Türklük ve Türkçe

Koxuz sitesini hackerlayan X Türk 1923 grubunun üyeleri fazla Türk geçiniyorlar, ama Türkçeleri çok zayıf, eğer titiz bir Türkçe öğretmenine düşerlerse hepsinin sıfır alacağı kesin. Kendimi tutamadım, bir mesleki alışkanlıkla onların metinlerini de düzeltmeye giriştim. Bir paragraflık kısa bir yazıda bu kadar çok imla hatası yapmalarını Türklükleriyle biraz fazlaca şişinen bu gençlere hiç yakıştırmadığımı belirtmek zorundayım. İşte hataları:

1.     Gazilerimizde denirken ‘de’ ayrı yazılır.

2.     öyleydi dendikten sonra virgül gerekli.

3.     şarlatanların dendikten sonra virgül gerekli.

4.     haydutların dendikten sonra virgül gerekli.

5.     değil dedikten sonra virgül gerekli.

6.     altı ve bin sözcüklerinin baş harflerini büyük yazmak gereksizdir.

7.     şanlı sözcüğünün baş harfini büyük yazmak gereksizdir.

8.     tarihimizde dendikten sonra virgül gerekli.

9.     ordumuzla dendikten sonra virgül gerekli.

10.    ‘Mete’ ile ‘mizle’ arasına ayraç gerekli.

11.    ‘Atatürk’ ile ‘ümüzle’ arasına ayraç gerekli.

12.   Bizans’ın B’si büyük olacak ve ‘tan’ ayraçla ayrılacak.

13.  ‘Bilin’ki’ tamamen yanlış bir kullanım, apastrof orada asla kullanılmaz, doğrusu, ‘Bilin ki,’ olacak.

14.  Biat derken B küçük yazılır.

Bir daha sefere istemem böyle hatalar. “Akilli olun!”

Gün Zileli

29 Ocak 2007

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Bayrak…

Artıgerçek Bayrak bir kimlik olduğu kadar egemenlik sembolüdür de. Bütün devletlerin ve örgütlerin kendi bayrakları …

6 Yorumlar

  1. W, QQQ, ve QWX

    Welat (W), Qafası Qarışık Qomutanlar (QQQ) ve Qafasız Watan Xayinleri (QWX)

    Futboldan Ders çıkarmak

    Kısa bir spor notu: Büyük bir spor fanatığı değilim ama Türkiye ile Hırvatistan arasındaki maçın uzatmalarını ve penaltı atışlarını sonradan izledim. Maç beraber bitti, sıra uzatmalara, hatta uzatmaların son dakikasına gelince Türkiye takımı kalesinde gol buldu. Maçı başından beri izlemedim ama uzatmalarda Türkiye takımı çok güzel oynamıştı, son dakikada yenilmesi büyük bir haksızlık gibi görünüyordu; hakkettiğin halde hakkını alamamanın ızdırabı çok acı olur ama bir mücadeledir nihayetinde. Takımımız bir sıfır yenik, uzatmaların son saniyeleri, umutsuzluğun had safhada olduğu bir an… Kaleci Rüştü, eline geçen meşin yuvarlağa var gücüyle vurdu… Havalanan top Hırvatistan kalesinin ceza sahasına indi… “Herşey bitti” denildigi bir lahzada Semih kardeşimin topa dokunuşu ile topun filelerle kucaklaşması bir anda olmuştu sanki. Ümitsizlik denen kesif karanlığın bir anda, hatta bir andan da kısa bir zamanda ümit aydınlığına dönüşmesine şahit oldum. Ardından penaltı atışları ve yarı finale çıkışâ€¦

    Maçı izlerken aklım Türkiye’deki olumsuz gelişmelerdeydi. Halk iradesini hiçe sayan bir avuç haddini bilmez azınlığın azgınlığını hatırladım; devlet imkanlarını kullanarak, kendilerine verilen yetki sınırlarını aşarak halka gol atmanın verdiği sevinçle iğrenç yüzlerinde beliren tebessüm nefretimi kabarttı, içimi kararttı. “Bu böyle olamaz, olmamalıdır” diye düşündüm. “Haklı ama sessiz çoğunluk, haksız fakat azgın olan bu azınlığa hep boyun mu eğecek?” diye sordum kendi kendime. Karamsarlığın had safhada olduğu bir anda içimdeki umutsuzluk karanlığını dağıtacak ümit ışıltılarını hissettim.

    “Hayır… Ya akıllarını başlarına alıp kirli entrikalarından vazgeçecekler ya da Kürdüyle, Türküyle, Laz ve Çerkeziyle Türkiye’nin bütün mazlum halkı bir olup Türkiye’yi bir avuç azgın azınlığın tasallutundan kurtaracağız; onlara dünyayı dar edeceğiz; ocaklarına incir ağacı dikeceğiz; İngiliz bayraklı yatlarına, milyon dolarlık uçaklarına binip Türkiye’den kaçmak, saklanacak yer aramak zorunda bırakacağız, Allah’in izniyle” dedim. Unutulmamalıdır ki, karanlığın en şiddetli olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu andır. Türkiye’deki acılar ve sancılar, tam demokratik ve özgür bir Türkiye’yi netice verecektir. Hafif olan karanlık perdenin ötesinde çok aydınlık ve güzel bir gelecek bizi bekliyor… Kirli derin devlet, apoletli ve apoletsiz kiralik uşakları ne yaparsa yapsin, bu güzel gelecek eninde sonunda gelecektir; başka bir ihtimal yoktur.

    *****
    Faşist Kemalist Türkiye’de Kürd Welat’lar İngiliz William’lar Kadar Bile Özgür Değil

    Şimdi yer yer içimizi karartacak güncel gelişmelere bir göz atalim.

    Önce şaka sandım, birkaç defa okuduktan sonra inanabildim. “Turkiye’ye William girebilir, Welat giremez” (26 Haziran 2008, Radikal) baslikli haberden bahsediyorum. “Babası siyasi mülteci olduğu için Türkiye’ye gelemeyen yedi yaşındaki Almanya vatandaşı Welat Dağ, ‘Türkçe olmayan karekter bulunduğu’ gerekçesiyle yasak olan ismi nedeniyle Türkiye’ye alınmadı. Annesi Yadigar ve kardeşleri Türkiye’ye giriş yaparken Welat, Almanya’ya gönderildi. Hukuken Alman ya da ABD pasaportu taşıyan William ya da Wilson isimli bir yabancıdan farkı olmayan Welat’ın girişinin engellenmesi Meclis’e taşındı.”

    “Anne Dağ, yaşadıklarını şöyle anlattı: ‘Almanya’da Türkiye Konsolosluğu’na kayıt için gittik orada hakarete uğradık. ‘W harfini kabul etmeyiz’ dediler. Çok uğraştık ama sonuç alamadık. Bize ‘Cahilsiniz gidin cahilliğinizi çekin. Başta yazmasaydınız’ dediler. Havaalanına geldiğimizde ‘Welat yabancıdır. Onu almayacağız’ dediler. Çocuğumu zorla aldılar benden. Görevlilere yalvardım ama dinlemediler. Welat ağlıyordu. Almaya çalıştım ama vermediler.”

    “DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal konuyu Meclis gündemine taşıdı. Birdal, önergesinde şu sorulara yer verdi: ‘Welat Dağ isimli kişinin Türkiye’ye girmesi yasak mıdır? Bu yasağın gerekçesi nedir? Söylendiği gibi Welat ismi yasak mıdır? İsmi Welat olanların Türkiye’ye girmesini engelleyen bir yasal mevzuat var mıdır? Yedi yaşında olan çocuğun yaşadığı bu travmanın sorumluları hakkında bir soruşturma açılması düşünülmekte midir?”

    Haber bu… Faşist Kemalist rejim, ırkçılık sınırlarını ve Kürd düşmanlığını geçip işi Kürd isimleri düşmanlığına ve “Harf ırkçılığı”na getirdiği anlaşılıyor. “Bu çağda böyle ırkçılık olamaz!” dedirtecek cinsten çok acımasız, aynı zamanda trajik bir durum. Yedi yaşındaki bir çocuk, üstelik Türkiye vatandaşı olmayan bir Kürd evladı, ismindeki bir harf yüzünden Türkiye’ye alınmıyor! Dünyanın herhangi bir ırkına mensup biri, ismindeki harflere bakılmaksızın Türkiye’ye girebilir ama yedi yaşındaki masum, suçsuz bir Kürd çocuğu giremiyor! Kemalist rejimin ne canilikler yapma kapasitesine sahip olduğunu bildiğim için olup bitene şaşırmıyorum. Kudurmuşluğun, saldırganlığın son noktasındadırlar; bir adım sonrası ya akıllarını başlarına almak veya akıllarını yitirip kuduz canavarlar gibi telef olmaktır.

    Türkiye’nin demokratikleşmesini içine sindiremeyen faşist rejimin kafatasçı memurları tam azıtmış durumda. Bu olay, faşist rejimin Kürd ve Kürd kültürü düşmanlığının vardıgı kritik noktayı, provoke etme noktasini gösteriyor. Bu zalimlerin planlı, kirli tahriklerine kapılmayacağız, kapılmamalıyız; haklı davamızı serin kanlılıkla, şiddete bulaşmadan, başımız dik bir şekilde devam ettireceğiz. Sonunda kazanan biz olacağız.

    Burada sivil hukumete ciddi isler dusuyor. Derin devletin butun saldirilarina ragmen panige kapilmamali ve demokratik Turkiye hedefine dogru yoluna devam etmelidir. Türkiye’nin demokratikleşmesini hızlandıracak sivil bir anayasa yapmadığı, cuntacılara ve üst düzey bürokrasiye karşı yeteri kadar cesaretli olmadığı için şimdiki durumun içine sürüklendiklerini anlamışlardır umarım. Şemdinli’nin, apoletli ve apoletsiz cuntacıların üzerine gidemediler, bari küçük Welat’ımızı, anne ve babasını üzen Almanya’daki Türk Konsolosluğu’ndaki ve Türkiye’deki haddini bilmez işgüzar memurlara hakkettikleri cezayı vererek güzel bir mesaj versinler. Bir iki haddini bilmez memura hadlerini öğretmezlerse Kürdleri kışkırtıcı, bir Kürd-Türk çatışmasını alevlendirecek başka olaylara da imza atacaklardır.

    *****

    Kafası Karışık Genelkurmay’ın Yabancı Kelimeli Afişlerle “Önce Türkçe” Seferbetlik Komedisi

    Faşist Kemalist rejimin içinde bulunduğu trajikomik durumu göstermek için bu trajik olaydan sonra Genelkurmay’in başrolde olduğu komik bir gelişmeyi aktarmak istiyorum. Bilindiği gibi, Genelkurmay, “Önce Türkçe” seferberliği başlatmış. Tüm askeri kurum ve kuruluşlara, “Tabelalarda, ilanlarda, reklamlarda önce Türkçe… Güzel Türkçemizi koruyalım” afişleri astırmış. Afişin sol üst köşesinde, kırmızı yuvarlak içine alınıp üstü çizilmiş üç harf var: QWX. Kendileri ve bir avuç mutlu azınlık dışında herkesi düşman sanacak kadar paranoyak olan kafası karışık komutanlar, bu üç sakıncalı, düşman harfi, emperyalistlerin ve onların içimizdeki işbirlikçilerinin ajanları olarak görüyorlardır herhalde!

    7 yaşındaki Welat’ı anne ve babasından zorla alıp geri Almanya’ya göndermek bu harf faşizmiyle beraber Taraf gazetesinin ortaya çıkardığı ve Genelkurmay’ın eseri olan “Bilgi Destek Faaliyet Eylem Plani” ile çok yakından ilgilidir. İhanet içinde bulunan bir avuç kiralık, kafasız ve vatansızın (“Qafasız Watan Xayinleri”) eseri olan bu eylem planından aşağıda detaylıca bahsedeceğim (“Kafasız Vatan Hainleri”ndeki kelimelerin ilk harflerini QWX olarak yazmam, Genelkurmay’in ahmakça gördüğüm harf ırkçılığına olan tepkiden dolayıdır). Önce Genelkurmay’ın (traji)komik “Önce Türkçe” seferberliği, daha doğrusu “Harf düşmanlığı” veya “Harf ırkçılığı”ndaki komediyi gözler önüne sermek istiyorum.

    Sevan Nişanyan’a ait “Sözlerin Soyağacı” sitesini (www.nisanyansozluk.com) kullanarak afişte geçen kelimelerin kökenlerini araştirdim. “Güzel Türkçe”yi korumak için hazırlanan “Tabelalarda, ilanlarda, reklamlarda önce Türkçe… Güzel Türkçemizi koruyalım” afişindeki kelimelerin çoğunun yabancı kökenli olduğunu gördüm; herkes de görsün istedim:

    Tabela: İtalyanca kökenlidir; “Masacık, tahta düzlem, levha” manasına gelen “Tabella”dan Türkçe’ye girmiş. Ayrıca, Latince’de, “Levha, tabla, tepsi, masa” anlamına gelen “Tabula” kelimesinden de geçmiş olabilir.

    İlan: Arapça kökenli olup “Duyurma, açığa çıkarma” anlamına gelir.

    Reklam: Fransızca kökenli; “İlan, iddia, protesto, bağırarak ileri sürülen şey” manasına gelen “réclame” kelimesinden Türkçe’ye geçmiş.

    Korumak: Moğolca kökenli; “Çitle çevirmek, kuşatmak, hapsetmek, engellemek” anlamına gelen “qorı” kelimesinden Türkçeleştirilmiş.

    “Türkçe” kelimesinin başka dilden türemesi çok absürd kaçacağından onu saymıyoruz; geriye saf Türkçe olan sadece iki kelime kalıyor: “Önce” ve “Güzel!”

    Ne ala ilan, ne ala seferberlik… Cehalet diz boyu… Tek kelimeyle rezalet!

    İllegal derin devlet denen karanlık yapı bu tür cahilleri kullanarak Türkiye’nin geleceğini karartıyor; ama artık karartamayacak çünkü hem millet uyandi hem de legal “Makul devlet” her an enselerinde, her adımlarını, nefes alış verişlerini bile takip ediyor.

    Bu seferberliği başlatan apoletli bürokratların kafalarının çok karışık olduğu ortada. Yazının başlığındaki “Qafası Qarışık Qomutanlar” ifadesini bu saf paranoyaklar için kullandım. Zaten işlerini güçlerini bırakıp üstlerine vazife olmayan işlere burunlarını sokan zevatta kafa karışıklığından başka ne olabilir ki!? Kafa karışıklıkları sadece kendilerini ilgilendirse, “Ne haliniz varsa görün” diyeceğiz ama bu halleriyle derin devlet tarafından kiralık tetikçi olarak kullanılmaya elverişli olduklarından, Türkiye’deki karışıklığın, kargaşanın, kaosun ilk dereceden sorumlusu bu kafası karışık bürokratlar olduğundan onların peşini bırakamayız, enselerinden inemeyiz…

    Sözkonusu “Önce Türkçe” seferberliğiyle ilgili medyada çıkan şu ifadeler dikkatimi çekti: “Genelkurmay’ın Türkçe hassasiyeti basında da yer buldu. Konuyla ilgili haberlerde askeri tesislerde yabancı kelimelerin yazılı olduğu tabelaların kaldırıldığı, yerine Türkçe karşılıklarının bulunduğu yeni tabelaların asıldığı bilgisi verildi. Buna göre, bundan böyle hiçbir askeri tesiste mönü, fast food, brunch, lostra gibi yabancı kelimeye rastlanmayacak.”

    “Tesislerde, Genelkurmay Başkanlığı’ndan uzmanların yabancı kelimelere buldukları Türkçe karşılıklar kullanılacak. Bazı yabancı kelimeler ve bulunan karşılıklar şöyle: Brunch ‘Kuşluk’, Lostra ‘Ayakkabı bakım yeri’, Fast food ‘Hızlı yiyecek satış noktası’, Mönü ‘Yemek listesi’, Restaurant ‘Lokanta.”

    *****

    Türk Öldürgeçli Güçlerin Ezdirgeçli Götürgeçleri

    Komutanlarin kafa karisikligi burada da kendini belli ettiriyor; askeri terimler yerine ilgi alanlarina girmeyen terimlerle ilgileniyorlar. Oz Turkce’ye cok merakli olan askerlerin oncelikle askeri terimlere el atmalari beklenir. Mesela “Turk Silahli Kuvvetleri (TSK)”ndeki Arapca kokenli “Silah” ve “Kuvvet” yerine oz Turkce kelime bulmalidirlar. Bir kiyak geceyim: “Silah”a “Öldürgeç,” “Kuvvet”e de “Güç” (gerçi bu kelime Moğolca’dır ama Güneş Dil Teorisine göre Mogollar’in Türk oldugu kabul ediliyor!) dense TSK’daki yabanci unsurlardan (yani “Silahli Kuvvetler”) kurtulmuş olunur! Bu durumda TSK, “Türk Öldürgeçli Güçler,” yani TÖG olmuş olur. Bu kisaltma, biraz “Döv” emrinin çok eski Turkcesini andiriyor; tam da, kendilerin emanet edilen tank ve silahlarla milleti dövmeye alışmiş bir kuruma yakisir bir isim…

    Her on senede bir halkın üzerine yürüttükleri mübarek “Tank”larına da (İngilizce kökenlidir) uygun bir öz isim bulmaları gerekiyor. “Darbe aygıtı” diye önereceğim ama “Darbe” kelimesi Arapça kökenli. Tankları halkı ezmek için kullandıklarından “Ezdirgeçli götürgeç” denebilir belki. Bu ismi üretirken öz Türkçe’de arabanın karşılığı olan “Oturgaçlı götürgeç”ten esinlendim. İki “Götürgeç” arasında çok önemli bir fark var. “Oturgaçlı götürgec” bir mekandan diğerine; “Ezdirgeçli götürgec” ise çoğu kez bu dünyadan öbür dünyaya götürür. Her on senede bir (şimdi apoletli burokratların ve postallı medyanın yardımıyla her birkaç ayda bir) yarım yamalak demokratik sistemi de götürme, askıya alma özelliğine de sahip.

