TKP’nin Seçim Şakası… (Ersen Olgaç)

Lenin, “bana bir devrimciler örgütü verin, Rusya’nın altını üstüne getireyim” demişti. Yüzyıldan fazla bir süre sonra TKP “bana 500.000 oy verin, AKP’yi durdurayın” diyor. TKP’nin seçim çalışmalarını başlattığı ilanda “boyun eğmeyen 500.000 kişi aranıyor” söylemiyle, bir oy patlaması hayaline dalmış. 500.000 oyla finans-kapital diktatörlüğünü denetleme rüyası gören benzer bir başka reformist projeye tanık olmuş değiliz.

Aslında TKP’nin bu ilanı, ister istemez 1965 seçimlerinde o günün mülteci TKP’si ile siyasal akrabalık içinde olan TİP’in parlementoya girmesinin bir tekrarı özlemini ifade ediyor. O günün koşullarındaki  milli bakiye sistemi sayesinde, 290.000 oyla 15 milletvekilliği   kazanan Türkiye İşçi Partisi, Adalet Partisi iktidarını püskürtmek bir yana, kendisini tüketen bir mekanizmanın ortağı olmuş ve meclise adımını attığı daha ilk günlerde, 1969 seçimlerinde başa güreşeceklerini söyleyerek, kendi başını yeme sürecine girmişti.

Neredeyse yarım yüzyıl sonra aynı hayallerin yeni versiyonları bir alternatifmiş gibi piyasaya sürülüyor. TKP şimdilik “başa güreşmek”ten söz etmiyor, yüzde onluk baraj engelinin de bilincinde olduğundan 500.000’lik bir oy torbası ile  yetiniyor. Bu oylara neden ihtiyaç duyduğunu ise, ayrı bir bildiri ile açıklamış bulunuyor. 10 Neden’den dolayı gerekli olan sihirli 500.000 oy neleri çözecekmiş bakalım: En başta TKP bu toplumda AKP‘den başka sermaye partisi ve kurumu görmediğini belgelemiş. CHP-MHP ve Genel Kurmay’dan tek kelimeyle bile söz edilmediği için, sanki tek başına AKP durdurulduğu, ya da geriletildiği zaman bir kurtuluş umudu yaratılacakmış sanısı yayılmak isteniyor.  AKP’nin tek hedef seçilmesinin gerekçeleri, “TKP’ye oy vermek için 10 neden” başlıklı bildiride ifadesini  buluyor. TKP bildiride “yobazlara ve Amerikancı liboşlara papuç bırakmıyanlardan oy istiyoruz” derken, bir yandan laiklik, diğer yandan anti- emperyalizm söylemine duyarlı olan kesimlerin özlemlerini dile getirmiş oluyor. Zaten bu kesimlerin çocukları TKP’nin toplam üye sayısının ezici bir çoğunluğunu oluşturduğu için, hem içeride iman tazeleme hem de dışarıda üye yakınlarını sandığa çekme gibi “realist” bir seçim çalışması başlatıyor. Böylece ailelerin de evlatlarının TKP’ye gitmesinden bir endişeleri olmaması gerekiyor, çünkü TKP, devletle, orduyla, Kürt direnişiyle, ya da silahlı mücadele gibi yöntemlerle bir ilişkisi olmadığını yeterince kanıtlamış bir partidir. Kendini sosyalist addeden ama özünde bir izci kampından öteye geçemeyen bu oluşumun özlemleri bildiriye bir kamp tüzüğü olarak çok açık biçimde yansımıştır. “Komünist partinin güçlü olduğu bir Türkiye’de parkta el ele dolaşan gençlerin yolunu kimse çeviremez; kimse 18 yaşındakilerin alkollü içki kullanmasına yasak getirip, belinde silahla dolaşmasına izin çıkartamaz…..Polis düşmana saldırır gibi saldıramaz…..Başbakanlar insanlara hakaret edemez, kabadayılığı delikanlılık diye yutturamaz, padişahlığa özenemez….Memleketi “babalar gibi satmakla”  övünemez. Medyumlar ve falcılar bilim insanlarının yerini alamaz; sporu kabadayılık, futbolu rakibe tekme atıp, küfretmek zannedenler Ulusal Takım’da ülkeyi temsil edemez….Askerler Nato’dan aldıkları madalyalarla övünemez.” Bu söylemler TKP’nin küçük burjuva reformist bir ideolojinin temsilcisi olduğunu ve toplumun da bu kesimlerinin ihtiyaçlarına cevap verdiğini açıkça göstermektedir. Üyelerinin yüzde sekseninden fazlasının öğrencilerden oluştuğunu düşünürsek, aşk ve içki  alanlarındaki duyarlılık, milli takım oyuncularının standartları, polisin daha uygar olmasına yönelik talepler, subaylara Nato madalyası takılmasına,vatanın satılmasına karşı tepkiler çok anlaşılır birşeydir.  CHP gençlik kollarının tereddüt geçirmeden altına imzasını atabileceği bu eleştiri ve talepler, kendine Komünist Partisi diyen bir siyasi örgütün seçim kampanyasının başlangıç bildirisinde yer alıyor.

CHP’ye yönelik tek eleştiri ise şöyle: “Kendini Cumhuriyet’in kurucusu ve garantisi olarak gösteren bu partinin (CHP) “üye eğitimleri” Fethullahçılara teslim edilemez.”  Bu sözleri CHP’nin içindeki muhalif bir kesimin değil, TKP’nin seçim bildirgesinden okuyoruz.  TKP laiklik ve bağımsızlık konusunda CHP’den de çok duyarlı olduğunu kanıtlamıştır. Bu partiyi hiçbir zaman sermayenin ikinci cephesi olarak  görmemiştir. Kapitalizmi  AKP’yle sınırlı olarak algıladığı için CHP’ye yönelik eleştirisi de sadece laiklik ve bağımsızlıkla sınırlıdır. TKP, “kimse bağımsızlığın modası geçti diye ahkam kesemez” derken, laikliğin ve bağımsızlığın teminatının artık CHP değil, güçlü bir TKP olduğunun da mesajını iletiyor. Bugünkü durumdan duyulan endişeler TKP’ye Cumhuriyet’in  bekçiliği görevini de veriyor: “Bu süreç, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri arasında sıralanan ve aynı zamanda birer tarihsel ilerleme olarak emekçi halkımızın kazanımları arasında sayılması gereken bağımsızlık ve laikliğin bütünüyle ve bir iddia olarak dahi terk edilmesine yönelmektedir.”

Küçük burjuva asker sivil aydın zümreyi bundan daha fazla rahatlatacak bir seçim kampanyası bildirgesi düşünülemez. Bildiriye egemen olan bu anlayışın arasına  parababaları ve işsizlik gibi renk verici çiçekler de ekleyen TKP,  CHP’nin 500.000 oyuna taliptir. CHP tabanındaki küçük burjuva milliyetçi kesim için oylarını TKP’ye kanalize etmenin önünde bir engel olmadığını şu sözler yeterince kanıtlıyor: “Kürtlerin umutsuzluk içinde emperyalist ülkelerden, cemaatlerden ya da ayrılıktan medet umar hale getirilmesine kimse izin vermez.” Kürt özgürlük hareketine yönelik bu değerlendirme, bırakın CHP’yi MHP ve BBP gibi şovenist  partilerin bile yüreğine su serpen bir içerik taşıyor. Kürt direnişi konusunda Türkiye’de umutsuzluk içinde olan en başta AKP ve CHP’dir. Referandumda Kürt illerinin AKP’ye attığı şamar ve CHP’nin bölgede sıfırlanması bilinen bir gerçektir. Bu iki sermaye partisinin daha çok Türk seçmenlerden oy toplayabilmek için milliyetçilik yarışına girmeleri ve sanki anlaşmış gibi ne savaş ne barış politikasına sarılmaları,  umutsuzluklarının göstergesidir. Devrimci bir parti bu durumda bütün oklarını düzenin bu iki büyük temsilcine yöneltmekle görevlidir. Çeyrek yüzyıldır süren Kürt silahlı direnişi sadece Kürt halkını tarih sahnesine çıkararak, yeni kuşakları isyan ruhuyla eğitmekle kalmadı, aynı zamanda güçlü bir sol damar da yarattı. Türkiye devrimi bir yandan Kürt özgürlük hareketiyle geniş bir ittifakı zorunlu kılarken, diğer yandan da bu hareketin içindeki sol damarla aynı pınarda kaynaşarak ilerleyecektir. Yoksul ve isyankar yepyeni bir Kürt genç kuşak bu devrimin en önemli ivmelerinden birini oluşturmaya aday olduğunu kanıtlamıştır. Kürt özgürlük direnişi, milliyetçilik illetinden arınmış bir Türkiye solu için eşsiz devrimci olanaklar sunan bir müttekiftir.  Elbette ki, Kürt kurtuluş hareketinin varlığını ve direnişini   sürdürebilmesinin, ülkedeki politik istikrarsızlığın da etkileriyle problematiksiz olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak solculuk adı altında, hem de kendine Komünist Partisi diyerek, kendi Türk milliyetçiliğini meşrulaştırabilmek için bir diğer halkın ulusal direnişine karşı bu türden provakatif tahriklere de kimse izin vermez.

Bir siyasi partinin eyleminin içeriği onun adı ve programından çok daha fazla anlam ifade eder. Ama TKP programı, partinin eylemiyle de uyum içindedir. Eğer devrimci marksizmin ideolojik hegemonyası ve üstünlüğü uğruna mücadele verilecekse, o programın bir ibret belgesi olarak eleştirisi, sürekli olarak gündemde tutulması gereken bir görevdir. TKP’nin adı ise, bu toplumda 1920’lerden beri vardır. Partinin ulusalcı karakteri her dönem onun ayırdedici özelliği olarak hiç değişmeden kalmıştır.  Stalinist Üçüncü Enternasyonal geleneğinin bir temsilcisi olan TKP’nin yöneticileri ve üyeleri sürekli izlenmişler, tutuklanmışlar, işkence görmüşler ve ceza evlerinde uzun yıllar yatmışlardır. İdeolojik olarak farklı bir geleneğin temsilcileri olsalar da, eski illegal kadroların kişisel özverileri hatırlardadır. 12 Eylül’le kapanan ikinci dönem TKP’nin önder ve taban kadrolarındaki dökülmenin boyutları çok iyi bilinir. Aynı adla ortaya çıkan  bu legal üçüncü dönem oluşumu, en azından ilk döneme nazaran çok daha milliyetçi ve reformist bir küçük burjuva öğrenci-aydın oluşumudur. Tarihsel olarak TKP geçmişini ve özellikle Kemalist diktatörlük ve Demokrat Parti dönemindeki konumunu  aratacak bir noktaya gelmiştir. Eski TKP ne de olsa işçi sınıfına yönelen bir çaba içindeydi ve kişisel planda işkencelere direnen önderleriyle övünebiliyordu. Günümüzdeki öğrenci merkezli TKP, düzenin uslu bir parçası olarak, Cumhuriyetin bekçiliğine soyunan bir izci birliğinden öteye geçemeyecek konumdadır.

TKP’nin ne 12 Eylül öncesi ve ne de bugünkü yapılanmasında devrimci şiddet, silahlı mücadele ve militan bir geleneğin yeri yoktur. Demokrasiye, insan haklarına, seçimlere vs. yaklaşımında ılımlı bir söyleme sahip bir izlenim vermeye çalışırken,  her fırsatta geleneğin temsilcisi olduğunu vurgulaması çifte standardından kaynaklanır. TKP’nin geleneği savunmak  dediği şey, maddi olarak yıkılmış olan, ama tarihsel olarak yaşayan Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve politik hattının sözcülüğü görevini sürdürmesidir. Bu gelenek devlet şiddeti ve terörünün üzerinde yükselir. TKP her fırsatta sol içi şiddete karşı olduğunu vurgularken, mensup olduğu geleneğin devlet şiddetini savunmaktan geri kalmaz. TKP’nin sözcüsü konumundaki Haber Sol adlı sitedeki kimi yazılar bunun en açık kanıtıdır. Bunların en yeni örneği ise, Stalin’in savcılığına soyunmuş olan Kıvılcım Çağla adlı  birinin “Buharin Suçlu idi!” başlıklı yazısıdır. Bu yazı aslında TKP’nin demokrasi ve sosyalizm anlayışının çok veciz bir içtenlikle dışa vurmasıdır. Yazıyı cahil bir kişinin hezeyanı olarak değil, TKP programı ile tam bir uyumluluk içinde olan tarihsel bir genel değerlendirmenin uzantısı olarak ele almak gerekir.

Buharin’in suçluluğunu “itiraf” ettiğini  söyleyebilen bu kişi, Buharin’e karşı gösterilen kanıtların neler olduğu konusunda bakın ne diyor: “Bunu öğrenmemiz için Buharin dosyasının açılması gerekiyor.”  Burada yapılan, sosyalizm adına Bolşevik kuşağın katledilmesini meşrulaştırma çabasıdır. Dosya kapalı ama “itiraflar” açık. Tüm bir Bolşevik kuşağın bu sahte “itiraflar”la yok edilmesi, Lenin’in Merkez Komitesi’nin tamamen katledilmesi,  “Stalinist adalet budur!” diye savunuluyor. Buharin’in ölmeden önceki son mektubundaki şu satırları okuyan kişi, kimin suçlu olduğunu derhal anlar. “Onsekiz yaşımdan beri partideyim. Hayatımın amacı, herzaman işçi sınıfının çıkarları, sosyalizmin zaferi için savaşmak olmuştur…Şunu biliniz ki yoldaşlar, komünizme doğru muzaffer yürüyüşte taşıyacağınız sancağın üzerinde benim de bir damla kanım vardır.”

2011 yılında Stalinist terörü meşrulaştırmak için  Buharin’i suçlu ilan etmek gibi bir iddiayı gündeme getirebilen bir insanın ancak siyasi meczup olması gerekir. Konuşsun bakalım TKP! Bir taraftan sol içinde şiddet kullanılmasına karşı olduğunu söylerken, diğer yandan da sol içindeki şiddetin en acımasızını ve onun kaynağını savunarak samimiyetsizliğini açığa vurmuş oluyor. Sosyalizm adı altında devlet terörüne arkasını dayayarak, seçimlerde 500.000 oy istiyor. Bizim isteğimiz ise, Kürt özgürlük hareketi ve kadınlarla birlikte, ezilenlerin 3. cephesinin sermaye diktatörlüğüne karşı direnişidir. Bunu hayata geçirirken, 500.000 oy yerine  5000 devrimci militanı tercih ederiz.

Ersen Olgaç

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Büyüme Değil (Küçülme)

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”                                                                                                           Kenneth Boulding Ekonomik …

37 Yorumlar

  1. herkes bir dönem daha AKP’nin tek başına iktidara geleceği üzerine siyasi hesap yapıyor. mevcut meclis aritmetiğinde, chp ve mhp kendi kitlelerini zaman zaman teyakkuza geçirmekten başka siyasette hiçbir gücü kalmayan partiler. Genelkurmayın bir önceki komuta kademesinin yarısı içeride. muazzaflardan da yüzlerce yüksek rütbeli subay alınmış. hayaletlerle gölge boksu yapmanın alemi yok.

  2. Hayaldi , gerçek oldu: Ak Parti

    Bütün gençligim, hatta çocuklugum “birgün gelir su generaller hapse girer mi” diye düsünerek geçti. Sagcisi “kahraman ordumuz” diye bagirirdi. Solcusu “zinde güçler, asker-sivil aydin zümre” derdi. O zamanlar generallerin yargilanacagi günü hayal dahi edemiyorduk. Iste bugun onlarca general içerde… Hayaldi, gerçek oldu. AK Parti

  3. Ergenekon’un kitabını yazan adamı Ergenekon’dan içeri attık! Hayaldi gerçek oldu!!!

    Devrimci katili, her zaman Gülen’in yanındaki polis şefini Devrimci Karargah’tan içeri attık! Hayaldi gerçek oldu!!!

  4. Bir arkadas, hayalinin generallerin hapse girmesi oldugunu yazmis, Akape’ye ovguler duzmus.
    Benim de bir hayalim vardi cocuklugumdan beri, ailemin hayatini kabusa ceviren 12 Eylul’u yapan generallerin hapse girmesi. Bu gercek olmadi, baska bir takim generaller darbeyi dusunup yapmadiklari icin hapse girdiler, ayni hafta da A. Gul, K. Evren’i cumhurbaskanligi koskunde agirladi.
    Yani ne kindir bu arkadas askerler hapse girsin de hangisi girerse girsin diye. Haydi, istiklal savasini kazanan Kuvayi Milliyecileri de yargilayalim, onlar da asker degil miydi sonunda? Yeterki asker olsunlar, ne rezil heriflerdir onlar. Akp iyidir ama. Ya kardesim, akp’nin sonraki adiminin kendi ordusunu yaratmak oldugunun farkinda degil misin? Nefretiniz akilci olmanizi da onleyecek boyutta mi?

    TKP yorumuna gelince: TKP suymus buymus, ta 1920den beri ulusalmis falan da filan. TKP’ye hic oy vermemis olmama karsin yigidi oldurup hakkini verelim. 1. AKPye bir cakarken CHPye 3 cakayim ucuzluguna girmiyorlar. Su an Turkiyenin icinde oldugu rantiye santiyesinin kayhasi AKP. Ileride secim olup olmayacagi bile belirsiz. Liberal arkadasciklar, sonsuz iyimserlikleri ile seriat tehlikesinin olmadigini dusunuyorlar ama baslarina gelince ben demistim derim kendilerine.
    2. TKP inatla, usanmadan calisiyor. Keske diger sol partiler TKPnin onda biri kadar calissa. Mesela ODP, istedikleri kadar YSKyi suclasinlar, sistemin en ufacik hatalarinda onlari secom disina itecegini bilmiyorlar miydi? Neden gec kaldilar belgerleri vermekte? TKP iste boyle hatalar yapmiyor.
    3. Bir yigin sosyalist iletisim sisteminde hesabim iptal edildi (ODPninki dahil) sadece ve sadece bu yazidaki gibi elestiriler getirdigim icin. TKP’ye niye size oy vereyim ki, ne farkiniz var ki sekter sol orgutlerden icerikli iki satir bir mesaj yazmistim, adamlar usenmeden sayfalarca cevap yazmislar, beni ikna etmek icin bir yigin arguman getirmisler, sloganlara siginmayip, benim entellektime saygi gosterip aciklamislar dusuncelerini. Diger gruplar bastan yargiliyor, carpiyor boluyor, katogorize ediyor. Bastan diyorlar sen elestiriceksen hic websitemize bile ugrama diye. 4. Afedersiniz ama AKPden kurtulmak icin artik yok TKPnin gecmisi soyleymis, yok 1920de stalin boyle yapmis diye dusunecek degilim. Sol partilerden kim sokup alacaksa bu rant yiyici belayi basimdan, kim bu yola herseyini koyuyorsa oyum ona.

    Ertan arkadas benden cok daha kisa ve oz ve dogru yazmis, hayaldi gercek oldu bir yigin sey.

    sevgi ile, Engin

  5. Afedersiniz ama AKPden kurtulmak icin...

    Böyle yazan bir adama cevap verilmez, …savasilir.

  6. AYani ne kindir bu arkadas askerler hapse girsin de hangisi girerse girsin diye. Haydi, istiklal savasini kazanan Kuvayi Milliyecileri de yargilayalim, onlar da asker degil miydi sonunda

    Iste tipik bir komünist yaklasim. Türk komünistlerinin büyük bir kismi aslinda Kemalist fasisttir, bir kismi da Apocu fasisttir. (seçimlerde apoculara yamalananlar da dahil) Dünyadaki komünist partilerinden su anda fasist olmayan bir parti kalmadi. Sosyal demokratlarin da liberal partilerden farki kalmadi. Marksist kökenli olup da bir alternatif sunabilen parti de kalmadi. Gerçekleri görelim. Bu arkadasin yazisi da bunu bir kaniti. Marksizm fasizmin bir versiyonu haline donüstü, marksistler de fasist haline.

  7. 6 nolu yorum yazan insan benim 2nolu yorumla dalga gecmek icin o cumleyi yazdigimi anlayamamis. Ne diyeyim. Burada oturup Turkce ve zeka ilerletme dersi verebilecek degilim.

    5 nolu yorumu yazan ise bana yorum yazilmayacagini, savasilacagini yazmis. Yani aklinca beni tehdit ediyor. Dusunceler bu kadar mi korkutuyor seni? kendine guvensizligin silahlara sarilmaya variyor. Dusunceyi birak imza atacak cesaretin yok senin.

    Bu arada sayfadaki yazinin sahibi Ersen Olgac’tan ozur dilerim, bir yoruma cevap verip onun yazisinin gercek konusundan uzaklasmaya sebep oldugum icin.

  8. Sen kimsin ki seni tehdit edeyim?

    Senin düsüncelerin zaten ilginç bile degil ki, TSK, CHP ve bilumum Kemal tayfasinin bilinen yaveleri. Ilginç olan senin kendini solcu sanman, gerçi o da pek ilginç degil, çünkü sol da zaten artik yavas yavas ölü bir ideoloji haline gelmekte.

  9. O arkadaş köyün delisi oluyor, tanıştırayım. Evet yavrum diyip geçiniz.

  10. 68’lilerin yoğun bir kuramcılığa başlamasının tipik örneği olan Ersen Olgaç’ın yazısı TİP,TKP,68 tarihini “mukallidin-taklitçiler”kuramcılığın örneğidir.

    Ertuğrul Kürkçü milletvekili seçilir seçilmez “dev gencin böylece atila sarpın milliyetçi ayıbından kurtulduğunu”yazıvermiş.

    Dün polis dediği kişi, bugün göklere çıkaran bu “mukallit-taklitçi”kendisine aralıklarla sorduğum sorulara yanıt vermiyor.

    Yazıyor. Kendisini aldatsa neyse, gençleri de aldatıyor. Kaleminden kan akıyor, ortalık savaş alanına dönünce de bütün benzerleri gibi kara deliklere kaçıveriyor. 12 Mart ta,12 Eylül de böyle oldu. Yoksul kürt halkı bu “mukallidin” takımını iyi tanımalı.

  11. Uc dogru tespit

    Dünyadaki komünist partilerinden su anda fasist olmayan bir parti kalmadi.

    Sosyal demokratlarin da liberal partilerden farki kalmadi.

    Marksist kökenli olup da bir alternatif sunabilen parti de kalmadi.

  12. Ersen Olgaç kimdir ve ne iş yapmaktadır.Önce kimliğini açıklasın.Ondan sonra TKP’yi eleştirsin.Bu yazdığı saçmalıkların eleştiri sınıfına girdiği anlamına gelmiyor elbette.

  13. Ersen Olgaç, 68 kuşağının önemli isimlerindendir. Türk Solu dergisinin Ankara temsilcisidir. Dev-Genç’in İleri dergisini çıkartmıştır. Türkiye solunun tarihiyle gerçekten ilgilenseydiniz Ersen Olgaç’ın adını da en azından duymuş olurdunuz.

  14. Sahi siz söylemeseydiniz ben eski 68’lileri tanımıyordum Gün Bey.Teşekkür ederim beni aydınlattınız.Ama madem ki bu zat tarihte ki Ersen Olgaç,o zaman bende ismi “Türk Solu” olan bir dergide görev almış bir insanın, 2011’de ki TKP’yi ulusalcılıkla suçlamasının çok ilginç olduğunu söyleyeyim.Tıpkı bugün 70’lerde ki “Aydınlık” kadrosunda yer alanların komünistlere “özgürlük”çülük dersi vermesi gibi değil mi.

  15. Neden olmasın ki. Geçmişte yapılanların bugün insanın önüne bir suçmuş gibi getirilmesi bilinen yöntemdir. Öte yandan Türk Solu dergisini de yeterince bilmediğiniz anlaşılıyor. Türk Solu dergisi evet 1967 yılından itibaren türkiye’de MDD stratejisini ilk vazeden dergidir ama onu bugünkü ulusalcılıkla ya da ulusalcılarla aynı kategoride değerlendirmek haksızlık olur. Türk Solu dergisi, bütün milliyetçi ve hatta cuntacı hatalarına rağmen, bugünkü ulusalcılardan farklı olarak, Türk devletinin yalakalığını yapmamıştır.

  16. Bu arada bana da bir laf çarpmışsınız. Aydınlık da tam olarak size öğretildiği gibi değildir. Aydınlık, doğduğu 1969 yılından 1975 yılına kadar esasen devrimci bir akımdı. 1974 kıbrıs işgaline tek karşı çıkan akımdı. 1971 yılından itibaren cuntacılığa şiddetli eleştirileri vardı. Genç arkadaşlar bunları bilmeden toptancı bir yargılamaya girişiyorlar. Aydınlık 1975 yılından sonra devletçi bir çizgiye girmiştir. Öte yandan kimseye özgürlük dersi vermek haddim değildir. Sadece özgürlüğü savunur, özgürlük düşmanlarıyla da mücadele ederim.

  17. Kabul etmek gerekir ki TKP ulusalcıdır. Fakat TKP; Cumhuriyet Gazetesi, İP, Ulusal Parti, CHP çevreleri kadar umutsuz bir vaka değildir. TKP’nin çoğu sorunu stalinist “aşamacılık” anlayışından kaynaklanıyor, onların “yurtseverlik”, “cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkma” gibi söylemlerinin kökenini de burada arayabiliriz. TKP’yi umutsuz vaka olarak görmüyorum, çünkü kadınlara, gençlere, işçilere söz hakkı ve kontenjan tanıyan, liderlik sultasının olmadığı bir yapısı var (ve bu sayede Türkiye solunun stalinist kanadı içerisinde görece en demokratik olan yapı olarak TKP’yi görüyorum). TKP’ye sirayet etmiş olan aşamacılık düşüncesine karşı sıkı bir teorik mücadeleye girişilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tüm bunların yanı sıra emek mücadelesinde ve devletin TKP’ye yönelik susturma operasyonlarına karşı TKP ile devrimci dayanışma gösterilmelidir diye düşünüyorum. DYG’li gençlerin TKP’lilere karşı antidemokratik tutumlarına karşı (DYG’liler fikren haklı olsalar da) da TKP’lilerin ifade özgürlüğünü savunmak gerekir. Sayın Zileli’nin son yazısında ifade ettiği gibi “En azından vefa diye bir şey vardır. Bütün yanılgılarına rağmen, madem ki komünistler, geçtiğimiz yüzyılda, rejimler tarafından (ister faşist, ister komünist, ister demokrasi adlı olsun bu rejimler) en fazla zulme uğratılmış ve kitlesel ölçüde kırıma uğratılmış insanlardır, bir devrimciye düşen, onların karşısında saygıyla ayağa kalkmak ve yaşayanlarına da dostça el uzatmaktır.”

  18. Yani geçmişim MDD’cileri ulusalcı değil ama bugün ki TKP ulusalcı:)
    Bitmiş olan siyasi kariyerlerinizi laf salatası yaparak kurtaramazsınız beyler.TKP yoluna devam ediyor sizin çoktan unuttuğunuz devrimi gerçekleştirene kadar da devam edecek.Daha fazla sizinle vakit öldüremeyeceğim kusuruma bakmayın.

  19. “Türkiye Devrimi, Türk Devrimi,Kemalist Devrim,Aydınlanma devrimi, Milli Demokratik Devrim” den ne anlıyorsak tümü TÜRK GENEL DEVRİMİ’nde “mündemiç-içermiş”tir.

    46-50 devrimcilerinin yapması gereken kritik kurucu bir siyasal yapıyı yıkmaya çalışan “toprak beyleri”nin öncülüğündeki DP’ye destek olmak olmuştur. 2002 de “dini nazariyecilerin”öncüsü bir karşıdevrimin siyasal ortaya çıkışı olan AKP’yi destekleyen devrimcilerin bağışlanmaz hatası bu tarihsel deneyi unutmak olmuştur.

    68 Kuşağı ise esasında “Türk Genel Devrimi”ni tamamlamak için yaptığı eylemleri “d6evrim”yapmak olarak anlamıştır.

    Bugün bütün devrimcilerin enerjilerini, siyasal yapılarının tümündeki duruşlarını “Türk Genel Devrimini”tamamlama yolunda harcamaları tek çıkış yoludur. Bunun dışındaki tüm siyasal çabalar emperyal odaklarda planlanan ve büyük bir başarıyla uygulanan karşıdevrimin gerçekleşmesine ve bu topraklarda tam bağımsız bir devletin varlığının ortadan kaldırılmasına yol açacaktır.

  20. özgürlükçü

    türk devrimi ne zamandır faşist devlet ve onun ayakta tutmaya çalıştığı çürümüş sistemi savunup tahkim etmek olmuştur.hemde lafta devrimciyim deyip sistemin ve ekselansların hizmetinde olmak bundan başka bir şey olabilirmi?300 yıllık ‘ne tanrı ne efendi’diyen geleneğin biriktirdiği bu olabilirmi?bari siteyi kokutmayın epeydir akp memurlarının kokusunu çekerdik sizin ne farkınız var o pis kokulardan

  21. Senin tuzun kuru özgür lüpçü

    KCK paralel devlet palavrasiyla Kürt oldugunu iddia ettigi herkesten vergi (haraç) aliyor, kürt olarak tesbit ettigi her aileden en azindan bir kisiyi daga çikartiyor (zorunlu askerlik), kendi kafasina göre mahkeme kurup kendi düdük adaletine göre kararlar aliyor, sen pontus musun, laz misin nesin bilmem ama, KCK’nin seni vatandas olarak görmemesi nedeniyle yirtmaktasin, ya bizim gibi dogum yeri Van olanlar ne olacak? Adamlar bizi kendi sözde vatandaslari sayip fasist uygulamalar yapmakta, sen de bir anarsist olma iddiasiyla buna çanak tutmaktasin, düstügün durumun ne kadar kötü , ne kadar çantaci/peskirci konumu oldugunu anlamayacak kadar da kendini kaybetmissin.

  22. özgürlükçü

    ne zamandır faşistin peşkirci diyerek şiddet ve hakaret etmesinden bezdik siteyi kirletip kokutmasından kaçarsak kabahat bizim değil şu yukardaki yorumu hak etmek için ne yaptık?büşra hocaya polisin kürt olmadığın halde başka partimi bulamadın neden bep ye üye oldun demesine benzemiyormu?casus ve emniyetin önereceği devletçi parti varsa önersinlerde ona üye olup köşe dönelim

  23. (“ulusal burjuvacı” İP’lilerin TKP’ye nasıl baktıkları hakkında ipuçlarıyla dolu, enteresan bir yazı…)

    TKP’nin “Sosyalist Devrim” Teorisi ve Milli Demokratik Devrim.

    25 Ekim 2010 Pazartesi, 07:41 tarihinde Teori tarafından eklendi
    .

    Kafdağı yoluna Zümrüdüanka gerekir

    Stratejideki hata karşı safa sürüklenmeye yol açar

    Strateji, 2000’1er Türkiye’sinin en anlam yüklü ve belirleyici kavramıdır. Öyle ki, kitapçı vitrinleri, dergi sayfaları strateji konulu inceleme ve tartışmalarla dolu. Stratejiye verilen bu ağırlık, aynı zamanda günümüzün çok önemli bir gerçeğinin de ifadesidir: 1990’lardan itibaren bozulan 20. yüzyılın temel dengelerini, 21. yüzyılda yeni stratejilerle kurma kaygısı ve zorunluluğu. Bu, emperyalistler ve büyük devletler için ne kadar önemliyse, devrimciler için de o kadar önemlidir.

    Daha somut ifadeyle, büyük güçlerin dünya ve özellikle bölgemiz stratejilerinde gözlemlediğimiz dünya dengelerini belirleyen değişiklikler ve bunların ülkemizdeki, bölgemizdeki yansımaları, strateji sorununu tartışmaların eksenine oturtmuştur. İki süper devlet, ABD ve SB’nin bütün dünya dengelerini belirleyen, sınıfların ve siyasi güçlerin siyasetlerine büyük ölçüde yön veren Soğuk Savaş dönemi stratejileri, Sovyetlerin dağılmasıyla geçersizleşti. Günümüzde bunun yerini, ABD’nin tek başına dünya hâkimiyetini amaçlayan “Küreselleşme” (Büyük Ortadoğu Projesi ve Atlantikçi Avrasya) stratejisi ve bunun karşısında Rusya ve Çin’in merkezinde olduğu Atlantikçi saldırıya karşı Avrasya stratejisi aldı. Özellikle son on beş yıldır dünyamızdaki bütün süreçleri, olayları; sadece siyasi, ekonomik ve askeri değil, insan yaşamına ilişkin hemen her şeyi etkileyen, eski değer ve anlayışları altüst eden, birçok kavramın, değerin içeriğini değiştiren, hatta tam karşıt anlamlar yükleyen emperyalizmin küreselleşme stratejisinin belirlediği bu süreç, kaçınılmaz olarak evrensel, ulusal, yerel bütün eski strateji ve planları da geçersizleştirdi ve yeniden belirlemeye zorladı. Emperyalizm cephesinden “değişim” olarak da adlandırılan bu süreçte, devrimciler için son derece hayati olan değişme, yeni, ilkesel ve kalıcı olanı saptayıp savunabilmek de, kritik bir görev haline geldi.

    Aslında siyasetin ve savaşın önemli bir unsuru olan strateji bir bilim olarak insanlığın uygarlığa, devlet düzeyine sıçramasıyla birlikte gelişmeye başladı. Toplumların yapısı ve sınıf mücadeleleri karmaşıklaştıkça stratejinin (ve taktiğin) de önemi arttı. Toplumsal, siyasi mücadelelerin, savaşların başarılarının anahtarı, doğru stratejilerdir. Strateji yanlışsa, ya da askeri deyimle yığınakta hata yapılmışsa, kısa vadeli fikirler, siyasetler, projeler, muharebeler ne kadar doğru ve başarılı olursa olsun, başarısızlık ve yenilgi kaçınılmazdır.

    Doğru stratejinin ölçütü nedir? En başta, yapılacak işin, görevin, verilecek mücadelenin içinde geliştiği, dayandığı nesnel koşulların, dost, düşman ve ara güçlerin, olumlu-olumsuz nesnel ve öznel etmenlerin, araçların, yöntemlerin doğru, gerçekçi ve uygulanabilir bir analizinin yapılması, mevcut güçlerin ve olanakların buna göre değerlendirilmesi, mevzilendirilmesidir. Önem ve önceliklerin, esasların ve tahlillerin sıralaması, stratejinin özüdür, can damarıdır.

    Toplumsal devrimler söz konusu olduğunda, bilimsel sosyalistler için hiç kuşkusuz, en temel sorun, doğru bir stratejiye sahip olup olmamaktır. Bu sorun, sınıf mücadelesinin ideolojik, siyasi, kültürel, örgütsel, her cephede süren olağanüstü karmaşık ve uzun bir süreç olduğu dikkate alındığında, hayati bir sorundur. Değilse, bütün inançlılığına, iddialılığına rağmen en “komünist”, en devrimci vb sıfatlar ve vurgular, ancak hüsranla sonuçlanması kaçınılmaz çocukça yanılgılardan, içi boş sloganlardan başka bir anlam taşımaz. Stratejiniz bir kez yanlış çizilmişse, stratejilerini daha büyük olanaklarla uygulama gücü ve şansı olan emperyalist ve karşı devrimci güçlerin aleti, oyuncağı olmaktan kurtulamazsınız.

    Geçtiğimiz 40 yılın sosyalistler için en büyük dersi, ne kadar saf, ödünsüz, inançlı olursa olsun, doğru bir stratejiye sahip olmayan birçok sol örgütün emperyalizmin ve gerici güçlerin strateji ve planlarının girdabında tükenip gitmeleri ve birçok değerli devrimci kadronun enerjilerini devrim ırmağına değil bataklıklara akıtıp tüketmesidir. Yine bu dersin önemli bir parçası, parti olmak, program sahibi olmak da doğru stratejiye sahip olmak anlamına gelmiyor. Türkiye’de sosyalist olduğunu, işçi sınıfını temsil ettiğini iddia eden birçok partinin kurulmuş olması ve bunların süreç içinde bir varlık gösteremeden dağılıp gitmesi ya da karşıt güçlerin yedeğine düşmesi bunun bir göstergesidir.

    Başarıya götürecek bir devrim stratejisi ise, o toplumun sağlam bir ekonomik, sınıfsal ve tarihsel analizi üzerinde yükselir. Bu analiz aynı zamanda bize, devrime karakterin verecek toplumun temel çelişmesini, yani hangi sınıfları tasfiye ederek ve hangi halk sınıflarına dayanarak hedefe ulaşacağımızı gösterir. En gelişmiş kapitalist ülkeler dâhil hiçbir toplumun, salt proletarya ve burjuvaziden oluşmadığı gerçeğini dikkate aldığımızda, devrime öncülük edecek sınıfın ara sınıfları kazanması, devrim stratejisinin en kritik sorunudur. Ara sınıfları kazanmak, ne kadar kararsız, güvenilmez olurlarsa olsunlar onları devrimin müttefiki haline getirmek ve geri kalanını tarafsızlaştırmak başarıya götürecek bir stratejinin vazgeçilmez temel şartıdır. Başka deyişle çağımızın bütün devrimlerinin bir tunç yasası olarak, stratejinin doğruluğunun ve başarının en önemli ölçütü, devrimin hedefini, yani düşmanı doğru belirlemek ve ara sınıfları devrimin müttefiki yapabilmektir. Avrupa’daki iki büyük proleter devriminin, Paris Komünü ve 1921 Alman Spartaküs ayaklanmasının yenilgisinin esas nedeni köylülüğü devrim saflarına kazanamamalarıdır. Bütün başarılı devrimler de işçi köylü ittifakını gerçekleştirdikleri için kazanmışlardır.

    Batı taklitçisi ilkel ve kaba Marksizm

    Bu kısa girişle, ülkemizde yaklaşık 40 yıldır süren, Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim saflaşmasında stratejinin, bütün tartışmaların bel kemiğini oluşturduğunu vurgulamak istedik. Aslında 1960’ların ve 1970’lerin tartışma sürecinde ve 40 yıllık dünya ve Türkiye siyasi pratiğinde defalarca çürütülmüş, hayat tarafından mahkûm edilmiş 19. yüzyıldan kalma Sosyalist Devrim tezinin ve dayandığı ideoloji ve siyaset mantığının, bırakalım milli ve demokratik devrim sürecini tamamlamamış ezilen bir dünya ülkesinde, gelişmiş bir kapitalist ülkede bile başarı şansı yoktur. Bugün yeni TKP’nin (eski SİP’in) temsil ettiği ilkel ve kaba Marksizmin “inadına sosyalizm!” söylemi, liberalizmin büyük saldırı ve ideolojik etkinlik kazandığı, özellikle Batıcı (ve gözünü Batıya dikmiş, oradan teorik ve pratik onay bekleyen, Batı güdümlü) aydınlarda sosyalizme inancın dibe vurduğu günümüzde, en iyi niyet ve en geniş hoşgörü ile yorumladığımızda bile kaba bir sosyalizm inancı vurgulamaktan öte bir anlam taşımıyor. Türkiye’deki doğrudan “sosyalist devrim”cilerin tipik temsilcisi TKP’nin bütün teorisini, siyasetlerini ve pratiklerini toplayıp çıkardığımızda, bu yenilgi ve iktidarsızlık stratejisinden geriye, bir sempatizan bilincini aşamayan “inadına sosyalizm!” ya da “yağma yok, sosyalizm var!” gibi ayağı Türkiye toprağına basmayan sloganlardan başka bir şey kalmıyor.

    TKP’nin önderleri, Marksizm-Leninizmin ilkelerine “ne kadar bağlı olduklarını”, SBKP’nin, Şefik Hüsnü’lerin gerçek TKP’sinin vb çoğu komünist partinin bayrağındaki işçi-köylü ittifakının stratejik önemini yansıtan Orak-Çekiç sembolündeki orak’ı atıp yerine yarısı kırık çark koyarak gösteriyorlar! Aslında akıllarınca, eski TİP’in Çark-Başak (çark işçiyi, başak köylüyü temsil eder) ambleminden başağı kaldırılmış çarkı, TKP’nin ambleminden de çekici alarak TKP-TİP mirasını da temsil ettiklerini sanıyorlar. Ama şark kurnazlığını göstermekten başka bir anlama gelmeyen bu operasyonla, çarkın da çekicin de işçiyi temsil ettiği bir bayrakla, daha amblemden işçiyi müttefiksiz bıraktıklarını ilan ediyorlar. Böylece müttefik takıntı ve ‘lekelerinden” arınmış “tertemiz” bir “sınıf partisi” doğuyor. Anlayacağınız, işçinin işçiden başka dostu yoktur mantığıyla ifade edilen devrim yapmama ya da devrimden kaçma stratejisi, partinin sembolünde belgeleniyor. Aşağıda daha geniş ele alacağımız gibi 150 yıllık proletarya devrimleri pratiğinde işçinin köylülükle ittifakı devrimi başarmanın anahtarı olmuştur. Bu kadar deneyden sonra köylülüğün devrimdeki bu hayatı önemi görmezden geliniyor, küçümseniyorsa bunun tek anlamı olabilir: Benim niyetim devrim yapmak değil!

    Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim saflaşması, aslında, Tanzimat’tan bu yana yaşanan emperyalizme ve feodalizme karşı yürütülen uluslaşma, çağdaşlaşma, demokratikleşme sürecinde izlenecek yol konusundaki tartışma ve saflaşmanın devamıdır. Batı merkezli, Batı’yı taklit modelleri ile kendi öz dinamiklerimize dayanan, kendi özgüllüğümüzden üretilen bir devrim modeli arayışı arasındaki saflaşmanın bugünkü biçimi ve billurlaşmasıdır. Yani, dünya devrim ve sosyalizm deneyleriyle Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel gerçeklerinin bilimsel sentezine dayanan bir program ve stratejinin oluşturulması için yürütülen uzun teorik ve pratik tanışma ve mücadelenin geldiği noktadır. Burada kuşkusuz, olgulara tarihin içinden bakan tarihi materyalist bilimsel bir sağlamlık, birikim ve yetkinlik düzeyi son derece önemlidir.

    19. yüzyılın ufkunu aşamamış bir düşünce düzeyi

    TKP’nin Sosyalist Devrim stratejisinde ısrar eden teorik ufku ve mantık düzeyi, 19. yüzyılda takılıp kalmış bir düzeydir. Başta Ekim Devrimi tecrübeleri olmak üzere. 20.yüzyılın deneylerini, gerçeklerini ve devrim yasalarını değerlendirebilme ve anlama yeteneğinden uzaktır, 19. yüzyıl Avrupa kapitalizminin verileriyle sınırlıdır, sınıf mücadelesi ve sosyalizmle ilgili teorilerinin karikatürleştirilmiş bir taklidinden öteye gidememiştir. Bunun, her ülke ve koşulda geçerli (!) “devrim'” teorisi, stratejik yanlışlığı bir yana, hatta bugün buna devrim stratejisi demek bile hatalı. Bütün dünyanın çağımızda emperyalist zincirin halkaları haline geldiği gerçeğinden yola çıkarak kestirmeden “Kapitalizmin dünya çapındaki egemenliği sosyalist devrime dünya çapında geçerlilik kazandırır” gibi bütün ulusal sınırları ve temel toplumsal farklılıkları ortadan kaldıran sözde stratejik teoriler, Troçkizmden alınma, ilkel solculuğun, en başta emperyalizm ve sömürgecilik gerçeğini kavrama kapasitesizliğinin ve cehaletinin göstergesidir.

    Marks ve Engels’in 1. ve 2. Enternasyonal’le Avrupa’da sosyalizm için yaşadıkları pratik, siyasi bir deneyimdi, hata ve başarısızlığı da doğal olarak içinde taşıyordu. Troçkistlerin ve TKP teorisyenlerinin anlayamadıkları ve anlamak istemedikleri ise, Marksizmin felsefi-ideolojik özüdür; farklı koşullarda onu savunmak, deneyleri tekrarlamak değil, bütün bu deneyimlerden tekrar tekrar çıkarılan derslerle onu bir eylem kılavuzu olarak kullanabilmektir. Marksizme bağlılık, onun lafızlarını tekrar etmek değildir, onu, farklı koşulların özgüllüğünde yeniden üretebilmektir. Çünkü hiçbir devrim öncekileri taklit ederek başarılamaz, aksine taklit devrimlerin en tehlikeli düşmanıdır.

    TKP’nin 19. yüzyıldan kalma ilkel sosyalist devrim modeli, bütün zaman ve mekân farklılıklarının üzerine geçirilen ihtiyar takıntısı eski bir elbise gibidir. Avrupa’da sosyalist devrim pratiğinin en ileri düzeyi olan ve yenilgiyle sonuçlanan Paris Komünü modeli artık bir strateji olmaktan da çıkmıştır, “işçi sınıfından başka sınıf tanımam”, “sermaye sahibi bütün sınıflar düşmanımdır” diyerek “saf”lığıyla, süzme, katışıksız devrimciliğiyle övünen TKP, Paris Komünü yenilgisinin nedenlerini bile kavrama ve ders çıkarma yeteneğinden yoksun.

    Marks’ın Paris Komünü üzerine yaptığı değerlendirmenin en önemli tespiti, Paris işçilerinin Fransız nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan (TKP’nin mantığıyla küçük de olsa büyük de olsa mülk sahibi, burjuva olan) köylülükle ittifak kuramaması, onu yanına çekememesidir. Marks 1856’da Engels’e yazdığı mektupta, ”Almanya’da her şey, proleter devriminin köylü savaşının bir çeşit ikinci baskısıyla desteklenmesi olanağına bağlıdır” diyordu. Engels de 1890’larda, ‘”İktidarı ele geçirebilmek için parti, şehirden köye gitmeli, köyde bir güç haline gelmelidir”4 diyordu. Lenin ve Stalin ise, Avrupa’daki bütün devrimler için geçerli olan “kırsal bölgelerin düşmanlarına üstün gelmeyi beceremedikleri”, yani kırsal kesimde devrimci bir müttefik yaratamadıkları için yenildikleri değerlendirmesini yapmışlardır. 1924’teki bir değerlendirmesinde Stalin şöyle diyordu: “Fransa’da 1848 ve 1871 devrimlerinin başarısızlığa uğramasının nedeni, köylü yedeklerin burjuvazinin yanında bulunmasıdır.”

    “Sosyalist Devrim” neden ezilen ülkelerde bir devrim stratejisi değildir?

    20. yüzyılın bilimsel sosyalizminin dayandığı en temel gerçek, kapitalizmin 1870’lerden itibaren emperyalist bir niteliğe dönüşmesi ve dünyanın da ezen ve ezilen uluslar alarak ikiye bölünmesidir. Bir avuç emperyalist ülke, ya da devlet, dünyanın diğer bütün ülkelerini, sömürgeleştirdi ya da yarı sömürge haline getirdi. Bu yarı sömürge ülkeler, Türkiye, Çin ve İran’dı. Dünyanın ezen ve ezilen uluslara bölünmesi gerçeği, çağın bütün devrimlerine, onların strateji ve taktiklerine damgasını vurmuş, onlara karakterini vermiştir.

    Lenin 1910’lu yıllardan itibaren bu gerçeği saptadı. Bu saptamaya göre, artık devrimlerin 19. yüzyıldaki gibi salt bir ülkenin iç çelişmelerinin, ürünü olamayacağını, devrimlerin merkezinin Doğu’ya, ezilen dünyaya kaydığını ve bütün devrimlerin emperyalizmi hedef almak zorunda olduğunu, devrimin emperyalizmin en zayıf halkasında gerçekleşeceğini, yani emperyalist sömürü sistemiyle o ülkenin halkı arasındaki çelişmenin ürünü olacağını belirledi. 19. yüzyılda geçerli olan, bağımsız kapitalist devletlerden oluşan Avrupa’yla sınırlı devrim teorisi, 20. Yüzyılda artık geçerli değildi. 20. yüzyılın ve günümüzün Bilimsel Sosyalizmine Marksizm-Leninizm denmesi boşuna değildir. Lenin’in emperyalizm çağına ilişkin devrim teorisi Komünist Enternasyonal tarafından da benimsenmiş, hem kongre kararlarına, hem de 1928 yılında kabul edilen Komünist Enternasyonal Programı’na geçmiştir.

    Lenin’in, Komünist Enternasyonal’in 2. Dünya Kongresine sunduğu ve “temel referans noktası” olarak altı çizilen değerlendirmesi özet olarak şöyledir: “Emperyalizmin karakteristik özelliği, bütün dünyanın, şimdi gördüğümüz gibi, çok sayıda ezilen millet ile muazzam zenginliklere ve güçlü silahlı kuvvetlere sahip bir avuç ezen millet arasında İkiye bölünmesidir. Dünyanın toplam nüfusunu 1 milyar 750 milyon olarak alırsak, bu nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan bir milyarı aşkın, hatta belki 1 milyar 250 milyon insan, yani dünya nüfusunun yaklaşık yüzde yetmiş kadarı, ezilen milletlerin insanlarıdır. Bu milletler ya doğrudan doğruya sömürge bağımlılığı içindedirler, ya İran, Türkiye ve Çin örneğinde olduğu gibi yarı-sömürgedirler ya da büyük bir emperyalist devletin saldırısına yenik düşerek barış antlaşmaları yoluyla o devletin hükmü altına girmişlerdir. Bu ayrım, milletlerin ezen ve ezilen milletler olarak birbirlerinden ayrılmaları düşüncesi, bütün bu tezlere hâkimdir. (…) İkinci Enternasyonalin ve dünya burjuvazisinin aksine biz, bu ayrımı öne çıkarıyoruz.

    Bu ana olguya bağlı olarak emperyalizm çağının devrimleri hangi temel yasalar tarafından belirlendi? Birincisi, yarı-Asya yarı-Avrupa ve Lenin’in deyimiyle “yarı-emperyalist yarı-feodal” nitelikteki Rusya’da gerçekleşen Ekim Devriminin ardından devrimlerin merkezi Ezilen Dünya’ya, Asya, Afrika ve Latin Amerika’ya kaymıştır. İkincisi, emperyalistlerin dünya pazarlarını paylaşım kavgasının olağanüstü şiddetlenmesi, toplumların eşitsiz gelişim yasasının temposunu hızlandırmıştır. Üçüncüsü, gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı, emperyalist burjuvazinin Ezilen Dünya’yı sömürü ve yağmasından elde ettiği servetten bir miktar pay verilerek susturulmuş, aristokratlaştırılmış ve düzenle bütünleştirilmiştir. Dördüncüsü, bu olgulara bağlı olarak, devrimler, 20.yüzyılda ve günümüzde, emperyalist Avrupa, Amerika ve Japonya’nın değil Ezilen Dünya’nın gündemindedir. Bunun anlamı aynı zamanda şudur; Devrimler, bütün yukarıdaki etmenlerin ve çelişmelerin odaklandığı emperyalist zincirin en zayıf halkasında gerçekleşecektir ve birçok kez döne döne kanıtlandığı gibi zayıf halka, emperyalist ülkelerde değil, ezilen dünya ülkelerindedir.

    Bütün bu gerçeklerin sadece lafını eden TKP ideologları için ise, önümüzdeki dönem için düne göre çok daha umutsuz vaka olan Batı merkezlerinden devrim beklentisi hayali bir başarı ölçütü olarak devam ediyor: “…bölgemizde sosyalist bir devrimin yaşamasının koşulu, onun gelişkin olana [yani Batı’ya -MU] yönelmesidir. Bu nedenle eğer söz konusu yön tayininde ‘öznel’ faktörün de önem kazanacağını düşünüyorsak (ki öyledir), ‘Batı’ üzerinde daha fazla durmak zorundayız.”

    Oysa, Avrupa’yı kıble yapanların bütün teorilerinin aksine, 20. yüzyılın sosyalizmi hedefleyen, aşamalı, işçi sınıfı önderliğindeki bütün devrimleri; Sovyetler Birliği (büyük ölçüde) ve Doğu Avrupa devrimleri de dâhil, Çin, Vietnam, Kore, Küba devrimleri hepsi ezilen dünyada gerçekleşmiştir. Bunlara Kemalist Devrim’in öncülük ettiği milli kurtuluş devrimlerini de eklemek gerekir. Çünkü ulusal burjuvazinin önderliğindeki devrimler kesintiye uğrayıp tekrar emperyalizmin denetimine girse ve tamamlanmamış olsa bile, hepsinin, günümüzde de geçerliliğini koruyan ortak yanı, Milli Demokratik Devrim gerçekleştirmiş olmaları veya bu sürecin içinde olmalarıdır.

    Strateji bir kez yanlış çizilmişse, onun üstüne üretilen bütün teoriler de kof olmaktan kurtulamaz. Marksizm-Leninizmin kaynakları da bu yanlış stratejiye uymayan en kritik noktalarda ya es geçilir, ya çarpıtılır, ya da zorlama tutarsız yorumlara uğratılır.

    Teorik malzemeler Troçkizm ve Revizyonizmden

    Bütün teorik malzemeleri Troçkizme ve Brejnevlerin revizyonist mirasına dayanan TKP teorisyenleri, bugün de doğruluğu ve geçerliliği bütün olgularla kanıtlanan Lenin’in emperyalizm çağına ilişkin temel belirlemelerini nasıl etsek de revize etsek, değiştirsek diye bin dereden su getiriyorlar. Bugün, Sovyetler Birliğinin yarattığı dengenin ortadan kalktığı, küreselleşmeyle, bırakın ekonomik sömürü ve siyasi baskıyı, ulusal devletlerin parçalanarak ortadan kaldırılmasının hedeflendiği ve bu yönde ABD’nin açık saldırıları gündemdeyken, bu nedenle ezen-ezilen ülke ayrımı daha da şiddetlenmişken, TKP’nin önderleri, gerçekleri teoriye, kendi kafalarında şablona uydurmak için bunun azaldığını, önemsizleştiğini iddia ediyorlar:

    “Özellikle son on yıllardaki emperyalist sermaye yayılması, tek başına sermayenin aşırı birikimiyle açıklanamaz. Geçmişte fazlasıyla tartışılan tek yanlı bağımlılık tezleri tümüyle geçersizleşmiştir. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin bugün vardığı noktada, az gelişmiş ve orta gelişmişlikteki kapitalist ülkeleri de kapsayan tek bir emperyalist-kapitalist zincirden ve bu zincirin halkaları arasındaki karşılıklı ilişkiden söz etmek gerekmektedir.” (…) ‘Merkez ülke-sömürülen/ bağımlı ülke’ ayrılmasının emperyalizm ile ulus devletler arasındaki çelişkiyi körükleme gücü artmış değil azalmıştır. Böyle bir ‘ilerici ulusalcılık’ reel sosyalizm döneminde çözüm anahtarına sahipti ve dolayısıyla bugüne oranla daha büyük bir öneme de sahipti.” Bu tezlerin özü şudur: Ezen-ezilen ülke ayrımı kalmamıştır, hepsi kapitalist olan bu ülkelerin arasında ancak gelişmişlik düzeyi açısından bir fark vardır. Bunlar, hatırlanacağı gibi emperyalizmin ideologlarının gerçeği gizlemek amacıyla döne döne tekrarladıkları teorilerdir, yani TKP’lilerin çok karşı gibi göründükleri liberalizmin has teorileridir.

    Troçkizm-Revizyonizm bileşimi bu tezlerin bir kaynağı Brejnev’ler demiştik: hatırlanacağı gibi Gorbaçov, Sovyet sosyalizminin son kalıntılarını da tasfiye ederken, ezen-ezilen ülkeler ayrımının artık ortadan kalktığından, sınıf mücadelesi döneminin, sona erdiğinden vb söz ediyordu. Gorbaçov nasıl revizyonizmi doğal sonucuna, yani bürokratik kapitalizmi serbest piyasa kapitalizmine vardırdıysa, onların doğal uzantısı eski TKP de aynı yolu izleyerek serbest piyasa dünyasına karıştı. Yeni TKP ise, Sovyetler Birliği’ndeki geri dönüşün nedenlerini doğru çözümleyemediği ve bu konudaki gerçeklerden hep kaçtığı, yan çizdiğe için o ideolojik mirası da sürdürüyor.

    Ezen-ezilen uluslar bölünmesinin reddi

    Bileşimin öbür unsuruna gelirsek; ortaya, Lenin’in analizinden alınan “tek bir emperyalist-kapitalist zincir’le “tek yanlı bağımlılığın geçersizleşmesi”nin ”sentezi” olan, karşılıklı, eşitler arası ilişkinin eklektik bileşimi çıkıyor. Bu, kapitalizmin her yerde içselleştiği eşit kapitalist ülkeler bütünü, Troçkizmin bilinen kapitalist dünya sistemidir. Böylece, ezilen ülkeler (uluslar) yerine “az ve orta gelişmiş kapitalist ülkeler” konarak emperyalizm buharlaştırılıyor. Çünkü, bugünkü dünyanın apaçık bir gerçeği, ezilen dünyanın ezici çoğunluğu zaten “az ve orta gelişmişlik düzeyindeki”” ülkeler oluşturuyor. TKP’nin Troçkist mantığıyla bu ülkelerin gelişmiş ülkelerle ilişkisi karşılıklıdır, yani sermaye sınıfları aşağı yukarı eşit koşullardadır, dolayısıyla, ulusal çelişki önemsizdir, esas çelişki bütün dünyada emek-sermaye çelişkilidir ve mücadele kapitalizme karşıdır. Kapitalizmin emperyalist niteliği ise, bir aksesuar, bir ayrıntıdır. Anti-kapitalist devrim edebiyatının kenarına yapıştırılmış bir eklentidir.

    Bu teori neden eklektik ve tutarsızdır aynı zamanda? Çünkü emperyalizm ancak tamamlayıcısı olan karşıtıyla, yani sadece sınıfsal değil, ulusal olarak da ezdiği ve sömürdüğü karşıtıyla var olabilir, anlam kazanabilir. Kapitalizm nasıl sömürdüğü emekle varsa, emperyalizm de sömürgeleştirdiği, ezdiği uluslarla kendini var edebilir ancak. Ulusal bir eşitsizlik ve baskı yoksa emperyalizmden söz etmenin ne anlamı kalır’? Kapitalizm demek yeterli değil mi? Yani burjuvazi, bütünüyle, gelişmiş kapitalist ülkelerde nasıl devrimin düşmanıysa, bizim gibi ülkelerde de emperyalizmin belirleyici bir baskısı olmadığına göre, aynı şekilde düşman olmalı!

    Emperyalizmi “ustaca” bir teorik manevrayla ortadan kaldıran bu mantığa göre, doğal olarak, bütün sözde özelleştirme ve McDonalds, vs karşıtlığına rağmen ulusal ekonominin ve tarımın çökertilip yerine yabancı tekellerin almasının bir önemi yoktur. Hatta bu, zayıf bir geri ülke burjuvazisi yerine daha gelişkini geldiği ve “proleterleşmeyi hızlandırdığı” için, “sosyalist devrimi kolaylaştıran bir rol de oynayabilir: “Bugün sermaye egemenliğinin sürdüğü, ama yabancı sermaye akışının kesildiği, yabancı tekellere ait işletmelerin kamulaştırıldığı bir ülkenin ekonomik olarak ayakta kalması olanaksızdır. Ayrıca bırakın makro düzeyi, işletme bazında bile sermayenin yerli yabancı diye tasnif edilmesinin olanaksız olduğunu, önemli bir bölümü iktisatçı olan ulusal solcularımız nedense görmezden gelir.” Aslında farklı ulusal ekonomilerin varlığını birazcık kabul eden bir kafa için, yukarıdaki tek yanlı, yani bir tarafın bağımlı olduğu ilişkinin reddedildiği ve karşılıklı ilişki içindeki, dolayısıyla esas olarak bağımsız olan ülkeler tanımıyla, ulusal ekonomilere var olma şansı tanımayan mantık büyük bir çelişki içindedir. Eh, sağdan soldan derleme teorilerle bu kadar “sentez!” yapılabilir.

    Yukarıdaki, yabancı sermayenin egemenliğim mutlaklaştıran ve hangi düzeyde olursa olsun ulusal bir sermayeye ve ekonomiye nesnel olarak var olma şansı tanımayan tespitle, onu düzeltme telaşıyla yapılan “Komünistler stratejik acıdan yerli-yabancı sermaye ayrımı yapmazlar. Ancak yabancı sermayenin ağırlığını artırması Türkiye’de sosyalist devrimci bir kopuşu güçleştirecek, kopuş sonrasındaki ekonomik mücadeleyi zorlaştıracak bir olgudur” tespitini yan yana koyduğumuzda bir çıkmazın, imkânsızın stratejisinin alaycı gülümsemesini hissetmiyor muyuz? Kuşkusuz burada temel sorun, bizim gibi ezilen ve bugün sömürgeleştirilme yönünde bir hayli yol katedilen bir ülkede burjuvazinin, ya da sermaye sınıfının bir blok halinde ve emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası mı olduğu, yoksa TÜSIAD gibi işbirlikçi bir kesim yanında iç pazara dayanan emperyalizm ve işbirlikçi kesimle çıkar çelişkileri olan ulusal nitelikte bir burjuvazi şeklinde bölünmüş mü olduğudur.

    Burada Troçkizm ve Revizyonizmin yanına üçüncü bir teorinin de eklendiğini görüyoruz: Liberalizm. Çünkü, yukarıdaki görüşler, çok yakından tanıdığımız. Türkiye’nin KİT’lerini ve diğer ulusal sanayi ve zenginliklerini uluslararası tekellerin yağmasına açan, bağımsız, içe kapanık bir ekonomi yaşayamaz, Batı sermayesiyle bütünleşmeliyiz diyen işbirlikçi liberal burjuvazinin görüşleridir. İşte, yanlış, yanlıştan da öte sakat (çünkü kaba tutarsızlıklarla dolu) strateji ve siyasetlerin gidebileceği yer o sözde çok karşı olunan sistemin kucağıdır. Gene de TKP teorisyenlerinin mutlaka bir bildiği vardır. O da ne olabilir; olsa olsa, son zamanlarda çok açık ifade edilemeyen, ama bilinçaltında kalan çok sıkışınca ortaya çıkan, Batının daha güçlü sermayesi ve daha yoğun bir sömürüyle emek-sermayeye çelişmesinin derinleştirilmesi olabilir herhalde. Ulusal özgürlük ve bağımsızlık mı, kısmet!

    Milli Demokratik Devrim: Sosyalizmin biricik stratejisi

    Önceki satırlarda, işçi sınıfının önderliğinde aşamalı bir devrimle sosyalizme geçen ülkeler ile ulusal kurtuluş mücadeleleriyle sömürgeleşmekten kurtulup ulusal ekonomiler kurmaya yönelen, fakat daha sonra işçi sınıfı önderliğinde emperyalizmden köklü bir kopuş gerçekleştiremediği için tekrar emperyalist sisteme teslim olan ezilen ülkelerde, devrim stratejisinin ortak ve bunun da Milli Demokratik Devrim stratejisi olduğunu belirtmiştik. Esasında Sovyet Devrimi pratiğinde Lenin’in teorileştirdiği, Mao’nun Çin Devrimi pratiğinde en gelişmiş içeriğini verdiği ve uyguladığı bu stratejinin esasları nedir?

    19. yüzyılda insanlığı özgürleştiren ve ilerleten dinamikler, kapitalizmin üretici güçleri, bilim, teknoloji, aydınlanma değerleri, özgürleşmiş ve laikleşmiş emek, işçi sınıfı ve köylülük, Avrupa’da, burjuvazinin önderliğinde feodalizmi tasfiye ettiler. Ancak, Avrupa’da her ülkenin kendi iç dinamiğiyle, kapitalizmin doğal evrimi sonucu gerçekleşen bu burjuva demokratik devrimler, 19. yüzyılın sonundan itibaren geri, sömürülen ülkelerde emperyalizmin iç dinamiklere müdahale eden bir dış belirleyen haline gelmesiyle hedefleri ve sınıfsal bileşimi açısından temel bir değişikliğe uğradı. Yani dünyanın, “gelişmiş, kapitalist, ezen ülkeler” – “geri, ezilen ülkeler” biçiminde nesnel bir bölünmeye uğramasıyla, bu ülkelerde burjuva demokratik devrimin önündeki engel olarak, feodalizmin yanında emperyalizm (hatta çoğu kez bugün Türkiye’de olduğu gibi, emperyalizm birinci planda) gündeme geldi. İkinci olarak burjuvazi, demokratik devrimi sonuna kadar götürecek enerjisini tükettiği için öncülük yeteneğini de yitirdi. Ancak bu, bugün de birçok örneğini gördüğümüz gibi, ulusal burjuvazinin hiç antiemperyalist tavır göstermeyeceği anlamına gelmiyordu.

    Bir devrimci sürecin nesnel zorunluluğunu ifade eden, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişmeyi, ezilen dünya ülkeleri açısından daha somut ve sınıfsal olarak açarsak, toplumun özgürleşmesinin önündeki başlıca engeli emperyalizm ile feodalizm ya da ülkemizde olduğu gibi yan feodal kalıntılar oluşturmaktadır. Bu nedenle genel olarak baktığımızda ezilen ülkelerde emperyalizme ve feodalizme karşı bütün mücadeleler ilerici, toplumu özgürleştiren bir içerik taşımaktadır. Emperyalizm çağında burjuvazinin artık demokratik devrimlere öncülük etme yeteneğini yitirmesi, aksine emperyalist burjuvazinin gerici bir karaktere bürünmesiyle, devrimlerin merkezi haline gelen ezilen dünyada öncülüğü devralan işçi sınıfının iki devrimci süreci, ulusal ve demokratik devrimle sosyalist devrim süreçlerini aşamalı ve kesintisiz bir devrim stratejisi içinde birleştirmesini getirdi. Demek ki çağımızın (fantezi değil, gerçekleşme olanağına sahip) bütün devrimlerinin “Milli Demokratik Devrim”de ifadesini bulan anti-emperyalist, yani ulusal (milli) bir niteliği vardır. Diğer yanı ise, anti-ortaçağ (anti-feodal), yani demokratik niteliğidir. TKP ideologlarının emperyalizm çağının gerçeklerini atlayıp, Batı merkezli bir bakışla, ekonomik ve toplumsal içeriğini öne çıkarıp “burjuva demokratik” diyerek, onun işçi sınıfı önderliğinde, aşamalı ve kesintisiz bir devrim olduğunu görmezden gelmeleri, kuşkusuz genç devrimcileri kandırmanın ve kendi doğruluklarını kanıtlamanın ucuz bir yoludur.

    20. yüzyılın bütün devrimleriyle doğruluğu kanıtlanmış, aşamalı ve kesintisiz bir süreci içeren Milli Demokratik Devrim stratejisinin, dünyanın ezen-ezilen uluslar bölünmesinin daha da derinleştiği günümüzde geçersizleştiğini iddia edebilmek için içi boş “sosyalizm” gevezeliğinden başka hiçbir ciddi gerekçe ileri sürülemez.

    Lenin’in 1905 öncesi teorileştirdiği devrim stratejisi, işçi-köylü diktatörlüğünü öngörüyordu. Bunun anlamı, devrime öncülük edecek en örgütlü ve bilinçli sınıf olarak işçi sınıfının öncülüğü açısından sosyalist olsa da, hala toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülüğün toprak ağalığına’ karşı toprak talebini ve diğer demokratik talepleri içermesi ve her ikisinin de Çarlığa karşı olması nedeniyle demokratik bir devrim olmasıydı. Bolşeviklerin devrim stratejisinde, Lenin’in İki Taktik’teki çözümlemesinde özellikle vurguladığı gibi, burjuvazinin Çarlığın emperyalist politikasını destekleyip tamamen karşıdevrim saflarına geçtiği 1917 Şubatına kadarki süreç demokratik devrim aşamasını, daha sonraki süreç ise sosyalist devrim aşaması oluşturmaktadır. Yani devrim, aşamalı ve kesintisiz bir süreç olarak öngörülmüştür. Burada Sovyet Devriminin, hem gelişmiş kapitalist hem geri kalmış feodal, hem Batı hem doğu özelliklerini taşıyan bir ülkede gerçekleşmesi nedeniyle devrimin niteliğini esas olarak burjuvazi ya da proletaryanın önderliği belirlemiştir.

    Emperyalizm çağının başında gerçekleşen bu ilk devrim, “Avrupa’nın en gerisi” inde gerçekleşmesi yanıyla Avrupa’ya, yani gelişmiş bir kapitalist (ve emperyalist) ülkeye özgü yanıyla sosyalist, “Asya’nın en ilerisinde” olması yanıyla demokratik bir devrimdir. Aynı zamanda, feodal aidiyetleri, Çara kulluğu vb ortaçağa ait toplumsal siyasi ilişkileri tasfiye edip Sovyet yurttaşlığını yaratarak ve 1917–1921 iç savaşıyla emperyalist müdahaleye karşı savaşarak da ulusal bir nitelik taşımaktadır. Burada kritik sorun, yukarıda vurguladığımız gibi, Sovyet Devriminin, kendinden sonraki hepsi de ezilen dünyada gerçekleşen devrimlere model oluşturacak olan, iki aşamalı ve kesintisiz sosyalizme ve sınıfsız topluma ilerleyen bir devrim modeli olmasıdır. Sovyet Devrimi’ni çok iyi bildiklerini sanan doğrudan “Sosyalist Devrimciler”, iş strateji üretmeye gelince bu devrimin aşamalı ve kesintisiz özünü kayıtlardan silmeye kalkışmakta, genç devrimcileri yanıltmaya çalışmaktadırlar. Kaldı ki iç savaştan sonra uygulanan, sosyalizmin birçok ekonomik, toplumsal programını erteleyen NEP (Yeni Ekonomik Politika) dönemi pratiği, hatta 1927’ye kadar süren uygulamalar Sovyet Devrimi’nin de demokratik içeriğinin ağırlığını gösteriyor.

    Düşmanı çoğaltarak daha devrimci olma(!) ya da devrim yapmama stratejisi

    Peki, yenilse, hedefine ulaşamasa ve emperyalizme tekrar teslim olsa bile, Kemalist Devrim ve diğer ulusal burjuvazinin önderliğindeki devrimlerin nasıl açıklayacağız? Bu devrimlere, dolayısıyla Kemalist Devrime yaklaşım kuşkusuz tartışmamızın en kritik noktasını oluşturuyor. Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bilimsel sosyalistler, kendilerinden önce kendileri dışında emperyalizme ve ortaçağ güçlerine karşı yürütülen her mücadeleyi, vurulan her darbeyi, yenilse bile, destekleyip miras olarak sahip çıkacak mı, yoksa, “burjuva demokratik devrim!” tamamlayamadılar, bunlar “sermaye sınıfı”, “mülk sahipleri” sömürücü sınıflardır, “emekçilerin dostu olamazlar”‘ deyip burun kıvırarak bir kenara mı atacaklar?”

    Türkiye’nin Robespierre’i, Garibaldi’si yok” deyip Mustafa Kemal’in devrimciliğine burun kıvıran, kibirli tavırların gerisindeki ruh hali, büyük bir güce dayanmanın veya gerçeği savunmanın getirdiği kendine güven mi? Hayır, tam aksine bu, düşmanlarını çoğaltarak ve büyüterek kendisinin daha devrimci, daha vazgeçilmez olduğu hayalini kuran tipik bir küçük burjuva aydın hastalığıdır. Ancak ülkemizde çok görülen bu hastalıklı aydın tipi, mücadelenin zor dönemeçlerinde müttefiklerini, dayanaklarını hep Batı’da arayan eski TKP’den kalma kendine ve halkına güvensiz ruh halinin de temsilcisidir. Chavez’i, Hose Marti’yi selamlamayı büyük bir devrimci görev addeden, ama kendi toplumunun devrimci tarihine gelince “komünistliğin” ölçütü olarak aldığı Batı merkezlerinden aforoz edileceği korkusuyla ona sahip çıkmaktan özenle kaçan, onda bin-bir kusur arayan bu tavır, kökleri Tanzimat’a dayanan, fikri beslenme kaynağını hep Batı’da arayan, Batı özentili, köksüz aydın geleneğidir.

    Oysa devrimler tarihinin temel bir yasasıdır; hiçbir devrim bir hamlede gerçekleşmemiştir, birçok geri dönüşleri zikzakları içermiştir. Robespierre’in önderlik ettiği Fransız burjuva demokratik devrimi, 1871’e kadar süren, geri dönüşlü uzun bir süreçtir. Avrupa’nın burjuva demokratik devrimleri, kökleri 16. Yüzyıla kadar dayanan, aydınlanma çağını da kucaklayan, öncülüğünü bazen, aydınlanma despotizmi olarak tanımlanan Rusya’da Büyük Petro, Almanya’ da 2. Frederic gibi feodal kralların yaptığı 2–3 yüzyıllık bir dönemdir- Ve Chavez’in yürüttüğü antiemperyalist mücadele ve demokratik reformlar, Bolivar’la başlayan yaklaşık iki yüzyıllık bir milli demokratik devrim sürecidir. Burjuvaziyi bir blok halinde stratejik düşman ilan eden teorisine hiç uymadığı halde, Türkiyeli olmayan, uzaklardaki Venezüella’nın ulusal burjuva önderini “devrimci ve yurtsever tavır Chavez’de somutlanıyor” diyerek desteklenmesi, TKP ideologlarının her tarafına sinmiş garip tutarsızlıklarından biridir.

    Demek ki, bir devrime karakterini veren ve o toplumun, bütün diğer çelişmelerinin çözümünü kendi çözümüne bağlayan temel gelişmesidir. Nesnel çıkarları emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileriyle çatışan ulusal burjuvazi de dahil bütün sınıflar bu temel çelişmenin çözümü ekseninde mevzi1enecektir. Bu, ezilen dünyada gerçekleşmeye devam edecek çağımızın temel yasasıdır. Chavez ve önümüzdeki süreçte bir çok örneğini göreceğimiz ulusal burjuvazinin de, daralarak değil hatta daha da genişleyerek, nesnel çıkarları gereği antiemperyalist mücadelede yer alacağı çağımızın önemli gerçeklerinden biridir. Çağımızda, ezilen dünyada bu temel çelişmenin çözülmesi yönündeki her mücadele, devrimi sonuna kadar götürme ve sosyalizme sıçratma yeteneğine sahip işçi sınıfının fikri ve maddi birim hanesine yazılmıştır.

    Günümüzün olguları ve çelişmeleri Milli Demokratik Devrimi daha da zorunlu kılıyor

    Türkiye’nin Milli Demokratik Devrim sürecine gelirsek: 1850’lerden, Yeni Osmanlılarla başlayan, 1876 Anayasası, 1908 Jön Türk Devrimi’yle devam eden, Kemalist Devrimle en üst düzeyine sıçrayan ve 27 Mayısla son atılımını yapan yaklaşık 150 yıllık bir süreçtir bu. Her aşamada kapsamı ve derinliği değişmekle birlikte strateji ve hedefler hep aynıdır: Emperyalizme bağımlılığın ve feodalizmin tasfiyesi. Denecektir ki, 1950’1erden bu yana feodalizm büyük ölçüde tasfiye oldu, köylülüğün nüfusu yüzde 80’lerden yüzde 40’lara düştü, siz hala Milli Demokratik Devrimden bahsediyorsunuz. Doğru, kapitalist meta ilişkilerinin hâkim hale geldiği, toprakta feodal kalıntıların varlığından söz edilebileceği bir ülke Türkiye bugün. Birincisi, emperyalizme bağımlı olan bu kapitalist meta ilişkileri bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin var olan düzene tek başına hâkim olduğu anlamına gelmiyor. Kapitalizmin hâkim olması, emperyalist sisteme tek yanlı bağımlılığın tasfiye edildiği, esas olarak büyük sanayisini kurmuş kendine yeterli bir ekonomi demektir. Emperyalizmin bütün dünya pazarlarına hâkim olduğu, dünyanın en ücra köşesine kadar insanları dünya tekellerinin ürünlerinin tüketicisi haline getirdiği günümüzde. Afrika’nın en geri ülkesinde bile meta ilişkileri egemendir. O nedenle bu, bir sistem olarak kapitalizmin asla göstergesi olamaz.

    İkincisi ise. 1960’lardan bu yana aynı tezi ileri süren bu kaba materyalist, ekonomist görüşü savunanlar, nüfusun yüzde 75’ini köylülük oluşturduğu halde o zaman da sosyalist devrim stratejisinin savunuyorlardı. Demek ki, yüzde 75’in yüzde 40’a nasıl indiği bir yana, sorun köylü nüfusun sayısında değil kafalardadır.

    Sorunun, günümüzde bütün ağırlığıyla yaşadığımız gibi, salt toprak ağalığının ortadan kaldırılması sorunu olmadığı açıktır. Bugün, tarikat ilişkileri, mafyalaşma ve diğer ortaçağ bağımlılık ilişkileri, kentlerin de ağırlığını oluşturur hale gelmiştir; kentlerdeki oyların dağılımına bakıldığında bu gerçek bütün katılımıyla görülür.

    Kaldı ki her şey bir tarafa, Türkiye, Kemalist Devrim’le bir atılım yaparak, 1970-80’lere geldiğinde kamu sektörünün öncülüğünde bir hayli ilerlemiş bir sanayileşme düzeyine ulaşmışken, bugün, Küreselleşme adı altında mafyalaşan emperyalizmin saldırısıyla sanayileşme, tarımda modernleşme ve demokratikleşme yönündeki bütün kazanımlarını büyük ölçüde kaybetmiştir. Demokratik devrimin hedefi olan ortaçağ kurumları, tarikatlarıyla mafyasıyla, cemaatleriyle iktidar olmuştur; devletin ve toplumsal kurumların birçok mevzisini ele geçirmiştir. Bir diğer deyişle, TKP’lilerin de çok güzel ifade ettiği gibi, nasıl Sovyetlerin dağılmasıyla emperyalizm Batı’da sosyalizm ve işçi sınıfı kazanımlarını adım adım ortadan kaldırmış bu mevzileri çok gerilere sürmüşse, ezilen dünyada da çok daha büyük yıkımlar yaratmıştır. Türkiye’yi de, ulusal devleti ve egemenliği ortadan kaldırarak, ulusal bütünlüğü parçalamayı hedefleyerek, 1919’ların gerilerine sürmüştür. Bu, günümüz Türkiye’sinin en çıplak ve tartışılmaz gerçeğidir. Yani ulusal devleti yeniden devrimci ilk kuruluş temellerine oturtmak, ulusu çözülme ve parçalanma sürecinden kurtarıp yeniden inşa etmek bugünün yakıcı görevi haline gelmiştir.

    Bu nedenle, ulusun ve ulusal devletin tehlikede ve tartışma konusu olmadığı 1960’lar ve 70’lerde bu saflaşmanın belki anlamlı bir yanı vardı, ama günümüzde en kör ve aptalın bile görebileceği gerçekler apaçık ortada. Latin Amerika’da bütünüyle ABD’yi ve uzantılarını hedef alan ilerici yönetimlerin iktidara gelmesi, hepsi de ulusal ve demokratik nitelikte bazı devrimci hamlelerin yaşanması sorunun netleşmesi açısından aydınlatıcıdır. Bölgemizde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’yle, Irak’ı işgali, İran, Suriye ve Türkiye’nin işgal tehdidiyle karşı karşıya olması, hepsinin de uluslaşmayı, diğer anlamıyla demokratik devrimlerini tamamlamamış olmaları nedeniyle etnik ve dinsel parçalanma tehdidi altında olmaları, milli demokratik devrimi dayatan temel çelişmenin derinliğinin somut göstergeleridir.

    Yaşadığımız bu yakıcı gerçekler karşısında doğrudan Sosyalist Devrimciler, yer yer stratejilerine tamamen karşıt MDD’yi doğrulayan fikirler, siyasetler de ortaya atıyorlar: “Emperyalist sermaye Türkiye’yi sömürgeleştirmek istemektedir. Jenerik ilaç düzenlemeleriyle AB sermayesi ilaç sanayimizi çökertmekte, emperyalist şirketlere sağlanan imtiyazlarla ABD tarımsal arazileri işgal etmektedir.” Türkiye’de her aydının etiyle kemiğiyle yaşadığı bu can alıcı güncel gerçekleri TKP’nin stratejisinde bir yere koymak mümkün mü? Öyle anlaşılıyor ki, bu tür umut verici tespitler, ancak propaganda metinlerinde yer alabiliyor. Programda ve temel teorik metinlerde ve siyasetlerde reddedilen bir şey propagandada savunuluyorsa bunun siyasetteki karşılığı kitleleri kandırmaktır.

    Teorileri olguları açıklamaya, analiz etmeye yetecek derinlik ve birikimden yoksun olduğu için, ‘”işçi sınıfı adına'”, emperyalist merkezlerin. ABD ve AB’nin, kukla devlet ve Kıbrıs planlarına ve ulusu parçalamaya hizmet etlen siyasetler üretiyorlar. İşte bir örnek: “Biz yurtseverler, bayrağımızın işbirlikçiler ve faşistlerin elinden Türk, Kürt bütün halklarımızın emperyalizme ve sömürüye karşı ortak mücadelesiyle alınacağını ilan ediyoruz.” Dün devrimci, ilerici olan “Halklar” kavramı bugün, tamamen gerici, emperyalizmin etnik, dinsel, vb bölünmeleri kışkırtmak için kullandığı bir alet olarak işlev görmektedir. Bugün “Halkların Kendi Kaderini Tayın Hakkı”, aynı amaçla, yani Ezilen Dünya’nın ulus-devletlerini parçalamak amacıyla emperyalizmin temel bir sloganı haline gelmiştir. ABD ve AB’nin dayatmasıyla İkiz Yasalar adıyla, Tayyip Erdoğanlar tarafından Kemalizmin ve ulus-devletin tasfiyesinin, yani “baskıcı” üniter yapıyı daha ‘”demokratik” federatif yapıya dönüştürmenin önemli bir adımı olarak yasalaştı.

    TKP bilerek veya cahilce kullandığı bu tür kavramlar ve Kürt sorununa yaklaşımıyla, biraz korkakça da olsa, kukla Kürt devletini onaylayan bir siyaset izlemektedir.

    TKP, Türkiye’yi ulusal devleti ve milletiyle parçalamayı hedefleyen (kendisinin bir olgu olarak kabul ettiği) emperyalizmin sömürgeleştirme saldırısına karşı ulusal bağımsızlık mücadelesinin baş çelişme, ya da birincil mesele olduğu günümüzde “yurtsever cephe” siyaseti ilan etti. Belli, bu noktada dilleri “ulusal cephe”” demeye varmıyor. Çünkü ulusu savundukları zaman bütün teorileri çökecektir. Bu nedenle, sözde ırkçılığı çağrıştırdığı vb gerekçelerle “enternasyonalist dayanışma” adına “ulusu savunmak” yerine “ülkeyi savunmayı” tercih ediyorlar. Çünkü böylece, milli burjuvaziyle ittifak yapma zorunluluğundan ve lekelenmekten kendilerini kurtarmış oluyorlar. Ama ilan ettikleri “yurtsever cephe” siyaseti, gerçekte, koşulların zorlamasıyla, MDD’den ödünç alınmış, utangaç bir ulusal cepheden başka bir şey değildir.

    ABD’nin başını çektiği küreselci emperyalist saldırıya karşı ezilen Dünyanın direnişinin, hepsi de devrimlerle kurulmuş ulusal devletleri savunma mevzisinde sürdüğünü kuşkusuz bu mantıkla kavramasının olanaksız olduğu TKP’nin, bölgenin “gerici burjuvalarına” karşı, özellikle Batı burjuvazisinin ve aydınının da onayladığı ikinci İsrail’i desteklemesi çok doğaldır. Aynı şekilde, en has “devrimci”lik adına bir kez denklem emperyalist stratejinin başarısı üzerine kurulursa Kıbrıs’ta da Batı’nın piyonu olmaktan kurtulunamaz: “Emperyalist ülkelerin Türkiye’deki askeri ve siyasi varlığına karşı nasıl mücadele ediyorsak, Türkiye’nin Kıbrıs’taki işgalci konumuna ve adadaki tüm yabancı siyasi güçlerin varlığına karşı da mücadele ediyoruz.” Bir stratejinin devrimci olmasının önemli ölçütlerinden biri de, asıl ya da baş düşmanın her hamlesine karşı hamleyle cevap verebilmektir, ABD ve AB’nin Kıbrıs’taki hamlesi açıktır: AB üyesi Rum yönetiminin egemenliğinde “birleşik” bir Kıbrıs. AB’ye kesinlikle alınmayacak bir Türkiye’den kopartılmasının formülü işte bu “birleşik” kavramıdır. Bu emperyalist hamle karşısında TKP’nin hamlesi ise, onun yedek gücünü oluşturmaktır.

    TKP’nin, belki farkında olmadan, hem Kuzey Irak hem de Kıbrıs’ta izlediği, biri ayrılma diğeri birleşme yönünde olduğu halde Türkiye karşıtı olma yönünde ortak olan çizgi, Türkiye’nin bölünmesine karşı olduklarına ilişkin bütün teorilerinin içi boş laflardan ibaret olduğunu, kurdukları denklemlerde emperyalistlerle aynı cephede olduklarını gösteriyor.

    Köylüye düşman bir “Yurtsever Cephe”

    TKP’nin stratejisinin bir devrim yapmama ya da devrimden yan çizme stratejisi olduğunun en büyük kanıtı, milli burjuvaziyi düşman cepheye koyması bir yana, bütün analiz ve siyasetlerinde görüldüğü gibi köylülükle de ittifakı reddetme, yani onu da düşman cepheye koymasıdır. Dünya tahlilindeki, yani ezen ezilen ayrımını reddeden mantık ulusal düzlemde de geçerlidir. “ileri(ci)” ve “uygar” batı-“gerici” ve “barbar” Doğu’nun yerine ileri(ci) kentler ve proletarya-geri(ci) köylülük almıştır:

    “…ücretli emek sömürüsü Türkiye’deki sömürünün egemen ve belirleyici biçimidir. Bu anlamda ülkeyi bugünden yarına taşıyacak olan çelişki, işçi sınıfı ile kapitalistler arasındadır, emek ile sermaye arasındadır.” “Türkiye’de sınıfsal yapının sömürücü ayağı, ekonomik, siyasi ve ideolojik çerçevede ‘burjuvazi’ olarak tanımlanan egemen sınıftır. Bu sınıfın bileşenleri arasında sanayi, ticaret, mali, tarım kapitalistleri ile küçük burjuvazinin üretim araçlarına sahip kesimleri yer alır”.

    Ne yazı ki bu analizlerde Türkiye gerçeğini görmek mümkün değildir. Burada işçi sınıfının bir parçası olarak değerlendirilen tarım proleterleri dışındaki bütün köylülük, milyonlarca küçük esnaf vb “küçük burjuvazinin ürerim araçlarına sahip kesimleri”‘ olarak bir blok halindeki gerici “sermaye cephesine” gönderiliyor. Geriye nüfusun yüzde 30’unu bile bulmayan saf proletarya kalıyor. Bir tarafta proletarya, karsı tarafta da küçük, orta, büyük bütün mülk sahibi sınıflar! Sorun bu kadar kaba, basit, ak ve kara şeklinde koyulduğunda strateji ve siyasete de gerek kalmıyor. Hedef bir sıçrayışla, “aşamasız” sosyalizme ulaşmak olduğuna göre, büyük bölümü üretim araçlarına sahip küçük burjuvazi, köylülük; yani bir dönümü de olsa on dönümü de olsa köylülük, hepsinin de tezgâhları ve üretim araçları olduğu ve yanlarında mutlaka en az bir işçi çalıştırarak sömürdüğü için doktor, mühendis, dişçi, bakkal berber, muhasebeci, geniş esnaf ve zanaatkâr kesimi, vb. mülksüzleştirilecek düşman safındadır.

    İşçiyi müttefiksiz bıraktığı, düşman cephesini genişlettiği için peşinen yenilgiyi kabul eden böyle bir siyaseti proletarya benimser mi? Kuşkusuz aklı basında hiçbir işçi, hele sınıf bilincine sahip bir işçi asla kabul etmez. Hatta öncelikle yaklaşık yüz yıllık mücadele deneyimi olan ve kendi dışındaki deneyimlerin de az çok bilgisine sahip Türkiye işçi sınıfı böyle bir siyasete yüzünü bile dönüp bakmaz. Nitekim son birkaç yıl için de gerçekleşen, PETKİM, TEKEL, SEKA, Seydişehir işçilerinin özelleştirmelere karşı yürüttüğü en militan sınıf eylemlerinin ulusal, antiemperyalist eylemler olduğunu, vatan savunması şiarıyla yürütüldüğünü kim inkâr edebilir!

    Peki, “Ulusal Cephe” adından kaçılarak ilan edilen “Yurtsever Cephe” bir cephe mi, müttefikleri var mı? Daha doğrusu “Türkiye’yi sömürgeleştirmek isteyen” emperyalizme karşı yeni ve daha geniş bir cephe mi öneriliyor? “Yurtsever Cephe’nin çağrı bildirisindeki “müttefikler” TKP Programındaki, “Sosyalist iktidar, işçi sınıfı ve onun siyasal etki alanında bulunan toplumsal güçlerin kitlesel mücadelelerinin eseri olacaktır” la sınırları çizilen, TKP sempatizanlarından başka bir şey değil: “Geleceğimizin satılmasından çıkar ummayan, ‘ulusal çıkarlar’ ya da ‘jeopolitik çıkarlar’ adı altında ülkemizi şu ya da bu emperyalist ya da kapitalist bloklaşmanın parçası haline getirmeye çalışmayan, halklar arasında düşmanlık yaratmak istemeyen ve sermaye egemenliğine karşı emekten yana olan herkesin yeri Yurtsever Cephe”dir. TKP siyasetlerini benimseyenlerle sınırlı cephe olmayan böyle bir “cephe”, bütün devrimci cephe pratiklerinde olduğu gibi. Nesnel toplumsal-ulusal çelişmeler ve sınıflar temelinde bakıldığında ancak bölücü bir rol oynayabilir.

    Bilimsel sosyalizmin abecesidir; salt işçi sınıfı ve onun sosyalist siyasetlerini benimseyenlere dayanan bir birlik sınıf partisidir. Cephe ise, bugün, işçi sınıfı ve partisinin, bilincinde olsunlar olmasınlar, çıkarları emperyalizm ve uzantılarıyla çelişen bütün sınıflar ve onların temsilcisi siyasi güçlerle ittifak yapmaktır: ittifak da hiç kuşkusuz sosyalistleri de kendi nihai programlarından taviz verdiği asgari bir program temelinde olur. Bugün, “Türkiye’yi sömürgeleştirmek isteyen” emperyalizme karşı antiemperyalist ulusal bağımsızlık mücadelesi esas olduğuna göre, oluşturulacak cephe ulusal bir cephedir. Bu konuda geniş yurtsever kesimlerin ulusal mevzileri savunmada, en azından fikir düzeyinde oluşturdukları mutabakat cephenin adını da ortaya çıkarmıştır.

    TKP hangi geleneğin temsilcisi?

    “Gelenek”çi TKP, Milli Demokratik Devrim’i reddederken hangi geleneği sürdürüyor, hangi mirasın temsilciliğini yapıyor? Kuşkusuz ismine bakılırsa, 1920’de kurulan, Şefik Hüsnülerin önderlik ettiği TKP’nin mirası demek gerekirdi. Oysa Şefik Hüsnü’nün temsil ettiği devrimci çizginin önderleri hayatlarını sonuna kadar kuruluş yıllarında belirlenen stratejiye, yani Milli Demokratik Devrim stratejisine sadık kalmışlardır. Şefik Hüsnü önderliğindeki gerçek TKP’nin 1926’da geliştirdiği Çalışma Programı, “Gelenek”çi TKP’nin hangi geleneğe dayandığını kanıtlıyor:

    “1. (…) Türkiye’nin emperyalizm tarafından tekrar esir edilmesinin önüne geçebilecek biricik etkili kaleyi teşkil eden Komünist Partisi (…) Köylünün belli başlı kitlelerini, proletaryanın önderliği altında toplar. (…) Ancak böyle bir diktatörlük, halkçı burjuva inkılâbı görevlerini yerine getirebilir. Ancak böyle bir diktatörlük milli demokratik devrimi gerçekleştirebilir ve bu inkılâbın kazançlarını düzenleyebilir.” Bu devrimde proletaryanın temel müttefiki, devrime karakterini verecek diğer güç ise, Şefik Hüsnülerin programında net bir şekilde vurgulanmaktadır: “. Amele ve köylü diktatörlüğü, öldürücü darbelerini ilk önce en tehlikeli düşmanlarına, emperyalistlerin ve yarıderebeyi gericilerin kafasına indirir.”

    Lenin’in Bolşevik Partisinin, Mao’nun ÇKP’sinin ve bütün Ezilen Dünya partilerinin programlarının anahtar kavramı olan “İşçi-Köylü ittifakı” Şefik Hüsnülerin TKP’sinden ne zaman atıldı? Atılmadı. Bu program ve strateji bugün İşçi Partisiyle devam etmektedir. TKP ise, gerçek TKP’nin çizgisini hiçbir zaman benimsemedi. Onun temsil ettiği gelenek, hiçbir zaman Çin dâhil Doğu’da sosyalizm programını uygulayan ülkelerde devrimci bir gelecek görmeyen, 1920’lerden bu yana Troçkizmin temsil ettiği Revizyonizm destekli Avrupa merkezli bir gelenektir.

    Bu nedenle TKP’nin kökleri Türkiye’nin devrimci geçmişine ve geleneğine dayanmıyor. Bu, Türkiye’ye yabancı bir gelenektir. Dünyanın geleceğini temsil eden devrimci Doğu’nun geleneği hiç değildir. Bu “gelenek” aynı zamanda, çürüyen, çöken Batı’nın geleneğidir, umudunu, geleceği olmayan Avrupa’ya bağlamış Tanzimatçı aydının geleneğidir. Türkiye gerçeğine, Türkiye halkına cephesini kapatan, müttefikini emperyalizm cephesinden bulur. Ulusu ile birleşmekle kirleneceğinden korkan, Batının çürümüş ve kirlenmiş kültürü ve siyasetleri ile birleşir. AB’ye karşı olmak mı? Hadi oradan!

    Mehmet ULUSOY

    Teori Yazı Kurulu Sekreteri

    ( http://tr-tr.facebook.com/notes/teori/tkpnin-sosyalist-devrim-teorisi-ve-milli-demokratik-devrim/158624130844307 )

  24. Cumhuriyet Bayramı kutlamaları
    Roni MARGULİES

    Bu gazetenin yazar ve okurları, Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri’ne katılmadıkları gibi, birbirlerinin Cumhuriyet Bayramı’nı da kutlamaz. Çalışanların kitlesel eylemiyle devrileceğini umduğumuz düzenin kuruluş yıldönümünü kutlamak adetimiz değildir.
    Türkiye Komünist Partisi Siyasi Komite’sinin 29 Ekim günü yaptığı açıklama ise şöyle son buluyor: “TKP bu yol ayrımında, ülkenin tüm ilerici, yurtsever, devrimci birikimini, tasfiyeci güçlere karşı koymaya, bu süreci durdurmaya çağırmaktadır. Bu çağrıya kulak verenlerin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!” Zaten TKP bir zamandır “Cumhuriyet’in kazanımlarının savunulmasını” komünistlerin temel görevi olarak saptamış bulunuyor.
    Önce kendi tavrımızı açıklayalım.
    “Cumhuriyet”, tarihötesi, soyut, her koşulda savunulması gereken mutlak ve ulvi bir değer değildir. Örneğin, birileri çıkıp İlhan Selçuk’u Padişah, Doğu Perinçek’i Halife yapsa ve Büyük Millet Meclisi’ni lağvederek saltanat dönemine geri döndüğümüzü ilan etse, Cumhuriyet’i korumak için TKP ile omuz omuza mücadele ederiz. Keza, yarın tüm seçimler kaldırılıp sivil kurumlar kapatılıp İlker Başbuğ Milli Şef ilan edilse, TKP yine Cumhuriyet’i korumada bizden iyi müttefik bulamayacaktır.
    Öte yandan, Cumhuriyet’i tehdit eden güç, örgütlü ve silahlı işçi sınıfı ise, bir genel grev ortamında işçiler kendi iktidar organlarını kurup Meclis’in kapısına kilit vurmuş, mevcut Cumhuriyet devletini yıkıp kendi devletini kurmaya başlamış ise, Biz Cumhuriyet’i koruyor olmayacağız. Anlaşılan, TKP koruyor olacak; müttefikleri ise mevcut devletin ordusu ve kolluk güçleri olacak.
    Kendine “komünist” sıfatını yakıştıran bir partinin bunlardan habersiz olması mümkün değil, ama bu durum Türkiye’de artık kimseyi şaşırtmıyor.
    TKP’nin “Cumhuriyet’in kuruluşunun 85. yılı nedeniyle yaptığı açıklama” şöyle başlıyor: “Türkiye Cumhuriyeti, 85 yıl önce bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma iddiasıyla yola çıktı. Arkalarına bağımsızlık mücadelesinin meşruiyetini alan Kemalist kadrolar, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek tarihsel bir sıçramaya imza atmışlardır. Bu sıçramanın kendisi de, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma fikri de komünistler için bugün tarihsel değerini fazlasıyla korumaktadır”.
    Bir burjuva devletinin kuruluşunu ve kuran kadroların amaçlarını böylesine safça ve ahmakça anlatan metinler, TKP yayınlarının yanı sıra, olsa olsa Eğitim Bakanlığı’nın liseler için hazırlattığı resmi tarih kitaplarında bulunabilir. Kuruluşunun ilk 27 yılında tek parti (hatta tek kişi) yönetimi ile yönetilen, gülünç ve göstermelik seçimlerden başkasını bilmeyen, “Ebedi Şef”, “Milli Şef” gibi kavramlardan kurtulamayan Cumhuriyet, “halk iradesine dayanma iddiası” taşıyormuş!
    Türkiye’de burjuva devletinin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’i kutsayan ve kutlayan TKP, “bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesi” amaçlarını Mustafa Kemal’den öğrenmiş, mal bulmuş Magribi gibi bu amaçlara sarılmış kalmış. Siyaseti burjuva devrimcilerinden öğrenip bir adım öteye gidemeyenler hangi anlamda “komünist” oluyor? TKP’nin herhangi bir komünist amacı var mı? İşçi sınıfının iktidarı gibi, çalışanların yönetmesi gibi, sömürünün ortadan kaldırılması gibi?
    Kaldı ki, “bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesi” gibi laflar tümüyle madrabazlık, tümüyle yalan. Tek derdi var TKP’nin: Laiklik. “Şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor, gericiler ve örümcek kafalılar memleketi ele geçiriyor”.
    Baklayı ağzından şu kelimelerle çıkarıyor TKP açıklaması: “Türkiye burjuvazisi, 85 yıl önce iç ve dış koşulların denk düştüğü bir sırada göze aldığı, kendi çıkarlarına uyarladığı büyük “Cumhuriyet hamlesi”nden bugün tamamen kurtulmak için gün saymaktadır. AKP iktidarını kimse başka türlü anlamlandıramaz… Türkiye hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir ülke olmamış, dinci hareketler zengin sınıfların imdadına yetişen bir siyasal araç olarak ilerici düşünce ve örgütlenmeye karşı kullanılmıştı. Ancak bugün laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basılıyor”.
    Mesele sadece ve basitçe AKP. Zaten 2002 öncesinde TKP “Cumhuriyet’i korumak”tan söz etmiyordu. Erdoğan’ın başbakan olmasıyla başladı bu yaygara. Yine Mustafa Kemal’den öğrenilmiş, Genelkurmay’dan alınan ek derslerle pekiştirilmiş bir yaygara.
    AKP’nin neoliberal siyasetleri, sağlıkta “reform” uygulaması, Kürt sorununun barışçıl çözümü hakkındaki çekingenliği ve daha bir dizi benzer konu eleştiriliyor olsa, bir diyeceğimiz olmaz. Birlikte mücadele ederiz.
    Oysa, “bugün laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basılıyor” ifadesi, Milli Güvenlik Konseyi’nin başlattığı ve kullandığı Kemalist paranoyadan başka bir şey değil. TKP’nin, CHP’nin ve diğer ulusalcıların tüm yaklaşımını özetleyen bu ifade, iki sonuç yaratıyor.
    Birincisi, Cumhuriyet tarihinde ilk kez din konusunda yumuşak, esnek ve hoşgörülü bir yaklaşım sergileyen hükümetin bu yaklaşımından memnun olan çok büyük çoğunluk, “laiklik elden gidiyor” korkusunun anlamsız olduğunu bildiği için, bu korkuyu yayanları ciddiye almıyor. Yayanlar “sol” olarak algılandığı için de, solu ciddiye almıyor.
    İkincisi, parlamentoda CHP, sokaklarda da TKP ve benzerleri hababam laiklik yaygarası kopardıkça, halk kendini hükümete daha da yakın hissediyor, neoliberalizme karşı yapılabilecek muhalefet kaynayıp gidiyor.
    Önümüzdeki dönemde, ekonomik krizin yıkıcı etkileri yoğunlaştıkça ve krizin faturası emekçilere çıkartılmaya çalışıldıkça, hükümetin ekonomik politikalarına karşı direnmek daha da önem kazanacak. TKP ise “laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basan” hayali bir düşmana karşı hayali bir mücadele sürdürmeye devam edecek. Etsin. İyi olur. Silinir gider.

  25. Roni MARGULIES
    Evren bugün ne demektir

    Halkımız için hayırlı olsun. Bir Komünist Parti’miz daha oldu!

    İkisinin de adı TKP.

    Yeni kurulan TKP, eski TKP’nin eski üyeleri tarafından kurulmuş.

    Mevcut olan TKP’ye biz zaten “yeni TKP” diyorduk, artık mevcut olmayan TKP’yi ise “eski TKP” diye biliyorduk.

    Şimdi bazı “eski TKP” üyeleri “yeni” bir TKP kurduğuna göre, herhalde buna “yeni TKP” dememiz gerekecek. Ama o zaman, daha düne kadar “yeni TKP” dediğimiz partiye ne diyeceğiz? Belki “eski yeni TKP” diyebiliriz. En yeni kurulanına da “yeni eski TKP” deriz.

    Daha makul bir çözüm de geliyor aklıma.

    Birkaç yıldır kendine “TKP” diyen ve komünizmle hiçbir alakası olmayan “yeni TKP”, isim değişikliği yapabilir. İsmini “Türkiye Kemalist Partisi” olarak değiştirebilir.

    Böylece hem daha popüler olur hem de siyasetlerini çok daha doğru yansıtan bir ismi olur.

    Neyse, amacım parti isimlerini tartışmak değil. Bu tartışmaya girersek, sonu gelmez.

    Mesela, adında “özgürlük” kelimesi geçen partinin üyeleri, bu kelimeyi “başka partilerin üyelerini sokakta dövmek özgürlüğü” şeklinde anlayınca, bu partiye de isim değişikliği önermek gerekmez mi?

    Mesela, CHP’nin isminde “halk” kelimesinin ne işi var?

    Sorular çok, ama benim asıl sormak istediğim, Kenan Evren’in yargılanması karşısında bu yanlış isimli partilerin niye sessiz, heyecansız ve ilgisiz kaldığı.

    “Sol” partiler olmak gibi bir iddiaları var.

    Yargılanan kişi, tüm sol partileri, sendikaları, dernekleri kapatmış, yönetimlerini ve üyelerini cezaevlerine doldurmuş, işkence etmiş, bir kısmını öldürmüş, bir kısmını asmış bir rejimin simgesi.

    Şimdi bu adam yargılanıyor. Ve yıllardır “İşkencecilerden hesap sorulacak!” diye bağıran bu partilerden tık yok!

    Yahu, insan biraz olsun sevinmez mi?

    CHP’nin de, TKP’nin de, diğerlerinin de sevinmiyor olması aynı nedenden kaynaklanıyor.

    Kenan Evren’in 4 nisan günü Ankara’da başlayacak olan davası sadece 12 Eylül darbesinin yargılanması anlamına gelseydi, sevinirlerdi.

    Ama bu dava çok daha geniş bir anlam taşıyor. Sadece 1980 ile değil, günümüzle ilgili bir anlamı var.

    Türkiye’de ilk kez başarılı bir darbeci yargı önüne çıkacak.

    Dolayısıyla, “darbe yapmak” fiili yargılanacak.

    Dolayısıyla, darbecilik yargılanacak.

    Dolayısıyla, bu memleketin çoğunluğunun arzularına karşı “Kemalist devleti kurtarmak” anlayışı yargılanacak.

    Bunların yargılanabildiği duruma, on yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz bu duruma nasıl geldik?

    İki büyük toplumsal güç nihayet silkindi, siyaset sahnesine çıktı ve “Yetti artık!” dedi, öyle geldik.

    Bu büyük güçlerden biri, Kemalist devletin 80 yıl boyunca yok saydığı Kürt halkı. Bu halk, “Devletin bekası beni ilgilendirmez, benim kendi taleplerim ve haklarım var, bunları istiyorum ve söke söke alacağım” dedi. Ve alıyor.

    İkinci büyük güç, Kemalist devletin elbet yok sayamadığı ama güdülecek koyun gibi gördüğü, Türkiye’nin Sünni Müslüman, muhafazakâr çoğunluğu. Bu halk, kendine tümüyle yabancı gördüğü Kemalist devlet kadrolarına bir alternatif yaratarak koyunluktan çıktı. AK Parti’nin devletle itişmesi, zaman zaman çeşitli açılımlar yapması, Tayyip Erdoğan’ın kafasından değil, kendisini yaratan Sünni Müslüman, muhafazakâr çoğunluğun içgüdülerinden, taleplerinden, basıncından kaynaklanıyor.

    Ve Kemalist devlet 15 yıldır bu iki büyük toplumsal güce karşı kendini savunmaya çalışıyor.

    Önce darbeler ve darbe planları (28 Şubat, Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Kafes, vs.), sonra darbeleri meşru göstermeyi amaçlayan Ergenekon çalışmaları, Cumhuriyet mitingleri, başta Hrant Dink olmak üzere çeşitli cinayetler, JİTEM’in faaliyetleri, 17.500 faili meçhul ölüm, yakılıp boşaltılan köyler… Kalanını da siz tamamlayın artık.

    Kemalist devletin direnişi çok kanlı oluyor. Becerebilseler daha da kanlı olacak.

    Fırtına gibi geçen şu son 10-15 yılda yaşadıklarımızın arka planı bu.

    Bu süreçte taraflar belli: Bir yanda büyük toplum güçleri, bir yanda Genelkurmay’ıyla, kolluk güçleriyle, yargısıyla, Ergenekon’uyla Kemalist devlet.

    Kenan Evren’in yargılanması bu sürecin bir yansıması, bir simgesi.

    Ve bu süreçte Kemalist devletten yana olanlar Evren’in yargılanmasına sevinmiyor. Çok doğal.

    Doğal olmasına doğal da, devletten yana olanların isminde “komünist” veya “özgürlük” kelimelerinin bulunması garip!

    http://duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=6530&roni_margulies-evren_bugun_ne_demektir

  26. “Dolayısıyla, darbecilik yargılanacak.”

    Bu DSİP’liler de hala akıllanmadılar, AKP-Devlet’in attığı her zokaya “yetmezamaevet” demeye pek hevesliler. Sonları Tudeh gibi olunca da “yetmezama..” diyecekler mi, merak ediyorum 🙂

  27. “Bu süreçte taraflar belli: Bir yanda büyük toplum güçleri, bir yanda Genelkurmay’ıyla, kolluk güçleriyle, yargısıyla, Ergenekon’uyla Kemalist devlet.”

    Liberallerin tipik “merkez-çevre çelişkisi” söylemi… Bay Margulies’e göre herhalde TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON, Gülen Cemaati, Nakşibendiler ve bilumum Anadolu sağcı akımları da “büyük toplum güçlerine” dahildirler.

  28. Gerçekten de ibretlik.

  29. -“AKP Türkiye’si, İsrailli dostlarının söylediği gibi süper güç değil, bir çaresizlik abidesine dönüşmektedir.”
    Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi,TKP’nin eski genel başkanı ve şu anki akıl hocası “anti-emperyalist” aydemir güler, iyi kalpli bir yurtsever olarak Türkiye’nin Suriye’ye girecek güçte olmamasına içerlemektedir. Brejnev doktrinin bu yılmaz savunucuları, anlaşılan o ki Türkiye’nin emperyalist bir güç olmasını da ancak “sosyalizmin” mümkün kılacağına inanmaktadır. Bu ibretlik/şovenist yazıyı isteyenler şuradan okuyabilir: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/suriye-duvari-56218

  30. TKP, geçtiğimiz aylarda -kesinlikle ulusalcı olmadığı için- sitesinden anaakım medyanın ırkçı/faşist kalemşörü Yılmaz Özdil’in şu yazısını büyük bir zevkle yayınladı: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-gosterdigi-kupurleri-okuyor-mu-haberi-54138
    Birde tabi unutmadan, tkp’nin “antiemperyalizm” algısının somut bir örneğini vermek gerek
    http://mitolojivegercek.blogcu.com/fasistlerle-bir-sorunumuz-yok/11358760

    Bunlar sadece birer örnek. Bu oportünist politikalar TKP’nin varoluşunun sebebi ve gerekçesi durumundadır. Şahsen ben, dsipi bile tkpye bin kere tercih ederim…

  31. Bir yazıyla yapılan suçlamaya yanıt için katıldığım bu görüş sergileme sürecinde bir kaç konuyu açıklıkla belirtmeyi gerekli görüyorum.
    1- Düşünce üretmek, toplumsal gelişime kuramsal katkılarda bulunmak doldurulmuş kasetleri ortaya sürmekten farklı bir şeydir.
    2-Ezbere bilgi alışkanlığı ile özürlü insanlar, bir ezbere bilginin yerine diğer ezbere bilgiyi koyarlar. Oysa özgür düşünce üretimi ezbere bilgiyi aşarak ortaya çıkar.
    3-Düzenin kurumlarında, düzenin yasalarına ve hukukuna bağlı ortamlarda oluşan siyasal,mesleki,sosyal,kültürel alanlardaki bütün kurumlar içinde “özgür düşünce” üretilemez.Düzenin maddi manevi olanaklarından yararlananlardan çıkan düşünceler düzeni aşamaz, düzenin daha iyi yönetilmesine yarar.
    4-Bu nedenle SSCB’nin çöküşünde bolşevik örgütlenmesinin önemli öğeleri olan inançlı insanların, küresel kapitalist merkezlerin türlü çeşitli saldırıları karşısında dünya jandarmalığında artık oynamıyorum diyerek kendi içine kapanması ve bunun sonucu olarak da tıpkı Napolyon Fransa’sı, Hitler Almanya’sı gibi Amerikan Emperyalizminin çöküşünü ve ABD ordularının yenilgisini anlamak, büyük bir iç savaşla kurulmuş olan SSCB’nin bir kaç mübareze dışında kendiliğinden dağılmasını ama bu dağılmanın altından Rusya’nın güçlüce çıkmasını anlamayacak düşünceler kolayca üretilimez. Üretilenler ise yok sayılır.
    4- Kendisine devrimci diyenin kendinden önceki devrim sürecini yok sayması karşıdevrime yarar. “Devrim”yapmak ya da yapmaya kalkmak yanlıştır. Başlayıp yürüyen ve başarıya ulaşan şimdilerde ise tamamlanmak sürecinde olan “Türk Genel Devrimi”ni anlamak ve o doğrultuda bütün emekleri seferber etmek tek kurtuluştur.

  32. “anlamayacak” değil “anlayacak”

  33. bazı insanların hem sermayenin kaçınılmaz küresel. temerküzüne karşı olup, hem ulusal ekonomicilik düşleri üzerinden marksist olduklarını anlayabilmiş değilim. marks için sermaye değer üretim ilişikisidir ve ulusal karakterini ulus içi temerküz aşamasında sağlamıştır. ancak zaman değişmiş toplumsal yaşamın gelişm seyri sermayenin küresel bütünleşmesini kaçınılmaz kılmaktadır. artık bu andan sonra küreselleşen ekonomik altyapı kendi gelişimine uygun üst yapıyı üretmek zorunda ise ulusal kurtuluş düşleri anlamsız kalmaktadır. markstan anlaşılması gereken en önemli düşünce bu olmalıdır.
    birileri kendi ulus devletini savunacak argümanlar bulmakta sıkışınca marksa sığınmaları, dangalakça işlerdir. bunu kimse komunist kelimesinin ardına saklanıp denemeye kalkmasın, o kutsal türk ulus devleti de kurtaramaz. hayatın gerçekliğinden daha devrimci kimse yoktur.

  34. “Ürün” Fikri ve Bedeni Emeğin Billurlaşmış Şeklidir

    “Marks”ı anlamak ile “marksolog- marks bilimcisi” , ya da “marksofil-marksı sever”olmak ayrı şeylerdir.Yüzyıllardır “marksofobi-marks korkusu” taşıyanlarla bu nedenle biraz “Marks” ile aynı düşünce kulvarında yürüyenlerin bütünleşmesi bu ayrımı anlamamanın ürünüdür.
    Örneğin artı değer kuramında metada billurlaşan emeğin analizini yapan Karl Marks, çağında metada billurlaşan “fikri emeğin” zayıflığı nedeniyle bu billurlaşmada “el emeğine” fazlaca ağırlık vermiştir. Bu nedenle kurama uygun uygulamada-yani “sosyalist-komünist-halk demokrasisi”adlı düzenlerde üretimin pazara sunduğu kullanıma hazır “ürün” ile artık yıkılacağı varsayımı yapılan “hür dünya,kapitalizm,demokrasi” adı verilen kapitalist düzenlerde pazara sürülen kullanıma hazır”ürün” pazar paylaşımında, insanın istemlerini karşılamada başarılı olmuştur. Kapitalist üretim sürecinde metanın ürün haline gelmesine katkıda bulunmayan mimar,mühendis,desenci,tasarımcı gibi “fikri emek” kapitalist tarafından kapıdışarı edilmiştir.Sosyalist üretim yukarıda belirttiğimiz nedenlerle metanın ürün olarak pazara sunulmasında yıllarca aynı ürünü üreten süreçte fikri emeğe -bilimsel,sanatsal,siyasal çalışmalar dışında” az yer vermiştir. Yani fikri emeğini meta üretiminde kullanmayanlar sosyalist devletin olanaklarından teminatlarından yararlanmışlar, yararlanmakla kalmayıp partinin de bütün organlarını ele geçirerek ekonomik anlamda kapitalist dünya ile sosyalist dünyanın başlangıçtaki” 1925-1975″ utkularla dolu savaşımının yenilgisinde önemli rol oynamışlardır. Küresel kapitalizme endeksli, milli,ulusal,geleneksel bütün değerlere, ulusal lider, sosyalist kuramcı “yerel kişilik”lere”küresel kapitalist patronlar” ile birlikte “marks,engels,troçki, lenin,stalin” adlarını bolca kullanarak,kasetlere doldurulmuş hiç bir işe yaramayan bilgileri kendilerine sunulan olanaklarla piyasaya sürerek, 68’lerde “marküs”, 80’lerde “soros” merkezli saldırıyı yapanların üretim sürecinde yer almayan “fikri emek” sahibi aydınlar olmasına şaşırmamak gereklidir.

    Atila Sarp
    Yazar

  35. Kalitesiz bir yazı.

  36. Kaliteli bir yazı. ulusalcı stalinistlere kapak.