İdeoloji, Örgüt, Politika, Sınıf

İdeoloji

Her sınıf ya da toplumsal zümre (bunlar iktidarı ele geçirip üretim araçlarına tekellerine alarak sınıf haline gelirler) iktidara gelebilmek için bir ideolojiye gereksinme duyar. Her ideoloji bir mistifikasyondur. Yani iktidar sınıfının, kitleleri, bir yandan inandırmasına, bir yandan da baskı altına almasına ve sonuç olarak hakim sınıfın egemenliğini gizlemeye yarayan, yalan ve demagojilerden oluşan düşünsel sistemdir. Hiçbir iktidar sınıfı ya da iktidara hazırlanan kesim ideolojisiz yola çıkamaz. Marx ve Engels de, eğer yanlış anımsamıyorsam Alman ideolojisi’nde ideolojinin gerçeği gizlemeye yarayan bir mistifikasyon olduğunu belirtmişlerdir. Ancak bu iki düşünür, iktidarı reddetmediklerinden, tersine gerekli bir araç olarak gördüklerinden düşüncelerinin, ardılları tarafından bir ideoloji haline getirilmesi kaderinden kurtulamamışlardır.

Yalnızca iktidara geçme becerisine ve olanağına sahip olan sınıf ve zümrelerin ideolojileri vardır. Böyle bir olanağa sahip olamayan sınıf ve zümrelerin sistemleştirilmiş ve mistifike edilmiş bir ideolojileri olduğundan söz edilemez. Çağımızda “işçi sınıfı ideolojisi olan Marksizm-Leninizm”den bol bol söz edilmiş olmasına rağmen aslında bu ideoloji işçi sınıfının değil, iktidara geçebilmek ve iktidarda tutunabilmek için işçi sınıfına gereksinme duyan bürokrat-aydınların ideolojisidir.

İdeoloji sorununu irdelerken aydınlar kesiminin özelliklerinin, tarihteki rolünün incelenmesi gerekmektedir. Çünkü aydınlar, ister belli bir temel sınıfın adına olsun, ister doğrudan doğruya kendi adlarına olsun ideolojik mistifikasyonun başta gelen üreticileridirler.

Daha eski zamanlarda, örneğin feodal çağda aydınlar feodal sınıfın hizmetinde son derece dar bir zümreydiler. Geçimleri doğrudan doğruya feodal sınıf tarafından sağlanıyordu. Bu yüzden de aydınlar feodal sınıfın ideolojik hegemonyasının hizmetkârları durumundaydılar. Ancak daha sonraki gelişmeler içinde yükselen sınıf burjuvazi daha siyasal iktidarı dahi eline geçirmeden üretim araçlarının mülkiyetini eline aldıkça aydınların hizmet ettiği sınıflarda da bir değişiklik oldu. Süreç içinde aydınlar kesimi burjuvazinin hizmetine girdi. Burjuva egemenliğinin ideolojisini üretmeye başladı. Kapitalizmin gelişip serpilmesiyle aydınlar kesiminde de bir gelişme ve genişleme göze çarptı. Eğitim artık çok dar bir aristokrat kesimin tekelinden çıkmış ve topluma yayılmaya başlamıştı. Artık toplumun her kesiminden besleniyordu aydın kesim ve iyice kalabalıklaşıyordu. Önceleri burjuvazi bu aydın kesimi beslemekte ve istihdam etmekte yeterlilik gösterebilmişti. Ancak daha sonraki gelişmeler içinde bu alanda bir yetersizlik göze çarpmaya başladı. Burjuvazi ancak kendi ideolojik egemenliği için gerekli miktarda aydını istihdam edebiliyor ve besleyebiliyordu. Bu anlamda, sayısı hızla kabaran aydın kesiminde gizli ve açık işsizlik baş gösterdi. Buna bağlı olarak aydınların önemli bir kısmı feodal düzendeki ayrıcalıklı konumdan uzak kalmaya ve yoksullaşmaya başladı. Bu yoksullaşma kaçınılmaz olarak aydınlarda burjuvaziye karşı bir muhalefeti doğurdu. Aydınlar, sınıf doğaları gereği iktidardan uzak kalmaya ve üstünlüklerinin tanınmamasına alışık değillerdi. Bu yüzden kapitalizme karşı muhalefetleri yer yer yıkıcı bir mücadeleye bile dönüşebildi.

Artık kendilerini besleyecek bir hakim sınıf desteğinden yoksun kalan ve kapitalist sistem tarafından emilemeyen aydınlar (ki, bu özellikle, bir yandan feodalizmin dağıldığı, ama diğer yandan burjuva sınıfının henüz güçlü olamadığı kapitalizm açısından görece geri kalmış toplumlarda çok daha fazla geçerliydi) artık muhalefetlerini doğrudan doğru kendi adlarına ifade ettiler ve kendi iktidarlarını gerçekleştirmek üzere yeni bir ideolojik mistifikasyonun peşine düştüler. Özellikle kapitalizm bakımından geri kalmış ülkelerde üstelik onları bekleyen bir toplumsal misyon da söz konusuydu. Bu ülkelerde burjuvazi, geç kapitalizmin temsilcisi olarak ülkeyi sanayileştirme ve çağdaşlaştırma becerisinden yoksundu. Üstelik bu burjuvazi, ülkenin geri kalmışlığının doğal bir sonucu olarak yarı-feodal bir özellik arzediyor ve ileri kapitalist ülkelerin vesayetinden bir türlü kurtulamıyordu. Bu koşullarda bu görevi aydınlar zümresi üslendi.

