Devrimler…

 

Hannah Arendt, Devrim Üzerine (çev: Onur Eylül Kara, 2012, İletişim) adlı kitabında, esasen Fransız ve Amerikan devrimlerini karşılaştırarak devrim üzerine bazı saptamalar yapıyor. Bu yazıda, özellikle kitabın sonlarına doğru oldukça önemli gördüğüm bazı saptamalarının ardından kısa yorumlar yapmak istiyorum.

 

Devrimlerin Başlangıcı

 

Devrimler daima, başlangıç aşamalarında hayret verici bir kolaylıkla başarılı olurlar; çünkü devrimleri başlatanların yaptığı, düpedüz dağılma içindeki bir rejimin iktidarını toplamaktan ibarettir. Devrimler, asla siyasal otoritenin çöküşünün sebepleri değil, aksine sonuçlarıdır.” (s. 150)

Hannah Arent, burada doğal olarak, devrimi bir an olarak gören klasik devrim tanımından hareket etmektedir. Bence saptaması doğru. Özellikle de, “devrimleri başlatanların yaptığı, düpedüz dağılma içindeki bir rejimin iktidarını toplamaktan ibarettir” saptaması önemli. “Devrimleri başlatanların” ibaresi ne kadar sorunlu olursa olsun burada önemli bir gerçeğe temas edilmektedir. “Devrimi başlatanlar”, yani aslında devrimi gaspeden “öncü”ler, dağılma içindeki rejimin iktidarını toparlayarak ve kendi tekellerine alarak gerçek devrimci gelişmeyi durdurmuşlardır. Eğer dağılma devam etseydi, işte o zaman o dağılma ve kaostan gerçek bir devrimci örgütlenme ve gelişme çıkabilecekti.

 

***

 

1905’te tüm Rusya’ya yayılmış ve ilk devrimin içine sokulmuş olan grev dalgaları bile tümüyle kendiliğinden oluşmuş, herhangi bir siyasi ya da sendikal örgüt tarafından desteklenmemişti; bu örgütler yalnızca devrim esnasında ortaya çıkmışlardı. Zaten genel olarak devrimlerin ortaya çıkışları, diğer herkesi olduğu kadar devrimci grupları ve partileri de şaşırtmıştır ve onların etkinliklerine atfedilebilecek herhangi bir devrim neredeyse yoktur. Durum çoğu zaman tam tersiydi: Devrim patlak vermiş ve profesyonel devrimcileri bulundukları yerden (kodes, kahvehane yahut kütüphane) adeta kurtarmıştı. Lenin’in profesyonel devrimcilerden oluşan partisi bile bir devrim ‘gerçekleştirmiş’ olmayacaktı… 1848 yılında Tocqueville’in yapmış olduğu gözlem, yani monarşinin ‘mağlubiyetle hüsrana uğradıkları kadar galibiyetle de şaşkına dönen muzafferlerin darbeleriyle değil, bu darbelerden önce çökmüş’ olduğu gerçeği tekrar tekrar doğrulanmıştır.” (s. 349)

Eklenecek çok fazla şey yok. Bizim devrimcilerimiz öncü partinin devrimdeki tayin edici rolü üzerine masallar anlatmaya devam etsinler bakalım!

 

***

 

Devrimlerin Gerçek Organları

 

Öyleyse devrimci ya da devrim öncülü hiçbir gelenek, Fransız Devrimi’nden bu yana konsey sisteminin birdenbire oluşmasının ya da yeniden oluşmasının bir sebebi olarak görülemez… bu eylem organlarının (konseylerin) ve yeni bir durumun filizlerinin ortaya çıkış tarihlerini şöyle sıralayabiliriz: Yıl 1870, Prusya ordusunun kuşatması altındaki Fransa’nın başkenti, ‘birdenbire kendini, minyatür bir federal yapının içinde bulmuştu’ ki, bu sonradan, 1871 Baharı’ında kurulan Paris Komünü yönetiminin nüvesi olmuştu; yıl 1905, Rusya’da kendiliğinden gelişen grev dalgası birdenbire ve diğer bütün devrimci parti ya da grupların dışında, kendince bir siyasi önderlik geliştirmişti ve fabrikalarda işçiler, temsili öz-yönetim amacıyla kendi kendilerine konseylerde, Sovyetlerde örgütlenmişlerdi; yıl 1917 ve Rusya’da Ekim Devrimi’nde ‘Rus işçileri arasında farklı siyasi eğilimler olmasına karşın, örgütün kendisi, yani Sovyet, tartışmadan kabul edilmişti; Almanya’da 1918 ve 1919 yıllarında, ordunun mağlubiyetinin ardından askerler ve işçiler, açık bir isyanla İşçi ve Asker Konseyleri içinde toplanmış, Berlin’de yeni Alman anayasasının temel taşının Rätesystem olmasını talep etmiş ve Münih’te 1919 Baharı’nda, kahvehanelerdeki Bohemlerle birlikte, kısa sürecek Bavyera Räterepublik’i tesis etmişlerdi; son olarak yıl 1956, Macar Devrimi, en başından beri Budapeşte’de yeni konsey sistemini üretmiş ve devrim buradan ‘inanılmaz bir hızla’ tüm ülkeye yayılmıştı.” (s. 351-352)

Bu satırlarda beni en çok sevindiren, Arendt’in (İspanya Devrimini ihmal etse de) devrimler soyzincirinde 1919 Alman ve 1956 Macar devrimlerine önemle yer vermesidir. Belki Troçkistleri bir ölçüde dışında tutarak söyleyecek olursak, klasik Bolşevik gelenek, “Sovyet Devrimi”ni rakipsiz gösterebilmek için Alman devrimini kasıtlı olarak geri planda tutmuş, önemsizleştirmiştir. Oysa bu ülkede de Rusya’da olduğu gibi bir devrim gerçekleşmiş, işçiler ve askerler ortak konseylerde toplanarak birçok yerde idareye el koymuşlardır. Öte yandan, 1956 Macar devriminin konsey geleneğinde tuttuğu önemli yere vurgu yapılması ayrıca önemlidir. Stalinist geleneğin ve bu geleneğin dümensuyundan ayrılmayanların bu devrime hâlâ “karşıdevrim” yaftası yapıştırmaya devam edip gürültü koparttıkları göz önüne alınırsa Hannah Arendt’in kimseye “eyvallah” demeden bu saptamasını cesaretle ortaya koymasının büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

***

 

Ayrıca şu saptama da:

Konseylerin ortak özellikleri arasında göze batan, elbette kendiliğinden oluşmuş olmalarıdır; çünkü bu, teorik olan ve ‘profesyonel devrimcilerin neredeyse donuk bilimsel kesinliklerine göre planlanan, hazırlanan ve icra edilen 20. yüzyıl devrim modeli’ ile açıkça ve pervasızca çelişmektedir. Devrimin alt edilmediği ve bir çeşit restorasyonla devam etmediği her yerde, nihayetinde tek-parti diktatörlüğünün, yani profesyonel devrimcilik modelinin galip geldiği doğrudur, fakat bu galibiyet, ancak devrimin organ ve kurumlarına karşı yöneltilmiş şedit bir savaşın getirisi olmuştur.” (s. 352)

Bu şedit saldırının katıksız bir karşıdevrim olduğunu ve en şiddetlisinin Stalinistler tarafından İspanya Devrimi’nde sahneye konduğunu da ben ekleyeyim.

 

“Bütün İktidar Sovyetlere” denirken…

 

Lenin’in ‘Bütün iktidar Sovyetlere!’ sloganı olmasaydı, Rusya’da bir Ekim Devrimi gerçekleşmeyebilirdi. Fakat Lenin’in Sovyet Cumhuriyeti ilan etmekte samimi olup olmadığına bakmaksızın, o zaman dahi meselenin özü, bu sloganın daha önce Bolşevik Parti’nin ilan ettiği devrimci amaçlarla bariz bir şekilde çelişiyor olmasıydı; zira amaçları ‘iktidarı ele geçirmek’, yani devlet mekanizmasının yerine parti aygıtlarını koymaktı. Eğer Lenin, bütün iktidarı sovyetlere vermeyi gerçekten istemiş olsaydı, Bolşevik Parti’yi iktidarsızlığa mahkûm ederdi. Kaldı ki bu iktidarsızlık şimdi Sovyet Parlamentosu’nun belirgin bir özelliğidir: Bu meclisin partiye ait yahut parti dışı üyeleri parti tarafından aday gösterilmekte, herhangi bir rakip listenin yokluğunda ise seçmenler tarafından seçilmek bir tarafa, yalnızca alkışlanmaktadırlar.” (s. 356)

Bize söyleyecek pek bir söz bırakmamış Hannah Arendt. Tabii, gerçek sovyetlerle parti iktidarı arasında hiçbir uyumsuzluk görmeyen Marksist-Leninist ideoloji, eğer varsa, bu saptamaya karşı bir şeyler diyebilir mi acaba? Hem de bunca pratik ortadayken.

Ve nihayet Hannah Arendt, Marksist-Leninist ideolojiye “altın vuruşu” şu cümlelerle yapıyor:

Kendini kandırma ve iktidar dürtüsü, profesyonel devrimcileri halkın devrimci organlarına düşman eden nihai unsurlar değildi; devrimci partilerin diğer partilerle paylaştığı şeyler, daha ziyade temel inançlardı. Yönetimin amacının halkın refahı olduğu noktasında ve siyasetin özünün de eylem değil idare olduğu konusunda anlaşmışlardı. Bu bağlamda, sağdan sola bütün partilerin birbirleriyle olan ortak noktaları, devrimci grupların konseylerle bugüne dek kurabilmiş oldukları ortaklıktan daha fazladır.(abç. G.Z.)” (s. 367)

İşte bu yüzden bu tek parti diktatörlükleri, Kronstadt’ı ezdikleri günlerde İngiliz hükümetiyle “barış ve işbirliği” anlaşması imzalamış; Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katleden Kemalist hükümetin bu uygulamasını sessizce geçiştirmiş; Spartakist ayaklanmasını bastıranlanla “Rapollo” anlaşması yapmış; iktidardaki sağ sosyal-demokratlarla ittifak halinde İspanya devrimci komünlerini bastırmışlardır.

 

Gün Zileli

9 Ocak 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Faik Akçay / Kitap Yorum: Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar, Gün Zileli

Daktilo 1984’ten alınmıştır “Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar”1 adlı yapıt, Gün Zileli’nin titiz bir araştırması. …

43 Yorumlar

  1. Bu yazının hemen ardından bu sitede yer ayan şu yazıyı okumakta yarar var. Ben okudum, çok iyi geldi:

    http://www.gunzileli.com/2005/01/01/fransiz-devrimi-kiyaslama-ve-benzetmeler/

  2. Devrimlerin ekonomik korelasyona göre dizayn edildiğini düşünüyorum. Kuzey afrika devrimlerinin bu günkü ekonomik irdeleme ile ekonomik olarak zayıflayacağı buna göre toplumsal ilişkilerindeki açmazları daha başka bir yapı ile tutacağı yönünde.
    Sovyet ve çin devrimleri gelişen dünyanın ardında kalmamak için halklarını değişime uğrattığı sanayi devrimlerini bu ölçüde gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Taze kan ..

  3. Mantıklı memur

    Bütün iktidar sovyetlere, bütün sovyetler de iktidara… Bu kaçınılmaz bir kader mi? Hep böyle mi olacak?

    Anarşi, kitlelerin düzen ihtiyacı ve otorite talebi yüzünden bir hayalet olarak kalmaya mahkum mu?

    Bir hayalet dolaşıyor, anarşizm hayaleti… 🙂

    Dünyada çeşitli sovyetik, konseyik halk hareketleri, devrimleri olmuş ama ondan çok daha çok, örgütlü askerî-politik nitelikli devrimler olmuş. Kitlelerin kendiliğinden hareketliliği hep, güçlü bir örgütün müdahalesine itaat etmiş. İran’da Humeynî el koymuştu, Mısır’da da Mursî… Şimdi de şeriat anayasasını onaylattı hem de kısa süre önce devrim yapmış bir halka.

    Yani anarşist felsefe iyi hoş da, hiç bir zaman gerçekleşemeyecek bir hayalin peşinden mi koşuyor? Lenin’in sovyetik devrimi Bolşevik Parti iktidarına katması yanlış ama en azından bu sayede, eni konu sapacak olan bir halk devriminin, burjuvazinin eline geçmesine engel olmuş değil mi?

