Fuck the System

 

 

Şu teyzemin güzelliğine bakın! Şu iyimser gülümseyişine. Sopasını yanına bırakmış, parmaklarının arasında sigarası, üstünde bir erkek ceketi, altında şalvarı, sırtını dağlara vermiş, bir güzel gülümsemiş objektife.

Ne o ciğerleri sünger gibi gösteren korkunç sigara bırakma reklamları umurunda, ne de yoksulluk. Bu fotoğrafın üstüne bu yazıyı yazan kişi gerçekten de tam anlamını yakalamış: “Fuck the system”. Siktir et sistemi.

Bir süredir gazete okumuyorum. Aslında yemek yerken zaman boşuna gitmesin diye şöyle bir göz attığım haberler dışında televizyon izlediğim de söylenemez. Herkese tavsiye ederim. Ruhsal bakımdan sağlam kalmak isteniyorsa elbette. Ne Suriye savaşı, ne cephanelik sabotajı, ne havaya uçan genç insanların bedenleri, ne kadın cinayetleri, ne tecavüz, ne cinayet, ne araba ve cep telefonu reklamı. Roman oku, tarih oku, hayvan belgeseli seyret.

Elbette, kabul ediyorum, herkes fotoğraftaki teyzemiz kadar özgür, yoksul, rahat, kaygısız olamaz. İnsanlar geçinmek zorunda. Geçinmek için de çalışmak. Mesela hiç beklemediğiniz bir anda okul müdürü sizi istiklal marşı söylemek üzere ayağa kalkmaya davet edebilir. Ya da birileri “şehitlerimiz” ya da “devrim şehitlerimiz” için bir dakikalık saygı duruşuna. Gelin de rahat olun bakalım. Kendi başınıza değilsiniz ki. Toplumsal dayatmalar her yanda.

Ya da ne bileyim, daha politik ortamlarda size aniden Taraf  gazetesindeki iç çatışmalar sorulabilir. Kendinizi bu incir çekirdeğini doldurmayan çatışmalar konusunda bir fikir ileri sürmek zorunda hissedebilirsiniz. Aslında çok da fazla kafa yormaya gerek yoktur böyle şeylere. Krize giren her şeyin iç çalkantılara düşmesi kaçınılmazdır.

Ya da “Kılıçdaroğlu’nun sabotaj iddiası konusunda ne diyorsun?” diye sorulabilir. Bana ne diyemezsiniz? Ben bomba uzmanı değilim diyerek belki işin içinden sıyrılabilirsiniz ama bu sefer de kendinizle çatışırsınız. Çünkü bilginiz olmasa da aslında bir fikriniz vardır bu konuda. Siz de bunun bir sabotaj olduğunu düşünüyorsunuzdur. Ama Kılıçdaroğlu bunu bu kadarla bırakır ve bildiklerini halkla paylaşmazsa çok ayıp eder demekten de kendinizi alamazsınız. İşte yine düştünüz o kazanın içine.

Sonra aklınız CHP’nin, televizyondan şöyle bir kulağınıza çalınan bir başka açıklamasına takılır. CHP, AKP’yi, PKK ile Oslo’da yapılan ve kendi elinde bulunduğunu söylediği görüşme tutanakları açısından sıkıştırmaktadır. Bu politika böyle bir şey işte diye düşünürsünüz. Rakibini sıkıştır da nasıl sıkıştırırsan sıkıştır. İster soldan, ister sağdan sıkıştır. Gerektiği yerde milliyetçiden de daha fazla milliyetçi kesilirsin, “ülkenin bütünlüğü” zırvalarını ağzına sakız ederek saldırırsın. Politikada tek ilke vardır, o da ilkesizliktir.

Ayak üstü yemek yerken tesadüfen NTV kanalında soruları cevaplandıran Taha Akyol adlı akil kişinin açıklamalarına takılırsınız. Taha Akyol, PKK’nın “Stalinist” olduğunu söylemektedir. Eh, bu da işin kolay yolu diye düşünürsünüz. Stalinizmin kötülükleri ortaya çıktı ya, bundan sonra sağcılar karalamak istedikleri her şeye “Stalinizm” adını takarak bu kavramın da içine edecekler. PKK’nın özellikle geçmişte Stalinvari bir örgüt içi denetim uyguladığı doğrudur ama bu, bu örgütün Stalinist olmasına yetmez. Stalinizm, devrim adına iktidara gelmiş bir kliğin devrimi bastırmasının, işçilerin ve köylülerin temsilcisi olduğunu söyleyerek kızıl bayrak sallayanların işçileri ve köylüleri sömürüp tasfiye etmesinin adıdır. PKK’da bunlar mevcut değildir. Üstelik Taha Akyol, “Stalinizm” diye PKK’nın yerel özerklik programına saldırmakta, tanık olarak da Kürt burjuvazisinin önde gelenlerini göstermektedir. Bozacının şahidi şıracıymış. Sanırım, bir süre de bu “Stalinizm” tahrifatçılarıyla uğraşmamız gerekecek.

Hadi gelin de kurtarın kendinizi bu gündüz hayaletlerinden.

Sen çok yaşa teyzecim. En iyisini sen yapıyorsun. Bu tür şeylere kafanı takmayıp sigaranı tüttürüyorsun o güzel, çiçekli dağlarında.

Siktir et sistemi!

 

Gün Zileli

13 Eylül 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Kalıplar… Kalıplar…

Artıgerçek Yanlış fikirlerin, yargıların, önyargıların, yanlış dil kullanımlarının ve kalıp sözcük ya da deyişlerin yayılma …

12 Yorumlar

  1. Çocuklar, belki şaşıracaksınız ama ben hâlâ hayattayım.

  2. Teyze, the fucker

    Gün, evladım, yüzümdeki gülümseme iyimser değil, sadece yorgun ve tembel bir gülümseme. Çok yoruldum ve çok yaşlandım. siktiredemediğim sistem beni genç yaşımda yıprattı ve yaşlandırdı. Bana “teyze” diyorsun ama belki de senle aynı yaştayızdır.
    Sırtımdaki erkek ceketini ve yıpranıp erkeksi hatlar kazanmış suratımı görüp bana “fuck” demişsin ama ben onu yapacak özelliklere sahip değilim. Dağda sistemin pek çok baskısından uzağım, doğru, bu nedenle sizlerin gündelik politik sıkınıtlarınızdan muafım. Ama bir şeyi “fuck” edebilmek için onun uzağında değil, tam içinde olmak gerektiğini hatırlayabiliyorum. Sistemin dışında kalıp onu becerebilmek teknik olarak mümkün değil. Yani bu iş benim yorgun ve uzaktaki vücuduma değil, sizin politize olmuş bedenlerinize düşüyor. Siz bunu yapıncaya dek, sistem sizleri, hemi de kulaklarınızın arkasına kadar, her gün her gün, fena halde… ne diyordum, unuttum?..
    Günlük politik olaylara gözlerinizi kapatmanız bir şeyi değiştirmiyor ki. Gözlerini kapatırsan o iş olmaz mı? Sen onu görmezsen o seni görmez mi? Hadi ben dağda uzaktayım, yorgun ve yıpranmış ama stresten uzaktayım, ama sizler o sistemin içindesiniz. Sistem sizi her gün ufalarken siz gözlerinizi kapatarak mı onun ezici etkisine karşı durabileceksiniz?
    Sizi dağdaki barakama davet edeyim. Gelin, görün biraz temiz dağ havası alın. Biraz odun kırın, biraz koyunlarımı gütmeme yardım edin. Sistemi “fuck” etmiş halimin beni nasıl yıprattığını görün, yaşayın. Dağda oksijenlenmiş beyinlerinizle daha taze ve ferah devrim teorileri kurun.
    Sonra da şehre geri dönün. Dinlenip yenilenmiş vücutlarınızla, sisteme karşı daha dirençli ve enerjik mücadeleye başlayın. Sonra yeniden karbondioksit ve stres, yeniden dağ ve yeniden şehir. Ben olmasam da barakam size hep açık olacak. Kilidi yok, her misafire kapım açık.
    Ben orda olmasam da tembel ve yorgun gülümsememle sizleri izlemeye devam edeceğim. Sistemi siktir edemedim ama yüzümdeki gülümsememle sanki “şeyimden aşağı kasımpaşa” der gibiyim.

  3. gün zileli’deki keyif bu kadında yok! fcuk the system, oh yea!…

  4. Çok sevindim. aramıza hoş geldin Hurşit abi.

  5. Piyasa ekonomisi tapıcısı Taha Akyol’un PKK’nın burjuva ulusal yerel özerklik modeliyle Stalinizmi eşitlemesi gerçektende çok komik.İdeolojik gıdasını Taha Akyollardan alan AKP yandası ”yeni entelijansiya”düşün hayatımızda da çok büyük tahrifatlar yarattılar.Yaşanan çok büyük bir cahililiyedir ve teyzenin o müşfik bakışları ne yazık ki bu cahiliye devrinin ızdıraplarından bizleri korumaya yetmemektedir…

  6. piyasa ekonomisi eleştirileri mülk ve devlet eleştirilerini ihtiva edecek kadar genişletilmezse, havanda su misali kalır.
    o takdirde bölüşüm, dağıtım ilişkilerinin nasıl sağlanacağı sorun olur.
    planlı ekonomi düşleri “sosyalist devlet”i geri getirme çabalarından öteye gitmeyeceği için,bu konuda yeni şeyler söylemek lazım. piyasayı tu-kaka ilan etmek yetmiyor artık.

  7. İnsana bakınca korkuyorum. Küçük bir devlete benzetiyorum onu. Devletin minik, karekteristik, komik bir prototipi gibi görünüyor bana. Egosunun bir yanı, saldırganlık, yükselme ve egemenlik emelleriyle beslenen yanı, onun ordusu olarak biçimleniyor gözlerimin önünde. Ordusunu, ete kemiğe büründürmek, cismani bir güç haline getirmek için çabalıyor, para, mevki, bilgi, araç arıyor. Ya modern devletler gibidir; planı, programı ve yapılacak işler hiyerarşisi vardır, ya da Afganistan veya Uganda gibidir; yani dış cereyanlara oldukça açıktır, kendi kaynaklarından, güçlü yanlarından, avantajlarından habersiz olduğu gibi dört başı mamur, mazbut bir plan ve programdan da yoksundur; ne zaman, ne yapacağı belli değildir. İnsanın aklını ve iç dünyasını sarıp sarmalayan bu plan, program ve hiyerarşi silsilesi, onun kendine özgü bürokrasisi olarak görünüyor bana.

    Bundan dolayıdır ki insan, -her örgüt küçük bir devlet olduğuna göre- örgüt kurmaya oldukça eğilimlidir. O eğer örgüt kurma durumundaysa, kendi yaşamındaki, iç dünyasındaki, hayalindeki örgütü maddi bir güç haline getirmeyi amaçlar. Bu, insanın kendi iç örgütünü veya devletini, dışlaştırması hareketidir. Kurduğu örgüt, acılarını ve ihtiyaçlarını terennüm eden veya edemeyen tek tek nesnelerin katılımıyla büyümeye başlayınca, kurucu insan, büyüyen bu organizmayı, bitip tükenmez bir çabayla kendi örgütüne benzetmeye, kendileştirmeye çabalar ve giderek nihayetinde, büyüyen bu canlı organizmanın bir parçası haline gelir, varlığını onun varlığına hasreder, ona benzer, onun bir aracı, nesnesi haline gelir.

    İnsan, var olan bir örgüte girerken de durum, öz olarak aynıdır. Amacı, iki ayaklı, tek kişilik örgütünü örgüte katmak, onda kendine benzeyen ögelerle birleşmek, onu kendine benzetmek. İnsanın örgütü kendine benzetme süreci, aynı zamanda onun örgüte benzeme, nesneleşme sürecidir. Örgüt üyesi insan, örgütün mücadele ederek, ben varım demesini, özneleşmesini, kendinin özneleşmesi olarak algıladıkça, örgüte daha çok bağlanır, daha çok benzer, örgüt makinasının bir vidası haline gelir.

    İnsanı kendine benzeten, kum gibi aynileştiren, milyonlarca bireysel iradeyi, tek bir örgüt iradesine dönüştüren örgüt, her üyesini kendi değerleriyle donatır. Bu, tüm örgütler, yani irili ufaklı tüm devletler için geçerlidir. Eğer örgüt, ezilen, gadre uğrayan, sömürülen yığınların bir örgütüyse, o zaman örgüt, insanın örgüt öncesi edilgen, kendine güvensiz, geri, cahil yapısını, kendi etken yapısıyla, özgüveni ve bilgisiyle değişime uğratır, onu kendi nesnesi haline getirmesine rağmen, önceki durumundan daha ileri bir duruma çeker.

    İnsan, iki ayaklı, tek kişilik devletini örgüt-devlet ve giderek ülke- devlet haline getirdiğinde, tüm toplumu, devlet haline getirme, devletleştirme eğilimini sürdürür. Bu, birey-devletin ve devletin vazgeçilmez egemenlik güdüsünün ve arzusunun bir gereğidir. Bu, hayatın her alanında böyledir. Siyasette, ekonomide, bilim ve kültürde böyledir. Akla hayale gelmez yöntemlerle rakipleri ekarte etmek, muhasımları tepelemek, boşalan yerlere kendi egemenliğini yerleştirmek. Ekonomik alanda bir tekeli düşünelim; zayıfken devlete yamanır, devlet olarak hareket eder, güçlendikçe, palazlandıkça, hayatı tekelleştirdikçe, kendi sivil varlığını devlet olarak toplumun hayatı haline getirir ve merkezi militer devleti de küçültür, basit bir bekçi derekesine düşürür.

    Bu anlattıklarım belki basit, kim bilir belki de marazi saplantısal bir yaklaşımdır. Gerçek hayatı bu alanda, tüm yönleri ve ilişkileriyle anlatmanın bir yolunu bulmak gerekiyor. Ya da tarihin bu alanda ulaşılmaz gizli sesine ulaşmak, o sese kulak vermek gerekiyor. Devrimlerin devlet haline gelince, prensiplerinden nasıl kaydıklarını, devletle aynileşip, halka karşı bir yapıya nasıl dönüştüklerini en iyi bilen tarihtir.

    Sadece insanı biçimlendiren şartları değil, insanı ve insandaki devlet ile devletteki insanı da tahlil etmek gerekiyor. İnsanı, devletsel, toplumsal ve fizyolojik özellikleriyle, eylemi ve yaptığı tarihiyle birlikte tahlil etmek gerekiyor. İşçi devrimlerinin yenilgilerini tartışırken, basit sonuçlara, insanın dönekliğine, ihanetine veya bir sınıfın geriye dönüş çabalarına takılıp kalıyoruz. İşçi devletini kurmayı amaçlayan bir işçi devriminin, mülkiyetçi bir devrim olduğunu, doğrudan bir demokrasiyi değil, temsili bir demokrasiyi gerçekleştirdiğini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Yenilginin devrimdeki köklerine yönelmiyoruz.

    Niteliği ne olursa olsun devlet, mülkiyetçi toplumun bir parçası olarak, onu korur. Devletin kapitalist toplumlarda temel görevi, mülksüzlere karşı özel mülkiyeti korumaktır. Geçen yüz yılın sosyalist toplumlarında ise devlet, özel mülkiyete karşı doğrudan kendi mülkiyetini, yani devlet mülkiyetini korudu. Yüzyılımızın devrimleri ise mülkiyetin her iki çeşidine karşı yükselecek.

    not:muzaffer oruçoğlunun bir makalesidir

  8. oruçoğlu hocanın bu makalesinin her virgülüne, her noktasına katılmamak elde değil…varoluş çabası içindeki insanın iç dünyasında gizli hükmetme arzusunu, bu arzunun fıtrara egemen olmasa da ama potansiyel olarak fıtratta da bulunmasına işaret eden güzel bir yazı. keşke bu nokta üzerinden geliştirseydi.
    oysa aksine, bu görüşlerinden vazgeçtiğini belirtiyor ve eleştirdiği devrim fetişizmine geri dönmeyi savunuyor.
    bu nedenle zamanında bir hatırlatma olduğunu düşünüyorum ve birey-devlete teşekkür ediyorum.

  9. Sadece insanı biçimlendiren şartları değil, insanı ve insandaki devlet ile devletteki insanı da tahlil etmek gerekiyor. İnsanı, devletsel, toplumsal ve fizyolojik özellikleriyle, eylemi ve yaptığı tarihiyle birlikte tahlil etmek gerekiyor. İşçi devrimlerinin yenilgilerini tartışırken, basit sonuçlara, insanın dönekliğine, ihanetine veya bir sınıfın geriye dönüş çabalarına takılıp kalıyoruz. İşçi devletini kurmayı amaçlayan bir işçi devriminin, mülkiyetçi bir devrim olduğunu, doğrudan bir demokrasiyi değil, temsili bir demokrasiyi gerçekleştirdiğini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Yenilginin devrimdeki köklerine yönelmiyoruz.

    oruçoğlunun yukarıdaki değerlendirmesini önemli buluyorum.
    geçmiş devrimlerin başarısızlıklarını kişilere yükleme kolaycılığından ne zaman vazgeçeceğiz acaba¿
    bu değerlendirme biçimi burjuva metafiziğine tekabül ediyor.
    ve bize bir şey katmıyor.buna benzer hatalara düşmemizi engelleyemiyor.sadece öfkemizi soğuruyor.dolayısıyla oruçoğlunun eleştirileri ideolojik körlüğümüzü gösteriyor.

    fakat daha derinlikli bir tarih okumasına ihtiyacımız var.
    ikilikler üzerinden olmayan kültür okumalarına yönelmemiz gerekmez mi¿
    günah keçileri aramakla bir yere varılamayacağını tarih bizlere pekçok defa gösterdi.yatıp kalkıp hitlere,staline,Mussolinine vblerine sövüp sayalım…ne değişir¿bu olan bitene ve kendimizdeki devlete,iktidara,tahakküme…dair çözümler bulmamıza bir yararı olacak mı¿
    kanımca olmaz çünkü yeterince etraflı bir okuma yapabilmemiz için zemin oluşturmuyorlar.

  10. anarşizmin amentüsü haline gelmiş bakuninin şu uyarısını hatırda tutmak gerektir:En ateşli devrimciyi alın, ona mutlak iktidar verin, bir yıl içinde Çar’dan daha beter olacaktır.

  11. Özgürlükçü-demokrat(!) Türk-İslam sağının güzide ismi Taha Akyol efendi yine döktürmüş:
    http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22676932.asp

  12. Bu insanlar on binlerce lira maas alan insanlar. Yanlarinda guk dedikleri anda su, gak dedigi anda et veren sekreterleri, belki biz de kose yazari oluruz diye cabalayip calisan uc universite bitirmis, doktorali asistanlari var. Ama okumadigi bir kitap hakkinda yazi yazarken dahi o kadar pervasiz ki, google’a sormaya bile useniyor yahu! Benedict Anderson’in adini Enderson diye yazip, bir de kitabi dogru duzgun okumus gibi yumusatmistir diyor adam ya.

    Adam Popper’dan bahsediyor. Adam Hayek’ten bahsediyor. Ama donup Zizek’in “Biri totalitarizm mi dedi?” kitabindan bahsetmiyor. Bodio’larin Popper paradilerinden, Chomsky’den bahsetmiyor. Butun Avrupa’da Popper’a atifla “negatifleyerek anca bulmaca cozersin!” diyen onlarca akademisyenden bahsetmiyor. Cagimizin dinamikleri senin cehaletinle mi sinirli be adam?

    Hangi kitaptan bahsettigi de malum: Hayali cemaatler. Belki o bile degildir. Inanilmaz bir cahillik, inanilmaz bir rahatlik, inanilmaz bir ne oldum deliligi bu. Ne versem yerler diyor adam gozumuzun icine baka baka. Bu insani okuyanlar, adam kadar cahil kaliyorlar ustelik. Analize bakin, yumusatmistir diyor. Okumadigi, okuduysa bile hic bir sey anlamadigi bir kitaptan yola cikarak! Okusa kendi fikirleri eriyecek, geriye yalnizca inkar kalacak.

    Sonra biz de kalkip, Gun Zileli’ye Gramsci’den niye bahsetmedin diye laf ediyoruz. Utandim kendimden. 🙁 Ama biz yine de onlarin gostermedikleri, gosteremeyecekleri, gosterseler kendileriyle celisecekleri entelektuel durustluge, gercege sadakata ve ozene devam edelim derim.