İktidara aday olan aydınlar zümresi için Marksizm biçilmiş kaftan bir ideoloji görünümü arzediyordu. Bir kere bu ideoloji, doğrudan doğruya bir aydın hegemonyasından söz etmiyor, bunun yerine tarih sahnesine çıkmış yeni bir sınıfın iktidarından, işçi sınıfının iktidarından dem vuruyordu. Her zaman bir başka sınıfın adına ideolojik mistifikasyon görevini üslenmiş aydınlar açısından bu durum çok elverişliydi. Ne yapılırsa yapılsın, bu üstelik adalet arayan bir sınıfın adına yapılmış olacak, böylece kendi gerçek iktidarları gizlenmiş olacaktı. Öte yandan Marksizmin diğer bir elverişli yanı, pozitivist aydınlanmacı gelenekten geliyor olması ve ilerlemeci radikal sanayi atılımlarına cevaz veriyor olmasıydı. Üçüncü bir nokta, Marksizmin, ulusal kurtuluş ve ulusal birlik ihtiyacına hiç de kapalı bir tutum içinde olmamasıydı. Ayrıca zamanla aşırı enternasyonalist yaklaşımlar pekâlâ budanabilir, ulusalcı yön gerekli revizyonlarla ön plana çıkarılabilirdi. Nitekim de öyle yapıldı.

Bu genel saptamalardan sonra ülkemizdeki aydınların pozisyonuna girebiliriz. Bütün bu ön saptamalara ek olarak Türkiye aydınlarının emekçi sınıfların temsilcisi ya da öncüsü olarak çıkmalarını teşvik eden başka bazı öğeler de vardır. Osmanlı imparatorluğu döneminden başlayarak Türkiye aydınları diğer benzeri ülkelerle karşılaştırıldığında (Rusya benzerlik açısından bir istisna oluşturur) oldukça kalabalık bir kesim oluşturmuşlardır. Bunda Osmanlı İmparatorluğunun toplumsal yapısı hayli belirleyicidir. Osmanlı imparatorluğu merkezi bürokratik bir imparatorluk olduğundan devlet yapısı başka devletlerden çok daha fazla sayıda memura ve subaya gereksinme göstermiştir. Öte yandan Osmanlı imparatorluğunda batıdaki bildiğimiz türden kandaş bir aristokrasi sınıfı yoktu. Hakim bürokrat kesim devşirmelerden oluşurdu. Tarihte bol bol okuduğumuz örneklerde gördüğümüz gibi en alt toplumsal kesimlerden gelen insanlar, eğer devlete hizmette sebat ederlerse en üst paşalık hatta sadrazamlık görevlerine yükselebilirlerdi. Bu gelenek Türkiye Cumhuriyeti devletinde de devam etmiştir. Devlet, kadro gereksinimleri dolayısıyla her zaman kendi gereksinimlerinin de ötesinde bir aydın kesimin yetişmesi için yaygın eğitimi teşvik etmiştir. Bu yaygın eğitim, örneğin batı toplumlarından çok farklı olarak alt sınıfların çocuklarına kadar inebilmiştir. Bugün bile Türkiye’de belli başlı aydın mesleklerine intisap etmiş insanların sınıf kökenleri araştırıldığı zaman, batılıları şaşırtacak ölçüde bir “halk çocukları” kesimiyle karşılaşırız.

Ancak yukarda da belirttiğimiz gibi, hele Türkiye gibi kapitalist gelişme açısından geri kalmış bir ülkede böylesi yaygın bir eğitim ve aydın üretimiyle kapitalist sistemin çatışması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu çatışma, özellikle 1960’dan sonraki toplumsal gelişmelerle de birleşince bir patlamaya dönüşmüş ve kapitalist sistem tarafından emilemeyen kalabalık bir aydın kesimi kendini sistemin kenarlarında bulmuş ve direnişe geçmiştir.
Bu direniş, kaçınılmaz olarak aydın kesimin hem Tüarkiye’nin modernleştirilmesi misyonuna sarılmasına, hem de dolayısıyla burjuvazinin ötesine geçip radikal istemlerle iktidara aday olmasına olanak sağlamıştır. Bu dönemde başta işçi sınıfı olmak üzere köylülerde ve emekçi tabakalarda meydana gelen toplumsal hareketlilik, bu muhalif aydın kesimin kendi iktidarı için bir toplumsal taban bulduğu kanısını güçlendirmiştir. O dönemde Türkiye’de yaygınlaşmaya başlayan Marksist ideoloji kolayca aydınların iktidar kavgasının ideolojisi olarak hizmet yapabilmiştir.