    Sırası gelmişken bir merakımı da sizinle paylaşmak istiyorum. Darbeci askerlerin halka olan düşmanlıklarını, halkın değerlerine Fransız kalışlarını hep merak etmişimdir. Bu son “Önce Türkçe” seferberliği bu kronikleşmiş merakıma adeta merhem oldu. Malum, “Halk” kelimesi, “insan topluluğu, ahali” manasındaki Arapça kökenli “Xalq” kelimesinin yumuşatılmış halidir. Yabancı kelime düşmanı olan kafaları karışık, beyinleri dumura uğramış darbeciler, bundan dolayı halkı da düşman biliyorlardır herhalde. Yoksa halkın vergileriyle alınıp halkın güvenliğini sağlamak için kendilerine emanet edilen silahları halka karşı kullanacak kadar alçalmazlardı (darbeci askerleri kasdediyoruz; halka saygılı namuslu askerlere bir sözümüz olamaz elbet). Halk düşmanı paranoyak darbecileri en çok fıttıran şeyin, “Xalq” kelimesindeki X ve Q harfleri olduğunu tahmin ediyorum.

    Apoletli burokratlar, brunch, lostra, fast food, mönü, restaurant ve benzeri kelimelerin Türkçe olmadıklarını yeni öğrenmiş olmadıklarına göre bütün bu komedinin, garabetin, saçmalığın bir sebebi olmalıdır. Bana öyle geliyor ki, “Önce Türkçe” seferberliğinin yegane hedefi Kürdçedir. Kafası karışık komutanları bu garabete iten asıl neden, son yıllarda kültürel alanda yapılan iyileştirmelerdir, özellikle TRT’nin Kürdçe yayına başlamasıdır. Küçük Walat’a tahammülsüzlükleri ise bu ırkçılığın, kin ve nefretin, Kürdlere düşmanlığın bilinçli veya gayri ihtiyari olarak dışa vurumudur.

    Bana kalırsa, kafası karışık komutanlar boşuna harf düşmanlığı yapıyor; harf düşmanlığının zararını en çok onlar çekecek; benden uyarması. Gece yarısı bildirilerini “VVV.tsk.mil.tr” adresine koysunlar da görelim… Üç tane “W” harfi olmadan böyle bir adresi çalıştırabilirler mi? (İtiraf edeyim, tsk.mil.tr adresi WWW’sız de çalışabiliyor!). Tamam, haydi bundan yırttılar diyelim, sıkışınca nereye gidecekler? WC’ye (bildiğim kadarıyla askeri tesislerdeki tuvaletler hala “WC” olarak geçiyor). “WC”deki “W”den kurtulmak için ismi “Yüz Numara” olarak değiştirmeyi düşünebilirler ama “Numara” Türkçe değil (Latinçe’deki “numerus”tan gelme). “Tuvalet” deseler o da Fransızca (“toilette” kelimesinden Türkçe’ye girmiş). Ee, nereye edecekler? Nereye olacak, her on senede bir yaptıkları gibi tiksindikleri halkın tepesine, tabi ki! Acaba öyle mi? Hiç sanmıyorum… Bundan sonra altlarına edecekler ama halkın tepesine edemeyecekler.

    Haydi diyelim ki tuvalet işini bir şekilde hallettiler, iş burada bitmiyor… Mesela, Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun, Hudson Enstitüsü’ndeki Neokon dostlarıyla yeni bir gizli ve kirli senaryo hazırlamak için ABD’ye gittiğinde onlara “How are you?” (Haw ar yu: Nasılsınız?) yerine “HoV are you?” (Hav ar yu?) mu diyecek? Bir de heyecandan kekelemeye başlayıp takılı plak gibi “Hav hav hav” sesleri çıkarmaya başlarsa dostlarının yanında çok zor durumda kalabilir. Bu uygulamanın hangi cephesinden bakılırsa bakılsın, karşımıza büyük bir komedi çıkıyor.

    Harf takıntısı komedisi burada da bitmiyor. 2007 yılında hazırlanıp uygulamaya sokulan ve Taraf Gazetesi tarafından gündeme getirilen, toplumu yeniden dizayn ederek cuntacıların çizgisine çekme planında, eylem planının hangi şahıs ve birim tarafından yazıldığının anlaşılmaması, kamuoyuna yansımaması için her kişi ve birime belli sayıda kullanılan “X” işaretlerinden oluşan kod adlar verilmiş! Neden başka bir harf değil de “X”? Hem X harfini sakıncalı görecekler hem de tepe tepe kullanacaklar; “Bu ne perhiz bu ne hıyar turşusu?!” diye sormazlar mı adama? Hizmet için verilen kafalarını darbe saksısı olarak kullandıklarından böyle komik duruma düşüyorlar. Allah bilir ya, bu Allah’in saf kulları, komik duruma düştüklerinin farkında bile değildirler.

    *****

    Apoletli Haydutlar: Toplum Biçimlendirileceeek… Biçimlen!

    “Qafası Qarışık Qomutanlar”ı bir kenara bırakıp biraz da “Qafasız Watan Xayinleri”nden bahsedelim. “Hain” gibi ağır bir ifadeyi kullanmamı anormal görenler olabilir. Şimdiye kadar gerçekleşen istisnasız her askeri darbe dış destekli olmuştur. Yabancılarla işbirliği yaparak legal yönetimi alaşağı eden, kendi halkını baskı altına alan, darbeden sonra açtıkları zindanhanelerde insanlık dışı işkencelerden geçirenler için “Hain” tabiri bile çok hafif kalır. Onlara “Hayvan” bile denmez, çünkü hayvanlardan da aşağıdırlar. “Hain” tabirini, darbe ortamı hazırlamak, dürüst gazetecileri ve diğer muhalifleri yıpratmak için mahkeme ifadelerine eklemeler yaparak “Andıç” hazırlayan (Oktay Ekşi gibi saf “balıklar”ın bunların oltasına takılıp dürüst gazetecilere çamur sıçratmaya çalıştığını da bu vesile ile hatırlayalım) ve görevleri olmadığı halde son “Eylem Plani”nda olduğu gibi toplumu dizayn etmeye teşebbüs eden apoletliler için kullanıyorum.

    Bunların işleri ülkenin güvenliğini sağlamak iken, işlerini güçlerini bırakıp görevleri olmayan işlere burunlarını sokuyorlar, ülkeyi darbe ortamına sokmak için illegal çalışmalar yapıyorlar. Bu ise başıbozukluk, yani haydutluktur. Kendilerine verilen yetki ve devlet imkanlarını suistimal ediyorlar. İllegal işlerle uğraşmaktan görevlerini ihmal ediyorlar, yani ihanet içindedirler. İhanet eden ise haindir, hainin cezası görevden mendir, suça göre ağır hapis, belki idamdır. Bu başıbozuklar şimdi hakkettikleri cezalara çarptırılmayabilirler ama tam demokratik bir sistem kurulduğunda o da olacaktir. Cezadan kurtulmak için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasına, yeni sivil anayasa ile demokratikleşmesine engel olmaya çalışıyorlar (sivil anayasaya karşı olmaları bundandır). Uluslarlarası efendilerini de yardıma çağırsalar da (ki halihazırda zaten yardım ediyorlar) Türkiye’deki olumlu gidişatı engellemeye güçleri yetmeyecek.

    Taraf Gazetesi cesur haberciliğiyle gündem oluşturmaya, şaşkın darbecileri tedirgin etmeye devam ediyor. Takdire sayan bir habercilik. Taraf’in ortaya çıkardığı bu tür belgeler, darbecilerin an be an takip altında olduklarını gösteriyor. Türkiye’yi karıştırmayı hedefleyen illegal derin devleti hedef alıp tasfiye etmeye karar veren legal makul devlet, kirli devlete: “Ensenizdeyiz!” mesajı veriyor. Hükümet biraz daha cesur davranıp sivil anayasayı çıkartıp illegal işlere bulaşan apoletli ve apoletsiz bürokratlardan hesap sorabilse makul devletin işi daha kolaylaşacak… Ama bu tasfiye işi er veya geç gerçekleşecektir. Derin devlet ve yandaşlarının son çırpınışları, iyice köşeye sıkıştırıldıklarını gösteriyor. Bu detayı başka yazıya havale edip Taraf’in 20 Haziran 2008 tarihli nüshasında verilen belgeye dönelim:

    Taraf’in detaylı haberine geçmeden önce Genelkurmay’in cılız ve ciddiyetsiz cevabını aktarmak istiyorum:

    “Bir günlük gazetenin 20 Haziran 2008 tarihli baskısında, Genelkurmay Başkanlığına ait olduğu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bilgi destek planını ihtiva ettiği iddia edilen bir belge ve bununla ilgili haberler yayımlanmıştır. Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarında, Komuta Katı tarafından onaylanmış böyle bir resmi evrak veya plan bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyetini sonsuza dek korumak ve kollamakla görevli olan Türk Silahlı Kuvvetleri, bazı çevrelerin ucuz propagandalarından etkilenmeyecek kadar güçlüdür.”

    Mehmet Altan’in bu ciddiyetsiz cevaba karşılık yazdıklarını dikkatinize sunmak istiyorum (21 Haziran 2008. Star):

    “Hepimiz ‘temel hak ve özgürlüklerimizden’ vazgeçeceğiz… Demokrasiden söz etmeyeceğiz… AB standartlarında bir özgürlük istemeceğiz… Ne olacak? TSK gibi düşüneceğiz. Yazar, çizer, sanatçı, bilim adamı, düşünür fark etmez… Hepimizin beyni ‘asker’ beyni olacak. Tek Parti dönemi Cumhuriyet Halk Fırkası müfettişine döneceğiz.”

    “Genelkurmay, ‘belgenin’ varlığını ve gerçekliğini inkár etmeyen ‘utangaç’ bir üslupla ‘komuta kademesi tarafından onaylanmış böyle bir belge olmadığını’ açıkladı. Komuta kademesi tarafından ‘onaylanmayan’ bir belge mi var peki? Onaylanmadıysa niye var? Niye son dokuz aydır her şey bu ‘onaylanmayan belgenin’ öngördüğü plan dáhilinde şekilleniyor? Sizler için ‘AB standartlarında bir demokrasi’ gerçekten bu kadar mı ürkütücü? Belki de haklısınız… Size hep Kemalizm öğretildi, hiç demokrasi öğretilmedi ki…”

    Mehmet Altan haklı. Cuntacı militarist askerler demokrasiden anlamaz, demokrasinin karşıtıdırlar. Halka karşı ökduklarından onların faydasına olan herşeye karşıdırlar. Hem fiziki (orta çağın kaleleri gibi surlarla çevrili, halktan uzak lojmanlarda yaşarlar) hem de ruhi olarak halktan köpüktürlar. 27 Nisan illegal bildirisi de gösterdi ki bunlar hem halkın inancına hem farklılığına (farklı etnik gruplara, özellikle Kürdlere) karşıdırlar, hazımsızdırlar, hatta düşmandırlar. Bu özelliklerinden dolayı derin devlet tarafından tatikçi, kiralık katil olarak kullanılmaya çok müsaittirler. Günümüze dek gerçekleştirilen bütün darbelerde kiralık birer aktör olarak kullanıldılar; işleri bitince de bir kenara itildiler; ama maalesef onlar bunun farkında bile değiller.

    *****

    Köşeye Sıkışan Apoletli Haydutlar, Taraf’ı da Nokta Dergisi Gibi Sindirmeye Çalışacaklar

    Sabah Gazetesi Yazarı Muharrem Sarıkaya’yla konuşan Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “Genelkurmay’ın Türkiye’yi Biçimlendirme Planı” hakkında, “Şunu hemen belirteyim, Genelkurmay’ın öyle bir planı yok. Plan dediğin, hazırlanır ve uygulanır. Bırakın hazırlığını ve uygulamasını öyle bir plan yok… Ben diyorum ki yok… Diyorum ki plan çeşitli kademelerden geçer ve uygulanır. Ama böyle bir şey yok…” dedikten sonra kirli planlari ortaya cikaran Taraf gazetesini hedef gösterip tehdit ediyor. “Eylem Plani”nin bir maddesi, muhalifleri sindirmekti, malum; Yaşar Paşa eyleme planina kendini fena halde kaptırmışa benziyor. Şöyle devam ediyor Büyükanit: “O gazeteyi finanse eden kim, siz ona bakın; bakın sadece o gazetenin finansörü diyorum… Dünyada bu kadar saldırıya uğrayan başka bir silahlı kuvvetler var mı? Biliyor musun, bunlar üzüntü verici…” Yaşar Pasa’ya göre üzüntü verici olan illegal “Eylem Plani” değil, kirli planın Taraf gazetesi tarafından ortaya çıkartılmasıdır…

    Yaşar Pasa’ya “Gazeteyi finanse eden kim?” sorusunu sorduran Aydın Doğan’in kendisidir. Nitekim çamur atmaktan sorumlu Vatan gazetesini Taraf’in üstüne salmış durumda. Birkaç gündür “Örtülü ödenekten harcanan 290 milyon YTL nerede?” diye sordurarak Taraf’in “Örtülü ödenek”ten beslendiğini ima ederek muhalif Taraf’i sindirmeye çalışıyor. Bir ara “Sabah-ATV”ye kafayı takmışlardı (Ertuğrul Özkok’un cebine 500 milyon dolarlık çek koyup gazete ve televizyonu ucuza kapatamamanın ızdırabını çekiyor Beyefendi), biraz büyük geldiği için şimdilik uğraşmaktan vazgeçmişe benziyorlar. Deniz Baykal, geçenlerde bir konuşmasında “Beni Başkaban yapın Sabah-ATV ihalesini halledeyim!” diye Aydın Dogan’a üstü örtülü mesaj göndermişti. Anlaşılan Aydın Doğan onun başbakan olmasını bekliyor (28 Şubat’ın tecrübeli Başbakanı Mesut Yılmaz da son günlerde, “Ben de buradayım” diye zıplayıp duruyor!). Belki ihaleyi iptal eder de kelepir fiyata kendisine verir diye “aç tavuk” (pardon, “gözü doymaz tavuk”) misali hayal ediyordur herhalde!

    Şimdi, “Taraf küçük kuş, yutması kolay” diye düşünüyorlardır ama Aydın Doğan ve adamlarının unuttukları bir nokta var: “Her kuşun eti yenmez; her kuş kafeslenmez;” yemeye veya kafeslemeye kalkışırlarsa boğazlarına düğümlenir, ellerine ve ayaklarına dolanır, kendileri için hiç iyi olmaz.

    Örtülü Ödenek konusu, Vatan yazari Mustafa Mutlu’ya ihale edilmişe benziyor; meseleyi kurcalama işini o yapıyor şimdi. Benim de Mustafa Mutlu’yu kurcalamak için biraz sermayem var (başka bir zaman ele alırım) ama şimdi aşagida, yazının devamında illegal “Eylem Plani”nındaki “Gazeteciler kullanılacak” başlığı altındaki “Bu bağlamda TSK’nın temel değerlerini savunan ve koruyan niteliklere sahip sivil personelden oluşan bir kadro ile sözleşme yapılmalıdır” ifadesini değerlendirirken Mustafa Mutlu’ya bir lafım olacak.

    Şimdi gündem oluşturan haberi kısaltıp vererek derin devletin kuklası olan darbeci askerlerin ruh halini anlamaya çalışalım: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, siyasete ve sivil hayata müdahale etmek için geniş kapsamlı bir ‘Eylem Planı’ hazırladığı ortaya çıktı. Planın amaçı ‘Kamuoyunu TSK’nın hassasiyet gösterdiği konularda’ yönlendirmek ve harekete geçirmek.”

    “Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlıkları tamamlanan ve Eylül 2007’de yürürlüğe konan ‘Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı’ uyarınca, kamuoyunu, ‘rticacı hareketlerin sorumlusu’ olarak görülen hükümete, ‘milli devlete karşı’ olarak nitelenen yeni anayasa paketine, ‘terörist’ olarak adlandırılan DTP’ye karşı TSK’nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek için bir dizi karar alındı.”

    ****

    Eylem Planı, Yalçınkaya’nın İddianamesinin Özetini, 27 Nisan Korsan Bildirinin Genişletilmiş Halini Andırıyor

    Görüldüğü gibi cuntacıların hedefinde AK Parti ve DTP uzerinden dindarlar ve Kürdler var. Artı, en çok korktukları sivil anayasaya karşı olduklarından, demokratikleşme süreci de hedefleri arasında. Sözkonusu illegal “Eylem Plani,” ABD’deki Neokonlar (Zeyno Baran ve diger Neocon dostlari) ve Washington’daki askeri bürokratlar tarafından kaleme alındıkten sonra Ergin Saygun’un onayıyla internete konan 27 Nisan korsan bildirisinin geniş açılımı gibi. Abdurrahman Yalçınkaya’nın sunduğu iddianamesinin özeti mahiyetinde.

    AK Parti hakkındaki İddianamenin Yalçınkaya’nın eseri olmadığını bir daha tekrarlamak istiyorum. Mart ayında kapatılma davası açılır açılmaz, iddianamenin Genelkurmay, TÜSİAD ve Aydın Doğan’in adamları tarafından kaleme alındığını yazmıştım. Cuntacı askerler, TÜSİAD, özellikle Rahmi Koç’un sivil hükümeti yıkmak için içinde bulunduğu gizli ve kirli faaliyetleri, Aydın Doğan ve adamlarının icraatleri beni haklı çıkartıyor. Yalçınkaya’nın iddianame hakkında yaptığı, yazılıp masasına konan iddianameye Google aracılığıyla delil toplamaktan ibaret olduğunu, iddianamenin 10, 14, 29, 74, 93, 95, 97, 100 nolu eklerinde sunulan delillerden anlaşılıyor. Bu delillerin büyük bir kısmı 2 ve 3 Şubat 2008 (Cumartesi ve Pazar) günleri toplanmış. Doğruluk derecesini tam bilmiyorum ama Yalçınkaya’nın aynı günlerde bazi misafirleri (Rahmi Koç, İlker Başbuğ ve Doğan Medyası’nın üst düzey elemanları?) olduğu iddiası var.

