Değinmeler

İDAM CEZASIYLA BİRLİKTE BÜTÜN CEZALAR KALKMALIDIR!

Şu anda yargıtayda onaylanmayı ya da yargıtaydan da geçip infaz aşamasında bekleyen 27 idam cezası sözkonusu. Bunların büyük çoğunluğu da siyasi. Şimdi idam cezasının kaldırılması tartışması gündemde.
İdam cezası, kuşku yok ki, devletin toplum adına işlediği kollektif bir cinayettir. Kaldırılsın mı diye sormak bile tuhaftır.

Ancak bizim kısaca tartışmak istediğimiz daha derinde bir sorun var. Suç nedir, ceza nedir? Gerçekte suç ve suçlu var mıdır? Suçun objektif ölçütü olabilir mi? Cezanın objektif ölçütü olabilir mi?

Açıktır ki, suç denen şey görece bir şeydir, birine göre suç olan öbürüne göre taktir edilecek bir eylemdir. Bunun gibi, ceza da o günkü toplumsal ahlak ölçütleri temelinde yükselen hukuka dayandığı için değişkendir. Bir dönemde çok ağır bir şekilde cezalandırılan bir “suç”, toplumun gelişme seyrine göre çok daha az bir ceza alabilir ya da ceza almayı gerektiren bir suç olmaktan çıkar. Bu durumda, cezanın “haklılığı” denen şey de zamana ve mekana göre değişir. Öyleyse suçun izafiliği ile de bağlantılı olarak cezanın haklılığı diye bir şey sözkonusu olamaz. Bir dönem insanlara haklıymış gibi görünen bir ceza başka bir dönem aynı insanlar tarafından ağır bulunabilecektir. Öyleyse hukuk sistemi denen şey, suçun izafiliği ve cezanın mutlak haksızlığı ile malül olduğu için bütünüyle insana karşı bir sistemdir.
Bu sistemin yaratıcısı, kendi meşruiyetini toplumun kollektif bilincinin temsilciliğine dayandıran devlettir. Devlet, bireylerin ya da toplulukların kişisel adalet davalarını toplum adına devralmış ve böylece bireyin ve dolayısıyla toplumun adaleti gerçekleştirme olanağını “hukuk” adına gaspetmiştir. Böylece gerçek adalet, devletin doğduğu andan itibaren belki de yüzyıllar boyu geri gelmemek üzere ortadan kalkmış, onun yerini yasa almıştır. Yasanın olduğu yerde gerçek adalet olmaz. Yasa, bireyin ve toplumun adalet bilincinin gaspedilmesinin, devlet ise kitleler üzerindeki örgütlü şiddetin adıdır.

Relatifliği nedeniyle objektif bir suç tanımı yapmak mümkün değildir. O zaman suçun gerçek yaratıcısı, onu objektif ölçütlerle tanımlamaya çalışan devlettir. Devlet suçu yaratmalıdır ki, toplumun gaspedilmiş adalet duygularının tercümanı ve temsilcisi olarak kendini varedebilsin. Suçu yaratan devlet karşılığında elbette, varlığıyla haksızlığı temsil eden cezayı da suçun karşısına koyacaktır. Böylece suç ve cezanın yaratıcısı devlet kendi temelindeki, insanın acı çekmesinin varlık koşullarını kurumlaştırmış olacaktır.Devletler yıkılmadıkça insanlığın suçtan, cezadan, acıdan ve gözyaşından kurtulması mümkün değildir. Toplumlar ve bireyler kendilerinden çok uzun zaman önce devlet denilen örgütlü çeteler tarafından gaspedilmiş adaleti geri aldıkları zaman suç ve ceza denen, insana yabancı devlet yapıntıları da silinip gidecek ve ancak o zaman insanlar arasında, insan bilincinden ve duyarlılığından beslenen gerçek adalete dayanan ilişkiler kurulabilecektir.

*     *    *

FAİLİ MALUM CİNAYETLER

ATV’de, Ali Kırca’nın yönettiği Siyaset Meydanı programında faili meçhul cinayetlerle ilgili Meclis Komisyonunun raporu tartışılırken Diyarbakır Barosu Başkanının söylediği gibi aslında “faili meçhul” değil, faili malum cinayetler söz konusu. Aynı programda, devlet çeteleri tarafından öldürülen Yunus Ekinci’nin abisi, eski TİP milletvekili Tarık Ziya Ekinci’nin ve başka bazı konuşmacıların da belirttiği gibi devlet halka karşı kirli savaş kararı almıştır ve bu savaşı, kurduğu ölüm timleri aracılığıyla yürütmektedir. Bu yüzden cinayetlerin faili malumdur. Faili Meçhul Cinayetleri araştırmak üzere kurulmuş Meclis komisyonunun amacı ve işlevi ise, bu cinayetlerin devletin kontrolünde ve himayesi altında işlendiğini örtbas etmek, katillerin gizlenmesini sağlamak amacıyla gerçeklerin üzerine bir şal daha örtmektir.