Aydınlar kesiminin bu mücadelesi, bir süre sonra, yüksek okullardan mezun olan işsiz ve genç, gelecek arayan yarı-aydın kalabalık bir kitle tarafından beslenmiştir. Bu kesimin mücadeleye katılması, işçi sınıfının iktidarı için mücadele edildiği mistifikasyonunu daha da güçlendirmiştir. Çünkü özellikle bu kalabalık kesim iyiden iyiye emekçi kesimlerin çocukları konumundadır. Çoğunun anası babası işçi, köylü ya da küçük esnaftır. Bu kalabalık kitlenin belleğinde ve anılarında yakın geçmişlerinde, çocukluklarında emekçilerin çektikleri acılar son derece canlıdır. Bu yüzden bu genç insanların kendilerini emekçi sınıfların öncüleri ya da temsilcileri olarak görmeleri için çok daha fazla neden vardır. Özellikle l970’lerdeki büyük işsiz eğitimliler patlaması bu durumu açıkça görmemizi sağlayacaktır.

Burjuvaziden kopmuş, kapitalist sistem tarafından observe edilmesi imkansız hale gelmiş bu kesim kendi geleceğini iktidar mücadelesinde gördü. Bu kesimin insanları, toplumda, edindikleri bilgi ile orantılı hiçbir itibar görmüyorlardı. Diplomaları hiçbir işe yaramıyordu, kalp paradan farksızdı. Üstelik kendilerini göstermeleri için sistem onlara hiçbir olanak sağlamıyordu. Günlük yaşamlarını, aydın onurlarını zedeleyecek işler yaparak kazanmak zorunda kalıyorlar, aslında yer yer işçi sınıfından bile daha yoksul bir konumda olduklarını görüyorlardı. Kişilikleri hiçe sayılıyordu. Bir birey olarak bu toplumda hiçbir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını ve olmayacağını görmemeleri için geri zekalı olmaları gerekiyordu. Oysa bunların büyük çoğunluğu, emekçi halkın içinden yetişmiş en yetenekli, en cevval gençlerdi. Üstelik iktidar derken, sorunu salt bir devlet iktidarı olarak görmeyelim. İktidar ilişkileri her yerdedir, toplumun her hücresindedir, soluk aldığımız havanın içindedir. Bu yüzden kapitalist sistemin kendisine hiçbir şey vadetmediği, adam yerine bile koymadığı enerji dolu bir gencin, şansını, ilerde bir gün kendisinin de Lenin gibi iktidara gelmesine yol açacak bir Marksist örgütte denemesi son derece mantıkidir. İlerde iktidara gelmek bir yana, kapalı devre bir örgütün iç ilişkilerinde bir iktidara sahip olma şansı hiç de öyle uzak bir olasılık değildir. Hatta son derece olanaklı bir durumdur bu. Edindiği aydın yetenekleriyle Marksist-Leninist klasikleri ezberleyen bir gencin, örgütünde kısa zamanda yükselmesi, önce bir bölge sekreteri olması, böylece tatmin edilmemiş otorite ve iktidar duygularını daha alttaki üyeler üzerinde uygulaması, giderek örgüte hizmeti sayesinde, kooptasyonlar vb. yoluyla hızla yükselip örneğin MK’ne girmesi işten bile değildir. Bu, elbette içinde hapishaneler, işkenceler, zorluklar olan bir yolu da göze almak demektir. Ama daha önemli olanı devlet iktidarını bile ele geçirmeden bir örgütte iktidar olabilmenin, başkalarına emredebilmenin verdiği manevi tatmindir. Bir çok enerjik genç, küçük bir büroda işlevsiz bir memur olarak pineklemekten ya da işsiz kalıp işportacılık yaparken zabıta memurlarıyla köşe kapmaca oynamaktansa, içinde tehlikeleri de barındıran bu iktidar yolunu kolayca seçebilmişlerdir. Üstelik itibar ve iktidar, yalnız bu tür tatminlere yol açmaz. Freudcu ve Reichcı bir yaklaşımla bakacak olursak, örgüt içi iktidarlar, cinsel başarıda da önemli bir silahtır. Örgütünde yükselen ve başarılı olan bir genç, bu tür örgütlerdeki bütün cinsel perhiz önlemlerine rağmen gizliden gizliye, belki de normal koşullarda ulaşamayacağı kızlara da ulaşabilmektedir (bu konumda olan kızların sayısı son derece azdır, ataerkil yapıdaki bu örgütlerde genellikle seçme konumunda olan erkek önderlerdir).

Başlangıçta iktidar için mücadele eden her sınıf ve zümrenin bir ideojiye gereksinimi olduğunu belirtmiştim. Bunu daha da özelleştirerek şöyle söyleyebiliriz: iktidar için şansını denemek üzere kurulmuş her örgüt kendi spesifik ideolojisine sahip olmak zorundadır. Bu yüzden, her örgütün ideoloji üreticisi aydınları ya da kadroları örgütlerinin varlığını haklı bir temele dayandırmak için genelde Marksist olarak adlandırılsa da özel bir Marksist ideoloji ayrımı koymak ve bunu üretmek zorundadırlar. Bunu üretemeyen örgütler kısa bir bocalamadan sonra dağılmak ya da ideolojisini daha dört köşeli bir şekilde açıklayan örgüt tarafından yutulmak zorundadırlar. Bu çaba Marksizm-Leninizmin sonu gelmez farklı açıklamalarını doğurur. Yani aslına bakılırsa, gerçekte ve temelde gerçek bir farklılık yoktur da, örgütün varlığını hem tabana hem de örgütün dışındakilere açıklamak için zorlama bir farklılık üretilmiştir.

Örgütün yaratıcıları, öncelikle içinden çıktıkları örgütle aralarına bir ayrım koymak için isim değişikliğini vurgulu bir şekilde belirtirler. Örneğin TKP, TKP-B, TKP-R, TKP-ML adlarıyla çoğalır. Sonra TKP-ML TKP-ML Hareketi olur ve böylece uzayıp gider. Elbette isim farklılığı tek başına bir şey ifade etmez. Bunun ardından belli bir ideolojik gelenek yaratılmalıdır. Örgütün uzun erimli bir tarihi olduğu ispatlanmalıdır. Bunun için örgütün köken olarak geldiği gelenek açıklanır, bu gelenek o örgütün halihazır ideolojik tutumuna tam olarak uymasa da tarihini oluşturduğu için önemlidir. Bunun ardından tarihteki büyük önderler, kahramanlar ve şehitler üzerine yaratılan mistifikasyonlar gelir. Bu, özellikle üye ve taraftarların ideolojik inancını ayakta tutmak, duygusal gıdalarını sağlamak açısından önemlidir. Bunun yanısıra uluslararası plandaki Marksist geleneğin mirasına gönderme yapılır. Bu örgüt Marks’ın, Lenin’in, Castro’nun ya da Mao’nun ya da Enver Hoca’nın vb. takipçisidir. Ya da koyu Stalincidir. Diğer Stalin’e sahip çıktığını söyleyenler bunu sahtekarlıklarından yapmaktadırlar vb. Mistifikasyonun en önemli unsurlarından biri de, eğer varsa örgütün tarihinin büyük bir başlatıcı öndere dayandırılmasıdır. Bu önder ölmüş ya da şehit edilmişse mistifikasyon açısından daha da olumlu bir durum vardır. Çünkü ölüler konuşamaz ve onları istediğiniz kalıba dökebilirsiniz. Örneğin geçenlerde Green Lane üzerinde bisikletle giderken TKP-ML Hareketi’nin yeni bir afişini gördüm. Bu afişte İbrahim Kaypakkaya’nın başı, kökleri derinde olan güçlü bir ağacın gövdesini oluşturuyordu. Bu gövdeden yukarı doğru dallar uzanıyordu. Her dalın ucunda yuvarlak içine alınmış bir örgüt şehidinin resmi yer alıyordu. Ancak resme uzaktan bakılınca İbrahim Kaypakkaya’nın başı, çevresine dikenlerden bir çelenk konmuş ve National Galeri’de örneklerine pek sık rastladığımız İsa’nın tablolarından farksız görünüyordu. Hatta ben uzaktan ilk gördüğümde bunun bir Hristiyan örgütünün afişi olduğunu sandım. Elbette afişi hazırlayanların doğrudan böyle bir amaçları yoktu ama niyetleri ne olursa olsun İbrahim Kaypakkaya’dan bir aziz yarattıkları gerçekti. İbrahim Kaypakkaya arkadaşımdı. Yanakları pembe pembe son derece sevimli bir köylü delikanlısıydı. Herhalde bu mücadeleye girişirken böyle bir aziz haline geleceğini hiç düşünmemiştir.

Mistifikasyonlar böylece birbirini izleyerek gider. Öncüye saygı telkini, öncünün öncüsüne yani Merkez Komitesine ya da önderliğe saygıya dönüşür. Giderek bu, örgütün tek liderine, hali hazırda önderlik etmekte olana saygıya, giderek kültleşmeye dönüşür. Bu, elbette o önder, örgütün çıkarları doğrultusunda hareket ettiği sürece böyledir. Ters bir durumda örgüt, önderini en tepeden bataklığın dibine fırlatmasını da bilir. Örneğin TİKB (Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği)’nin kurucusu Aktan İnce’nin ve TKP-ML Hareketi’nin kurucusu Garbis Altınoğlu’nun başına gelen budur.

Sanılmasın ki, ideolojik mistifikasyonun önemli bir parçası olan önder mistifikasyonunu yaratan yalnızca liderlerdir. Bu gereksinimi belki liderlerden de fazla duyan o örgütün tabanıdır. Çünkü bu taban mücadele edebilmek ve “sıkı durmak” için bu tür dopinglere muhtaçtır. Hatta bazan kültleşme, liderin direnmesine rağmen yapılmaya çalışılır. Örneğin ben TİKP’nin Merkez Komitesindeyken tabandan ve orta düzeydeki yöneticilerden Doğu Perinçek’in resimlerinin parti içinde dağıtılması yolunda yoğun bir baskı geldiğini anımsıyorum. Doğu buna karşı çıktı. Tabanın isteklerinin temsilcisi olduklarını söyleyen yöneticiler “evet ama insanlar bunu talep ediyorlarsa ne yapabiliriz” diyerek ayak dirediler. Sonunda Doğu’nun direnmesi ve kabul etmemesi üzerine resimler dağıtılmadı. Şimdilik Şefik Hüsnü’nün resimleriyle yetinilmesine karar verildi. Bu olayı anlatırken, Doğu’nun ne kadar kariyerizmden uzak bir lider olduğunu anlatmak değil niyetim. Zamanı geldiğinde onun bu isteğe sonunda “boyun eğeceği” kesindir. Ama henüz zamanı değildir. Akıllı bir lider olan Doğu zamansız adımlar atmamak için en azından bu noktada kendisini gemlemiştir.

Mistifikasyonların son unsurlarından biri de, uluslararası planda “kardeş parti” bulmaktır. Gerçi günümüzde bu kardeş partiler oldukça azalmıştır. Ama örgütler yine de arayıp tarayıp bir şeyler bulmaktan geri kalmamaktadırlar. Şu anda Enver Hocacılar ve Sovyetler Birliği taraftarları bu açıdan en kötü durumdadırlar ve bu yüzden moralleri çok bozuktur. Bu boşluğu nasıl dolduracaklarını düşünmektedirler (bu, Sovyetler Birliği taraftarları açısından pek söz konusu değil, çünkü geçmişte propagandalarını tamamen SBKP noktasına dayandırmışlardı ve o yıkılınca kendileri de yıkılmak durumunda kaldılar). Şu anda enternasyonal planda kardeş parti adayları olarak Küba, Çin ve Kore partileri kalmıştır.
Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıf ve tabakaların ideolojisi yoktur. Çünkü her ideoloji iktidar uğruna gerçeğin çarpıtılmasından ve gerçeğe yabancılaşmadan ibarettir. İşçi sınıfının ise iktidara gelmek gibi bir olanağı olmadığı gibi gerçeği çarpıtmaya da gereksinimi yoktur.

İşçi sınıfı neden iktidara gelemez? Çünkü üretimdeki bir sınıfın, üretime yabancılaşmaktan ve üreticileri boyun eğdirmekten başka bir anlamı olmayan iktidara gelmesi kendi kendisini inkar etmesi olur ve bu olanaksızdır. Elbette tek tek işçiler iktidarda yer alabilirler ama sınıfın bütünü için bu söz konusu değildir. İşçi sınıfının iktidara geldiğini farzedelim. Bu iktidarı ne için kullanacaktır? Hadi söylendiği gibi burjuvaziye boyun eğdirmek için kullandığını farzedelim. Ondan sonra? İktidar kaçınılmaz olarak üretimi düzenleyecektir. İktidarın üretimi düzenlemesi demek üreticinin iktidara ve onun temsilcisi olan yerel iktidar ve yönetimlere boyun eğdirilmesi demektir. Bu durumda iktidardaki işçi sınıfı kendi kendisine mi boyun eğdirecektir? Eğer boyun eğdirmeyecekse o zaman iktidar olarak da bir fonksiyonu kalmıyor demektir. Bir sınıf hem üretimde hem iktidarda olabilir mi? Bir sınıf hem yönetilen hem yöneten olabilir mi? Bir sınıf hem boyun eğdiren hem boyun eğdirilen olabilir mi? Eğer işçi sınıfının sınıf olarak değil de, temsilcileri aracılığıyla yönetiminden söz ediyorsak o zaman durum başkadır. Temsilci demek temsil edilene yabancılaşmak demektir. Bu, her durumda ve her zaman böyledir. İşçi sınıfının yönetilen, “işçi sınıfı temsilcilerinin” yöneten olduğu bir durumda her zaman yönetilenle yönetenin karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Ve bugüne kadar da hep böyle olmuştur. Hiç kimsenin işçi sınıfının içinden geldiği için şerbetli olduğunu düşünmemek gerekir. Nitekim bugün kapitalizme hizmet eden bütün sendikaların yöneticileri çoğunlukla işçi sınıfından gelmişlerdir. Bu sendikacılar işçi sınıfından kopup biraz üstün bir konuma girdikleri an yozlaşmaya başlamışlardır. Bazıları, yaşanan deneylerden dersler çıkararak yozlaşmayı önleyici mekanizmalar yaratılabileceğinden, örneğin işçi sınıfıyla sıkı bağlar kurulmasından söz etmektedirler. Mekanizmaların ve bağların bu durumu hiç de önleyemediği defalarca görülmüştür. Tersine bu sıkı bağlar ve mekanizmalar işçi sınıfının ağzını tıkayan ve muhalefetini engellemeye yarayan araçlar olmuştur. Bu mekanizmalar olmasaydı işçi sınıfının sisteme muhalefeti çok daha sağlıklı olabilecekti. Bazıları da işçi sınıfının bir bütün olarak iktidarı yönetebileceğini, Lenin’in dediği gibi bir ahçı kadının bile devlet görevlerinde dönüşümlü olarak görev alabileceğini belirtmektedirler. Bu olanaksızdır. Devlet denen şey, günlük olarak rutin bir şekilde işleyen bir makinadır. Üretimdeki işçilerin hepsinin bu makinada görev alması makinanın günlük işleyişine terstir ve devletin çalışmasında kargaşaya yol açmaktan başka sonuç vermez. Üstelik herkes devlet işlerine koşarsa üretimi kim yapacaktır? Bu işlerin dönüşümlü yapıldığını düşünmek de idealist bir çaba değilse bir aldatmacadır. Çünkü devlet denen makina uzmanlaşma ister. Ahçı kadın diyelim ki, bir ay için bir makamı yönettikten sonra çekip gidecek, o alanda hiçbir uzmanlaşma göstermeden yerini terzi kadına bırakacaktır. Samimi olalım. Bu, kitlelerin bu ilkel bürokratik yöntemden daha fazla yakınmasına neden olacak, bizzat çalışan kitleler başlarında hiçbir işten anlamayanların ikidebir gelip devlet işlerini yazboz tahtasına çevirmesinden gına getirip gerçekten işinin ehli devlet yöneticilerini talep edeceklerdir ki, bu da kitlelerde düzenli işleyen bir devlet mekanizması fikrini güçlendirmekten başka bir sonuca yol açmayacaktır.

İşçi sınıfının iktidar sınıfı olmadığı için bir ideolojiye de gereksinimi olmadığını söyledim. Evet işçi sınıfının ve diğer sömürülen tabakaların sömürüden kurtulmak için gerçeğe yabancılaşmaya değil, gerçeği bilmeye ve tanımaya gereksinimleri vardır. Sömürüden kurtulmuş özgür ve eşit insanlar olarak yaşama özlemi işte bu gerçeğin işçilerin ve emekçilerin bilincine çıkmasından ibarettir. Bu bilinç işçi sınıfının içinde vardır ve mücadele içinde daha da gelişip serpilir, daha da bütünlüklü bir hal alır. Bu yüzden işçi sınıfına dışardan aktarılacak bir “bilinç” söz konusu değildir. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaksa, onun bilinçlenmesi de kendi eseri, kendi mücadelesinin eseri olacaktır. Bu elbette işçi sınıfının içindeki en uyanık en öncü kesimlerce kavranacak ve onlardan diğer kesimlere yayılacaktır. Yayılacak bu bilinç, bir ideoloji değildir, bir doktrin değildir. Yalnızca sınıfın doğasına ve içinde bulunduğu konuma uygun bir topluca sömürüden kurtulma, eşitlik ve özgürlük bilincidir. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacağı gibi, onun kurtuluşu sınıf olmaktan, proleter olmaktan kurtulmakla olacaktır ve işçi sınıfı, başlangıçta bütünlüklü olmasa da, bölük pörçük de olsa bu bilinci içinde yaşatmaktadır.

İdeolojik mistifikasyonun temsilcisi örgütler, işçi sınıfının içinde ön plana çıkmış öncü işçileri daima ideolojik gerilik sopasıyla korkutmuşlardır. Eğitimsizliğin kurbanı olan ve üretim koşullarından dolayı entellektüel faaliyet gösteremeyen işçiler bu sopayı her zaman kafalarının üzerinde görmüşlerdir. Parti yöneticiliğim zamanında bir çok işçinin ve köylünün fabrikadan ya da tarladan yorgun argın döndükten sonra bir de yarı uyur yarı uyanık kendilerini zorlayarak nasıl eğitim toplantılarına katılmak ya da kitap okumak için olağanüstü bir çaba gösterdiklerini gözlemlemişimdir. Örgüt içindeki, ellerinde görünmez sopalar taşıyan kadroların gözünden düşmemek ve örgüt görevlerini yapabilmek için kendilerini harap ederlerdi. Üstelik öğrenmeleri istenen bir sürü şeyin, onları hiç de ilgilendirmemesi bir yana, onları gerçek işçi bilincinden uzaklaştırması ve geleceğin bürokrat yönetici adayları haline getirmesi de cabası.

İşçiye gerekli olan bilinç, bir sınıf olarak dayanışma yoluyla toplumsal devrim, eşitlik ve özgürlük yolunda ilerlemek, bu yolda iktidarı topyekun bir devrimle ya da parça parça yürütelen yıkıcı mücadelelerle yıkmaya çalışmaktır. Bu mücadelede en önemli şey, sınıfın birlik halinde hareket etmesi ve kendi öz örgütlenmesini yaratmasıdır. Bunu bilmek ve bu uğurda mücadele etmek işçi sınıfı için yeterlidir. Bunun ötesinde tek tek işçiler olarak bilgi birikimimizi arttırmak, kültürel gelişmemizi sağlamak elbette gereklidir. Bunun için çaba göstermek gerekir. Ama bu noktada da iradeci olmamak gerekir. Sömürülen sınıfların sömürü koşullarında kültürel mülksüzleşmeden kurtulmalarının sınırı vardır. Kültürel yoksulluktan kurtulmakla mülkiyetsizlikten kurtulmak arasında kesin bir bağ vardır. Bu da tek tek bireysel çabalardan çok sınıfın topluca kurtuluşuyla, proletarya olmaktan çıkışıyla mümkündür. İşçi sınıfı, Marksistlerin empoze etmeye çalıştığı gibi yönetici bir sınıf olamayacağına göre bu sınıfa öncelikle gerekli olan şey, yönetici sınıflarda aranan kültürel niteliklerden önce sınıfsal dayanışma ve sistemleri yıkma bilinci ve kararlılığıdır.