    Abdurrahman Yalçınkaya’nin Google ile olan ilgisi 23 Ekim 2007’de (torpil.com sitesini kullanmış), yani illegal Eylem Plani’nın yürürlüğe girmesinden ve iddianamenin masasına konmasından sonra başlıyor. Bu tarihin, AK Parti’nin sivil anayasa üzerinde çalıştığı (ama anlaşılmaz bir şekilde rafa kaldırdığı) tarihe tekabül ediyor. Sivil anayasayı çıkartmaya cesaret edebilselerdi derin devlet bu kadar azıtmazdı (Parantez içi bir izahat: Derin devleti ve yandaşlarını saldırgan kökeplere benzetirim; köpekler hedef seçtiği insanın korkup korkmadığını duygularıyla hissedebilirler; eğer kişi korkuyorsa köpek onun üstüne üstüne gider, sayet kişinin korkmadığını hissederlerse ya saldırı modundan yalakalık moduna geçerek kuyruk sallamaya başlarlar ya da yolunu değiştirerek tabanları yağlayıp kaçarlar).

    DTP (16 Kasım 2007) ve AK Parti (14 Mart 2008) hakkındaki kapatma davalarının Eylül 2007’den sonra açılması Eylem Plani’nin gerçekten uygulanmaya konduğunu gösteriyor. Böylece Genelkurmay’in yalanlamasının hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmıyor. Darbeci apoletli bürokratlar, illegal planlarla suç işlediklerini biliyorlar; suçları ortaya çıkınca da korkularından yalan açıklamalar yapmak zorunda kalıyorlar.

    Ahmet Altan, illegal işlere bulaşan askerlere nasihat ediyor, duyarlar mı bilmiyorum ama yerlerinde olsam kulak dikerdim, çünkü gittikleri yol çıkmaz sokak, bundan sonra başarılı olma, darbe yapma şansları hiç yok. AK Parti’yi kapatmakla dindarları, DTP’yi kapatmakla Kurdleri susturacaklarını sanıyorlar. Oysa bu iki partinin sebep değil sonuç olduğunu, yanı değişimi gerçekleştiren gücün halkta olduğunu kavrayamıyorlar; çünkü halktan çok kopuk yaşıyorlar. Altan’in nasihatini okuyalım (21 Haziran 2008, Taraf):

    “Bakın bu ülke değişiyor. Dünya değişiyor çünkü. Eğer o bildik çizginizi sürdürmek isterseniz, gene eskisi gibi ‘yandaş’ gazeteciler bulur, istediklerinizi yazdırabilirsiniz, ruhunu satmaya teşne epey adam var bizim mesleğimizde, zaten satıyorlar da… Ama bundan sonra bizim gibi gazeteler de olacak. Biz olmazsak başka bir gazete çıkacak. Toplumun talebi bu çünkü. Ve, hep bir denetim hissedilecek artık. Mesleğine ihanet eden gazeteciler de teker teker toplum tarafından görülecek. Yeni bir dönem başlıyor. Bunu görün. Bu toplumun insanlarının da hukuka ve demokrasiye layık olduğuna inanın, bu kadar küçümsemeyin onları. Gelin hep birlikte bu ülkede huzuru ve mutluluğu bulalım.”

    Altan’in ikazını verdikten sonra Taraf’in ilgili haberinden aktarmaya devam edelim:

    “Bilgi Destek Planı’nın ‘esaslar’ başlığı altında, planın amacı ‘Kamuoyunu TSK’nın hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek, TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ve TSK içinde fikirde ve eylemde birlik ve beraberliği sağlamak’ olarak açıklanıyor. Aynı bölümde, amaçları hayata geçirme sürecinde ‘diğer kurumlarla çatışmaya girilmemesi ve günlük siyasete müdahale ediyor görüntüsü verilmemesi’ gerektiğinin altı çiziliyor. Buna göre, TSK eylem planını uygularken ‘kamuoyu oluşturma gücüne sahip bulunan üniversiteler, üst yargı organlarının başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi ve bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması’ gerektiği vurgulanıyor.”

    “Eylem planındaki bu hedeflerin nasıl gerçekleştirileceği konusu ise, ‘faaliyet, yöntem, işlem makamı, koordine makamı ve düşünceler’ başlıkları altında bölümlere ayrılan ‘faaliyet çizelgesinde,’ her bir uygulamanın aşamaları, finansmanından, uygulama takibi sorumlusuna kadar, ayrıntılarıyla anlatılıyor. Planın uygulanmasında birlikte çalışılacak aktörler isim verilmeden ‘güvenilir isimler’ ya da ‘tam kontrollü, etki edilen ve harekete geçirilebilen sivil toplum örgütleri’ veya ‘uygun medya organları’ yahut da ‘TSK ile benzer yaklaşımları paylaşanlar’ gibi ifadelerle anılıyor.”

    “Eylem Planı’ndaki bazı öneriler ise insanın kanını donduracak cinsten. ‘rak’ın kuzeyinde PKK’ya verilen desteğin bir sonucu olarak söz konusu bölge halkını terörle mücadele bağlamında ‘rahatsız’ edecek faaliyetler yapmak’ başlığı altında ‘PKK’ya desteğin bedelsiz kalmadığını halka göstermek’ için ‘bölgede aramaların ve operasyonların sıklaştırılması,’ Irak’ın kuzeyinde yaşayan halka karşı ise ‘Ağır silah ateşleri icra edilmesi’ tavsiye ediliyor.”

    Askeri operasyonların amasının Kürdleri sindirmek, susturmak, kendilerine olan güven duygusunu körertmek, her türlü haktan mahrum etmek olduğu biliniyor. Bu sadece Yaşar Paşa veya İlker Başbuğ’un politikası değil, faşist Kemalist rejimin kuruluşundan beri uygulana gelen bir politikadır. Askeri okullarda bazen direk bazen dolayli yollarla din ve Kürd düşmanlığı aşılandıgi biliniyor. 12 Eylül’ün ürünü işkencehanelerdeki gardiyanlardan üst düzey görevli generallere kadar beyni yıkanmış hemen hemen her fertte (istisnaların varlığı da muhakkaktir) bu düşmanlık mevcuttur. Bu düşmanlığı ya öldürerek ya da küfür ederek dışa vururlar.

    *****

    Darbecilerin Ahlakî Seviyesizliği

    Ergenekon Çetesi ile ilişkisi olduğu söylenen Dağlıca Tabur Komutanı Onur Dirik’in samimi bir ortamda sarfettigi ve bir sekilde kaydedilip Youtube.com’a düşen ses kaydı, bu ahlaksız darbeci Kemalist zevatın ahlaki sefaletini ve Kürdlere olan garaz ve nefretlerini açığa vuruyor: Kendisine ve diğer darbecilere yaraşır ahlaksız bir dil kullandığı için ilgili bölümü sansürleyerek veriyorum (tamamı şu adresten dinlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=sqbZCY2jwGw):

    “Köylülere (Kürdleri kasdediyor, CA) karşı uygulayacağımız politikalar olmalı. Si…. git politikası. Senin ananı si… politikası… Sen hainsin politikası… Si… köylüyü ben… ama onu kullanmam lazim benim…”

    Demokratik bir ülkede olsa bu zat “Cinsel sapık” diye hemen görevden alınıp hapse atılırdı; yöre halkından da acilen özür dilenirdi. Genelkurmay Başkanlığı’ndaki sorumlularda zerre kadar haysiyet, şeref, namus duygusu olsa bu ahlaksız adamı cezalandırılardı ama maalesef bu duygulardan mahrum oldukları için bu edepsize hakkettikleri cezayı vermek yerine sadece görev yerini değiştirmekle yetindiler. Bu durum beni şaşırtmiyor lakın Kürdler üzerinden kaotik ortamın, dolayısıyla militarizmin devamını sağlamaya çalışan darbeciler; Kürdlerin yaşadığı bölgelere bu tür ahlaksız ve Kürdlere kin ve nefretle doldurulan canileri kasden gönderiyorlar ki Kürdlere en azami zulmü çektirsinler. Kürdleri hain ve cinsel arzularını tatmin aracı olarak gören Dirik gibi ahlaksız ve nefret dolu görevlilerden, zulüm ve cinayetten başka ne beklenir? Bu çok açık bir devlet politikasıdır.

    Köylülerimize hayvan pisliği yediren insan kılıklı hayvanların; bacılarımıza karakollarda tecavüz eden namussuzların; masum insanlarımızı “terörist” bahanesiyle katleden görevli katillerin Diyarbakır zındanında insanlara lağım yediren, mahkumlara tecavüz eden, edep yerlerine cop sokan, canice katleden gardiyan kılıklı Cehennem zebanilerinden hiçbir farkları yoktur. Bu insanlar Doğu ve Güneydoğu Bölgelerindeki Küdleri rahatsız etmek, isyana teşfik etmek için Genelkurmay Başkanlığı tarafından kasıtlı olarak gönderiliyorlar. Suçları sabit olduğu halde Genelkurmay Başkanlığı tarafından haklarında hiçbir işlem yapılmaması, aksine onları savunması, bu canilerin cinayetlerine Genelkurmayâ

    http://www.nasname.com/a/w–qqq–ve-qwx

  2. Türkün Lisanla İmtihanı-Necati Sönmez

    Babil Kulesi’nin yıkılıp dünya dillerinin ayrışmasının üzerinden kaç bin yıl geçtikten sonra, Türkiye’de anadilini kullanmanın bir hak olup olmadığını tartışıyoruz. Buna da şükür, demek lazım. Çünkü aslına bakarsanız, Türklerin başka dillerle arası pek iyi değil. Western filmlerindeki kasaba şerifi ağzıyla söylersek: “Biz burada yabancı dilleri sevmeyiz, ahbap!”

    Gerçekten de, toplum olarak bize ‘yabancı’ olan dillerle ilişkimiz patolojik bir vaka olarak incelenmeye değer. Bir kere ‘küreselleşen’ bir dünyada, yabancı dil bilmeyen Başbakanlara, Cumhurbaşkanlarına sahip bir ülkede yaşıyoruz. “Tek din, tek bayrak” hamasetinin hezeyanı içinde “tek dil”e sahip olmayı da marifet saymış, bunu slogan haline getirmiş siyasi önderlerin ülkesindeyiz. (Hatta tek dilin bile bize fazla geldiği söylenebilir. Bu slogana en çok sarılanların, sahip olduğu o biricik dili ne kadar hor kullandığını hatırlatmaya gerek bile yok; internet ortamında gramer kurallarını katleden, “de, da, ki” eklerinin hatalı yazımından geçilmeyen fevri milliyetçi mesajlara bakmak yeterli).

    ‘Yabancı dil’ bir iletişim ihtiyacının karşılığı değil, daha ziyade iş başvuru formlarını doldururken eksikliğini hissettiğimiz bir şey, bir türlü halledemediğimiz bir karın ağrısıdır. Kimimiz Almanya’da bir ömür tüketir, ama Almancayı gündelik düzeyde bile öğrenme ihtiyacı duymayız. Bir dünya kenti olmakla övünen İstanbul, eğitimli seçkinler dâhil –küçük bir azınlık dışında- sakinleri neredeyse hiç yabancı dil bilmeyen bir metropoldür. Kısacası, Türkler dili daha çok rakı sofrasında salata olarak seven bir millet.

    TV’deki anlı şanlı stand-up’çıların eğlence programlarında, nadiren de olsa stüdyoya bir yabancı konuk düşmeyegörsün (diyelim Rus bir müzisyen, Yunanlı bir şarkıcı/oyuncu, vb.), garibanın şaşkın bakışları arasında, Türkçe espriler patlatılır peş peşe. Anlamış anlamamış pek umursanmaz, ona tercüme etme gereği duyulmaz, daha kötüsü yeri gelir onun konuştuğu dil taklit edilerek peşi sıra kahkahalar patlatılır. Birtakım tuhaf sesleri ağzında geveleyerek yabancı dil konuşuyormuş gibi yapmanın mizah sayıldığı ve seyircinin buna katıla katıla gülebildiği bir kültürel atmosferde, sözgelimi Çince ya da Japonca gibi ‘acayip’ diller ancak bir komedi unsuru olabilir. Bir milyardan fazla kişinin konuştuğu dile, ‘çan-çin-çon’ der geçer, makaraları salıveririz.

    Azerbaycan Türkçesine karşı beslediğimiz küçümseyici sempati, bir yere kadar anlaşılabilir. Ama bize ‘bozuk’ gibi gelen bir dilin, onu kullanan insanlar için en az bizimki kadar doğal bir anadil olduğunu bazen en okumuşlarımız bile unutuverir. Azeriler onca sözcüğü bizi eğlendirmek için uyduruyorlar ya da İstanbul Türkçesi konuşmaya çalışırken tökezleyip böyle komik durumlara düşüyorlar sanki.

    Dünyanın adına ‘olimpiyat’ düzenlenen tek dili herhalde Türkçedir. Toplantı, buluşma, zirve, festival gibi kavramların hiçbiri kesmemiş, ‘olimpiyat’tan aşağısı kurtarmaz diye düşünmüşler. Olimpiyat dediğimiz şey, çok uluslu, çok kültürlü bir etkinlik değil miydi hâlbuki? Diyecekler ki, Sudan’dan Japonya’ya dünyanın her yerinden insanlar, ortak bir spor dalı (Türkçe konuşmak) etrafında buluşuyor. Ama mesela Norveçlilerin -Türkçeyi öğrenmedikleri sürece- hiçbir şekilde katılamayacağı bir ‘olimpiyat’ bu. (İşin kötüsü, Norveç dışında Norveççe konuşulmadığı için onların kendi ‘öz olimpiyat’ına sahip olma şansları da yok!) Böyle alkışlanası bir etkinliğin varlığını, herhalde dillere olan aşkımıza değil, kendi dilimizle kurduğumuz saplantılı ilişkiye borçluyuz. Türkçenin tek hâkim dil olduğu bir ülkeye sahip olmak yetmez, dünyanın geri kalanını da Türkçe konuşturmak lazım; ki böylece yabancı dil öğrenme problemimizi kökten halletmiş olalım!

    Atalarımızın “bir lisan, bir insan” sözünü çoktan unuttuk; bir dil neyimize yetmiyor! Türkçe dışındaki lisanlardan öcü görmüş gibi kaçıyoruz. O nedenle, yüzyıllardır yan yana yaşadığı insanların ‘yabancı’ bir dili konuşuyor olma ihtimali bile ürkütücü geliyor. Hele o dilin bizimkinin deforme bir versiyonu olmayabileceği gerçeği, tahammül edilir gibi değil.

    Birkaç sene önce, Anadolu’da bir üniversite bahçesinde aralarında Kürtçe konuşuyor diye bazı öğrenciler ülkücülerin saldırısına uğramıştı. Sonradan çocukların aslında Arapça konuştuğu anlaşılmıştı, ama ne gam! O dil onlara ‘yabancı’ydı işte… Yine birkaç sene oldu, ama dün gibi hatırlıyorum: Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Aspendos Tiyatrosu’nda yapılan görkemli kapanış gecesinde Aynur Doğan sahneye çıkıp birkaç türkü söylemişti. “Ahmedo”yu söyleyişi öylesine muhteşemdi ki, antik tiyatroda taşlar bile yerinden kıpırdamış, parça bittiğinde herkes Aynur’u ayakta çılgınca alkışlamıştı. En ön sıra hariç: Törendeki her konuşmayı şakşaklayan vali, kaymakam, vs.’den mürekkep ‘mülki erkân’ bu sefer put kesilmişti, sözüm ona sessiz protesto uygulayarak… Şarkı iyiydi güzeldi de, dilini beğenmemişlerdi!

    Kürtçe parça söyledi diye sahneden indirilen sanatçıları, Ahmet Kaya’nın başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Kimileri diyebilir ki, bu ülkede “Kürtçe sadece Kürtçe değildir,” bazı bünyelerde alerjik bir tepki yaratıyor. Peki, memleketin diğer dillerle, örneğin Arapça ile ilişkisine ne demeli?

    Türklerin Arapçayla münasebeti, bu patolojik durum içinde Kürtçeden sonra semptomları en ağır olan vaka, belki de. ‘Bizi arkamızdan hançerleyen’ Arapları sevmediğimiz gibi, Arapçaya da kanımız ısınamamıştır bir türlü. Ümmü Gülsüm’ü kendi dilinden ve o büyülü sesinden değil, uyduruk Türkçe aranjmanlarından dinlemeyi tercih ederiz mesela. Şarkılarını yağmaladığımız diğer tüm büyük Arap şarkıcıları gibi…

    Lise yıllarımdan başlayarak, en yakın arkadaşlarıma anadilimin Arapça olduğunu anlatmakta hep zorluk çektim; ya “hadi canım sen de!” deyip inanmazlardı veya pek de ‘yabancıya’ -hele kafalarındaki Arap’a- benzemediğim için bunu algılamakta zorlanırlardı. Ne yani, Türkiye’de yaşayan Araplar mı var? Evet, hem de tıpkı Kürt çocukları gibi, ilkokula başladığında tek kelime Türkçe bilmeyen, bunun için ekstradan dayak yiyen, daha Türkçeyi sökemeden her sabah “Türküm, doğruyum”u su gibi okuyan Arap çocuklar var bu ülkede. Çoğu asimile oldu şimdi, ama hâlâ varlar. Üstelik bunlar göçmen falan değil, bilebildikleri en eski kuşaklardan beri bu topraklarda yaşıyorlar… Üniversite yaşına gelmiş insanlara bunu anlatabilmek için, öncelikle Arapçanın Kurân’dan ibaret olmadığını, Türkçe, İngilizce, İspanyolca gibi normal bir dil olduğunu kavratmanız gerekir.

    Bir keresinde Arapça harflerle yazılmış “Stanley Kubrick” ismini fotokopiyle büyütüp, gazetede çalıştığım köşenin görünür bir yerine asmıştım. Gelen tepkileri tahmin edersiniz! Üzerinde Arapça harflerle bir şey yazılı her kağıt parçasını ya tanrı kelamı ya da gericilik timsali sayan bir kültür, orada ne yazdığını bile merak etmez. Geçenlerde Faslı bir yazar, Türkiye’de bir edebiyat etkinliğine katıldığında kendi romanından okuduğu pasajların dinleyiciler tarafından kutsal bir metin gibi algılandığını, buna anlam veremediğini anlatmıştı.

    Bu ülkenin en köklü gazetesi, “Tehlikenin farkında mısınız?” cümlesini Arapça harflere benzeterek soldan sağa doğru yazdığında, ‘aydınlanma’ya çağrı yaptığını iddia eder. Olsa olsa karanlık bir zihniyetin ürünü olabilecek böylesi bir bakışın düpedüz kültür ırkçılığı anlamına geldiğini, dahası en hafifinden bu ülkede yaşayan Arap azınlığın anadiline hakaret olduğunu ne gazetenin kendisi ne de takipçileri aklına bile getirmez. Bu reklâm spotu bir ara beni öylesine provoke etmişti ki, Arapça harflerle “Ne mutlu Türküm diyene!” yazılı bir ışıklı tabela hazırlatıp binalarının cephesine asmaları için gazete yönetimine hediye etmeyi bile düşünmüştüm. Kuşkusuz, anlamını bile merak etmeden tez elden imha ederlerdi, ‘tehlike’yi bertaraf etmek için. Doğrusu, böyle bir cümle de Türkçeden başka bir dile yakışmazdı zaten. (Sahi, “Türkiye Türklerindir”in Zazaca, Lazca, Arapça versiyonlarını çerçeveletip ‘büyük gazete’ye hediye edecek bir güncel sanat projesi yapılsa, o grubun medya organlarında haber olarak yer alır mı dersiniz? Alın size gelecek bienal için bir ‘politik iş’ önerisi…)

    Şimdi gelin sıkıysa, pek az Türkçe bilen ama Arapçadan Victor Hugo’yu bile okumuş olan babamın, sizin her gün okuduğunuz gazetelerin bir benzerini kendi dilinde okuyabilme, komşu ülke televizyonlarına muhtaç olmadan dünyadaki gelişmeleri TV’den takip edebilme, arada çiziktirdiği şeyleri bir yerel dergide yayımlama, bu dili çocuklarına da öğretme hakkını savunun. Yaklaşan tehlikeyi görebiliyor musunuz? O meşhur tekerlemedeki tedirginlik ne kadar da yerindeymiş meğer: “Kürtlere haklarını verirsek, yarın Lazlar, Çerkezler, Araplar da aynı şeyi isteyebilir; o zaman halimiz ne olur?” Buyurun bakalım, daha Kürtçeye kulağımız alışamadan, anadilimiz Arapçanın da hakkını talep ediyoruz!

    Pontus Rumcasının, Lazcanın, Megrelcenin, Arapçanın, Süryanicenin bu topraklarda artık giderek hiç konuşulamayacak olması, size ciddi bir kayıp gibi görünmüyorsa; okyanuslarda beyaz balinaların sayılarının giderek azalmasına, pek çok bitki türünün dünya üzerinden silinip gitmesine, Amazonların yok olmasına lütfen boşuna üzülmeyin: Samimi olamazsınız çünkü!

    14.11.2009, Rabat

  3. Cahiliyye, Sevan Nişanyan / Taraf

    “Küreselleşen dünyada dil ve kültür erozyonu yaratılması yolunda Türkiye üzerinde değişik oyunlar denenmektedir. Örneğin bazı sözde aydın kesimlerinin dilimize yabancı kelimeleri sokma çabaları, dil kuralları dışında konuşma tarzları yaratılması ve bu tür konuşma ve hitap tarzlarının film, radyo ve televizyon programları ile genç nesillere aşılanması bu çabalardan bazılarıdır” demiş, Yüce Manitu’nun Milli Güvenlik ders kitabı yazan şubesi.
    Yukarıdaki paragrafta küre, dünya, ve, bazı, kelime, tarz, hitap, nesil Arapça. Yaban Farsça. Kültür, erozyon, Türkiye, film, radyo, televizyon, program gâvurca. Örneğin büyük olasılıkla Ermenice, çaba gerzekçe, kural da 1930′larda o zamanki cumhurbaşkanının sofra arkadaşları tarafından atmasyon metoduyla üretilen kelimelerden biri. İnsan ister istemez düşünüyor, bunu yazan amca acaba küresel emperyalizmin vatanımız üzerinde oynamayı denediği değişik oyunların bir parçası mıdır? Yabancı kelimeleri kullanarak “dil ve kültür erozyonu” yaratmaya mı çalışıyor?
    Yoksa bildiğimiz düz cehalet midir?
    *
    Sevgili okurlarım, cehalet bir insanlık halidir. Ayıp değildir. Aksine cahilleri küçümsemek, onlarla alay etmek ayıptır. Ben bu hataya bazen düşüyorum, Allah taksiratımı affetsin.
    Ama buradaki olay sırf cehalet değil, daha farklı bir şey: o cehaletin örtüsü ve zırhı olan hotzot ideolojisi. Lafa bakın: “sözde aydınlar… değişik oyunlar denemektedir.” Neymiş, vatana kasteden hain emeller var, gerçek kimliğini saklayan ajanlar var, etrafımız düşmanla çevrili, bunları tepelemeyip ne yapacaksın? Asmayıp da besleyelim mi?
    Peki, amcanın doğru bildiği ne malum? Ya zır cahilse, işkembeden atıyorsa, veya Çemişgezek kışlasında duyduğu dedikoduları doğru sanıyorsa? Ama vatanmillet dedin mi bu memlekette akan sular durur, “kardeş ne diyon?” diye kimse sormaya cüret edemez. Vatanmillet jokerdir: bastın mı eli alırsın. Doksan senedir bu böyle. O yüzden tek bildikleri meslek emirle adam öldürmek ve ölmek olan kişiler, dilden tarihe, devlet yönetiminden eğitime kadar her alanda bilir bilmez konuşmayı kendilerine hak sayarlar. İtiraz edeni vatanmillet sopasıyla döveceklerine güvenirler. Millet sinmiş, kafa sallayıp susar.
    Arkalarında o ideolojik zırh olmasa eminim çoğu kuzu gibi adamdır, oturur izah edersin, bir de kahve söylersin, ikna olur. Yani memleketi bozan cehalet değil: cehaleti kutsallaştıran zorbalık mezhebi.

  4. Şifahî Kültürle Bataktan Çıkamayız
    Mehmed Şevket Eygi

    Bendenize göre Müslümanların büyük ve çetin problemlerinden biri şifahî kültürlü olmalarıdır. Bu şifahî kültür cahilliğinden, ilkelliğinden, yozluğundan kurtulup medeni ve yazılı kültüre geçemezsek halimiz duman olacaktır.

    1928’de yapılan Yazı Devrimi şifahî kültürün başlangıcı oldu.

    Dünyanın bütün büyük şehirlerinde dev kütüphaneler var, İstanbul’da yok. Harvard Üniversitesi’nin kütüphanesinde on beş milyon, Chicago Üniversitesi’nin kütüphanesinde on üç buçuk milyon, Utah Üniversitesi’nde dört milyon kitap var. İstanbul’un en büyük devlet kütüphanesi olan Beyazıt Kütüphanesi’nde sadece dört yüz elli bin kitap… Şifahî kültürlü toplumlarda kütüphane kavramı yoktur.

    2015 yaklaşıyor… Ermeni Tehciri’nin yüzüncü yıl dönümü… Devletçe bu konuda ne gibi çalışmalarımız var, ne gibi yayınlar yapıldı? Dişe dokunur bir şey yok… Ermeniler yazılı kültüre sahip… Bizler bugünkü şifahî kültürümüzle onlara cevap veremeyiz.

    Şifahî kültürlüler okumaz yazmaz değil… Okurlar yazarlar ama satıhta kalır, derinliği olmaz.

    Şifahî kültür ıvır zıvır kültürüdür, magazin kültürüdür.

    Bizim en büyük klasik edib ve şairimiz kimdir? Fuzuli’dir. Liselerimizde Fuzuli’yi okuyup anlayacak Türkçe öğretilebiliyor mu? Maalesef. Azerbaycan ve Kerkük liseleri Fuzuli konusunda bizimkilerden çok üstündür.

    Şifahî kültürle Fuzuli’yi, Baki’yi, Nabi’yi, Şeyh Galib’i okumak, anlamak mümkün değildir.

    Şifahî kültürden medeni yazılı kültüre geçebilmek için eğitimin ıslahı gerekir. Bugünkü Kemalist, vesayetçi, gayr-i millî eğitimle köy olmaz, kasaba olmaz.

    Eğitimin ıslahı için Tevhid-i Tedrisat sistemi kaldırılmalı, gerçekten millî bir eğitim sistemine dönülmelidir.

    Müslümanlara İslam Mektepleri açma izni verilmelidir.

    Bu izin ve hürriyetle mesele halledilebilir mi? Hayır. Şifahî kültürlü Müslümanlar, gerçek İslam mektepleri açamaz. Böyle okullar açmak için yazılı medeni kültür gerekir.

    Türkiye’nin kendi “Eton Koleji” olması lazımdır.

    Önce bir Eton Koleji açılır, başarılı olunur, ona benzer başka okullar…

    Birkaç sene önce “Konya’da Mevlana Celaleddin Rumi İslam Mektebi” başlığıyla hayali bir yazı kaleme almıştım. Hiç kimse ilgilenmedi. Sadece bir vatandaş, yazının hayali olduğunu anlamamış, “Çocuğumu oraya kaydettirmek istiyorum, adres veriniz” diye müracaat etmişti.

    Şifahî kültürlü Müslümanlar elli bin yeni cami yaptırabilirler ama bir tek gerçek ve güçlü İslam Mektebi açamazlar.

    Uyduruk, mimarisi bozuk, saçma sapan bir bina, saçma sapan bir bahçe içinde laik cumhuriyet eğitimi veren bir okul… Böyle İslam mektebi olur mu?

    İslam mektebinin müdürü, dünya çapında kültürlü, ahlâklı, faziletli, hezarfen, birkaç dilde ilmî araştırma eserleri vermiş, müstesna karizmatık bir şahsiyet olmalıdır.

    Edebiyat, tarih, felsefe, coğrafya, sanat kültürü öğretmenleri üniversite profesörlerinden üstün olmalıdır.

    İslam Mektebi’nde hem Latin Türkçesiyle, hem de Osmanlı Türkçesiyle eğitim yapılmalıdır.

    İslam Mektebi’nde hüsn-i hat dersleri verilmelidir.

    İslam Mektebi’nde öğle ezanı okunduğu vakit bütün talebeler topluca okulun büyük camiine gitmeli, okulun imamının ardında cemaatle namaz kılmalıdır.

    Okulda İngilizce, Arapça mükemmel şekilde okutulmalıdır.

    Bu okulun öğrencileri, uluslararası kültür (matematik, cebir, geometri, fizik, kimya değil!) yarışmalarında birinci olmalıdır.

    Türkiye Müslümanlarının böyle bir okul açacak paraları yok mu?.. Var ama kültürleri buna müsait değildir. Şifahî kültürle böyle büyük işler yapılamaz.

    Bu yazımı okuyan gençler olursa, onlara tavsiyelerim şunlardır:

    1. Derhal hiç vakit geçirmeden Osmanlıca okumayı ve yazmayı öğrensinler.

    2. Zengin edebi Türkçeyi öğrensinler. Üç beş yüz kelimelik şifahî iletişim, çarşı pazar, günlük hayat Türkçesiyle medeniyet kültürüne sahip olamazlar.

    3. Saçma sapan televizyon programlarını seyretmesinler, günde en az bir-iki saat faydalı kitap okusunlar.

    4. Faydalı kitaplar, uzanıp roman veya hikâye okumaya benzemez. Masa başında, elinde kalem, not alarak, özetleyerek, okuduktan sonra kitabı kapatıp okuduklarını tekrarlamak suretiyle…

    Azerbaycan’a gidin, orada sosyal güvenlik bakanlığının ismi “İctimai Teminat Nezareti”dir. Yani onlar bizim kadar bozulup dejenere olmamışlar.

    Yazılı medeni kültür sahibi kimseler dedikodu bağımlısı olmaz. Şifahî kültürlüler cemaat-iktidar savaşı gibi dedikodularla ömürlerini tüketirler.

    Bundan kaç sene önce Fransa’da bir Osmanlı prensesi, Osmanlı Hanedanı ile ilgili bir roman-tarih kitabı yazmış, kitap ilgi çekmiş, bir milyon adet satılmıştı. Türkçeye tercüme edildi, sanırım üç bin tane sattı.

    Fransa, yazılı medeni kültür ülkesidir, Türkiye şifahî kültür ülkesi…

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Sifah_Kulturle_Bataktan_Cikamayiz/20499#.U612BEDlZSE

  5. Latin Türkçesi
    Mehmed Şevket Eygi

    ÇOK okumuş, çok kültürlü, çok seçkin bir Japon düşününüz… Zavallının bir kusuru var: Japoncayı Japon yazısıyla değil, Latin harfleriyle okuyup yazabiliyor?
    Millî Japon yazısını bilmiyor. Bu yazıyla yayınlanmış kitapları, çocuk hikayelerini bile okuyamıyor.
    Eline, bundan bir asır önce yayınlanmış (Sanskritçe değil Japonca) bir roman verin aval aval, şapşal şapşal, aptal aptal bakıyor.
    Yahu bu ne biçim Japondur bu!…Japon yazısını bilmeyen Japon olur mu?
    Bizde böyle adamlar çok. Halkımızın kaçta kaçı böyledir?
    Japonyada benim anlattığım gibi, Japon millî yazısını bilmeyen bir tek okumuş Japon bulamazsınız. Bizde on milyonlarca millî yazımızı bilmeyen vardır.
    Bu bir faciadır. Bundan daha büyüğü de şudur: Millî yazı bilmezler, bu cahilliklerinin farkında değildirler.
    Bizimkiler tarihî bir İslam kabristanına giderler. Dedelerinin, atalarının mezar taşlarında yazılar vardır. Oku dersin, okuyamazlar. Niçin okuyamıyorlar. Çince, Tibetçe ve Süryanice midir bu yazılar? Değildir, Türkçedir ama okuyamazlar işte.
    Ne kadar ucuz bahaneleri ve özürleri vardır, efendim bu yazılar eski Türkçeymiş…
    Devlet Osmanlıca kursları açtı, en muhafazakarlarımız bile gidip yazılıp bin yıllık millî yazımızı öğrenmez.
    Yazı ve lisan medeniyetin iki temel vasıtası ve aleti değil midir? Bunlar olmadan medenî kültür olur mu?
    Aman şimdi bunun zamanı mı? Bak Cemaat-İktidar kavgaları… Bak Cumhurbaşkanlığı seçimleri… Bak Kuzey Irak ve Suriyede İslam devleti… Bak bunca dedikodu, rezalet, fuhuş, manken haberleri… Bunlar varken şimdi Osmanlıca öğrenmeye vakit mi kalır…
    Millî yazıyı bilmeyen kitleler yabancılaşır.
    Kültür ve eğitimde büyük kopukluk olur.
    Yozlaşma korkunç boyutlara ulaşır.
    Elifi gören mertek sanır.
    Üniversite bitirmişlerin bir kısmı şefkat yerine şevkat der. Mahzun mahsun olur. Hafriyat harfiyat, Diyanet Dinayet…
    Kaflar kef, kefler kaf olur…
    Bu hâyuhuy içinde Latin yazısı Türk alfabesi olur.
    Edebî yazılı zengin Türkçe tükenir gider. Olanak olasılık koşul betik aha oha moha…
    Sakın yüksekten atlamaya kalkmayınız. Suyumuz pek sığdır dibe vurursunuz.
    Üç yüz kelimelik iletişim çarşı pazar Türkçesiyle tefekkür, felsefe, derin düşünce, ince sanat yaparız.
    Latin helvası pişiririz ama pek tadı tuzu yoktur.
    Yüz sene önce üniversiteli bir genç arkadaşına soruyor:
    -Geçen hafta muhterem validenizin rahatsız olduğunu söylemiştiniz. İnşaallah kesb-i afiyet eylemiş, şifa bulmuştur…
    Bugünkü Latin Türkçesiyle:
    -Lan anan nasıl?
    İkisi de anlam bakımından aynıdır ama birinde Osmanlı medeniyet, diğerinde Latin bedeviyeti vardır.
    (Bu makalem dolayısıyla birtakım Latinciler -iyi saatte olsunlar- bana kızıp sövüp sayarlar mı acaba?)

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Latin_Turkcesi/20523#.U68xNEDlZSE

  6. Bir aralık tımarhaneye de giren Nursî’nin Türkçesi, pek bozuk düzen bir Türkçedir. Meselâ kendi sözlerinin önemini anlatırken, “Kemâl-i muvâzenetle iki yüzden ziyâde Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimeleri her sahîfede birbirine bakmaktadır” der (Mûcizât-ı Ahmediyye). Bu cümlede “iki yüzden ziyâde”, Rasûl-i Ekrem midir, kelimeleri midir? Sonra anlamı tam söze kelime denemez, cümle denir. Kelimelerin kemâl-i muvâzenetle birbirine (birbirlerine diyecek) bakması da tuhaf bir temâşâdır. Bu cümle bir örnektir ancak; çünkü hazretin her lâfı böyledir. Hadi o söylemiş; fakat bu lâflarda derin, ilâhî sırlar bulunduğuna, onu, “emsalsiz bir filozof” tanı­yanlara ne diyelim?
    (Abdülbaki Gölpınarlı / 100 soruda Türkiye’de mezhepler ve tarikatler)