Şu Sartre Meselesi!

 

 

 

İrfan Aktan, yeni yayınlanmaya başlayan GazeteDuvar’da, “Şu Nuray Mert Meselesi” başlıklı bir yazı yazmış.

 

Pek fazla beğeni alan bu yazının ana fikri şu: Siz “Türk” aydınları iktidarın baskılarından korkup Kürt hareketini savunmaya devam etmekten yan çiziyorsunuz demek ha! Kürt hareketine eleştirileriniz, tamamen üstünüzdeki baskıyı azaltmaya yönelik. Sartre’ın Fransız sömürgeciliğini karşı aldığı tavrı almaktan acizsiniz.

 

Bu elbette benim özetlememdir, bu yüzden tırnak içinde yazmadım. Eğer yanlış bir özetleme yapmışsam İrfan Aktan düzeltir diye umuyorum.

 

Önce şu Sartre meselesine kısaca gireyim. Express dergisinin son sayılarında da bol bol Sartre örneği veriliyordu. Sartre’la ilgili bir yanlış anlama söz konusu değil. Gerçekten de Sartre’ın bakış açısı budur. Evet ama Sartre’ın sözlerinin Fransız sömürgeciliği karşısında Fransız aydınının vicdan azabı olmaktan başka bir anlamı yok ki. Ve bu vicdan azabı, ne yazık ki Sartre’ı, Cezayirli anti-sömürge savaşçısının karşısında ezik bir duruma sokmuş ve bunun da bu anti-sömürgeci savaşçıya bir yararı olmamış, tam tersine zararı olmuştur. Karşısında Sartre gibi nitelikli Fransız aydınlarının ezilip büzüldüğünü gören Cezayirli, bu ezilip büzülmeden bir özgüven kazanmamış, tersine dönüp kendine bakmama, kendini eleştirmeme noktasına gitmiş, ben ezilenim, mağdurum, dolayısıyla her zaman ve her durumda haklıyım saçmalığına varmıştır. Eleştiriden azade Cezayirlinin sonraki yanlış yönelimlerinde bu tutumun da bir katkısı olduğu inkâr edilemez. Kimi eleştiriden azade tutuyorsanız ona en büyük kötülüğü yapıyorsunuz demektir.

 

Yeri gelmişken, benzeri bir tutumun Sartre’ın Sovyetler Birliği’ne karşı hatalı bir yönelim içine girmesine yol açtığını da belirteyim. Bu konuda Camus ile Sartre tartışmıştır. Sartre, şiddetli anti-kapitalistliği yüzünden, Batı’da yeni yeni öğrenilmeye başlayan Sovyetler Birliği’ndeki Gulak çalışma kamplarını teşhir etmekten imtina etmiş, tersi  bir tutumu savunan Camus’ye karşı çıkmış ve Stalin’i eleştirmemeye özen göstermiştir. Aslında mantık Cezayir meselesindeki mantığın aynıdır: Eleştirirsen düşmana açık verirsin. Madem kapitalistler Sovyetler Birliği’nin açıklarını arıyorlar, o zaman biz bu açıkların üstüne giderek onlara yardımcı olmamalıyız. Ne büyük bir yanılgı! Dil çürük dişe gider. Sen eleştirmezsen, düşman o yarıktan girer ve senin tarafını olduğu gibi çökertir. Nitekim 1990’larda yaşananlar bunun kanıtıdır. (Sartre’ın bu tutumuna Sartre Çıkmazı adını veriyorum. Bu konuyu daha felsefi temelleriyle inceleyip bir kitap yazmayı düşünüyorum.)

 

İrfan Aktan’ın, Nuray Mert’e yönelik eleştirisine dönecek olursak… bu eleştiriyi tamamen yanlış buluyorum. Fazlasıyla Kürt ulusal hareketi taraftarı görünen bu tutum aslında ona en büyük kötülüğü yapıyor: Birincisi, bu harekete en yakın ve dostça tutumu almış aydınları hedef tahtasına koyduğu için; ikincisi, Kürt ulusal hareketine, daha da özelde PKK’ye yönelik bundan sonra dostça yapılacak eleştirilerin  önünü kestiği için; bunun birine su veren insanların önünü kesmekten farkı yoktur; üçüncüsü, bir yılı aşkın süredir tamamen hatalı politikalar yürütmekte ve eylemler yapmakta olan (hendekler siyaseti ve zaman zaman canlı bomba eylemleri) PKK’yi tuttuğu yanlış yolda teşvik ettiği için.

 

Bence İrfan Aktan gibi değerli aydınlar, dostça eleştiri görevini bugüne kadar tutarlı bir şekilde yapan Nuray Mert’i vb. hedef tahtasına koymadan önce, bugüne kadar eleştiri görevlerini yerine getirmeyen Kürt politikacılarını, aydınlarını, Türkiye kesiminden, kendilerini salt destekle sınırlayanları eleştirseydi ve parlamentodaki koltuklar ya da şu veya bu menfaat beklentisi veya Kürt çevrelerindeki itibar, taraftarlardan alkış alma ya da yuhalanmama güdüleri yüzünden PKK’nın özellikle son bir yılki yönelimleri karşısında sessiz kalanları karşısına alsaydı, kısa vadede üzerine yıldırımları çekse de uzun vadede Kürt ulusal hareketine çok daha yararlı olurdu.

 

Toprak devrimi diye yola çıktığımız 1960’lı yılların sonlarında, köylülere propaganda yaparken “tüm tapular yakılacak” derdik. Keşke bunun yerine “tüm tabular yakılacak” deseymişiz.

 

 

Gün Zileli

12 Eylül 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

İrfan Aktan’ın yazıya ilişkin açıklaması: 

 

 

Zorunlu bir açıklama

 

Tartışma adabının büyük ölçüde ortadan kalktığı bir dönemde bir yazıya yazıyla eleştiri getirdiği için Gün Zileli’ye teşekkür ederek başlayayım. Maalesef özellikle sosyal medya tartışma adabını büyük ölçüde tahriş ettiği için eleştirebileceğimiz pek çok kişiyi, uğradığı haşin saldırı ve hakaretlerden dolayı eleştiremez oluyoruz. Herkes karşılıklı olarak neredeyse birbirine hakaret ve küfür yetiştirme telaşında olduğu için nitelikli eleştirinin ne muhatabı olabiliyoruz ne de sahibi. Bu açıdan, ’daki yazımın hiç tahmin etmediğim kadar gördüğü ilgiyle farkettiğim şu oldu: Başlık içeriğin önüne geçti. Bunun özeleştirisini vermeliyim. O yazının başlığında “Nuray Mert” ismi geçmemeliydi. Çünkü bilen bilir, kişilere ilişkin yazdığım yazı istisnadır ve söz konusu yazı da esasen Nuray Mert’i değil, bir tutumu eleştiriyor.

 

Bundan 11 yıl önce Nuray Mert’le Türk aydınının Kürt meselesi üzerine tutumuna dair “nitelikli” bir tartışma yaptığımızı hatırlıyorum. O uzun tartışma yazılarına şuradan erişilebilir: ()

 

Gelelim Gün Zileli’nin eleştirisine. Önce şu PKK şiddetiyle ilgili kısım: “Bence İrfan Aktan gibi değerli aydınlar, dostça eleştiri görevini bugüne kadar tutarlı bir şekilde yapan Nuray Mert’i vb. hedef tahtasına koymadan önce, bugüne kadar eleştiri görevlerini yerine getirmeyen Kürt politikacılarını, aydınlarını, Türkiye kesiminden, kendilerini salt destekle sınırlayanları eleştirseydi ve parlamentodaki koltuklar ya da şu veya bu menfaat beklentisi veya Kürt çevrelerindeki itibar, taraftarlardan alkış alma ya da yuhalanmama güdüleri yüzünden PKK’nın özellikle son bir yılki yönelimleri karşısında sessiz kalanları karşısına alsaydı, kısa vadede üzerine yıldırımları çekse de uzun vadede Kürt ulusal hareketine çok daha yararlı olurdu.”

 

Zileli’nin “Mert’i vb. hedef tahtasına koymadan önce” ifadesi de Mert’i hedef tahtasına koyduğum kanısı da hakkaniyetli değil. Fakat galiba yazının başlığı kendisine bunu düşündürmüş olmalı. Oysa yazının içeriği bu değil.

 

Diğer yandan yazıda “Mert vb.” gibi isimlere açık bir öneride bulunuyorum: Eğer HDP’yle yola devam edemiyorsanız, o zaman demokrasi mücadelesi yürüten başka alanlara destek verebilirsiniz. Demokrat olmak için HDP’yi desteklemenizi veya HDP’li olmanızı şart koşan kimse yok. Varsa da şahsen ben onlardan değilim.

 

Bu arada hadise kişiselleştiği için, kişisel bir beyanda daha bulunayım: 24 Temmuz’da savaş ilk başladığında, şahsen, Kürt hareketinin operasyonlara silahla yanıt vermemesi gerektiğini aynı günkü yazımda ifade etmiştim ve şiddet eylemlerinin Kürt sorununu daha da derinleştirmek dışında hiçbir işlevi olmadığını defaatle yazdım, yazıyorum. )

 

Zileli yazımı şöyle özetliyor: “Pek fazla beğeni alan bu yazının ana fikri şu: Siz ‘Türk’ aydınları iktidarın baskılarından korkup Kürt hareketini savunmaya devam etmekten yan çiziyorsunuz demek ha! Kürt hareketine eleştirileriniz, tamamen üstünüzdeki baskıyı azaltmaya yönelik. Sartre’ın Fransız sömürgeciliğine karşı aldığı tavrı almaktan acizsiniz.”

 

Ne var ki, bu özet maalesef indirgemeci ve yazının tamamını okumayanı yanıltıcı olmuş. Dolayısıyla hem Gün Zileli’den hem de yazıyı değil de bu özeti okuyanlardan ricam, vakit ayırıp yazıyı dikkatle baştan sona okumaları.

 

Gün Zileli’nin sözünü ettiği Sartre ve Camus meselesi ise bence şöyle: Söz konusu önsözde (Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri kitabının önsözü) Sartre’ın muhatabı Cezayirler değil. Onlara hitaben konuşmuyor. Aksine, “bir nevroz adı” olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Fransa’ya ve Fransa toplumuna hitap ediyor. Bense Sartre’ın bu sözlerini naklederken, Kürtleri eleştiremezsiniz filan gibi bir pozisyondan konuşmuyorum. Savaş varsa, her iki taraf da eleştiriden azade olamaz. Ama kimi hangi koşulda ve nasıl eleştirdiğimizi tartmazsak, benimki gibi dostane eleştirilere aynı şekilde karşılık vermek yerine “hedef tahtasına oturtuyorsunuz” dersek, diyalog kapası kapatılmış olur. Maksadımız bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Eğer bu maksat etrafında birbirimizle tartışabilirsek, belki de tartışma adabını yerle yeksan eden bu iklimin dağılmasına bir nebze de olsa katkıda bulunmuş oluruz.

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

128 Yorumlar

  1. “Toprak devrimi diye yola çıktığımız 1960’lı yılların sonlarında, köylülere propaganda yaparken ‘tüm tapular yakılacak’ derdik. Keşke bunun yerine ‘tüm tabular yakılacak’ deseymişiz.”

    Yani, ‘olmayacak bir sey vaad ettik; olmadi. Keske, baska bir olmayacak sey vaad etseydik‘ mi?

  2. Türkiyede hiçbir hareket yoktur PeKeKe kadar eleştiri topuna tutulan,hem dostları hem de dost görünümlü dostları tarafından bu hareket lime lime eleştirilmiştir!Hatta çoğu zaman dostları bile düşmanlarının diliyle eleştirmişlerdir!PeKeKe kim ne yazarsa yazsın,kim ne düşünürse düşün,o kendi bildiğini yapar!PeKeKe’yi de PeKeKe yapan bu temel ilkesidir!Eğer birileri kürt halkının haklı davası için birşeyler yapmak istiyorsa öncelikle kendi çıkarlarına sahip çıkmalıdırlar,”kendi sınıfsal ya da toplumal çıkarları için mücadele etmeyenler başkalarının çıkarları için mücadele ederler.” Buradan şuraya varmak istiyorum:hiç kimsenin kürtler için birşey yapmasına gerek yok,her sosyal sınıf,tabaka,zümre,özne, kategorı kendi davasına sahip çıkmalı ve bunun mücadelesini vermelidir!Ovakit bu tartışmalar bir son bulur!

  3. Türk aydınının görevi Türk sömürgeciliğine karşı mücadele etmektir. Türk aydınlarının çoğu aydın olmaya gücü yetmeyince döner Kürdleri/PKK’yi eleştirir. İlin kolayına kaçar. Adamlar silah zoruyla belediyeleri işkal ediyor. Karşı çıkana sesini çıkarana her türlü zorbalığı dayatıyor. Türk aydını iki laf geveleyip döner Kürdleri eleştirir. Tek bir sömürgeci asker Kürdistan’da bulunduğu müddetçe Kürdlerin silahlı mücadele dahil her tür mücadele yöntemini kullanarak onlara yönelme hakkı vardır. İrfan Aktan haklıdır hem de yerden göğe kadar.

  4. Türkiye’de bu tür tartışmalar üçüncü lig bile değil, amatör kümelerde mücadele eden takımların çapına benziyor. Ne dünya gerçekliğinden, ne bölgesel dengelerden, ne uluslararası sömürü merkezlerinin planlarından bihaber, kendi kendimize çalıp oynayıp, gelin güvey oluyoruz. Dünyada olan bitenlere biraz dışarıdan bakabilmeyi becersek, PKK kontrolündeki “Kuzey Kürdistan” mücadelesinin aslında bir özgürlük mücadelesi falan olmadığını, PKK’nın tartışılması gereken çok daha ciddi girişimleri olduğunu görebiliriz. Dışarıda ganimet paylaşılırken, içeride oyalanmamız için avutulan çocuklar gibiyiz. Tamam biz onlar gibi ganimetten payımızı alma peşinde olmayalım, ama en azından bizi nasıl avuttuklarının, avuturken bizden neler çaldıklarını fark edebilsek yine yetecek.

  5. özgürlükçü

    Bu günki pratik ve politik iklimde kürt özgürlük hareketinin muhatap olduğu ağır saldırılar yok etmek imha etmek seviyesinde gerçekleşirken kendine özgürlükçü toplumsal devrimci diyenlerin işi bu ise vay halimize!!!
    Bu kafayla giderseniz sizin yerinize de efendi yakında kayyum atar!!!!!!
    Aslında fena da olmaz zaten i,şleviniz bütün eksik ve yetmezliğine rağmen biricik özgürlükçü devrimci Toplumsal muhalefeti itibarsızlaştırma olunca pek farketmiytor haaa siz ha kayyum ne farkınız var!!!!
    Hepiniz Emperyal ırkçı faşist T.C D evlet-iktidar-efendilerinin bilip bilmeden hizmetindesiniz!!!!!!!

  6. “Sartre’ın sözlerinin Fransız sömürgeciliği karşısında Fransız aydınının vicdan azabı olmaktan başka bir anlamı yok ki” demeniz çok mutlakçı dolayısıyla çok yetkinsiz bir tespit. Kimsenin sesi çıkmadığı dönemlerde bir Sartre’ın çıkıp vicdanlara seslenmesi önemli ve tarihe geçmiş bir çıkıştır. Birşeyleri değiştirip değiştirmediği, komplike bir tartışmadır. “Ve bu vicdan azabı, ne yazık ki Sartre’ı, Cezayirli anti-sömürge savaşçısının karşısında ezik bir duruma sokmuş ve bunun da bu anti-sömürgeci savaşçıya bir yararı olmamış, tam tersine zararı olmuştur” demeniz ise ‘anti-sömürgeci savaşcı’ya verdiğiniz tanımı merak ettiriyor; ama belki de merak edecek bir şey yok, yeteri kadar seziliyor. Türkiye’de bir entelektüel seviye sorunu var, bu nasıl inkar edilebilinir. Bir Sartre yok bu ülkede, bir Sartre çıkmıyor, çıkıp şu berbat günlerde bir ses çıkarmıyor: “Suç ortaklığımızı ele vermeyen tek bir hareket yok artık!”

  7. Necip
    “Seçilmiş” merkezi iktidarların seçilmiş yerel yönetimlere el koyması olayıyla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
    Eğer “terörizm destekçiliği” böyle bir şeyin meşru gerekçesi olabilir diye düşünüyorsanız iktidarların uyguladığı devlet terörünün “ayrılıkçı” terörden farklı -dolayısıyla meşru- olduğu görüşünde misiniz?
    Yoksa “devlet terörü” diye bir şey yok mu sizce? Bunlar devleti “bölmeye” çalışanların uydurması mı yoksa? Şehitler ölmez vatan bölünmez mi?
    “Şehitler”den söz etmişken, laik devletin şehit terimini kullanmasının bir çelişki olduğunu söyleyerek halkın devlete inancını sorgulatanlar toplum düzenini bozarak kaos çıkartmaya çalıştıkları için suçlu değil midirler? Devlet ortadan kalkarsa toplumsal düzen de ortadan kalkmaz mı? Toplumun varlığını ancak disiplin koruyorsa, bu disiplini de ancak devlet benzeri hakim bir örgütün otoritesi sağlıyorsa yok olmamamız için hepimizin bu otoriteye boyun mu eğmesi gerek?

  8. Tasfiye Edilmesi Gereken Fethullah ve Fethullahçılar Değil; Bu Merkezi Bürokratik Devlet Cihazıdır

    Fethullahçılara karşı hükümetin yürüttüğü tutuklama, işten çıkarma, malları gasp etme ve diğer tüm uygulamaların gösterdiği ve kanıtladığı bir gerçek var: maalesef Türkiye’de demokrat yok.
    Belki demokratik özlemleri olan bireyler hatta eğilimler var ama demokratlar yok. Demokratik bir eğilim; bir hareket, bir parti yok. HDP de dâhil, yok.
    Demokrasi her şeyden önce iki varsayımı gerektirir.
    Demokrasinin birinci temel özelliği biçimsel (hukuki) eşitliktir.
    Yani dil, din, soy, fikir, kültür ne olursa olsun devlet ve hukuk ve diğer insanlar karşısında bir eşitlik.
    Bunun ise bir tek yolu vardır. Devletin, yani ulusun dilinin, dininin, tarihinin, kültürünün olmaması; ulusun (veya Devletin) bunlarla veya bunlardan biriyle değil; bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanması.

    Somutlarsak, ulusu ya da politik olanı, politik her türlü birimi, Türklükle, Kürtlükle, İslam’la, bir Dinle, bir kültürle, bir tarihle, bir ırkla, bir soyla vs. tanımlamak demokrasi ile bağdaşmaz, çünkü bu insanların eşitliğinin ihlali anlamına gelir. O dilden, dinden, kültürden, soydan olmayanları eşitsizliğe mahkûm etmek anlamına gelir.
    O halde bunu mantık sonuçlarına götürürsek, örneğin Türkçeyi resmi dil kabul eden; insanların ana dilinde eğitim hakkını tanımayan; okullarında zorunlu Türkçe eğitim veren; Türk Tarihi, Türk Edebiyatı vs. öğreten bir devletin veya ulusun demokrat olması mümkün değildir.
    Aynı şekilde, bütün diğer dinlerden veya dinsizlerden alınan vergilerle bir dine veya mezhebe bir diyanet işleri başkanlığı, camilerin imamları, müezzinlerinin devletin memurları olmasının demokrasi ile en küçük bir ilişkisi olamaz.
    Şimdi bakalım Türkiye’ye. Türkiye’de tutarlı olarak bunları savunan bir fikir akımı, çevre, hareket, parti var mı?
    Yok.
    Demokrat olmaya en teşne; demokratik özlemleri olan insanları en çok içinde toplamış en önemli politik güç olan HDP bile böyle bir programı savunmuyor.
    Örneğin o politik olanın bir dille, dinle tanımlanmasını reddetmiyor; aksine böyle tanımlanmış birimlerin varlığı için mücadele ediyor ama bugünkü Türk devletinden farklı olarak, bunların eşit hakları olmasını istiyor. Diğer bir ifadeyle, örneğin, herkese ana dilinde eğitim hakkı için değil; devletin dili ve tarihi olmaması için değil; Kürtlerin de Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerlerde Kürtçeyi resmi dil yapabilmeleri; okullarında Kürt tarihi ve Kürt edebiyatı okutabilmeleri hakkı için mücadele ediyor.
    Bugünkü Türk devletinden tek farkı; çoğunluk olmayanların da kendi dillerini öğrenme hakkı; (dikkat edin bu ana dilinde eğitim hakkı değildir; çoğunluk dilinin, resmi dilin yanı sıra ek derslerle bunu öğrenmektir, yani ana dilinde eğitim hakkı değil; başka bir dili öğrenme hakkı. Bu ikisi farklıdır. Bu Avrupa Birliği’nin tipik standart uygulamasıdır. Bunun henüz demokrasi ve biçimsel eşitlikle ilgisi yoktur.)
    Demokrasi’nin ikinci temel özelliği, o eşit yurttaşların üzerinde yükselmeyen; onların iradelerinin aracı olacak; her düzeyde, tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında seçilmiş organlardan oluşan basit, ucuz, bürokratik, militer ve kırtasiyeci olmayan, denetlenebilir bir devlet cihazıdır.
    Türkiye’deki devlet cihazı ise tam da bunun zıddıdır.
    Bu merkezi, bürokratik, Firavunlar ve Nemrutlar çağından beri gelen ve sürekli yetkinleşen ve modernleşen devlet cihazının var olduğu koşullarda hiçbir zaman demokrasiden söz edilemez.
    Demokrat olmanın ilk şartı bu merkezi, bürokratik cihazı parçalamak; insanların üzerinde yükselmeyen; onların iradelerinin aracı olacak bir devlet cihazı örgütlemektir.
    Böyle bir demokratik programı olan bir kişinin, akımın, örgütün, hareketin esas vuruş noktası her zaman bu merkezi ve bürokratik mekanizmayı parçalamak yönünde olur ve olmalıdır.
    Peki, böyle bir programı savunan bir parti var mı? Yok. HDP’nin bile nasıl böyle somut bir cihazın örgütlenmesi gerektiğine dair bir programı yok.
    Örneğin böyle bir programınız var ise, yani demokrat iseniz, bu son darbe girişimi ve şimdiki tasfiyeler karşısında tepkileriniz, vuruş yönünüz, eleştirileriniz bugün piyasadakilerin hepsinden farklı olur. Vuruş yönünüz ve hedefiniz Fethullahçılar veya hükümetin haksız uygulamaları değil; bizzat bu devletin varlığı ve böyle ele geçirilebilirliği, yani merkeziliği, bürokratikliği ve keyfiliği olur. Suçlu olarak ve esas mücadele ve tasfiye edilmesi gereken olarak bu devlet cihazını görürsünüz.
    Çünkü ancak merkezi ve bürokratik cihazlar böyle ele geçirilebilirler. Aslında Erdoğan da yine tam da bu özelliğe dayanarak fiili darbesini gerçekleştirmekte ve buna karşı hiçbir şey yapılamamaktadır. Fethullah da Erdoğan da darbelerinde tam da bu merkezi ve bürokratik özelliğe dayanmaktadırlar.
    Merkezi ve bürokratik olmayan demokratik ve basit bir devlet cihazını Fethullahçılar ve de Erdoğan hiçbir zaman ele geçiremezdi.
    Çünkü böyle bir devlet cihazında örneğin bütün karar verici organlar tam bir fikir ve örgütlenme özgürlüğü ortamında yapılmış seçimlerle belirlenir. Yani örneğin valiler kaymakamlar gibi merkezden atanmış memurlar olmaz. Her yerleşim birimi ve bölge kendi yöneticilerini kendi seçer. O zaman gelsin de Fethullahçılar veya Erdoğan veya Ergenekon kendi adamlarını atasın bakalım.
    Devleti ele geçirmeye niyetli herhangi bir gizli organizasyonun demokratik bir devlet cihazını ele geçirmelerinin bir tek yolu olur: Seçimlerde kendi görüşlerini açıkça savunmaları ve oyları almaları. Herkes gibi elbet Fethullahçıların da görüşlerini yayma ve onlara çoğunluğu kazanma hakları olacaktır.
    Merkezi ve bürokratik olmayan; yurttaşların eşitliğini esas alan; böyle bir devlet cihazında, seçimle gelmeyen, idari cihazın memurlarının tayin ve terfi işlemlerini merkezi devlet cihazı belirlemez ve belirleyemez. Tamamen bağımsız, her memurun üye olduğu memur sendikalarının veya birliklerinin tamamen nesnel kriterlerle (örneğin hâkimlerin verdiği kararların ne kadarının bozulduğu gibi) tuttukları sicillere göre yapılır.
    Yani Fethullahçıların böyle bir yargıyı ele geçirmeleri için, yargıçlarının en az hatalı kararları vermesi; nesnel kriterlere belirlenmiş temiz ve başarılı sicillerinin olması gerekir. Eh böylesi de ele geçirsin. Aslında demokratik bir cihazı ele geçirmek isteyenler o demokratik cihaz tarafından ele geçirilirler; demokratik bir cihazı ele geçirmenin biricik yolu onun tarafından ele geçirilmekten geçer.
    Böyle bir devlet cihazında, sözlü mülakatlar yapılmaz. Eşitlik temel olduğundan, kişilerin kimliğini, kökenini, siyasi eğilimini belirtecek hiçbir ize imkân bırakmayan (isim hanesinin kapatılmış olması vs. gibi) yazılı imtihanların sonuçlarına göre tayin ve terfiler olur.
    Böyle bir sistemde, ne Erdoğan ne Fethullah, hiçbir iktidar, kendi arzuladıklarını tayin ve terfi ettiremez; o savcı ve yargıçlara kendi direktiflerini dayatamaz.
    Böyle bir sistemde, şu İslamcıların ve Kemalistlerin dillerinden düşürmedikleri “işi ehline verme” kendiliğinden gerçekleşir.
    Onların görmek istemediği ve atladığı; işlerine gelmeyen, çünkü mantık sonuçlarına gidilirse bu devlet cihazını parçalamak gerektiği sonucunu çıkarmak gerekeceği, işi ehline verme işinin kim tarafından ve nasıl bir organizasyonla gerçekleşebileceği; tıpkı eğitecekleri kimin eğiteceği gibi; işi ehline verme işinin kim tarafından ve nasıl ehline verileceği noktasını atlamalarıdır.
    İşi ehline verme veya eğitim gibi sıradanlıklar özünde dünyanın bir kaplumbağanın sırtında durduğunu söylemekten farksızdır. O kaplumbağa neyin üzerinde durmaktadır? O da daha büyük bir kaplumbağanın ve bu böyle gider. Eğitim veya işi ehline verme de böyledir. İşi ehline verme işini kim ehline verecektir; eğitecekleri kim eğitecektir?
    İşi ehline verme işini rastlantısallıktan ve keyfilikten kurtarmanın biricik yolu vardır: tüm karar organlarının her düzeyde seçimi; tayin ve terfi işlemlerinin tamamen devletten bağımsız meslek kuruluşları veya memur sendikalarının tuttuğu nesnel kriterlere göre belirlenmiş siciller göre yapılması; her türlü sözlü mülakat vs. ile seçim imkânının ortadan kaldırılması.
    Bu durumda hiçbir ihaleyi taraftarlarınıza veremezsiniz; hiçbir yere kendi partinizin adamlarını koyamazsınız; hiçbir memura keyfi uygulamaları dayatamazsınız. O zaman namussuzlar bile namuslu olmaya başlar. Bugünkü devlet cihazının varlığında ise, namuslular bile namussuz olmak zorundadır ve namuslu kalanlar da sorunun devlet cihazının yapısında olduğunun görülmesini engelledikleri; o devlet cihazını temel günahından azade gösterdikleri için en büyük nesnel namussuzluğu yapmış olurlar.
    Gelsin de o zaman Erdoğan veya Gülenciler veya Masonlar veya Ergenekoncular bu basit, sade, ucuz merkezi ve bürokratik olmayan devlet cihazını ele geçirsinler bakalım. Ele geçirmeye kalkanlar ele geçirilirler.
    *
    Sorunun esası bu kadar basit iken; tüm “suçlu” özünde bizzat bu merkezi ve bürokratik devlet cihazı iken; bu devlet cihazını hiç kimsenin sorun etmemesi; tasfiye edilmesi gereken Gülenciler değil de bu devlet cihazı; yani bu merkezi, bürokratik ve keyfi yapı olması gerekirken, kimsenin bunu talep bile etmemesi: Türkiye’de en küçük bir demokratik hareket, akım ve eğilim olmadığının en esaslı kanıtıdır.
    Evet demokratik özlemleri olan insanlar vardır ama sistematik, mantık sonuçlarına varmış demokratik bir programı olan insanlar, yani demokrat yoktur.
    Hatta öylesine yoktur ki, hükümetin icraatlarına itiraz, en solcu ve demokrat bildiklerimizde bile şöyle: “O görevden aldığınız veya tutukladığınız Gülenci değildir, olamaz; o bir sosyalisttir veya ateisttir veya Alevidir veya Kemalist’tir.
    Bu nasıl bir düşkünlüktür?
    Yani zımnen Gülenci olsa işinden alınması veya tutuklanması haktır demeye getiriyor.
    Bugün demokratın görevi, Gülenci olma özgürlüğünü savunmak olabilir.
    Çünkü bir demokraside kimse savunduğu fikirlerinden dolayı cezalandırılamaz, eşitsiz bir muameleye maruz bırakılamaz.
    Kimse niyetlerinden dolayı cezalandırılamaz.
    Suç bireyseldir.
    İnsanlar ancak kanıtlanmış ve bağımsız mahkemelerce karar altına alınmış somut eylemlerinden dolayı cezalandırılabilirler.
    Varsayalım ki hükümetin iddiaları doğrudur, Gülenciler darbeye teşebbüs etmişlerdir. Teşebbüs edenler ancak somut delillerle, somut eylemleri temelinde, bağımsız mahkemelerce suçlu bulundukları takdirde cezalandırılabilirler.
    Bu Gülenci olmayı kapsamaz ve kapsayamamalıdır. Bir insan Gülenci olabilir ama bu darbe eylemi ve organizasyonuyla hiçbir ilişkisi olmayabilir. Çünkü Gülenci hareket, Hükümetin iddialarını doğru kabul ettiğimizde bile, o hareketin içindeki gizli çekirdeği hariç, darbe yapma gibi bir niyetle insanları kazanmamıştır.
    Gülen’in fikirlerinin Erdoğan’ın fikirlerinden farklı olmadığı; aynı amacı paylaştıkları bir gerçektir. İkisi de ideolojik olarak ellili ve altmışlı yılların antikomünist Türk milliyetçisi İslamcılığına dayanırlar. İkisi de tam da emperyal hayallere uygun tam bir mesiyanist kafayla, Türklerin İslam âlemini yönetmek için var oldukları ve bu görevi yerine getirmekle yükümlü olduklarını savunmaktadırlar. Bu görüşler demokrasiyle falan en küçük bir ilgisi olmayan ırkçı ve faşist görüşlerdir. Bu çok açık. Ama bu emperyal ve fetihçi amaçları meşrulaştırmaya yönelik; mesiyanist, ırkçı ve faşist denebilecek görüşlerini savunma haklarının olması gerekir. Kimse bu fikirlere sahip olduğu için cezalandırılamaz ve cezalandırılmamalıdır.
    Bırakalım demokrasiyi de bir yana. O çok sözü edilen “hukuk devleti” kriterini ele alalım.
    Hukuk devleti olmanın demokrasi olmakla ilgisi yoktur. Hukuk pek ala antidemokratik olabilir ama bir devlet en azından bu antidemokratik hukukunu uygulayabilir.
    Şu an, tam da yine o merkezi bürokratik karakteri nedeniyle, ortada hukuk devleti de kalmamış bulunuyor. 12 Eylül ile Hukuka bir ölçüde dikkat ederdi. Hukuk dışı yaptıklarını gizleyerek o hukuku ayakta tutmaya çalışırdı, hiç olmazsa askerlikteki teftiş fırçası gibi görünüşü kurtarmaya çalışırdı. Örneğin işkence yapar ama yaptığını inkâr ederdi. Şimdi ise insanlara yapılan işkence açıktan gösteriliyor. İşkenceden geçmiş insanların resimleri servis ediliyor.
    12 Eylül rejimi bile, suçun bireyselliği gibi; cezaların makabline şamil olmaması gibi en basit hukuk kurallarına uyma iddiasını bir yana bırakmamıştı.
    Bugünkü gibi insanların mallarına el koymamıştı.
    Çünkü onlar, binlerce yıllık bu devletin geleneğiyle devlet olmanın bir hukukun olması olduğunu biliyorlardı ve tam da bu nedenle fiiliyatta hakkı ve hukuku ne kadar ayakları altına alsalar da en azından görünüşte olsun hukukun üstünlüğünü el üstünde tutma iddiasından vaz geçmiyorlardı. Bu iddiadan vaz geçmek, devletin fiilen kendini inkârı anlamına gelirdi, bu kadarını olsun biliyorlardı.
    Şimdi fiilen ve açıktan bu iddiadan da vaz geçilmiş; yani Devlet olmanın asgari koşulu olan bir hukuka dayanmak ortadan kaldırılmış bulunuyor.
    Aslında bu devlet fiiliyatta yapısının zorunlu mantık sonuçlarına varmış; kendi kendisini tasfiye etmiş; üzerinde yükseldiği temeli yok etmiş; bindiği dalı kesmiş bulunuyor.
    Eksik olan bu müthiş tarihsel fırsatta bu fiili tasfiyeye son noktayı vuracak demokratlar; demokratik bir programa sahip bir hareket veya parti.
    Demir Küçükaydın
    8 Eylül 2016 Perşembe

    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2016/09/tasfiye-edilmesi-gereken-fethullah-ve.html

  9. Sevgili Gün,

    “Evet ama Sartre’ın sözlerinin Fransız sömürgeciliği karşısında Fransız aydınının vicdan azabı olmaktan başka bir anlamı yok ki. Ve bu vicdan azabı, ne yazık ki Sartre’ı, Cezayirli anti-sömürge savaşçısının karşısında ezik bir duruma sokmuş ve bunun da bu anti-sömürgeci savaşçıya bir yararı olmamış, tam tersine zararı olmuştur. Karşısında Sartre gibi nitelikli Fransız aydınlarının ezilip büzüldüğünü gören Cezayirli, bu ezilip büzülmeden bir özgüven kazanmamış, tersine dönüp kendine bakmama, kendini eleştirmeme noktasına gitmiş, ben ezilenim, mağdurum, dolayısıyla her zaman ve her durumda haklıyım saçmalığına varmıştır.”

    mantığını anlamak pek zor. İkisi arasında oyle bir ilişki neden olsun. Cezayır meselesinin mücadele öncesi ve sonrası evrelerini şekillendiren sınıfsal ve sosyal dinamikler çok ve çeşitli. Aykırı düşünebilmek adına işi biraz zorlamış ve abartmışsın. Cezayir devriminin gerilemesi ve başka şeylere dönüşmesinde Sartre’ın tepkisel şefkatinin payı yok diye düşünüyorum. Sağlık ve esenlikle.

  10. Bence Sartre, çubuğu ters tarafa doğru fazlasıyla bükmüştür ve bu da Franz Fanon gibi anti-sömürge teorisyenlerinin dizginsiz bir terörü haklı gören teoriler üretmelerine yol açmıştır. Kısacası, Sartre’ın mantığıyla IŞID terörü bile savunulabilir. Ne var efendim, onlar da batı sömürgeciliğine karşı savaşmıyorlar mı? Sartre’ın çubuğu bükmesinin en büyük zararı bugüne olmuştur. Ne yazık ki, birçok arkadaşımız kızılay’daki intihar bombası eylemini bile bu mantığa sığınarak savunmuş ya da bu nedenle pkk’yi eleştirmekten imtina etmiştir.

  11. “‘Seçilmiş’ merkezi iktidarların seçilmiş yerel yönetimlere el koyması olayıyla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?”

    Bu ve diger sorulariniza, sorularin tonuna bakarsam, beklenenen cevaplarin neler oldugunu tahmin edebiliyorum sanirim.

    Ama, o cevaplari buraya yazarsam, durust olmak yerine nabza gore serbet vermek durumunda kalacagimi dusunuyorum.

    Ben ikincisini tercih edecegim.

    Meseleyi secilmislik ile cercevelendiriyorsak, cevabini da kolaylastirmis oluruz bence.

    ‘Butun’un ‘parca’larindan buyuk oldugunu kabul edersek, o zaman ‘genel’in de ‘yerel’e baskin olacagini kabul etmek zorunda kaliriz.

    Bunun, benim ongorebildigim, tek istisnasi vardir: ‘Butun’ tum ‘parca’larindan buyuk olamaz. Yani, genel secimle gelmis bir yonetim, butun yerel yonetimleri degistiremez. O raddelere gelemez. Siyaseten mumkun degilgir bu.

    Onun haricinde, evet, yerel yonetimlere mudahale etmek, degistirmek yetkisi vardir. Tek ornek de bugunkuler degil. Mesela, yanlis hatirlamiyorsam, bir Buyuksehir olan adananin belediye baskani, Aytac Durak’ti galiba, yonetimden el cektirilmisti ve kimsenin sesi cikmamisti.

    “Eğer ‘terörizm destekçiliği’ böyle bir şeyin meşru gerekçesi olabilir diye düşünüyorsanız iktidarların uyguladığı devlet terörünün ‘ayrılıkçı’ terörden farklı -dolayısıyla meşru- olduğu görüşünde misiniz?”

    Bu soru bir tur ‘hileli zar’ intibai veriyor.

    Sundan dolayi: ‘Devlet teroru’nun var ve mevcut/aktif oldugunu ongoruyor. Bugun durumun gercekten boyle oldugunu ikna edici bir zenginlik ve kapsamda gostermek gerekiyor.

    “Yoksa ‘devlet terörü’ diye bir şey yok mu sizce? Bunlar devleti ‘bölmeye’ çalışanların uydurması mı yoksa? Şehitler ölmez vatan bölünmez mi?”

    ‘Devlet terörü’ terimi uydurulmus bir kavram degil tabii ki. Gecmiste ve bugun (ve, korkarim gelecekte de) karsimiza cikmis, cikan, ve cikacak bir uygulamadir.

    Oyledir de, bu kavram (risk ve tehlike) mevcut diye, butun korkulari buna odaklamak; fakat, diger teror turlerini onemseMEmek, gozardi etmek bence cok da akillica degil.

    Benim baktigim yerden, kendisine ‘solcu’ diyen, uzerine de ‘ozgurlukculuk’ tonlari ekleyen bircok ‘aydin’ tam da bunu yapiyor.

    Bu tur (futbol fanatikligine benzettigim) tarafgirlik, bence, secici (selective) bir korluktur.

    Ornek vermek icin, bu yorumlarin tepe yazisinina ve onun atifta bulundugu yaziya gitmek isterim:

    “İrfan Aktan gibi değerli aydınlar” (neden ozellikle degerli ve aydin oldugunu henuz anlayabilmis degilim), bence ciddi bir ‘el cabuklugu marifet’ ile ‘Kurtler’ ve ‘Kurt hareketi’ kelime ve terimlerini PKK yerine kullaniyorlar.

    Yani, butun ‘Kurtler’ ve ‘Kurt hareketi’nin tamamini PKK temsil ediyor –‘temsil’ ne kelime, ‘odur’– anlaminda kullaniyorlar.

    Bu ikameyi (yer degistirtmeyi) kabul ederseniz, gerisi kolay: ‘PKK (ve turlu cesitli alfabe corbalari), her ne yaparsa yapsin, kendi hukumranliginda (cografyasinda, Kurdistan’da), haklidir ve mesrudur’ demek durumunda kaliyorsunuz.

    Yani, PKK (ve turlu cesitli alfabe corbalari), kendisi ‘devlet’tir ve yapip ettikleri onun ic-isleridir; biz karisamayiz/karisMAmaliyiz…

    Ben, kendi adima, bu ‘ikame’ye katilmiyorum.

    Yani, bence, PKK, butun ‘Kurtler’ ve ‘Kurt hareketi’nin tamami anlamina gelmiyor.

    Kurtler de, baska her unsur gibi, cok daha genis ve zengin siyasi renk ve tonlardan olusuyor ve haliyle birden fazla ‘hareket’e sahipler.

    Bunlarin gorunmuyor (kolayca secilemiyor) olmasinin sebebi olmayislari degil; PKK tarafindan siddet ile susturulmalaridir.

    [Bunun boyle oldugunu, PKK’nin diger Kurt hareketlerini tasfiye amacli cinayetlerini vb.yi ayrica anlatmama gerek olmadigini dusunuyorum.]

    Kendilerine ‘solcu’ filan diyenlerin, (bir guguk kusu palazi misali) kendisini butun Kurtlerin yerine koymaga calisan PKK’nin bu temel celiskisinin farkinda olmadiklarini dusunmek zor.

    O zaman, geriye, ya kendine ‘solcu’ diyenlerin samimiyetsizligi, ya da ‘solcu’ filan olmayislari kaliyor.

    Her iki durumda da, humanizma temali sorular hem havada hem de anlamsizlikla malul oluyor.

    “‘Şehitler’den söz etmişken, laik devletin şehit terimini kullanmasının bir çelişki olduğunu söyleyerek halkın devlete inancını sorgulatanlar toplum düzenini bozarak kaos çıkartmaya çalıştıkları için suçlu değil midirler?”

    Devletin laik oldugunu ilk kim soylediyse, bence asil olaran baslamak lazim: Devlet hicbir zaman laik olmadi.

    Dahasi, o muglak kavramin mensei olan Fransa’da bile oyle degil.

    “Devlet ortadan kalkarsa toplumsal düzen de ortadan kalkmaz mı?”

    ‘Toplum’ diyebilecegimiz bir yapi/olusum varsa, bence, eninde sonunda bir ‘devlet’ yapilamasi da ortaya cikar. [Bkz Kuzey Amerikadaki pre-ABD gelismeler -bence cok iyi bir laboratuardir.]

    Bu bakimdan, aslolan bence toplumdur. Devlet ise, o toplumun kurdugu/olusturdugu bir yapidir. Toplum tarafindan sahip cikilmasi da –dolayisiyla– anormal ya da anlasilmaz degildir.

    “Toplumun varlığını ancak disiplin koruyorsa, bu disiplini de ancak devlet benzeri hakim bir örgütün otoritesi sağlıyorsa yok olmamamız için hepimizin bu otoriteye boyun mu eğmesi gerek?”

    Disiplinden ne kastediyor oldugunuz onemli. Bir de tabii ki, ‘boyun egmek’i hangi anlamda kullandiginiz.

    Guvenlik vb gibi konularda, hele de baskalarinca ‘hayati’ addedilenlerde, cogunluk tarafindan uzerinde onceden mutabik kalinmis noktalarda, aykiri davranislar sergilemenin bedelsiz kalacagini dusunmenin hic de rasyonel olmadigini bilmek lazim.

    Bu dedigim sirf ‘devlet’ baglaninda gecerli degil ki. Heryerde bu boyledir.

    Evin kapisini, sirf ‘aykiri’ olmak adina, acik birakan her kim olursa o evden ya bir cezaya carptirilir ya da o evden atilir.

    Baska bir deyisle, ozgurluk adina, baskalarina dayatilmaga kalkisilan seyler aslinda o baskalarinca boyun egdirilmek tesebbusu olarak algilanir ve kabul edilmez.

    Israr halinde de, kimin gucu kime yettigine kadar gider. Gercek hayat budur.

  12. Vay be;

    ‘Efendim o kişi seçilmiş, dokunulmaz’, olmaz.
    http://www.hurriyet.com.tr/disisleri-bakani-cavusoglundan-sert-sozler-40223036
    PKK’nın Kürt vatandaşlarının haklarıyla ve kültürleriyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirten Çavuşoğlu, şöyle devam etti: “Böylesine bir durumda özellikle müttefikimiz olan ülkelerden gelen açıklamalar bizi hem üzüyor hem de sinirlendiriyor. Biz terörle mücadele ediyoruz. Eğer seçilmiş bir kişi, bir belediye başkanı, bir milletvekili, bir belediye meclis üyesi, kim olduğu önemli değil, muhtar da olabilir, teröre deste veriyorsa ‘Efendim o kişi seçilmiş, dokunulmaz’, olmaz. Seçilen kişinin görevi vatana, millete hizmet etmektir, teröristlere değil.

    İkinci bir vay da şurada;

    “Seçilmişler görevden nasıl alınır’ diyorlar. Bal gibi de alınır. Seçilmiş olmak size sınırsız devlet, millet aleyhinde tasarruf yetkisi vermez.
    http://www.hurriyet.com.tr/erdogandan-van-saldirisi-icin-flas-aciklama-40223054
    Cumhurbaşkanı Erdoğan, Van’daki bombalı saldırıda yaralan 53 kişiden 52’sinin hastaneden çıktığını söyledi. Erdoğan, Biz şu mübarek bayramın birinci gününde, Van’da 1000 kilo bombayı patlatan alçakları er ya da geç döktükleri kanda boğacağız” diye konuştu. Cumhurbaşkanı, kayyum atanan belediyeler için şunları söyledi: “Seçilmişler görevden nasıl alınır’ diyorlar. Bal gibi de alınır. Seçilmiş olmak size sınırsız devlet, millet aleyhinde tasarruf yetkisi vermez. Devletin paraları ile sana teslim edilen iş makinelerini sen kalkıp da terör estirmek için kullanırsan yargı gelir sana bunun hesabını sorar.” Erdoğan, “Seçimle iş başına gelmiş olmak hiç kimseye elindeki imkanları terör örgütlerine peşkeş çekme hakkı ve yetkisi vermez” dedi.

  13. “Eğer seçilmiş bir kişi, bir belediye başkanı, bir milletvekili, bir belediye meclis üyesi, kim olduğu önemli değil, muhtar da olabilir [ama hükümet, cumhurbaşkanı, başbakan, iktidar partisi olamaz zinhar!] ‘Efendim o kişi seçilmiş, dokunulmaz’, olmaz.”

  14. “PKK’nın Kürt vatandaşlarının haklarıyla ve kültürleriyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirten Çavuşoğlu” TC’nin Kürt vatandaşlarının haklarıyla ve kültürleriyle çok ilgisinin bulunduğunu belirtmeyi unutmuş.

  15. Merhaba
    Benzeri bir yazıya yaptığım eleştiriyi iletiyorum. Dili ısırıcı bulunabilir, “zamanın ruhu” gereği.

    BOMBALAR VE AYDINLAR.
    Van’daki patlama sonrası malum koro yine harekete geçti. Sol veya sosyalist partiler, solumsu aydınlar, liberaller hep bir ağızdan bildik söylemleri tekrar ettiler. Bu açıklamaların içinde her şey var ne yazık ki, gerçeğin kırıntısı yok. Günlük konforu içinde, kılı kıpırdamadan ve her şey kendi dışında, başka bir dünyada oluyormuş gibi hümanizm ve barış çağrılar yayınladılar. 
    Şehrin ortasında bomba patlatmak ve sıradan kim gelirse ölsün demek caniliktir, bunun savunulacak bir yanı yok ve hiç bir ideoloji veya amaç adına savunulamaz.O bombayı ve başka bombaları patlatan kim olursa olsun sorumlusu IŞİD ile işbiriliği içindeki AKP iktidarıdır. Aynı zamanda 30 yıldır şiddetlenerek devam eden bu kirli savaşın arkasında duran Türkiye toplumdur. Bu savaş devam ettiği müddetçe daha ne bombalar patlar göreceğiz. Gerçekler inatçıdır, bu bombalar PKK veya her hangi bir örgütü aşan gelişmelerdir. Sen devlet gücüyle aylarca şehirleri kuşatır tank ve top ateşiyle yerle bir edersen karşılığını fazlasıyla alırsın. Burada şehirler yakılıp yıkılırken susup bombalar patlayınca bağıranlar siz bomba ve ölümlere karşı değilsiniz siz bombalarda bile milliyetçisiniz. Türk bombasına sessiz kalarak evet deyip Kürt bombasına feveran edenler iki yüzlüdür. 
    Bu böyle olmaz. Aydınlar suçludur ve toplumda suçludur. Kimse Kürdistan’da işlenen suçları kendi dışına atarak kendini kurtaramaz. Devlet ve toplumla beraber PKK ye lanet yağdırıp durmayın tersine PKK ye dua edin. Aydınlara söylüyorum PKK olmazsa ZKP çıkacağını ve PKK yi mumla aratacağını düşünemiyormusunuz? Bilinciniz mi dumura uğradı? Bakın başka ülkelerde milliyetçi örgütler neler yapıyor? 
    PKK bütün eleştirilerin ötesinde bu ahlaksız, adaletsiz, eşitsiz, kirli savaşı belli bir düzeyde tutmak için çırpınıyor. Bir çıkarın gözlerinize çekilmş devlet milini ve çıplak gözle bakın, psikolojik harbin sessiz işbirlikçileri olmaktan kurtulun. Sizin devletiniz ordunuz ve AKP’niz değilmiydi daha taze 15 Temmuz’da iktidar için tankları ve füzeleri kullanan, teslim olmuş kurbanların kafasını kesen. Savaş bu savaş, ne zannediyorsunuz? Devletin saldırganlığını durdurmaya çalışmayıp bombalara karşı çıkmak zeka eksikliğidir. Siz PKK yi Allah mı sanıyorsunuz. Sen devlet ve güçlü taraf olarak her melaneti yap ve yaparım, gördün mü, bak nasıl eziyorum diye efelen ama karşındakinin eli armut toplamıyor. PKK bu bahiste en mağdur ve en masumdur. Buradakiler tam timsah gözyaşlarıdır ama kimseyi kandıramaz.. 
    Devletiniz şehirleri bombalarken de siz PKK yi eleştirdiniz, tabi kolay iş PKK yi eleştirmek hapishanesi yok sizi hapse atamaz. AKP yi eleştirseydiniz ya. Eleştirdik ya, daha ne yapalım diyenler çıkabilir. Eleştirdiniz de bodrumlarda Kürtlerin kadın, çocuk,yaşlı, genç demeden yakılmasını engellediniz mi? Farkında değilsiniz ama yıkılan şehirlerin manzaraları ikinci dünya savaşında Hitler’in tanklarının geçtiği Avrupa şehirlerinden beş beter görünüyor. Sahi bu manzaralara bakınca ben neredeydim nasıl bu vahşet olurken normal yaşantıma devam ettim sorusunu sormak varken aydın, vicdan diye bir şey varsa bunu sorması gerekirken ne yaptınız? Kürtlere ne diyorsunuz? Devlettir yapar sen kaderine razı ol karşılık verme. Başka ne diyorsunuz? AKP’dir yapar ama demokrasiye inanın ve demokrasiye sizi koruması için dua edin. Akp demokrasiye uymaz siz kanınız akıtılsa da uyun, seçimleri bekleyin. Başka bir öneriniz nedir? 
    Türkiye’de aydın denilenlerin zerrece bilinci ve vicdanı varsa, Kürtlere devletin yaptığı tüm alçakça zulümlerden sorumluluk ve utanç duyması gerekir. Bu devletin ve toplumun bu durumu tarihe çivilenecek. Yarin tarih PKK nin bombalarını değil Türk devletinin suçlarını yazacak. PKK de isterseniz kudurun tarihe özgürlük için savaşan örgüt olarak geçecek. Halkı medya uyutuyor aydın ve sol diyenler nasıl körsünüz, afyon mu yuttunuz? Tarih dedim ama durum tarihe kalmadı şimdi tarih oluyor ve o tarihi PKK yazıyor. Buyursun devletiniz engellesin. Otuz yıldır beceremedi, artık iş işten geçti. Tarih bunu yazacak, dünya böyle okuyacak.

  16. “‘Butun’un ‘parca’larindan buyuk oldugunu kabul edersek, o zaman ‘genel’in de ‘yerel’e baskin olacagini kabul etmek zorunda kaliriz.”

    Bu her “bütün” için geçerli mi?
    Örneğin Türkiye’nin batı ve sahil bölgelerinde CHP’nin, güneydoğusunda da HDP’nin AKP’ye baskın olacağını kabul etmek zorunda kalmaz mıyız?
    Çoğunluk bile olsa, sadece bir bölgede “bütün” olmak ülkenin tamamında “bütün” olma hakkını verir mi?
    AKP de, CHP de, MHP de, HDP de ülkenin sadece bir bölümüne sıkışmışlar.
    Yerel yönetimler bu yüzden savunuluyor.
    Aynı şekilde Rojava/Kuzey Suriye, Güney Kürdistan/Kuzey Irak, Doğu Kürdistan (İran Kürdistanı) kendi bölgelerinde bir “bütün”ken neden başka bir “bütün”e tabi olsunlar?

  17. Necip için devlet terörüne kanıt getirmek evrimi kabul etmeyen dincilere evrimi kanıtlamaya çalışmak gibidir. Ne desek boş, bir şekilde tevil eder.
    Suriye savaşına müdahil olan TC’nin cihatçı çetelere verdiği destekten, ki MİT tırları ve Rusya’nın açıklamalarından sonra kimse inkar edemez (bu suçu açığa çıkaran gazetecilerin tutuklanmasını da unutmayalım) Kürdistanın 90’lardaki gibi, hatta bazı yerlerde daha beter şekilde cehenneme çevrilmesine, Roboski katliamından Tahir Elçi’nin, Hrant Dink’in, Uğur Kaymaz’ın devlet tarafından öldürülmelerine, en azından öldürülmelerine göz yumulmasına, neredeyse her eleştiri yapana Cumhurbaşkanına hakaret davası açılmasından Tanzimat öncesi Osmanlısının “müsadere”lerinin geri getirilmesine (bunlar da bir çeşit terör = korkutma/yıldırmadır, şiddet olması şart değil), vs. vs.
    Ne desek boş.

  18. “Bu her ‘bütün’ için geçerli mi?”

    Tanimi geregi, evet.

    “Örneğin Türkiye’nin batı ve sahil bölgelerinde CHP’nin, güneydoğusunda da HDP’nin AKP’ye baskın olacağını kabul etmek zorunda kalmaz mıyız?”

    Parti duzleminde bakarsak, yaniliriz. Partiler, devlet aygitini yonetmege taliptirler; ve dogalari geregi, degisik zamanlarda, degisik yerlerde farkli oy oranlari olabilir.

    Bu, devlet aygitinin parcalanmisligi anlamina gelmez; sadece, degisik zamanlarda, degisik yerlerde, secmenlerin beklentilerinin farklilastigina isaret eder.

    “Çoğunluk bile olsa, sadece bir bölgede ‘bütün’ olmak ülkenin tamamında ‘bütün’ olma hakkını verir mi?”

    Vermez tabii.

    Ama, eminim farkindasinizdir, bu dediginiz her parti icin gecerlidir. Yani, PKK’nin uzantisi olan bir parti –sirf oralarda, bildigimiz yontemlerle– daha fazla oy aliyor diye, ‘bolgesel butun’luk iddiasi ile, ‘butun’un geri kalan kismina kendi ajandasini dayatamaz.

    Ve, hangi ‘butun’un ne kadar parcasi olunacagina da yerel ya da genel secimlerde karar verilemez. O bambaska bir oylamayi gerektirir.

    “AKP de, CHP de, MHP de, HDP de ülkenin sadece bir bölümüne sıkışmışlar.”

    Evet.

    Bence, bu, her zaman, cok da kotu bir sey degil. Ulkenin dinamikligine de isaret eder.

    Burada sorun, yine bence, sorunlara siyaset ile degil, tabularla, ideolojilerle, dogmalarla yaklasmakta israr etmektir.

    “Yerel yönetimler bu yüzden savunuluyor.”

    Yerel yonetim dediginiz seyleri kimin neden savundugunu ben anlayamiyorum.

    Daha durust olmam gerekirse, hem savunanlar baglaminda hem de bizzat icraatlari yapanlar baglaminda, olan bitenin tamamini ‘somsalak’ca goruyorum.

    Hani, yakin zamanda tekra tedavule cikan bir laf var ya, ‘at izi, iti izine karsmis’, durum cok uzun zamandir boyle –bence.

    Vakti zamaninda bir tur sinif hareketi olarak yola cikmis, ardindan bagimsizliga oynamis, sonra da demokratik Turkiye filani talep eder olmus olan PKK kadrolarinin, kendi insanina (eger varsa boyle bir sey) reva gorduklerine bakiyorum.. sonra da kendi insaninin (eger varsa boyle bir sey) gozuyle PKK’ya bakiyorum.. bir sefkat, bir sahiplenme goremiyorum. Korku cok da; sefkat, sahiplenme goremiyorum.

    Buyuk hedefleri olan, devlet olmak (ya da ona yakin bir mertebeye erismek) amaci olan bir orgutun/yapinin en son bile yapmayacagi seyleri yapiyor.

    En son, hendekler meselesinde de gorduk.. Halk, PKK’ya degil; Turkiye’nin geri kalanina kacti sigindi. Ve, bu cok bariz iken dahi, PKK ayni seyi israrla surdurdu.

    Halbuki, yerel yonetimler halki kazanmak icin cok elverisli olabilirdi –iyi kullanilabilseydi.

    Bunu gormek icin siyaset dehasi filan olmaga gerek yok ki: Istanbul’a baksalardi yeterdi. RTE, Istanbul halkinin destegi ve PR’i ile bugun geldigi yerdedir bence –en azindan onyargilarin ustesinden gelmek anlaminda.

    Fakat, PKK ne yapti?

    Hizmet?

    Hakgetire.

    Akilli davranip, baska sekillerde ve yerlerden elde ettikleri gelirlerle, bu belediyelere katkida bulunup halki kazanmak yerine, hem belediyeceligi bosverdiler hem de kaynaklari kendilerine emdiler.

    Butun bunlari altalta yazdigim zaman, PKK’nin tam olarak neye hizmet ettigini buraya yazmakta zorluk cekiyorum.

    Oyle olunca da, belediyecilik filan yapmayan, halki pislige mahkum eden bu yerel yonetimleri –PKK sevdasindan dolayi oldugunu tahmin ettigim– ‘solcu’lari anlamakta gucluk cektigimi ayrica yazmama gerek var mi?

    “Aynı şekilde Rojava/Kuzey Suriye, Güney Kürdistan/Kuzey Irak, Doğu Kürdistan (İran Kürdistanı) kendi bölgelerinde bir ‘bütün’ken neden başka bir ‘bütün’e tabi olsunlar?”

    Bu dediginizin gercek hayatta bir karsiligi olduguna ikna olabilsem, ben de benzer sekilde yazacagim. Ama, yok.

    Bu bolgelerde, sadece Kurtler yasamadigi gibi, var olan Kurtlerin de bir birlik olusturmuslugu yok. Olusturmalarinin da cok da ihtimal dahilinde oldugunu da dusunmuyorum.

  19. özgürlükçü

    Nihayet Emperyal emellerle fırat kalkmayanı harekatına katıldığını sandığımız efendi yalakası Necip efendi sitede zuhur etmiş bu … (admin) yorumlarını sitede gördükçe sitenin anarşizmi hakkındaki az da olsa olumlu düşüncelerimi gözden geçirmek zorunda kalacağım.
    Zilelinin Fanon Hakkındaki atıp tutmasına şaştım doğrusu sen kim???? Fanon kim 3. dünyanın Marx ı yakıştırması ile Şİddet konusundaki derin ve bilinenlerin dışında enteresan görüşleri ile Emperyal sömürgecilerin düşmanı sömürülen halkların yoldaşı olmuş bir düşünüre laf edecek seviyede olduğunu düşünmüyorum Zileli.
    Demiriin görüşüne katılıyorum HDP olarak bizim en temel eksiklerimizden biride politik olan olmayan kavramlar devlet ulus demokrasi gibi kavramların karıştırılıp mücadelenin ilkeli sağlam zemine oturtulamamasıdır.
    Necip sana her türden gücümüz yeter ister Fanon dilinden istersen Demir küçükaydin demokratlık dilinden merak etme iyisi sen efendinin çanağından yalağından yalan!!!!

  20. “devlet terörüne kanıt getirmek evrimi kabul etmeyen dincilere evrimi kanıtlamaya çalışmak gibidir.”

    Sizin pek de anlamadiginiz bir sey daha cikti: Teoriler, ispatlanmamislarsa, sadece tedoridir –yani hikaye.

    ‘Evrim teorisi’ dediginiz sey de odur. Birilerinin, cok uzun bir zaman diliminde olan biteni kendi kafalarina gore hikayelestirmesidir.

    O yuzden, ‘evrim’in gercekligi ile ‘Evrim Teorisi’ni kabul etmek ayni sey degil.

    “(bunlar da bir çeşit terör = korkutma/yıldırmadır, şiddet olması şart değil), vs. vs.”

    Butun diyeceginiz bu mudur?

    Bir suru seyi ayni torbaya doldurmus, ondan sonra da “bunlar da bir çeşit terör” demissiniz..

    “bir çeşit terör”.. he mi?

    ‘Bir cesit’ fasizm, ‘bir cesit’ diktatorluk, ‘bir cesit’ su, ‘bir cesit’ bu.. ama, tam olarak degil, cunku sadece bakan gozlerden bir ciftine onu andiriyor..

    “Ne desek boş.”

    Farkinda oldugunuza sevindim.

    Bir dahaki sefere, icinin doldurmagi denemek isteyebilirsiniz. Ziyadesiyle tavsiye ederim.

  21. Wilders: 15 Temmuz’un başarısız olmasına üzüldüm

    Hollandalı aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders, 15 Temmuz’da Türkiye’de yaşanan darbe girişiminin başarısız olmasına üzüldüğünü söyledi.

    BBC Türkçe’nin haberine göre Hollanda Parlamantosu özel oturumda, 15 Temmuz’da Türkiye’de yaşanan darbe girişimi ve sonrasında gelişen olayları ele aldı.

    Oturumda, aşırı sağcı lider Wilders ile diğer siyasi parti temsilcileri arasında, “demokrasi” tartışması yaşandı. Sözlerine, “Ne yazık ki, 15 Temmuz’daki darbe girişimi başarılı olmadı” diye başlayan Wilders’e, Hıristiyan Demokrat Parti (CDA) lideri Sybrand van Haersma Buma tepki gösterdi.

    Hıristiyan Demokrat lider, “Burası demokrasinin temsil edildiği bir yer. Beğensek de beğenmesek de Erdoğan seçilmiş bir lider ve darbe girişimi seçilmiş bir yönetime karşı yapıldı. Darbe başarılı olsa ne görecektin?” dedi. PVV lideri Wilders ise, “Erdoğan’sız bir dünya görecektim. Buna çok sevinirdim” karşılığını verdi. Aşırı sağcı lider, “Türkiye’de asıl darbenin Erdoğan tarafından yapıldığını ve hala devam ettiğini” öne sürdü.

    Wilders, “askeri rejimin her halükarda Erdoğan rejiminden daha iyi olduğunu” savundu. Wilders, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Avrupa’dan Türkiye’ye ilk resmi ziyaretin Hollanda’daki Hıristiyan Demokrat hükümet temsilcisi tarafından yapıldığını anımsattı. CDA lideri Buma’yı “ikiyüzlülükle” suçladı.

    Buma ise, “O zaman darbeyi kimin yaptığını biliyorduk. Şu and Türkiye’deki askerler bile bilmiyor kimin darbeci olduğunu” diye konuştu.

    http://www.hurriyet.com.tr/wilders-15-temmuzun-basarisiz-olmasina-uzuldum-40223339

  22. Devlet terörü yok diyelim -gerçi insanların sosyal gerçekliği nasıl yorumladığı o kadar önemli değil, bir zamanlar insanların geneli de sizin gibi düşünenlerin “devlet terörü yok” demesine benzer şekilde “Kürtler yok”, “Ermeni soykırımı yok”, ya da yukarıda değinildiği gibi “evrim yok”, “dünya dönmüyor” gibi şeyler söylüyorlardı.
    Yani diyelim ki devlet terörü yalan.
    Bu yalanı kullanarak devletle (yani özgürlüklerin önünde en büyük engel olan örgütlenmeyle) mücadele etmek neden meşru olmasın?

  23. Bir önceki yorumumda insanların sosyal gerçekliği nasıl yorumladığının önemli olmadığına değinip bazı örnekler vermiştim.
    İyi bilinen başka bir örnek de var bu konuda.
    7. yy başı Arabistanında rakip taraflardan biri “peygamberlik ve peygamberin dediği gibi bir Allah yok” derken diğeri “Allah dışındaki ilahlar yok” diyordu.
    Bunların olmaması önemli değildi ve birinci tarafın mücadeleyi kazanmasında etkili olmadı.
    Kazanmalarını, kendilerini zorla kabul ettirmelerini sağlayan şey örgütlü mücadelelerinin başarıya ulaşmasıydı.
    Bir yalana (Allah-peygamber) dayanarak mücadele ettiler.
    Bugün de başka bir yalana (devlet terörü) dayanılarak mücadele edilmesinin bundan farkı ne?

  24. Bu da efendisi gibi “üst akıl” diyen bir “alt akılsız”

  25. Düzeltme:

    “Bunların olmaması önemli değildi ve birinci tarafın mücadeleyi kazanmasında etkili olmadı.” cümlesi “Bunların olmaması önemli değildi ve ikinci tarafın mücadeleyi kazanmasında etkili olmadı.” şeklinde olacaktı.

  26. “Bizzatihi devlet, egemen sınıfların baskı aygıtı, zor aygıtıdır. Devlet, zorun örgütlenmişliği ve sürekliliğidir. Anayasalar ve yasalar devlet zorunun meşrulaştırılmasının hukuki ifadeleridir; mahkemeler, devlet zorunun yasal ölçüler içinde uygulama araçlarıdır; hapishaneler bu zorun uygulandığı kişilerin içinde bulundukları mekanlardır; polis, jandarma ve ordu devlet zorunun doğrudan yürütücüleridirler.”

    “Zorun (şiddetin) olmadığı bir dünyadan söz etmek, devletin, yasaların, mahkemelerin, hapishanelerin, polisin, askerin olmadığı bir dünyadan söz etmek demektir.”

    “Küçük-burjuva hümanistleri, şiddetin ortadan kalkmasını istiyorlarsa, boş hayallerle avunmak ve çevrelerini kandırmak yerine, devletin, yasaların, mahkemelerin vb. ortadan kalktığı bir dünyanın nasıl kurulabileceğine kafa yormalıdırlar. Ve o zaman bir kez daha göreceklerdir ki, şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu, sınıfların ortadan kaldırılmasından geçer.”

    KURTULUŞ CEPHESİ
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc76_2.html

  27. “Bu yalanı kullanarak devletle (yani özgürlüklerin önünde en büyük engel olan örgütlenmeyle) mücadele etmek neden meşru olmasın?”

    Konunun ahlakiligini/moralitesini tartismiyor olmamiza sevindim; cunku, benim baktigim yerden hem bir batakliktir o hem de anlamsiz/gecici.

    Pratik/pragmatik acidan bakarsak, yalanlarin –malesef– pek de uzun omurlu olaMAmak gibi bir sorunu var ve uzerine bina edilen hersey de –bu yuzden– kolayca berhava olabiliyor.

    Dahasi, madem siyasi baglamda bakiyoruz, yalanlar uzerine siyaset yapmanin bir de kredibilite/guvenilirlik itimat edilebilirlik vechesi var: Yalan uzerine bina edilmis oldugu anlasilan her faaliyet/mucadele, daha sonra gelecek olan (gercekler uzerine bina edilmis olsa bile) her faaliyetin/mucadelenin altini oyar.

    Bu sebeple, hormonlu ve oportunizm (yani, yalana bina edilmis firsatcilik) ile hizlica gerceklestiilmesi umulan buyumelerle elde edilecek seyleri hedeflemek yerine, gercekler uzerine fakat cok daha yavas gitmek –magduriyetin uzamasi bahasin– bence cok daha evladir.

    Bir de, devletin ozgurluklerin onundeki en buyuk engel oldugu yonundeki ikincil onermenize katilmiyorum. Engel devlet degil, toplumun geri kalan kismidir. O kitleyi ikna etmeden elde edilecek her ozgurluk –devleti manipule ederek elde edilebilse de– bence ne saglikli ne de uzun omurlu olabilir.

  28. “Bugün de başka bir yalana (devlet terörü) dayanılarak mücadele edilmesinin bundan farkı ne?”

    Sosyolojinin –ozellikle de ‘siyaset bilimi’ denen dalinin– en sevdigim tarafi, onceden dise dokunur bir sey onerememekle beraber, sonradan sonuc olarak basarili olan (ya da olmayan) seyleri aciklamak icin harcayabildigi zaman ve efor luksudur.

    Sunu demek istiyorum: Sizin sordugunuz soruya cevap verebilmek mumkun degil. Cok fazla sayida ve buyukluklerde dinamikler/parametreler sozkonusu ve esasen hicbirinin gosterecegi davranis bicimini dogru durust de tanimiyoruz.

    Mesela, aklima, ‘tehlikenin farkinda misiniz?’ kampanyasi geliyor. Normal olarak, bunun tutmasi beklenirdi –baslatanlar da oyle ummuslardir muhakkak. Fakat, tutmadi.

    Tutabilirdi; ve tutsaydi, kimsecikler cikip onun gerceklerin mi yalanlarin mi uzerine bina edilmis oldugunu belki de hic sorgulama geregi duymayacakti.

    Niye tutmadigini aciklayabiliriz belki; fakat sunu soylemek daha mumkun: O tutmayan sloganla yola cikmaga calisan her kim ise, eminim cok ciddi bir kredibilite sorunu yasiyor artik. [Benzer cok ornek var.]

  29. “Küçük-burjuva hümanistleri, şiddetin ortadan kalkmasını istiyorlarsa, boş hayallerle avunmak ve çevrelerini kandırmak yerine, devletin, yasaların, mahkemelerin vb. ortadan kalktığı bir dünyanın nasıl kurulabileceğine kafa yormalıdırlar. Ve o zaman bir kez daha göreceklerdir ki, şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu, sınıfların ortadan kaldırılmasından geçer.”

    Kurtulus Cephesi, “devletin, yasaların, mahkemelerin vb. ortadan kalk”masi icin “sınıfların ortadan kaldırılması”ni onermenin “boş hayallerle avunmak ve çevrelerini kandırmak” demek oldugunu acikca soyleseydi cok daha faydali ve hatta durust olurdu bence.

    Oyle demeyince, ben de, Koca Ragip Pasa misali, “Yarabbi, şu Arabın [Kurtulus Cephesi’nin] aklını bana ver de bir gece rahat uyuyayım” demek durumunda kaliyorum.

  30. Ooooo… Necip…

    Suriye cephesinde havalar nasıl?

    Cerablus’un elektrik tesisatının kurulum çalışmalarını kontrol ederken, bölgeye geri dönen halkla selfie çektirerek PR çabası gösteren Fatma Şahin nasıl, iyi mi? Sık sık görüşüyor musun?

    Zekai Paşa’ya dünyanın gidişatını anlatıyor musun boş vakit bulabilirseniz? Ona da olmayacak şey veya şeyler vaad ediyor musun?

  31. özgürlükçü

    hakaret yayınlanmıyor. Admin

  32. “kimin gucu kime yettigine kadar gider. Gercek hayat budur.”

    Bir Ayn Rand & Milton Friedman müptelası olup, ne olduğunun farkında olmayan sayın Necip gibi bir kapitalist çömezden; yukarıda tırnak içindeki ifadeden başka şey beklenemez.

  33. Necip’in cephesine katılalım o zaman boş hayallerle avunup çevremizi kandıracağımıza.
    Aslında öyle bir cepheye katılmamıza da gerek yok. Hatta hiçbir şey yapmamıza gerek yok. Ellerimizi kavuşturalım, kaza ve kaderin hükmünü bekleyelim. Hiçbir şeyi değiştiremeyiz nasılsa. Bu düzen böyle gelmiiiş böyle gider.

  34. özgürlükçü

    DBP-HDP liler belediye gelirlerini sana göre kendilerine emmişsse senin gibi binalinin oğlu gibi zenginleşmeleri gerekmezmi???????
    Necip in yalanları neden sansürlenmezde bu yalanlara ettiğim sinkaflı yorumlar neden sansürlenir???
    Zileliye soruyorum???
    sitenin işlevi efendi yalakası Necibin efendi propagandası yapmasını sağlamakmıdır?????
    Bu sitenin işlevi bütün yetmezliğine rağmen toplumsal muhalefetin politik örgütü HDP yi itibarsızlaştırmaya çalışan yalanların üretildiği yermidir??????
    Necip adını yazamadığın parti var ya HDP sana ne yaptı???
    Necip seni küçükken komşiye bırakmış olmasınlar???????

  35. Site Admini taraf tutmadan herhangi bir küfür veya hakareti, hele seninkiler gibi birkaç kelimeden ibaret olmayıp baştan aşağı küfür ve hakaretse, yayınlamamaktadır. Bunu hâlâ anlayamamana hayret ediyorum. Hatta sana fazlasıyla hoşgörü gösteriliyor. Aslında yukarıdaki mesajın bile düzeysiz ve hakaretamiz. Bunu rağmen yayınlandı. Hakaret ederek devrimci mücadele verdiğini sanıyorsan çok yanılıyorsun. Tutumun sadece karşı olduklarını haklı çıkarır. Benden dostça bir uyarı. Fikirlerini hakaretsiz yazmayı dene.

  36. Tabiki zaman.mekan ayrimi yapamamak delilere özgüdür.

    Konuda sicak,havalarda sicak olursa muzmin hastaliklar hortlamasi isten degil..

    Ezilen,teröre maruz kalanlarin hatali davrnislari elbette kabul edilemez.Ama bunuda önplana almak yanlis oldugugu gibi bununda sorumlusunun gene ezen TR devleti oldugunu vurgulamak gerek.
    2.Dünya savasinda amerikalilar mütefiki rusya hakkinda propanda filmini ilk gördügümde sovyetlerin yayini sanmistim..
    Hicbir elestiri yoktu rusyaya dair. Zaman ve yer savasti!

    Olay sadece savas degil haksizliga,zülmede ugramaktir..

    Bazen burjuva dedikleriniz sizlere örnek oluyor!
    Engüzel örnek ise; Alman meclisinde yasanan skandal olmustu..
    Kendi aileside Nazilerin kiyimina ugrayan yahudi kökenli alman merkelin partisinden biri yahudi katliami üzerine konusmasi icin görevlendirilir.. Oda tam G.zileli gibi konusur. Basta Willy Brand olmak üzere bütün parililer meclisi terkeder!
    Dünyada yanki uyandiran bu olayda politikaci Sadece Nazileri degil,yahudilerinde yanlis tutumlari ,hatalari oldugundan bahsetmisti!

    Basikiya ,zülme soykirim vari Devlet terörüne karsi Kürtlerin hakli mücadelesinde onlarin hatali eylemlerinden bile Katil Devlet sorumludur!

    özgürlükcü arkadas necipden bu kadar huylanmana gerek yok,Burada MHPli murat vardi.Onunla tatli tatli tartismistik.necip in yazdiklari okadar degil,üstelik bir partinin görüslerinide savunmuyor..Tam izleyemedim onu ama Dünyada var olan elestirileri sunuyor..cevaplamak isteyen cevaplar..

  37. Sayin özgürlükçü sizin yazdiklarinizi söyle özetlemek mümkün; oooooooo ooooooooo HDP oleeeey oley, oooooooooo oooooo PKK oleeey oley.Bügüne Kadar gördügüm en original Politik -Amigo sunuz. en büyük biziziz bizi begenmeyen ölsün oleeeey oley…. Kürt hareketi türkiye Sol hareketini fiilen yok etmistir özgürlükçü…. sonrada dönüp sorar hani nerde Türkiye solu neden bu adar güçsüz diye? Kürt hareketi kendi gundeminin icinde eritemedigi her bir harekete saldira saldira özgün bir solmu biraktida sol ariyor. buyurun bu sizin marifetiniz. Zileli de yazmis, elestirerek Kürt hareketini Dogru yola getireceklermis. Sizin Karsinizda hataya düsmüs Naif bir siyasi akil yok bilincli planli kararli bir akil var. Hadi elestir dogru yola getirde göreyim:) off ki of.

  38. Gün Zileli kimdir?

    şüphelendiğim o dur ki, kendisi darbede sokaktan gelen ritmik postal seslerine sıcacık evinde alkışla eşlik etmiştir.

    umarım yanılıyorumdur.

    ama eğer doğruysa artık kendisine ex-anarchist diyebiliriz..

    https://eksisozluk.com/entry/62043870

  39. “Aslında öyle bir cepheye katılmamıza da gerek yok. Hatta hiçbir şey yapmamıza gerek yok. Ellerimizi kavuşturalım, kaza ve kaderin hükmünü bekleyelim. Hiçbir şeyi değiştiremeyiz nasılsa. Bu düzen böyle gelmiiiş böyle gider.”

    Hayir, benim dedigim bu anlama gelmiyor.

    Tersine, solcularin –bu ornekte de Kurtulus Cephesinin– yaklasimi, sonuc itibariyle, tam da sizin dediginize cikiyor.

    Sunu demek istiyorum: {mealen} ‘Once siniflari kaldirmak gerekiyor, ardindan hersey kendiliginden (ya da bizim yardimimizla) duzelir/duzelecek’ demek, ‘olme esseigim olme, yonca bitende yersin’ demekten farksizdir bence.

    Sebebi de basit:

    Onerilen recetenin, mumkun oldugunu iddia ediyor. Bunu da bir cocuk safligiyla –daha dogrusu, solun tipik maksimalizmiyle– soyluyor.

    Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda, ve elimizdeki butun amprik data bunun mumkun olmadigini gosteriyor.

    Yok iste, olmuyor. Ne devlet dedigimiz yapiyi, ne de siniflari ortadan kaldirmak mumkun.

    Doga da, dogamiz da buna izin vermiyor.

    Bu boyleyken, hala daha, ‘bunlar olacak, ondan sonra saadete erecegiz’ demek, Godot’u beklemek kadar gercekci –hatta o kadar bile degil.

    Fakat, solcular bir turlu bunu anlamak istemiyor.

    Anlamak istemedikleri bir yana, sirf bu aci gercegi dile getiriyorum diye, beni [ya da benim gibi seyler soyleyenleri] (fikirsel anlamda) hasim sayabiliyorlar.

    Ben, aslinda, bunu bir acidan anliyorum. Her ne kadar anlamsiz olsa da, bu bir gonul iliskisine donmus. Mantik aranmasi rahatsiz edici oluyor olmali.

    Kara sevda dedikleri de buna benzer bir sey olsa gerek.

  40. özgürlükçü

    Yaşanan somut pratik gerçeklere rağmen Necip yalakası bizzat yaşananları bile eğip büküp yalan yanlış cümleler kurunca fıttırmamak mümkünmü???
    Bunları yapanında yaptıranında efendisininde …….öpeyim????

  41. “DBP-HDP liler belediye gelirlerini kendilerine emmişsse zenginleşmeleri gerekmez mi?”

    Konuyu anlamadiginiz –ya da, anlamak istemediginiz– belli.

    Basitlestirip soyle anlatmagi deneyeyim:

    Diyelim ki, ben bir futbol klubu yoneticisiyim. Muhasebe de bana bagli.

    ‘Takimi Sevenler Grubu’ isimli fiktif (ve, gorunuste sivil) bir yapi olusturuyorum. Bu ‘grup’ aslinda bana bagli (ya da benim de bagli oldugum yapiya bagli).

    Klubun gelirlerinin onemli bir kismini bu ‘grup’a aktariyorum. Bunun karsiliginda o grup da, maclara gelip kavga cikariyor, diger seyircileri tehdit edip uzaklastiriyor, stadyumu yakip yikiyor.

    Bunlarin sonucunda, klup ve diger taraftarlar –daha iyi hizmet almak anlaminda– fakirlesir; stadyumun bakimi yapilamaz; ama, ne o ‘grup’ ne de ben (ya da benim de bagli oldugum yapi), bildigimiz anlamda, maddi anlamda zenginlesmis olmaz.

    Peki, ne olur:

    Ben (ya da benim de bagli oldugum yapi) iktidarini pekistirmek icin klubu soymus oluruz.

    PKK’nin –DBP-HDP’lilerin belediyeler uzerinden– yaptigi da aynen budur.

  42. -Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda-

    Hep aynı teraneler, hep.

    Birşeylere muhalefet etmek, elbette, ama böyle beyhude lafazanlıklarla değil.

    Epey zamandır bir alışkanlık haline geldi, siyasi yelpazenin bütün alanlarında, taraflar atağa geçeceği zaman, “milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda” diye başlar lafa, sonra “ampirik” gibi kelimeler de yerleştirerek “biraz bilimsellik baharatı/sosu olsun” der, sonra, kafasındakini söylemeye devam eder. Yıllar önce vefat eden teyzem, “Demirel’den iyisi var mı şu an memlekette, yok. Ben de sevmiyorum ama ne yapalım elimizdekiyle yetineceğiz. Yetinmeyi istemediğimizde görüyorsunuz, türlü türlü saldırılara maruz kalıyor koca memleket.” derdi. Super(wo)man arayışı içinde değildi, ama umut etmeyi de daha gençken bırakmıştı. Galiba teyzem “anlamak istedigi icin” anlamıştı, ve “Godot’yu beklemenin anlamsizligini” daha gençken farketmişti, yalnız değilsin Necip.

    “Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda” ve “Doga da, dogamiz da buna izin vermiyor”, hadi ya, hakkaten mi? Kanıt?

    Bir tane kanıt göster Necip? Milyonlarcasını yazmaya ne senin vaktin ne de bizlerin (site ziyaretçilerinin) okumaya sabrı var. Bir tane kanıt göster.

    Şu “mantik aranmasi” denen nane de ne ola? Oligopolist serbest piyasa ekonomisinin, hayatın her alanında zuhur etmesini sağlamak mı yoksa “mantık”?

    Cevabını yazarken, sorduğum sorudan sapıp, bu siteye uğramaya başladığından beri, yine, “sol, şunlardır bunlardır” diye başlama niyetindeysen, hiç başlama, çünkü “sol”un çürük yanlarını senden daha iyi biliyorum, bu konuda mütevazılık gösteremeyeceğim.

    Dünyada, “sol” var mıydı (?!) Var olduğunu varsayarsak, 1989-91’de silinip gittiğini de varsayarsak, bugün dünya hâlleri “daha umulan düzeylere” erişti mi? Yo, hayır.

    “Sol’a laf atma uzmanlığı” mesleğini ben de (en az senin kadar) iyi icra ederim, ama bu, mevcut durumun tahlili ve çözüm önerileri için herhangi bir zemin yaratmıyor.

    Senin yöntemin şu:

    “Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda, degisen bir sey yok.

    Bunu herkes anladi, sol anlamadi.

    Ben de, nacizane, solun anlayamayisini gostermek için yazaduruyorum.”

    Sonuç = 0 (Sıfır)

    Solu övmek zorunda değilsin, ama eleştirmekte kalıp, devam etmiyorsun.

    Diyecek sözün yoksa, “benim bu sitedeki misyonum zaten solu elestirmek, gerisi beni ilgilendirmiyor” de, git. Kendi vaktini de, bizlerinkini de heba etme.

  43. özgürlükçü

    … (Admin)

    … (Admin)

    Senin eve kayyum atansa bence sana atanır biz sistede senden şikayetçi olduğumuza göre evdede senden şikayeti olanlar vardır yakında evinede gidemeyeceksin senin yerine kayyum atayacaklar bende burda zevkten dört köşe olacağım???komşularla aran nasıl?????Ne olur ne olmaz yine komşuya bırakılabilirsin dikkat et?????

  44. “Hep aynı teraneler, hep.”

    ‘Hep ayni teranelere hep ayni teraneler’ desek daha dogru olmaz mi?

    “Birşeylere muhalefet etmek, elbette, ama böyle beyhude lafazanlıklarla değil.”

    ‘Birşeylere muhalefet etmek’ degil benimki; ‘birşeylere muhalefet etmek’ gibi yapip da, aslinda, ya (ici veya alti) bos ya da (makul bir zaman icinde veya tamamne) imkansiz seyler isteyenlere muhalafet etmek.

    “Yıllar önce vefat eden teyzem, ‘Demirel’den iyisi var mı şu an memlekette, yok. Ben de sevmiyorum ama ne yapalım elimizdekiyle yetineceğiz. Yetinmeyi istemediğimizde görüyorsunuz, türlü türlü saldırılara maruz kalıyor koca memleket.’ derdi. Super(wo)man arayışı içinde değildi, ama umut etmeyi de daha gençken bırakmıştı.”

    Teyzenize rahmet/isik dilerim. Akilli bir kadinmis. Dahasi, o da –galiba– benim gibi, elitist imis.

    “Galiba teyzem ‘anlamak istedigi icin’ anlamıştı, ve ‘Godot’yu beklemenin anlamsizligini’ daha gençken farketmişti, yalnız değilsin.”

    Nasil yanliz degil misim; merhum teyzeniz gibi kac kisi kaldik sunun surasinda? 😉

    “Bir tane kanıt göster Necip? Milyonlarcasını yazmaya ne senin vaktin ne de bizlerin (site ziyaretçilerinin) okumaya sabrı var. Bir tane kanıt göster.”

    Milyonlarca senedir dedim, milyonlarca kanittan bahsetmedim zaten.

    Ne yazili tarihimiz o kadar uzun, ne de benim mevcut butun yazili kaynaklara erisimim ya da herbirini orijinal hallerinde okuyacak yetenegim var.

    Ama, sunu diyebilirim –‘kanit’ sayip saymayacaginiz size kalmis, tabii ki.

    Adina ‘din’ dedigimiz, ve bir kismimizin ‘inanc’ diyerek apayri bir kefeye koyup pas gectigi olgularin kaynaklarina (mumkunse her birinin ayri ayri kaynagina) bakmagi bir dikkate alir misiniz, istirham etsem.

    Bence, adina ‘peygamber’ dedigimi (veya, benzer anlama gelecek kelimeler her ne iseler) kisilerin her biri, icinden ciktiklari, ait olduklari toplum adina/icin, birer kanittir.

    [Birer ‘solcu’ demek isterdim, ama bugunku halleriyle, kendine ‘solcu’ diyenlere bunu yakistiramiyorum. Uzgunum. Bilhassa da ‘demek isteyip de layik birisini goremedigim icin’ uzgunum.]

    Bunlar, icinden ciktiklari, ait olduklari toplumdaki ezilenler icin azicik daha iyilestirme/adalet icin aktif/pasif mucadele etmis bireylerdir.

    Kimisi basari olmus, kimisi olmamis; kimisi kismen kalici olabilmislerdir; ama, hep birileri cikmis ve en azindan tesebbus etmislerdir.

    Butun zamanlar icin kalici olan mbir ornek bilmiyorum ben; cunku, cozulen her problem cozulemesi gereken bir baska probleme kapi aciyor. Hayat bu.

    ‘Hayat bu’yu secerek soyledim. Cunku, gordugum kadariyla, bazi solcularimiz, ‘cozulen her problem cozulemesi gereken bir baska probleme kapi aciyor’un farkinda (ya da degil), o yuzden cozulmesi imkansiz (derecede zor) problemleri hedeflemegi tercih ediyorlar.

    Bir cesit, ‘Hacca gidemese de o yolda olmek azmindeki topal karinca’ yani.

    Siniflarin ortadan kalkmasini sart kosmak da buna iyi bir ornek..

    Olme essegim olme, siniflar ortadan kalkinca yersin..

    Yahu, ne hale geldi dunya: ‘Sol’un kendisi afyon haline geldi.

    “Şu ‘mantik aranmasi’ denen nane de ne ola? Oligopolist serbest piyasa ekonomisinin, hayatın her alanında zuhur etmesini sağlamak mı yoksa ‘mantık’?”

    Yok, tabii ki, o degil. Yukarida anlatmaga calistim.

    “‘Sol’a laf atma uzmanlığı’ mesleğini ben de (en az senin kadar) iyi icra ederim, ama bu, mevcut durumun tahlili ve çözüm önerileri için herhangi bir zemin yaratmıyor.”

    Mevcut durumun tahlilinde, bence, baslamak gereken ilk nokta su: Dediklerinin realiteden coktan kopmus oldugunun farkinda degiller; ‘sol’ adina, daha dogrusu ‘solcu’luk adina laf edenlerin susmasi gerekiyor.

    Yeni realiteyi bilfiil yasayan yeni nesil konusmaga baslamali.

    Bunun zaman alabilcegini kabul ederim. Ama, gec olmasi hic olmamasindan yegdir.

    “Kendi vaktini de, bizlerinkini de heba etme.”

    Sizleri mecbur edebilmek gibi bir yetenegim oldugunu hic sanmiyorum. O bakimdan musterihim.

    Benim icin de siz endise etmemelisiniz: Hepi topu 5 dakikami aliyor. Zamanim acisindan cok buyuk bir kayip degil benim icin.

  45. ‘Hep ayni teranelere hep ayni teraneler’ diyemiyoruz, çünkü “senin yazdığın teranelerin geçerliliğini (örnek: ‘Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda’) site ziyaretçilerine bellettiğini zannederek” laflarına başlıyorsun. Yani, kendi kafandakini eşik kabul edip, başkalarının kafasındaki eşiklerin hükümsüz olduğunu sanıp, bunu da kanıtlamaya uğraşıyorsun, beceremiyorsun. Matematiksel mantık yok burada. A teranesini eleştirmek için B (veya diğer harfler) teranesini yazmaktan başka yaptığın bir şey yok. Biraz iddialı olablir, Alev Alatlı ile kalibreniz aynı.

    (Ici veya alti) bos olan(lar) ne?

    (Makul bir zaman icinde veya tamamne) imkansiz seyler ne?

    İçinin/altının boş/dolu olup/olmadığına nasıl karar veriliyor, kim(ler) karar veriyor? “Bulabilirsen” ampirik ispatlar istiyoruz, lütfen.

    (Makul bir zaman icinde veya tamamne) imkansiz olup/olmadığına nasıl karar veriliyor, kim(ler) karar veriyor? “Bulabilirsen” ampirik ispatlar istiyoruz, lütfen.

    Tahmin etmek için tutturduğun güzergâh doğru ama ulaştığın istasyon yanlış. “Galiba” kelimesini yazmış olsan da açayım: Teyzem “elitist” değildi. Ve hâttâ, “elit”, “elitizm”, “elitist” kelimelerini hayatında hiç işitmemişti. Okuma yazması yoktu, şimdilerde unutulan ifadeyle “ümmi” idi.

    Teyzemin ömrü, “icazet iklimi vatandaşlığı”nın bir mensubu olarak geçti. Yani senin gibi “Mycroft Holmes’un yetiştiği iklime, Lord Edmund Blackadder’ın yetiştiği iklime, (ecnebilere alerjin varsa) Fatma Neslişah’ın yetiştiği iklime” özenen elitist, kast sistemini savunan bir zat-ı muhteremin savunduğu düzeni sorgulamak aklına gelmezdi. “Avam yerini-yurdunu bilmeli, havas yerini-yurdunu bilmeli, hayat bu düzende sürmeli” şablonunu yaşamıştı. “Böyle bir şablon var mı / yok mu?”, bu soruyu sormaya hiç mecali olmadı, aklının ucuna bile gelmedi. Tam da senin gibi zat-ı muhteremlerin hayalini kurduğu bir düzende yaşadı teyzem, Necip; “sor(a)madan, sorgula(ya)madan”. Çünkü, “akilli bir kadinmis” diye yazman, “avamın bir üyesi olarak yerini-yurdunu bilen, Godot’yun ne olduğundan haberi olmasa da Godot’yu beklemenin anlamsızlığını peşinen kabul etmiş” bir kişi olması, seni ve senin gibi “elitist”leri memnun ediyor. Az önce çoğunlukla di’li geçmiş zaman kullandım ama bahsettiğim iklim bugün de var, örselenmeye devam ederek de olsa yaşıyor. (Biraz Nostradamusluk yapayım, sen 1789 Fransız İhtilali’ne de karşısındır, Necip. “Eğer sık sık ‘keşke’ diyen biri olsaydım, bunlardan biri de ‘keşke Fransız İhtilali hiç olmamış olsaydı’ olurdu”, dersen şaşırmayacağım/z.)

    Yukarıda yazdığım “senin kafanın içindeki eşik” meselesine bir örnek daha: “cozulmesi imkansiz (derecede zor) problemleri”. Bu, senin çıkarımın. Genelleştiremezsin. Ve ayrıca, sol adına konuşmak isteyen (sağ adına da olabilir, kuzey veya güney adına da olabilir) bir tek kişi bile kalsa dünyada; susması değil, konuşması gerekiyor. Hayat, sadece “Necip’in teraneleri”nden ibaret değil. Ne yazmıştım sana, işine gelmediği için atlamışsın: “Dünyada, ‘sol’ var mıydı (?!) Var olduğunu varsayarsak, 1989-91’de silinip gittiğini de varsayarsak, bugün dünya hâlleri ‘daha umulan düzeylere’ erişti mi? Yo, hayır. -Sol’a laf atma uzmanlığı- mesleğini ben de (en az senin kadar) iyi icra ederim, ama bu, mevcut durumun tahlili ve çözüm önerileri için herhangi bir zemin yaratmıyor.” Ve hayat, matematiksel mantığı da kapsar, ama hayat sadece matematikten ibaret değildir. “Spock”u hatırlayacak kadar yaşın müsaittir belki. Her ne kadar “pop kültür” bir ürün olsa da Spock, dizi boyunca canlandırdığı karakter, “hayatın akışı” ile “mantık çıkarımları” arasındaki sürtüşmelere de düşündürücü işaretler gönderiyordu. O da, hayat ile ilgili genelleştirmeler yapmanın pek de iyi bir yöntem olmadığını yaşaya yaşaya öğreniyordu. Darısı senin başına Necip.

    ‘Hacca gidemese de o yolda olmek azmindeki topal karinca’ analojin yanlış.

    İsteyen, Küba’da puro tüttürerek hac görevini yerine getirmeyi hedeflerken uçak/gemi kazasında hayatını kaybedebilir, veya Lenin’in mozolesini ziyaret ederek hac görevini yerine getirmeyi hedeflerken bombalı saldırıda hayatını kaybedebilir.

    İsteyen, Kâbe’yi tavaf ettiği esnada, vincin düşmesi ile hayatını kaybedebilir.

    —Bence, adina ‘peygamber’ dedigimi (veya, benzer anlama gelecek kelimeler her ne iseler) kisilerin her biri, icinden ciktiklari, ait olduklari toplum adina/icin, birer kanittir. [Birer ‘solcu’ demek isterdim, ama bugunku halleriyle, kendine ‘solcu’ diyenlere bunu yakistiramiyorum. Uzgunum. Bilhassa da ‘demek isteyip de layik birisini goremedigim icin’ uzgunum.]—

    Bağlamlarını kurarken masumane hata mı, yoksa kasıtlı hata mı yapıyorsun, henüz çözemedim.

    Bağlamın hatalı.

    İtikadî (veya itikatsızlık) durumlardan bahsetmiyoruz, bu nedenle analojin yanlış Necip.

    “Sol, solcular” arasında, peygamberlik vazifesi üstlenip cennet vaadi aşılamak isteyenler de olmakla beraber, itikada veya itikatsızlığa hiç yanaşmayıp “somut vaka”lara yönelenler de var, ve bunların sayısı, peygamberliğe özenenlerden daha fazla. “Somut” durumlardan bahsediyoruz Necip. Soma’da öldürülen maden işçileri bu “somut”a en net örneklerden biridir.

    Yine “senin kafanın içindeki eşik” meselesi: “Dediklerinin realiteden coktan kopmus oldugu”. “Realite”nin ne olup / ne olmadığına nasıl karar veriliyor, kim(ler) karar veriyor? “Bulabilirsen” ampirik ispatlar istiyoruz, lütfen.

    —Mevcut durumun tahlilinde, bence, baslamak gereken ilk nokta su: Dediklerinin realiteden coktan kopmus oldugunun farkinda degiller; ‘sol’ adina, daha dogrusu ‘solcu’luk adina laf edenlerin susmasi gerekiyor.—

    “İlk önce sol sussun da, diğerleri de zamanla susar” mı? (Ya da “biz, Necip gibiler, sustururuz” mu?)

    “Yeni realiteyi bilfiil yasayan yeni nesil”. Hmmmmm… “Eski” nesil romantikti, “yeni” nesil “yeni” realiteyi yaşıyor, he mi? Kusura bakma Necip, beyhude lafazanlıklar içinde kaybolmuşsun. “(Aziz Nesin’in aynı ismi taşıyan kitabından bağımsız) Şimdiki çocuklar harika” diyen, fötr şapkalı, bastonlu ve tebessümle caddelerde gezen vatandaşlar vardır, oturup sohbete başladığında, birkaç dakika sonra “nerede o eski bayramlar” ifadesini de mutlaka kullanırlar. Senin “yeni realiteyi bilfiil yasayan yeni nesil” lafın da böyle.

    “Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda”

    ile

    “Yeni realiteyi bilfiil yasayan yeni nesil”i

    aynı çizgide buluşturursan hiç şaşırmayacağım/z, Necip.

    Yoksa, bu “yeni” nesil dediğin de, benim “eski” teyzeme ithaf ettiğin gibi “akilli” olmali, “avam yerini-yurdunu bilmeli, havas yerini-yurdunu bilmeli, hayat bu düzende sürmeli” şablonunu mu yaşamalı?

  46. özgürlükçü

    Zileli yukarda admin neyi sansürledi????
    Necip sen hiç kayyum atanan il ve ilçelere ömründe gittinmi??? sorusu sansürlenirmi???? sen elinde hangi kanıtla DBP-HDP belediyeleri halkın parasını iç etmiş yazabildin … (admin) elinde belge olsa efendine verirsin efendinin elinde değil sağlam sahte belge bile olsa kayumla değil mahkemeyle görevden almazmı????
    Bu gibi soruları neden sansürlersiniz yoksa siteyi Necip faşisti satınmı aldı???????

  47. “‘Hep ayni teranelere hep ayni teraneler’ diyemiyoruz, çünkü ‘senin yazdığın teranelerin geçerliliğini (örnek: ‘Milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda’) site ziyaretçilerine bellettiğini zannederek’ laflarına başlıyorsun. Yani, kendi kafandakini eşik kabul edip, başkalarının kafasındaki eşiklerin hükümsüz olduğunu sanıp, bunu da kanıtlamaya uğraşıyorsun, beceremiyorsun. Matematiksel mantık yok burada. A teranesini eleştirmek için B (veya diğer harfler) teranesini yazmaktan başka yaptığın bir şey yok. Biraz iddialı olablir, Alev Alatlı ile kalibreniz aynı.”

    Fikirleri ya da olgulari degil de beni –yani, onemsiz bir faniyi– tartistiginizin farkindasiniz degil mi?

    “İçinin/altının boş/dolu olup/olmadığına nasıl karar veriliyor, kim(ler) karar veriyor? ‘Bulabilirsen’ ampirik ispatlar istiyoruz, lütfen.”

    “(Makul bir zaman icinde veya tamamne) imkansiz olup/olmadığına nasıl karar veriliyor, kim(ler) karar veriyor? ‘Bulabilirsen’ ampirik ispatlar istiyoruz, lütfen.”

    Cok uzun zamandir odev kabul etmiyorum.

    O yuzden, tavsiyem, bu tur seyler soylemek yerine, neden ‘icinin/altinin dolu’ olduklarini, ‘makul zaman icinde’ gerceklestirilebilceklerini yazin (ya da yazmayin); ama, bana odev vermege kalkismayin.

    “Teyzem ‘elitist’ değildi. Ve hâttâ, ‘elit’, ‘elitizm’, ‘elitist’ kelimelerini hayatında hiç işitmemişti. Okuma yazması yoktu, şimdilerde unutulan ifadeyle ‘ümmi’ idi.”

    Elitist olmasi icin kelimeyi bilmesi, ya da okur-yazar (veya na-ummi) olmasi gerekmiyor. Tahsil dediginiz nedir ki.. en iyi ihtimalle cehaleti (o da, bir kismini) alir.

    “Biraz Nostradamusluk yapayım, sen 1789 Fransız İhtilali’ne de karşısındır”

    Kelimeleri yanlis secmis olmasaydiniz isabetli olabilirdiniz.

    Ben ‘Fransız İhtilali’ne karsi degilim; olamam da zaten cunku olmus bitmis.

    Ama, prensip olarak butun kutsallara karsi oldugum bir yana, ‘Fransız İhtilali’nin kutsallastirilmasina da karsiyim; cunku, yazili bir senaryo degildi. Yani, belli bir kimsenin eseri degil, icerigini de sonuclarina bakarak tahmin edebiliyoruz sadece.

    “Yukarıda yazdığım ‘senin kafanın içindeki eşik’ meselesine bir örnek daha: ‘cozulmesi imkansiz (derecede zor) problemleri’. Bu, senin çıkarımın. Genelleştiremezsin.”

    Bravo. Burada kendi fikirlerimi/kanaatlerimi yazdigimin farkina varmis nadir insanlardan oluverdiniz simdi.

    Evet, sizi degil de baskalarini sasirtmak pahasina, acikca ifade edeyim: Ben, kanun vaz etmiyorum.

    Oyle bir yetkim olmadiginin (ve verecek bir mercinin de olmadiginin) farkindayim.

    “İsteyen, Küba’da puro tüttürerek hac görevini yerine getirmeyi hedeflerken uçak/gemi kazasında hayatını kaybedebilir, veya Lenin’in mozolesini ziyaret ederek hac görevini yerine getirmeyi hedeflerken bombalı saldırıda hayatını kaybedebilir.

    İsteyen, Kâbe’yi tavaf ettiği esnada, vincin düşmesi ile hayatını kaybedebilir.”

    Tabii ki. Fakat, benden yakdir beklemek kaydiyla.

    “‘Sol, solcular’ arasında, peygamberlik vazifesi üstlenip cennet vaadi aşılamak isteyenler de olmakla beraber, itikada veya itikatsızlığa hiç yanaşmayıp ‘somut vaka’lara yönelenler de var, ve bunların sayısı, peygamberliğe özenenlerden daha fazla.”

    Gelecege yonelik her karar, gecmise yonelik her hukum, nihai analizde, ‘itikat’ gerektirir. Adina ‘somut’ dediklerinizin de oyle olduguna katilmak da oyledir.

    Solcular da, tipki gecmisteki ‘peygamber’ler (=’haberci’ler) gibi, birer ‘Cizmeli Kedi’ misali.. Varsaydiklari bir ust-otoriteye dayandirip, kendi dogrularini temellendirmekle mesguller.

    Ben bunun yanlis oldugunu soylemiyorum –cogu zaman sozunu duyurabilmek icin gereklidir. Ama, bunun bu oldugunun da adini koymak lazim.

    “‘Somut’ durumlardan bahsediyoruz. Soma’da öldürülen maden işçileri bu ‘somut’a en net örneklerden biridir.”

    Ne gibi bir ‘somut’tan bahsediyorsunuz ve konumuzla alakasi ne?

    Benim, bu satirlarinizdan gordugum sudur: Yasarlarken tek kurusluk faydaniz olmayanlarin olumlerini kendinize muhimmat yapmaga calisiyorsunuz. Cok asina geliyor.

    “‘İlk önce sol sussun da, diğerleri de zamanla susar’ mı? (Ya da ‘biz, sustururuz’ mu?)”

    Kime kulak vermege deger bulmazsa, susturulmus sayilirlar.

    Benim de onerim budur.

    “‘Yeni realiteyi bilfiil yasayan yeni nesil’. Hmmmmm… ‘Eski’ nesil romantikti, ‘yeni’ nesil ‘yeni’ realiteyi yaşıyor, he mi?”

    Eski nesil romantik idi demedim. Eski nesil, gelecege yonelik, hala daha ve bilhassa romantik.

    Yasamiyor olduklari, yasamiyor olacaklari zamanlar icin (domamis cocuga don bicmek misali) temennilerini oneri kilifinda soyluyorlar.

    Kulak vermege degmez buluyorum. Kulak verdigimde de, elestirmek gerektigini dusunuyorum.

    “Yoksa, bu ‘yeni’ nesil dediğin de, benim ‘eski’ teyzeme ithaf ettiğin gibi ‘akilli’ olmali, ‘avam yerini-yurdunu bilmeli, havas yerini-yurdunu bilmeli, hayat bu düzende sürmeli’ şablonunu mu yaşamalı?”

    Su kadrini soyleyeyim: ‘Kiymet’ (‘deger’) icsel (intrinsic) degil, dissal (extrinsic) bir olgudur. Yani, kisi/meta kendiliginden degil, basalarinca ‘kiymet’lenir (‘deger’lenir).

    O cercevede, eger ‘avam’i (belli bir gorev ya da fonksiyonalite icin) daha az kiymetli/degerli buluyorsak, evet, bunu bilmeli ve gerekirse de belirtmeliyiz bence.

    Dolayisi ile, layik gormedigimiz bir goreve ya da fonksiyonaliteye layik olmadigini dusundugumuz birinin ya da bir seyin aday olmasina veya edilmesina karsi oldugumuzu soylememizin neresi sizce yanlis?

  48. İlber Ortaylı’nın müesses nizam tarihçisi olduğunu söyleyebilir miyiz Zileli?

    Herkesin iktidara ses etmesini bekleyemeyiz elbette ama Ortaylı da, ‘oy sandığı ile gelen oy sandığı ile gitsin, bir kleptokrat grup bile olsa oy sandığı ile hükümete gelen, darbe ile değil, yine oy sandığı ile gitmeli’ mi diyor?

    Metin Feyzioğlu’nun tavırları ile Ortaylı’nın tavırları aynı diyebilir miyiz, özellikle 15 Temmuz’dan sonra?

    Şu yazı ile ilgili ne dersiniz?

    Artık gerçek kimliğini veren İlhan Selçuk’la hiçbir ilgisi kalmamış, resmen el konulmuş ve ölmeye yatmış bir gazetenin çalışkan muhabirine sürekli saldırıyor “İlber Hoca”.

    Neden?

    Cumhuriyet’te ciddiye alınabilecek birkaç kültür muhabirinden biri olan Ceren Çıplak, neyi yanlış yapmış acaba?

    Söylediklerini açıkladığı için mi saldırıya maruz kalıyor?

    Yoksa büyük tarihçi, Prof. Dr. İlber Ortaylı sürekli bir yerlerden özür mü diliyor?

    Bir şeyi açık söylemek gerekir:
    Son yıllarda Türkiye’nin neredeyse gelmiş geçmiş en büyük tarihçisi unvanı verilen bir tarih araştırmacısı, ki yeteneklerine ve çalışkanlığına bakarak bu alanın önde gelen isimlerinden olmaya hak kazandığını elbette söylemeliyiz, Prof. Dr. İlber Ortaylı, aydın olmanın gereklerini yerine getirmeyeceğini ısrarla söylüyor, hatta bağırıyor, ama bunu biz kabul etmiyoruz. Neden?

    Doğrudur, işini gereğinden fazla ciddiye alan bir tarihçi karşısındayız. Pek beğendiği ayrıntılarda, herhalde hazret herkesi cebinden çıkardığına inanabilir. İyi de, bu, sayısız alanda mümkündür ve her alanın uzmanları/dehaları insanlığın %99,99’unu zaten cebinden çıkarır. Peki, bir aydın ile karşı karşıya mıyız şu anda?

    AYDIN VE TEKNOKRAT

    Önce aydını tanımlayalım da, “teknokrat” ile arasındaki farkı vurgulamış olalım:
    Bugün aydın, aydınlanmanın izinde, ama onu aşan bir entelektüel hırsla, ileri, eşit ve özgür bir dünya yaratmak üzere “bilgi üreten ve dağıtan” insandır. Bu tanımda, piyasa denilen ve emeğin metalaşması üzerinde yükselen kurumun “aydın yaratamayacağı”, en fazla “pek yetenekli teknokratlar” üretebileceği bilgisi gizlidir.

    Söyleyeceğimiz, bundan daha ileride:
    İlber Ortaylı’nın bir korku abidesi olduğunu, bu açıklıkla olmasa da başka yerlerde aktarmaya çalışmıştık. Aydın, elbette korkan, ama bu korkuyu mücadelesine engel saymayan insandır; İlber Ortaylı ise, sosyalist deneyimlere ve Türkiye sosyalistlerine neredeyse düşman denebilecek kadar muhalif bir çalışkan teknokrat olarak, en çok bu konuda hassastır.

    Bu hassasiyetini Türk egemenlerine karşı gösterdiğine hiç tanık olmadık.

    Ortaylı, 1980’lerin başından beri, Türkiye’nin ana aydın malzemesini hiç önemsememeyi ve devrin ricaliyle bir biçimde iyi geçinmeyi, onları kabullenmeyi, hayatının ana yönelimi yapmıştır.

    Örnek için, bir utanç belgesi olarak kitaplıklara girmesi gereken, İsmail Küçükkaya adlı gerçekten küçük, “eylülist liyakat” gereği yükseklerde kendisine hep yer bulabilen bir medya “kaya”sıyla yaptığı söyleşi kitabı (http://www.kitapyurdu.com/kitap/cumhuriyetin-ilk-yuzyili-19232023/283552.html) verilebilir: Kalemi ve üslubu olmayan bu çalışkan tarihçinin, sevimli bir konuşma yeteneği vardır elbette, ama çok da hesaplıdır: Kitaplarının Timaş gibi bir gericilik merkezinde basılması dönemin havasına uygun ve “ricale” de bir mesaj değil midir? Ama tarih çalışmaları dışında, ki tarihsel belgelerin ayrıntıları bizim gibi ölümlüleri çok az ilgilendirir, kim bir aydınla, kendine ait geliştirilmiş görüşleri olan, bunlarla birçok kapıyı kapatan ve yepyeni kapılar açma hırsından vazgeçmeyen, Türkiye’nin ilerici pınarlarının ise üzerine titreyen bir insanla, insanın insana kulluğunu reddeden bir “bilgi üreticisi” ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilir.

    ANA YAKITI: SOLA HAKARET

    İlber Hocamız, Türkiye soluna hakaretleriyle, üstelik bu alanda son derece bilgisiz ve yetersizken, bir yerlere gelebilmiştir. Belki de bu nedenle gelebilmiştir. Ama bizim asıl anlayamadığımız mesele, Ortaylı’nın bu saldırılarının solumuzda fazla kolay ve sevimli yankılanmasıdır. Korkuyu lügatinden silmiş, destanlar yazabilmiş Türkiye aydınına, bir korku abidesi olarak, hadi çalışkan bir tarihçi olduğunu yine ekleyelim, bu Ortaylı hiç ama hiç yakışmıyor.

    İlber Hocamızın bize saldırıları korkusundan ve başka hesaplarından kaynaklanıyor olabilir. Fakat Türkiye solunun böyle hocalara ihtiyacı yok! Peki İlber Ortaylı’nın?

    Başka bir meseleye dikkat çekelim:
    Şu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, ağustos ayı ortasında, İlber Hoca ile onu gölgede bırakacak kadar gerici yetiştirmesi Erhan Afyoncu’nun neredeyse apar topar CNN Türk’e çıkmasına hiç kimse anlam verebildi mi? “Valla biz onlardan değiliz!” mesajı için CNN Türk’e çıktılar ve halka değil, egemenlere dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı.

    Buradaki cisim halini almış korkuyu ve diz çökmeyi, kendisinin bu işlere bulaştırılmamasını rica eden düşüşü görmek isteyen oldu mu? İsteyen internette tekrar izleyebilir.

    Son olarak Ahmet Hakan nam gerici ve sığ plütokrat beslemesinin CNN’de önceki gün gerçekleştirdiği sohbeti de böyle görmek zorundayız.

    Ödleri kopuyor, gericilikte başa kim gelirse ondan özür dilemeyi ve “çalışmalarını engelsizce sürdürmeyi” tek iş biliyorlar. O hırsla ve hınçla da önlerine çıkan her türlü genç merakı, kendilerine yaramıyorsa, ezip geçebiliyorlar.

    Şimdi, genç bir gazeteci arkadaşımızın, üstelik korkunç bir operasyonla gerçek kurucusu İlhan Selçuk’un her gün kemiklerini sızlatan bir gazete ölüsünün muhabiri olarak, üzerinde tepinmeye çalışıyor Prof. Dr. Ortaylı. Ama biz bu işlerle ilgilenen biri olarak söyleyelim: Ceren Çıplak’ın iyi bir kültür muhabiri olmasının dışında bir suçu yok. Ya da belki tek suçu var: İlber Hocamızın ağzından her nasılsa kamuoyu önünde yanlışlıkla çıkmış “görece muhalif” bir sözünü başlığa çekmekle ölümcül bir hata işlemiştir. Öyle görüyorlar.

    Aydın, egemenlere kafa tutan insandır.

    Tarihimiz Nâzım’dan Behice Boran ve Mahir Çayan’lara, Doğan Avcıoğlu ile Yalçın Küçük’lere, onlardan da son dönemin genç ve parlak aydınlarına kadar, elbette İlhan Selçuk – Uğur Mumcu çizgisini de içeren bir aydınlar galerisidir. Böyle korku abidelerinin o galeride ne işi olabilir?

    KAVGA KORKAĞI İLBER HOCA’DAN HAKARETLER

    İlber Ortaylı hayatında hiçbir egemene kafa tutmamış, kafası iyi çalışan, işinden zevk alan, ama Türkiye aydınlanma tarihine yabancı, hatta işlerine engel olacaksa ona düşman, kendi alanında gerçekten yetenekli bir tür Flaubert’tir.

    İstersek buna “Herbert von Karajan”, “Karl Böhm”, “Wilhelm Furtwängler” gibi isimleri de ilave edebiliriz: Ortaylı, böyle bir çizginin, işini yapabilmek için Nazilerle de geçinebilecek kadar ferah bir teknokratın Türkiye versiyonudur. Değil midir?

    Herkesi, bu arada Kürt, Arap veya Orta Anadolu ağzıyla Türkçe kullanan ve kendisine soru yönelten genç insanları bile televizyonlarda açıkça aşağılama gücünü, bu hırstan alıyor olmalıdır. Bu, bir yanıyla ormandaki yangının farkına varan hayvanların korkusunu andırmıyor mu?

    Türkiye aydınının bu korkuya ihtiyacı yok, Hocamızın el yazmalarında bulduklarını elbette kayda alır, ama aydın dediğimiz kurum, “teknokrat” denilen piyasa uşağı bilgi taşıyıcılarından çok farklı bir şeydir. Bu 100 yıldır somut olarak böyle.

    Korkunun üzerine yürüyen, ilerici ve eşitlikçi olanın, özgürlükçü olanın, egemenlere rağmen savunusunu ömrüne ve çalışmalarına yayan cumhuriyetçi insanlarımıza aydın diyoruz. Bu insanlar piyasadan nefret ediyor ve korkuyu hayatlarından siliyorlar.

    Ancak böyle ömrü hep korkular içinde geçmiş, bazı entelektüel yeteneklere sahip hırslara da en fazla teknokrat adını veriyoruz. Patrisyen (patrician) bir bayağılıktır bu. İlber Ortaylı muhteşem bir teknokrat olduğunu, devleti ve zenginleri karşısına alabilen her solcuya, Türk olsun Kürt olsun, “gerektiği gibi çemkirerek” kanıtlıyor.

    Sorun, solumuzun, bu teknokratı, liberal ve satılmanın da ötesine geçmiş karşıtlarına, örneğin “Birikim” çevresi ve Murat Belge türü cahillere bakarak, sineye çekmesidir. Yobaz Doğu’ya bakıp yobaz Batı’ya yaltaklanmak veya tersi, yobaz Batı’ya bakıp yobaz Doğu’ya yüz sürmek, aydınlığa yabancıdır.

    Hiç gerek yok oysa. Muhabir Ceren Çıplak, kalitesiz gazetesindeki kaliteli işlerine devam etmelidir. Böyle teknokrat hırsıyla üzerine gelen her yaştaki ikbal avcılarını da fazla önemsememelidir.

    Sosyalizm, zor bir iş ve İlber Ortaylı, hepimiz gibi, emr-i hak vaki olup aramızdan ayrıldığında, eğer gerçekten yeni ve ileri bir Türkiye Cumhuriyeti kurulabilirse, kendisinden en fazla Yahya Kemal kadar bahsedileceğini bizlerden duymuş olsun.

    Oradadır artık.

    Biz bu sinirli korkuyu, “her yola gelebilme” mesajlarını başka türlü anlamlandıramıyoruz.

    Osman Çutsay, odatv, 14 Eylül

  49. Necip
    Bence siz solun içi boş/imkansız şeyler önermesinden -ki bu konuda kısmen haklı sayılırsınız- bağımsız olarak, egemenlere/egemen ideoloji[ler]e edilen muhalefetten rahatsızsınız. Yani bir anlamda statükocusunuz -isterseniz bu kelime yerine başka birşey de kullanabiliriz farketmez. Statüko karşıtlığı sol ideoloji kadar, hatta daha çok liberallerin, burjuva demokrasisini savunanların bir özelliğidir. Sol statükodan öte düzene toptan karşıdır zaten.

  50. Kendimce konuyu özetlemek istiyorum.
    1. PKK bir Ulusal Kurtuluş hareketidir ve bu yanı ile değerlendirilmediğinde “at ve it izi birbirine karışmaktadır.”
    2. Şu andaki siyasal önderlerin “hayalleri” her ne olursa olsun, önünde sonunda orada olası bir başarı Millî bir Diktatörlük ile taçlanacaktır.
    3. Sol-sosyalist retorik en fazlasından Stalinist olabilir.
    4. Milliyetçi bir kurtuluş hareket ihtiyacı olduğu ittifaklar gereği “sol’dan” yararlanıyorsa, bu “sol” sonunda Kürt ulusalcı yoruma biat etmek zorundadır.
    5. Milliyetçi Kurtuluş hareketleri şiddete mecburdur; içeride ve dışarıda…
    6. Barışçı ulusçu taraftarların ve önderlerin akibetleri biliniyor; bu vahşi coğrafyada “kimseyi öldürmezsen, kimse seni ciddiye almaz” ilkesi tam da Milliyetçi kalkışmalar için doğrulanmaktadır.
    7. “Bizim” tarafın hatası, PKK’yı hiç bir zaman ait olamayacağı (sosyo-ekonomik ve siyasal-tarihsel verili koşullar zorunluluğu ile) bir “emekçi-hümanistik sol” ile ilişkilendirerek “eleştiri” yapılabileceğini sanmak…
    8. Ezilen Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı bulunmalıdır ve bu yolda mücadele eden insanlara saygı duyulmalıdır… ama.. ama… hiç kimsenin de kendi “haklı” davası için haksızlık yapma; masum insanları öldürme hakkı yoktur…
    Teorik-ilkesel destek, pratikte yapılanların eleştirilmeyeceği anlamına gelmeli..
    9. Türkiye solu; aydınları, hümanist, anarşist… leri Kürt halkının temel-insanî taleplerini savunma “görevinde”, bunu PKK ile özdeşleştirmek zorunda değildir; PKK’nın savunduklarına benzer düşünceleri taşısa da her zaman dışarıda kalarak en azından gerektiğinde “yöntemler” üzerine eleştiri bağımsızlığını koruyabilmelidir..
    10. Yazık ki, bu, bugüne dek olmadı.. PKK’nın yaptığı çok hata ile “birlikte” hareket eden Türkiye solu’nun bir kısmı kendi kitlesinden kopartıldı… Örgüt içi ve dışında PKK’nın gerçekleştirdiği nice “cinayet”, o “çok insancıl” sol tarafından görmezden gelindi.. Sonuç.. devletten ve PKK’dan bağımsız özgürlükçü-hümaniter-anti milliyetçi kesim yalnız kaldı; her iki taraftan düşmanlık gördü; oysa.. bu kesim son 25 yılda güçlü olsaydı ve bugün ağırlığını koyduğu taraf kazanmaya yakın olacaktı… Ama “pat” durumu devam ediyor…….

  51. “Bence siz solun içi boş/imkansız şeyler önermesinden -ki bu konuda kısmen haklı sayılırsınız- bağımsız olarak, egemenlere/egemen ideoloji[ler]e edilen muhalefetten rahatsızsınız.”

    Egemen ideolojilere muhalefete degilim. Ama, egemenlere muhalefet ediyormus gibi yapanlardan gercekten rahatsizim.

    Bunlar, birseyler yapacaklarindan, ya da gercekten yapilabilir bir seyler onermekten maada, okur-yazar ezilenlerin havasini almaktan oteye bir sey yapmiyorlar.

    Boyyuk boyyuk hedefler koyuyorlar. Herkesin canla basla calimasi, hizmet etmesi halinde bile mumkun olup olmadigini bilmedigimiz (hedefleri koyanlarin da bilmedigi) hedefler…

    Haliyle, herkesin canla basla calimasi, hizmet etmesi saglanamiyor; ve solcularimiz birer murum/muzmin muhalif kesiliyorlar –bir omur boyu ‘ben demistim’ci, icten ice ‘kiymetimi bilemediniz’ci..

    Bu da, bulasici bir hastalik gibi, once birbirlerini, sonra da herkesi mutsuzluk, bedbinlik sarmalina batiriyor.

    Ben, sizi bilmem, omrum boyunca o kadar cok ‘yasanmaz bu memlekette’ lafini duydum ki, artik duymak istemiyorum cunku kusacak gibi oluyorum –elimden bir kaza cikmazsa.

    Artik buyuk sosyal projeler, ideolojik planlar filan duymak itemeyisim bundandir. Kucuk ve kucuk gruplar (hatta bireysel) uygulamalar gormek arzu ediyorum.

    “Yani bir anlamda statükocusunuz -isterseniz bu kelime yerine başka birşey de kullanabiliriz farketmez.”

    Statukonun da kendi icinde yeterince celiskileri, catismalari oldugunu gormezden gelirseniz, boyle bir seyin savunulmasinin mumkun hatta anlamli oldugunu dusunebilirsiniz tabii ki.

    “Statüko karşıtlığı sol ideoloji kadar, hatta daha çok liberallerin, burjuva demokrasisini savunanların bir özelliğidir. Sol statükodan öte düzene toptan karşıdır zaten.”

    Karsit olmak marifet degil ki.

  52. Lafı saptırmaya uğraşma Necip, “fikir” ve/veya “olgu” diye yazdıkların yine senin parmaklarından döküldü. Beyan, esastır, beyan. Senin önemli/önemsiz fani olup/olmaman beni de bu sayfanın ziyaretçilerini de enterese etmiyor, senin “yazdıkların (beyanların)” enterese ediyor.

    “Kafanın içindeki eşik” hâlen devam ediyor: —neden ‘icinin/altinin dolu’ olduklarini, ‘makul zaman icinde’ gerceklestirilebilceklerini yazin (ya da yazmayin)—

    “İçinin/altının” boş/dolu olup olmadığını, “makul zaman içinde” gerçekleştirilip/gerçekleştirilemeyeceğini yazan sensin; muğlak muğlak, beyhude beyhude lafazanlıklarına devam ediyorsun. Yukarıda da hatırlattım, beyan, esastır. “Bulabilirsen” ampirik ispatla mükellefsin. “Siz benim örtmenin değilsiniz, ödev mödev yapmam ben, ampirik mampirik ispat etmem ben” diye ciyak ciyak ağlama Necip. İlk önce, kendi yazdığınla çelişme, sonra başkalarına laf atarsın.

    “Elit” meselesinde, merhum teyzemin durumunu izah ettim, ki kendisi tek başına da değil, şu dünyada milyonlarca insan var onun gibi. Mesele, senin gibi “elitçi”lerde. Cehalet/mehalet, okumuşluk/okumamışlık sen ve senin gibiler için mühim değil. Sen ve senin gibi, kast sistemini savunan kralcılar/imparatorcular/sultancılar/icazetçiler için hayata yaymaya çalıştığınız şablonun ne olduğunu yukarıda yazmıştım: “Avam yerini-yurdunu bilmeli, havas yerini-yurdunu bilmeli, hayat bu düzende sürmeli”. Senin gibi “elitçi”ler için, ümmi olmak veya alim olmak mühim değil, yeter ki bir önceki cümlede hatırlattığım şablonunuz/düzeniniz bozulmasın. Evvel zaman içinde insanların ümmi olması şablonunuzu koruyorduysa, ümmiliğe ses etmezdiniz. Şimdi ise, insanların az çok okumaya başlaması, soru sormaya, sorgulamaya başlaması, “şablonunuzu bozmayacak ama geliştirecek” sınırlar içinde tutulabilirse/kontrol edilebilirse, okumuşluğu/yazmışlığı da savunursunuz; yeter ki “elitçi” imparatorluğunuz zeval görmeyecek şekilde ehlileştirilsin okumuş/yazmışlar, aman haaa kast sisteminize nifak sokmasınlar, uysal robot avukat, usal robot doktor, uysal robot mühendis olsunlar.

    —Kelimeleri yanlis secmis olmasaydiniz isabetli olabilirdiniz.— Yo, kelimeleri yanlış seçmedim, sen kelimelerimi yuttun. Oku bir daha ne yazmışım, tahmin yürütmüşüm (ve tahmiminde yanılmışım; karşı olmadığını yazmışsın): Biraz Nostradamusluk yapayım, sen 1789 Fransız İhtilali’ne de karşısındır, Necip. “Eğer sık sık ‘keşke’ diyen biri olsaydım, bunlardan biri de ‘keşke Fransız İhtilali hiç olmamış olsaydı’ olurdu”, dersen şaşırmayacağım/z.

    Şu ifadeyi kim yazdı: —‘cozulmesi imkansiz (derecede zor) problemleri’— Eee, hani? “Bulabilirsen” ampirik ispat yazsana, ne ciyak ciyak ağlıyorsun? Sana “kanun vaz et / etme” diye birşeyler ima eden kimse olmadı ki. Ortaya koyduğun “muğlak ifadeleri ispatlamakla mükellefsin”.

    —Oyle bir yetkim olmadiginin (ve verecek bir mercinin de olmadiginin) farkindayim.— Kanun ve benzerinden bahsetmiyoruz Necip. Niçin beyhude lafazanlığına devam ediyorsun?

    Ya, açık açık, net net, “bulabilirsen” ampirik ispatlarını yaz, ya da lafazanlığından vazgeç.

    —Gelecege yonelik her karar, gecmise yonelik her hukum, nihai analizde, ‘itikat’ gerektirir. Adina ‘somut’ dediklerinizin de oyle olduguna katilmak da oyledir. Solcular da, tipki gecmisteki ‘peygamber’ler (=’haberci’ler) gibi, birer ‘Cizmeli Kedi’ misali.. Varsaydiklari bir ust-otoriteye dayandirip, kendi dogrularini temellendirmekle mesguller.— İtikat meselesini, “kainatı yaratan güçler var mı / yok mu? Varsa, bu güçler varlıklarının insanlar tarafından da bilinmesi için peygamber sıfatlı şahısları temsilci niyetine dünyaya gönderdi mi / göndermedi mi?” şeklinde özetlediğim gibi onbinyıllara yayılan soru yumakları hâlinde olan “itikat veya itikatsızlığa” işaret etmiştim, başka şeylere değil. Çoğunlukla “sol kesim”in ısrarla üzerinde durduğu “ust-otorite” nitelemesi, “din”lerdeki anlamlara değil, somut gerçekliğe dayanır: “Sömüren/Sömürülen”. Bu iki yapı da “somut”tur, “gerçek”tir. “Cizmeli kedi” veya “paltolu penguen” ile alâkası yoktur.

    Görmezden gelmek huy olmuş: —Ne gibi bir ‘somut’tan bahsediyorsunuz ve konumuzla alakasi ne?— Soma’da öldürülen maden işçileri, “somut”tur, “gerçek”tir. “Cizmeli kedi” veya “paltolu penguen” ile alâkası yoktur.

    —Gordugum sudur: Yasarlarken tek kurusluk faydaniz olmayanlarin olumlerini kendinize muhimmat yapmaga calisiyorsunuz.— Gözlük/lens kullanan biri değilsen, gözlerini değiştir, çünkü yanlış görmüşsün. Belki gözlerinin kabahati yoktur, kabahat yine “kafanın içindeki eşik”te olabilir. Öldürdüğün (evet, sen de metaforik olarak öldürmüş oldun, çünkü “elitçi” olduğunu yazmıştın) maden işçilerinin yerini-yurdunu bilmesi, “avam” da kalması için her türlü kumpası kuran senin gibi “elitçi”lere karşı, senin gibi kast sistemini savunanlara karşı, “yaşarlarken” yürüttüğümüz mücadeleden zerre haberin yok. Hem bu insanları öldür, hem yoldaşlarına laf at, ohhh ne rahat.

    —Kim(s)e kulak vermege deger bulmazsa— Yine döndün dolaştın “milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda”ya ulaştın. Yahu Necip, ispatla mükellefsin diye defalarca yazdım. Kimsenin kulak verip/vermemeye değer bulup/bulmadığını yazmışsın, bunu ispatla mükellefsin.

    —eger ‘avam’i (belli bir gorev ya da fonksiyonalite icin) DAHA AZ kiymetli/degerli buluyorsak, evet, bunu bilmeli ve gerekirse de belirtmeliyiz bence.— Intrinsic’ten ve extrinsic’ten bahsederek nihayet giriş yapabildin. Daha az / daha çok kıymetli olduğuna/olmadığına KİMLER karar veriyor, NASIL karar veriyorlar? “Bulabilirsen” ampirik ispatla mükellefsin. “Kim(s)e kulak vermege deger bulmazsa” ifaden; senin kafanın içindeki “extrinsic”in anlamı olmasın sakın? Ne zaman senin kafandaki eşiklere uymayan metinler, yorumlar okusan, “kıymeti extrinsic belirler” diyerek sıyrılacağını sanıyorsun. A teranesini eleştirmek için B (veya diğer harfler) teranesini yazmaktan başka yaptığın bir şey yok.

    —layik GORMEDIGIMIZ bir goreve ya da fonksiyonaliteye layik OLMADIGINI DUSUNDUGUMUZ birinin ya da bir seyin aday olmasina veya edilmesina KARSI OLDUGUMUZU soylememizin neresi sizce yanlis?— Yanlışlığını/doğruluğunu saptamaya başlamaktan çok çok önce bitirmemiz gereken işler var Necip. Bir göreve ya da fonksiyonaliteye bir kişinin (veya kişilerin) layık olup/olmadığına KİMLER karar veriyor, NASIL karar veriyorlar? “Bulabilirsen” ampirik ispatla mükellefsin. “Kim(s)e kulak vermege deger bulmazsa” ifaden; senin kafanın içindeki “extrinsic”in anlamı olmasın sakın? Ne zaman senin kafandaki eşiklere uymayan metinler, yorumlar okusan, “kıymeti extrinsic belirler” diyerek sıyrılacağını sanıyorsun. A teranesini eleştirmek için B (veya diğer harfler) teranesini yazmaktan başka yaptığın bir şey yok.

    Sen, anglosakson örf ve ananelere göre tanımlarsak, “sir” olmaya, “dük” olmaya, “arşidük” olmaya, “kont” olmaya, “earl” olmaya, “baron” veya “lord” olmaya özenen bir züppesin. Bu tanımların ecnebi olmayan muadilleri için de özenen bir züppesin, “emir”, “beylerbeyi”, “atabeyi” çeşitlendirebilirsin.

    “Spock”tan öğreneceğin daha çok şey var Necip, vakit yaratabilirsen 2015’te kaybettiğimiz Leonard Nimoy’un canlandırdığı orijinal Spock’un bölümlerini yeniden hatim et istersen.

  53. Alinti yapmagi sevmem; ama bunun tamamini almam gerektigini dusundum.

    Benim bildigim, Anarsizm, –ozetle– otorite kabul etmezlik idi.

    Peki, Anarsistler kendisini otoritenin yerine koyunca ne diyoruz?

    http://www.gazeteduvar.com.tr/dunya/2016/09/16/anarsistler-uyusturucu-denetimine-basladi/

    Nikolaos Stelya nstelya@gazeteduvar.com.tr

    DUVAR – Yunanistanlı anarşistler son günlerde başkent Atina’da önemli bir girişime imza atıyor. Syriza-Bağımsız Helenler (ANEL) hükümetinin uyuşturucu ile mücadelede yetersiz kaldığını savunan anarşist gruplar, Yunanistan’da uyuşturucuya savaş açtı.

    Anarşistlerin yeni girişimine Atina’daki bağımsız komünist ve Sol gruplar da destek veriyor.

    Ekonomik kriz ve işsizlik nedeniyle sokakta yaşayan evsizlerin sayısı artarken Atina’nın belli başlı semtlerinde ve ana caddelerinde uyuşturucu satışı ve kullanımının yaygınlaştığı göze çarpıyor.

    TURİSTİK BÖLGELERDE ARTTI

    Uyuşturucu madde satışının Eksarhia, Panepistimiou, hatta Monostiraki gibi tarihi ve popüler turistik semtlerde yaygınlaştığı da dikkat çekiyor. İktidardaki Syriza-Anel Koalisyon hükümeti ise uyuşturucuya karşı yeterli önlem almamakla suçlanıyor.

    Kemer sıkma politikaları nedeniyle Yunanistan polisi (ELAS) eleman ve finansman yetersizliğiyle karşı karşıya kalmış durumda. Polis sadece ‘gerekli görüldüğü takdirde’ operasyonlar gerçekleştiriyor. Atina’nın merkezi semtleri kaderlerine terk edilmiş bir görüntü arz ediyor.

    Yunanistanlı anarşistlerle, bağımsız sol ve komünistler uyuşturucu ticareti ve kullanımı toplumu tehdit eder bir noktaya geldiğini belerterek, bu alanda bir girişim başlattı. Bu gruplar bizzat sokaklara çıkarak uyuşturucu satıcılarına savaş açmaya başladı.

    İLK EYLEM

    Anarşistler, ilk uyuşturucu karşıtı eylemi geçtiğimiz günlerde Eksarhia bölgesinde gerçekleştirdi. Komünistlerin ve bazı sol grupların da destek verdiği anarşistler Eksarhia’da ‘halk denetim grupları’ oluşturup sokaklarda kendi ‘denetimlerini’ devreye soktular. Bu eylemler neticesinde çok sayıda uyuşturucu satıcısı sokakları ve büyük meydanları terk etmek zorunda kaldı.

    Sol grupların Eksarhia’daki uyuşturucu karşıtı eylemleri de daha önce de gündeme gelmişti. Yunanistan basınına yansıyan bilgilere göre sol grupların uyuşturucu tacirleriyle ilk mücadelesi ve dirsek teması kanlı bir şekilde noktalanmıştı.

    Atina’nın merkezindeki yeni eylemleriyle ilgili bildiri de dağıtan anarşistler hükümetin duyarsız tavrı nedeniyle böyle bir meselede inisiyatif alma zorunda kaldıklarını vurguluyorlar.

  54. Hülagü Özalp

    Sayın Zileli, konuyla alakasız ama şu konuda ne düşündüğünüzü merak ettim:

    http://t24.com.tr/haber/yunanistanda-anarsistler-uyusturucu-denetimine-basladi,360189

    Anarşistlerin böyle bir denetim yapması sizin Anarşizm anlayışınıza uygun mu?

  55. Böyle bir denetimcilik görevini anarşistlere uygun bulmuyorum. Bu tür işlere kalkışanlar yarın bir de bakmışsınız o işin satıcısı haline gelmişler.

  56. Bu içi boşluk, içeriksel olarak yetersizlik durumu sadece solun ve muhalif ideolojilerin değil, genel olarak ideolojilerin ortak özelliği değil midir peki?
    Buna değinen bir yazı okumuştum. Şu cümleleri alıntılıyorum:

    “İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir beşerî sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan beşerî hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır.”

    Başka bir kitaptan da şu kısımları aktarıyorum:

    Tarikatların, mezheplerin doğ­masında başlıca neden İran’dır. Eski bir uygarlığın yara­tıcısı olan İran, inanç bakımından, İslam dininin içeriği­ne aykırıdır. İran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi do­ğuş ortamında özgündür, İslam dini ise dar, gelişmemiş, verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle Tevrat’ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu di­nin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda doyurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kökenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel inanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığının yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçeme­miştir. İşte “Şiilik” denen inanç düzeninin doğmasında başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir.

    Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, düşünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağlanan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari­hi de yoktur. Bu nedenle İslamın da tarihi yoktur, ancak tarihe konu olabilecek olayları vardır. …Özellikle İslam dini birtakım değişmezliklere dayanır, onlarla kalıcı olabileceğine inanır. Değişmezliğin egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi ya­pan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu ne­denle bir “İslam tarihi” söz konusu değildir, o ancak bir “İslam öyküsü” olabilir, tarih kavramının içerdiği anlamın dışında kalır.

    [Burada İslam sözcüğünün yerine bütün diğer ideolojilerin adları konulabilir sanırım.]

  57. Önceki yorumumda son paragrafta geçen “İslam tarihi” ile ilgili bu tespiti Demir Küçükaydın da “ulusların tarihi” için yapmış bir yazısında:

    Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.

    Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.
    İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı.

    [Türk Nedir? – 26 Eylül 2000 Salı – Demir Küçükaydın]

  58. Devrimci ayaklarına yatıp burjuva hayatına meyletmeyin!

    Devrimciye de, Amerikan Hastanesi’nde ölmek yakışır!

    Niye kandırırsınız ki, bu ülkenin çocuklarını?

    Kapitalist iseniz, öyle görünün; değilseniz, öyle yaşayın..

    Devrimci ayaklarına yatıp, burjuva hayatına meyletmeyin..

    Ülkenin fakir çocuklarını, “emek” üzerinden aldatmayın.

    Ülkenin çocuklarını, istismar etmeyin..

    Söze gelince, “İş, ekmek, sosyal adalet” deyip; patronlarla kanka olup, iş pişirmeyin..

    Tarık Akan özelinde konuyu daha somutlaştıralım..

    Bakıyoruz Tarık Akan’a..

    Tatil yaptığı yer: Bodrum!

    “Bir lahmacun bir ayranın 120 TL olması”ndan kendilerinin de şikayet ettiği, kaymak tabakanın gittiği deniz kenarı ilçe..

    Hastalandıklarında gittikleri: Amerikan Hastanesi! Türkiye’nin en büyük holdingine ait hastane!

    Gezi olayları sırasında, doktoru ile, malzemesi ile göstericilere büyük katkı sunan hastane..

    İşlettikleri ticari kuruluş, ilkokul çağındaki her çocuktan 35-40 bin lira ücret alınan özel okul!

    Sonra da bakıyorsunuz..

    Bu hayatı sürdüren kimlikler..

    “Herkese eğitim hakkı.. Herkese sağlık hakkı.. Herkese yaşam hakkı..” diye:

    “Şov”lar yapıyorlar..

    “Film”ler çeviriyorlar..

    Niye ki, bu ikiyüzlülük?..

    Niye ki bu ikircikli tavırlar?..

    Niye halkı aldatmaya kalkışıyorlar ki?

    Amaçları ne ki?

    * * *

    O Tarık Akan ki…

    Bir avuç CHP’li ile birlikte,

    “Öğretim sisteminde 4+4+4 darbesiyle başlatılan gericileşme, devlet kuruluşu olan okullarda hem kız çocuklarına hem de öğretmenlere türban baskısıyla pekiştirilmektedir. Görünüşte dini, gerçekte ise siyasi bir simge olarak kullanılan bu araçla, kamu hizmetinde eşitlik ve tarafsızlık ilkelerinin zemini ortadan kaldırılmıştır” ifadelerinin yer aldığı bildiriye, hiç düşünmeden imza atan..

    “Aydınlık” gazetesine verdiği röportajda, “27 Mayıs 1960 da 28 Şubat 1997 de darbe değildir. Birincisi önümüzü açtı, yeni düşüncelerle tanışmamızı sağladı. 28 Şubat da darbe değildir. Laik Cumhuriyet’ten uzaklaşmamızın önünü kapattı. 1971 ve 1980 faşist darbelerdir. Türkiye’yi bugün noktaya taşıyan hareketler. 1980 son vuruştur emperyalizm için. Bu olumsuz gidişi dışarıdan bir güç tasarladı ve kurguladı. TSK bu ülkenin herşeye rağmen en önemli kurumu” diyebilen..

    “Sözcü” gazetesine verdiği röportajda, “Türban serbestliği ülkeyi kaosa götürür” diyerek büyük bir kehanette bulunan..

    Mesleği aktörlük olan..

    Ama gerçek hayatta da, “aktör”lük yapan isim..

    Tarık Akan..

    * * *

    Durun, yine “Ölünün arkasından konuşmayın” demeyin..

    Ben Tarık Akan’la konuşmuyorum ki..

    Tarık Akan hayatta iken..

    Onunla birlikte, bu ülkenin değerlerine savaş açanlara, halen hayatta olanlara sesleniyorum.

    Müjdat Gezen’e..

    Rutkay Aziz’e..

    Ataol Behramoğlu’na..

    Birgül Ayman Güler’e..

    Birlikte hareket ettiği diğer CHP’lilere..

    Vesaire..

    Bizim sözlerimiz ölülere değil..

    Sözlerimiz, canlılara..

    Tarık Akan bu dakikadan sonra ne yapacak ki, bizim sözlerimizi..

    Onun defteri kapandı..

    “Başörtülüleri okul kapısından kovmak gerekir mi, gerekmez mi”nin hesabını..

    “28 Şubat darbe miydi, değil miydi”nin hesabını..

    “28 Şubat’ta ağlayan kız çocuklarının göz yaşlarını görmezden gelme”nin riyakarlık olup olmadığını..

    Tarık Akan ismi ekseninde, bu dünyada tartışmanın ona da, bize de bir faydası yok.

    Tarık Akan, o tavırların, o sözlerin, o açıklamaların hesabını, gittiği yerde zaten verecek..

    O hesaba, bizim burdan bir katkımız, bir etkimiz hiç mümkün değil..

    Ama bizim katkı sunacağımız, etkide bulunabileceğimiz isimler var..

    Hayatta olanlar..

    Bizim çağrımız da..

    Hâlâ hayatta olanlara..

    Tarık Akan ile birlikte aynı sözleri sarfedenlere..

    Aynı despot açıklamaları yapanlara..

    Müjdat Gezen’lere..

    Rutkay Aziz’lere.

    Ataol Behramoğlu’lara..

    Birgül Ayman Güler’lere.

    Yasakçı CHP’lilere..

    * * *

    Tarık Akan kendisi söylüyor..

    “AKP’ye yakınlık hissediyorsanız yine ona oy verin. Ama sakın aldanmayın.”

    Ben de aynı çağrıyı yapıyorum.

    Mantığınız nereye yakın ise, öyle yapın..

    Yasakçılıktan yana iseniz, yasakçı olun..

    Kıyafet dayatmasından yana iseniz, onu savunun..

    Ama sakın aldanmayın, aldatmayın..

    Hem “ezilenler” deyip, hem de “ezenler”den olmayın..

    Hem “özgürlük” deyip, hem de “yasakçılar”la kanka olmayın..

    Hem “demokrasi” deyip, hem de “sandık ne ki?” demeyin..

    Hayatımızda da, ölümümüzde de dürüst olalım..

    Ahirette katlanamayacağımız cezaları, dünyada yüklenmeyelim..

    Tarık Akan’ın, Cumhurbaşkanı ve ailesine yönelik daha ne açıklamaları var.

    Açıklama ne ki.

    Tehditleri..

    Ama onları da haydi es geçelim..

    Ali Karahasanoğlu
    “Yeni Akit” gazetesi
    17 Eylül

  59. İslamcılığın nasıl bir kenef pisliği olduğunu göstermek açısından örnek bir yazı.

  60. “Lafı saptırmaya uğraşma, ‘fikir’ ve/veya ‘olgu’ diye yazdıkların yine senin parmaklarından döküldü.”

    Orasi oyle de, bu dediklerinizin hicbiri ‘ben’i temsil etmek durumunda degil.

    Olgular yeni gozlemlerle (ya da algilarla, veya ‘intuition’larla), fikirler ise baskalarinin one surdukleri fikirlerle degisir.

    Baskalarini bilmem, ama benim acimdan, fikre vefa borcum olmadigini soylemem –ve sizin de bilmeniz– gerekir. Hataliysa, yanlis ise, hic gozumu kirpmadan degistiririm, cope atarim vs vb.

    Dolayisi ile, tekrar soyleyecek olursam, beni –lutfen– dile getirdigtim fikirlerle, isaret ettigim olgularla ozdeslestirmeyin. ‘Gecmiste sunu soylemistin’lerle de elestirmeyin. Hayal kirikligina ugrarsiniz.

    “senin ‘yazdıkların (beyanların)’ enterese ediyor.”

    Iyi. O zaman onlara odaklanin; bana degil.

    “‘Elit’ meselesinde, merhum teyzemin durumunu izah ettim, ki kendisi tek başına da değil, şu dünyada milyonlarca insan var onun gibi.”

    Evet. Var. Cunku, her ne kadar ‘elit’ olabilmek daha dar sayidaki kluplerin uyesi olmak anlamina gelebiliyorsa da, ‘elitist’ olmanin boyle dogal bir kisitlamasi yoktur.

    “Senin gibi ‘elitçi’ler için, ümmi olmak veya alim olmak mühim değil, yeter ki bir önceki cümlede hatırlattığım şablonunuz/düzeniniz bozulmasın.”

    Yok. Yanlis.

    Elitlerin gorevi duzeni devam ettirmek degildir. Bozacaklarsa da en iyi bozabilecek olanlarinin onlar oldugudur.

    “Evvel zaman içinde insanların ümmi olması şablonunuzu koruyorduysa, ümmiliğe ses etmezdiniz.”

    Insanlarin daha (cok sayida, ya da seviyede) okur-yazar olmasinin onlari daha akilli kildigina emin degilim. Mesela, daha cok sayida astroloji okurununu dusunun.. daha yogun okumlalar yapsalar ne yapmasalar ne?

    “yeter ki ‘elitçi’ imparatorluğunuz zeval görmeyecek şekilde ehlileştirilsin okumuş/yazmışlar, aman haaa kast sisteminize nifak sokmasınlar, uysal robot avukat, usal robot doktor, uysal robot mühendis olsunlar.”

    Bu konuda biraz daha tefekkur etmeniz gerektigini dusunuyorum. Konformizmi elitizm saniyorsunuz.

    “Ya, açık açık, net net, ‘bulabilirsen’ ampirik ispatlarını yaz, ya da lafazanlığından vazgeç.”

    Bu tur elementary seviyelerde vakit kaybetmege zorlaniyor olmak hic de hos degil; ama, madem ve illa istiyorsunuz, kisaca sunlari yazabilirim:

    Insanlarin (daha dogrusu butun canlilarin) fitratinda ‘rekabet etmek’in oldugunu umarim kabul edersiniz –bu bir aksiyom gibi gelebilir; ama, reddederseniz, gerisini konusmanin anlami kalmaz o yuzden, kabul ettiginizi farzederek devam ediyorum.

    ‘Rekabet etmek’i de, basitlestirerek, daha fazla gidaya, kudrete, enerjiye sahip olmak icin mucadele etmek olarak ozetleyelim (cesitlendirilebilir; ama, hepsi de bir sekilde buna indirgenebilir).

    Ve, her canlinin dogup, yasayip öldugunu de dikkate alirsak, bu canlilarin herhangi birinin bulundugu ortamin herhnagi bir ‘t’ zamaninda fotografini cektigimizde, kimisinin cok zorda, kimisinin de cok rahat sayilabilcek bir noktada, digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde oldugunu goruruz.

    Bu dagilimin can egrisi mi, Gauss dagilimi mi, yoksa bambaska bir sey olup olmadigini bilemem –kimisi o, kimisi oteki, baskalari da bambaska bir patern sergiliyor olabilir. Ama, cogunlukla, bakan goze bagli olarak, ayirdedilebilen patternler vardir –patternler de degisebilir tabii.

    Simdi..

    Sol, bu patternlere bakarak, bunlari ‘sinif’ baglaminda tasnif etmege tesnedir.

    Yanlis degildir; ama, atladiklari nokta, o fotografin (o anlik/momentary data setinin) iceriginin tam da o oldugu –yani, ‘anlik’ oldugu– gercegidir.

    Bir baska fotografta, yine de belli/benzer patternler gorulebilse de, icerigindeki bireyler farklidir.

    Baska bir deyisle, evet, her ne kadar ‘sinif’ metaforu gecerli gibi gorunse de, ‘sinif mensuplari’ farklidir.

    Bu, eksik analizlere yol acabilse de, tek basina sorun degil.

    Sorun su: Sorunlari cozebilmek icin ‘sinif’larin ortadan kalkmasi gerektigini soylemek.

    Bu salakca bir oneridir bence.

    Cunku, evet, milyonlarca senedir devam eden bir surecin ‘yanlis’larini boyle cozemezsiniz.

    Sirf fotograf cekebiliyorsunuz diye, akliniz o kadarina yetiyor diye, realiteyi pattern analizi ile ikame etmek bence salakcadir.

    Sonuc: ‘Sinif’sal analizler meseleyi anlamak yolunda yardimci olabilseler bile, ‘cozum’e (her ne ise o, ve kim tarafindan dayatiliyorsa) varmak icin yetersiz ve yaniltici olur/olabilir.

    Daha henuz problemi tarif edebilmis degiliz; NP olup olmadigini dahi bilmiyoruz.. Yine de, dur durak bilmeden cozum oneriyoruz…

    “İtikat meselesini, ‘kainatı yaratan güçler var mı / yok mu? Varsa, bu güçler varlıklarının insanlar tarafından da bilinmesi için peygamber sıfatlı şahısları temsilci niyetine dünyaya gönderdi mi / göndermedi mi?’ şeklinde özetlediğim gibi onbinyıllara yayılan soru yumakları hâlinde olan ‘itikat veya itikatsızlığa’ işaret etmiştim, başka şeylere değil.”

    ‘Itikat’ kavraminin bu kadar dar bir kapsama hapsedilmesini dogru bulmuyorum.

    “Çoğunlukla ‘sol kesim’in ısrarla üzerinde durduğu ‘ust-otorite’ nitelemesi, ‘din’lerdeki anlamlara değil, somut gerçekliğe dayanır: ‘Sömüren/Sömürülen’. Bu iki yapı da ‘somut’tur, ‘gerçek’tir. ‘Cizmeli kedi’ veya ‘paltolu penguen’ ile alâkası yoktur.”

    ‘Somut gerceklik’in de ne oldugu bir ‘itikat’ meselesidir ama siz bunu iskalamagi tercih ediyorsunuz.

    “Görmezden gelmek huy olmuş: —Ne gibi bir ‘somut’tan bahsediyorsunuz ve konumuzla alakasi ne?— Soma’da öldürülen maden işçileri, ‘somut’tur, ‘gerçek’tir. ‘Cizmeli kedi’ veya ‘paltolu penguen’ ile alâkası yoktur.”

    Sayilabilen herseyin somut oldugunu kabul ederim. Ama, o tur somutluklar tek basina anlamli degil. Bu sayilari ‘somut gerceklik’ mertebesine yuceltmege basladiginiz andan itibaren sorun basliyor.

    —Gordugum sudur: Yasarlarken tek kurusluk faydaniz olmayanlarin olumlerini kendinize muhimmat yapmaga calisiyorsunuz.— Gözlük/lens kullanan biri değilsen, gözlerini değiştir, çünkü yanlış görmüşsün. Belki gözlerinin kabahati yoktur, kabahat yine ‘kafanın içindeki eşik’te olabilir.

    “Öldürdüğün (evet, sen de metaforik olarak öldürmüş oldun, çünkü ‘elitçi’ olduğunu yazmıştın)”

    Ben olmasam olmeyeceklerdi mi diyorsunuz?

    Onlari o madene ben mi soktum?

    Ya da kazayi ben mi tezgahladim?

    “—Kim(s)e kulak vermege deger bulmazsa— Yine döndün dolaştın ‘milyonlarca senedir bir suru deney yapti insanlik bu yolda’ya ulaştın. Yahu Necip, ispatla mükellefsin diye defalarca yazdım. Kimsenin kulak verip/vermemeye değer bulup/bulmadığını yazmışsın, bunu ispatla mükellefsin.”

    Yukarida, bir ornekle, aciklamaga calistim. Yetersiz buluyorsaniz, uzgunum, benim pedagojik formasyonum malesef yok. Size daha fazla yardim etmek elimden gelmez.

    “Daha az / daha çok kıymetli olduğuna/olmadığına KİMLER karar veriyor, NASIL karar veriyorlar?”

    Kisinin/seyin kendisi degil, baskalari. Bunu anlamak cok mu zor? Neyin ispatini istiyorsunuz?

    “Bir göreve ya da fonksiyonaliteye bir kişinin (veya kişilerin) layık olup/olmadığına KİMLER karar veriyor, NASIL karar veriyorlar?”

    Baskalari dedim ya.

    Kimisi onunu acarak, kimisi de onunde durmamagi tercih ederek.

    Bunu anlamak cok mu zor?..

    “Sen, anglosakson örf ve ananelere göre tanımlarsak, ‘sir’ olmaya, ‘dük’ olmaya, ‘arşidük’ olmaya, ‘kont’ olmaya, ‘earl’ olmaya, ‘baron’ veya ‘lord’ olmaya özenen bir züppesin. Bu tanımların ecnebi olmayan muadilleri için de özenen bir züppesin, ’emir’, ‘beylerbeyi’, ‘atabeyi’ çeşitlendirebilirsin.”

    Kendi kafanizdaki sablonlari baskalarina giydirmak kolayciliginizi anlayisla karsiliyorum.

  61. “Bu içi boşluk, içeriksel olarak yetersizlik durumu sadece solun ve muhalif ideolojilerin değil, genel olarak ideolojilerin ortak özelliği değil midir peki?”

    Katilirim.

    Demir Kucukaydin ozelinde, fakat daha da genellenebilir oldugunu dusundugum, bir noktayi yazmam gerekiyor.

    Inanc/itikat baglaminda Islam’in –bilhassa da bu topraklarda baskin olan Sunni versiyonunun– elestirilmesi dogrudur da, diger –daha az baskin, ya da nesli tukenmege yuz tutmus– inanc/itikat modellerinin elestirmeyisinin farkli bir yan etkisi de olabiliyor:

    Dusunce prosesleri yeni yeni olgunlasmak yoluna girmege baslayan bireyler, bu ‘daha az baskin, ya da nesli tukenmege yuz tutmus inanc/itikat modelleri’nin haksizliga ugradigini, sahiplenilmesi gerektigini dusunuyor ve bir tur nostalji adina onlara yonelebiliyorlar.

    Baska bir deyisle, fikirsel gelisim sureci bakimindan, pek de dengeli olmayan bir beslenme surecine girebiliyorlar.

    Benim baktigim yerden, ‘inanc/itikat modelleri’ de evrime tabidir.

    Yani, ‘daha az baskin, ya da nesli tukenmege yuz tutmus’ olanlarin o durumda olmalarinin sebebi de insanlarin onlarda –aradiklari her neyse, onlari– daha az bulduklaridir.

  62. Yeni Akit.. Karahasanoğlu
    bir çuval laf ile ne diyor? (Bu yazıyı beğenilerek alıntılanmışsa .. o kişinin “insanlık-zeka” düzeyi de sorgulanabilir..)
    ———-
    T. Akan özgürlükçü değil, Klasik TC devlet-ordu yanlısı bir adammış… ..
    Peki, 12 Eylül’de ne oldu? İşkence gördü.. Aşağılandı.. Bakınız, Fetöcüler’e.. Yan çizenlere… Bu adam yan çizdi mi? Kandırıldım, pişmanım mı dedi?
    Peki bu devletten nemalandı mı?
    Sonra, tam da diktatörlük koşulları altındayken, bu yazarın “demokrasi, özgürlük yandaşlığı” ne anlama gelebilir?
    T. Akan “kendince” haklı çıkmadı mı?
    *
    Emekçiden yana olmak onların yoksulluğunu paylaşmayı zorunlu kılar mı?
    Yoksullardan yana dindarların mal-mülklerini de saysa ya…
    *
    Velhasıl.. bu çürümüş Sultan yalakalarının ağızlarına demokrasi, sandık, dürüstlük lafı yakışır mı?
    *
    Budalalar, “cennetine” eyvallahı olmayanları, bu vesileler ile kendi adamlarını toparlamak için her daim cehennem korkutması teraneleri sallayan bu adamlar ne de acınası…
    Böylesi “cehennem adayı” herifler “cennete ” gidecekse, T. Akan ve nice onurlu insan zaten “cehennemi” seçer!
    *
    Bunların dünyası zaten bir cehennem… ve cennetleri de kim bilir ne korkunç bir yerdir .. zaten yaşadıkları yürekleri-gönülleri tam da orasıdır…

  63. esasen.. bu tür adamların böylesi gazetelerde, böylesi yazıları, o insanı daha da değerli kılmalı…
    belki 100 bin yıllık birikmiş, “erdem”, “ahlak” denilen insanlığın temel duygu-düşünce-davranışları bütününden kopmuş, bir sürü hayvanı kadar olsun toplumsallaşma adına en küçük geleneği-davranışı artık gösteremeyecek bu güruhun, salyalı ağızlarla söyledikleri…
    hiç bir zaman bu insanlar gibi olamayacaklarını biliyorlar…

    cennet rüşveti ile bile yetinemeyen bu aç gözlü güruh, kimseden bir şey beklemeyen, ateist ve fedakâr “solculara” karşı büyük bir kıskançlık duyuyor olmalılar…

  64. Ali Karahasanoğlu ve Necip aynı kişiler mi?

    Ali Karahasanoğlu’nun yazdıkları ile Necip’in yazdıkları ne hikmetse örtüşüyor.

    Necip’ten nükteler:

    [1] (Sol kesime yönelik) Yasarlarken tek kurusluk faydaniz olmayanlarin olumlerini kendinize muhimmat yapmaga calisiyorsunuz. Cok asina geliyor.

    [2] (Sol kesime yönelik) Bunlar, birseyler yapacaklarindan, ya da gercekten yapilabilir bir seyler onermekten maada, okur-yazar ezilenlerin havasini almaktan oteye bir sey yapmiyorlar.

    [3] Solcularimiz birer murum/muzmin muhalif kesiliyorlar –bir omur boyu ‘ben demistim’ci, icten ice ‘kiymetimi bilemediniz’ci.

    [4] (Sol kesime yönelik) Karsit olmak marifet degil ki.

    Ali Karahasanoğlu’ndan nükteler:

    [1] Devrimci ayaklarına yatıp, burjuva hayatına meyletmeyin..
    Ülkenin fakir çocuklarını, “emek” üzerinden aldatmayın.
    Ülkenin çocuklarını, istismar etmeyin..
    Söze gelince, “İş, ekmek, sosyal adalet” deyip; patronlarla kanka olup, iş pişirmeyin..
    Tarık Akan özelinde konuyu daha somutlaştıralım..
    Bakıyoruz Tarık Akan’a..
    Tatil yaptığı yer: Bodrum!
    “Bir lahmacun bir ayranın 120 TL olması”ndan kendilerinin de şikayet ettiği, kaymak tabakanın gittiği deniz kenarı ilçe..
    Hastalandıklarında gittikleri: Amerikan Hastanesi! Türkiye’nin en büyük holdingine ait hastane!
    Gezi olayları sırasında, doktoru ile, malzemesi ile göstericilere büyük katkı sunan hastane..
    İşlettikleri ticari kuruluş, ilkokul çağındaki her çocuktan 35-40 bin lira ücret alınan özel okul!
    Sonra da bakıyorsunuz..
    Bu hayatı sürdüren kimlikler..
    “Herkese eğitim hakkı.. Herkese sağlık hakkı.. Herkese yaşam hakkı..” diye:
    “Şov”lar yapıyorlar..
    “Film”ler çeviriyorlar..
    Niye ki, bu ikiyüzlülük?..
    Niye ki bu ikircikli tavırlar?..
    Niye halkı aldatmaya kalkışıyorlar ki?
    Amaçları ne ki?

    [2] Hem “ezilenler” deyip, hem de “ezenler”den olmayın..
    Hem “özgürlük” deyip, hem de “yasakçılar”la kanka olmayın..
    Hem “demokrasi” deyip, hem de “sandık ne ki?” demeyin..

    Ali ile Necip aynı kişiler mi acep?

  65. ogürsel’e

    “Emekçiden yana olmak onların yoksulluğunu paylaşmayı zorunlu kılar mı?”

    Necip’e göre, evet zorunlu kılar.

    Necip, ‘ezilenleri savunma meraklıları var ise, ezilenler gibi yaşamayı öğrensinler ilk önce’ diyor ya, o bakımdan.

    Ezilenlerin niçin hakkaniyetsizliğe uğradığını sorgulamak, ‘mühimmat toplamak’mış Necip’e göre.

    Ezenlere karşıt olmak marifet değilmiş, öyle diyor Necip.

  66. yoksullukta, sefalette “eşitlik” aramayı “solculuk” zanneden salaklık oldukça yaygın..

    Bu yaklaşım, “halka inme” budalalığı ile aynı kapıya çıkar… (Oysa halk da isyana çıkmalı… Halk mücadele edenlerin yanına varmalı..)

    Mazoşistik “solculuk” başka bir şeydir; siyasal tavrını emekçilerden-ezilenlerden ortaya koymak başka bir şey.. Kaldı ki, böyle önde olanların başına olmadık işler gelir ama yoksul-sıradan emekçi sessizce çürür gider…
    Bakın… orta sınıf, konforlu denilebilecek evlerde oturan nice akademisyen, özel hastaneye giden nice aydın… iktidarın zulmüne uğramışlar…Şu anda T. Akan’a yapılan eleştirilerin benzerlerini de öldükten sonra aynen onlara yapmaya hazırdırlar..

    Emek sömürüsü yapmadan; insanların gözyaşını, terini, kederini taşımayan “dünya malı” ile yaşayanlara, rüşvetçi, kemik yalayıcı, diktatörlüğün fino köpekleri “hevliyor!”
    Ölüleri de hayatları kadar değerli olacak…

    Sanırım, kendi yakasındaki adamların onursuzluğuna tanık olarak, onurlu bir sonu olmayacağına emindir.. Dertleri bu; anlayamayacakları bir dünyada yaşayan sosyalist-ateistlere karşı yapabilecekleri tek şey budur; İftira, yalan, kavramları-değerleri çarpıtma, yozlaştırma…

    Sonunda yalnızca kendi balçık karakterlerini ele vermiş oluyorlar…
    ***
    Sanırım, ölülerin bile arkasından bu kötücül hırs, suçluluk telaşı… Çok korkuyor olmalılar… Artık sığındıkları diktatörlük dünyasında onur-erdem-fedakarlık adına paylaşabilecekleri hiç bir şey yok.. Ve bu değerleri ve taşıyanları aşağılamak zorundalar.. Bir mafyatik değerler etrafında birbirlerine sığınan bu adamlar…
    Olur da.. iktidarı kaybederlerse…
    Ve iktidarlarına alternatif dünyayı peşinen yakmak, yok etmek başlıca amaçları… Azgınlıkları korkularındandır…
    *
    Oysa onları bu azgın budalalıkları mahvedecek; dışarıdan “yardım” gerekmeyecek…

  67. Ya Ali Karahasanoğlu ve Oral Çalışlar?

    Tarık Akan hakkında Ali Karahasanoğlu gibi düşünen başkaları da varmış:
    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral-calislar/tarik-akandan-mit-acilimi-ve-sol-1046638/
    http://www.nasname.com/a/tarik-akandan-mit-acilimi-ve-sol
    http://www.nasname.com/a/fasizmin-diger-adi–kemalist-sol
    Nasname de bu yazıları sitesinde paylaştığına göre öyle düşünüyor olmalılar. Zaten Kemalizm/ulusalcılık/ulusalcı sol karşıtlığı bu kesimlerin (liberal, sol liberal, Kürtçü, İslamcı vb.) tek ortak yanı[ydı].
    Oral Çalışlar’ın şu son cümleleri de ibretlik:
    “Tark Akan gibilerin özlemi de tek parti diktatörlüğü. Sopa yoluyla, yani o çok güvendikleri militarist sistemle ‘halkı adam etmek’, onların ‘vazgeçilmez’i.”
    “Neyse ki artık hiçbir şansları yok. Onların devri sona erdi…”
    Evet.
    “Onların” tek parti diktatörlüğü “devri” sona erdi.
    Yoksa “tek parti diktatörlüğü devri” değil.

  68. Sosyalizm insan doğasına aykırı değil mi?

    Bu fikrin temeli esasen insanın “kötü yaratılışlı” olduğu düşüncesidir. Oysa insanoğlu ne iyi yaratılışlı ne de kötü yaratılışlıdır. Tüm diğer canlılar gibi insanın da temel kaygısı kendi varoluş koşullarını güvenceye almak ve geliştirmektir. Bu temel çaba kendisini değişik şartlar altında değişik davranışlarla gösterir. Bu, bencilce davranışlar biçiminde ortaya çıktığı gibi, kolektivist, paylaşımcı, fedakârca davranışlarla da ortaya çıkar. Ancak işin derinine inecek olursak, insanın en temel özelliğinin onun toplumsal bir varlık olması olduğunu, bu nedenle varlığını sürdürme çabasının bireysel olmaktan çok toplumsal, kolektivist bir öz taşıdığını ve bunun başka türlü olamayacağını görürüz. Bencilliğin en azılı savunucuları dahi başları sıkıştığında kendilerine yardım elinin uzatılmasını beklerler. Aslında bu, insanların geneli için oldukça yaygın bir durumdur ve özellikle zor anlarda kendisini tüm açıklığıyla gösterir. Sevdiklerimiz için yaptığımız fedakârlıklar, savaş, doğal afet gibi yıkım durumlarında hep gözlediğimiz büyük yardımlaşma ve özveri bunun ifadesidir. Bencilliğin, bireyciliğin en büyük propagandasının yapıldığı günümüz kapitalist toplumunda bile emekçi kitleler nezdinde bu tür davranışlar değil, tam aksine özverili ve paylaşımcı davranışlar övgü konusudur. Toplum katında bencillik genelde tasvip edilmeyen bir niteliktir. Bencil insanlar iyi gözle görülmezler, saygınlık uyandırmazlar. Öte yandan, özveri ve paylaşma her şeye rağmen o denli güçlü toplumsal temellere sahiptir ki, egemen kapitalist sınıfın temsilcileri dahi toplumu kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için halkın duyarlı olduğu bu değerleri istismar ederler. “Hepimiz ülkemiz için özveride bulunmalıyız!”, “İnsani yardım için evlatlarımızı diğer ülkelere savaşmaya göndermeliyiz!” vs. vs. Sonuç olarak, tüm bunlar insanın bencil yaratılışlı olduğu düşüncesinin doğru olmadığını göstermektedir. İşin aslında insan türü gezegen üzerindeki 2 milyon yıllık varlığının sadece son 6 bin yılını sınıflı toplum düzeni altında yaşamıştır. Bu, 24 saatlik günün 4 dakikasına eşittir. Yani insanoğlu 2 milyon yılın aşağı yukarı tamamını sınıfsız, eşitlikçi bir toplumsal düzen altında geçirmiştir. Sınıfsız, eşitlikçi bir toplumun hayal olduğunu söyleyenler insanoğlunun tarihini bilmezden geliyorlar. Üstelik sınıfsız ve eşitlikçi temellerde yaşayan insan toplulukları her şeye rağmen çok yakın zamanlara kadar varlıklarını sürdürdüler ve hatta bu tür topluluklar dünyanın ücra köşelerinde günümüzde bile varlar. Ancak yine de insanların günümüz kapitalist toplumunun koşulları altında hiç de azımsanmayacak oranda bencilce davranmaya eğilim gösterdikleri bir gerçektir. Burada sorun insanın doğası olmayıp onun içinde yaşamaya mecbur bırakıldığı şartlardır. Bu bakımdan önemli olan şartları değiştirmektir. Öyle ki, insanlar bencilce eğilimler doğrultusunda değil, paylaşımcı eğilimler doğrultusunda davransınlar. İşte sosyalizm, şartların bu yönde bir değişimi ve insanları “bencilce” davranmaya iten nesnel koşulların ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Esasen daha şimdiden kapitalizm altında yaratılmış muazzam üretici güçler özel mülkiyet boyunduruğundan kurtarıldığında büyük bir toplumsal bolluk yaratılacak ve böylece insanlar ihtiyaçlarının tatmini için birbirinin gırtlağına sarılmaya gerek duymayacaklar. Öte yandan buna serbest zamanın artışı ve eğitimin muazzam bir yaygınlaşması eşlik edecek ve bu temelde ilerleyecek sürekli bir kültürel dönüşümle sınıflı toplumun ürünü olan egoizmin kökü daha hızlı kuruyacaktır.

    Marksist Tutum
    http://marksist.net/sosyalizm_insan_dogasina_aykiri_degil_mi.htm

  69. Devrim olduğunda malımıza mülkümüze el mi konacak?

    Her şeyden önce bu soruyu soran kim? Bu toplumda emekçi sınıfların üyesi herhangi bir kişiden söz ediyorsak, normalde o kişinin zaten devrim sürecinin bir parçası, bir öznesi olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu devrimi yapanlar bizzat işçiler ve emekçilerdir. Bunlar kitlesel bir hareketlilik içinde olacaklar, kendi kitlesel örgütlenmelerini oluşturacaklar ve bu örgütlenmeler temelinde bizzat kendileri toplumsal hayatı yönlendirmeye başlayacaklardır. Yani birileri çıkagelip işçi ve emekçi sınıflar adına bir devrim yapmayacak, aksine işçi ve emekçiler bizzat yapacaklar bunu. Mal mülk meselesine gelince. İşçi ve emekçiler yalnız ve yalnızca gerçekte kendi emeklerinin ürünü olan ve sömürücü kapitalistler tarafından mülk edinilmiş olan üretim ve dağıtım araçlarına el koyacaklar. Yani fabrikalara, bankalara, büyük marketlere, toprağa vb. İnsanların bireysel mülkiyetinde olan, ev, araba, vb. gibi şahsi kullanım araçlarına değil. Şüphesiz burada söz konusu olan, zenginlik ve lüks içinde yüzen sömürücü mültimilyonerler değildir. Normalde insanların ortalama ihtiyaçlarından ve toplumun genel zenginlik düzeyinden çok çok fazla bireysel mülke sahip olan bu zenginlerin bu türden mülklerine de el konacaktır. Diğer taraftan, bizzat üreticiler tarafından gerçekleştirilen devrim, insanların yaşam kalitesini yükseltecek, her türlü gerçek tüketim araçlarının alabildiğine bolca üretilip herkese dağıtılması yolunda çalışacaktır.

    Marksist Tutum
    http://marksist.net/devrim_oldugunda_malimiza_mulkumuze_el_mi_konacak.htm

  70. Necip
    Devrimci değil de evrimci misiniz?
    Solun istediği gibi bir düzene bir gün bu şekilde ulaşılabileceği, yani aslen imkansız olmadığı görüşünde misiniz?
    Daha iyi bir düzen kurmak için “sınıfların ortadan kaldırılması”, “devrim” gibi kestirme yollar denendiğine ortaya çıkan yeni düzenler bazen eskiyi bile aratıyor belirttiğiniz gibi. İyi niyetle yola çıkan, “çabuk ve kolay yolu” deneyen insanlar bu nedenle kötüye dönüşebiliyor [“If you choose the quick and easy path, as Vader did, you will become an agent of evil.” – Yoda].
    Bunu önlemenin yolu evrimcilik midir peki bu durumda?

  71. Necip ne yazarsan yaz, açık ol, net ol, muğlak lafazanlıklar içinde kaybolma. Örnekler yazıyorsun, bütün bunları ispatlamakla mükellefsin. İleriye-geriye ketler vurarak bocalama.

    Senin bakış açına göre “baskalari” = “elit (havas)”. Aşağıda daha net anlayacaksın meramımı.

    —‘Gecmiste sunu soylemistin’lerle de elestirmeyin.— Eleştiririm, tıpkı senin de eleştirme hakkın olduğu gibi. Defalarca hatırlattım, BEYAN, esastır. 60 yıl önce de söylemiş olsan, 6 saniye önce de söylemiş olsan, BEYANLARIN İLE İLGİLİ sorular sorarım, eleştirimi yöneltirim, “ampirik” ispatlar yapmanı isterim. Hayal kırmak için ne hamleler yapacağınla ilgili; vız gelir tırıs gidersin, senin gibi züppelerle çok karşılaştım.

    —‘elitist’ olmanin boyle dogal bir kisitlamasi yoktur.— Ya anlamamışsın, ya da anlamazdan geliyorsun. Bir kez daha ve daha açık yazayım, teyzem “elitist” değildi. Ve hâttâ, “elit”, “elitizm”, “elitist” kelimelerini hayatında hiç işitmemişti. Merhum teyzemin, “‘elit olan’ / ‘elit olmayan’ diye kategoriler hayatta var mıydı yok muydu?”, bunlardan hiç haberi yoktu, böyle bir soru sormak bile aklına gelmezdi. Şöyle düşün, ilk önce rakamların ne olduğunu öğrenmelisin ki sonra matematik işlemlerini yapmaya başlayasın. Merhum teyzem (ve onun gibi milyonlarcası), bugün bile aynı durumu yaşıyor. Ve senin gibi “elitçi” kast sistemini savunanlar tarafından “avam” içinde kalması gerektiği söyleniyor. Teyzem hayatta olsaydı ve Demirel ile ilgili söylediklerini ona hatırlattıktan sonra, “‘elitist’ olmanin dogal bir kisitlamasi yoktur, teyze hanim” deseydin, suratına donuk gözlerle bakar, “ne dediğini anlamadım Necip efendi” derdi. Merhum teyzeme, ilk önce, senin gibi bir züppenin nasıl bir “elitçi” olduğunu anlatman gerekirdi ki “elit” kelimesi ne demekmiş idrak etmeye başlasın.

    —Elitlerin gorevi duzeni devam ettirmek degildir. Bozacaklarsa da en iyi bozabilecek olanlarinin onlar oldugudur.— Senin kafanın içindeki eşiğe göre, bozulan düzeni kuracak olan yine “elit”ler ise, bozulmadan önceki düzen yine “elit”lerin kontrolü altında idi. Senin gibi bir kralcı-imparatorcu-sultancı-icazetçi züppe için, düzeni bozan da, yeniden kuran da “elit”lerdir, kalanlar “ayak takımı”dır.

    —Insanlarin daha (cok sayida, ya da seviyede) okur-yazar olmasinin onlari daha akilli kildigina emin degilim. Mesela, daha cok sayida astroloji okurununu dusunun.. daha yogun okumlalar yapsalar ne yapmasalar ne?— “Akıllılık”ı ve “kurnaz olma”yı kasten birbirine karıştırıyorsun. Okur-yazar olmanın, olmayanlarla kıyaslandığında, daha makûl bir hayata işaret ettiği bir gerçektir. Kurnaz olmak için ise, okur-yazar olmak şartı yoktur. Analoji olarak bula bula “astroloji” ile ilgili örnek yazmak mı aklına geldi, daha niceleri var iken. İşine gelen örnekleri yaz, gelmeyenleri hasır altı et, ohhh ne rahat.

    —Konformizmi elitizm saniyorsunuz.— Elitizm, konformizmi de kapsar. Senin gibi “elitçi” züppeler, konformizmlerinin bozulmaması için kumpaslar kurmaktan çekinmez.

    Şu elementary düzeyde anlatmaya çırpındığın “rekabet” meselesi:

    Hayatın akışı içinde olan rekabetten yola çıkarak, “insanlar arasındaki rekabet”i AMPİRİK OLARAK ispatlamaya yeltenmişsin, kusura bakma, eline yüzüne bulaştırmışsın.

    “İnsanlar arasındaki rekabet” ile “hayatın içindeki rekabet” arasında benzerlikler vardır, evet. Fakat insanlar rekabet ederken “sömürmeme”yi de becerebilecek “tercih edebilme yetisi”ne sahiptir. “İnsanlar”; aslanlar, ceylanlar, balıklar veya primatlar gibi yaşayabilir, fakat buna mecburiyet yok. İnsanlar, hem kendi aralarında, hem hayattaki diğer varlıklarla “rekabet ederken”, sömürmeme yolunu da seçebilir. Mesele ne: Sömürmemeyi tercih ediyor muyuz, etmiyor muyuz?!…

    Senin kafanın içindeki “elitçi” kast sistemine AMPİRİK destek uydurmuşsun, becerememişsin: —kimisinin cok zorda, kimisinin de cok rahat sayilabilcek bir noktada, digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde oldugunu goruruz.—

    İşte kafandaki “elitçi” kast sistemi:

    “Kimisinin cok zorda” = Avam.

    “Kimisinin de cok rahat sayilabilcek bir noktada” = Havas.

    “Digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde” = Ayak takımı (bir kısmı “avam”a dahil, geriye kalanlar avamın da altında; neredeyse “yok”lar, “ölü” gibiler).

    Şimdi gelelim “sol”un bakışına:

    Sol, senin gibi “elitçi” bir züppenin yaptığının aynını yapmaz, hayattaki her sistematiği, her mekaniği, “insan”a ikame ederek çıkarımlar-tespitler yapmaz. “Somut”a bakar.

    Senin “milyonlarca senedir devam eden bir surec” dediğin hayattır, ve devam edecektir de. “Sol”un buna laf attığı yok. Peki “yanlis” olan ne: Sömürmek! Hayvanlar aleminin çoğu birbirini ve çevreyi sömürerek yaşıyorsa, “insanlar” da birbirini, çevreyi ve hayvanları sömürmek zorunda değil.

    Sol, insanlar arasında da var olan “rekabet”in, sömürmeden de işleyebileceğini hatırlatır, bunun mücadelesini senin gibi “elitçi” kast sistemi savunucularına anlatır.

    —‘Itikat’ kavraminin bu kadar dar bir kapsama hapsedilmesini dogru bulmuyorum.— İtikat denince, akla daha çok “din”, genel tabirle de “metafizik” geliyor. Senin niçin dar kapsama hapsedilmesini doğru bulmadığını gayet iyi anlıyorum. Belki “itikat” kelimesi yerine “din” (ve “metafizik”) kelimesini kullanarak ifade etseymişim cümlelerimi, “somut”tan uzaklaşmamamız gerektiğini daha kestirme yoldan izah etmiş olurmuşum. Kurbağaları ürkütme pahasına da olsa yazayım: Din(ler)deki pireyi deve yapma menkıbelerini sapan/taş gibi kullanarak, “sol”un yürüttüğü mücadelelere laf atma çabaları, beyhude çabalardır. Sol kesimde peygamber heveslilerinin varlığını kabul ettiğimi, fakat bunların sayısının az olduğunu sana yukarıda açıklamıştım Necip. Sol, somutla ilgilenir. Somutla ilgilenmeyen solcularla vakit kaybedilmez, sen de kaybetme Necip.

    —Sayilabilen herseyin somut oldugunu kabul ederim. Ama, o tur somutluklar tek basina anlamli degil. Bu sayilari ‘somut gerceklik’ mertebesine yuceltmege basladiginiz andan itibaren sorun basliyor.— İnsan hayatı “1 (bir)” kişi de olsa, “301 (üç-yüz-bir)” kişi de olsa; insan hayatıdır. Sen, “elitçi” züppe Necip, insan hayatını sadece ama sadece “sayılarla” ifade edecek kadar çürümüşsün. İnsan hayatı (diğer varlıkların hayatını da yabana atmıyoruz elbette), “somut”tur, “gerçek”tir. Bu, kendiliğindendir (yani “belit”tir). Sen, insan hayatını “sayılara indirgeyecek kadar” mahvolmuş bir züppesin.

    —“Öldürdüğün (evet, sen de METAFORİK olarak öldürmüş oldun, çünkü ‘elitçi’ olduğunu yazmıştın)” Ben olmasam olmeyeceklerdi mi diyorsunuz? Onlari o madene ben mi soktum? Ya da kazayi ben mi tezgahladim?— Gözlerinde mi, beyninde mi sorun var Necip? “Metaforik” kelimesini okumadın mı? Biraz daha damarına basayım: Sen, o madencilerin “öldürüldüğünü” umursamayacak kadar kast sistemini savunan “elitçi” bir züppesin. Damarına biraz daha sert basayım: Onları o madene sen de sokabilirdin, şüphelisin çünkü “elitçi”sin. Kazayı sen de tezgâhlayabilirdin, şüphelisin çünkü “elitçi”sin. Hatırla, neydi senin şablonun: “‘Digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde’ = Ayak takımı (bir kısmı ‘avam’a dahil, geriye kalanlar avamın da altında; neredeyse ‘yok’lar, ‘ölü’ gibiler).”

    Yukarıdaki paragraflarımda okuduklarınla beraber en başta belirttiğim “meramı”mı şimdi net anlayabilirsin:


    “Daha az / daha çok kıymetli olduğuna/olmadığına KİMLER karar veriyor, NASIL karar veriyorlar?”

    Kisinin/seyin kendisi degil, baskalari. Bunu anlamak cok mu zor? Neyin ispatini istiyorsunuz?

    “Bir göreve ya da fonksiyonaliteye bir kişinin (veya kişilerin) layık olup/olmadığına KİMLER karar veriyor, NASIL karar veriyorlar?”

    Baskalari dedim ya.

    Kimisi onunu acarak, kimisi de onunde durmamagi tercih ederek.

    Bunu anlamak cok mu zor?..

    Şu “baskalari” kelimesi, ne de maharetli, ve hâttâ ne “ampirik” bir uyduruş. Tıpkı “astroloji okuru” gibi cımbızla seçtiğin örneklem gibi.

    “Baskalari” kelimesi ile kimi/kimleri işaret ediyorsun peki: Metnin girişinde yazdığım gibi, senin kafanın içindeki eşiğin patronu “elit”i, KENDİNİ işaret ediyorsun.

    —Sirf fotograf cekebiliyorsunuz diye, akliniz o kadarina yetiyor diye, realiteyi pattern analizi ile ikame etmek bence salakcadir.— Ne yazmıştım, neydi senin gibi bir züppenin savunduğu “realite”:

    “Kimisinin cok zorda” = Avam.

    “Kimisinin de cok rahat sayilabilcek bir noktada” = Havas.

    “Digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde” = Ayak takımı (bir kısmı “avam”a dahil, geriye kalanlar avamın da altında; neredeyse “yok”lar, “ölü” gibiler).

    Hayata bakarak yazdığın bu “kast sistemi”, insanlar arasında da %100 geçerli/uyumlu değildir Necip.

    “Somut”tan kopma Necip.

    “Sömüren/Sömürülen” yapılarını işaret eden “sol” ile, peygemberliğe heveslenip cennetten tapu satmaya uğraşan “sol”u birbirine karıştırma Necip.

    —Daha henuz problemi tarif edebilmis degiliz; NP olup olmadigini dahi bilmiyoruz.. Yine de, dur durak bilmeden cozum oneriyoruz…— “Sömürü”ye karşı mücadele etmek için “belirleyici olmayan polinom”lara, [P = NP & P ≠ NP] yönelmeye gerek yok Necip.

  72. Yukarıda sözünü ettiğim bu devrim-evrim konusunda tarihten günümüze en çok benzeyen örnek yine İslamiyetin ortaya çıkışı galiba.
    O da yoksul ve alt sınıftan insanların, kölelerin vb. egemen sınıf [Kureyş, onun Emeviler gibi güçlü kolları] içindeki muhaliflerin [Haşimiler vb.] liderliği altında başlattığı eşitlikçi denebilecek bir hareketti. Ama çağımızdaki devrimler gibi başarısız oldu. Onlar gibi “çabuk ve kolay yolu” seçti.
    O toplumun alt sınıflarının halifesi Ali’nin, devletleşme ve sınıflaşmanın temelini atan Emevi Muaviye karşısında başarısız olmasının nedeni de aynı.
    Muaviye’nin iktidarı [yani “sınıflaşma”, “devlet”] tedricen gelişti. Önce Ömer döneminde Şam valisi yapıldı. Ardından Emevi Osman Suriye’nin diğer bölgelerini de ona bağlayarak yetkilerini arttırdı. Halifeliğine giden süreçte böylece adım adım güçlendi. Oysa Ali taraftarlarının eşitlikçiliği Harici hareketinde [ve günümüzde solda] görüldüğü üzere bölünmeleriyle sonuçlandı.

  73. Efendinin yandaşlarından biri korkmuş;

    http://bekirlyildirim.wordpress.com/2016/09/12/kusura-bakmayin-ama-suriyede-ust-akilin-senaryosunda-oynuyoruz/

    24Anonim 14 Eylül 16 / 12pm
    Bu da efendisi gibi “üst akıl” diyen bir “alt akılsız”
    ****************
    Sn. Anonim:

    Bu şimdi fikir mi?

    1. Yazar “üst akıl’ın” diyerek Erdoğan’ın sözüne gönderme yapmış; zira onun Suriye politikasını eleştirmiş.

    2. “üst akıl” ifadesine denk gelen ifade sol jargonda çoktur., diğerideolojilerde de. Problem kelime seçimi mi?

    3. Mensa (Dünya üstün zekalılar kulübü) üyesi olan yazara gerzek (alt akıl) demenin sizi Einstein yapmadığı kurduğunuz iki kısacık cümleden aşikar. Daha fazla söylememeniz akıllıca ama kurtaramamış görüldüğü üzre.

  74. Necip’in haklı olduğu başka bir konu da şudur ki egemen sınıflar yalnızca sömürücülükle yetinip yönettikleri topraklara hiç yatırım yapmazlarsa kendileri de kaybederler. Kaybetmişlerdir de;

    “Samanoğulları Horasan’ı ülkeleri olarak benimsemişlerdir. Vergilendirmelerinde göreceli olarak ölçülüdürler. Gazneli ise, Horasan’a pahalı ordusunu besleyecek bir sağmal inek gözüyle bakar. Bu nedenle Horasan dihkanları, aşırı vergici Mahmut’a şiddetle karşıdırlar. Horasan eşrafının Gazneli’ye karşı bu tutumudur ki, Selçukluların Horasan ve İran’da egemenliğini hazırlar.”
    “Vergici Surî’den yediği dayağı unutamayan Buzcan Saları, üç dört bin silahlı adamıyla birlikte Selçuklu hizmetine geçer. Gazneli yorumcu, ‘Bunlar hep Surî yüzünden oldu, Horasan yitirildi.’ der.”

  75. 1. Yazar “üst akıl’ın” diyerek Erdoğan’ın sözüne gönderme yapmış ama onun Suriye’deki savaşçı politikasını yetersiz bulduğu, daha çok kan istediği için.

    2. “Üst akıl” ifadesine denk gelen ifade sol jargonda da, diğer ideolojilerde de çoksa, bu kelime seçimlerini eleştirmeye engel mi?

    3. “Mensa (Dünya üstün zekalılar kulübü) üyesi olan yazar”ın “avam yerini bilmeli” inancında olan kapitalist düzen yanlısı bir elitist olduğu anlaşılıyor.

  76. 4. “Mensa (Dünya üstün zekalılar kulübü)” adlı kurumu ilk kez duydum. Bu kurumun amacı nedir? Kime ne iyiliği dokunmuş? Kimin üstün zekalı olduğuna karar verme yetkisini nereden almış? “Üstün zeka” denince aklına Einstein gibi popüler isimlerden başkası gelmeyecek kadar bilgisiz ve Avrupa merkezci kişilerden mi?

  77. “Devrimci değil de evrimci misiniz?”

    ‘Birsey’ci olmak, yani aralarinda bazi benzerlikler olan butun problemlere belli bir yontemle yaklasmak, cozumu bu sekilde saglamaga calismak, israr etmek, dayatmak cok da saglikli olmayabiliyor.

    Biliyorum –ozellikle de bir muhendis olarak– bir seyler yaparken onun ayrica (ayni zamanda) teorisini de yapmak zordur; elimizde onceden hazirlanmis bir recetenin olmasini isteriz.

    Ama, ozellikle de sosyal problemler sozkonusu oldugunda, bu tur receteler herzaman ise yarayamayabiliyor; ve daha da beteri, ne zaman ise yarayacagini da onceden kestirmek kolay/mumkun degil.

    Receteye dayanilarak ortaya cikarilan ‘cozum’un orjinal ‘sorun’dan daha buyuk sorunlar cikarmayacaginin garantisi de yok. Yani, bir ‘zulum’u izale edecegiz diye, daha buyuk ‘zulum’lere yol acmak ihtimali var.

    Bu ihtimali minimize etmek, daha dogrusu yeni ‘zulum’lerin etkisinini minimum sayida insana reva kilmak acisindan, belki de en iyi yaklasim ‘cozum’lerimizi olabildigince az sayidaki insan uzerinde uygulamak olacak.

    Yani, ‘zulum’ ihtimalini ortadan kaldirmak mumkun olmadigi icin, kurban sayisini olabildigince dusuk tutmaga calismak..

    Bu bir yontem olabilir; ama, o ‘kurban’lardan birisi olmak ister miydim?

    Emin degilim.

    O yuzden, disaridan zerkedilen, dayatilan ‘cozum’lerde cok ciddi sorun var –iyi niyeli olsalar bile.

    Kendiliginden olmasi, icerden gelmesi, bizzatihi gonullulerden kaynaklanmasi, daha dogru olur gibi geliyor bana.

    Yani, sosyal degisikleri onerenlerin, yazdiklari recetedeki ilaclari baskalarin dayatmadan once kendilerinin almasi/tatmasi, ve sonuclarina da once kendilerinin katlanmalari gerekiyor.

    Hem, boyle oluca, baskalarinin uzerinden maceralara atilmak ihtimali de azalir.

    “Solun istediği gibi bir düzene bir gün bu şekilde ulaşılabileceği, yani aslen imkansız olmadığı görüşünde misiniz?”

    ‘Imkansiz’ diyebilmek icin, gelecekte ortaya cikabilecek butun herseyin sonucunun bilmek gerekiyor. Bu benim yeteneklerimi asar.

    Ama, kanaat belirtmem gerekiyorsa, bence ‘solun istedigi duzen’ bir asimtottur. Yani, esasen imkansiz, ama zaman icinde (tercihen ‘incremental’ gelismelerle) yaklasilabilcek olan bir hedef.

    Azicik acayim:

    ‘Easen imkansiz’ deyisimin sebebi, solun ongordugu duzende, kaynaklarin (herkese yetecek kadar) bol ve (heryerde yeterince mevcut) homojen olmasi gerekiyor ki yikici rekabet olmasin.

    Malesef, doga bunun bize boyle vermiyor; dolayisi ile, yapay yollardan halledilmesi gerekiyor.

    Bu, bugune kadar mumkun olmadi.

    Gelecekte ne kadar mumkun olur; bilmiyorum.

    Ama, ideale varamasak bile, onemli derecede ona yaklasabilecegimizi saniyorum –daha dogrusu umit ediyorum.

    Fakat, surasi kesin, boyle ideal icin, (fiilen, fiziken, bedenen, zihnen vs) cok daha fazla calismamiz gerekiyor.

    Yani, o gune kadar, pek de rahat yok.

    Bunu da herkese pazarlamak kolay degil.

  78. türkiye aydinlari daima kürt halkin özgürlünü türkiyede ki laik
    temel anlayisi ve fasizan olan azinlik devlet anlayisi cesaretlik icinde söylemek zorunda bu olmaza aydin kelimesi bir anlam tasimaz.
    türkiyede ki devlet anlayisi üc düsman ille yürütülür: kürt,azinliklar ve solcular tarih hep bunu yazmistir ve bugüne kadar bir degisikliye ugramamistir.
    elbette cesaret ve yürek isi bu konulari islemek ama aydin yapan bunlarin üzerine gitmektir,bugünün temel belasi politik islamdir.tüm dünyayi sarmis durumda,türkiyede aydin artik belki eskiden kavga etti elit kesimle anlasmak zorunda galiba bu ülkenin sorunda burada yatiyor.sol ne yapacak bu durumda???bu akp belasinda nasil kurtulurus diye bir ciddi ve tüm muhalefeti kapsayan bir anlayis sergilemeli.
    degerli tarik akana bugün saldiranlar yarin herkesi saldiracaktir! bu politik islamin kirli fasist anlaysidir.aydin,isci ,üniversteli,köylü bir ittifik kurup bu fasist sistem ille mücadele edmek durumda yoksa yarinlari göremeyiz!!!

  79. “Eleştiririm, tıpkı senin de eleştirme hakkın olduğu gibi. Defalarca hatırlattım, BEYAN, esastır. 60 yıl önce de söylemiş olsan, 6 saniye önce de söylemiş olsan, BEYANLARIN İLE İLGİLİ sorular sorarım, eleştirimi yöneltirim, ‘ampirik’ ispatlar yapmanı isterim.”

    Sizin neler isteyeceginizi kisitlayamam tabii ki. Ama, istediginiz cevaplari vermek gibi bir ‘mukellef’iyetimin olmadigini da bilmeniz gerekir.

    Evet, beyan esastir. Dogru. Ama, hangi beyan?

    Tabii ki, en son beyan.

    60 yil da onemli degil; 6 saniye de. En son beyan onemlidir.

    Ben de, tam olarak bunu diyorum: En sonuncu beyanimi almadan, bugun/simdi icin hukum veremesiniz.

    ‘Ampirik ispat’ konusuna gelince.

    Sosyal olgular sozkonusu oldugunda, ispat zaten mumkun degil –boyle bir seyin beklentisinde olmak da, haliyle, gercekci degil.

    Olsa olsa, gozlemlere dayali cikarsanan hukumlerin/kanaatlerin sorgulanmasi/elestirilmesi sozkonusu olabilir.

    Bu da, son derece normaldir –ayni olgulari ayni sekilde gozlemlemis olmayabiliriz, bazilarini iskalamis olabiliriz vb vs.

    Dolayisi ile, ispat beklemek yerine, hangi gozlemlere dayanildigini sormak daha dogru olur.

    “Merhum teyzeme, ilk önce, senin nasıl bir ‘elitçi’ olduğunu anlatman gerekirdi ki ‘elit’ kelimesi ne demekmiş idrak etmeye başlasın.”

    Elit kelimesinin ne oldugunu bilmek elitist olmak icin gerekli sart degil.

    “Senin kafanın içindeki eşiğe göre, bozulan düzeni kuracak olan yine ‘elit’ler ise, bozulmadan önceki düzen yine ‘elit’lerin kontrolü altında idi. Senin gibi bir kralcı-imparatorcu-sultancı-icazetçi züppe için, düzeni bozan da, yeniden kuran da ‘elit’lerdir, kalanlar ‘ayak takımı’dır.”

    Bu, tarifi geregi, boyledir. Sol jargonda surekli tekrarlanan ‘liderlik’ filanlar da buna isaret eder.

    “‘Akıllılık’ı ve ‘kurnaz olma’yı kasten birbirine karıştırıyorsun.”

    Hayir. ‘Akil’ dedigimiz meleke, kisinin/toplumlarin, kendi cikarlarina olani olmayala ayirt etmek yetenegidir. Yani, ozunde (bencil olabilir de, olmayabilir de) faydacilik yatar.

    ‘Kurnazlik’ ise, akil bakimindan yetersiz (daha az yeterli) olanlari, kendi cikarlari cercevesinde manipule edebilmek yetenegidir. Benim isaret ettigim bu degil.

    “Okur-yazar olmanın, olmayanlarla kıyaslandığında, daha makûl bir hayata işaret ettiği bir gerçektir.”

    Yazili talimat alabilmek anlaminda soyluyorsaniz, evet, dogrudur.

    “Kurnaz olmak için ise, okur-yazar olmak şartı yoktur.”

    Akilli olmak icin de.

    “Analoji olarak bula bula ‘astroloji’ ile ilgili örnek yazmak mı aklına geldi, daha niceleri var iken.”

    Fayda uretmeyen fakat okur-yazar olundugu takdirde cok daha yogun yapilabilen bir faaliyete ornek olarak aklima ilk gelen oydu.

    Sizin baska onerileriniz varsa, ben engel olmus olmayayim. Buyrun yazin.

    “İşine gelen örnekleri yaz, gelmeyenleri hasır altı et, ohhh ne rahat.”

    Siz de isinize gelen ornekleri yazin –zaten oyle yaptiginizi bir yana birakmis gibi yapalim.

    “Elitizm, konformizmi de kapsar.”

    Hayir. Kapsamaz. Elitler, kendilerine ‘conform’ edilmesini beklerler/bekleyebilirler. Bu, onlarin ‘conformist’ oldugu anlamina gelmez.

    “Hayatın akışı içinde olan rekabetten yola çıkarak, ‘insanlar arasındaki rekabet’i AMPİRİK OLARAK ispatlamaya yeltenmişsin,”

    Yok. Ispatlamaya filan calismadim. Ben, bir ‘narrative’ ile konunun anlasilmasini saglamaya calistim.

    Yani, akla hitap etmege calistim. Basarili olamadiysam, kabahatin hepsinin bende oldugunu soylemek haksizlik olabilir. Kendinize de bakmaniz lazim.

    “Fakat insanlar rekabet ederken ‘sömürmeme’yi de becerebilecek ‘tercih edebilme yetisi’ne sahiptir.”

    Simdi.. ben de sizin gibi, agzima sakiz edip, ‘ISPATLAYIN!” filan diyebilirim; ama, oyle yapmayacagim.

    Onun yerine, sunu soyleyeyim: Evet, boyle bir ‘tercih yetisi’ olsa bile, onu secmeleri/uygulamalari bir zorunluluk degil. Sartlar oyle elveriyorsa, yani akillari onu gosteriyorsa, oyle de yapabilirler.

    Tersini de yapabilirler. Ve, yapiyorlar da.

    “Sömürmemeyi tercih ediyor muyuz, etmiyor muyuz?!…”

    Hayir. Etmiyoruz. Somurmek butun varliklar icin (canli, ya da cansiz) ‘olmazsa olmaz’ bir faaliyettir.

    Entropi de zaten bu demektir.

    Basit bir ornek: Bebekler de, once annnelerini sonra da babalarini somurur.

    Hayatin temel bir gercegidir bu.

    “‘Digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde’ = Ayak takımı (bir kısmı ‘avam’a dahil, geriye kalanlar avamın da altında; neredeyse ‘yok’lar, ‘ölü’ gibiler).”

    Atladiginiz nokta su:

    Bir kisi, herhangi bir (ya da, az sayida olmak uzere, birkac) konuda ‘elit’ (hadi, ‘havas’ diyelim) olabilir. Diderlerinde de degildir (yani, ‘avam’dir).

    Ayni sekilde; bir kisi, herhangi bir (ya da, az sayida olmak uzere, birkac) ‘avam’ olabilir. Diderlerinde de ‘elit’ (hadi, ‘havas’ diyelim) olabilir.

    Kisacasi, hayat, sizin israr ettiginiz sekilde, siyah-beyaz degil.

    “Sol, [..] ‘Somut’a bakar.”

    Ya da, ‘somut’ sandigi/saydigi seylerin pesinden gider.

    “Sol, insanlar arasında da var olan ‘rekabet’in, sömürmeden de işleyebileceğini hatırlatır, bunun mücadelesini senin gibi ‘elitçi’ kast sistemi savunucularına anlatır.”

    Anlatir da, anlattigi tam olarak bir masaldir –peri masali…

    Sunun farkinda degilsiniz cunku:

    ‘Sol’ dediginiz sey de, baska hersey gibi, homojen degil. Kendi arasinda turlu cesitli faksiyonlardan olusur. Aralarinda da, bazen olumcul, rekabetler vardir.

    Amip gibi bolunup parcalanirlar, yeni yeni ‘koloni’ler kurarlar. Her kolonide, haliyle, bir hiyerarsi vardir (bkz ‘liderlik’ filan).

    Yeterince yerlesik hale gelmisse, bu hiyerarsi kendi ‘kast sistemi’ni de olusturur; asagidakiler somurulur.

    Yani, ister sol olsun ister sag, gunesin altinda yeni bir sey yok.

    Olsa olsa, solun farkli oldugunu sanan saflar vardir.

    “Din(ler)deki pireyi deve yapma menkıbelerini sapan/taş gibi kullanarak, ‘sol’un yürüttüğü mücadelelere laf atma çabaları, beyhude çabalardır.”

    Anladigim kadariyla, siz, ‘sol’u temsil etmekle kalmiyor, ustelik savunmakla da kendinizi mukellef sayiyorsunuz.

    “Sol, somutla ilgilenir.”

    Herkes somutla ilgilenir. Sorun o degil. Kimin neyi somut saydigi isleri karistiriyor.

    “İnsan hayatı (diğer varlıkların hayatını da yabana atmıyoruz elbette), ‘somut’tur, ‘gerçek’tir. Bu, kendiliğindendir (yani ‘belit’tir). Sen, insan hayatını ‘sayılara indirgeyecek kadar’ mahvolmuş bir züppesin.”

    Cok siirsel oldu bu 😉

    Insanlarin (ya da diger canlilarin) olMEmek yolunda irade sergileyebildigi an geldiginde haber verin. O zaman, ‘gercek’ ya da ‘somut’ filan deyislerinizde bir anlam oldugu uzerinde konusuruz.

    “‘Digerlerinin de bu iki uc arasinda bir yerlerde’ = Ayak takımı (bir kısmı ‘avam’a dahil, geriye kalanlar avamın da altında; neredeyse ‘yok’lar, ‘ölü’ gibiler).”

    Sizi rahatlatayim: Elitler de elitistler de ölür. Erken ya da gec.

    Ölüm, ortak paydamiz olduguna gore, ölüm(ler) uzerinden hinlikler yapmaga calismanizi anlamli bulmuyorum.

    Yukarıdaki paragraflarımda okuduklarınla beraber en başta belirttiğim ‘meramı’mı şimdi net anlayabilirsin:

    “‘Baskalari’ kelimesi ile kimi/kimleri işaret ediyorsun peki”

    ‘Elit’in haricindekileri.

    “‘Sömüren/Sömürülen’ yapılarını işaret eden ‘sol’ ile, peygemberliğe heveslenip cennetten tapu satmaya uğraşan ‘sol’u birbirine karıştırma”

    Gelecekte ve mutasavver bir ‘dunya’ ile ‘cennet’ kavrami arasinda cok ve onemli bir fark oldugunu mu saniyorsunuz?

    Emlak stogumuza yeni giren Yavuz Selim Koprusunden haberiniz var mi? Kelepir. Kacirmamanizi oneririm.

  80. Bu isimlerden bugün yaşayanlar ve sizin görüştükleriniz var mı?

    SBF Fikir Kulübü: Hüseyin Ergün, İsmet Özel, Kudret Ulutürk, Erdal Türkkan, Ümit Hassan

    DTCF Fikir Kulübü: Ataol Behramoğlu

    Fen Fakültesi Fikir Kulübü: Asaf Köksal

    Hukuk Fakültesi Fikir Kulübü: Zülküf Şahin, Taylan Türker, Şirin Yazıcıoğlu

    Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübü: Mevlüt Korkmaz, Talip Özay, Rıfat Murat, Dudu Körükceli

    Bingöl Erdumlu’nun kitabıyla ilgili değerlendirme yazınızı ne zaman yayınlayacaksınız?

  81. SOLCULAR NİÇİN SEVİLMEZ?

    Yine özür dileyerek (bu kaçıncı özür!), bir ‘özel hayat’ öyküsü ile başlayacak yazı. Kusura bakmazsınız nasıl olsa…

    Babam, rahmetli Hüseyin, 1928 doğumluydu. Yoksul, ayakkabıcılıkla uğraşan köylü Hayrullahın oğlu. Okuma yazmayı askerde öğretmişler. Ayağına ilk kez lastik pabuç dışında bir şeyi orada geçirmiş. Bu yüzden çok severdi askerliği.

    1950’lerde İstanbul’a, Haydarpaşa Garı’na indiğinde Anadolu’dan gelen trenden, karşılayan hemen bir kravat takmış boynuna. O kravat odamda, çekmecemde duruyor. Beyoğlu’nda bir terzinin yazıhanesinde kalıp uyuyacakmış akşamları, iş güç bulup hanımını ve kızlarını da İstanbul’a getirene kadar.

    Ehh Beyoğlu’nda kravatsız yürünür mü!

    Yaşamı boyunca, bir gün artan bir gün azalan yoksulluk ve yoksunluklar içinde dört çocuğunu okutmaya çalıştı. İyi kötü ev bark, iş güç sahibi de oldu. Vefat edene dek çalıştı. Okumayı askerde söken Hüseyin, dört çocuğunu da okuttu. Üçü kız. Oysa kızlarını okutmasına karşı çıkanlar olmuştu zamanında. Aldırmadı.

    Bir gün herkes gibi göçüp gitti ve çocuklarına temiz, namuslu, vicdanlı, güzel bir baba ‘hayali’ bıraktı.

    Babamdan hatırladığım, zihnime kazınmış anlardan biri, sabah karanlığında, loş ışıkta, salonun bir köşesinde Kuran okumasıydı.

    Yıllarca. Çok dindar biriydi. Annem gibi. Ömrü boyunca üzerine ‘gün doğmamış’ olmasıyla övünürdü. Gün doğmadan Kuran okur, sabah namazını kılıp öyle başlardı işine gücüne. Ne bir insanın kötülüğünü istediğine tanık oldum, ne birine hakaret ettiğine, sövdüğüne.

    İbadeti dışında ‘sevaptan’ anladığı, pencerenin önüne düşen kumruyu alıp sobanın yanında tedavi edip canlandırmaktı örneğin. İnanç, dürüst olmak, ahlaklı olmak, hak yememek, adil davranmaktı. Komşunun elektriği kesildiğinde, o bilmeden gidip faturayı ödemekti.

    Diğer yandan, Türkiye sağcısının tüm tarihsel marazlarından da mustaripti. Örneğin Nazım Hikmet okumadan Nazım Hikmet’i sevmemek gibi. Tek bir sosyalist tanımadan sosyalistlerden hazzetmemek gibi. Aslında bilmediği konularda katı görüşlere sahip olmak gibi.

    Önceden ‘Karaoğlan’ı çok severken 90’larda Demirelci oluşu gibi. Ben, sağcı geleneğin yalnızca bir ideoloji/dünya görüşü olmayıp aynı zamanda insan kişiliğinde yaralar açan tedavisi zahmetli bir ‘illet’ olduğunu da, sayesinde öğrendim.

    Bu denli dürüst, adil, eşitlikçi, vicdan sahibi bir insanın, ‘eşitlik’ amaçlayan ideoloji ve mensuplarından hazzetmediğini gözlemledim. Bilmediğini, tanımadığını sevmiyordu. Her insan gibi. Ancak hepsi bu. Düşmanlık değil, sevmemek.

    Söz konusu önyargılı mesafenin tarihsel nedenleri var kuşkusuz ama ancak başka bir yazının konusu olabilir.

    Karşımda, ideolojik bakımdan beğenmediğim biri vardı. Hele ki 1980’lerde SBF’ye girip ‘her haltı bildiğini zanneden ukala SBF öğrencisi’ ruh haline bürününce, sorunlarımız da arttı.

    Buna mukabil babamın, insani niteliklerine, haline tavrına, dürüstlüğüne, direncine, ailesi için katlandığı fedakârlıklara ve bu yazı açısından anlamlı olan ‘inancını yaşama biçimine’ hayranlık duydum.

    Her zaman.

    Benim için din; tarihi, sınıfsal/kültürel işlevleri, Osmanlı-Türk tarihindeki yeri biryana, babamın o loş ışıkta sessiz sedasız Kuran okumasıydı. Din, tek başına bu değildi de, aynı zamanda, bu idi.

    İbadetini yapan, insanın kötülüğünü dilemeyen, birine yardım ettiği bilinsin istemeyen, cenazenin arkasından bırakın sövmeyi kötü sözü dahi zül gören, en sevmediği için dahi ‘taksiratın affını’ dileyen bir dindarlık. Dindarlık da yalnızca bundan ibaret değildi, ama demek ki böylesi var ve mümkün idi.

    İslamın siyasallaşmadığı, müteahhitlerin ‘Zemzem Tower’da oda sırasına girmediği yıllardan kalma bir dindarlık ‘hali.’

    Tanıklığım, inancın, başta ahlak ve diğer ortak toplumsal ‘iyilikler’ ile birleşip insanı daha ‘düzgün’ biri haline getirebileceğiydi. Anam babamla tanık oldum. Dürüst insanların inancına, insancıllıklarına.

    Bu nedenle de ‘soytarılığı’ görür görmez, tanıdım!

    Onların aldıkları abdest, kıldıkları namaz, tuttukları oruç, diğer insanları görmelerini, saygı duymalarını engellemedi.

    Komşuları Bedros’u çok sevmelerini, düğününe gitmelerini engellemedi. Ayhan Işık vefat ettiğinde örneğin, çok üzülmelerini engellemedi. Zeki Müren’i hayranlıkla dinlemelerini engellemedi.

    Yılbaşlarında fındık fıstık yemelerini, çocuklarıyla ve akrabalarıyla tombala oynamalarını engellemedi.

    Çocukları da, tombala oynamak istedikleri için kumarbaz olmadı zaten. Demek ki mümkündü böyle şeyler.

    Şimdi nursuz tipler ortalığa dökülmüş, kapkaççı kapitalizmin gereksinim duyduğu zırvaları, inancın gerekleri perdesi arkasında yutturmaya çalışıyor. 14 asırlık bir tarihsel birikimi tümüyle ve arsızca, müteahhit dinine dönüştürerek.

    Pek yakındır lüks araçlı Şeyhülislamın ‘rezidans fetvası’ vermesi. Malum, satışlar düşüyormuş! Şu cennetlik, bu cehennemlik, saçmalayıp duruyorlar TV’lerde, yazılı paçavralarında, sosyal medyalarında.

    Şu kadar rezaletin ardından, yüzleri hiç kızarmadan topluma ahlak fazilet dersi veriyorlar. Oysa İslam’da ‘ruhban’ olmadığını, hiç kimsenin bir diğerinin ‘sonu’ ve ‘öte dünyası’ için ‘hüküm’ veremeyeceğini, gel de anlat şu cüppeli soytarıları ciddiye alanlara.

    Dindarlarmış, öyle mi? Hadi oradan. Yeni ‘ihale adacıkları’ bunlar, hepsi bu!

    Okuduğunuz yazıda, yok efendim kapitalizmin vardığı aşama, aman efendim toplumsal dönüşüm, hukuksal fecaatler; hiç bunlara girip de okuyanların zaten bildiği konularda ukalalıklar edecek değilim.

    Anılarda geziniyor oluşumun nedeni Tarık Akan’ın vefatı üzerine konuşulanlar, yazılanlar, sosyal medyadaki kepazelikler.

    Neredeyse üç kuşağın yaşamına değmiş biri Tarık Akan.

    Derli toplu yaşamı seçmiş, ‘dağıtmamış,’ toplumsal/siyasal duyarlılıkları olan biri. Üstelik kimi insan veda edince dünyaya, tek başına da gitmez. Öncesinde göçüp gitmiş olan güzel insanları da canlandırır anılarımızda bir kez daha.

    İşte onlardan biriydi Tarık Akan. Yani, ‘kalabalık’ biri. Haliyle kaybının yarattığı boşluk büyük oluyor bu nitelikteki insanların.

    Türkiye toplumu çoğunluğunun, dindar olanı ve olmayanıyla Tarık Akan’ın vefatına üzüldüğünü düşünüyorum. Buna mukabil öyle şeyler okuyorum ki sağda solda, halâ (ve umarım!) ‘azınlık’ olduğunu tahmin ettiğim bir tür faşist azgınlık, sesi duyulmayan o muhafazakâr çoğunluğu da hapsetmiş gibi.

    Küfür kıyamet ifadeler sarf ediyorlar Tarık Akan’ın arkasından.

    Herhangi bir alana katkısı olmayan, evrensel anlamda iddia sahibi olabilecek tek bir roman sayfası yazamamış, tek kare film çekememiş, tek dize şiir kaleme alamamış ve bu kafayla uygarlık inşasına tek bir tuğla koyma olasılığı bulunmayan, 21. yüzyıla biricik katkısı ‘Ali Ağaoğlu rezidansları’ olan bir hareketin, kompleksli meftunları… Tarık Akan’ın cenazesine küfrediyorlar şehvetle.

    Cenazeye sövmek kuşkusuz yalnızca ‘görgüsüzlük’ ya da ‘acımasızlıktan’ kaynaklanmıyor. Bir yaşam biçimine yönelmiş düşmanlık ve siyasi mücadele yöntemi söz konusu olan.

    Daha doğrusu, o mücadeleyi yürütmenin bir yolu. Hasım gördüğünü, dirisi ve ölüsüyle yok etmeye yönelmiş bir tercih.

    Hâl böyleyken, Tarık Akan’ın anısına saygısızlık, yalnızca onunla ilgili bir tavır değil kuşkusuz.

    İyi hoş da, bunları düşünmek, söz konusu alçaklığı alçaklık olmaktan çıkarmıyor.

    Anladık, nefret ediyorlar. Sevdiklerimizin cenazelerine sövüyorlar. Bize de sövecekler. İliklerine dek nefret ediyorlar. Kabul. Anladık.

    Aslında ‘olmayan’ insanlar bu küfürbazlar. Hedef gösterenler. Hakaret edenler. Yoklar. Ancak bir başkası ile var olabiliyorlar. Diğerinin düşüncesiyle, eylemiyle, telkiniyle, emriyle seviyor ya da nefret ediyorlar. Davranışları, his düzeyinde.

    Bu nedenle sevmek ve nefret sözcüklerini kullanıyorum. Emirle sevip, emirle nefret ediyorlar! Baksanıza şu ‘hocaefendileri’ hakkında söylediklerine. Kısa süre öncesine dek hacetinde boncuk aradıkları, elini eteğini öptükleri hocaefendilerine.

    Anladık, yoklar. Tek başlarına ‘muhakeme eden’ insanlar olarak, yoklar. Tarih bunlarla dolu. Yeni olmadıkları gibi, sürpriz de değiller. Anladık. Her şeyi anladık. Kabul. Ölülere sövüyorlar. Küfrediyorlar. Anladık.

    Dindarlık ve değerleri adına yaptıklarını düşünüyorlar bütün bunları. Cenazeye söverek cennete gideceklerini varsayıyorlar demek ki. Bunu da anladık.

    Bilen zaten biliyordu, bilmeyen kalmadı artık. Anladık. Benim babamın anamın dinini kullanıyorlar yedikleri herzeler için. Bir gün bunu söyleyeceğimi hiç ummazdım ama keşke biraz ‘inançlı’ olsalardı!

    Ama artık yeter bu canhıraşlık.

    Bundan böyle sevdiklerimizin cenazesine sövmeseler de, küfretmeseler de, yaşayanları hedef göstermeseler, linç kampanyaları düzenlemeseler de olur. Hedeflerine ulaştılar.

    Ne daha fazla bulandırabilirler midemizi, ne de daha çok nefret ettirebilirler kendilerinden.

    Sakinleşmeliler.

    Çok iyi anladık.

    En yavaş anlayanı dahi, anladı.

    Daha birkaç kuşak, aklı başında hiç kimse insancıl hiçbir şey beklemeyecek bunlardan.

    Herkes anladı. Herkes gördü, neyle karşı karşıya olunduğunu.

    Artık küfretmeseler de, biz onları ‘sövmüş’ farz edeceğiz bundan böyle, endişeleri olmasın. Bu namı, gururla taşısınlar.

    Başardılar, daha fazla çaba harcamasınlar…

    Doç. Dr. Murat Sevinç
    Ankara Üniversitesi
    Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
    17 Eylül

  82. İzmir Aliağa, Yapı İşçileri Sendikası Kongresi, 1970

    Arkada pankartta görülen, grevin ilk günü öldürülen arkadaşımız, sendika başkanı Necmettin Giritlioğlu.

    Konuşmacılar: Tuncer Gezgen, Demir Kücükaydin ve Sefer Güvenç.

    https://scontent-fra3-1.xx.fbcdn.net/v/t1.0-9/13934971_10154452453490798_1325342466866814305_n.jpg?oh=ea533f3e6048b6d0b65ee84baf9e9020&oe=5868A899

    Can Şafak ve Bingöl Erdumlu, 8 Ağustos 2016

    https://scontent-fra3-1.xx.fbcdn.net/v/t1.0-9/13938459_10154452453485798_4294066358728750935_n.jpg?oh=1c9f1e9a1932617b34674ec17f7377a8&oe=5883C327

  83. ADIM ADIM ANARŞİZME

    Dünya yepyeni bir sayfa çeviriyor…

    Tehlikeli bir sayfa…

    Üçüncü Dünya Savaşı’ndan sıklıkla söz edilir oldu. Bir yandan da kitlesel katliamlar, ölümler karşısında insanlık duyarsızlaştı. Kendi ölümlerinin de gündemde olduğunu akıllarına bile getirmeden, Irak Savaşı’nda olduğu gibi çekirdeklerini alıp televizyon karşısında naklen savaş seyretmeyi kabul etmek zorunda kaldı.

    NİHİLİZM (HİÇLİK)

    İvan Turgenyev, “Babalar ve Oğular” romanında yarattığı Bazarov tipi için bir kez bile “nihilist” kelimesini kullanmaz, ama romanı bitirip de kenara koyduğunuzda, eğer Nietzsche okuduysanız, yaratılan kahramanın nihilist bir kahraman olduğunu anlarsınız, eğer nihilizm üzerine bir şey bilmiyorsanız, Bazarov için en kullanacağınız en iddialı kelime “inançsız” olur.

    Aslında nihilizmi yaratan elbette Nietzsche de değildi. Neredeyse çağdaş sayılacak bu iki yazar-düşünür (Turgenyev, Nietzsche’den yalnızca 26 yaş büyüktü), kendi yaşamlarında nihilizmi uygulamadılar, ama düşünce olarak bireylerden öylesine umutsuzlardı ki, sonuçta bu eserlerine de, düşüncelerine de yansıdı.

    Bu düşünce, bireyin toplum karşısında kimliğini koruyamaması, giderek bozulması ve daha sonra varoluşçularda görüldüğü gibi bireyin yalnızlaştırılmasıydı. Bu, toplum için yararlı gibi görünse de başta Arthur Schopenhauer olmak üzere Max Stirner, Ludwig Feuerbach gibi düşünürler, Albert Camus, Jean-Paul Sartre gibi varoluşçu yazarlar için büyük bir tehlike oluşturuyordu.

    John Stuart Mill’in “bireyci” düşünceye sahip olduğu bilinir. Sistem ve Mantık (A System of Logic, Ratiocinative and Inductive) adlı kitabının başlarında, “İnsanlar bir araya getirilince, başka öze dönüşmezler,” diye, bireyin giderek elden uçup giden önemini vurgulamaya çalışıyordu.

    Birey, bilindiği gibi, büyük Fransız İhtilali ile birlikte önem kazandı ve giderek de kendisinden sonraki çağlara damgasını vurdu. Ancak bu gelişme, örgütlü-toplumsal birlikteliğin Karl Marx önderliğinde çağa damga vurmasıyla, Nietzsche, Turgenyev gibi yazarlarda bazı endişe yarattı. Oysa Marx bireyi reddetmiyor, onun tüm kimliğiyle kapitalizme karşı örgütlü bir mücadele içinde yer almasını istiyordu. Yabancılaşmanın (Entfremdete Arbeit) en büyük tehlike olduğunu vurguluyordu Marx, ancak bu yabancılaşma daha çok sanayi üretiminde işçinin üretime olan katkısıyla ilgiliydi.

    DÜNYA SAVAŞI MI GELİYOR?

    Günümüze gelirsek…

    Durum hiç iç açıcı değil görüldüğü gibi. Nietzsche’nin bir zamanlar dediği gibi, “Avrupa kültürümüz bütünüyle, giderek artan çarpık bir gerilimle uzun zamandır yıkıma doğru ilerliyor…”

    Tam da bu işte!

    İnsanlık bütünüyle, giderek artan yapay gerilimle yıkıma doğru gidiyor. Kitleler bir yandan birbirini yerken, diğer yandan bireysel düşmanlıklar tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar gündemde.

    Aynı masa çevresinde bile insanlar birbirlerini yok edercesine kinlenebiliyorlar. Nefret ve kin tohumları tüm dünya insanlarını zehirlemiş durumda. Böyle bir ortamda Darwin’in “natural selection”u, kitle katliamlarıyla yerine getirilmeye hazırlanılıyor.

    Dün ABD, “yanlışlıkla” da olsa vurduğu Suriye ordusundan 60’dan fazla insanın ölmesine artık Stalin gibi bakıyor: “Bir kişiyi öldürürseniz cinayet, bin kişiyi öldürürseniz istatistik…”

    Ne dedi ABD’nin BM Daimi Temsilcisi Samantha Power: “Hayatını kaybeden onlarca asker için elbette üzülüyoruz, ancak 2011 yılından bu yana Esad rejimi sayısız Suriyeli’ye saldırdı.”

    Hani bir aralar bizim de Irak’ta savaşa girmeye niyetlendiğimizde bazı “aklı evellerin”, “her gün trafikte onlarca insan kaybediyoruz,” demesine benziyor biraz da. Ölümler önemli değil, önemli olan stratejik üstünlük ve kalan “varlıklıların” yaşamlarını sürdürmesi. Öldürülecekler elbette, bakış bu.

    ADIM ADIM ANARŞİZME

    İşin bu tarafı kimse için bilinmedik şeyler değil. Ama bir de kâğıda tersten bakmak gerek.

    Böylesine şiddetli umutsuzluğu, insanlık, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında fazlasıyla yaşadı. Savaşlarla çözemedi, ama istediği sonucu da alamadı. Dünya kontrolünü elinde tutan devletler işi daha da bireyselleştirdiler.

    Bu da bilinen bir şey…

    Kültür ve sanatın neredeyse tamamen kuruduğu, yok olduğu bu “vahşet” günlerinde, yeni bir nihilizmin doğacağı, ona bağlı olarak yeni bir varoluşçu akımın dünyayı sarmalayacağı çok açık.

    Son nokta ise kesinlikle anarşizm (felsefi anlamda elbette).

    Mümtaz İdil, 18 Eylül

  84. 75 no’daki örneğe benzeyen bir diğeri;

    “Selçuklu yöneticileri uzun süredir İran kökenli olmakla birlikte, eski tarihte Anadolu’ya yerleşmiş ailelerdendir. Örneğin bir Pervane, bir Sâhip Ata İranlıdırlar, ama öte yandan ülkeyi câmi, medrese ve kervansaraylarla süsleyen kökleşmiş Anadolu ailelerindendirler. İlhan’ın Maliye Bakanı Kazvinli ise bir yabancıdır ve Selçuklu vezirliğini ‘daha fazla vergi geliri’ sağlayacağı vaadi ile elde eder. Kazvinli’nin uyguladığı keyfî vergilendirme ve zora başvurma yöntemleri, köylüler tarlalarını bırakıp kaçtıklarından, üretimi ve dolayısiyle vergi gelirini düşürür. Kentlerde de Kazvinli vezire karşı homurdanmalar artar. Artan zulme karşın iki yıllık vezirliği sırasında yeter vergi toplayamıyan Kazvinli yargu’ya çekilir ve öldürülür.”

  85. WHO ARE THOSE DARNED ELITES?

    To receive a glimpse of our next generation of elites, read the betrothal notices in The New York Times, look at the interns at Goldman Sachs and consider the junior faculty at Harvard.

    These select few define our culture, educate young adults on college campuses, run governments, make most economic and foreign policy, entertain America and dispense the news. And the public is angry at them for a variety of reasons.

    First, the elites seem to the middle classes to be out of touch and incompetent. Their sterling degrees and titles, voters increasingly think, do not reflect the quality of their minds or the depth of their educations, but have become status markers separating “them” from everyone else.

    On top of that, these elites sometimes utter silly things, like that there are 57 states, that soldiers are “corps-men” and that ISIS is a “jayvee organization.”

    The ruling class is not like those who once built the Hoover Dam, triumphed at the Battle of Midway, or built the interstate freeway system. Instead, the Wall Street implosion of 2008, the negotiations over the Iran deal, California’s stalled high-speed rail project, the Affordable Care Act meltdown and the doubling of the national debt in eight years reflect either inexperience and ignorance or perhaps indifference and callousness.

    The immigration pushback was directed at the managerial class that allowed millions into the West without rudimentary vetting—the work of bunglers and ideologues, not true technocrats.

    Americans increasingly pass on going to the movies, a genre that has devolved either into tired pyrotechnics, pale remakes of prior classics or psychodramas about the evils of corporations, the military or the CIA. It is now expected that a New York Times article will be followed soon by corrections acknowledging basic mistakes of fact and sourcing.

    Second, public furor arises over elite sanctimoniousness and hypocrisy. Progressive elites are shielded from the ramifications of their own ideologies.

    Open borders advocates like former Los Angeles Mayor Antonio Villaraigosa or Facebook billionaire Mark Zuckerberg, for example, condemn walls and fences as backward and inhumane—and then ensure that their own residences are quite well fenced and protected from hoi polloi.

    Al Gore is a progressive green prophet—but sold his bankrupt cable channel for millions of dollars to Al Jazeera, a company that is fueled by carbon-exporting, monarchical and largely anti-Semitic Qatar.

    John Kerry is a big-tax, big-government aficionado—except when it is a question of avoiding taxes on his multimillion-dollar yacht by moving it from high-tax Massachusetts to a cheaper berth in low-tax Rhode Island.

    The hypocrisy does not end there. Jet travel is supposedly the worse example of an outsized carbon footprint—except for environmentalists like Leonardo DiCaprio or Bono.

    Academics decry wage imbalances among Wal-Mart employees but remain silent about the far greater pay inequity on campus, where graduate students and part-time lecturers often make less than half as much as full-time faculty for teaching identical classes.

    Environmental elites in San Francisco demand that river water be diverted from agriculture to the sea to nourish delta baitfish—but they would not sacrifice a drop of their own claims on precious Sierra Nevada water. Again and again, the elites promote policies that they themselves do not live by.

    Third, voters are tired of the condescension of the elites who castigate the backwardness of the non-elite. Such disdain focuses especially on the middle classes, who lack both the vulnerability of the truly impoverished and, supposedly, the culture and tastes of the higher classes.

    Out-of-work miners do not enjoy “white privilege”; those on Ivy League campuses who mouth such platitudes usually do—and then exercise it by living and schooling their children apart from the romanticized “other.”

    In emulation of medieval penance, the more one expresses pique at the perceived sins of someone deemed inferior, the more he is seen as virtuous—and exempt from social censure.

    A perfect example of such disdain was Barack Obama’s 2008 rant about the working classes of Pennsylvania who failed him in the primary: “And it’s not surprising then they get bitter, they cling to guns or religion or antipathy to people who aren’t like them or anti-immigrant sentiment or anti-trade sentiment as a way to explain their frustrations.”

    When the future of Iraq hung in the balance, then-senator and subsequent Secretary of State John Kerry made similarly snobbish remarks. He warned students, “You know education, if you make the most of it, you study hard, you do your homework and you make an effort to be smart, you can do well. If you don’t, you get stuck in Iraq.”

    A year after Kerry’s put-down, largely working-class soldiers and officers won the peace in Iraq through their courage and expertise during the surge of 2007 to 2008.

    It’s not just in America. European elites are just as arrogant. Rather than defending the policy of admitting more than a million refugees into Germany from war zones in the Middle East (mostly young and un-vetted males), European Commission President Jean-Claude Juncker huffed, “Borders are the worst invention ever made.” Juncker added, “We have to fight against nationalism.”

    Note the combination of Juncker’s historical ignorance and pomposity: He apparently believes that borders are “invented” rather than reflective of ancient and organic differences of language, culture and ethnicity among neighboring peoples.

    Elites are also too sophisticated to fall for “nationalism”: An Oxford don or a City of London hedge-fund manager should have more in common with a Brussels bureaucrat or a Harvard professor than with the dullards of the English working classes or the grasping entrepreneurs of the middle class, who work a few miles away in rural southeast Britain.

    Such condescension also leads to inconsistency, which is yet another reason why the public is fed up. Politically incorrect utterances from caricatured white middle-class “buffoons” such as Paula Deen, Sarah Palin and Phil Robertson earn social stigma and ostracism.

    Not so when presidential candidate Joe Biden once trivialized rival Barack Obama: “I mean, you got the first mainstream African-American who is articulate and bright and clean and a nice-looking guy.” Did Biden mean prior black presidential candidates such as Shirley Chisholm, Jesse Jackson and Al Sharpton were tongue-tied, dull, unkempt and homely?

    Under the laws of elite liberal penance, Senate majority leader Harry Reid could not really have meant it when he patronized Obama as a “light-skinned” African-American “with no Negro dialect, unless he wanted to have one.”

    To the public, the elites are progressives who have created a politically correct culture that hinges on castigating non-elites for their supposed lack of race, class and gender sensitivity. The louder they decry middle-class illiberality, the more easily Barack Obama can caricature his own grandmother as a “typical white person,” or filmmaker Michael Moore can lament that the 9/11 attacks unfortunately killed thousands of fellow Americans in a blue state rather than a red one.

    Fourth and last, the people feel that elites do not follow the laws. Sanctuary cities nullify federal immigration law—and yet if other less liberal cities were to follow such a Confederate precedent and declare federal handgun registration or protected species legislation null and void in their jurisdictions they would be castigated as insurrectionists.

    The Clintons are the epitome of the rules not applying to ruling class. Hillary Clinton once rigged a cattle futures investment of $1,000 into a $100,000 profit at 34-trillion-to-1 odds and without consequences—and then added insult to injury by initially not paying taxes on her profits.

    As secretary of state, she violated dozens of national security protocols, something that would earn other government employees either jail time or a pink slip.

    Bill Clinton, for his part, has become the highest paid “chancellor” in higher education history, earning nearly $17 million over five years by trading on the influence of his secretary of state spouse—quite aside from plane rides he took aboard the “Lolita express” that would have earned others the charge of misogyny at the very least.

    The Clintons may be the worst rule breakers but they are not the only ones. Plagiarists like Fareed Zakaria and Doris Kearns Goodwin or fabulists like Brian Williams take sabbaticals while others face expulsion or dismissal for the same transgressions.

    No one at the IRS, who transformed a once disinterested tax collection agency into an ideological arm of the White House, was ever charged with a crime. Nor was former Attorney General Eric Holder, who used his government jet to take his family to the Belmont Stakes.

    Western elites have become today’s versions of the ossified Vatican of the fifteenth century, the cocooned court of Versailles in the age of Louis XVI during the last throes of the ancien régime and the bloated Soviet apparatchiks on the dais during May Day parades in Moscow.

    Amid a global backdrop of financial insecurity, spreading terrorism, instability in the Middle East and vast population migrations, is it any wonder that we are witnessing reformation, revolution and revolt from the ground up?

    Written by “Victor Davis Hanson”
    The Hoover Institution
    September 8, 2016

  86. Bir milyon dolarım varsa ve bunu %4 faizle mevduata yatırırsam yılda 40 bin dolar kazanırım. Topluma hiçbir katkım olmadan. Ama, daha alt sınıftan biriysem ve arabamı ya da evimi krediyle almak zorundaysam borcu faiziyle öderim; bu faiz de o milyonerin %4 faizli mevduatına ödenir. Bu şekilde inşa edilmiş parasal sistem, fakirden çalıp zengine veren bir dernek gibi işler. Bugün dünya nüfusunun %1’i dünya mal varlığının %40’ına sahiptir.

    Michael Craig Ruppert
    1951-2014

  87. “Western elites have become today’s versions of the ossified Vatican of the fifteenth century, the cocooned court of Versailles in the age of Louis XVI during the last throes of the ancien régime and the bloated Soviet apparatchiks on the dais during May Day parades in Moscow.”

    Evet, bu dogrudur.

    Burada sorun, ‘elit’ dedigimiz –herhangi BIR-IKI konuda cok yetenekli/becerikli olan– kimselerin de birer insan oldugunu unutup bunlara luzumundan fazla saygi/itibar gostermektir.

    Yani, iktidarlarini yayginlastirmalarina izin vermektir.

    Siradan insanlarin boyle bir zaafi var.

    Bir basktbol yildizindan dismacunu tavsiyesi almak, bir supermodelden siyaset kanaatleri kopyalamak, bir star futbolcudan ekonomi yonlendirmesi almak..

    Yani, alakasiz konulardaki fikirlerinin/onerilerinin bir kiymet-i harbiyesi olduguna inanmak..

    Bu zaaf, hem bu ‘elit’lerin istismari anlamina gelir; hem de onlarin baskalarini istismar etmesine kapi acar.

    Engellemenin yolu, ‘elit’leri sadece ‘elit’ olduklari o dar sahada istihdam etmegi ogrenmekten gecer.

    Ama, bu zordur.

    Mesela, simdi –ben– cikip ‘Artiz yarismasiyla secilmis, yesil gozlu ve yakisikli bir jonden ne hayat dersi alin ne de ideolojik onderlik bekleyin’ desem, eminim burada da birileri cikip ‘Tarik Akan icin bunu soyleyemezsin’ der..

    Sorunu gorebiliyor musunuz?

    “Bu şekilde inşa edilmiş parasal sistem, fakirden çalıp zengine veren bir dernek gibi işler.”

    Evet.

    Bence ilk yapilmasi gereken sey, veraset ve intikal vergilerinin cok daha yukseltilmesi –yani, ‘sansli sperm klubune uye’ olmaktan oteye bir ozelligi olmayanlara olabildigince az servet transferi yapilmasidir.

    Bir baska sey de, telif haklari.. Omrunde bir defa ‘jackpot’ vurmus birilerinin o sey ile –her ne ise o– toplumun geri kalan kismini rehin almasina izin verilmemesidir.

    Bunlar (benzer baska seyler de) aslinda ‘sol’un problemleri olmalidir; ama, nerdeee..

    ‘Sol’un caglari asan boyyuk dertleri vardir hic cozemeyeceklerini bile bile hakkinda omur tuketmegi tercih ettikleri..

  88. marxist argüman

    iflah olmaz kapitalist demagog necip’ten alinti:

    “Mesela, simdi –ben– cikip ‘Artiz yarismasiyla secilmis, yesil gozlu ve yakisikli bir jonden ne hayat dersi alin ne de ideolojik onderlik bekleyin’ desem, eminim burada da birileri cikip ‘Tarik Akan icin bunu soyleyemezsin’ der..”

    kapitalist demagog necip, bir insanin yakisikli olmasi ya da ekmegini film-dizi-tiyatro oyunculugu yaparak kazaniyor olmasi, o insanin siyasi-ideolojik fikrinin olamayacagi ya da varsa da siyasi fikrinin ciddiye alinamayacagi anlamina mi gelir? böyle bir baglantiyi neye dayanarak kuruyorsun?

    sen mesela ömrün boyunca insanlari calistirarak, sömürerek servet biriktirmeyle mesgul olmussun, ama burda bir cok konuda fikir beyan ediyorsun. senin mantiginla hareket edersek, senin sömürgen bir kapitalist olarak ekonomi disinda hicbir konuda fikir beyan etmemen lazim, degil mi?
    bilgi, fikir, kanaat sahibi olmanin meslek ve diploma ile alakasi pek azdir. örnegin, siyaset ya da ekonomi hakkinda bilgi, fikir, kanaat sahibi olmak isteyen bir insanin ille de meslek olarak siyasetci ya da ekonomist olmasina gerek yok. internet caginda yasiyoruz, herhangi bir konuda bilgi sahibi olmak icin her türlü kaynak mevcut. bunun icin okul, diploma vs. gerekmez.
    sen tarik akan hakkinda yazmadan önce kendine bak. daha önce defalarca yazdim, senin siyaset bilgin son derece yüzeysel; demirel, tayyip erdogan gibi devlet adamlarinin demeclerini okuyarak ve bu demeclere dayanarak burda yorum yaziyorsun. insanlarin sirtindan servet biriktirmek icin kapitalist ekonominin yasalarini, ekonominin teorisini vs. bilmek gerekmiyor; buna kanitta senin gibi kapitalistlerdir. fakat senin aklinin almadigi birsey var: ekonominin de, siyasetin de yasalari, teorisi vardir. günümüz dünyasini siyasi-ekonomik-toplumsal düzeni tesadüfler sonucu olusmus falan degildir. mesela sen sömürgen bir kapitalist olarak hic merak ettin mi: “dünya ticaret örgütü” diye bir kurulus var, bu kurum ne is yapar? bunu neden soruyorum, dünya düzeni senin düsündügün gibi hayatin dogal akisinin bir sonucu vs. degildir. bu sistemi kuran ve yönlendirenler var. kimdir bunlar: kapitalist devletler ve para-sermaye sahibi kapitalistlerdir.
    sen “sol” diye bir kesimden bahsediyorsun, ben solcu falan degilim, marxistim/komünistim. günümüzde sol denilince düzene/devlete entegre olmus sosyal demokrat kesim anlasilir. bundan dolayi “sol/solcu” diye soyut bir kesimden bahsetmek yerine kimi kastediyorsan ismini koy. senin “sol”a bictigin rol: mevcut düzeni gerekliyse reforme etmek, düzenin/sistemin daha sorunsuz islemesi, ömrünün uzamasi icin arizalari tespit edip, öneriler/müdahaleler yapmasi. bilmiyorsun ögren, senin bu dedigini sosyal demokratlar/sol partiler zaten yapiyorlar. sosyal demokrasinin ortaya cikisinin kisa tarihine göz atarsan, tam da senin onlara bictigin bu role talip olduklarini göreceksin.
    senin felsefen “dünyada birsey varsa olmasi gerektigi icin vardir, dolayisiyla mevcut olanin hikmetinden sual olunamaz!” bütün caban, tartistigin insanlari da bu felsefeye ikna etmek. fakat rahat ol, emin olabilirsin, dünyada ki insanlarin ezici bir cogunlugu senin bu felsefeni paylasiyorlar, hem de kit kanaat yasadiklari/yasamak zorunda olduklari halde.

  89. “Bir kisi, herhangi bir (ya da, az sayida olmak uzere, birkac) konuda ‘elit’ (hadi, ‘havas’ diyelim) olabilir. Diderlerinde de degildir (yani, ‘avam’dir).
    Ayni sekilde; bir kisi, herhangi bir (ya da, az sayida olmak uzere, birkac) ‘avam’ olabilir. Diderlerinde de ‘elit’ (hadi, ‘havas’ diyelim) olabilir.”

    Mesela,
    Bir sürü güzel kızla gönül eğlendiren yoksul, emekçi bir genç ile,
    Hiç sevgili bulamadığı için hayattan bezmiş bir zengin çocuğunun durumunda olduğu gibi mi?
    Eğer öyleyse bu tür durumlar solcuların istediği “eşitlikçi toplum”a aykırı bir durum sayılmaz mı?
    “Marksist”lerin bu tür “sosyal adaletsizlik”lere de değinmesi gerekmez mi?
    Kapitalizm yıkıldığında kimsenin karnının aç olmadığı, ama bazılarının kalbinin aç olduğu bir düzen mi gelecek onun yerine?
    “Kisacasi, hayat, sizin israr ettiginiz sekilde, siyah-beyaz degil.” denilirken yanlış mı söylenmiş?

  90. “Eğer öyleyse bu tür durumlar solcuların istediği ‘eşitlikçi toplum’a aykırı bir durum sayılmaz mı?”

    Hem sayilir hem de sayilmaz.

    Kullandiginiz ‘birim’ onemli. Yani, siraya koydugunuz, uzerinde konustugunuz seyin ‘birim’i onemli.

    Abes bir ornek veriyorum:

    Malum, ‘armutlarla elmalari karistirmamak gerekir’ diye bir soz var, ve dogrudur. Yani, iki grup/kategori esit/ayni degildir; iki setin icerikleri farklidir.

    Ama, eger kullandiginiz (kullanmagi tercih ettiginiz) birim ‘meyva’ ise, o zaman armut da elma da ‘meyva’ kategorisinde oldugu icin, ‘meyva’ olmak haseviyle, esit (ya da ayni kapsamda) sayilabilir.

    Bu bakimdan, evet, ‘toplum’daki (‘toplum’ isimli setteki –kumedeki–) ‘insan’lar (‘insan’ olmak hasebiyle) esittir; ama sadece hukuk karsisinda.

    Fakat, ‘set’i (‘kume’yi) daralttigimiz zaman ortaya cikacak olan, mesela, ‘zayif insanlar’, ‘sisman insanlar’, ‘kisa boylu insanlar’, ‘uzun boylu insanlar’ (vs), tabii ki esit olamazlar –tanim geregi bu boyledir.

    ‘Sol’un –genel olarak da hepimizin– hatasi, bence, burada yatiyor: Farkli setleri ele alip bunlari esit saymak/sanmak.

  91. Öcalan Ne yapmak İstiyor? Ne Etkisi Var?

    İbrahim GÜÇLÜ

    ÖCALAN, ÖRGÜTÜ PKK’NIN, YANLIŞ YAPTIĞINI VE İNSANLARIN ÖLÜMÜNE SEBEP OLDUĞUNU KABUL ETTİĞİNE GÖRE: DEVLETİN, İKİ GARDİYANINI YA DA TAHSİLDARINI KENDİSİNE GÖNDERMESİNİ BEKLEMEDEN, ÖRGÜTÜNÜN YANLIŞTAN VAZGEÇMESİNİ HEMEN SAĞLASIN. ÖLÜMLERİ ENGELLESİN.
    DAHA SONRA BAŞKASINDAN BİRŞEYLER İSTENECEKSE, O DA İSTENİR. KAMUOYU VE KÜRT HALKI YAPMASI GEREKENİ ONDA SONRA DAHA RAHAT YAPAR.
    ÖCALAN BUNU YAPMIYORSA, ÖCALAN’IN HER ZAMANKİ GİBİ BAZI HESAPLAR VE OYUNLAR İÇİNDE OLDUĞUNU GÖRMEK VE ANLAMAK LAZIM.
    Bilindiği gibi Öcalan, kısa bir süre önce kardeşi Mehmet’le görüştü.Görüş ve önerilerini kardeşi Mehmet ile açlık grevinde olan HDP milletvekillerine ve kamuoyuna iletti. Gönderdiği mesajın esas olarak şunları söylüyor:
    1-Sağlığım iyi, hem de eskisinden iyi. Bu açıklamasına bağlı olarak, onun yaşamı ile ilgili açlık grevinde bulunan milletvekilleri açlık grevlerine son verdi. Milletvekillerinin barutlarının fazla olmadığı önceden biliniyor ve yazılıyordu. Ayrıca, yanında olan arkadaşlarıyla ilişkilerinin devam ettiğini, bu ilişkilerinin iyi düzeyde, birlikta çalışma içinde olduklarını açıkladı. Hangi konularda çalışma yaptığıyla ilgili bir açıklama yapmadı.
    Bu açıklamalarından sonra, HDPlilerin onun yaşamıyla ilgili söylediklerinin bir gerçek olmadığı açığa çıktı. HDP’lilerin amacının, üzüm yemek olmadığı, bağcıyı dövmek olduğu kanaati kamuoyunda netleşti.
    2-Öcalan tehlikeli gelişmelerin olduğu dile getirdi. “Her gün 35 kişinin ölmesi yazıktır. Bu sorunu çözmek kolay ve hem de 6 ayda çözmek olanaklıdır. Yeter ki devlet iki adamını göndersin” dedi..
    3- PKK yanlış yapıyor. Ölümlere yol açıyor.
    4- Devlet de yanlış yapıyor. O da ölümlere yol açıyor.
    O zaman Öcalan’a birkaç küçük hatırlatma ya da ona bir yol haritası gösterelim.
    1- PKK’nın yanlış yaptığını kabul ediyorsun. PKK’nın lideri olduğuna göre, sözünü de geçirmen verili bir durum olarak kabul edilir. O zaman Devletten gelecek memurları beklemeden, PKK’nın hemen ve kayıtsız şartsız olarak yanlışlardan vazgeçmesini emret. Onlar da silahları bıraksınlar ve terör eylemlerinden vazgeçsinler.
    Gerisini kamuoyuna bırak, Kürt halkının demokratik, sivil itaatsizlik mücadelesine bırak.
    2- Devletin yanlış yaptığını kabul edebilirsin. Devlet yanlış yaptığını düşünmüyor. Buna rağmen devletin ne yapacağını ve yapacaklarını beklemeden, PKK’nın silahlardan vazgeçmesini ve terör eylemlerine başvurmamasını iste.
    Yoksa Öcalan’ın PKK’nın yanlışlardan vazgeçmesini, devletin yanlışlardan vazgeçmesine bağlaması çözüm yöntemi değildir. Çözümsüzlükten yana olmak demektir. Tavrını başkasına göre ayarlamaktır.
    Oysa bir insan ve örgüt, karşısındakinin ne yaptığına değil, kendisinin ne yaptığına bakmalıdır. Başkası kriter olmamalıdır. Kendini kriterini koyduktan sonra, başkasının hangi davranış içinde olması gerektiğini önerme hakkına sahip olmalıdır.
    3- Öcalan halen PKK’nın üzerinde etkin, belirleyici olduğunu düşünüyorsa, 2013 yılında çizdiği yol haritasının PKK’nın Kandil”deki yöneticileri tarafından uygulanmaması, Öcalan’ın son görüşmede ileri sürdüklerini yalanlamıyor mu? Bu konu üzerinde ciddiyetle durulması gerekir.
    Öcalan, Kandil’deki PKK yöneticilerinin dediklerini yapmayacaklarını bildiğin halde, lider davranışını sürdürmesi, PKK üzerinde mutlak anlamda egemenmiş gibi hareket etmesi özel bir amacını tarif eder, yoksa sosyo-psikolojik bir durumumu tarif eder? Bu konuyu ciddi bir analize tabi tutmak gerekiyor.
    4 – Silahlı olmak PKK için varlık şartı ve olmazsa olmaz bir şeyse, Öcalan’ın görüşleri ne kadar gerçekçi? Çünkü PKK’nın silahtan arınması demek; dağılması, egemenliği altına aldığı kişileri kontrol edememesi, siyaset üzerindeki tekelini, zor ve şiddet baronluğunu bırakması anlamına gelmez mi?
    5- PKK üzerinde, Öcalan dışında Kemalistlerin, İran’ın, Suriye’nin, Irak’ın, Ermenistanın ve diğer başka devletlerin vesayeti varsa, onların çıkarlar Silahlı PKK’de ise, PKK silahı ve terörü nasıl bırakacak? O zaman ismi geçen devletler, yaptıkları yatırımın karşılığını nasıl alacaklar? Bu nedenle PKK’nın silah bırakmasına nasıl izin verecekler? Üstelik PKK’nın herkese ve her devlete mavi boncuğu silahın sayesinde dağıttığı göz önüne alınırsa, durumun vahameti anlaşılır değil mi?
    6- Tıpkı Baasçılar ve Kemalistler gibi PKK’nın yöneticilerinin ve elitinin çıkarları silahlı PKK’de ise silahı nasıl bırakacak? PKK’nın yöneticileri üretim dışıdırlar. Toplumsal kökenleri yoklukla mündemiç. Bu nedenle kendi çıkarlarını ve yaşamlarını silah dışında yürütmek olanaklarına sahip değiller.
    Bu durumda PKK’nın silah bırakması, PKK yöneticileri için bir intihar olmaz mı?
    7- Kandil’deki PKK yöneticilerinin Öcalan’ı kendi içyapılarında hükümetin adamı olarak tanımlıyorlarsa, Öcalan’ın görüş ve önerilerinin anlamlı olması olanaklı mı?
    Sonuç yerine:
    Bütün bu yazdıklarımı alt alta koyduğum ve sentezleştirdiği zaman, Öcalan’ın söylediklerinin gerçekleşmeyeceğini bildiğini, buna rağmen kendisine yeni keramet atfetmek istediğini, gündeme almak istediğini, en önemlisi de çok yönlü bir oyun içinde olduğunu saptamak zor olmuyor. Bunun yanında, kendince PKK’ya zaman kazandırmak ve toparlanması için olanak sağlamaya çalıştığı da ihtimal dışı değildir.
    Amed, 20 Eylül 2016

    Gelawej
    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2574-ocalan-ne-yapmak-istiyor-ne-etkisi-var

  92. “bir insanin yakisikli olmasi ya da ekmegini film-dizi-tiyatro oyunculugu yaparak kazaniyor olmasi, o insanin siyasi-ideolojik fikrinin olamayacagi ya da varsa da siyasi fikrinin ciddiye alinamayacagi anlamina mi gelir?”

    Kimin neyi ciddiye alacagini ben tayin etmiyorum tabii ki.

    Fakat, siradan oldugunu, elit sayilmayacagini, genele ornek verilmemesi gerektigini soyluyorum.

    “sen mesela ömrün boyunca insanlari calistirarak, sömürerek servet biriktirmeyle mesgul olmussun, ama burda bir cok konuda fikir beyan ediyorsun. senin mantiginla hareket edersek, senin sömürgen bir kapitalist olarak ekonomi disinda hicbir konuda fikir beyan etmemen lazim, degil mi?”

    ‘Elit’ oldugumu hic iddia etmedim –oyle bir sey zaten cok abes olurdu, cunku ‘elit’ olmak kisinin kendi talebi ile gerceklesmez.

    Ben sadece kendi (kisisel) fikrimi yaziyorum. Kaale almak ya da almamak, benim degil, sizin bileceginiz bir sey.

    “bilgi, fikir, kanaat sahibi olmanin meslek ve diploma ile alakasi pek azdir. örnegin, siyaset ya da ekonomi hakkinda bilgi, fikir, kanaat sahibi olmak isteyen bir insanin ille de meslek olarak siyasetci ya da ekonomist olmasina gerek yok. internet caginda yasiyoruz, herhangi bir konuda bilgi sahibi olmak icin her türlü kaynak mevcut. bunun icin okul, diploma vs. gerekmez.”

    Katiliyorum.

    “senin siyaset bilgin son derece yüzeysel; demirel, tayyip erdogan gibi devlet adamlarinin demeclerini okuyarak ve bu demeclere dayanarak burda yorum yaziyorsun.”

    Eger oyle ise, beni kaale almaniza gerek bile yok. Degil mi?

    “günümüz dünyasini siyasi-ekonomik-toplumsal düzeni tesadüfler sonucu olusmus falan degildir.”

    Bu, sadece bir yere kadar dogrudur.

    Ilginc bulacaginizi umdugum bir ornek:

    Osmanli’nin Libya’dan otesini yonetir olmasi aslinda bir tur tesaduftur.

    Cunku, o bolgeleri yoneten (kimine gore de ‘haraca baglayan’) ‘kaptan’lar, bir sure sonra, kendi aralarinda belli bir guc birligine gitmis, ardindan da –daha verimli/basarili olmak adina– Osmanli ile isbirligini tercih etmislerdir. Barbaros ve digerlerinin Osmanli devleti bunyesine gecisleri filan boyle bir surectir.

    Bu, “digidik digidik, Allah-u Ekber, hamlet ya kafir!” gozuyle bakinca siyasi bir surec gibi gorulur; ama, degildir: Ticaridir. Malidir. Kar maksimizasyonu/optimizasyonu icindir.

    Savas diplomasinin baska bir sekli ise; diplomasi ve diger butun iliskiler de nihai analizde ticaridir, cikarlara dayalidir.

    “mesela sen sömürgen bir kapitalist olarak hic merak ettin mi: ‘dünya ticaret örgütü’ diye bir kurulus var, bu kurum ne is yapar?”

    Ticari/mali konularda ortaya cikabilcek olan catismalari, cok daha maliyetli olabilecek olan savaslar yoluyla degil, ‘sulh’ ile (muzakere ile) cozmek amaciyla vardir.

    “bunu neden soruyorum, dünya düzeni senin düsündügün gibi hayatin dogal akisinin bir sonucu vs. degildir. bu sistemi kuran ve yönlendirenler var. kimdir bunlar: kapitalist devletler ve para-sermaye sahibi kapitalistlerdir.”

    Evet, ve bunun neresi sizi sasirtiyor?

    Insanlik var olali beri, kisiler, kabileler, oymaklar, sehirler, devletler vs vb arasinda ikili veya coklu anlasmalar hep oldu. Ortaya cikan anlasmazliklari, savasa gitmeden, halletmek icin de şuralar, meclisler vs kuruldu.

    DTO da boyledir. Tek farki, gecmisteki orneklerine kiyasla, daha buyuk bir olcekte olmasidir.

    “ben solcu falan degilim, marxistim/komünistim.”

    Yani, siz, ‘sol’un bir baska mezhebinin/tarikatinin muntesibisiniz.

    “günümüzde sol denilince düzene/devlete entegre olmus sosyal demokrat kesim anlasilir.”

    Kime sordugunuza bagli.

    “bundan dolayi ‘sol/solcu’ diye soyut bir kesimden bahsetmek yerine kimi kastediyorsan ismini koy.”

    ‘Sol’ demek bence yeterli.

    “senin ‘sol’a bictigin rol: mevcut düzeni gerekliyse reforme etmek, düzenin/sistemin daha sorunsuz islemesi, ömrünün uzamasi icin arizalari tespit edip, öneriler/müdahaleler yapmasi.”

    Bu, sirf ‘sol’un degil, ‘sag’in da ustlenmesi gereken roldur.

    Cunku, aksini iddia etmek, ya da aksine davranmak, cozmege calistigi problemlere kiyasla cok daha buyuk ve cok daha acili/sancili sureclere yol acmak anlamina geliyor. Son bir-iki yuzyil bunun boyle oldugunu gormek icin son derece yardimci olmustur.

    “bilmiyorsun ögren, senin bu dedigini sosyal demokratlar/sol partiler zaten yapiyorlar. sosyal demokrasinin ortaya cikisinin kisa tarihine göz atarsan, tam da senin onlara bictigin bu role talip olduklarini göreceksin.”

    Rasyonel buluyorum.

    “senin felsefen ‘dünyada birsey varsa olmasi gerektigi icin vardir, dolayisiyla mevcut olanin hikmetinden sual olunamaz!'”

    ‘Tabiatta abes yoktur’ sozune atifta bulundugunuzu varsayiyorum.

    Evrim ya da materyalizm (hatta cevrecilik/ekolojizm) gozuyle bakarsaniz bu, evet, boyledir.

    Ahlakci gozle bakarsaniz, tam olarak (ya da her zaman) oyle degildir.

    Ben, bu siyah-beyaz arasinda bir secim yapmak yerine, pragmatik olmagi, insanlar/muhataplari arasinda daha az zararli olani secmegi tercih ederim.

    “bütün caban, tartistigin insanlari da bu felsefeye ikna etmek. fakat rahat ol, emin olabilirsin, dünyada ki insanlarin ezici bir cogunlugu senin bu felsefeni paylasiyorlar, hem de kit kanaat yasadiklari/yasamak zorunda olduklari halde.”

    Eger benim Hindistan’daki kast sistemi gibi bir seyi savundugumu dusunuyorsaniz, yanildiginizi soylemek zorundayim. Oyle degil, tabii ki iyilestirmeler yapilmali.

    Ama, bunu, ‘sol’un surekli maksimalist ‘sah demek’leriyle yapmak yerine, muzakere yoluyla, ‘incremental’ (ve cari sartlar cercevesinde ve ‘local’) yollarla yapmanin daha akillica oldugunu soyluyorum.

    Bunun, her bakimdan, daha az maliyetli ve daha az siddet (ve yol actigi acilar anlaminda) daha iyi oldugu kanaatindeyim.

  93. marxist argüman

    necip efendi “dünya ticaret örgütü” icin söyle yazmis:

    “Ticari/mali konularda ortaya cikabilcek olan catismalari, cok daha maliyetli olabilecek olan savaslar yoluyla degil, ‘sulh’ ile (muzakere ile) cozmek amaciyla vardir.”

    birincisi, dünya ticaret örgütü kurulduktan sonra dünyada savaslar bitmedi.
    ikincisi, daha önceki tartismalarimizda basta necip efendi olmak üzere: kapitalizm diye bir düzen/sistem yoktur, yok efendim doguda ve batida ayri ekonomik üretim tarzlari varmis gibi ezbere, kulaktan dolma laflarla burda yorum yazanlar, T.C. de dahil, dünyada ki kapitalist devletlerin hemen hemen tamaminin üye oldugu “dünya ticaret örgütü”, IMF, “dünya bankasi” gibi global ticari kurum ve kuruluslarin varligini ve fonksiyonunu bir incelesinler bakalim. daha önce yazdigim birseyi tekrar edeyim: ali koc gibi kapitalistlerle ekonomi üzerine keyifli bir tartisma yapmak mümkün, fakat “kapitalizmde nedir, o da nerden cikti, benim neden haberim yok, bu dünyada ekonomik bir sistem falan yoktur” diyen necip gibileriyle tartismaya kalkmak hic keyif verici olmadigi gibi, üstelik insanin sinir sagligi acisindan da son derece sakincali.

    dünyada ki kapitalist devletler icin baglayiciligi olan yukarda adi gecen kuruluslara üye olabilmenin olmazsa olmaz sarti $udur: “serbest piyasa ekonomisi” denilen kapitalist ekonominin prensiplerini kabul edip, hayata gecirmek. bu görev kime düsüyor: devlet ve devleti yöneten siyaset erbabina.

  94. 7 yaşındaki vatandaşın yabancı dil öğrenmek zorunda olması…
    Hem de petrolcülerin yağlı, göbekli ama her daim açların çirkin oyunları için…
    Buna yanlıştır, ayıptır diye karşı çıkan vatandaşını da terörist ilan et ve evine, köyüne bomba yağdır…
    Hala geç değil, hala bir sanattan zevk alma şansınız var… Hala sevgi ne demek öğrenebilir, dünyalıları sevebilir, hayatı kendinize de bize de zehir etmeden yaşayabileceğinizi her an farkedebilirsiniz… An meselesi…
    Gereksiz üremeyin, gereksiz savaşmayın, dünyayı herkese dar etmeyin…
    Bir sakin olun lütfen…

  95. “birincisi, dünya ticaret örgütü kurulduktan sonra dünyada savaslar bitmedi.”

    Hmmm.. demek oyle.

    Oyle ise, DTO basarisiz olmustur.

    Hatirlattiginiz icin tesekkur ederim.

    Simdi talimat veriyorum: Tiz kapatila!

    “ali koc gibi kapitalistlerle ekonomi üzerine keyifli bir tartisma yapmak mümkün, fakat ‘kapitalizmde nedir, o da nerden cikti, benim neden haberim yok, bu dünyada ekonomik bir sistem falan yoktur’ diyen necip gibileriyle tartismaya kalkmak hic keyif verici olmadigi gibi, üstelik insanin sinir sagligi acisindan da son derece sakincali.”

    Icim ciz etti simdi.

    Ali Koc da, malesef, burada yazmiyor gibi.

    Tuh muh.

    Na’apsak simdi.

    “‘serbest piyasa ekonomisi’ denilen kapitalist ekonominin prensiplerini kabul edip, hayata gecirmek.”

    Hayret.

    Kimi uyelige kabul edecegine dair sartlari olan bir klup..

    Hayret ki ne hayret..

    N’ayir.. n’olabilemez.

  96. marxist argüman

    iflah olmaz kapitalist demagog necip’in 78 nolu yorumundan alinti:
    “‘Easen imkansiz’ deyisimin sebebi, solun ongordugu duzende, kaynaklarin (herkese yetecek kadar) bol ve (heryerde yeterince mevcut) homojen olmasi gerekiyor ki yikici rekabet olmasin.”

    necip’in bu sitede ki organize faaliyetlerinin amaclarindan biride kapitalist sömürü ve rekabet iliskilerini mesru gösteren ideolojileri yayma ve yasatma oldugu anlasiliyor. bundan dolayi necipgiller familyasiyla ideolojik mücadele görevi herkesten önce marxistlere düsüyor.

    necip yukarda ki alintida ne diyor: insanin yasam kaynaklari SINIRLI oldugu icin rekabet vardir. dogru mu?

    fikret baskaya gibi marxistler ve sayin zileli gibi anarsistlerde ayni iddiayi/teoriyi söyle dile getiriyorlar: “dünyanin kaynaklari SINIRLI, müdahale etmezsek kapitalizm gezegenimizi batiracak” (bkz. “elden kayip gitmekte olan bir gezegen, gün zileli”)

    T.C. orman bakani gecenlerde icraatlarini siralarken yanlis hatirlamiyorsam “29 milyon agac/fidan diktik” demisti. daha önceki yorumlarimda yazmistim: T.C. orman bakaninin bu verisi benim $u teorimi/iddiami ispatliyor: bilim ve teknik gelismeye bagli olarak ekonomide “üretim verimliliginin(produktivität)” ulastigi seviye sayesinde insanoglu dogaya/tabiata artik yüzde yüz bagimli degildir. diger bir degisle, günümüzde insan dogayi sadece tek tarafli sömürmüyor; sömürdügünün daha fazlasini geri yerine koyabiliyor. gezi parkinda ki agac kesimini protesto edenler ve bu protestolari bir “devrim hareketi” olarak görmeye meyilli olanlara tayyip erdogan söyle bir cevap vermisti: biz istanbulda bilmem kac bin tane agac diktik. evet, olay budur. günümüz kapitalist devletlerin tarim ve orman bakanliklari gercektende kestikleri agaclardan cok daha fazlasini dikecek imkanlara sahipler, nitekim yapiyorlarda.
    simdi iflah olmaz kapitalist demagog necip’in yazdiklarini cürütecek somut seyler yazalim. bre demagog necip, günümüzde kit olan nedir: ekmek mi/bugday mi? eskiden insanlar yilda bir kez bugday ekiyordu, hasere, hastalik ya da dogal bir afet neticesinde sözkonusu tahil yok olabiliyordu, bunun neticesinde kitlik olusuyordu. simdi hasereye karsi insanoglu her türlü kimyevi ilaci üretiyor ve kullaniyor, dogal afetler kismen kontrol altina alinmis; üstelik yilda birkac sefer bugday ekimi yapilabiliyor; seracilik sayesinde mevsime/tabiata bagimli olmadan sene on iki ay üretim yapiliyor; denizlerde/okyanuslarda ki balik miktarina bagimli kalmadan havuzlarda istendigi miktarda balik üretiliyor; üretim ciftliklerinde sonsuz miktarda civciv/hayvan beslenebiliniyor, bu hayvanlar icin tabiatta ot, yesillik vs. toplamak gerekmiyor, hayvan yemleri fabrikalarda da üretiliyor; üc ayda istenirse bir apartman dikiliyor, bir yilda dev gibi köprüler vs. yapiliyor. hal böyleyken, sen hangi kitliktan bahsediyorsun kapitalist demagog necip?
    birlesmis milletlerin yilda $u kadar insan acliktan, susuzluktan, yetersiz beslenmeden ölüyor verilerini mi kastediyorsun? o ölümlerin sebebini ben sana aciklayayim: yetersiz beslenmeden, hastaliktan vs. erken yaslarda ölen insanlar mal/ürün kitligindan ölmüyorar, tam tersi, kapitalist ekonomi istedigi kadar mal/ürün üretecek kapasiteye coktan ulasmis durumda. sözkonusu o ölümler kitliktan degil PARASIZLIKTAN oluyor. yani kapitalist dünyada bir dilim ekmegi bile parasiz kimseye vermedikleri icin, bütün üretim faaliyeti paranin/sermayenin sonsuz/sinirsiz cogalimi/birikimi gibi sacma/absürd bir hedef dogrultusunda yapildigi icin, cebinde parasi olmayan acliga/yokluga/sefalete mahkum.

    yazi uzadi, burda bitiriyorum, gelecek cevaplara göre konuya devam edebiliriz.

  97. Anti-kapitalistler şuna ne der?

    *

    Çilingir sofrasındaki çilingir de eskiden “ferforje işi yapan” ya da bugün “kilitçi” anlamına gelen çilingir değil. Farsça şilengâr, yani “şölen donatan”. Farsça şilen/şilân ve Türkçe şölen, ikisi de Moğolcadan alınma bir kültür kavramı. Kelimenin Moğolca aslı çorba demekmiş ama Cengiz Han sülalesi zamanında Moğolların bir siyasi güç gösterisi olarak kullandıkları muazzam boyutlu resmi ziyafetlere bu ad verilmiş.

    Tüketim manyaklığı kapitalizmin icat ettiği bir şey değil. O devirde de bir defada onbin sığır, yüzbin koyun kesip dosta düşmana hava yaparlarmış.

    Yukarıdakiler, Sevan Nişanyan’ın Everest Yayınları’ndan yayınlanan Kelimebaz-1 kitabından alınma.

    http://www.birgun.net/haber-detay/sevan-nisanyan-neden-hapiste-84605.html

  98. “hal böyleyken, sen hangi kitliktan bahsediyorsun”

    Birincisi, bahsettiginiz ‘bolluk’lar dogal bolluklar degil. Ortaya cikmasi icin, zaman, efor, enerji ve para harcanmasi gereken, yapay ‘bolluk’lar.

    Yapay ‘bolluk’lar da, tanimi geregi, surdurulebilir degildir. Ortaya cikmasi icin, zaman, efor, enerji ve para varsa vardirlar, yoksa da –kisa zaman icinde– yok olur giderler.

    Yani, surdurulebilir degildirler.

    Ikincisi, sandiginiz gibi degil: Insan-doga arayuzunde, insanin dogaya katkisindan bahsetmek anlamli degil –insan doganin parcasidir, ona ayrica bir sey ekleyemez.

    Insan refahi ise, evet, dogayi ‘somurerek’ olur. Aksi mumkun degildir.

    Dogayi somurmeksizin refain artisindan bahsedenler sizi kandirmasin, onlar –aslinda– insan acisindan (insan amacli anlamda) dogayi daha verimli somurmekten bahsediyorlar.

    Ucuncusu, bir dehset verici hakikat kesfetmis bir liseli zibidi heyacani ile biteviye dile getirdiginiz ‘hakikat’ hic de oyle hikmetli bir ‘hakikat’ degil.

    Insanlar, hicbirimiz, sirf baskalari da refah icinde yasasin diye hayatlarini onlari beslemege/desteklemege hasretmez.

    Cok olsa, sadaka babinda, bir miktar bir seyler verir; onu da gidip ayaklarina teslim etmek icin ugrasmazlar.

    Bu, sizin pek de sevmediginizi sandigim ‘fitrat’ kelimesi ile kolayca anlatilabilen bir ‘hakikat’tir.

    O sebeple, elaleme ‘Social Justice Warrior’ (SJW) ayaklari cekmek, vicdan tripleri atmak yerine, cok istiyorsaniz, bir yardim kurulusuna katilin ve gidin ilgili yerlerdeki insanlara yardim edin.

    Dorduncusu, bilhassa Afrika baglaminda, acliktan kirilan bolgeler hic de oyle kaynaksiz degil. Cogunda insani beseleyecek her turlu kaynak var, geri kalaninin da o bolgelere goc etmeleri mumkun. Ama, is bilmiyorlar. Eldeki ile yetinmek kolaylarina geliyor.

    Onlara yardim etmek icin, sizin gibi humanist ve dahi bilgili insanlarin onlarin aralarina katilmasi ve onlara is ogretmeleri cok daha faydali olur.

    Bir sey yapacaksaniz, bunu yapin demek istiyorum.

    Anlamsiz vicdan tripleri ile kafa sisirmek yerine bir ise yarayin anlaminda.

  99. marxist argüman

    iflah olmaz kapitalist demagog necip’in 101 nolu yorumundan alinti:
    “Birincisi, bahsettiginiz ‘bolluk’lar dogal bolluklar degil. Ortaya cikmasi icin, zaman, efor, enerji ve para harcanmasi gereken, yapay ‘bolluk’lar.”

    kapitalist demagog bu sefer de “yapay bolluk” “dogal bolluk” kavramlarini piyasaya sürmüs; demagoji yapacak ya, huy edinmis, huyu batsin. ben bilim ve teknigin ulastigi seviyeden, gelismis bilim/teknigin, üretimde makinesmenin, otomasyonun ekonomik üretimi nasil kolaylastirdigini, eskiden imkansiz olani nasil imkan dahiline soktugundan bahsediyorum. üretim verimliliginin artmasi “armut pi$ agzima dü$” demek degildir, “üretim verimliligi”nin artmasi ne demektir: örnek, eskiden bir ciftci ürettigiyle atiyorum 5 $ehirliyi doyururken, simdi 50 ya da 500 $ehirliyi doyuracak kadar gida üretmesi demektir; eskiden bir günde bir araba üretilirken, $imdi bir günde 100 araba üretilmesi demektir; eskiden 50 kisinin 6 ayda diktigi bir binayi 6 kisinin bir ayda dikmesi demektir; eskiden yerin bilmem kacbin metre altinda ki cikarilamayan petrolün, gazin bugün amerika da oldugu gibi “fracking” teknigi/metodu cikarilmasidir vs. vs.

    kapitalist demagogdan alinti:

    “Yapay ‘bolluk’lar da, tanimi geregi, surdurulebilir degildir. Ortaya cikmasi icin, zaman, efor, enerji ve para varsa vardirlar, yoksa da –kisa zaman icinde– yok olur giderler.”

    burda sürekli olarak “ekonominin teorisi, sistemi mi olurmus” diye kafamizi sisiren demagog necip belli ki bu cümleleri bir ekonomi kitabinda okumus. yukarda ki cümle neden “teorik bir demagoji”dir?
    örnek, insanoglu bugün atom teknigini gelistirmis, bu teknige ulasmak icin bazi mühendislerin, bilim adamlarinin kafa patlattigi kesin. fakat sözkonusu bu teknik artik bilimin repertuarinda vardir; buna benzer bilimsel bulus ve teknikler ne unulutulur ne de kaybolur, yani demagog necip bo$-bele$ konu$uyor.
    diger bir örnek, tahila, meyveye, sebzeye zarar veren ha$areye karsi kimyevi ilaclar bulunmus, üretiliyor; seracilik teknigi sayesinde mevsimlere, kötü hava kosullarina bagimli kalmadan sene on iki ay üretim yapiliyor, yani sözkonusu bu bilimsel gelismeler sayesinde gida/tahil kitligi tarihe karismistir, üstelik üretim verimliligini durmadan arttiran bu bilimsel gelismeler durmak, kaybolmak, unutulmak orda kalsin, sürekli ileriye gidiyor. demagog necip ne diyor: bu yapay bir bolluktur, sürdürülebilir degildir. neden bunu söylüyor: kaynak kitligi var, bundan dolayi rekabet var, insanlar rekabet etmek zorunda kaldiklari icinde insanlarin birbirlerini yemeleri de dogaldir, zaten insanin fitratinda bu var. kapitalist sömürü ve rekabeti mesrulastiran ideolojiler derken ne demek istedigim bu son örnekte somutlasti umarim. demagog necip, kapitalist isletme ve kapitalist devletlerin gündeminde su anda 4. endüstri devrimi anlamina gelen “industrie 0.4” var. “tüsiad”in internet sayfasinda bu konuda türkce bir yazi var, oku, bilgilen.
    evet sayin okuyucular, kapitalist dünya 4. endüstri devrimini gündeme almisken, demagog necip, “bu yapay bolluktur, gelip gecicidir” hikayeleri anlatiyor.

    necip’ten alinti:
    “Insanlar, hicbirimiz, sirf baskalari da refah icinde yasasin diye hayatlarini onlari beslemege/desteklemege hasretmez.”

    burda bunu yazan demagog birkac cümle sonra söyle demis:
    “Onlara yardim etmek icin, sizin gibi humanist ve dahi bilgili insanlarin onlarin aralarina katilmasi ve onlara is ogretmeleri cok daha faydali olur.”

    benim yazdiklarimdan sanirim $u rahatlikla anlasiliyor: günümüz dünyasinda varolan yoksulluk, sefalet, savaslar, insan ve doganin sömürüsü, mültecilik gibi olgularin/durumlarin kaynagi dayanisma ya da hümanizm eksikligi, vicdansizlik vs. olmadigi gibi, istisnasiz her insanin kendi capinda, imkanlari dahilinde zaten yaptigi yardimlarla da sözkonusu bu olgulari/durumlari ortadan kaldirmak mümkün degil. neden? cünkü herkesin sikayetci oldugu bu durumlari üreten kaynak mevcut siyasi/ekonomik/toplumsal düzendir/sistemdir. bundan dolayi sürekli olarak kapitalist ekonominin üretim prensiplerine, para’nin varligi ve fonksiyonuna, devlet olgusuna, hiyerarsik sömürü iliskilerine, yöneten-yönetilen iliskisine isaret ediyorum.

    kapitalist demagogdan alinti:
    “Bu, sizin pek de sevmediginizi sandigim ‘fitrat’ kelimesi ile kolayca anlatilabilen bir ‘hakikat’tir.”

    bu “fitrat ideolojisi” hakkinda daha önce necip ile siddetli tartismalarimiz olmustu, simdi ayni corbayi tekrar istip önümüze koyuyor. “fitrat ideolojisi” ne demektir: dünya hallerinin, insan davranislarinin insanlarin tabiatinin/dogasinin yansimasindan ibaret oldugunu vaaz eder. mesele ben bir marxist olarak “savas” olgusunun devletlerarasi kapitalist rekabet ile aciklamaya calisirken, necip gibi fitratcilar “kafani yorma, savas/siddet insanin tabiatinda vardir, insanlik varoldugundan beri var, hepte var olacaktir” derler.
    1972 yilinda and daglarina düsen ucak yolcularindan hayatta kalanlar, acliktan ölmemek icin ölü yolculari yiyorlar. yine 2. dünya savasinda nazilerin leningrad gibi kusatip acliga mahkum ettigi sehirlerde ölülerin etlerini yeme olaylarina rastlanmistir.
    yukarda ki örneklerde insanlarin hayatta kalmak icin ölü insan eti yemeyi göze aldiklarini görüyoruz. necip gibi fitratcilar ise böyle örneklerden $u sonuca varirlar: kanibalizm insan fitratinda vardir.

    ben kendi tecrübelerimden sunu biliyorum: okul yillarinda yanindakine kopye verme, yardimci olma davranisi, yani dayanisma ilkokulda ve ortaokulda daha yayginken, lise ve üniversitelerde azalir. neden, cünkü kapitalist devletlerin hiyerarsik egitim sistemi not, karne, eleme/elenme prensiplerine göre düzenlenmistir. yani egitim ve meslek sistemi bir sinifta ki ögrencileri, daha dogrusu tüm ögrencileri birbirine rakip olacak sekilde düzenlenmistir. ilkokula sevincle baslayan ögrenciler devletin koydugu bu rekabet sistemini zamanla kavrarlar, sinif arkadasina kopye vermenin kendi alehinde oldugunu, otomatikmen kendi konumunu düsürdügünü anladigi icin bildigini sinif arkadasindan gizlemeye baslar. benim gibi marxistler ögrencilerin bu davranisini kapitalist devletlerin rekabet ve hiyerarsi üzerine kurulu egitim/meslek sistemiyle aciklarken, necip gibi fitratci kapitalist demagoglar sunu vaaz ederler: rekabet ve bencillik insan dogasinda/tabiatinda vardir, kanit: sira arkadasina kopye vermeyen ögrenci. böyle örnekleri cogaltabiliriz.
    son bir not: insan dogasi/tabiati denilen uydurma kavram ruh/psikoloji gibi soyut bir olgudur, bilimsel olarak incelenmesi, ispatlanmasi mümkün degildir, dolayisiyla bilimsel bir tartismanin konusu olmasi mümkün degildir.

  100. “rekabet ve bencillik insan dogasinda/tabiatinda vardir, kanit: sira arkadasina kopye vermeyen ögrenci.”

    Bu sadece insan dogasina ozgu degil, her canlida vardir.

    Basit bir ornek olarak, yeni dogmus herhangi bir (tercihen memeli) canli alalim; kedi yavrulari mesela.

    Daha gozleri acilmamis olsa bile, annelerinin memelerine erismek, daha fazla sut emmek icin aralarinda yaris ederler. Birbirlerini iterler, mahrum birakirlar.

    Anneleri mudahale etmese, iclerin biri/bazilari acliktan olur.

    Buna benzer davranislari insan veletlerinde de kolayca gozlemliyebiliyoruz.

    ‘Uzman’larin (papucumun uzmanlari) ‘cocuklar cok acimasiz olabiliyorlar’ deyisi de budur.

    Buradan, ‘merhamet’ ve ‘esitlik(ci)lik’ denen kavramlarin da, bunlarin uygulamaya konmasinin da insan (canli) fitratinin birincil unsuru olmadigini cikarsayabiliriz.

    Sonradan edinilirler/ogrenilirler.

    Altinda da ‘benim hayatta kalmam icin yeteri kadar var, biraz versem sorun olmaz’ ile ‘vermezsem kapisacagiz, hasar gormek ihtimalim var, risk almaga degmez’ arasinda bir yerlerde yapilan bir (suuralti) degerlendirmesi yatar.

    Yani, ‘merhamet’ ve ‘esitlik(ci)lik’ filan gibi seyler birer ‘fitrat’ unsuru (en azindan, birincil) degildir; akil yoluyla (yani, kisinin kendi uzun/orta/kisa vadeli cikari icin) daha sonra yapilan tercihlerdir.

    Ama, bunlar, sadece ‘tercih’lerdir –tanimi geregi zorunlu degildir.

    Simdi..

    Diyelim ki, ben, bir ‘iflah olmaz kapitalist’ [ne demekse] olarak, Karun kadar zenginim, ya da (allem ettim, kallem ettim; caldim, cirptim; sansim da yaver gitti) zaman icinde cok ama cok zengin oldum.

    Eh, yas da kemale erdi; kefenin de cebi yok…

    Baska insanlara yardim etmenin ‘IYI BIR SEY’ {TM} oldugu bilincine de erdim (bkz Warren Buffet, Bill Gates et al).

    Aklim da, cok sukur, basimda; ahmak degilim…

    Elimdeki parayi/serveti mevcut profosyonel yardim kuruluslarina vermenin anlamsiz oldugunu da bilecek kadar aklim basimda –bu yolla, verilen paranin en fazla yuzde 5-10’u (o da belki) gercek ihtiyac sahiplerine gidebiliyor; geri kalani sure icinde carcur ediliyor. Denetlemek de zor.

    Parayi ucaga yukleyip ilgili bolgelere havadan atmak da cozum degil. Ihtiyac sahiplerinin derdi nakit para degil, o para karsiliginda alinacak esya/gida ve diger metadir cunku.

    Geriye ne kaliyor?

    ‘Vakif kur, kendin yap’?

    Zor is. Yasim kemale erdi, yorgunum. Dahasi, genc ve dinc olsaydim bile bu benim boyumu fersah fersah asar.

    Ben, halen yaptigim is cercevesinde basarili/zengin oldum. Bu, vakif filan kurup bambaska bir is ustlenebilcegimi ve basarili olacagimi garanti etmez.

    Dolayisi ile, tekrar ediyorum: Geriye ne kaliyor?

    Evet, geriye ne kaliyor?..

    Varsa uygulanabilir fikirleriniz, merakla bekliyorum.

    “son bir not: insan dogasi/tabiati denilen uydurma kavram ruh/psikoloji gibi soyut bir olgudur, bilimsel olarak incelenmesi, ispatlanmasi mümkün degildir, dolayisiyla bilimsel bir tartismanin konusu olmasi mümkün degildir.”

    Bir: Biz burada ‘bilimsel’ bir tartisma yurutmuyoruz.

    Iki: ‘Soyut olgu’ dediginiz seyin ‘somut’ hayatta gercek ve fiili yansimalari varsa ve bunlar gozlemlenebiliyorsa, elinizde ‘bilimsel’ yaklasmaga deger yeterince ‘somut’ sebep var demektir. Oradan devam ediniz.

  101. İnsanların genelinin “kapitalizm” diye bir sistemin var olduğuna inanmaları onun var olduğu anlamına mı gelir? İnsanların çoğunluğunun var olduğuna inandığı halde olmayan o kadar çok şey vardır ki örnek vermeye gerek yoktur.
    Dünyada -hatta evrende- her şey dolaylı da olsa birbiriyle bir şekilde ilgili ve bağlantılıdır. Hiçbir sorun yan sorunlarla bağlantısız, çevresiyle ilgisiz olamaz.
    Bu yüzden bir “sistem” varsa bu “kapitalizm”, “feodalizm”, “ATÜT”, “kölecilik” gibi başka şeylerden kopuk ve soyut bir sistem değil, her şeyi kapsayan bir sistem olmalıdır. Ki böyle bir sistemin bile olmadığı söylenebilir. Sadece fizikte, biyolojide, astronomide olduğu gibi bazı yasaların -atomların, canlıların, gökcisimlerinin vb. bazı temel özellikleri gibi- olduğu söylenebilir.
    Sosyal gerçekliği açıkladığı varsayılan bu sistemlerin gerçekte var olmadığının göstergelerinden biri de bu sistemlerin çoğu durumda herkesin ve her grubun üzerinde anlaştığı ortak tanımlarının olmaması, keyfî tanımlanabilmeleridir.
    “Osmanlı ATÜT müdür feodal midir?”, “Zazalar Kürt müdür ayrı bir ulus mudur?” gibi tartışmalar da bunu gösteriyor.
    Tıpkı tarihteki teolojik ayrılıklarda, örneğin “Kur’an mahluk mu kadim mi?”, “Meryem Tanrı anası mı, sadece İsa’nın anası mı?” tartışmalarında olduğu gibi.

  102. marxist argüman

    necip efendi,
    anladigim kadariyla bagis yapip sevap kazanmak istiyorsun. fikrimi sormussun ya, ben de öneri yapayim:
    birincisi, sayin zileli burda bize imkan sunuyor, fikir tartismasi yapiyoruz. tesekkür olarak sayin zileli’nin banka hesabina biraz para havale edebilirsin.
    ikincisi, benim almanyada takip ettigim, okudugum yayin evi var, her ne kadar marxist/komünist bir yayinevi olsa da, kapitalistlerin bagislarini da kabul ediyorlar. yayinevinin ismi: “http://gegenstandpunkt.com/”

    banka hesap numarasi vs, yukarda ki internet sayfasinda var, bir havale yap, artik gönlünden ne koparsa, aganin/kapitalistin eli tutulmaz. “gegenstandpunkt” yayinevinin internet sayfasina girmisken, orda siyaset ve ekonomi üzerine ingilizce marxist analiz yazilari bulacaksin, onlara da bir göz at. yukardada ki yorumunda “biz bilimsel tartisma yapmiyoruz” diye yazmissin. “biz” degil, “ben” deseydin daha isabetli olurdu. “gegenstandpunkt” yazarlarinin analiz yazilarina bakarsan siyaset ve ekonomi bilimsel analiz yöntemiyle nasil tartislir göreceksin. yorumlarindan belli, bu yasina kadar hep bol-bele$ seyler okumussun; dünyadan göcmeden önce allah askina bir tanede ciddi bir analiz yazisi oku.

  103. Solcuların biçimsel mantığına bir örnek;
    Aşağıdaki yazıda geçen alıntı onları tarif ettiği için ilgili yerleri biraz değiştirerek tekrar yazalım. Sol yerine anti-kapitalist, devrimci, marksist, anarşist vb. de konulabilir;

    Biçimsel mantığın;
    ‘bir şey ya doğrudur ya da yanlıştır, bir şey hem doğru hem de yanlış olamaz, doğru ve yanlış dışında üçüncü bir seçenek olamaz, karşıtlardan biri doğruysa öbürü zorunlu olarak yanlıştır, ikisi aynı anda doğru veya yanlış olamazlar’ anlayışına karşın,
    diyalektik mantık;
    ‘karşıtların birlik oluşturabileceğini, karşıtların aynı anda doğru veya yanlış olabileceğini, birinin hem doğru hem de yanlış yönlerinin olabileceğini, birinin yanlışlığının karşıtını zorunlu olarak doğrulamadığını, karşıtların dışında üçüncü bir seçeneğin olanaklı olduğu’ anlayışıyla, özellikle, doğal ve toplumsal olaylarda kalıplarla düşünmenin yetersizliğini gösterdi.
    (‘Üçüncü Yol ve Düşünce Esaretı ‘ – Nasname)
    http://www.nasname.com/a/ucuncu-yol-ve-dusunce-esareti–
    (Tıklayınca başka bir yazı çıkarsa linkin sonuna — ekleyip tekrar deneyin)

    Solcu mantığın;
    ‘kapitalizm ve anti-kapitalizm ya doğrudur ya da yanlıştır, kapitalizm ve anti-kapitalizm hem doğru hem de yanlış olamaz, kapitalizm ve anti-kapitalizm dışında üçüncü bir seçenek olamaz, kapitalist ve anti-kapitalist karşıtlardan biri doğruysa öbürü zorunlu olarak yanlıştır, ikisi aynı anda doğru veya yanlış olamazlar’ anlayışına karşın,
    diyalektik mantık;
    ‘karşıtların birlik oluşturabileceğini, karşıtların aynı anda doğru veya yanlış olabileceğini, birinin hem doğru hem de yanlış yönlerinin olabileceğini, birinin yanlışlığının karşıtını zorunlu olarak doğrulamadığını, karşıtların dışında üçüncü bir seçeneğin olanaklı olduğu’ anlayışıyla, özellikle, doğal ve toplumsal olaylarda kalıplarla düşünmenin yetersizliğini gösterdi.

  104. “biraz para havale edebilirsin.”

    ‘Biraz para’dan bahsetmiyorum. Bir defada birkac milyar dolar yardim edecek olsam (faraza) bunu kaldirabilecek/ustlenebilecek bir yapi gerekiyor.

    “benim almanyada takip ettigim, okudugum yayin evi var”

    Bastan kaybettigi asikar.

    Size ne kadar faydasi olmus, belli..

    http://gegenstandpunkt.com/

    Ayrica, siteye de ulasilamiyor:

    The requested URL was rejected. If you think this is an error, please contact the webmaster.
    Your support ID is: […..]

    Bir dandik web sitesini bile ayakta tutamiyorlar.

    Son olarak, oturdugu yerde analizler yapanlar, laf ustune laf uretenler degil lazim olan.

    Is yapacak, fiilen ihtiyac sahiplerinin oldugu yerlerde aktif olacak birileri lazim.

    Belli ki siz de onlardan biri degilsiniz.

  105. Yukarıda söylenenlere örnekler vererek;
    Birinin (kapitalizm) yanlışlığının karşıtını (stalinizm) zorunlu olarak doğrulamadığını,
    Kapitalist (burjuvazi) ve anti-kapitalist (işçi sınıfı) karşıtların dışında üçüncü bir seçeneğin (orta sınıf) olanaklı olduğunu da ekleyebiliriz.

  106. Cahil mühendis Necip, meslektaşın sayılabilecek Isaac Newton, hareket yasalarının 3.’sünde ne demiş: “For every action, there is an equal and opposite reaction.”

    Kapitalizm zehrine karşı elbette anti-kapitalizm vardır.

    Senin gibi “Amerikancılık” mayası içinde yetişmiş zibidiler bunu anlamak istemez.

  107. marxist argüman

    necip, sözünü ettigim internet sitesinde sorun yok, problem türkiyenin internet baglantisiyla alakali olsa gerek. istersen google da birde söyle dene:

    “Finance Capital I
    The Basis of the Credit System: On the Art of Lending Money”

  108. marxist argüman

    “Varsa uygulanabilir fikirleriniz, merakla bekliyorum.”

    necip efendi, sen hangi konuda uygulanabilir fikir ariyorsun, anlamis degilim. celiskili, tutarsiz, imali laflar edip duruyorsun.
    söyle bir fikir aklima geldi: sen beni evlatlik al, servetinide bana devret, gerisini merak etme!

  109. “Kapitalizm zehrine karşı elbette anti-kapitalizm vardır.”

    ‘Kapitalizm’ insanlik tarihi kadar uzun bir surecin gunumuzdeki ismi olan bir olgudur.

    Baska bir deyisle, insan ‘doga’sinin sosyal, ekonomik, siyasi vb boyutlardaki yansimasidir.

    “For every action, there is an equal and opposite reaction.”

    As you clearly prove, little knowledge is dangerous.

    Bodies that ore part of the mass in question can not –by definition– produce reaction to its motion.

    Plus, it would be as foolish to claim to be ‘anti’ of a natural phenomenon of such magnitude as it would be being, say, anti-‘continental drift’.

  110. “hangi konuda uygulanabilir fikir ariyorsun, anlamis degilim.”

    Anlamadiginiz belli –bu ilk de degil.

    Bahsettiginiz yoksulluklar, acliklar vs bir iki kisinin maruz kaldigi seyler degil. Milyonlardan bahsediyor[sun]uz.

    Bunlar, meydanda sapka acmak ve dilenmekle, bir kac kisinin bir kac kurus yardim etmesiyle cozulecek boyutlar degil.

    Ayrica, yardimin toplandigi yerden ihtiyac sahiplerine ulstirilmasi da turlu cesitli masraflar gerektiriyor.

    Baska bir deyisle, kucuk meblagli yardim toplama faaliyetleri, dagin fare dogurmasi gibidir –gostermelik olur, dise dokunur bir fayda ile sonuclanmaz.

    Once bunu anlamalisiniz.

    Dunya da para (olanlarda) bol mu? Evet. Bol. Lazim olmadigi kadar bol.

    O kadar ki, gozunu kirpmadan birkac milyar dolari yardim amacli ayirabilecek fonlar var.

    Bu fonlarin yoneticilerine, gercekten bu tur bir isin altindan kalkabilceginizi, samimi ve durust oldugunuzu gosterebilirseniz, size kamyon yuku para verebilirler.

    [Veriyorlar da zaten; ama, daha once de bahsettigim uzere, artik fazlasiyla profosyonellesmis olan ‘yardim kuruluslari’ bu paralari burokratik carklari icinde, zimmete para gecirmek dahil, bir suru yollarla carcur ediyorlar ve paranin onda biri bile amacina hizmet etmiyor, edemiyor. O yuzden, bu fonlara katilan kisiler, bu tur yardimlara sicak bakmaz oldular.]

    Dolayisi ile, sirf lagaluga edip orada burada kafa sisirmek degilse amaciniz, gercekten bu tur bir isin altindan kalkabilceginizi, samimi ve durust oldugunuzu gostermek icin simdiden pacalari sivayin ve bir yardim teskilati kurun.

    “sen beni evlatlik al, servetini de bana devret”

    Bu yazdiginizi okuyan birileri, eminim, “Anan guzel mi?” demistir; ama, ben demeyecegim.

    Onun yerine, goruldugu uzere, marksislik, humanislik filan hikaye; imkan bulsaniz en sevmediginiz ‘kapitalist’ten de beter olacaginiz asikar.

  111. “internet sitesinde sorun yok, problem türkiyenin internet baglantisiyla alakali olsa gerek.”

    Hayir. Oyle degil.

    O site, benim icinde butun IP adres blokunu yasaklamis –cevap vermegi reddediyor.

    Tor ile de baglanamiyor.

    Pek de paranoyak/sizofrenik bir site olsa gerek.

  112. Devletçi şoven sermaye medyası yine HDP’yi hedef göstermiş.
    Hep aynı dil. Sürekli “terör” diyen bu dil devlet terörü yapıyor.
    Veya “terörle mücadele” terörü.
    Terör dediğiniz şeyin ortaya çıkmasının tek nedeni sizin devletinizdir ikiyüzlüler.

    *

    Milletvekilleri çatışmada öldürülen teröristin cenazesinde

    HDP Diyarbakır Milletvekilleri Sibel Yiğitalp ve Feleknas Uca ile Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin DBP’li Meclis Üyesi Fırat Anlı, Şırnak’ta ölü ele geçirilen PKK’lı teröristin cenazesine katıldı.

    Sözde öz yönetim ilanları sırasında terör örgütü PKK’ya yönelik operasyonlarda ölü ele geçirilen ve Şırnak’ın Silopi ilçesindeki kimsesizler mezarlığına defnedilen “Tufan Amed” kod adlı Baran Kaval’a, ailesinin talebi üzerine DNA eşleşmesi yapıldı. DNA örnekleri uyuşunca teröristin ailesi, cenazenin memleketleri Diyarbakır’da defnedilmesini talep etti. Kimsesizler mezarlığından alınan teröristin cenazesi, Bağlar ilçesindeki Yeniköy Mezarlığı’na getirilerek defnedildi.

    Teröristin cenazesine HDP Milletvekilleri Yiğitalp ve Uca ile Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin DBP’li Meclis Üyesi Anlı da katıldı. Cenaze sırasında terörist kıyafeti giyen Baran’ın fotoğrafı taşındı, tabutun üstüne terör örgütünü simgeleyen bez parçaları örtüldü. Yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı cenazede, terör örgütü lehine slogan atıldı.

    http://www.hurriyet.com.tr/milletvekilleri-catismada-oldurulen-teroristin-cenazesinde-40229588

  113. marxist argüman

    necip, her devletin oldugu gibi alman devletinin de devleti/düzeni korumaya yönelik aldigi önlemler var. alman devletinin bu önlemlerinden biride “anayasayi koruma dairesi(Bundesamtes für Verfassungsschutz).” anayasayi koruma dairesi’nin yillik hazirladigi ve kendi internet sayfasinda “-https://www.verfassungsschutz.de”- yayinladidigi raporlar var. bu raporlarlarda devlet/düzen icin tehdit teskil eden tehlikeler siralanir. alman devletinin “yikici tehdit” olarak listeye aldigi unsurlardan biride iste benim okudugum ve fikirlerini benimsedigim marxsist/komünist “gegenstandpunkt” yayinevidir. bu yayinevinin yazarlari ayni zamanda üc aylik bir siyasi dergi cikariyorlar ve almanya capinda kendi imkanlari dahilinde seminerler ve siyasi tartisma toplantilari organize ediyorlar. bunlari neden anlatiyorum? sen yukarda yazmissin ya “Pek de paranoyak/sizofrenik bir site olsa gerek.” ben almanyada google da sitenin ismini verince, erisim sorunu cikmiyor. senin sözettigin sorun belki de site sahiplerinin cyber saldirilara karsi oldiklari önlemdir. malum, devlet seni “devlet/düzen düsmani” olarak görüyorsa, ona görede bos durmuyor, senin faaliyetlerini baltalamak icin her türlü yönteme/önleme basvuruyor.

    yukarda ki yorumlarinda sanki bagis yapip sevap kazanmak ister gibi imali laflar edip duruyordun, bende agzinda ki baklayi cikarasin diye birseyler yazdim. ben sana “madem para babasisin sayin zileliye bu sitede bize tartisma imkani yarattigi icin tesekkür olarak bir bilgisayar parasi ya da bir yillik internet masrafini karsilayacak bir para bagisi yap” diye yaziyorum, sen demagojiyi demirel gibi tarz/sanat haline getirmissin ya, cevap yaziyorsun “ben milyar dolar bagislardan bahsediyorum, sen biraz paradan bahsediyorsun.” vs.
    ayni sekilde karsidakinin yazdiklarini isine nasil gelirse öyle anliyorsun, isine gelmediklerini görmezden geliyorsun vs. bundan dolayi seninle fikir tartismasi yapmak imkansizlasiyor.
    sen bu sitede neden organize faaliyet yürütüyorsun:
    birincisi, ben calistim zengin oldum, beni kendinize örnek alin demek icin.
    ikincisi, benim gibi fakirligin/muhtacligin/sefaletin kaynagi olarak kapitalist ekonominin üretim prensiplerini, para’nin ve dolayisiyla para babalarinin diger insanlar üzerinde ki hakimiyetini vs. sorgulayan, teshir etmeye calisan marxistlere/komünistlere “bir yardim kurulusu kurun, muhtaclara yardim edin” gibi tavsiyelerde bulunuyorsun.
    gerek türkiyede gerek dünyada resmi, özel ve dini binlerce yardim kurulusu zaten var ve faaliyet yürütüyorlar. hatta kapitalist devletlerin üst örgütü birlesmis milletlerin bizzat “unicef” gibi cocuk yardim kurulusu, “unhcr” gibi mülteci yardim kuruluslari mevcut. yani kapitalist devletler olsun, dini kuruluslar olsun, yoksullugun, sefaletin, savaslarin kapitalist dünyanin/kapitalist düzenin yol kazalari olmayip, sistemin bizzat ürettigi “artik ürün” oldugunu farkindalar, ve bu “yan ürünlerin” “yan etkilerinin” kapitalist sistem icin “yikici bir tehlike” haline gelmemesi icin de sözkonusu bu yardim kuruluslari faaliyet halindeler.
    evet necip, benim gibi dünyayi bu sekilde gören bir marxiste “yardim örgütü kur, muhtaclara yardim et” gibi bir tavsiyenin ne kadar abes ve lüzumsuz oldugunu bilmem farkinda misin?

  114. “sorun belki de site sahiplerinin cyber saldirilara karsi oldiklari önlemdir.”

    Alman istihbaratinin ya da diger birimlerinin engellemesi olsa, baska bir sayfa cikardi ya da yonlendirme yapardi. Bu o degil.

    Sitenin bizzatihi kendisi engellemeyi yapiyor. Belki gecmisteki bir saldiriya karsi aldiklari bir onlemi kaldirmagi unutmuslar. Bilmiyorum.

    “cevap yaziyorsun ‘ben milyar dolar bagislardan bahsediyorum, sen biraz paradan bahsediyorsun.’ vs.”

    Evet, cunku, benim baktigim yerden, siz, konustugunuz konunun olceginin farkinda degilsiniz. Sozettiginiz problem gercektir; ama, cozum adina bireylere yuklenmek, onlara vicdan tripleri atmak, onlardan para dilenmek kimseyi bir yere vardirmaz.

    Bu buyuk olcekli bir problemdir ve, evet, BUYUK OLCEKLI bir cozum hamlesi gerektiriyor.

    Turkiye icin konusacak olursam: Son 10+ senede ozellikle, bireylerin (en azindan bir kisminin) gelirleri/servetleri artti. Burada onemli nokta, kisa sayilacak bir zamanda oldu bu –yani, artis ivmesi yuksek– bu da kisilerin (bu artan servetin bir kismini) yardim amacli yonlendirmek arzularini da artirdi (sosyo-psikolojik bir olgudan bahsediyorum).

    Fakat, sorun var: Dogrudan yardim hic de kolay degil; dolayli (uzaktan, remotely) yardim etmek de oyle; cunku, neredeyse butun yardim kuruluslari saibelendi. Bu saibelenme de iki turlu oldu.

    Birincisi, vaad ettikleri alanlarda kullanmadiklari. Ikincisi de, farkli (ve cogu kisinin tasvip etmeyecegi) sekilde siyasi projeler icin kullandiklari.

    Her ikisi de berbat; ama, ikisi birden oluca cok daha berbat. Boyle bir durumda, ben de olsam, bir aktivist olarak gorev almaktan kacinirim; cunku suistimal edilecegimi, istismar edinecegimi dusunurum.

    Bu ikincisi, sahada calisacak gonullulerin kaybi, bence en korkunc/hazin olani. Is yapacak insan yoksa, para olsa ne olmasa ne..

    Bati’ya gelince. Kisaca sunu soyleyeyim. Bati, ruhen cok yaslandi. Parasi var ama is yapmak icin gonullu cikarammiyorlar. Dolayisi ile, para kaynagi olarak belki, ama is yapmak –fiiliyata dokmek icin– icin orada umit yok bence.

    “birincisi, ben calistim zengin oldum, beni kendinize örnek alin demek icin.”

    Zengin oldum filan demedim; demem de. Cunku, zenginlik hem cok sujektif bir seydir hem de baska kimseye faydasi yoksa onemsizdir. Baska kimseye faydasi olmayan bir seyden baska kimselere bahsetmek de abes olur.

    Ben, sunu soylemege calisiyorum: Zengin olmak filan onemli degil; bir seylerin yapilmasini istiyorsaniz, faydali olacagina inaniyorsaniz, ilk siz kosulun. Bir yerlerden baslayin. Bir omru konusarak, sikayet ederek, gecirmekten cok daha iyidir.

    “ikincisi, benim gibi fakirligin/muhtacligin/sefaletin kaynagi olarak kapitalist ekonominin üretim prensiplerini, para’nin ve dolayisiyla para babalarinin diger insanlar üzerinde ki hakimiyetini vs. sorgulayan, teshir etmeye calisan marxistlere/komünistlere ‘bir yardim kurulusu kurun, muhtaclara yardim edin’ gibi tavsiyelerde bulunuyorsun.”

    Muhtaclara yardim derken, ‘onlarin karinlarini doyurun’ demiyorum. Karnini doyurmak anlik/gunluk istir. Lazimdir ama yeterli degildir. ‘Onlara is/beceri ogretin’ diyorum.

    “gerek türkiyede gerek dünyada resmi, özel ve dini binlerce yardim kurulusu zaten var ve faaliyet yürütüyorlar.”

    Pek de bir ise yaramiyorlar bunlar. Cunku, ruh yok. Hepsi profosyonellesmis, kendi refahina, keyfine duskun insanlarin istihdam edildigi yapilara donusmus..

    Bunlardan bir sey cikmaz, cikmiyor.

    “benim gibi dünyayi bu sekilde gören bir marxiste ‘yardim örgütü kur, muhtaclara yardim et’ gibi bir tavsiyenin ne kadar abes ve lüzumsuz oldugunu bilmem farkinda misin?”

    Farkindayim tabii ki… Siz, ‘odun yaranin ih deyiciligi’ni hayat tarzi edinmissiniz..

    Bir defa olsun, bizzat odun yarmaga kosulmak zor geliyor olsa gerek ki, isin teorisini/hikayesini konusup omur tuketiyorsunuz.

  115. marxist argüman

    necip’ten alinti:

    “Sozettiginiz problem gercektir; ama, cozum adina bireylere yuklenmek, onlara vicdan tripleri atmak, onlardan para dilenmek kimseyi bir yere vardirmaz.”

    sözettigimiz sorunlar nelerdir: yoksulluk, sefalet, savaslar, mültecilik, insan ve doganin sömürüsü, siradan insanlarin kapitalistlere/isverenlere ekmek parasi icin bagimli olmasi, cevre ve atmosferin kapitalist sermaye birikimi/kar icin kirletilmesi vs.
    benim gibi marxistlerin bu sorunlara cözümü/alternatifi net: devrim, yani kapitalist düzenin ortadan kaldirilmasi; yerine insanin ve tabiatin kar icin, sermaye birikimi icin sömürüsüne son veren, ekonomik üretimin sermayenin/kapitalin sonsuz birikimi icin degil, insanlarin temel ihtiyaclarinin karsilanmasi icin üretim; insanlarin kapitalist ekonominin hizmetine kosulmasi; herseyin ekonomik büyümeye, sermayenin/paranin sonsuz/hedefsiz birikimine endekslendigi bir ekonomi yerine, ekonomik üretim faaliyetinin insanlarin ihtiyaclarina göre organize edilmesi; kapitalist rekabet ugruna insanlarin tüm enerji ve zamanlarini calismaya harmasi yerine, ihtiyac kadar calisip, özel hayata, hobilere, keyif aldigimiz seylere zaman ayirmak; devlet denilen egemenlik kurumunu ortadan kaldirmak; insanlarin uluslara, dinlere göre kategorize edilme sacmaliklarina son vs. vs.

    senden bagis talebinde neden bulundum: cünkü son yorumlarinda yardimlardan, bagislardan bahsediyorsun, fakat net konusmak yerine lafi geveliyorsun. ben de sana medem bagistan/yardimdan konusuyorsun, sen para babasisin, sen önden buyur, dedim.

    “Turkiye icin konusacak olursam: Son 10+ senede ozellikle, bireylerin (en azindan bir kisminin) gelirleri/servetleri artti. Burada onemli nokta, kisa sayilacak bir zamanda oldu bu –yani, artis ivmesi yuksek– bu da kisilerin (bu artan servetin bir kismini) yardim amacli yonlendirmek arzularini da artirdi (sosyo-psikolojik bir olgudan bahsediyorum).”

    belli ki burda isveren kapitalist sinifindan bahsediyorsun. cünkü günümüz kaptalist dünyasinda ücretli bir i$te calisarak servet biriktirmek mümkün degildir. servet derken, calisanlarin temel ihtiyaclardan kisarak, borla harcla bir ev, bir araba almalarinda bahsetmiyorum. ev, araba, bunlar temel ihtiyactir. servet demek, ihtiyac fazlasi mülkiyet demektir. “servet” denilecek kadar mülk/para sahibi olmanin yol ve yöntemleri bellidir: baskalarini calistirarak, baskalarinin sirtindan arti deger, zenginlik biriktirmek. (calma cirpma, vurgun, miras gibi durumlarda sözkonusu, fakat onlar istisna).
    günümüz kapitalist dünyasinda ister almanya’yi isterse türkiyeyi göz önünde bulundurun, farketmez; zenginlerin daha zenginlestikleri fakirlerin daha fakirlestikleri sabit bir gercek. bu benim iddiam degil, bizzat burjuva basini istatistiklerle bunlari yaziyor.
    kapitalist ekonomide biriktirilen sermaye/zenginlik herseyden önce yeni yatirimlar icin kullanilir; kapitalist rekabette sermayenin/kapitalin büyüklügü belirleyici bir avantajdir. buna ragmen biriktirdigi sermayesinin/zenginliginin bir kismini bagislamak isteyen zenginler varsa, bu bagisin farkli nedenleri olabilir: örnek, fakirlerin isyanindan, yagma/talan ihtimalinden korkma; ya da zenginlerin kamuoyunda imajlarini parlatma/temizleme amacli olabilir vs.

    “Muhtaclara yardim derken, ‘onlarin karinlarini doyurun’ demiyorum. Karnini doyurmak anlik/gunluk istir. Lazimdir ama yeterli degildir. ‘Onlara is/beceri ogretin’ diyorum.”

    necip, sen bunu kime söylüyorsun: bu sitede yorum yazanlara, benim gibi tek tek sahislara, kendisine solcu, sosyalist diyenlere, degil mi?
    “i$/beceri” derken meslekten bahsediyorsun; bir insanin kapitalist i$ piyasinda kendisine i$ verecek bir isveren/kapitalist bulup, iyi kötü bir ekmek parasi kazanmasindan bahsediyorsun, degil mi?
    ben saz caliyorum; bazen para karsiliginda duruma göre parasiz/ücretsiz cok insana saz/müzik ögrettim. fakat dikkatini cekerim, bir müzik enstrümani calmakta bir istir, beceridir; müzisyenligi meslek olarak yapip ekmek parasi kazanmiyorsan, hobi olarak yapiyorsan, klasik degimle saz/müzik keyif verir ama karin doyurmaz.
    lafi suraya getirmek istiyorum: günümüz kapitalist dünyasinda i$/beceri demek, diplomali, sertifikali meslek demektir. modern kapitalist devletlerde diploma, sertifika kesin i$ bulacaksin anlamina gelmez ama i$ aramanin olmazsa olmaz sartidir. bunu söylerken, görece daha düsük ücretli, daha kötü kosullarda calisan kafiliyesiz, diplomasiz epey bir insanin varligindanda haberdarim tabii ki.
    sonuc: günümüzde i$/meslek denilen sey, tek tek sahislarin birbirlerine ögretebilecekleri bir beceri falan olmayip, kapitalist devletlerin i$ piyasasina göre yasa ile düzenledikleri; resmi ya da özel okullar tarafindan düzenlenmis, adina diploma, sertifika denilen belgelerle kanitlanmasi zorunlu olan bir durumdur. devlet, “i$-siz”leri zaten meslek edinme kurlarina tabii tutuyor, i$sizleri buna mecbur kiliyor.
    necip, hal böyleyken, normalde bir devletin ya da devletin yasayla yetkilendirdigi kurumlarin üstlendigi bir seyi, sanki benim gibi sahislarin elindeymis, yetkisindeymis gibi “cözüm”
    olarak bize sunuyorsun.
    simdi senin ve bircok insanin bu yanilgisinin/illüzyonunun kaynagini marxist bir jargonla yazayim:
    kapitalist i$ piyasasinda ekmek parasi icin i$ gücünden baska kullanacagi sermayesi olmayan insanlarin bir isyeri bulmalari icin beceri/diploma vs. sarttir fakat beceri/diploma i$ bulmanin garantisi falan degildir. neden? cünkü kapitalist ekonomide bir insanin i$ bulmasi herseyden önce, o insana is verecek, isgücüne ihtiyac olan isverenlerin varligini sart kosar.
    örnek: istanbulda 100 tane türkübar varsa, ve her türkübar’in bir müzisyen calistirdigini kabul edersek, sayet piyasada müzisyenlikle ekmek parasi kazanmak isteyen 500 müzisyen varsa, geri kalan 400 kisinin i$ bulma sansi sifirdir. bu örnekte ki müzisyenlerin yerine mühendis, mimar vs. de koyabilirsiniz, hicbirsey degismez. calisanlarin i$ bulma sans ve ihtimalleri tamamiyla “konjöktür” denilen kapitalist i$ piyasasina baglidir; isverenlerin i$ci ihtiyacina baglidir.

    “Siz, ‘odun yaranin ih deyiciligi’ni hayat tarzi edinmissiniz..
    Bir defa olsun, bizzat odun yarmaga kosulmak zor geliyor olsa gerek ki, isin teorisini/hikayesini konusup omur tuketiyorsunuz.”

    necip, sen marxistleri “ekmek elden su gölden” yasayan insanlar mi saniyorsun? benim de yasamak icin herkes gibi paraya ihtiyacim var, ve para kazanmak icin kapitalist bir sirkette calisiyorum. calisan bir insanin marxist olmasi, düzen/sistem muhalifi olmasi sana neden imkansiz geliyor?

  116. “benim gibi marxistlerin bu sorunlara cözümü/alternatifi net: devrim, yani kapitalist düzenin ortadan kaldirilmasi;”

    Sizin israrla inanmak istediginiz, ‘kapitalizm’ dediginiz seyin bir ‘sistem’ olmadigini, herkesin (su anda bile) degisik ton ve evrelerini yasadigi bir olgu oldugunu o kadar anlatmaga calistim.. Heyhat.

    Bu dediginiz ‘devrim’ hayalinizin gerceklesebilmesi ve kalici olabilmesi icin butun insanlarin genleriyle oynamaniz lazim –yani, sevmediginizi biliyorum, ama o kelimeyi kullanmak zorundayim– ‘fitrat’i degistirmek gerekecek.

    Simdi de size bir baska hikmetli hakikatten bahsedeyim: Anlasilan odur ki, Kadir-i Mutlak (herseye guc yeten) ‘Allah’in bile buna gucunu yetmediginden dolayi, caglar boyunca peygamberler filan gondermek zorunda kalmis, nasihatlerde bulunmus ve butun bunlari da basin yayin yoluyla saglanmasini dilemis kullarindan..

    Yok iste. Olmuyor.

    Allah bile basaramamissa, Marksizm de kim oluyor? Daha dunku cocuk.

    “insanlarin tüm enerji ve zamanlarini calismaya harcamasi yerine, ihtiyac kadar calisip, özel hayata, hobilere, keyif aldigimiz seylere zaman ayirmak;”

    Amin.

    [Bakin, sizin gul hatiriniz icin, olmayacak duaya bile amin dedim.]

    “belli ki burda isveren kapitalist sinifindan bahsediyorsun. cünkü günümüz kaptalist dünyasinda ücretli bir i$te calisarak servet biriktirmek mümkün degildir.”

    Nasil yani?

    Kisi basi milli gelir 3 bin dolardan 10 bin dolar civarina cikti diyorlar.. kulliyyen yalan mi?

    Kuzum, sizin ‘servet’le ilgili takintiniz bir garip.

    “servet derken, calisanlarin temel ihtiyaclardan kisarak, borla harcla bir ev, bir araba almalarinda bahsetmiyorum. ev, araba, bunlar temel ihtiyactir.”

    Neden ve nasil temel ihtiyactir?

    Istanbul’da bir cok semtte ev almak finansal acidan karli olmaktan cikti. Dag tas konut oldu, satacak/alacak musteri kalmadi. Alanlar da, finansal zarar ederek kiraya veriyorlar. Boyle bir ortamda, ev sahibi olmanin neresi temel ihtiyac? Kirada oturmak daha akillica.

    Ayni sey araba icin de gecerli. Toplu tasima biraz daha mesakkatli olabilir; ama, arabaniz varsa (Istanbul’da) basiniz belada demektir. Park etmek de dert, bir yerden bir yere gitmek de.

    Ote yandan, butun bunlar sizin dediginiz gibi olsa bile (ki, degil), 3 bin dolardan 10 bin dolara cikan kisi basi milli gelire kiyasla, baska hersey ayni hizla artmis degil.

    Dolayisi ile, bariz bir refah artisi var. Bunun dogrudan dogruya ‘servet’e tahvil edilmesi de gerekmiyor. Insanlar, yardim edebilecek bir gelir yukselisi yasadilar –AKP’nin oy artisinin sebeplerinin basinda da bu geliyor (makarna-princ hikayesine cok da kulak asmayin).

    “servet demek, ihtiyac fazlasi mülkiyet demektir.”

    Bu tanima katilsam bile, siz, tanimin icini istediginiz gibi doldurmaga calisiyorsunuz. Kafaniza esen seylere ‘temel ihtiyac’ filan deiyerek. O kabul degil.

    “zenginlerin daha zenginlestikleri fakirlerin daha fakirlestikleri sabit bir gercek.”

    Hayir. Bu dogru degil. Dogru olan, izafi/relative olarak oyle oldugudur; aradaki farkin acildigidir. Yani, taban ile tepe arasindaki mesafenin acildigidir.

    Yoksa, siz, bugunku ‘fakir’in –mesela– bundan elli sene onceki ‘fakir’ ile ayni mi oldugunu saniyorsunuz?

    [Topkapi Sarayi’na gittigimde acimistim Sultanlara. Elektik yok, dogalgaz yok. Oturduklari ‘taht’ denen seyler insanin kicini kiracak kadar rahatsiz. Ilac yok. Odalar buz gibi. Kisacasi, sizin bugun temel ihtiyac sayacaginiz hic bir sey yok. Bugunun en fakiri bile o padisahlardan cok daha konforlu bir hayat suruyor. Yukarida (kapitalizm baglaminda) bahsettiginiz doyumsuzluk asil sizde olmasin?]

    “kapitalist ekonomide biriktirilen sermaye/zenginlik herseyden önce yeni yatirimlar icin kullanilir; kapitalist rekabette sermayenin/kapitalin büyüklügü belirleyici bir avantajdir.”

    Bu iliski linear degil. ‘Diminishin returns’ problemi her zaman mevcut.

    Yani yatirimlarin musteri bulabilmesi icin, alicinin da cebindeki paranin artmasi gerekiyor.

    Siz, bosuna mi AKP (CHP’nin yonlendirmesi ile) asgari ucreti 1300 TL yaptigini saniyorsunuz?

    Bunun adi pazar yaratmak –ya da mevcut pazari korumak– oldugunu size ben mi soyleyecegim.

    Evet, bu, sermayenin ayakta durmasini saglamak adina atilir; ama, tuketicinin de refahini artirmaga hizmet ettigini gozardi edemezsiniz.

    “sen bunu kime söylüyorsun: bu sitede yorum yazanlara, benim gibi tek tek sahislara, kendisine solcu, sosyalist diyenlere, degil mi?”

    ‘Kizim sana diyorum’ diye anlayiniz.

    “‘i$/beceri’ derken meslekten bahsediyorsun; bir insanin kapitalist i$ piyasinda kendisine i$ verecek bir isveren/kapitalist bulup, iyi kötü bir ekmek parasi kazanmasindan bahsediyorsun, degil mi?”

    Hayir. Maasli bir ‘is’ sart degil; hele de Afrika’da surda burda acliktan, yoksulluktan olenler icin. Adamlar/kadinlar, yerin 5 metre altindan su cikarilabilcegini dahi bilmiyorlar; suyu cok basit yontemlerle aritabilceklerini de bilmiyorlar. Tarim bilgileri cok zayif (kolelik yuzunden oldugu soyleniyor). Bu insanlara ilk hareketi vermek lazim. Daha sonra onlar, kendi aralarinda kimin isveren kimin isci olacagi evreye gelir ya da gelmezler; ama, su anda acil konu ‘maas’ degil.

    “ben saz caliyorum; bazen para karsiliginda duruma göre parasiz/ücretsiz cok insana saz/müzik ögrettim. fakat dikkatini cekerim, bir müzik enstrümani calmakta bir istir, beceridir; müzisyenligi meslek olarak yapip ekmek parasi kazanmiyorsan, hobi olarak yapiyorsan, klasik degimle saz/müzik keyif verir ama karin doyurmaz.”

    Dogru. O karin doyurmayan bir beceridir. Luks bile diyebiliriz. Benim bahsettigim beceri o degil.

    “lafi suraya getirmek istiyorum: günümüz kapitalist dünyasinda i$/beceri demek, diplomali, sertifikali meslek demektir.”

    Siz, kafayi gelismis ulkelere takmissiniz. Hani, su, plazada calisip bir suru incik boncuk seyden sikayet eden arkadasimiz gibi.

    Acliktan, sefillikten olenler onlar degil. Mart kediligi yapmamak gerek.

    “hal böyleyken, normalde bir devletin ya da devletin yasayla yetkilendirdigi kurumlarin üstlendigi bir seyi, sanki benim gibi sahislarin elindeymis, yetkisindeymis gibi ‘cözüm’ olarak bize sunuyorsun.”

    ‘Cozum’ odur demiyorum; tersine, ‘cozum’ istiyorsaniz, once en dipten baslamak ve o en diptekilere fiilen bir seyler yapmaniz anlamli olur; sadece sikayet etmek hic bir seye cozum degil cunku.

    “kapitalist i$ piyasasinda ekmek parasi icin i$ gücünden baska kullanacagi sermayesi olmayan insanlarin bir isyeri bulmalari icin beceri/diploma vs. sarttir fakat beceri/diploma i$ bulmanin garantisi falan degildir. neden? cünkü kapitalist ekonomide bir insanin i$ bulmasi herseyden önce, o insana is verecek, isgücüne ihtiyac olan isverenlerin varligini sart kosar.”

    “Istilah-i fenniyyen basinda paralansin, baytar efendi, katir niye oldu onu yaz” demisti ya Yakup Sevki Pasa..

    Sizinkine cevabim da aynen odur.

    Sahra’da olen insanlarin ilk/temel/basat derdi sizce diplomasiz olmak midir?

    “sen marxistleri ‘ekmek elden su gölden’ yasayan insanlar mi saniyorsun?”

    Bir bakima oyle. Cozemeyecekleri seyleri dert edinenler (baskalarina da dert edindirmek icin ikinip duranlar) asil meseleyi iskalamak luksune sahip olanlardir benim baktigim yerden.

    “benim de yasamak icin herkes gibi paraya ihtiyacim var, ve para kazanmak icin kapitalist bir sirkette calisiyorum. calisan bir insanin marxist olmasi, düzen/sistem muhalifi olmasi sana neden imkansiz geliyor?”

    Imkansiz degil. Abes.

    Coksun istediginiz duzen –artik, her ne ise o– gercekten cokecek olsa, altinda siz de kalacaksiniz. Kalacaksiniz, cunku, yerine gelecek olan duzen –artik, her ne ise o– gelene kadar copluklerden baslenmek yeteneginiz dahi yoktur eminim. Ya da, daha nazik olsun istersek, ‘rudimentary survival skills’ sahibi olmadiginiza bahse girerim.

    Dolayisi ile, ya ne istediginizin farkinda olmayacak kadar akil probleminiz var, ya da intihar egilimlerinizi boyle bastiriyorsunuz 😉

    Her hal-u karda, ‘hem aglarim hem giderim’ci bu yaklasim yerine, ben –daha rasyonel (hatta cok daha durust) oldugunu dusundugum icin– ‘ya aglamaktan vazgecin ya da gitmekten’ diyorum. Aksinde israr, abesle istigal anlamina geliyor cunku.