Yukardan beri söylediklerimizin bir sonucu olarak belirtmeliyiz ki, anarşizm bir ideoloji değildir. Anarşizm, emekçi sınıfların sistemleri yıkma mücadelesi içinde ortaya çıkmış gerçeklerin sistemleştirilmekten uzak bir ifadesidir. Sistemi yıkmaya girişen bir işçinin illa anarşist olması gerekmediği gibi anarşizmin yıkıcı sınıflar içinde belirleyici bir ideoloji olmaya da gereksinimi yoktur. Anarşizm yıkma bilincinin “izm”le ifade edilen adından başka bir şey değildir.

Örgüt

“Öncü” denen örgütler ya da partiler, iktidarı ele geçirme ve iktidara geldikten sonra da yeni kurulan devleti yönetme araçlarıdır. İktidarı ele geçirme diye bir sorunu olmayan işçilerin ve emekçilerin böyle bir örgüte de gereksinmeleri yoktur. İşçi sınıfının kısmi ya da sistemi yıkmaya yönelik mücadeleleri içinde ortaya çıkan gerçek öncü unsurların bu tür “öncü” partilerde yer almaları bu öncülerin sınıftan kopmalarından ve iktidar adayı zümreyle kaynaşmalarından başka bir anlama gelmez. Bu örgütler devrimci yetiştirmez. Kitle mücadelesi içinde ortaya çıkmış devrimci unsurları, devrimden sonra iktidara gelecek ve bizatihi devrimi bastırma görevini yüklenecek zümrenin yönetici kadroları haline getirir, yani devrimcileri bürokratlara dönüştürme araçlarıdır.
Kanımca emekçilerin bir “öncü” partiye gereksinimleri olmadığı gibi, üyelik aidatı ödenen ve anarşistlerden oluşan bir anarşistler örgütüne ya da federasyonuna da gereksinimleri yoktur. Çünkü ne kadar iktidar olma iddiasından uzak olursa olsun böyle bir özel üyeli anarşistler örgütü de kitleden kopacak ve bir “öncü” partinin görünümüne bürünecektir. Bu söylediğimiz, anarşistlerin hiçbir örgütlenme yapmamaları gerektiği anlamına gelmemelidir elbette. Yıkıcılık fikrini kitleler arasında yaymak, bunun propagandasını yapmak üzere anarşist propaganda ve yayın örgütlenmeleri kurulabilir, hatta kurmak gerekir. Ama bu kadar. Bunun ötesinde bir özel anarşist örgütlenme bizi kitlelerin karşısında ayrıcalıklı bir konuma getirecektir kaçınılmaz olarak. Aynen halkın silahlanmasından ayrı özel bir anarşist silahlı gücün örgütlenmesinin bizi halktan kopartacağı gibi.
Sık sık duymaktayız. Özellikle Marksistler anarşizmi örgütlenme karşıtlığı olarak sunuyorlar. Oysa bu yanlıştır. Anarşistlerin özel bir örgütlenmeden kaçınmaları, hiçbir zaman örgütlenmenin reddi anlamına gelmemektedir. Marksistler, örgütlenme denince yalnızca kendi özel örgütlenmelerini anladıkları için bunu bu şekilde algılıyorlar ya da böyle sunmak işlerine geliyor.

Anarşistler tam tersine örgütlenmenin savunucusudurlar, öyle olmalıdırlar. Ama nasıl bir örgütlenmenin? Özel bir örgütlenmenin değil, doğrudan doğruya sistemi yıkma mücadelesine girişecek emekçi kitlelerinin özörgütlenmesinin. Bu, bütün emekçileri kapsayacak bir komün örgütlenmesidir ya da 1905 Sovyetleri türünde bir örgütlenmedir. Anarşistlerin esas olarak örgütlenmeden anlamaları gereken budur ve kitlelerin böyle bir örgütlenmeyi bugünden oluşturmaları için yardımcı olmak olmalıdır onların işlevi.

Politika

Politika iktidarı ele geçirme sanatıdır. Bu yüzden iktidarı ele geçirmek diye bir sorunu olmayan, çıkarları her türlü iktidarı yıkmakla özdeş olan emekçi kitlelerin politika yapmak diye bir işlevi olamaz. Politika iktidardaki ya da iktidar adayı sınıf ve zümrelerin işidir ve her türlü politika sonuç olarak iktidar sorununa dayandığından emekçi sınıfların karşıtıdır ve aynen ideolojik mistifikasyon gibi kitlelerin aldatılmasından başka bir anlama gelmez. Kitleler bunun çok iyi bilincindedirler. Günlük kahve konuşmalarında bile bunu dile getirirler. “Hengisi gelse aynı” derler. Bu basit sözler karmaşık gerçeğin emekçi dilinden basit ifadelendirilmesinden başka bir şey değildir.

Bu yüzden işçi sınıfının ve emekçi sınıfların çıkarları politika yapmayı değil, her türlü politikayı berhava etmeyi, bozguna uğratmayı gerektirir. Bu yüzden işçi sınıfı politikayla, politikayı yıkmak için ilgilenir. Her türlü politikanın yıkıldığı ve sona erdiği gün insanın insana yabancılaşması da sona ermiş ve insanlığın kurtuluşu gerçekleşmiş olacaktır.

Bu bağlamda şu sorunun üzerinde durmalıyız: karşılaştığımız ve tartıştığımız bir çok insan peki siz anarşist düzeni kurduğunuz zaman ne olacak diye sormaktadırlar. Aslında “anarşizm”le “düzen” sözcüklerinin yanyana gelmesi bile abestir. Bu soruya verilecek yanıt kanımca şu olmalıdır: Biz anarşist bir düzen kurmak için mücadele etmiyoruz. Biz özgürlük ve eşitlik için mücadele ediyoruz. Daha doğrusu kitlelerin bunları kendi elleriyle kazanmalarına yardımcı olmak için mücadele ediyoruz. Bu anlamda biz “öncü” falan değiliz. Kimsenin öncüsü olmak iddiasında değiliz. Bizim fonksiyonumuz yeni bir düzen falan da kurmak değildir. Bizim fonksiyonumuz özgürlük ve eşitliği kazanmada insanlığın önündeki engelleri yıkma mücadelesinde kitlelerin bir parcası olarak çalışmaktır. Biz gelecekte neler olacağını bilemeyiz, bunun için de emekçi kitlelerine projeler sunmak diye bir misyonumuz yok. Ne yapacaklarını, özgürlük ve eşitliği nasıl kazanacaklarını ve nasıl elde tutacaklarını onlar kendi öz deneyimleriyle öğreneceklerdir. Kısmi ya da bütünsel toplumsal devrimler yapa yapa kendi kurtuluşları yolunda ilerleyeceklerdir. Muhtemelen bir toplumsal devrimi bir diğeri izleyecektir. Yaptıkları toplumsal devrimlerin ardından muhtemelen yeni iktidar odakları ortaya çıkacak ve belki yeni devletler kurulacaktır. Ama onlar özgürlük ve eşitlik yönündeki içgüdüleri öldürülemediği sürece yeniden mücadelelere girişecekler ve yeniden yıkacaklardır. Yeniden ve yeniden yıkarak ilerleyeceklerdir. Bugüne kadar olduğu gibi.

Şöyle bir son ikiyüz yıla bakalım. Yıkılan ne varsa bu, kitlelerin eseri olmuştur. Krallıkları, çarlıkları, padişahlıkları yıkmışlardır. Sömürge yönetimlerini, ulusal baskıları yıkmışlardır. Baskı yönetimlerini, oligarşileri, askeri diktatörlükleri, faşist diktatörlükleri yıkmışlardır. Yer yer kapitalist devletleri ve onların ardından kurulan sosyalist adlı bürokratik diktatörlükleri yıkmışlardır. Bu yıkımların ardından yeni yeni iktidarlar, yeni yeni baskı yönetimleri kurulmuştur. Bir süre dinlenmişler, güç toplamışlar ve yeniden yıkmaya girişmişlerdir. İşte toplumsal devrim böyle ilerleyecektir. Artık yıkılacak bir iktidar odağı kalmadığı, yeni iktidar odaklarının ortaya çıkması için koşulların ortadan kalktığı noktada eşitlik ve özgürlüğe ulaşılmış olacaktır. O zaman da kitleler gelecekte nasıl yaşayacaklarına, özgürlük ve eşitliği yaşatan bir toplumsal ilişkiler ağını nasıl yaratacaklarına kendileri karar verecekler ve bu işin de üstesinden geleceklerdir. Belki bu yıkma mücadelesi içinde kitleler “toplum” denen devasa topluluğu da yıkacaklar, yerine insanla ve doğayla çok daha fazla uyum içinde bambaşka birimler oluşturacaklardır. Özgürlük ve eşitlik neyi gerektiriyorsa onu yapacaklardır. Bunları şimdiden kimse bilemez. Bildiğimiz bir tek şey varsa o da kitlelerin içinde var olan ve şu anda epeyce bastırılmış gibi görünen özgürlük ve eşitlik özleminin, tekrar tekrar bir patlamaya dönüşüp sömürü toplumlarını derinden sarsarak sonunda yıkacağıdır. Biz anarşistlerin görevi bu objektif gelişmeyi çabuklaştırmak üzere toplumsal devrim ve yıkım fikrini yaymak, halkın özörgütlenmesini bugünden teşvik etmek, her türlü ideolojik mistifikasyonu, her türlü “özel-öncü” örgütlenmesini, her türlü politikayı tarihin müzesine yollayacak sarsıntıları kolaylaştırmak için çalışmaktır.

Gün Zileli
Ateş Hırsızı, sayı:6,
Nisan-Mayıs 1994

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …