez.
    Alevilere karşı işlenen suçlarda bütün düzen kesimleri suç ortağıdır. Nitekim çok geçmeden, tencere dibin kara seninki benden kara rezilliği başlamış bulunuyor. Bir oy deposu olarak rehin aldığı Alevi emekçi kitleler karşısında düştüğü nahoş durumdan sıyrılmaya çalışan ve bu kesimlerin muhtemel bir “Alevi açılımının” da yardımıyla AKP’ye kaymasına set çekmek isteyen CHP, işi pişkinliğe vurarak burjuva sağ partilerin Aleviler karşısındaki suçlarına vurgu yapmaya başlamıştır.
    Tarih bugün ve gelecekle sıkı sıkıya ilişkili olduğundan aynı zamanda sınıf mücadelesinin de konusudur. Egemenler tarihi kendi çıkarlarına uygun biçimde yazarak, bunu başta resmi eğitim sistemi yoluyla çocukluklarından itibaren geniş kitlelere benimsetmeye çalışırlar. O nedenle geniş toplum kesimlerinin bilincinde bir ilgi yaratan bu tür skandallar, üstü örtülen tarihi gerçeklerin emekçilere mal edilmesi için bir fırsata dönüştürülmeye çalışılmalı.

    [*] Çağlayangil idam anını şöyle anlatıyor: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı kerbelayık. Bihatayık. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı.”

    (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:57, Aralık 2009)

    http://marksist.net/levent_toprak/dersim_katliami_ve_kemalizm.htm

  5. Buna cevap verdiğimi sanıyorum ama kapsamlı değil elbeette, başlıkta sadece birkaç değinme demişim zaten.

  6. Gerilik, feodalite, aşiret, ağalık gibi gerekçeler öne sürenler nedense sadece Dersim katliamı ve Kürt sorunu söz konusu olunca bunu yapıyorlar. Türklerin isyanlarında bu kavramların sözü edilmiyor. Osmanlı’ya ve “Kurtuluş Savaşı”nda Ankara’ya isyan eden Çapanoğulları feodal değil miydi peki? Ya da Fırka-i Islahiye’nin iskan ettiği Türkmenlerin, Dadaloğlu’nun, Köroğlu’nun, Atçalı Kel Mehmet, Çakırcalı Mehmet Efelerin isyanlarına gerici diyen çıkmaz, aksine sahiplenilir, türküleri söylenir ( ‘Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir’, ‘tüfek icat oldu mertlik bozuldu’ )

  7. Resmi tarih yalan ve iftira makinesidir.

  8. 1921’de Kronştat’ta anarşist bulunmaması doğal. Kronştat katliamına dek Bolşevikler Rusya’daki anarşistleri çoktan temizlemişlerdi zaten. Hal ve gidişat böyleyken yazınızda marksizme, Lenin’e ve Troçki’ye fazla dostane yaklaşmanız dikkat çekici. BHH’deki dostlarınızı küstürmemek adına mı böyle yapıyorsunuz? Bu tercihinizle anarşist dostlarınızdan uzak düştüğünüzün farkında mısınız?

  9. Yanardağ diktatörlüğü en gelişmiş demokrasi diye göstermeye çalışmış, tabii bu durumda zırvaladığını söylemek gerekir.

  10. bir okur; bir dost

    üstad.. bu tür yazılarda olağanüstüsün.. uzmanlık alanın da diyebilirim.. bu günden tam kırk (40) yıl önce de döktürüyordun.. ”’yoldaş dergisi eleştirisi 1 ; yoldaş dergisi eleştirisi 2 (……..) ”’ heyecanla okuyordum, tabi şimdi daha da üniversal yazıyosun. gençliğimi yeniden yaşarcasına, aynı heyecanla okumaya devam ediyorum. teşekkür ederim.

  11. Gün Abi, Blanque’nin fikirleri hakkında bilgi alınabilecek bir kaynak (özellikle Blanguist bir kaynak) var mı? Marksist ve anarşist külliyat malum ama Blanquizm karanlık. Zamanında aramış ama bulamamıştım. Belki sen biliyorsundur. Blanquizm hakkında kaynak arıyorum. Yardım edersen sevinirim.

    ‘Proleterya diktatörlüğü’ tabirini ilk Blanque kullandı diye biliyoruz. Bu tabirden Paris Komünü gibi bürokrasisiz bir yapıyı mı kastetti yoksa bildiğimiz devleti mi? Ben ilki diye biliyordum ama senin yazıda sanki adam ikincisini savunmuş gibi anlatmışsın. Zaten ‘kitleyi devrimden sonra kazanma’ ve ‘azınlık devrimi yapma’ fikri varsa bu adama Paris Komünü tarzı bir yapı yaramaz, devlet olması lazım (mantıken). Bir ara Blanquizm üzerine de yazar mısın?

  12. Eline sağlık, panzehiri verdin.

  13. pekig bu konufdaki bilgilerimi tazeleyip yazmaya çalışacağım. Kaynaklara da yeniden bakmam lazım, benim hatırladıklarım 1970’lerden kalma kaynaklar. Blanque için önemli olan, devletçilikten çok her halükârdda devrimci bir azınlığın iktidarı ele geçirmesiydi ve bunun yöntemi de küçük bir azınlığın iktidara atak yapıp ele geçirmesiydi. Devletçi denemez ama sonuç yine devletçiliğe çıkar. 70 yıl sürecek “proletarya adına” bir diktatörlüğü ancak devlet aracılığıyla sürdürebilirsin.

  14. sağol dostum ama yoldaş dergisini hatırlayamadım. bir hatırlatırsan sevinirim.

  15. Kimseye yakın düşmek ya da uzak düşmek diye bir tutumum ve niyetim yok. Sadece mümkün olduğunca objektif olmaya ve kestirmecilikten uzak olmaya çalışıyorum. Anarşist dostlarım da bunu öğrenseler iyi ederler. anarşizm her şeyden önce adil olmaktır.

  16. yazı içerisinde merdan yanardağ’a tavsiye ettiğiniz kitap gibi konu konu kitap tavsiyelerinizi içeren bir bölüm olsa site içerisinde , çok faydalı olurdu

  17. siyah, kizil, Beyaz,…. sen Beyaz anarsistsin zileli seni oyle kodladik..

  18. bir okur; bir dost

    üstad.. ”yoldaş dergisi” 1976 larda çıkan THKO nun aylık illegal yayın organı idi.. sen onu legal dergide eleştiriyordun; tabi bu onların hiç hoşuna gitmiyordu. legal olmak, illegal olmak o yıllarda derin tartışma konusu oluyordu.. eleştirilerdenmi yoksa başka nedenlerdenmi bilmiyorum 3-5 sayı sonra çıkmadı.

  19. aaa evet şimdi hatırladım. Belleğin müthiş.

  20. Abi o konuşmanın üstünden çok zaman geçti. Anında tepki vermek yerine, Yurt gazetesinde liberal Derya Sazak’ın kovulması ve Merdan Yanardağ’ın tekrar yönetime gelmesinden sonra bu olayı hatırlamış olman çok tuhaf. Zamanlama manidar. Bu yazıyı kim ısmarladı? BHH’yi içeriden likide edip HDP’nin kuyruğuna takmak isteyen şapşikler mi ısmarladı?

  21. bir okur; bir dost

    teşekkür ederim. o müthişlik, o olağanüstülük sana ait ekselans

  22. Valla kardeşim, bu dediklerinden haberim bile yok. Bu komplocu kafaları bir yana bıraksanız iyi olur. Merdan Yanardağ’ın konuşmasını on gün kadar önce okudum, fakat bir şey yazmaya üşendim, açıkça itiraf edeyim ki. Sonra bu sitede ir arkadaş, bir şeyler yazdı (Malatesta). Ardından da bir arkadaş bu konuyu neden ele almıyorsun diye ısrar etti. Ona ilk fırsatta yazacağıma söz verdim ve yazdım. İyi de oldu. Ayrıca sana şunu net bir şekilde söyleyeyim: Derya sazak Merdan Yanardağ’dan daha iyidir. Merdan, BHH içindeki ulusalcı truva atıdır.

  23. Merdan’a ulusalcı truva atı demişsiniz. BHH içindeki Komünist Parti’yi nasıl değerlendiriyorsunuz?

  24. Onları ulusalcı olarak görmüyorum. BHH içindeki Stalinist kanat diyebiliriz (Kemal Okuyan kolu için). Merdan Yanardağ’ın yeri açıkçası Vatan Partisi’dir. Kendisi nasyonalist-sosyalist.

  25. İyi ama Merdan’ın o konuşmayı yaptığı Nazım Hikmet kültür merkezini Kemal Okuyan tarafı idare ediyor. Kendi mekanlarında böyle konuşulmasına izin veriyorlar yani. Kendi sitelerinde, sol’da bu konuşmayı uzun uzun haberleştiriyorlar. Üstelik içlerinden hiç kimse Merdan’ın bu sözlerine itiraz etmiyor.

  26. Gün Zileli’nin Derya Sazak’ı Merdan Yanardağ’dan daha iyi bulması nefis olmuş. Anarşistlere göre Çar da Bolşeviklerden iyidir mesela. Tayyip ve Fethullah da Doğu Perinçek’ten iyidir. Aynen böyle devam et Zileli. Saray varsa soytarı da eksik olmaz.

  27. Bir kere aristokrasi ile feodalizm apayrı iki kavram. Marx (ve genelde 1848 devrimcileri) ikisini kasıtlı olarak karıştırır. Aristokrasi: merkezi elitin ırsi bir zümrenin elinde olması. Türkiye’de bunun zerresi görülmedi. Feodalizm: taşrada merkezi devletten nispeten bağımsız yerel beylerin hüküm sürmesi.
    Osmanlı devletinin zayıfladığı dönemde, taşrada by default böyle unsurlar ortaya çıktı. Kürt, Arap, Arnavut vb. bölgeleri dışında pek organize bir yapıya kavuşamadılar. Tanzimatla başlayan ve Cumhuriyetle devam eden süreçte devlet teşkilatı güçlendirilince silinip gittiler.

    Silinmeleri iyi mi oldu, kötü mü oldu, emin olamıyorum. Avrupa deneyiminde özgün olan şey, devlet karşısında güçlü ekonomik, sosyal ve fikri dayanakları olan, kendi tercihlerini dayatabilen, püf deyince hizaya gelmeyen zümre ve bireylerin varlığıdır. Avrupa’yı güçlü kılan da, yaratıcı kılan da, ahlaken ve fikren üstün kılan da budur. Bizde böyle bir numara yoktu. Osmanlı’nın yıkılışı karambolünde varolmaya çalışan birkaç cılız unsuru da “Cumhuriyet devrimi” ezip attı.

    Homojenleştirilmiş kitle toplumu iyi bir şey değildir. “İlerleme” yahut “burjuva devrimi” gibi palavralarla örtülebilecek bir şey de değildir. Bugünkü sıkıntılarımızın özü budur. Cumhuriyet’imizin bize armağanıdır.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2014/11/marxta-hayat-yok.html

    *
    Batı medeniyetinin Hıristiyanlıktan da, anti-Hıristiyan sekülarizmden de daha belirleyici olan öteki boyutu bu topraklarda hiç ilgi görmedi. O boyut, toplumsal elitlerin devlet karşısındaki nispi özerkliğidir. Soyluların, din adamlarının, burjuva entelektüellerin krala “orada dur reis” deme hakkına, gücüne ve alışkanlığına sahip olmaları geleneğidir.

    Osmanlı koşullarında akla bile getirilemeyecek bir öneriydi. Buraların eliti oradakine benzemez. Buraların devleti de kendine kafa tutanları yumuşatıp ehlileştirecek güçten ve otoriteden yoksundur. “Nispi özerklik” deyince dış vilayetlerde isyan, iç vilayetlerde eşkıyalık ve zorbalık anlaşılır. O yüzden Batı’nın bu en belirgin hasleti buralarda ağza bile alınmadı, mutlak sessizlikle geçiştirildi.

    Oysa daha 16.yy’da Floransa’dan bu tarafa bakan Machiavelli durumun farkındaydı. Prens’in Fransa ile Türkiye’yi kıyasladığı bölümünde, Osmanlı’nın bu yüzden uzun vadede yenilgiye mahkum olduğunu doğru olarak teşhis eder. En ciddi ve radikal Türk Batıcılarında, Mithat veya Vefik Paşa’larda, Babanzade’de, Ağaoğlu Ahmet’te, Ziya Gökalp’te bu meselenin izini bile göremezsin. Cumhuriyet devrinde de bir şey değişmez. En sağdan en sola, en Müslümanından en sosyalistine kadar Cumhuriyet aydınlarının tümü için, devlete icabında kafa tutma imkan ve dayanaklarına sahip olan elitler -kompradorlar, işbirlikçiler, Boğaza karşı viski içenler, Yahudiler, kozmopolitler, toprak ağaları, Kürt feodalleri, masonlar, tarikatlar, Pensilvanya- devlete ve millete yönelik en vahim tehlike olarak görülür ve lanetlenir.-

    Bu yüzden Türkiye’nin Batılılaşması hayal olmaktan ileri gidememiştir ve bundan sonra da gidemeyecekir.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2014/10/cumhuriyetin-batllg-degil-mesele-olamays.html

  28. Dersim, Kemalizm ve ahlak

    İngiliz Hıristiyan yazar G.K. Chesterton’ın bilgece bir sözü vardır. “İnsanlar, neyin kötü olduğu konusunda birbirlerinden pek ayrışmazlar” der. “Ancak hangi kötülükleri mazur görebildiklerine bakınca, aralarında uçurumlar belirir.”

    Dersim katliamı tartışmaları, tam da bu yargıyı doğrulayan bir tablo koyuyor önümüze. Ortaya çıkıp da “masum insanlar öldürülmüş, oh canımıza değsin” diyecek kadar alçalan kimse yok tabi. Ama katliamı mazur görenler ve görmeyenler var. Aralarındaki ahlaki uçurum da tam o noktada ortaya çıkıyor.

    Katliamı mazur görenlerin gerekçeleri, ahlaki zaafiyet kadar entelektüel sefalet de yansıtıyor. Mesela “her tarihsel olayın kendi şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğini” hatırlatarak büyük bir savunma yaptıklarını sanıyorlar. Tamam, her olay kendi şartları içinde değerlendirilmeli de, bu “her eylem kendi şartları içinde doğrudur” demek değil. (Ona kalırsa, Hitler’in, Stalin’in veya Pol Pot’un da “şartları” var.) Dünyada masum insanların kitleler halinde öldürülmesini meşru kılacak herhangi bir “şart” ise yok.

    ‘Devrimler’in katliamı

    Ama bu zatlara bakarsanız var aslında. Çünkü onlara göre “Atatürk devrimleri”, masum insanların hayatından daha değerli. Ulusalcı bir sitede yazan Kemalist bir ideolog, Dersim hakkındaki yazısında, “cumhuriyetin devrimleri yaşama geçirmesi gerekiyordu” diyor ve ekliyor:

    “Devrimlerin önünü kesebilecek her türden ortaçağ artığının direncine hoşgörülü olmak olanaksızdı.”

    Yani, “Ortaçağ artığı” olarak tanımlanmak, cumhuriyet tarafından öldürülmek için yeter gerekçe. Aynen “şapka devrimi” denen zorbalığa direnen İskilipli Atıf Hoca’nın ve diğer masumların “gerici” oldukları için katledilmesi gibi.

    Trajik olan şu ki, Kemalistlere Kemalist dönemin cinayetlerinin neden mazur görülemeyeceğini anlatmak imkansız gibi bir şey. Çünkü zihinlerinde, “Atatürk ilke ve inkılapları”ndan başka bir doğru-yanlış ölçüsü yok. Bir şey Atatürk tarafından yapıldı ise, o şey zaten tanımı gereği “doğru” olmuş oluyor.

    Çünkü standart Kemalist zihin, kendisine Kemalizm’i sorgulatabilecek ahlaki kıstasları zaten kategorik olarak reddediyor. İslam kültürünün “şeriat”, “kul hakkı”, “mazlumların âhı” gibi değerleri, “Ortaçağ karanlığı” diye lanetlenmiş durumda. Modern Batı’nın “insan hakları” ise, Sevr’i hortlatmak isteyen emperyalistlerin oyunu sayılabiliyor. Geriye, kala kala, “görelim Atamız neylemiş, neylediyse güzel eylemiş” diyen bir zihniyet kalıyor.

    CHP’nin devleti

    Bu zihniyetin Dersim’i aklamak için ürettiği diğer argümanlar da çürük.

    Örneğin, “katliamı CHP yapmadı, devlet yaptı” diyorlar. İyi de o dönemde devlet ve CHP özdeş zaten. Bu yolla CHP’yi temize çıkarmak ise “Stalin’in katliamlarını Komünist Parti yapmadı, Rus devleti yaptı” demek kadar ikiyüzlü.

    Bir diğer ikiyüzlülük, dönemin başvekilinin Celal Bayar oluşundan hareketle olayın sorumluluğunu Demokrat Parti’ye atmak. Oysa Bayar, tam da CHP zihniyetinden ayrıştığı için DP’ye öncülük etmiş, Dersimliler de bu sebeple 1950’de DP’ye oy vermişti. DP’yi DP yapan ise Bayar değil Menderes’ti. 27 Mayısçı katiller, bu yüzden Bayar’ı değil Menderes’i hedef aldılar.

    “En iyi savunma saldırıdır” mantığıyla öne sürülen “siz asıl Madımak’ın hesabını verin” argümanı da yanlış. Çünkü, evet, muhafazakar Sünni kesimin Madımak katliamıyla ve Alevi-karşıtı önyargılarla yüzleşmesi şart. Ama Madımak, devlet eliyle ve reis-i cumhur kararıyla işlenmiş bir suç değil ki; faillerinin çoğu tutuklandı, yargılandı ve mahkum edildi.

    Ama Dersim’in failleri hala yüceltiliyor. Onlarla yüzleşip “kral çıplak” diyebilmek içinse, her şeyden önce siyasi ahlak gerekiyor.

    Star

    Mustafa Akyol

    haber10.com/makale/26213/

  29. Twitrre’da “Türkiye’deki Troçkistlerin çoğu bu olayı kınıyor benim bildiğim” diye yazmışsınız Kronstadt katliamı için. Kim bunlar, söyler misiniz? Kronstadt katliamını kınayan troçkist veya leninist bir çevre var mı bu ülkede?

  30. En başta Masis Kürkçügil’i söyleyeyim. Zafer Yörük’ü tanırım. Bu iki arkadaş Kronstadt’ı kınarlar. Yani batılı Troçkistlerin katılığından uzaklar. Batıdakiler ise (ingiltere’de karşılaştıklarım özellikle), buna aynı Merdan Yanardağ gibi “zorunlu bir kötülük” cevabını verirler.

  31. Çar dönemiyle Stalin dönemini karşılaştırın, Çarlık reöimi Stalin rejimi karşısında çok masum ve çok daha az baskıcı kalır. Çarlığın sürgüne yolladığı devrimcilerin hepsi ya kaçarak ya da cezalarını tamamlayarak sürgünden sağ döndüler. Bir de Stalin’in kamplarından yüzde kaç oranında sağ dönüldüğüne bakın. Hele devrimci muhalifseniz sonunuz kesinlikle ölümdü. Derya Sazak, ılımlı bir gazetecidir. Ortaya çıkıp Dersim katliamını savunduğunu duymadım. Büyük bir ihtimalle de kınıyordur. Ama Merdan Yanardağ, hem de devrim adına tarihteki katliamları kutsuyor. Ermeni soykırımını söz konusu etmemiş. Muhtemelen Ermeni soykırımına da bazı kılıflar uyduracaktır. Tayyip ve Fetullah’ı bugünkü durumda Doğu Perinçek’ten daha olumlu bulmam. Çünkü sonuç olarak muhalif konumdadır. Ama iktidara gelse onları mumla aratacağından da eminim. Fetullah’ı Tayyip’e göre olumlu bulurum, çünkü şu anda iktidar tarafından köşeye sıkıştırılıyor. Tartışmaya her zaman varım ama şu saray ve soytarı lafları gibi ucuz demagojileri kaldırırsanız daha sağlıklı tartışabiliriz.

  32. Tarihsel zırvaların bir kenara , Merdan Yanardağ gibi bir adama laf atman tamda şu an ki yerini belli ediyor , tarihin çöplüğündeki yerini alacaksın zileli

  33. bir okur bir dost

    Yoldas dergisi THKO nun degil Halkin Kurtulusu dergisidir.

  34. Ne yazmissa dogru yazmis. ne eylemiseler, dogru eylemisler.
    3 nolu ile 20 nolu anonim yazarlar. Ibrahim kaypakkaya Kemalizmi fasizimle es gördü. Mahir Cayan ve Deniz Gezmis kemalizle flort ettiler. Bu gunlerde Deniz Gezmisler, Ibrahim Kaypakkayalar Kurt hareketinin yanida yer aliyor. Mahir Cayanlarda Kemal Ataturkculerin yaninda yer aliyorlar.

  35. Gün ağabey,
    Bireysel olarak sadece size değil de sizin de dahil olduğunuz bir cenaha soruyorum:
    1) HDP AKP ile koalisyon kurarsa, sırf HDP’yi desteklemek için BHH’yi fiilen likide ettiğinize değecek mi? Başınız göğe erecek mi?
    2) Merdan Yanardağ 90’ların en şiddetli ortamında Gündem gazetesini yönetti. Daha birkaç yıl önce (KCK tevkifatının en yoğun olduğu dönemde) yine aynı gazete kapatılınca onlarla dayanışma için Özgür Gündem gazetesi satış eylemlerine katıldı? Siz bu riskli dönemlerde Kürt halkı için pratikte somut bir şey yaptınız mı?

    BHH’nin örgütsel bağımsızlığını savunan insanlara “ulusalcı” demek kolay tabii…

  36. Mevzubahis olan, varolan duzene kokten, ideolojik Politik bir saldiri degildir, mevzubahis olan aslinda emperyalist Kapitalist sisteme uyumlulasmada, itirazlari olna, kucuk burjuva aydinin kendisini anarsist trockist felan diye sunmasidir, yeni tasfiyeci dalgada, devrimci oln herseye kufretmeyi bulursunuz, tek sey bulamazsiniz, devimcilik, devrimciligin iyonlarin Kadar ayrilip demagojik olarak yadirgandigi, ve red edildigi baska bir turbulans zamanlari zor bulunur, zileliye yapilan sen karsi devrimcisin eletrisine verdigi yanit ve begenilenleri aslinda bir cagi acikliyo. vet, karsi devrimcsiniz, güle oynaya simara simara simara..

  37. 1) BHH bir örgüt değil, bir bloktur. Dolayısıyla likide edilmesi söz konusu değildir.
    2) Yapmadım.

  38. 1) BHH’yi kimse likide etmiş değil. Ayrıca BHH bir örgüt değil, bir blok.
    2) Yapmadım.

  39. İşgalin İki Kirli Aracı; Halkların Kardeşliği Ve Ümmet Kardeşliği…

    Türk solunun en çok kullandığı “halkların kardeşliği” sloganı ila Türk islamcılarının “Ümmet kardeşliği” sloganı samimi olmadığı gibi, sadece ve sadece Kürdlerin devletleşmesini engelleme amaçlıdır.

    Kürdlerin kendi ulusal haklarına, yani devletleşmesine karşı çıkan Türk solu, kardeşlik adı altında Kürdlere TC’yi sevdirme ve meşru gösterme çabasındadır.

    Madem halkların kardeşliğini savunmak, her türlü devletleşmeye karşı çıkmak anlamına geliyor onlara göre, neden bütün mevcut devletlere karşı çıkılmıyor da sadece Kürdlerin devlet olmasına karşı çıkılıyor?

    Birlikte yaşamak demek bugünkü Türk devleti çatısı altında yaşamak değil midir?

    Bu durum Kürdleri entegrasyona tabi tutmak olmaz mı?

    Kürdlerin devletleşmesi önünde en büyük engellerden birisi, Türk solunun Kürdlere bulaştırdığı düşüncelerdir.

    Türk İslâmcıları ise ümmet kardeşliği yalanı ile 22 arap devleti olmak üzere 50 küsür İslâm devletine ümmet kardeşliğini dillendirmiyorlar.

    Bir Kürd milliyetçisi olarak soruyorum;

    Türk solunun Kürdistan’da ve Kürd mücadelesinde ne işi var?

    Onların zaten devleti var. Madem her türlü devlet yapısına karşıdırlar o zaman gidip TC’yi önce yıksınlar!

    Madem kardeşiz diyorlar, yüz yıldır Kürdler TC devletinin egemenliğinde yaşadı; gidip TC’yi yıksınlar ve gelsinler Kürdistan’da yüz yıl birlikte kardeşçe yaşayalım. Kardeşlik ise adil olan bu değil midir?

    Türk İslâmcıları da gidip bütün İslâm devletlerini yıksınlar. Tek bir İslâm devleti altında yaşayalım.

    Türk solu da Türk İslamcıları da sahtekardır ve Kürdlerin devlet kurmasına engel olmak için kardeşlikten söz ediyorlar. Kürdlerin bu sahtekarlarla ayrışmalı , Kürdistan topraklarından def etmelidir.

    Artık bizi kandıramazlar böyle kardeşlik hikayeleriyle ve onlara diyoruz ki; yeter artık,çekin kirli ellerinizi ve düşüncelerinizi bizim haklı davamızdan…

    Özgür Amed

    06.05.2015

    http://www.nasname.com/a/isgalin-iki-kirli-araci-halklarin-kardesligi-ve-ummet-kardesligi

  40. Gün Abi, hem kendi sitenizde hem de başka mecralarda bu yazınıza gelen tepkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk BHH genel toplantısında Merdan Yanardağ’ın BHH Yürütmesinde yer almaması yönünde oy kullandığınızda bunun kabul göreceğine inanıyor musunuz?

  41. Başka mecralardaki tepkilerden haberim yok. Buraya aktarırsan iyi olur. Tepkiler doğaldır. O fikre yakın olan arkadaşlar elbette tepki gösterecektir. Merdan Yanardağ’ın yürütmede kalması aslında iyi olurdu. Ama BHH adına kelam kestiği için oradan alınması gerekir. Bu fikir kabul görür mü, ona bilemem.

  42. BHH tabanının çoğunluğunun, en azından KP haricindekilerin Merdan’ın söylediklerini tasvip etmediğini sanıyorum. Ama kimsenin tepki gösterdiğini de duymadım. Hala BHH’yle bir şeyler yapmaya çalışmanız zaman ve enerji kaybı değil mi? Bu çaba HDP’lilerle birlikte bir şey yapmaya harcansa daha verimli olur diye düşünüyorum.

  43. Ben HDP’yi destekliyorum. Yazı da yazacağım. Öte yandan BHH HDP’nin desteklenmesine karşı değil. 10’dan sonra hareketi mesela çoğunlukla BHH’lilerden oluşur.

  44. “BHH tabanının çoğunluğunun, en azından KP haricindekilerin Merdan’ın söylediklerini tasvip etmediğini sanıyorum.”

    Dreamland of a liberal 😀

  45. Gün Bey,

    “Anarşizm” ile “maneviyat” arasındaki ilişkiler üzerine kitaplar önermeniz için ısrar ediyorum.

    Arkadaşlarıma şunu söyledim:

    “-Toprak- ile kurduğumuz bağı neredeyse tamamıyla unuttuk! Bunu yeniden öğrenmek zorundayız! Apartman dairesinden, AVM zemininden, iş plazası koltuğundan, fitness club’daki koşu bandından, gerçek mukavva sandığımız plastik bardaktan içtiğimiz markalı cappuccino’dan biraz uzaklaşmayı denemeli; en azından ayağımızı -toprak-a değdirmeliyiz!”

    Ve şöyle karşılık aldım:

    “Vayy… Birdenbire gerici mi oldun?!
    ‘Aydınlanma Devrimi’nin bizlere açtığı yolu, bizlere kazandırdıklarını ne çabuk unuttun!
    Teknolojinin en yüksek hızla ilerlediği bir çağda yaşıyoruz; sen hangi -toprak-tan bahsediyorsun?!
    Yobaz yobaz konuşma! Kendine gel!”

    Cevabınızı bekliyorum…

    Saygılarımla

  46. “Merdan Yanardağ çok rererö” diyorsun da onun Kronstadt hakkında söyledikleriden çok daha beterini söyleyerek (“Bir, iki,üç, daha fazla Kronstadt !”) alenen provokasyon yapan liberal-gerici DSİP çetesine de ‘devrimci’ demiştin. Arşiv unutmaz! Senin gözünde ‘devrimci’ olabilmek için ya liberal ya da Fethullahçı olmak gerekiyor galiba. BHH’nin asıl kurtulması gereken anlayış senin temsil ettiğin sol-liberal anlayıştır.

  47. 22 nolu anonime…

    son dönemde baya arttı belli aydınlara sanaldan fakenicklerle tehditler, küfretmeler falan. zileliyle aslında bir sorunları yoktu. merdan yanardağı rezil edince kuyruklarına basıldı tabi. ama merdan’ın işi sallamayı görünce arkasına bile bakmadan topuklayan bu bebelere kaldıysa işi zor onu söyleyeyim. çok çaptan düşmüş

  48. ve 32 nolu anonime…

    yazıyı okumamışsın sanırım. gün zileli’nin kronştad hakkında verdiği bilgiler zaten kronştad katliamının troçkistlere mal edilmesinin de sol içi sorunların şiddet yoluyla çözülmesinin de saçmalığını gösteriyor. asıl ikiyüzlü olanlar dün dsip’liler dayak yiyor diye anarşistlerin sırtını sıvazlarken bugün kronştad için eyi oldu diyen ulusolcular olmasın?

  49. “Gün Zileli son 20 yılda liberterlikten dolayı hiç yargılandı mı?” sorusu vs. şu haber: http://ilerihaber.org/yanardagin-kitabina-dava/16014/

  50. Yazınızı okudum fakat bence yazınız biraz(fakat önemli derecede) eksik.Ayrıca örgütlü birisiyim.Şöyle söylemek isterim ; birinci tespitiniz kısmen doğru stalinin ‘kadro’ olarak desteklediği kendi yarattığı hizip koludur fakat burada stalini eleştiriyor gibi görünsenizde kendi görüşüm leninide ağır bir biçimde eleştiriyorsunuz zaten yazının daha ilerleyen bölümünde “Leninin ki de yanlıştı zaten stalini yaratmış oldu tarzında söyleminiz var ama unutulmamalıdır ki lenin stalinin komünist parti için çokta önemli biri olduğunu hiçbir zaman vurgulamamış hatta birçok sosyalist reddetse dahi ben gerçekliğine kısmende olsa inanıyorum lenin stalini genel sekreter olmaması için eşine mektup yazdırma ihtimali yüksek bir ihtimaldir,olabilir net değil günümüze gelen bilgiler.Sizin ‘kendiliğindenci’ bir yaklaşımınız olduğunu düşünüyorum nedeni malum.Elbette ‘kadro’ ve ‘öncü bir parti’ olmadan devrim gerçekleşemez en azından gerçekleşen devrim sosyalist devrim olmaz.Bilmeniz gerekirki lenin kendiliğindenci harekete karşı ne yapmalı? adlı kitabında bu sorunları ele almakta.Ne yapmalı?da örgütsel olarak düşünülse de yöntemsel açıdan da çok faydalı bir kitap olduğu düşüncesindeyim her neyse fazla uzatmayacağım ikinci tespitiniz ise tamamen eksik hatta yanlış şöyle izah edecek olursam;devrimden sonra kazanma teorisi zaten lenine ait olmadığı gibi Sovyet devriminde hatta dünya sosyalist hareketinde görülmüş değildir kısmen allende hükümeti örnek olabilir pek sayılmasa da.Eleştirilen merdan yanardağ ise orada söylediği konuşmada bence sizin kastettiğiniz gibi staline veya lenininst parti şekline değinmemiştir ayrıca bu ülkede eleştirlecek o kadar çok insan varken merdan yanardağı eleştirmeniz beni çok şaşırttı ki eleştirelecek sözü olmamasına karşın.Bu ülkede halen bazı sol kesim emperyazlimi yalanlıyor keşke bu kesime karşıda duyarlı olsanız bence çok yerinde olacaktır.

  51. Anarşist, sosyalist ya da İslamcı veya kapitalist de olabilir.

    Bir iddia varsa ve bu iddia yanlış argümanlara dayanıyorsa elbette birileri çıkıp yanlışın nerede olduğunu söylemelidir. Bu korkulması gereken bir şey değil.

    Yani eleştiri korkulması gereken bir şey değil, asıl korkulması gereken eleştirinin olmamasıdır.

  52. Şu Marksist-Leninist yoldan giden başarıya ulaşarak totaliter devlet batağına saplanmayan bir tane ülke gösterin bakalım gösterebilecek misiniz? Hepsi totaliter batağa saplanmıştır.

    “Ama Lenin kitabında şunu söyledi, bunu yazdı.” lafları bırakın. Bunların fazla önemi yok. Çünkü bütün olarak bakıldığında Lenin’in götüreceği yol totaliter devlettir.

  53. Robespierre'in yeğeni

    Gericilik ve liberalizme nefretimiz 1000 yıl sürecek !!!
    http://abcgazetesi.com/merdan-yanardag-yazdi-445.html

  54. ufak bir düzeltme: louis “blanque” değil, “blanqui” olacak.