Aslında Meclis Komisyonunun bu işlevi, demokrasi ve hukuk devleti konusunda onulmaz illüzyonlara sahip iyi niyetli insanlarımızın aklını başına getirmelidir. Hukuk devleti ve demokratik devlet denen şeyler, yalnızca ve yalnızca, halka karşı örgütlenmiş bir azınlık çetesi olan devletin cürümlerini halkın gözünden daha iyi saklamaya yarayan devlet biçimleridir. Bir devlet ne kadar kurumlaşmışsa, ne kadar oturmuşsa, ne kadar demokratikleşmiş ve hukuk devleti haline gelmişse, cinayet ve baskılarını o ölçüde iyi kamufle edecek, hatta halka da onaylatacak demektir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, demokratik hukuk devleti haline geldiği kadarıyla örgütlü timlerinin cinayetlerini -Meclis araştırma komisyonları vb. nin de yardımıyla- örtbas edebilmekte, bunu gerçekleştiremediği oranda da cinayetlerin devlet güçleri tarafından işlendiği açıkça gözükebilmektedir.
Öyleyse Tanrı bizi tam bir demokratik hukuk devletinden korusun!

*     *    *

OKLAHOMA: BESLE KARGAYI OYSUN GÖZÜNÜ!

Önce telaşla İslami fundamentalizm, İran, Irak dediler. İşin ardından hem de beyaz Amerikalılar çıkınca fena halde bozuldular. Demek kendi çocuklarıydı bu “terör” eylemini yapan. Hiç ummazlardı doğrusu. Bu çocuklar neden yapmışlardı acaba bu yaramazlığı?

Amerikan demokrasi geleneği, beyaz Amerikalıların aşırı “özgürlük” tutkularından güç alır. Bu beyaz Amerikalılar başlarına beyaz kukuletalar takıp siyahların evlerini tutuşturma, siyahlara ve hırsızlara karşı sürek avları düzenleme, kadınları aşağılama ve tecavüz etme, ikinci sınıf yoksul Amerikalıları öldürme, şerif kılığında cinayet işleme, ırkçılık yapma, komünist ve anarşistleri kovalama, istedikleri gibi silah kullanma vb. “özgürlüklerine” sahiptirler ve bu “özgürlükleriyle” çok övünürler. Bu beyaz Amerikalılar Vietnam’da kahramanca çarpışmışlar ve komünizme karşı yiğitçe direnmişlerdir. Bu çocuklar yakın zamana kadar hep Amerikan devletinin öz evlatları olarak davranmışlar ve Amerikan demokrasisi de onlarla her zaman övünmüş, bu aslan çocukların pazularını okşamış, onları yücelten filmler yapılmıştır.

Ama gel gör ki, bu büyük uyum artık bozulmuş görünüyor. Amerikan demokrasisi, komünizmin de yıkıldığı koşullarda tam zafere ulaşmış görünürken şimdi, bir zamanlar devrimlere ve toplumsal muhalefet hareketlerine karşı kullandığı (aynı bir zamanlar kullandığı islamcı hareketle bugün çatışma durumunda kaldığı gibi) kendi öz stabilize güçleriyle karşı karşıya gelmek, onlarla çatışmak durumunda. Aşırı “özgürlükçü” beyaz Amerikalı, şimdi kendi öz devletinin merkeziyetçiliğiyle karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Stabilizasyon güçleri zıdlarına dönüşerek destabilizasyon güçleri haline gelmiş durumdalar. Bir zamanlar beslenen kargalar şimdi şu pek cici kapitalist demokrasinin gözünü oymak üzere harekete geçmiş bulunuyorlar.

*    *    *

ORDULAR ÖNCE KENDİ ÜLKELERİNİ İŞGAL EDERLER

Türk ordusunun ülke dışında giriştiği son operasyonların ardından yapılan protesto gösterilerinde Türk ordusunun Kuzey Irak’dan ya da Güney Kürdistan’dan çekilmesi isteniyordu. Ama akıllara  Türkiye’den de çekil talebi gelmiyordu.
İşgal kavramıyla ulusallık kavramı birbirine sıkı sıkıya bağlanıyor. Başka bir ulusun yaşadığı topraktan sözediliyor. Ama bu aynı zamanda “ulusal” ordunun, o “ulusun” yaşadığı topraklardaki varlığını haklı ve meşru görmek anlamına geliyor. Oysa bir ordunun öncelikle işgal ettiği yer, üzerinde inşa edildiği topraklardır. Öyleyse bütün ordular daha kuruldukları andan itibaren doğaları gereği işgalcidirler. İşgalci olmayan bir ordu yoktur.
Şiarımız yine total olmak zorundadır:
Dünyanın bütün orduları!
Dünyanın heryerinden çekilin!

*     *    *

RUANDA: KABİLELER DEĞİL, DEVLET ÖLDÜRÜYOR

Şu devlet denen şeyin nasıl bir ölüm makinası olduğunu anlatmak için ne kadar çabalarsanız çabalayın Ruanda katliamının gösterdikleri kadar ikna edici olamazdınız. Düşünebiliyor musunuz, bir kabilenin bir kısım mensupları devlet sıfatıyla ellerine en modern ateşli silahları almışlar ve kamplardaki, daha önceki katliamdan sorumlu tutulan kabilenin (daha önce onlar iktidardaydı) mensuplarının başında nöbet tutuyorlar. Bu durumda Ruanda devletini ele geçiren bilmemne kabilesinin modern silahlarla donatılmış mensuplarının, intikam hisleriyle diğer kabilenin mensuplarını ayrım yapmaksızın katletmelerinden daha doğal bir sonuç beklenebilir mi? Düşünebiliyor musunuz, iki kabile arasındaki çatışmanın, kabilelerden biri devlet görünümüne bütündüğü zaman nasıl korkunç bir katliam boyutunu aldığını? Eğer Ruanda adıyla uydurulmuş ve sınırları yapay olarak çizilmiş -çünkü ülke ve devlet sınırı denen şeyin yapaylığını Afrika kadar güzel gösteren bir yer yoktur- yerde devlet adlı, silahlı ve örgütlü çete örgütlenmiş olmasaydı, iki kabile arasındaki çatışma, diyelim ki, savaş noktasına varsaydı bile, asla bugünkü gibi korkunç boyutlara varan can kaybı olmayacaktı. Çünkü bu, aşağı yukarı eşit güçte ve herbiri kendini savunmak üzere silahlanmış iki kabile arasındaki, ilkel silahlarla yürütülmüş bir savaş olacaktı. Yani güçler birbirine denk olduğu, her iki taraf da kendi güçlerini koruyabildiği, çocuklar, yaşlılar vb. bu savaşın dışında tutulabileceği, yerel savaş geleneklerine göre bazı etik yasaklar her iki tarafça da kabul edileceği, her iki taraf da birbirine benzer kendi yerel silahlarıyla savaşacakları için hem bu kadar korkunç can kaybı olmayacaktı, hem bu kadar çocuk, yaşlı ve masum insan ölmeyecekti, hem de kabileler arasında korkunç katliamların doğurduğu intikam duyguları bu ölçüde gelişmeyeceği için barış olanağı doğabilecekti. Ama işin içine devlet makinası girip, bu makinanın yarattığı olağanüstü eşitsizlik ortaya çıkınca, yani bir taraf tamamen silahsızlandırılıp diğer taraf devlet adına, güçlü ve modern bir silah tekeline sahip olunca işte ortaya bu sonuç çıkıyor. Böylesine korkunç katliamların insanlarda yarattığı  aynı ölçüde korkunç intikam hisleri ortaya çıktıktan sonra orada barış da beklenemez artık. Ondan sonra gelsin hayırsever Birleşmiş Milletler güçleri. Gelsin gözyaşartıcı çocuk kurtarma sahneleri. Gelsin yeni ve uygar silahlı melekler.

*     *     *

DEVLETİN “ADALETİ” AHLAKSIZLIĞIN TEŞVİKÇİSİDİR

Eski 12 Mart savcılarından yeni DYP’li parlamenter Baki Tuğ adındaki şahıs, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamıyla ilgili olarak “o çocuklar, eğer avukatları onların Marxist-Leninist oldukları yönünde savunma yapmasalardı asılmazlardı” buyurmuş. Deniz’lerin değerli avukatı, cezaevlerindeki ve mahkemelerdeki mücadeleler süresince hepimizin moral kaynağı Halit Çelenk, Baki Tuğ’a gereken yanıtı vererek, bunun, aslında insanların düşüncelerinden dolayı idam edildiklerinin açık itirafı olduğunu belirtti. Biz de sanırız Halit Çelenk’in bilerek üzerinde durmadığı bir noktayı eklemek istiyoruz. Diyelim ki avukatlar, devlet savcı ve hakimlerinin istediği yönde bir bir işlev üslenip -ki karakterleri asla bunu yapmaya elvermezdi- Deniz’lerin Marxist-Leninist olmadıklarını ya da bundan rücu ettiklerini söyleselerdi Baki Tuğ ve onun gibi kuzu postuna bürünmeye çalışan diğerleri sanıyorlar mı ki, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, böyle bir gaflette bulunan avukatlarını orada derhal avukatlıklarından azletmezlerdi, derhal ayağa kalkıp “avukatımızın sözleri bizleri bağlamaz, avukatımı reddediyorum” demezlerdi. Baki Tuğ, kendini savunma psikolojisi içinde, bizzat yargıladığı, 12 Mart döneminin devrimcilerini tanımıyormuş gibi saçmalamaktadır. Üstelik onun bu sözleri, devletin “adalet”inin dönekçe bir sefilliği ve ahlaksızlığı teşvik etmekten başka hiçbir anlama gelmediğinin açık itirafı değil midir?

Gün Zileli

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …