Nanoteknoloji: Küresel sivil toplum için yeni bir sınav/Pat Mooney ile söyleşi

 

ÇÜNKÜ NE YAPTIKLARINI BİLMİYORLAR…

Atom teknolojisinin beraberinde getirdiği tehlikelerin farkına vardığımızda aslında bu tehlikeleri bertaraf etmek  için vakit artık çok geçti. Şimdi de ufukta nanoteknoloji göründü. Bu teknoloji, doğuracağı sonuçlarla birlikte yakın geleceğin önemli bir konusu mu olacak?

Yakın geleceğin gündemini belirleyen konulardan biri olacağına hiç şüphe yok. Nanoteknoloji bir dizi sorunu da beraberinde getiriyor, zira bu teknoloji maddenin özüne müdahale ediyor. Aslına bakarsanız ‘nano’ kavramı obje değil, sadece bir ölçü birimidir. Nano, metrenin milyarda bir boyutunda bir büyüklüğü ifade eder- yani atom ve moleküllerin ölçüldüğü bir ölçüdür. Ve bu kadar minimal boyutlarda bulunacak her şey, aslında daha büyük olan diğer her şeyin temelini oluşturur. Gelgelelim ufukta belirip üzerimize doğru gelmekte olan şeyler pekala bir teknolojik tsunamiye benzetilebilir. Ve bu tsunaminin ön dalgaları çoktan etrafımızı sardı bile: Halihazırda bu teknoloji ile üretilen 500’den fazla ürün piyasaya sürülmüş durumda. Bu teknoloji pek yakında yaşamın, eko sistemlerin, enerji üretiminin hatta insanlığa ait her türlü etkinliği temelden sarsacaktır. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak insanın varlığını nasıl sürdüreceği sorusu yeniden gündeme gelecektir.

Bu teknolojinin olanakları ile ilgili söylenenler akla çoğunlukla bilim kurgu filmlerini getiriyor. Kaba hatlarıyla çizilen bu kökten etkilerin hangileri gerçek, hangileri kurgusal?

Duyulanların çoğu gerçeğin ta kendisi! Ve bu teknoloji ile ilgili yapılan kurgular o kadar uzun bir geleceğe de yönelik değildir. Nanoteknoloji günümüzde inanılması güç bir hızda gelişmektedir. Kulağa bilim kurgu gibi gelen birçok şey laboratuvar ortamında çoktan gerçekleştirildi. Ve bugün geleceğin ütopik bir tasavvuru gibi görünenler pek yakın bir zamanda olanaklı hale gelecek. Buna karşı çıkmak için bir şeyler yapmadığınız takdirde, gidilen yolun bizi nereye götüreceğini daha bugünden kesin bir şekilde öngörmek mümkün. Örneğin bu teknolojiye yapılan muazzam parasal yatırımın üçte ikisi canlı organizma manipülasyonuna ayrılıyor. Yani burada hiç de tavaların daha iyi kaplamalara kavuşturulması veya sanayi için daha etkili üretim yöntemlerinin geliştirilmesi gibi masumane faaliyetler söz konusu değildir; aksine mesele çok somut olarak yeni yaşam biçimlerinin yaratılmasıdır.

Bu nasıl olacak peki?

Günümüzde yapılan bilimsel araştırmaların çoğu bu alanda gerçekleştirilmektedir. Ve nanoteknoloji yardımıyla daha önce var olmayan canlı bir madde yaratmayı başardılar bile. Doğada (A, T, G ve C şeklinde kısaltılan) dört baz adenin, timin, guanin ve sitozinden oluşan DNA’ya bir beşinci; hatta kısa süre önce bir altıncı yapıtaşını yerleştirecek kadar ilerlediler. F şeklinde kısaltılan baz Kaliforniya’da yaratıldı. Beş baz DNS kendini tekrarlama yeteneğine sahip değil ama bilim insanları bunlarla hayal bile edilemeyecek yaşam biçimleri yaratabiliyor. Bir beşinci baz ile neredeyse her şey gerçekleştirilebilir. Kısa süre önce Florida’da altıncı bazın yerleştirilmesi başarıldı. Böylelikle bu DNS kendini tekrarlama yeteneğine kavuşturulmuş oldu, hem de beş nesil kadar! Yaşam kodunun eskisi gibi dört yerine altı temel yapıtaşından oluşmasının yaşamın çeşitliliği için ne anlama geldiğini hayal etmek zor değil. Bu bir yaşam biçimleri patlamasına yol açabilir. Tekrar vurgulamak istiyorum: konuştuklarımız ütopik bir gelecek tasarımından ibaret değil, bunlar laboratuvar ortamında gerçekleştirildi bile. Koliforniya’daki üniversiteler ve bilimsel araştırma şirketlerinde kendini çoğaltma yeteneğine sahip canlı makineler –yani canlı ve cansız materyalden mamul karma varlıklar- yaratacak kadar ileri bir noktaya varılmış durumda.

Peki yaşam biçimi manipülasyonu neden nanoteknolojinin odağına yerleşti?

Yaşam var olan “makinelerin” en iyisi ve bir şeyi “üretmenin” harika biçimidir. Çünkü yaşam kendini kopyalayan ve çoğaltan bir sistemdir. Bu yüzden üretim gerçekleştiren şirketlerin tamamı DNS’den son derece etkilenmiş durumda. Şirketler yaşamın yeteneklerinden faydalanmak ve yaşamı, canlı organizmaları mekanik ödevler yerine getirebilecek düzeyde değiştirmek istiyorlar. Nanoteknolojinin temelini oluşturan bir şeyi atomik yapıtaşlardan bir araya getirme yaklaşımının  son derece önemli bir sorunu vardır: bir şeyi atom atom biraraya getirmek hayli uzun erimli bir prosesdir. Kuramsal olarak bu yöntemle bir hamburger üretmek mümkün ama yemeğin sofraya gelmesi çok uzun sürer. Yani asıl soru bunun nasıl hızlandırılabileceğidir. Cevapsa: “herşeyi biraraya getiren canlı yapılar alınır ve işlem başarıyla gerçekleştirilir” şeklindedir. DNS kendini çok basit bir şekilde çoğaltıyor. Amipten insana kadar tüm canlılar kendi kendini kopyalayan sistemlerdir. Uzun lafın kısası yapılmak istenen canlı materyali sanayi üreticisi haline getirecek şekilde değiştirmektir. Eleştirmenler vakti zamanında dünyayı “Grey Goo” denen gri yapışkan bir maddeye dönüştüren, kendi kendini kontrolsüz bir şekilde kopyalayan nano-bilgisayarların neden olduğu bir kıyamet senaryosu üretmişlerdi. Bir romandan (Ç.N.: Kim Eric Drexler’in 1986 senesinde yayınladığı Engines of Creation (Yaradılışın Makineleri) adlı kitabından) alınmış hipotetik yani gerçekleşme ihtimali çok zayıf bir öngörüydü bu. Ama bilim bugün nano- ve biyoteknolojiyi birleştirmenin; yani bir “Green Goo”  yaratmanın eşiğinde. Bu gerçekleştirilebilir, hem de çok kısa bir sürede. Bu yüzden günümüzde araştırma-geliştirmeye aktarılan paranın büyük kısmı, % 61’i nanobiyoloji alanında kullanılmaktadır. Bunun rakamsal karşılığı 8,6 milyar Avro’dur (yaklaşık 21 milyar TL) . Bu miktar Amerikalıların Manhattan projesinden sonra bir bilimsel araştırma projesi için yapılan en büyük yatırımdır.

Söyledikleriniz yeni teknoloji dalgasının tüm geleneksel bilimlere temas etmenin ötesinde, bunlarda devrim niteliğinde bir etki yaratacağı anlamına mı geliyor?

Bu tespit doğru! Bilim çevrelerinde aslında pek nanoteknoloji denmiyor. Bu kavram daha çok medya önünde kullanılıyor. Buna bilim dünyasının stratejistleri “Converging Technologies” demeyi yeğliyorlar, bunun çevirisi belki “teknoloji füzyonu” şeklinde yapılabilir. Bunun ardında yatan bilgi, nano düzlemde tüm teknolojilerin bir nevi birbiriyle kaynaşmasıdır, yani salt atomik düzlemde bakıldığında biyoloji, fizik ve kimyanın özde tek bir bilim olduğu bilgisidir. Bu ilk bakışta harika ve disiplinlerarası bir yaklaşım gibi görünüyor. 2004 yılında Brüksel’de, bilim ve teknoloji alanında oluşturulan AB 7. Çerçeve Programı’nın da konusu bütünüyle bu yeni doğa bilimi disiplinleri arasında bir ağ kurma metodu geliştirmeye ilişkindi. Gelgelelim buradaki stratejinin asıl hedefi Avrupa çapında tüm yüksek okul sisteminin yeniden yapılandırılmasıdır. Üniversitelerdeki bilimsel araştırmaların odağına teknoloji füzyonu getirilsin isteniyor. Böylelikle nanoteknoloji aynı zamanda tüm doğa bilimlerinin konusu haline gelmiş olacak ve daha da hızlı gelişecektir. Bu tartışma sadece Brüksel’de yapılmıyor, Waşington’da daha da hiddetli bir şekilde cereyan ediyor. Örneğin Ulusal Bilim Vakfında. Orada NBIC’den konuşuluyor mesela. “NBIC” kapsanan bilim dallarının kısaltılmasına karşılık gelir; yani nano, bio, info ve cogno. ABD’nin bilim alanındaki geleceği bu dört disiplinin birleştirilmesini konu alacak. Burada nano nanoteknoloji, bio yaşam bilimi, info bilgisayar teknolojisi anlamına gelirken, cogno ise nörobilimini; yani beyin araştırmalarını ifade eder. Bu hayli patlayıcı bir karışım, neredeyse bir nevi bilimsel big bang. Bu yüzden biz ETC grubu olarak bu teknolojik füzyona daha ziyade BANG ismini yakıştırıyoruz. Burada kullanılan kısaltmalar enformasyon teknolojisindeki bitleri (bites), nanoteknolojideki atomları, bilişsel bilimlerdeki nöronları ve biyoteknolojideki genleri ifade eder. Son derece dikkatli olmamızı gerektiren yeni bilim işte bu unsurlardan inşa edilmeye çalışılıyor.

Peki bu dramatik gelişmeye karşı resmi düzlemde yükselen sesler yok mu?

Var tabii! Örneğin İngiltere’de, Prens Charles’in öncülüğünde, Kraliyet Derneği bu konuyla ilgilendi. Hazırlanan rapor bir kaç ay önce yayınlandı. Muhafazakâr bir kurum olan Kraliyet Derneği ilginç bir şekilde nanoteknoloji alanındaki gelişmelerden bir hayli rahatsız oldu. Dernek üyeleri gördükleri indirgemecilik, olası riskler ve sivil tolumun zayıf bilgilenme düzeyi karşısında dehşete düştü. Bu yüzden hükümete yaptıkları öneri: “aman dikkatli olun!” şeklinde oldu. Benzer değerlendirmeler pekala Brüksel ve Waşington’da da yapılıyor. Ama hangi yetkili kişiyle görüştüysek sonunda aynı argümanı öne sürdü: “Pekin’de, Batı Avrupa’nın tamamından daha çok nanobilimci olduğunu biliyor muydunuz? Üstelik bu bilim insanların maliyetleri Avrupa’daki meslekdaşlarının yirmi de biri kadardır. Bu yüzden, istesek de istemesek de bu sahnede kalıp etkin bir aktör olma çabamızı sürdürmek zorundayız!” Gelinen yerde bu kutsal sözü her yerde duymak mümkün! Herkes aslında dünya ekonomisi için olası risklerin, oluşabilecek sosyal problemlerin, demokrasiye yönelik tehdidin, çevre ve sağlığa yönelik risklerin pekala farkında. “Bu işle sadece Avrupalılar, ABD’liler ve Çinliler değil artık herkes -hatta gelinen yerde Japonlar, Brezilyalılar, Meksikalılar, Tayvanlılar, Güney Afrikalılar ve Malezyalılar ve başkaları- uğraştığı için bizim de uğraşmamız lazım” anlayışı hakim. Özetle: adet olduğu üzere bu teknolojinin dünyadaki tüm sorunları nihai olarak çözeceği ilan edilecek.

Nanoteknoloji alanındaki baş döndürücü büyümeden ve daha bugünden pazarda dolaşımda olan 500’den fazla üründen bahsettiniz. Peki üreticiler ve bilim insanları icraatlarının olası sonuçlarının farkında mı?

Burada gerçekten bilim kurgunun alanına varmış oluyoruz. Çünkü bu bilimle ne yaptığımızı bildiğimizi öne sürmek sadece bir kurgudan ibarettir. Aynı şekilde üreticileri veya tüketicileri bu teknolojinin olası sonuçlarından koruyacak herhangi bir norm, yönetmelik veya talimatnamenin varlığı da kurgudan ibarettir. Asıl gerçek, bu gezgenin hiçbir yerinde nanoteknolojinin neden olduğu çevre ve sağlık risklerini konu alan herhangi bir yönetmeliğin bulunmamasıdır. Bu da şoke edici bir durumdur. Bu illa kötü niyet veya bir komplo olarak algılanmamalı, asıl neden kanun yapıcıların bu alanda gerçekleştirilen araştırmaların hızına hiçbir biçimde yetişemiyor oluşudur.

Yani pazarda herhangi bir devlet kontrolüne tabi olmayan ve etkisini hiç kimsenin bilmediği nano ürünler mi var gerçekten?

Var hiç şüphesiz. Günümüzde her süpermarket veya eczane rafında nanopartiküllerden imal edilmiş güneş kremleri veya kozmetik ürünler bulunmaktadır ve biz bunları her gün cildimize sürüyoruz. Ciltteki kırışıklıklara karşı kozmetik ürünler de var pazarda- bunlar L’Oreal veya BASF firmalarının ürünleri. Bazı firmalar başlangıçta ürünlerinin nanoteknoloji ile üretildiğine dair reklam kampanyaları yürüttü ama bunları daha sonra kamuoyu tepkilerini kestiremedikleri için sessizce geri çektiler. Günümüzde tarlalara püskürtülen nanoteknoloji esaslı böcek ilaçları var. Bu ürünler Syngenta Corporation adlı firma tarafından geliştirildi. Bu şirket tarım kimyası devleri Aventis ve Novartis’in füzyonundan oluşturuldu. BASF, bu tip ürünleri Avrupa pazarına sürmüş durumda. Mars gibi firmalar, çikolatayı daha uzun süre taze tuttuğu ve daha lezzetli hale getirdiği iddia edilen bir ambalaj geliştirdi. Ürünlerin üzerinde hangi teknoloji ile üretildiği yazsa bu kadar büyük sorun olmayacak ama ürünlerin üzerinde buna dair herhangi bir ibare yok! Pazarda bu tip yüzlerce ürün var ve her hafta yenileri ekleniyor.

Daha hangi sürprizlere hazırlıklı olmalıyız?

Azımsanmayacak kadar çok! Dünya çapında en zengin 500 şirkete baktığımızda bunların arasında nanoteknoloji departmanı oluşturmayan tek bir şirketin bile olmadığını görürüz. Almanya’da gıda endüstrisi için buna mukabil bir araştırma mevcut. Bu araştırmanın sonucunda, bu alandaki şirketlerin 260’ının aktif bir şekilde nanoteknolojiye yatırım yaptığı belirlendi. Anyı şey uluslararası ölçekte de geçerlidir. Gıda ürünleri üreten Kraft firmasını örnek alalım. Araştırma laboratuvarları İspanya’da konumlanıyor. Kraft, yeni gıda ürünleri geliştirmek için, Avrupa çapında ve Amerika’da birçok üniversite ve araştırma enstitüsi ile işbirliği halindedir. Bütün bunlar birkaç nedenden dolayı hayli ilgi çekicidir. Örneğin Kraft’ın nanoteknoloji çalışma grubunda, gıda maddeleriyle ilgili bilgi sahibi bir tek kişi bulunmamaktadır. Bu ekipte bir tek gıda mühendisi yok. Elemanların tamamı fizikçi. Bu araştırma laboratuvarlardan biri Los Alamos’da bulunmaktadır. Burada, İsveç’teki Upsala Üniversitesi ve birkaç İngliz ve İspanyol üniversite ile işbirliği halinde, yakında süpermarketlerde satışa sunulacak bir sıvı ürün geliştiriliyor. Bu içeceğin içerisinde çözünmüş halde nanokapsüller bulunmaktadır. Bu nano-kapsüller sayesinde akla gelebilecek her türlü içecek elde edilebilir: Bir kahve, çay ya da süt mü istiyorsunuz? Yoksa bir viski mi? – Hiç sorun değil! Şişe bir tür mikrodalga cihazına konur ve ürüne uygulanan ayarlanmış radyo dalga frekansı yardımıyla istenen içecek elde edilir. Ayarlanan frekans istenen kapsülü kırıp parçalamaktadır, olay bu kadar basit. Bu ürünü beş yıl içerisinde pazara sürmeyi umuyorlar. Bunun Afrika, Hindistan veya Güney Amerika’daki bir kahve veya çay çiftliği için ne anlama geldiğini kestirmek hiç de güç değil. Buna karşın, bu ürün için istenen hammadde kalitesi sıfıra inecek. Çünkü artık ihtiyaç duyulan maddenin sadece nano partikülleri söz konusudur. Bunun sonucunda üçüncü veya dördüncü Dünya diye tabir edilen ülkelerin ekonomileri ve özellikle orada yaşayan insanlar için doğacak sonuçları bugünden belirlemek mümkün değil. Aynı şey batı yarımkürede yaşayan tüketiciler için de geçerlidir. Çünkü onlar da, sağlıklı olup olmadığını bilmeden bütün bu ürünleri yiyip içecek.

Bugüne kadar insan sağlığıyla ilgili neler saptandı?

Çılgın olan şey de zaten kimsenin bu konuda doğru dürüst bilgi sahibi olmaması. Bu yeni teknolojilere yönelik gerçekte yasal düzenlemeler yok. Bu teknolojiler bugüne kadar tamamen keşfedilmemiş mecralarda hareket etti. Burada görünen büyük tehlike şudur: Nano-partiküllerin boyutu 5 ila 100 nanometre aralığında yer alır. Ne var ki 70 nanometreden küçük hiçbir şey artık insanın bağışıklık sistemi tarafından algılanamaz ve hiçbir şekilde fark edilmeden beden içinde serbestçe hareket edebilirler. 20 nanometre veya daha küçük boyutta olmaları durumunda, söz konusu partiküller vücuttaki her noktaya ulaşabilir- yani bu partiküller, bir nevi vücudun maddi yapısının içinden kayıp düşerler. Bu parçacıklar, kan beyin bariyerinden geçebildiği gibi, plasentanın rahim duvarlarını da aşabilir veya her türlü hücreye nüfuz edebilirler. Ve birçok üründe bu boyutta partiküllerle çalışılmaktadır- Bu tip partiküllerle tatlı yiyecekler kaplanıyor, bunlar merhemlere karıştırılıyor veya bitki koruyucu madde veya sunni gübre şeklinde tarlalarımıza püskürtülüyor ve bunun için herhangi bir yasal düzenleme bulunmuyor.

Bu nasıl mümkün olabilir? Resmi kurumların denetleme isteği normalde abartılıyken nanoteknolojide böyle bir durum nasıl doğabilir?

Bu o kadar da olağanüstü bir şey değil. Gen teknolojisine bakın- biyoteknolojik yöntemlerle genetiği değiştirilmiş bitkiler, on bir yıldır açık arazi denemelerinde kullanılıyor, oysa buna uygun kurallar ve uluslararası protokoller ise olsa olsa iki yaşındadır. Aynı şey nanoteknoloji için de geçerli. Bu alanda sorunu daha da zor hale getiren unsur, çok uzun zamandır durumun kontrol altında olduğunun sanılmasıdır. Halbuki asıl sorun, nano ölçeğinde çalışıldığında maddelerin bilinen niteliklerinin değişmesidir.

Bu mikroskobik boyutta geçerliliğini yitiren ürün normlarına sahip olduğumuz anlamına mı geliyor?

Aynen öyle! Dişçilerin diş dolgusu olarak kullandıkları alüminyum oksit örneğini alalım. Alüminyum oksit, normalde en ince ayrıntısına kadar araştırılmış ve tamamen güvenli bir kimyasal maddedir. Ama alüminyum oksitle nano ölçekte çalışıldığında bu madde özelliklerini dramatik bir şekilde değiştiriyor. Aynı madde 20 nanometreden küçük ölçekte, son derece güçlü patlayıcı özelliği gösterir. Böylelikle makro düzlemde diş çürüklerimizin yerine doldurduğumuz madde, silah sanayi tarafından nano düzlemde bombaların ateşlenmesi için kullanılmaktadır. Bir başka örnek çocukluğumuzda kara tahtaya yazdığımız kolay ufalanan kalsiyum esaslı tebeşirdir. Çok basit bir kimyasal maddeden söz ediyoruz. Ne var ki bu tebeşir, bu basit kimyasal madde nano düzleminde, yani 100 nanometreden küçük boyutta, çelikten yüz kat daha güçlü ama aynı zamanda altı kat hafiftir. Bu düzlemde elektrik iletkenlik özelliği artık çok farklıdır, aynı şekilde basınca verdiği tepki, rengi ve esnekliği de farklıdır. Bu özelliklerden hiçbiri artık makro düzlemdekilere benzemez. Ama ilgili kontrol daireleri tarafından aynı şeymiş gibi muamele görüyor, çünkü aynı kimyasal bileşime sahip. Maddelerin nano boyutta özelliklerini değiştirdiği olgusu uzun zaman göz ardı edildi.Çünkü partikül boyutundan oluşabilecek sonuçlara kimse dikkat etmedi. OECD ve 20 ülkeden biraraya getirilen bir eksper komisyonunun yönerge ve yönetmelikler hazırlamaya başlaması son iki yılın ürünüdür.

Resmi kurumlar ve kontrol daireleri hangi sorunlarla karşı karşıyadır?

Belli bir panik havası yayılmaya başladı. Gelinen yerde sanayi kuruluşlarının ve hükümetlerin dünyayı egzotik bir periyodik elementler tablosundan ibaret gördüklerini düşünürsek söz konusu kurumların sorunlarını daha iyi anlarız. Zira nanoteknoloji tam da bu anlama gelir: alışılagelmiş elementlerle çalışma ve aynı zamanda bunların özelliklerini dilediğince çoğaltma yeteneği. Atomik elementler için makro alanda sadece bir tek periyodik tablo vardır. Halbuki 100 nanometreden 70, 40, 10 hatta 1 nanometre boyutuna inildiğinde, tamamen yeni periyodik tablo biçimleri elde edilir. Bunun anlamı, örneğin çinkonun karakteristik özelliklerinin tümüyle karbon tarafından da gösterilebilmesidir- Aradaki tek fark bunun farklı bir büyüklük ölçeğinde gerçekleşmesidir. Aynı şey diğer bütün elementler için de geçerlidir. Örneğin dünya çapında tayin edici öneme sahip bir hammadde olan bakır, bir anda tüm önemini yitirebilir. Böylesi bir durum bu hammaddeyi çıkaran ülkeler için vahim sonuçlar doğuracaktır.

Eskiden teknolojik alt-üst oluşlarda çoğunlukla sadece bir alanda devrim yaşanıyordu. Öyle görünüyor ki nanoteknolojide durum farklı. Çünkü bir temel element birçok ürüne temas etmektedir. Bu dünya ekonomisi için ne anlama gelir?

Bu yeni teknoloji ekonomik yapıları kökten değiştirecek. Patentler üzerindeki kontrol, tayin edici kriter haline gelecek. Patentleri elinde bulunduran dünya pazarını da kontrol edecek. Konusu periyodik tablodaki 33 elementin nanoteknolojik manipülasyonu olan patentler verildi bile- Hem de tek patent başvurusu kapsamında hepsi birden. Patent onay belgesinde buluşun ilaç sanayi, gıda üretimi, kozmetik sanayi, uzay ve havacılık sanayi, bilgisayar ve materyal üretiminde kullanılabileceğine dair beyanların bulunduğu patentler var. Yani bir şirket bu tip bir patente sahip olduğu zaman çok farklı endüstri alanları üzerinde büyük bir iktidara kavuşabilir. Bunun sanayi şirketlerinin füzyonu, işbirliği veya uluslarası sermaye yoğunlaşma süreçleri bakımından vahim sonuçları olacaktır.

Olay iktidar ve parayla ilgili olduğuna göre yoksulluğa ve siyasi baskılara etkisi de olacak mı?

Sözünü en dikkatli şekilde söyleyen araştırmalar bile iş dünyasının baştan aşağı yeniden yapılanacağından bahsediyor. Avrupa Birliği’nin hazırladığı ekspertiz raporlarında nanoteknolojiden dolayı işsizliğin dünya çapında artacağı öngörülmekte. Bu öngörü temelsiz değildir. Pamuğu örnek alalım mesela. Dünya çapında pamuğun üretilmesi ve işlenmesi süreçlerinde yaklaşık 100 milyon kişi çalışıyor. Pamuk Bangladeş’den Benin’e, Benin’den Bolivya’ya kadar; özellikle birçok yoksul ülke için tayin edici önemde bir sanayi dalıdır. Ama gelinen yerde nanoteknoloji yardımıyla, dokunulunca pamuk hissi uyandıran ama ondan çok daha yumuşak ve dayanıklı bir karbon elyaf üretebilir noktaya gelmiş durumdayız. Bu ürün henüz pahalı ama birkaç yıl içerisinde pamuktan ucuz ve üretimi çok daha basit hale gelecek. Bunun dünya çapında bu sektörde çalışan 100 milyon kişi için ne anlama geleceği hayal edilebilir. Ve şu anda ne bu insanlar ne de yaşadıkları yerlerdeki hükümetler, nasıl bir problemin gelmekte olduğundan haberdar. İnsafsızlık etmemek için, bugüne kadar yapıldığı biçimiyle, pamuk tarımının da büyük bir ekolojik ve sosyal problem oluşturduğunu antiparantez belirtmek gerekir.

Ama tam da son yaptığınız tespit önemli bir noktaya işaret ediyor. Çok sayıda ekolog nonoteknolojiden çok umutlu. Çünkü bu teknolojinin yardımıyla denizlerde, topraklarda ve atmosferde oluşan büyük çevre hasarlarının ortadan  kaldırılabileceğini, hatta daha da ötesi açlık ve hastalıklarla mücadele edilebileceğini düşünüyorlar.

Bu tür beklentiler bence çok naif. Tabi ki her kökten teknolojik yenilik beraberinde avantajlar da dezavantajlar da getirecek. Ve bu teknolojinin ekolojik bakımdan faydalı olma olasılığı teorik olarak pekala vardır. Bu teknoloji örneğin çevre kirliliğinin azaltılması, hastalıkların iyileştirilmesi, üretim ve enerji masraflarının azaltılması ve hammadde tüketimi alanlarında yararlı olabilir.

Nanoteklojinin avantaj ve dezavantajları birbiriyle karşılaştırılabilir mi? Yoksa bu salt bir inanış sorunu mudur?

Asıl mesele avantaj veya dezavantajlar değil, çevre ve toplum için gerçekten ne tür bir teknoloji istediğimizdir. Nanoteknoloji hiç kuşkusuz büyük potansiyellere sahiptir. Örneğin bu teknoloji sayesinde alışılagelmiş güneş pillerinin etkinliği iki katına çıkartılabilir. Hatta çatıların güneş pili gibi çalışan bir nanoboya ile kaplanmasına yönelik bilimsel çalışmalar yürütülmektedir. Bunların gerçekleşmesi enerji temini için, özellikle de de üçüncü dünyadaki enerji temini için çok heyecan verici olurdu. Uzmanlar fosil yakıtlarda çok ciddi bir tasarrufun sağlanabileceğinden bahsediyor. Bu teknoloji yardımıyla zehirlenmiş atık suların temizlenmesi veya deniz suyunun tuzdan arındırılmasına yönelik ekileyici bilimsel çalışmalar mevcut. Ambalaj endüstrisi, ürünleri yıllar boyunca taze tutan materyaller geliştiriyor. Otomobil ve uçak sanayi bugünkülerden daha hafif ve sert olan malzemeler üzerinde çalışıyor. Bu da benzin tüketiminin azalması anlamına gelebilir. Artık temizlik istemeyen pencereler veya kendiliğinden renk değiştiren ve tamamen yırtılmaz nitelikte elbiseler geliştiriliyor. Tüm bu olumlu potansiyele rağmen, kendimize bu teknolojiye sahip olanların onu doğru bir şekilde kullanacaklarına güvenip güvenemeyeceğimiz sorusunu sormalıyız.

Onu kötüye de kullanabilirler mi?

Kesinlikle. Nano-elyaftan üretilmiş, yırtılmaz ve kurşungeçirmez giyecek üzerinde yapılan çalışmalar, büyük ölçüde Amerikan ordusunun öncülüğünde yürütülmektedir. ABD ordusu askerlerini, modern bir aşil misali, yaralanmaz hale getirmek istiyor. Aynı şey nanoteknolojik yöntemlerle geliştirilen nöro-çipler için de geçerlidir. Bunlar, sözüm ona alzheimer hastaları hafızalarını muhafaza edebilsin diye geliştiriliyor. Halbuki asıl hedef, iktidarı elinde bulunduran elitin yeteneklerinin ve kendi ordularının savaş gücünün artırılması gibi görünüyor. Körlükle ilgili nanoteknolojik araştırmalar da aynı yönde ilerlemektedir. Bu araştırmalar körlere hizmet ediyormuş gibi bir görüntü yaratılıyor. Ama körler bu teknolojiyi satın alma gücüne sahip olmayacak. Asıl faydayı belki de gecenin karanlığında ve duvarların ötesini görme kabiliyetine sahip olacak askerler görecek. Bu tip şeyler üzerinde çalışırken daima araştırmaların körlerin, sağır dilsizlerin veya yürüme engellilerin yararına olacağı görüntüsü yaratılmaktadır; gerçekte ise öncelikle askeri amaçlar güdülmektedir. Kaldı ki tarihten de biliyoruz ki, yeni teknolojiler adil bir sosyal sisteme dahil edilmediği sürece, zaten hep iktidar ve zenginlik sahibi olanları daha güçlü ve daha zengin hale getirmiştir. İktidara ve zenginliklere sahip olanlar, bu dalganın tepesine binecek; geriye kalanlar ise boğulmamak için çabalayacak veya batacak. Nanoteknolojiyi yoksulluğu, sosyal eşitsizliği veya kıtlığı yenecek bir yöntemmiş gibi sunmak inandırıcılıktan tamamen uzaktır. Ben bu argümanı bariz bir çaresizliğin ifadesi olarak görüyorum – Bu düşüncenin ardında, bizi sonunda teknolojinin kurtarabileceğine dair, neredeyse dini niteliğe sahip bir umut yatmaktadır. Buna katılmak mümkün değil. Çünkü burada kurtuluş teolojisi ve kurtuluş teknolojisi kavramları birbiriyle karıştırılmaktadır. Bu düşünce naiftir ve işe yaramayacaktır.

Kurtuluş teknolojisi derken neyi kastediyorsunuz?

Bugün tam da nanoteknoloji yanlıları, yoksullara ulaşan bir teknoloji geliştirmek istediklerini dile getiriyor. Bu insanlar için sosyal adalet, fırsat eşitliği veya zenginliklerin aşağıdan yukarıya yeniden paylaşılması anlamında gerçekten bir şey yapmanın yerine, bir teknolojik süper çözüm icat ediliyor. Bu teknolojik süper çözüm bir şekilde herkese yarar getirecek ve tıpkı sihirli bir silah gibi herkesin sorununu çözecek. Son yıllarda bu tip vizyonlardan geçilmiyor. Atom teknolojisine düzülen kasideleri hala hatırlayanlar vardır muhtemelen. Bu teknolojinin nasıl da bir çırpıda tüm sorunlarımıza merhem olacağı anlatılıyordu. Bu teknolojinin ne kadar ucuz olduğu, bizleri özgürleştirdiği ve hatta açlık sorununu çözeceği anlatıldı bize. Bu öngörülerden hiçbiri gerçekleşmedi. Hepsi yalnıştı. Buna rağmen üçüncü dünya hükümetlerinin şu anda verilen sözlere kanma tehlikesi yakıcıdır. Daha kısa zaman önce Brezilya, Şile, Venezuela ve Ekvador’daydım. Orada ilerici sayılabilecek hükümetler bile, yeni teknolojileri bir kurtuluş teolojisinden çok kurtuluşun bir aracı olarak ele alıyor.

Teknoloji teolojinin alternatifi haline geliyorsa kendimizi bir dizi dini sorunun ortasında buluruz. Nanoteknoloji ile insan bir kez daha yeni bir dünyanın yaratanı, canlı varlıkların yaratanı haline geliyor. Bunun ardında nasıl bir kültürel tablo duruyor?

Kanımca bu, bize, gerçekte kim olduğumuz ve yaratılışta nasıl bir rol oynadığımız hakkında hiçbir bilgimizin olmadığını gösteriyor. ABD’deki Ulusal Bilim Vakfı, nanoteknolojiyle ilgili yayınına “insan performansının iyileştirilmesi” başlığını verdi, yani burada sanki insanlar manipüle edilebilecek sanayi enstrümanlarıymış havası hakim. Burada “insan refahının iyileştirilmesi”den söz edilmiyor. Bunun yerine zaten hali vakti yerinde olanları daha güçlü, daha hızlı ve daha akıllı hale getirmeyi planlıyorlar. Diğerlerinin ve kimliklerinden taviz vermek istemeyenlerin tamamı ikinci sınıf insan haline getiriliyor. Bana öyle geliyor ki büyük bir hızla üzerinde kimsenin doğru dürüst düşünmediği bir durumun içine itiliyoruz.

Bu teknoloji için yapılan siyasal planlama gerçekten hangi aşamada ve finansal yatırım gerçekten ne boyutta?

Siyasal planlama düzeyi ile ilgili olarak, Avrupa’daki üniversitelerin tek çabasının biyoloji, fizik ve kimya alanlarındaki doğa bilimleri araştırmalarını tamamen nanoteknolojiye göre düzenlemek olduğunu söyleyebiliriz. Avurpa Birliği Brüksel’de bu gelişmeyi destekleyerek hız kazandırmaya çalışıyor. Bu teknolojiye yapılan yatırım bu yüzden Batı’da inanılmaz bir hızla artıyor. Daha birkaç ay önce, bu alanda yapılan yatırım miktarını dünya çapında 6 milyar dolar olarak tahmin ediyorduk. Sonra Beyaz Saray tahminini sekiz milyar olarak açıkladı. Kısa süre önce sanayinin kendisi, sadece 2005 yılı için tahminini on milyara yükseltti. Bu aya yolculuğu olanaklı hale getirmek için harcanan paradan da, ilk atom bombasını yapmak için Manhattan projesine harcanandan da daha fazla. Endüstri ve ilgili devlet organları, bu teknolojiye bir an önce ivme kazandırmak için verdikleri desteği başka hiçbir yere vermiyorlar.

Ama ilgili devlet organlarının nanoteknolojinin kapsamlı bir şekilde devreye sokulmasına karşı ciddi bir direniş beklemesi gerekmez mi?

Bunun önlemleri alınmaya çalışılıyor. Nisan 2004’de tüm G-8 ülkelerinin bilim danışmanlarının katıldığı, gizli tutulan bir toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantıda nanoteknolojinin kamuoyuna tanıtılması için ortak bir strateji geliştirildi. Bu strateji “Geleceğin bilim ve teknolojisi” şeklinde çok genel bir ifade ile dile getiriliyor. Bilim ve tekniğin gelecekte nasıl idare edileceğine ilişkin bir davranış kuralları listesi üzerinde tartışıldı. 2005 yılında gerçekleştirilen bir toplantıda, henüz mutabakata varılamamıştı çünkü ABD hükümeti etik değerler listesine onay vermeyi ret etti. Bundan başka 2004 senesinin sonunda 25 ülkenin temsilcisi, yeni gelişmeleri tartışmak ve bu yeni teknolojilerin en verimli nasıl kullanılacaklarını tespit etmek için kapalı kapılar ardında biraraya geldi. En çok üzerinde durulan konu ise bu yeni teknolojilere karşı toplumda gelişecek tepkilere, özellikle kamuoyu önünde gerçekleşebilecek açık tartışmalara en etkili nasıl karşılık verilebileceği oldu. Burada uzlaşılan strateji çok bilindik: Kamuoyu, nanoteknolojinin gelecekte bizi bekleyen sorunların çoğunu çözmeye kadir olduğuna inandırılacak. En çok üzerinde titredikleri konulardan biri özellikle az gelişmiş ülkelerin sıkıntılarını hafifletiyormuş gibi görünen bir bilim politikasının sunulmasıdır. Edinburgh’da düzenlenen G-8 zirvesinde tam da bu gerçekleşti. Dünyanın en zengin ülkeleri, geri kalmış ‘zavallılara’ cömertçe onların da çağdaşlığın nimetlerinden faydalanacağı sözünü verdiler.

Bilim ve devlet bu kadar yakın bir işbirliği içinde çalışıyorsa sivil toplumun, kiliselerin, muhalif akademisyenlerin oynayabileceği rol ne olabilir? Ne olması gerekir?

En önemli şey, bu teknolojinin neden olabileceği olası sorunlar üzerinde toplumda açık bir tartışmanın başlamasıdır. Bu çok acil ve ertelenemez bir sorundur. Ana hatlarıyla bütünü anlamaya çalışmalıyız ki hükümetler, sanayi ve bilim çevreleri kararları tek başına veremesin. Kararlar mutlaka sivil tolum ile birlikte alınmalı. Sivil toplum nanoteknolojinin hangi durumlarda kullanılacağını açıklığa kavuşturmalıdır. Çünkü sivil toplum, daha sonra evet veya hayır şeklinde oy vermek için doğru bilgilenme hakkına sahiptir. Bunun dışında yapılacak hiçbir şey adil ve güvenli olmaz. Sivil toplum bu tartışmalara hemen katılmazsa sermaye ve devlet çıkarlarıyla örülü doku önümüzdeki üç yıl içerisinde daha da sıkılaşacak ve süreci etkilemek giderek imkansız hale gelecek. Kimi sanayi dalları arasında ve resmi dairelerde, hala önemli ölçüde bir korku ve kafa karışıklığı hakim. Bu belirsizlik ortamında sivil toplumun bir moratoryum talep etme şansı var. Yani süreç dondurulacak ve önce olası avantaj ve dezavantajlar ortaya konup sükunet içerisinde masaya yatırılacak ve sonra bu teknoloji ile nasıl devam edeceğimize hep birlikte karar verilecek.

Heterojen sivil toplum aktörleri bu süreçte tek tek nasıl bir rol oynuyabilir?

Kiliseler ve özellikle tek tek cemaatler “insan”, “yaşam” ve “doğa”nın gerçekten ne anlama geldiği sorusuna yönelmeli ve net bir tavır almalıdır. Çevreci hareketler, uluslarası şirketlerin suni eko sistemler yaratılması ve tüm doğanın yeniden yapılandırılması konularını artık açık açık dile getirdiklerinin bilincine varmalı ve bir an önce buna uygun bir tavır belirleyerek gerçekten eyleme geçmeli. Sanatçılar bu konuyu sahiplenerek tiyatrolarda, filmlerde, müzik ve edebiyatta işlemeli. Buralarda kendine “üçüncü dünya hareketi” adını veren enternasyonalist hareket, az gelişmiş ülkelerin bu teknolojik tsunami tarafından tamamen tarumar edileceğini anlamalı. Hiçbir sivil toplum örgütü Edinburgh’daki son G-8 zirvesinde, sanayileşmiş ülkelerin verdiği “yoksuların yararına teknoloji” sözüne inanmamalıdır. Tersine en zengin ülkelerdeki iktidar sahipleri böyle bir şey söylediğinde çok dikkat etmeli ve bunun ne anlama geleceği üzerinde iyi düşünmeliyiz!

Sizin de dahil olduğunuz ETC grubunun bugünkü stratejisi ve hedefi nedir?

Birçok şeyi aynı anda yapmakla birlikte, öncelikli hedefimiz gerçekte neyin olup bittiğini anlamaktır. Bunun için bilimden anlamak, sermaye kuruluşlarının amaçlarını bilmek, göstergeleri derleyip biraraya getirmek ve kamuoyuna açmak gerekir. Geçtiğimiz sene bildiklerimizi büyük sivil toplum örgütleriyle paylaştık ve üzerlerine gelen problemin farkında olup olmadıklarını onlara sorduk. Dünya Kiliseler Konseyi ile de görüştük, (dünyanın en yoksul 77 ülkesinin temsilcisinden oluşan) G-77 grubu ile de, BM İnsan Hakları Konseyi, Dünya Sağlık Örgütü, Ticareti Geliştirme Konferansı gibi diğer büyük STK’larla da. Tüketici dernekleri, sendikalar, Greenpeace veya Friends of the Earth gibi çevre örgütleriyle konuşmamızın amacı, yerine getirmeleri gereken sorumlulukların olduğunu onlara açıkça gösterebilmekti.

Yani nükleer karşıtı ve gen teknolojisi karşıtı hareketten sonra şimdi bir de nanoteknoloji karşıtı bir hareket mi oluşacak?

Ben bir şeye karşı olmaktan çok bir şeyden taraf olan bir hareketi tercih ederdim- Yani yaşamı tehdit etmek yerine, yaşama hizmet eden bir teknoloji ve toplum için mücadele eden bir hareket. Ama olayların inanılmaz akış hızına baktığımızda bu hareket de bir “anti- hareket” olarak doğmak zorunda kalacak. Burada bir kez daha bu teknolojiyi ortadan kaldırma talebimizin olmadığını vurgulamam gerekiyor. Bizim istediğimiz, bu teknoloji hakkında doğru düzgün bilgilenebileceği ve ardından da sorumluluk alarak karar verebileceği zamanın topluma verilmesidir- yani bir bilimsel moratoryum. Ayrıca nelerin yapılabileceğine ve nelerin yapılamayacağına karar verecek uluslararası bağımsız bir konvansiyona ihtiyacımız var. Bunun için Birleşmiş Miletler’de bir dairenin oluşturulması gerekir. Bu kontrol dairesi, yapılan bilimsel çalışmalardan haberdar olacak, yeni gelişmeleri denetleyecek, onaylayacak veya reddedecektir.

Biraz önce teolojik çıkarımlar üzerine konuştuk. BM’de bu tip bir kontrol dairesi kurulsa bunun İncil’dekine benzer “on emir”i olur muydu?

Hayır olmazdı. Çünkü her kural için istisnai durumları gözeten bir yönetmelik de gerekli olacaktır. Genel kural olarak her yeni teknolojinin ademi merkezileşmeyi desteklemesi, karşılıklı anlayışı artırması, kollektivizmi desteklemesi gerektiğini ve çevreye duyarlı olmak zorunda olduğunu söyleyebiliriz. Ama sorumlular farklı yönelimde olduktan sonra bunun ne önemi kalır. Merkezileşmeye hizmet eden teknolojinin var olan iktidar yapılarını güçlendirdiğini ve kaynakları yok ettiğini, yani kötü olduğunu söyleyebiliriz. Ama aynı zamanda bütün yeni teknolojileri aynı kefeye koyma hatasına da düşmemeliyiz. Bunun yerine tarihten gerekli dersleri alıp teknolojik düşünceleri alelacele uygulamak isteyen her girişime başlangıçta ciddi bir şüpheyle yaklaşmalıyız. Bilim insan icadı bir araçtır, dikkatli ve doğru amaçlar için kullanılmalıdır. Bilim, artık, şuursuz bir şekilde önündeki her çiviye vurup duran bir çekiç gibi algılanmaktan çıkartılmalıdır. Bilim sosyal eşitsizlik, çevre tehditleri gibi dünyanın gerçek sorunlarına hizmet etmiş olsaydı, onu engellemeye çalışan kimse çıkmazdı önüne.

Mevcut gelişmeleri frenleyebilme şansı nedir?

Benim belki genetik bir arızam var; iyilimserlik geniyle doğmuşum. Yine de iyimserim ve iyimser olmaya da devam edeceğim. İnsanlara güvenim var, bu kadar basit. Kısa bir süre içerisinde bu konuyu ne kadar çok kişinin anladığını ve nelerin yapılması gerektiğini kavradığını görünce hayran kaldım. Başta sivil toplum olmak üzere, sosyal kurumlarımıza bu konuyu sahiplenip ileri taşıyacağına güveniyorum. Bu belki naifliktir ama yaşam umut etmektir işte.

 

Söyleşiyi yapan Geseko von Lüpke 

Çeviri: Attila Geridönmez

Karakök otonomu

laydaran@immerda.ch

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Eleştirel düşüncenin vazgeçilmezliği…

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin ya …