Mustafa Yılmaz/Moskof’tan ödünç gözyaşları: Bozkurtların Ölümü

07 ARALIK 2012

 

Edebiyat bilimci Aydın Süer’in XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar kitabında Gogol’ün İkinci Yüzübaşlıklı bir inceleme var. Bu incelemede Süer, Gogol’ü ırkçı ve şoven olmakla itham edip, tabiri caizse biraz silkelerken örnek olarak Taras Bulba romanını gösterir. Kitaptan bazı örnekler sıraladıktan sonra Türk edebiyatını da ilgilendiren bir gözlemini paylaşır:

“Görüldüğü gibi, Gogol Kazak milliyetçiliğinden yola çıkarak Panslavizm düşüncesine erişir. Özellikle romanın son bölümlerinde, Kazakların Lehler karşısında yenilgiye uğrayışlarını anlatırken, Kazak savaşçılarının ölümlerini şiirselleştirmekten, ulusalcı duygularını tümüyle açığa vurmaktan kaçınmaz. Bu bölümlerle, Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümüyapıtının kahramanı Kürşad ve silah arkadaşlarının Çinliler karşısında yenilgiye uğrayışlarının şiirsel anlatımı arasında  büyük benzerlikler göze çarpar.” (Bu ve bunu takip eden alt çizmeler bana ait.)

Süer, Gogol ile Atsız’ın yapıtları arasındaki benzerliğin niteliği hakkında bir şey söylemez. Birinciden ikinciye doğru genetik bir bağ mı söz konusudur, yoksa yalnızca tipolojik bir benzerlik mi? Taras Bulba‘nın ilgili bölümünden bazı alıntılar yaptıktan sonra faslı kapatır.

Her halükarda sınanmaya değer bir gözlem. Nihal Atsız’ın politik kimliği ve “Moskof”luğun her türüne karşı uzlaşmaz tutumu da bu yönde bir çabayı ekstra cazip kılıyor.

Atsız, 1946′da yayımladığı Bozkurtların Ölümü romanına kaynaklık eden, Çin hükümdarına karşı ayaklanan Kürşad ve 40 çerisi konusunu önce Sabahattin Ali’ye verir. (Bugün pek çok kulağa inanılmaz gelse de Atsız ve Ali 20′li ve 30′lu yıllarda ahbaptır.) Ali konuyu Esirler adını verdiği bir piyeste kullanır. Konya cezaevinden yazdığı mektuplar Esirler‘i 1933 yılının ilk günlerinde tamamladığına işaret ediyor. O günlerde Atsız, Ali’ye yazdığı bir mektupta piyesin kaderiyle yakından ilgili görünmektedir:

“Oğlum Sabahattin, yine deliğe girmene canım sıkıldı. Sen deliğe girdiğin için değil, yine bu budalaca işi tekrar ettiğin için. Ben seni zeki bir insan tanırım. Budalaca hareketleri sana yakıştıramam. Hele senin gibi bir dahi namzedinin Nazım Hikmet gibi bir iki satılık herife inanıp da kendi memleketinin aleyhine neticelere verebilecek fikirlere iştirakini senin zekânla kabil-i telif bulmam.

Sen bir zamanlar adamakıllı milliyetperverdin. Birkaç salak senin fikrini nasıl çeldi de şu zıkkıma meylettin (daha doğrusu meyleder göründün) anlamıyorum. Senin hiçbir zaman komünist olamayacağını biliyorum. Fakat biraz üzerine iradeni takın! Tam serserilikten vazgeçip, ananı ve kardeşini yanına aldığın ve hele tam Kürşad’ı bitirdiğin bir zamanda bu darbe hiç hoşuma gitmedi. Bir kere sen asker oğlusun. Veraset dolayısıyla sende elbette bir şeycikler vardır. Sana hiçbir zaman benim gibi şoven nasyonalist, faşist militarist ol demem. Fakat artık çocukça hareketlerden de vazgeçmeni tavsiye edebilirim… Eserinin adını Kürşad yap. Kiyeze’nin adını da böyle koy. Herkes ne derse desin. Senin tercüme-i halini yazacak olanlar (yani Pertev [Naili] ve ben senin bu eserini hiçbir dalkavukluk maksadıyla yazmadığını biliyoruz. Bu eser sana, öyle zannediyorum ki iyi bir şöhret temin edecektir. Onun için bu tatilde bu piyesi muhakkak Darü’l- bedayi’ye ver. Daha evvel de bir kere bana göstersen iyi edersin. Nazım’a falan göstermene lüzum yok. Onun dar kafasının içindeki kuş beyni böyle şeylere akıl erdiremez. Sanat ciheti için Faruk Nafiz’e gösterebilirsin. Hem zannederim Faruk senin ahbabındır.”

Sabahattin Ali bu sözlere kulak vermemiş gibi görünüyor. Oyun sahnelenmez ama 1936′da Varlık dergisinde tefrika edilir. Atsız sonuçtan hiç memnun değildir. Bunu dört yıl sonra, Ali’nin İçimizdeki Şeytanromanının yayını vesilesiyle yazdığı yazıda şöyle ifade edecektir:

“Artık Sabahattin her şeyi marksist bir gözle görmeğe başlamıştı. O, kalın camlı gözlüklerinin arkasından insanları nasıl bulanık görüyorsa karışık beyni ile de hadiseleri yanlış görmekte devam ediyordu. Kendisine vaktiyle vermiş olduğum Kür Şad mevzuunu da Nazım Hikmetof’un tesiriyle marksist bir kalıba sokmuş, “Esirler” diye yazdığı piyeste bizim büyük Kür Şad’ımızı mümkün olduğu kadar küçülterek nefsine mağlup bir insan haline getirmiş ve bu piyesi zayıf bularak oynamadı. Yoksa Sabahattin’in önceden söylediği gibi Şekspirvari bir piyes olsaydı Kür Şad sahnede bayağı bir adam olarak yıllarca gözüküp bizi incitecekti.”

(İçimizdeki Şeytanlar, 19 Temmuz 1940)

Nihal Atsız, Sabahattin Ali’nin küçülterek nefsine mağlup bir insan haline getirdi dediği Kürşad karakterini ve öyküsünü “iş başa düştü” diyerek kendisi ele almaya karar verir. 1937 başlarında yazdığı başka bir mektupta bu “müjdeyi” Sabahattin Ali’ye verir:

“Evladım Sabahattin, sana müthiş bir sır vereyim mi? Haydi vereyim: Ben Kürşad’ı roman olarak yazıyorum. Beni buna sevk eden de Tahsin Demiray oldu. Romanın adı Bozkurtların Ölümü’dür. Senin gibi tarihi tahrif etmeyerek yazıyorum. Senin berbat ettiğin Kürşad’ın şerefini de iade edeceğim. Roman hiç yazmadım. Bu ilk tecrübemdir.Bununla beraber Kürşad’ın aşkıyla muvaffak olacağım. Sen belki beğenmeyeceksin. Çünkü Kürşad orada bir sınıfı temsil etmeyecek. Roman ve temaşa işlerini iyi bilen Nihad Sami (Banarlı) romanın başlarını okudu, beğendi. İleride kitap şeklinde çıkınca sana gönderirim.”

Tahsin Demiray ile Nihal Atsız arasında nasıl bir konuşma geçti, bilmemiz imkansız elbet. Bununla birlikte, konuşmada Taras Bulba adının geçtiğini, ya da sonrasında “Roman hiç yazmadım, ilk tecrübem” diyen Atsız’ın aklına bir şekilde Gogol’ün yapıtının geldiğini düşünüyorum. Bana bunu düşündüren, Taras Bulba‘nın ilk Türkçe çevirisinin önsözü. Bu önsöz, uzun süredir Kürşad konusuna edebi bir kabuk arayan Atsız’ın ihtiyaç duyduğu şeyin, buna ister katalizör deyin, isterseniz itki, tüm niteliklerine sahiptir, çektiği yaratım sancılarının çaresidir adeta. Üstelik zamanlaması mükemmeldir.

Taras Bulba‘nın Türkçedeki ilk çevirisi 1936 tarihli. Hilmi Kitabevi’nden çıkan kitabın çevirmeni Siracettin (Hasırcıoğlu). Önsözü kitabevinin sahibi ünlü yayıncı İbrahim Hilmi (Çığıraçan) yazmış.  Baskı elimde yok ama internetten erişilebilen bir doktora tezinde önsözden yeterli miktarda alıntı mevcut. Bizi ilgilendiren uzunca bir kısmı aynen aktarıyorum:

Çığıraçan, hemen bütün dillere tercüme olunan Gogol’un bu şaheseri hakkında Hofmann‘ın “Rus edebiyatı tarihi”nden şu parçayı nakletmiştir:

“Taras Bulba tarihi nağmelerin tenevvüünden baska bir sey degildir. Biz biliyoruz ki “Gogol” küçük Rusya tarihini tetkik ediyor ve dostlarına altı ciltlik tahkik olunmuş büyük ve iri bir mahsul meydana koyacağını haber veriyordu. Bu eserin taslağı Siyeç zaporoğlarına aid olan romanına hareket mebdei oldu. Müellif tarihi hakikate sadık kalmağa çalışarak kuvvetli hayaline alabildiğine meydan vermiştir. Bu romanda “Walter Scott” un tesiri altında kaldığı âşikârdır. Lâkin eski zaman kahramanlarının bu methiyesi heyecan ve ilham eserleriyle dolu olduğu halde bitaraflıktan ve ölçüden mahrumdur: Gogol’un kazakları insan iktidarının fevkindedir. Hayatları efsanevî, bahadırlıkları hayalîdir. Yiğittirler. Endişesiz, kahraman âsîl ve bahadır ve aynı zamanda barbar ve hunriz kalmışlardır. Mübalâğalı ve nükteli üslubu halk şarkılarından alınmış şairane ifadelerle süslenmiştir”. 

Çığıraçan, Taras Bulba’nın bu Türkçe’ye çevrilmiş eseri okuyacak olan gençlerimizin Rusların kazak hayatını, kahramanlıgını yüksek bir düşünce ve usta bir kalemle abartılı bir şekilde tasvir edilmiş olarak öğreneceklerini ve aynı zamanda biz Türklerdeki yeniçerilik hayat ve kahramanlığını da hatırlayacaklarını belirtmiştir.“Öyle yeniçeriler ki Rusların kazaklarını, zaporoğlarını def’atle mağlûp ve perişan etmişler, Avrupa şövalyelerini tiril tiril titretmişlerdir.”

Çığıraçan, yeniçeri teşkilâtının kuvvetini, yeniçerilerin cengâverliklerini kahramanlıklarını, yararlıklarını, şan ve şerefle dolu öykülerini nesilden nesle aktaracak, derecede tasvir eden kuvvetli ve tarihî romanlarımızın henüz yazılmadığını belirterek,“isteriz ki bu tarihî romanlarda öyle Türk kahraman tipleri yaratılsın ve canlandırılsın ki okunduğu zaman gözler yaşarsın, göğüsler kabarsın, tüyler ürpersin, hisler şeref ve hayret içinde bunalsın” demiş ve Türklerin askerlik tarihi, kahramanlık hayatının çok zengin olduğunu, bu zengin madeni işletecek, feyizlendirecek yüksek düşünceli yazarlarımızın yetişerek bu roman kütüphanemizi süsleyip ve şereflendirecek eserler yazmasını ümit etmiştir.

Hilmi Çığıraçan’ın yazdığı önsözde, yeniçerilerin, teşkilatlarının kuvvetini, cengaverliklerini, kahramanlıklarını, yararlılıklarını, anlatacak romanların henüz yazılmamasından kaynaklanan üzüntüsünü dile getirerek, bir gün bu romanların yazılmasını dilemiştir. Çığıraçan, bu kitabın çevirisini okuyan gençlerimizin, kazak hayatını okuyarak tarihimizi hatırlayacaklarını belirtmiştir.

(Mehmet Aydın’ın Siraceddin Hasırcıoğlunun eğitim görüşleri ve çocuk edebiyatı tarihimizdeki yeri başlıklı doktora tezinden)

İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın önsözü bir çağrı niteliğindedir. Üstelik Çığıraçan Hoffman’dan yaptığı alıntıyla işin yöntemini de fısıldamaktadır. Sanki sırf Nihal Atsız için yazılmıştır. Zira Sabahattin Ali’nin Esirler’i tefrika edilmiş, ancak sonuç Atsız açısından tam bir hayal kırıklığı olmuştur.

Atsız piyesi bir kenara bırakıp yapıtı roman türünde vermek kararını almıştır. Bu alandaki tecrübesizliğini gizlememekle birlikte kendine güvenmektedir. Yapıtın nihai hali hakkında az çok bir fikri var gibidir, hatta bir kısmını yazmıştır bile.

Peki Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü‘nü yazarken Gogol’ün Taras Bulba‘sından esinlendiğini, ya da ondan epeyce yararlandığını, özcesi aralarında genetik bir bağ olduğunu ileri sürmek için bu kadarı yeterli mi? Elbette değil. Buna ek olarak muhakkak ki iki metne karşılaştırmalı bir gözle bakmak gerek. İki kitap bu gözle yan yana okunduğunda, başta Aydın Süer’in işaret ettiği kısımlar olmak üzere bir dizi ortaklık hemen kendini ele veriyor. Birkaç örnek:

Taras Bulba Bozkurtların Ölümü
Genç ruhu uçtu gitti. Melekler onu kucakladılar, yedi kat gözyüzüne çıkardılar. Orada İsa karşılayacak onu. “Gel, Kukubenko, sağıma otur. Arkadaşlarına hayınlık etmedin; dürüstlükten, doğru bildiğin yoldan ayrılmadın, benim kilisemi korudun,’ diyecek. Bir eliyle tuğu yükseltirken, öteki eliyle duman alana bir işaret yaparak “Kalkın” diye haykırdı. Kırk şehit birden kalktılar. Kür Şad eliyle ilerde bir yeri gösterdi. “Oraya” diye gürledi. Gösterdiği yer “Tanrı Dağı” idi. Tepesinde ataların ruhu dolaşıyordu. Kırk bir şehidin ruhu bir fırtına gibi, bir musikî gibi, bir ışık akarak Tanrı Dağı’na doğru yürümeğe başladılar… Onları orada, başlarında Alp Er Tunga olan atalar kafilesi bekliyordu. Bu kırk bir şehidin çevresini bir anda yüz binlerce başka şehitler sardı.
Ama Kazak kemiklerinin serildiği bu ölüm döşeğinden iyilik fışkıracaktı yeryüzüne. İşlenen en ufak sevap boşa gitmeyecek; Kazaklığın şanı, tüfek namlusundan silinen tozlar gibi uçuvermeyecekti. Bir gün gelir, ak sakallı göğsüne inen yaşlı bir ozan eline bandurasını alır; sözlerinden de, ezgisinden de mertlik taşan bir destanla o savaşı anlatır. O zaman Kazakların ünü yeryüzünü kaplar, gelecek kuşaklarda dilden dile dolaşır. Yağmur yağıyor… Irmağın kıyısında dövüşüyorsunuz… Budun kurtuluyor… Adınız unutulmayacak… 1300 yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak …   …. Bu arada sürülerek ırmağın kıyısına kadar gelmişlerdi. Altı kişi, damarlarında kalan son güçle son müdafaalarını yapıyorlardı. Bu, artık sona ermiş hayatlarını birkaç kısa an daha uzatmak içindi. Bu kahramanlığı yaparken bin üç yüz yıl sonra bir yazıcının, kendi hâtıralarını yaşatmak için bu satırları yazacağını düşünmüyorlar, şanlı maceralarını Türk oğullarının nasıl bir ihtirasla okuyacaklarını bilmiyorlardı.
(Taras Bulba) Görüyor musunuz şu kılıcı? Budur işte sizin öz ananız! Okuduğunuz okulda kafanıza doldurdukları bilgilere gelince: Bence beş paralık değerleri yok. Kitabınızı da, okulunuzu da, felsefenizi de… (Yamtar) Siz Çinliler her şeyi biliriz sanıyorsunuz… Senin bilim, felsefe dediğin de böyle saçma bir şey olacak. Ben iyi ok attığım, ata bindiğim halde karnımı doyuramıyorum. Senin felsefe dediğin nesne benim açlığımı giderir mi? Sen bana onu söyle.
Kazakların pazarlıktan hoşlanmadıklarını, ellerini ceplerine soktuklarında ne çıkarsa verdiklerini bilen Yahudiler, Ermeniler, Tatarlar kazanç hırsıyla, her tehlikeyi göze alarak orduya yakın köylerde yerleşirler, esnaflık yaparlardı. (Mehmet Özgül çevirisi) [Gogol’de hesap bilmez ve de sevmez Kazaklara karşı Yahudiler, Ermeniler ve Tatarlar arasında pay edilen kurnaz, açgözlü tüccar kimliği Atsız’ın kitabında Suğdaklarla Çinliler arasında üleştirilmekte. – MY]

İki yapıt arasındaki paralellikleri genel olarak sıralamak gerekirse; Dubno kuşatmasında Kazakların ve Vey Irmağı kıyısında Kürşad ve askerlerinin ölümlerinin anlatılış biçimi, uzlaşmazlık ve militanlıkta Taras Bulba ile Kürşad’ın yoldaşlarından ayrılan seçkin tutumu, Kazak-Zaporojye ve Türk-Ötüken ilişkisi, erkeklerin sadece başka erkekler için ağladığı bir toplum ve bu toplumun en yüksek kodu olarak Kazak ve Türk töreleri, sık sık sıcak çatışma şeklini alan Kazak-Leh ve Türk-Çin düşmanlığı, karakter ve ruh bakımından Kazakların Yahudilerle ve Türklerin Suğdak ve Çinlilerle kıyaslanması, başka bir deyişle hesap bilmez ve sevmez savaşçı kavimler – kurnaz ve üçkağıtçı tacir kavimler karşıtlığı, felsefenin küçümsenişi vb. Bunlara bir de Taras Bulba’nın “Sana ben can verdim, canını da ben alacağım,” diyerek ihanetinin cezasını kendi elleriyle kestiği küçük oğlu Andriy ile Kürşad’ın askerlerinden Üçoğul karakterinin kıyaslanmasını ekleyebiliriz. Zira Üçoğul da tıpkı Andriy gibi düşman kavimden bir kadına tutulmuş, bunun sonucunda tam olarak Andriy gibi kendi arkadaşlarına ihanet  etmese de, akıllara bu ihtimal gelmiş, dahası ihtilalin başarısızlığı kısmen onun Çinli kadına olan tutkusuna ve bundan ötürü askeri disiplini çiğnemesine bağlanmıştır.

Edebiyatlar arası etki konusu tartışılırken düşülmesi gereken bir şerh var. Hiçbir yapıt yoktan var olmaz. Yaratıldığı dönemin verili kültür birikimiyle muhakkak etkileşim halinde ortaya çıkar. Bu etkileşimin izlerini taşır. Edebiyat büyük oranda bu şekilde ilerler. Problemler, temalar, yöntemler, imgeler, motifler, türler kalemden kaleme ve çeviriler sayesinde dilden dile geçer, çeşitlenir. Başka bir deyişle evrim geçirir. Bir edebiyatçının başka bir edebiyatçıdan bir şeyler almasında, aldıklarını kendine göre eğip bükmesinde, yeniden yoğurmasında yadırganacak, kınanacak bir şey yoktur.

Gogol ve Atsız arasında cereyan eden şey tümüyle bir edebiyat olayıdır. Yukarıdaki alıntıda Hoffmann’ın da belirttiği gibi, Gogol Taras Bulba‘yı yaratırken Walter Scott’ı da içine alan bir geleneğe yaslanmakta, aynı şekilde Atsız’ın romanı da, beğenelim ya da beğenmeyelim, Türkiye’de bir geleneğin kurucu yapıtları arasında yer almaktadır.

Aslında bir miktar geri çekilip manzaraya biraz uzaktan baktığımızda Goethe’nin Weltliteratur (Dünya edebiyatı) kavramının ne kadar isabetli olduğunu görmemek mümkün değil. Ülke edebiyatları birbirinden Çin setleriyle ayrılmış değil. Ama Nihal Atsız’ın şahsen bunu ne kadar kavradığı, dünya görüşünün buna ne kadar müsaade ettiği kocaman bir soru, hatta ünlem işareti.

Atsız’ın bu bağlamda çuvaldızı Nazım Hikmet’in böğrüne böğrüne sapladığı ibretlik bir alıntıyı hatırlamanın tam sırasıdır:

“İşte topluluğun böyle şekilsiz, biçimsiz ve kıvamsız olduğu sırada, damarlarında bir damla Türk kanı bulunmıyan Nazım Hizmet, Moskova’da iyice Moskofçuluk öğrendikten sonra oradan aldığı buyrukla yıkıcı faaliyet yapmak üzere Türkiye’ye gönderildi ve bizim o şahsiyetsiz, o seviyesiz ve seciyesiz aydın tabakamız tarafından millî bir kahramanmış gibi karşılanarak göklere çıkarıldı. Bu satılmış köpek, ruhta ve şekilde Moskof şiirini getiriyordu. Bir anda çevresinde yığınla mukallit maymunlar peyda oldu ve Moskof nazım kalıbı çıkarmak üzere bizim nazmımıza girdi. Aydınlarımızın, şairlerimizin, yazıcılarımızın milli ve edebi kültürün feyzi sayesinde.
(Komünizmle ilk Çarpışmam, Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, 1959)

Bozkurtların Ölümü romanının hayranları, yani tam da İbrahim Hilmi’nin öngördüğü biçimde romanı okurken gözleri yaşaranlar, Nihal Atsız’ın Nazım’a yaptığını yapsa, tarihi roman alanında ruhta ve şekilde Moskof olanı ülkemize getirdiği için Atsız’a “satılmış köpek” dese ve  kendisini mukallit bir maymun olmakla itham etse üstad ne düşünürdü acaba?

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

12 Mart ve Sol

Artıgerçek Ümit Zileli, Tele-1’deki programın başında “Neydi 12 Mart?” diye sormuş, ben de bugüne kadarki …

4 Yorumlar

  1. Mustafa Yılmaz yine ayrıntıların dar labirentlerinde dolaşarak güzel .bir makale çıkartmış ortaya.

  2. Milliyetçiliğin iki yüzlülüğünü iyi yakalamış Mustafa Yılmaz: Ana fikrin özgün olduğunu iddia edip, aslında daha önce dillere pelesenk olmuşu tekrarlamak. Her milliyetçi, kendi milletinin özelliklerini övüp durur. Oysa söyledikleri yalnızca saçma övgülerin nesnesini değiştirmektir. “Üsküdar’a gider iken” şarkısının başına gelen gibi: Balkanlarda herkes o ezginin kendisine ait olduğunu iddia eder, Sırpından Türküne kadar. Ama aslında Fransız ezgisidir. Galiba Murat Belge’nin Militarist Modernleşme kitabında vardı bu komedinin bahsi.

    Ama zaten Nihal Atsız bunun gibi başka tongalara da düşmemiş mi? Herkesin kafatasını ölçüp, Türk olup olmadıklarına karar verip, kendi kafatasının o ölçülere uymadığını anladığında düştüğü mahcubiyet anlatılır mesela. Hikayeyse bile güzel bir hikaye. Moskof’a küfür ederken elin Moskof’undan esinlen, kafatasına göre insanları sınıflandır ama kendininki o ölçülerde çıkmasın. İlki ırkçılık emaresi, ikincisi ise şaşkalozluk.

  3. her milliyetçilik kendi topuğundan kendi ırkçı eyleyişleri aracılığıyla vurulur.
    milliyetçilik yaratılan mitlerle var olunur.

  4. Murat Belge bu isin daha genis kapsamli elestirisini “Genesis : Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni”nde yapiyor. Zaten bir klasik olan Benedikt Anderson’in Hayali Cemaatler’ini de anmadan gecmeyelim. Zaten bu islerin bir hayal etme/kurgulama oldugunu ilk o ifade etmis derli toplu.