  4. Dinle Marksist!

    Yönetici sınıf haline gelmiş proletaryadan bahsediyorsun. O halde sorabilir miyiz proletarya yönetici sınıf olmuşsa kimi yönetecektir? Ayrıca “yönetici sınıf düzeyine yükselmiş proletarya” ne demektir? Proletarya bir bütün olarak hükümetin başına mı geçecektir? Şu anda Türkiye’de yaklaşık 6 milyon işçi vardır. Bunların hepsi birden yönetici mi olacaktır? Eğer bütün halk yönetici olacaksa, o zaman hükümet yok olacak, devlet yok olacak demektir; ancak ortada bir devlet varsa orada yöneten efendiler ile yönetilen köleler de var demektir.
    Son söyleyeceğin söz halkın yöneticilerini demokratik seçimle seçeceği, gerektiği zaman da görevden alacağı olabilir. Burjuvalar da aynı şeyi söylüyor. Ama biz özel mülkiyeti kaldıracağız, dolayısıyla herkes işçi olacak ve temsilci olarak kendi aralarından birini seçecekler diyorsun. Eski işçi demek istiyorsun. Çünkü geçmişi ne olursa olsun bir milletvekili, bir bakan artık bir milletvekili ve bakandır. Koltuk ve ayrıcalık çok tatlıdır. Hem sen demez miydin, insanların bilinçlerini sosyal konumları belirler diye. İşçi sınıfı devleti öncü partisi aracılığıyla yönetir diyeceksin, öncü partinin kimlerden oluştuğunu biliyoruz. Marksizm-Leninizm’in bilimini, onun rehberliğini kabul etmiş profesyonel devrimcilerden. Bu formülasyona bakıyoruz. Ortada Marksizm-Leninizm var, profesyonel devrimciler var, bilim var. Ama hani işçi sınıfı? Cevabın hazır biliyorum. Marksizm-Leninizm işçi sınıfının çıkarlarını savunur diyorsun. Sana Sovyet Deneyinden söz etmeyeceğim, cevabını biliyorum. Onlar revizyonistti, Stalinist’ti falan.
    Ama dünyanın hiçbir yerinde işçiler senin gibi Marksizm-Leninizm bizim çıkarlarımızı savunur diye düşünmüyorlar. Tam tersine şöyle düşünüyorlar: Devlet kapitalist de olsa, sosyalist de olsa benim yaşamımda ne değişecek. Ben gene sabah 8’de işe geleceğim 5’te çıkacağım. Fabrika eskiden patronunken şimdi devletin olacak. İyi de bundan bana ne? Ben zaten patronun suratını hiç görmem ki. Benim işim ustabaşıyla nadiren de müdürlerle. Ustabaşım SHP’li, müdür ANAP’lı. İkisi de komünist olsa ne olacak? Hem duydum ki, artık fabrika anonim şirket oluyormuş. Bir sürü patron olacak, ben de para biriktirirsem biraz hisse senedi alabilirim. Diyorlar ki, sosyalizmde fabrika devletin olacak, devlet senin olacak, o halde fabrika senin olacak. Nasıl yani? Fabrika benim olacaksa ben şu Allanın belası işi bırakabilir miyim? Ya da çalışma saatlerini kısaltabilir miyim? Yok, ona merkezi planlama karar verir. İyi o zaman şu hesaplara bir göz atalım bizim ücret herhalde 3-4 kat artar. Olur mu Yoldaş, kârın hepsini sen alırsan yeni yatırımları nasıl yaparız, savunma sanayi nasıl olacak, komünist partisinin, gizli polisin, bürokratların maaşları nereden verilecek, ücretleri de merkezi planlama belirler. Peki grev? Ne grevi, kendi kendine mi, grev yapacaksın fabrika zaten senin. Peki sendika? Sendika olacak tabi, komünist parti politikalarını sana benimsetmek için. İyi, o zaman ben sosyalizm almayayım, şimdi hiç değilse arada bir grev yapıp bazı isteklerimi kabul ettirebiliyorum.
    Yoldaş, bu işçi sınıfı çok dar kafalı değil mi? “Tarih yapmak” falan umurunda değil. İyi de başka türlü olabilir mi? Devrimciliğinde samimiysen, biraz düşün işçi olmak ne demektir? Ücretli kölelik. Köleler köle kalarak yeni bir hayat kurabilir mi? İşçi sınıfının devrimci olabilmesi için “işçi” olmayı reddetmesi gerekir. Bu durumda -gene başa geldik- kim yönetecek işçi devletini?
    Sakın ağzı laf yapan yeni partili akademisyenler, bürokratlar ve politikacılar olmasın?

    http://www.anarsi.org/arsiv.php?isl=oku&id=120&tip=1&ust=46

  5. Kendisine marxist diyen ve o zamanlar Apolitika’da bu yazı ya da buna çok benzer bir yazıyı okuyup, cevap verememiş birisi olarak bu sözleri ve Gün Zileli’nin yazdıklarını üzerime alıyorum ve bir şeyler söyleme isteği duyuyorum.

    Öncelikle, işçi konseyleri anlamındaki “Sovyetler”in 1918-1922 arasında yok olduğunu hatırlatmam gerekiyor. 1917’deki Sovyetler yalnızca insanların gelip oy kullanıp, politik gevezelik ettikleri mekanlar değiller. Aynı zamanda bu dünyada ne yaptığınıza göre ortak çıkar ve hareket belirlediğiniz yerler. Yani mesela aydınsanız, bir fabrikada çalışmıyorsanız Petrograt işçi sovyetine üye olmanızın tek koşulu, hasbel kader sol bir partinin o sovyet için belirlenen adaylarından biri olmanız. Yoksa, içeri bile giremezsiniz. Ki bir ara Sovyetin başındaki adamın kimlik kartı yok diye, az daha o sovyetin toplantısına giremediği tarihi bir vakadır. John Reed’in yalancısıyım ben de. Köylüyseniz, köylü sovyetlerine girebilirsiniz, askerseniz asker sovyetlerine. Yani bu dünyada üretim anlamında ne tip bir yer kaplıyorsanız ancak oranın sovyetinde yer alabilirsiniz.

    Ama eğer bir iç savaş sonucu bu sovyetlerinizi icat eden sınıfınız yok olmuşsa, sovyetiniz içi boş bir kurum olmuş demektir. Hele hele, bir de iç savaşların doğal seçilimle ilişkisini düşünürsek, yani en “ateşli” olanların en önde dövüştüğünü ve bu şekilde en “bilinçli”, en “kararlı” insanların cephenin en önünde harcandığını düşünürsek ve bir de buna zaten nüfusun %2sinin işçi sınıfıyla bir ilişkisi olduğunu düşünürsek, ki bu %2’nin de %30’unun öldüğünü, kalanların çoğunun açlıktan kentleri terkedip, köylere geri döndüğünü de hesaba katarsak, elimizde sınıf mınıf kalmıyor. Bir de üstüne, cephede emretmeye alışmış bir avuç kurtulan kişinin olmayan sovyetlerin otoritesini ele almış partinin başına geçtiğini düşünün. Biliyorum, biliyorum, farkındayım, bunlar klasik troçkist bahaneler.

    Ama bu kadar büyük faciaya karşı sorulacak soru “Sovyetlere verilmedi iktidar, ne olurdu sovyetlere verilseydi? Tabi tabi, asıl amaç bu değildi, bizi kandırdınız, siz asıl partinin iktidarını istiyordunuz di mi?” olamaz. Dediğim gibi ortada sovyet movyet yok, ortada sınıf yok, imha olmuş. Bana kalırsa burada sorulması gereken soru şu olmalı: Ne demeye bu kadar bıçak üstünde bir devrimi yaptınız? Ne demeye, bizi büyük büyük hayallere sevkedip, sonra da bu halde bıraktınız?

    Cevap belli; “Dünya savaşı vardı, devamlı devrimci sarsıntılar olup duruyordu zaten, kapitalizm rezervlerini bitirdi sandık, fırsat da çıkmıştı, haydi Abbas vakit tamam, akşam diyordun işte oldu akşam, dediler. Biz de yaptık.” Yani Rosa’cası “Cesaret ettik!”.

    Biz de şöyle deriz; “E iyi, ama yanlış demişsiniz. Sizden sonra neler neler yaptı kapitalizm. Görseniz kapitalizm bile demezsiniz, öyle böyle değil yani, çok değişti çok.”

    Dolayısıyla Hannah Arendt’in yukarıdaki sözleri de (bu kitabı okumadım, yalnızca Gün Zileli’nin alıntıladığı kadarına ilişkin bir şeyler söyleyebilirim), İnsanlık Durumu’ndaki (bunu okudum bak) iş emek eylem analizi de inanılmaz isabetsiz. İşin ilginci bu isabetsizlik aynı şeyden kaynaklanıyor: Soyutlama yeteneğinden. Kadim filozofların soyutlamaları o kadar göz alıcı ki, herkes önüne gelen her olguyu soyutlayıp, evrenselleştirip, teorileştirmeye inanılmaz hazır. Hannah hanım da öyle. Neyse, bu ayrı bir tartışma.

    Hannah Arendt de, Gün Zileli de 1905’te başlayan bir tartışmayı atlıyor. İlk sovyetler ortaya çıktığında, bolşeviklerin içinde bir fraksiyonun sovyetleri partiye rakip olarak gördükleri ve dağılmalarını “emrettikleri” bir anda, Lenin’in bu düşüncedeki Bogdanov ve Lunaçarski ile yaptığı tartışma. Açıkça bu tartışmada Lenin, Sovyetlerle karşı karşıya gelen parti fikrini reddeder. Ardından tartışma uzar da uzar, dallanıp budaklanır ve pozitivizme karşı Lenin o zamanlar bilebildiği tek çeşit olan “Beğenemedin mi? Tahta!” materyalizmiyle karşı çıkmaya çalışır. Ama nedense bu tartışma, bu ilk içeriğiyle değil, Lenin’in Bogdanov’u nasıl partiden attırdığına ilişkin dedikodularla hatırlanır.

    Peki, 1926’ya kadar İngiltere’de devrimci durum var mıydı? Yoktu. O anda, 1926’da bu anlaşmayı kim bahane ederek TUCla grevi bitirmek üzere anlaşma yaptı? Stalin ve mahdumları. Rapallo anlaşması, 1923’te az daha olmak üzere olan devrimci kalkışmada rol oynadı mı? Hayır. Tam tersine, o anda anlaşmayı kimse hatırlamıyordu bile. Troçki az daha sahte pasaportla Almanya’ya geçip devrime katılıyordu. Yerine korkup Radek’i gönderdiler. Peki, İspanya komünlerini bastırdıkları sırada devrimci bir kalkışma var mıydı? Burada kasıt 1936 ise evet, vardı tabi ki. Hatta o hükümette anarşist bakanlar bile vardı. Şimdi bunlar nasıl aynı kefeye konur? Bu Hannah Arendt’in o olguyla bu olgu arasında olmayan ilişkiler kurup, hepsini aynı çuvala koyan “soyutlama yeteneği”ne çok benzemiyor mu? Kendini koruyanla, başkasını ezeni aynı kefeye koymak reva mıdır yani?

    Ve son olarak, şu 90lardaki anarşist yazıya bir cevabım olacak. İlginç olan o zamanlar da kendi kendime verdiğim cevapla, bu zamanlar vereceğim cevap arasında hiç bir fark yok: Abicim, sen marxizmi Politzer’den mi, Afanasiyev’den mi, Murphy’nin Stalin’le röportajlarından mı, yoksa Huberman’dan mı öğrendin? İşçi sınıfının direk hakim olmadığı, iktidarın suyunun suyunun suyunu “elde tuttuğu” bir ülkenin sosyalist olduğunu, onlar iddia ederler anca. Bana dinle! diyorsun da, sen “o rejimler stalinistti” diyenleri can kulağıyla dinlememişsin. Eleştirilerin güzel de yanlış adres.

  6. Hannah Arendt iki yüzlü bir yazardır. Nazilere karşı yazılar yazardı ama nazi ve sağcı faşist felsefecilerle yakın arkadaştı. Nazilerin en önemli felsefecisi Heidegger’in hem yakın arkadaşı (bir dönem sevgili olacak kadar yakın hem de) en önemli savunucularından birisi idi. Bir diğer sağcı felsefeci Karl jaspers ( görüşleri nazilere çok yakın olmasına rağmen karısı yahudi olduğu için kendine dokunulmasa da Heidegger gibi öenmli görevlere getirilmemiştir) en yakın arkadaşlarından birisi idi. Sovyetleri totaliterlikle suçlayan bu yazar bakınız ABD hakkında ne düşünüyormuş? Aşağıda ki cümle Arendt’in Jaspers’e yazdığı 13 Mayıs 1953 tarihli mektuptan alınmıştır. ”Sen ihtimal ki gazetelerden bir çok şey öğrenmiş olmalısın……en önemli olay devlet makinasının dağılması ve oldukça bilinçli şekilde, yasal yetkileri olmasa da gerçek iktidarı elinde tutan bir çeşit paralel devletin kurulmasıdır…….Bu konuda en önemli noktalardan birisi de totaliter yöntemleri buna ( yani paralel hükümete) uygulayan eski komunistlerin bu noktada ki rolüdür…
    Yani Hannah Arendt diyor ki ABD de 1950 lerde bazi eski komünistlerin ( bahsettikleri troçcki’nin öevresinde olup daha sonra CIA nın kuruluşuna katılan James Burnham, Max Saachtman gibi kisilerdir) paralel bir hükümet kurulmasında ( Türkiye de bu paralel hükümete derin devlet diyorlar bugunlerde biz eskiden faşizm derdik) merkezi öneme sahip olduğunu söylüyor. Bu insanları kendi totalitar geleneklerini paralel devlet kurmakta kullandıklarını söylüyor.
    Arendt işte burada iki yüxlüce davranıyor. Bunları totalier olmakla suçladığı kişilerin desteklediği yayın organlarında ya da kitaplasında değil ama nazilere yakın görüşleri ile bilinen yakın arkadaşı felsefeci Jaspers’e yazdıgı özel mektuplarda söylüyor. ABD devletinin desteği ile yayınlanan kitap ve makalelerinde ise SSCB kötülükler imparatorluğu iken ABD özgürlükler ülkesidir. Yani Arendt bir resmi bir de kişisel görüşü olan bir sürü iki yüzlü burjuva aydınından birisidir.

  7. 90lardaki yazıda, bir ideolojik tembellik örneğine işaret eder şekilde; “denendi ve başarısız oldu”, “işçiler istemiyor.” türü argümanlara başvurulmuş. Sonu ise “işçi olmayı reddetmek” gibi büyük ölçüde havaya fırlatılmış bir “sonuca” varmak dışında öneri sunmayan bir metin… Söz konusu hatalı yaklaşımların; 80lerden sonraki ilk Türkiyeli anarşistleri bizzat kendilerinin marksizmle ve onun paradigmalarıyla bir hesaplaşma yaşamış, belki bu hesaplaşmayı da iç dünyasında devam ettiren kişiler olmalarından kaynaklandığı söylenebilir. Bir ölçüde “hedeflediği” alanda marksist teoriyi rakip görmüş bir “militan devşirme” yarışından kaynaklandığını da söyleyebiliriz. Bu rekabette kullanılan en bilindik argüman, sscb’nin çökmesiyle “marksizmin” yanlışlandığı tezidir. Bu sebeplerden, 90larda söz gelimi apolitikanın “sivil toplumculuk” analizi(ki militan devşirme yarışı argümanını ele veren içeriklere sahiptir) vb. başvurulabilecek önemli metinler de olsa, marksizm tartışmaları oldukça zayıf ve duygusal kaldığı için kanımca fazla önemi ve geçerliliği yoktur.

    Ortaya olumsuz sonuçların çıktığından hareket ederek, Bolşeviklerin devrimden önceki amaçlarını ve devrim sürecindeki politikalarını tartışmanın önemi, güncelliği bakımından; sorunun örgütlenme tarzında, eylem biçiminde ya da ideolojide mi; yoksa bunlara rağmen yapılmış ölümcül hatalarda mı olduğunu çıkarmaktır. Şayet eyer ilki doğruysa, bolşevizmi köklü bir şekilde reddetmek gerekiyor. Eğer ikincisi doğruysa, geçmiş hatalardan ders almış daha bilinçli bir bolşevik parti inşa etmek gerekir.

    Stalinizmin (1917 devriminden 1956ya ya da 1991e kadar bir devamlılık gören akımların tümü olarak) karşısında duran anarşist ya da marksist eğilimlerin ayrışma noktası, büyük oranda yukarda belirttiğim noktadır sanıyorum.

  8. Ahmet’e:
    Totaliterizmin(modern devletin) gelişmesinde pek çok ülkede tek-parti/perti-devlet rejimi kuran otoriter komünistlerin katkısı göz ardı edilemez, ben burada iki yüzlü ya da faşist bir argüman görmüyorum. Ayrıca insanlar hayatlarında “tutarsız olabilir”, tabiri caizse “dönebilirler”. İnsanların tutarsızlıklarına sarılarak, kişisel yaşantılarına saldırarak fikirleri tartışmış olduğumuzu sanmıyorum.

    Ayrıca bir şey dikkatimi çekti. Stalinistleri kendi fikirlerine karşı olan radikal eğilimli bireyleri hep ajanlıkla vb. suçluyor. Bu durumda buradaki insanların çoğu ajan, ilerideki yazıp çizecekleri de cia probogandası mı oluyor? Öyleyse zaten tartışmanın anlamı kalmaz.

  9. Şu “islamcı” lardan anarşist olurmu, islamcılarında katıldığı faşizm karşıtı bir cephe olurmu tartışmalarından kurtulduğumuz güzel bir yazı olmuş.Gün abi eline sağlık.

    Benim takıldığım ve aslında çelişkiye düştüğüm konu şu. Kontrol ve kara propoganda mekanizmalarının yüksek teknolojininde getirdiği avantajla altın çağını yaşadığı bir dönemdeyiz ve bir şekilde bu enstürmanlarla kitlelerin hareketlerinin yönü çok rahat değiştirilebiliyor, içerik ve enerjileri kolaylıkla boşaltılabiliyor. Çekirdek, yeni nüveler bile gelişimini tamamlayamadan birbiri ile karşı karşıya gelebiliyor.

    Bu koşullarda/devrim sürecinde devrimci ve düzenden rahatsız kitlelerin bu dış organize etkilerden arındırılması, Öncülerin dağılma ve kaostan gerçek bir devrimci örgütlenmenin çıkmasını beklemesi ve dağılmaya her an zeminin ayağının altından kayması tehditi altında ne kadar tahammül edilebileceği konusu bence tartışılması gereken bir konu. Bu bağlamda “öncü”,”proffesyonel devrimci”, “parti/örgüt disiplini” gibi kavramlar dışarıda bırakılırken, devrimin önünü açmak gibi özgürlükçü bir kaygının 21. Yüzyıl teknolojisi ile silahlanmış daha güçlü bir şekilde örgütlenmiş Burjuvazinin devrimin enerjisini kendi açtığı kanallara akıtmasının ve kitleleri stabil hale getirmesinin yolunu açıp açmayacağı konusundada kuşkularım var. Bu kavramlar restore edilerek kullanılabilecek silahlar diye düşünebilir miyiz?

  10. bence bu kavramlar restore edilemez. Çöpe atılmalı. Bugünden adım adım inşa edilecek özgür komünlerin bunlara ihtiyacı yok zaten.

  11. Dinle Burjuva

    Gün yine bir kez daha burjuva idealist ufkunun son kırıntılarını
    bizimle paylaşmış. Alman devrimini Bolşevikler önemsemezmişşş! vs Leninin çiçerine yazdığı mektuplar ortada, sovyet büyükelçiliklerinin alman devrimin anakarargahı durumunda olduğu da.. Alman Devriminin yenilgisi Sosyal Demokrasinin almanya da köklü ve bir yaygın geleneği olmasındandır ve sovyet devriminin tecridi ve yenilgisinin başlangıcıdır.. Ha hannah arend devrim korkusu bilinir çünkü onların burjuva başları sınıf çıkarlarının bilincindedir ve korkuyu akademide en iyi temsil edenlerdendir.. . Lenin hemen hemen bütün incelemerinde kitle bilincinin ve eylemliliğinin rus sosyal demokrat partilerinin önünde olduğuna dair sayısız makalaesini hatırlarım, hatırlatırım..

  12. İfade edilen fikir dikkatli okunmalıdır. Ben Bolşevikler Alman devrimini önemsemediler demedim, önemsizleştirdiler dedim. Elbette olaylar yaşanırken çok önemsediler, hem de fazlasıyla. Çünkü Rus devriminin yaşamasının Alman devrimine bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Ancak bu gerçekleşmeyince bu sefer Sovyet devrimini efsaneleştirme gereğini duydular dünya devrimcilerinin kendilerine biat etmesini sağlamak için. İşte o noktada tam ters noktaya gidip Alman devrimini önemsizleştirdiler.

  13. Dinle Burjuva 2

    Gün ‘Dünya Devrimcilerinin kendilerine biat mevzusu’ da sorunlu bir argüman çünkü biazahti devrimin kendisinin dinamikleri ve kapsamı Sovyet Devrimini önemli hale getirdi ve özellikle Alman Devrimin yenilgisi ve önderlerinin öldürülmesi İşçi sınıfı ve partilerinin dikkatini Sovyetlere çevirdi. Ortda objektif bir durum var. İkincisi Biat mevzusu Stalin önderliğinin arzu ettiği ve önem verdiği,uyguladığı bir konu olmuştur. Lenin ve bolşevik önderliği için söz konusu olacağını düşünmüyorum. Lenin bütün eylem ve politikalarında açık bir şekilde geriye çekilmenin yaratacağı olası olumsuz sonuçlarını açık bir şekilde ifade etmiş ve bu olumsuz sonuçlarla mücadele edilmesi gerektiğini de söylemiştir. Ama stalin önderliği tam tersi bir istikamette bu olumsuz sonuçların teorisini yapmıştır. Hanneh Arendt için de bir şeyler yazmak istiyorum Bu akademisyen arkadaş Fransız Devrimi başta olmak üzere 1871 Komün,1848, 1905, 1917 devrimlerinin Sınıf karakterleri itibariyle toplumsal devrim için emekçi sınıfların katılım ve taleplerini maddi, bayağı midesi düşünen pleplerin ayaklanması olarak görmüş ve küçümsemiştir. Olumlu olarak örnek verdiği devrimler ise ingiliz ve amerikan devrimleri. Amerikan devrimi tek kelimeyle iğrenç,sefil kelimesini hakedecek düzeyde bir bir devrimdir. Meraklıları Samir Amin eserleri ve Haluk Gergerin Kan tadı adlı çalışmasına bakabilir.

  14. O zaman Bolşevikler demeyelim de, Stalinistler Alman devrimini önemsizleştirdiler diyelim. Sanırım bu daha doğru.

  15. “Stalinistler Alman devrimini önemsizlestirdiler deyilim. Sanirim bu daha dogru” tespitine sanirim daha dogru diyemeyiz. Stalinizmin bir etki alani olusturmaya baslamasiyla, Alman devriminin gelisme zamanlari pek uyumlu degil. Burda ne yazikki Gün, Dinle Burjuvaya yanit verirken, yukardaki yanlis söylemi daha dogru stalinistler demeye calismakla kotarmaya calisiyor. Ama yine de pek olmuyor. Aslinda Gün Zilelide fark ettigim, sinif deyince aklinda hep stalin var, yahut devrim deyince stalin, yada en somut parti deyince yine stalin var. Bu da özellikle sovyet devrimi öncesi ve sonrasini degerlendirirken aklinin ön tarafinda kendisini mesgul ediyor. Örnegin Hanneh’in 1905 devrimine iliskin yaptigi yoruma yazdigi cevap carpici. “Eklenecek çok fazla şey yok. Bizim devrimcilerimiz öncü partinin devrimdeki tayin edici rolü üzerine masallar anlatmaya devam etsinler bakalım!” 1905 te leninin bahsettigi devrimci durumun olasi sonuclari görülüyor. Dünyada gelisen devrimci durum dalgalari farkli sonuclara da yol acabilir. Almanya bunun en güzel örnegi. Burdaki yorumun bizim devrimlerin öncü partiden bahsetmelerine iliskin Gün’ün yorumunu anlayamiyorum. Söyle diyebilirim Gün’ün kafasinda yine stalin var. Gün söyle bir metod olustuyor; türkiyeli devrimcilerin öncü parti yada parti anlayisi Stalinist, bunlar kendiliginden gelismeyi göremez, öncü partiyi anlatmaya devam edebilir. Bu yüzden 1905 teki kendiligin gelismeyi anlamazlar. Kusura bakmasin kendisi hakkinda art niyetli bir yorum. Ama ne yazikki söylemek zorundayim GÜn devrim parti deyince stalinizm askiyla sorunlari yanitliyor. Oysa her devrimci durum kendiliginden hareketler yaratir, bu kendiliginden hareketler kendi konseylerini yaratir. Basarili olur yada olmaz. Ama bana göre kendiliginden hareketlerin kendi öz örgütlülüklerini yaratmalari önemli bir gelisim ve devrimdir. Ama kapitalizm caginda sinif catismalarinin bu kendiliginde gelisen konsey ve örgütlenmelere yansimamasi mümkün degil. Hannah hanima demeliki devrimler elbette siyasal oteritenin cöküslerinin tek basina sebebleri degildir ama sonuclarida degildir. siyasal oteritenin cökmesinede siyasal-ekonomik kaynaklar kol kola yürür ki bunlarin doruk noktasina lenin devrimci durum diyor, iste burda proletarya partisi rol oynar sonuclar üzerinde etkili olur. Salt proletarya partisi degil burjivazinin farkli kanatlarida bu siyasal cöküste rol oynar. Devrimler bi siyasal cöküsün sonrasinin sonuclarini yaratir.

  16. 1918-1923 Alman devriminin onemsizlestirilmesi sureci tek ulkede sosyalizm dusuncesiyle basladi. Harman’in bir kitabinin basligindan araklarsak, “the lost revolution”, yani sirf devrimciler kaybettigi icin degil, tarihten silindigi icin kayip bir devrim. Ki onemsizlestirme 1924lerle basliyor ve gunumuze kadar suruyor. Stalinizm burada dogru tanim.

    Oncu, parti vs. kavramlarina gelince ortada sinif olsa hadi onculerle geri kalani ayiralim, bilinclilerle bilince erismemis olanlari ayri yerlerde organize edelim deriz, deriz demesine de ortada proleter hareketi mi var? Henuz daha ruseym bile degil hareket. Dolayisiyla su anda bu tartisma spekulatif bir tartisma.

    Ama gorundugu kadariyla, ozgur komunler rasyonel bir plan ve hayat rasyonel gitmiyor. Bu komunler, bu deneyimler toplumu zorladikca, daha hizli hareket etmek isteyenler cikacaktir. Ve onlar da yalnizca yapilar kurmak yerine yapilari kuracak ozneleri yetistirmek, yaratmak, esgudumunu saglamak isteyecekler. Bu durumda tipki gelecekte mucadele hizi arttiginda “oncu” kavraminin daha sik gundeme gelmesi gibi, parti de gundeme gelmek zorunda kalacak.

    Yani biz bu kavramlari kenara atabiliriz ama onlar gercek kavramlar ve ortaya cikmak zorundalar.

    Bu arada Heidegger zamaninda Nazi partisine yalaklanmis diye anlattiklarini kenara atmak kotu bir tercih olurdu. Arendt’e de bu sebeple laf edilemez. Dasein hala Turkiye solunun da dunya solunun da anlamasi gereken kritik bir kavram. Cunku hala idealar dunyasinda yasiyorlar ve hala modernizmin ortasinda bu dunyada yasadiklarinin farkinda degiller. Yani bu Nazi filozoftan hala ogrenecegimiz bir ton sey var.

  17. Dinle Burjuva 3

    Yazılanları okudukça Burjuva ideolojisinin çekim etkisi, gücü ve kapsamı konusunda bir kez daha düşünmekte sayısız yarar var. Arend olsun diğerleri olsun ciddiye alınmak zorunda Burjuva ideolojisi puff deyince ortadan kalkmıyor dolayısıyla bu burjuva bay ve ‘bayanlar’ Kapitalist liberal demokratik konsensü sağlamlaştırmak ve her karşı muhalefeti Totalitarizmle suçlayacak kavramsal araç ve argümanları Burjuvaziye sağlamış kimselerdir.. Eğer bu noktadan hareketle kavrıyorsak eyvallah yoksa yanlış bayraklar altında toplanmış oluruz. Parti meselesin de ise gün ile hemfikir olmamız söz konusu olamaz.

  18. mikail firtinaci

    Ben totalitaryanizm gibi bir soguk savas kalintisi kavrama neden bu kadar dondugunu bir turlu anlayamiyorum. Bence anarsizm bu kadar dar ve caresiz degil.

    Daha once de tartismistik ama yeniden acilabilir belki bu: acikcasi devlet kapitalizmi kavrami cok daha saglikli ve bize totaliteryanizm kavraminin dar ufkundan cikip, askeri keynezyenizmi ve dolayisiyla demokrasiyi de icine alan genis bir elestiri ufkunu sunabilir. Yani, eger ABD demokrasisi ile Rus tek parti yonetimini birlestiren bir sey var ise o da, kriz icindeki pazarin zayifligini asmak icin devletin pazarin rolunu uzerine alarak esas tuketici olmasiydi. Bu 2. dunya savasina dogru giden surecte 30lar da ve 40lar da agir bir silahlanma hareketi olarak kendisini ortaya koydu.

    Bunun icine otarsiyi ve milliyetciligi de kattigimizda resim tamamlaniyor. Kemalizmden New Deal’a, Nazizmden Stalinizme ya da Fransiz ve Belcika Halk Cephelerine hep benzer bir yaklasimi goruyoruz.

    Burada kompleks bir resim var demokrasi-diktatorluk ikiligi bize altin bir anahtar vermiyor bunu asmak icin.

    Bir kere bu ikiligi astigimizda, yeni bir ufuk gelisebilir. Sinif diktatorlugu fikrini leninizmin ve anti-leninizmin antinomilerinden temizleyerek yeniden tanimlayabiliriz. Nihayet, diktatorlukte demokrasi de iceriklerini tanimlayan formel seyler. Eger komunal bir dunya istiyorsak, ahlak duzeyinde konusmayi birakmali ve formlari kutsamaktan vaz gecmeliyiz. Pusula tek basina yetmiyor haritaya da ihtiyacimiz var. Dolayisiyla zamani geldiginde burjuvazinin sivil haklarini ellerinden almayi goze alabilmeliyiz, hatta almaliyiz bence.

    Son noktada, Alman devriminin yenilgi nedeni neydi diye baktigimizda – yine kompleks bir sorum ama- bana kalirsa iscilerin demokratik iluzyonlariydi bir yandan bu neden. Sosyal demokrasinin yontemlerine 50 kusur yildir alismisti isciler. Bir gunde bundan kopamadilar. O yuzden komunistler devrimci anda iscilere burjuva partilerini kapatip, iktidari sovyetler yoluyla kendi ellerine almayi, parlamenter hareket tarzindan, toplumu ozel mulkiyet ve pazar dolayimi olmadan yeniden orgutleyen bir hareket tarzina gecmeyi oneremediler.

    Sonucta devrim once sovyetler icinden demokratik bir sekilde iktidara gelen sosyal demokratlar tarafindan kanli bir sekilde bastirildi. Sonrasinda yine demokratik mekanizmalarla naziler iktidara geldi. Demek ki demokrasi de yeri geldi mi pek korkunc bir surec olabilir. Yani tekrarlamak gerekirse: yonumuz belli evet komunizm ama araclar duruma gore degisecektir. Kimi zaman sinif diktatorlugu (parti demiyorum sovyet anlaminda) kimi zaman sabotaj gibi anti-demokratik yontemler vs. Ama her zaman politik eylemin ufku genel hedef olmali. Isci hareketinin komunizme dogru yonlenmesi olmali. Anarsistler, sol komunistler ve belki (emin degilim) trockistlerin bir kismi kendi ezberlerini birakirlarsa bu taktikleri bulabilirler diye umuyorum.

  19. Soyledikleriniz dogruysa hepimiz coktan burjuvazinin cekim etkisine girmis sayilmaz miyiz? Hegel’den, yani burjuvazinin post modernizm dahil tum isine yarayan “ideolojileri”nin kaynagindan bahsediyorum. Yonetme bicimlerinden, devletlerin total bakis acilarina kadar tum burjuva politik malzemede Hegel’in korkunc katkilari vardir. Ustelik yalnizca ideolojide de degil, mesela Nazi biliminde de.

    Hegel kadar olmasa da Heidegger’in de kavramlari gundelik hayatimizi yorumlamak ve devrimcilestirmek icin potansiyeller barindiriyor. Bunlar yalnizca dusmana ait ve kullanilamaz kavramlar degiller. Oyle olsaydi, herhalde belki bir olcude Spinoza haric kimsenin kavramlarini ve dusunme yontemlerini kullanamazdik. Marx da kullanamazdi.

    Aynen boyle dusunen insanlar yok degil, Foucault’dan Deleuze’lere, Popper’lara bir cok felsefeci, gizli ya da acik bir sekilde, totaliterlik konusunda Hegel’i ve dolayisiyla Marx’i sucluyor. Ve sacmaliyorlar. Zizek, ilk post modernist Hegel’dir derken cok dogru bir sey yapiyor. Sonucta iktidar heryere sizmis olabilir ama bu heryerde esit miktarda vardir, niteligi aynidir anlamina gelmez. Ayni sekilde evrensel ilkeler yaratip sonra da o evrensel ilkelerin totalitarizm kurmasindan bahsedeceksek, once evrensel ilkeler kurmama jestine ickin olan ilkeden baslamaliyiz. Yani sutten agzi yanan yogurdu ufleyerek yermis evrensel ilkesinden. Sonucta totalitarizm total bakis acisina ickin degildir. Post modernistlerin kanit gostermeden iddia ettikleri de bu zaten. Ne sihirdir ne keramet, el cabuklugu marifet.

    Neyse bence Zizek’in “Biri totalitarizm mi dedi?” taslamasindaki totalitarizm korkusunun kendisinin liberal bir goygoylama oldugu yolundaki cozumleme kullanilabilir.

  20. Mikail, “politik eylem” kismina kadar soylediklerinize aynen katiliyorum. O kisimda ise yuzyilin basindaki politik eylem-direk eylem tartismalarina goz atmakta yarar var bence. Atladigimiz kisim tam burada gibi geliyor. Direk eylem, ne istiyorsak onu elde etmek amaciyla yapilmasi sebebiyle, bir gelecek kurgusunun nuvelerini insa edebilmek icin bize araclar sagliyor: Isyerlerinde kurulacak hiyerarsiyi parcalayan yapilar, kapitalist baskiyi azaltacak eylemler vs.

    Ama politik eylem, ancak onu dinleyecek kulaklar ortaya ciktiginda ise yarayabilecek araclar. Ortada proleter hareket yokken ya da henuz mayalanma donemindeyken nasil “isci sinifinin onculerden olusan parti” kurmaya calismak isabetsiz bir ugrassa, politik eylemi duyacak kulaklar ortada yokken bu bicimde israrbence ancak o kadar mantikli oluyor. Tabi ki bu tip eylemler birileri tarafindan duyulur ve dinlenir ama o dinleyen kulaklar bizim istedigimiz kulaklar olmuyor.

    Ve zaten gercek guc elde olmazsa, alternatif yasam kitlelere olasi gorunmuyorsa, 1918’de Almanya’da Tum iktidar Sovyetlere cagrisi bosa gitmesi normal. Zaten birlesik cephe taktikleri bu sorunu ortadan kaldirmak icin one surulmuyor mu?

    Yontemler konusunda da su yaziya bir goz atabilir misin? Senin dusuncelerine cok benzer noktalar var : http://dazayn.blogspot.com/2012/09/gelecegi-kazanmak.html?m=1

  21. mikail firtinaci

    Yusuf,

    oneri ve yorumuma verdigin cevap icin tesekkur ederim. yazinizi okuyacagim en kisa zamanda. Parti ve politik eylem sorunu konusunda su kadarini soyleyim: emin degilim.

    Ama gunumuzun cok yaklastigini “hissediyorum.” Devrimci kriz ufukta gorunur hale geldiginde ortak dunya devrimci orgutunun insasi icin cok gec olacaktir. Bugun bile yavas yavas mayalanan bir heyecan var. Dunyanin her yerinde hakli olarak sabirsiz gencligin ufak azinliklari belirginlesiyor. Amerikan KPsi uye sayisinin 2008 krizinden ve occupy hareketinden beri 2 kat arttigini IWW 4 kat arttigini soyluyor. Cin’de her gun 10larca irili ufakli grev oluyor. Misir ve Tunus meydanda iste, buralarda egemen sinif cozuldu ve devrimci durum dinginlesse bile rejimler hala belini dogrultamadi. ornekleri cogaltabiliriz.

    Demek ki artik radikaller acisindan solun namusu konumundan cikip solun kendisi olmak gerekiyor. Yoksa leninist sola bir sans daha verilmis olacak. Artik anarsizm, sol komunizm gibi radikal siyasetlerin ciddiye alinir ideolojik rakipleri kalmadi. Demek ki yanlis sol temsilleriyle mucadele etmek gerekliligi tarihsel olarak ikincil plana dustu diye dusunuyorum. Zaman kaybedilmesinden ve belkide insanligin devrimle son randevusunun kacmasindan korkuyorum yani. Ama bunlar apayri meseleler… Ayriyetten tartismak lazim.

  22. Ben bir IWW uyesiyim. Uye sayisindaki artisin gostergelerinden biriyim sanirim. 🙂 Ama en azindan ben Occupy hareketi sebebiyle degil, tam tersine onun yetersizlikleri uzerine IWW’ya katildim. Yani AT&Tyi isgal edenlere karsi oradaki calisanlarin bos bakislari beni etkilemisti mesela. Kendiliginden patlamalar fikri guzel ve insana devam etme gucu veriyor. Ama kendiligindencilik fikrine gelirsek, hareket alanimizi kisitliyor.

    Ustelik bu aktivizmin icinde bile mevcut. AT&Tnin giris kapisinda yapilan isgal eylemi bunlara ornek mesela. Aktif bir eylem ama calisanlarin icinde orgutlenmek konusunda tamamen kendiligindenci bir eylem. Yani politik bir mesajin, oradaki calisanlara otomatikmen iletilecegini dusunmek de kendiligindenci perspektifin bir parcasi. Ha ne oldu, bu eylemden kisa bir sure sonra AT&Tde grev ihtimali belirdi. Ama isgal eylemleri degil, icerideki huzursuzlanma buna yol acti. Gucumuzu o noktada isyerleri icine yerlestirebilseydik baska seyler olacakti.

    Kisacasi eger sozumuzu, politik eylemimizi birilerinin dinlemesini istiyorsak, once o dinleyicileri yaratmaliyiz diye dusunuyorum. Ortam degimeye mi basladi? Zeitgeist bize gore daha avantajli kosullara mi evriliyor? Guzel, ne ala! Kazana biraz daha komur atalim o halde… 🙂

  23. Dinle Burjuva 4

    Epey burjuva sol akım varmış!! sol komünizm, anarşizm bunları vs .. Mikail arkadaşımız buyurmuşlar Sol komünizm,anarşizmin ciddi rakibi kalmamış!!.. Tarihsel olgu ve gerçekler tersine iddia ediyor.. Senin Marksist-Leninist olarak bildiğin hareketleri Lenin sol komünizm olarak adlandırıp siyasi çizgi olarak eleştirmiştir. Türkiye ve Dünya ve özellikle avrupa da Bolşevik partinin verdiği ideolojik ve siyasal mücadeleyi verseydi Devrim bütün dünyayı sarardı. Tasfiye olan bolşevikler değildir Burjuva-küçük burjuva dünya görüşleridir.. Türkiye de Devletin tespiti siyasal olarak doğrudur 60’la 80 arasında sınıf mücadelelerini öncülük edenler Proleter sosyalizmin temsilcileri Komünistler değil anarşist dünya görüşünü aşamayan küçük burjuva sosyalistleridir…

  24. Lenin “Cocukluk hastaligi”nda mi sol komunizme burjuva sol akim diyor? Bir daha okuman gerekiyor kitabi.

  25. Yusuf,

    bu dasein senin siten mi? Onun uzerinden sana ulasabilir miyim?

  26. Benim kisisel blog’um degil. Ama admini ya da oradakiler haber verirler bana. Benim de katkim var o blog’a. Maili de koyuyorum.

  27. dinle burjuva 5

    İmdi bu sözler bana ait değil mikail isimli arkadaşa ait dolayısyla sorunun muhattabı ben değilim.
    Eğer sol komünizm ve anarşizmin rakibi kalmamışsa kitabı açıp bakması gereken yine ben değilim
    yani muhattab yine Mİkail çünkü varsayım olarak anarşizmin yanına sol komünizmi koyuyor..
    Dolayısıyla Ben miakailin varsayımlarını tartışıyorum.

    Meselenin bam teli Sol Komünizm tarihsel evrimi için de incelemektir. Sol Komünizm ekim devrimin ertesinde
    Avrupa da ortaya çıkan bir eğilim olarak almanya,hollanda,ingiltere vb solunun Siyasal açıdan iktidarsızlığını dile getrir
    Proleter sosyalizmin amaç ve çıkarlarını temsil edecek bir siyasi ve ideolojik birlik oluşturamamalarıdır ve ‘Lenin’in deyimiyle bir
    sınıf partisi değil, küçük bir çevre olduklarını, bir kitle partisi değil, sözde aydınlardan ve aydınların
    en kötü özelliklerine öykünen bir kaç işçiden oluşan bir grup olduklarnı kanıtlamaktır’.Tarihsel gelişme
    çerçevinde bir akım olarak Sol komünizm Proleter doğrultudan kopup küçük burjuvazi demokratizmin çıkarlarını
    temsil eden uluslararası radikal bir akım olmuştur . Ama siyasal çizgi ve dünya görüşü olarak değil..

  28. mikail firtinaci

    dinle burjuva,

    sol komunizm ile anarsizmin kimi kesimlerini evet yoldas olarak goruyorum. Bunda garip ne var? Lenin’de anarsistlerin en iyilerini kazanmaliyiz diyordu. En iyi tabiri kulaga hos gelmiyor biliyorum ama “niyeti” bence “iyiydi”.

    Neyse sol komunizm konusunda da hatalisiniz. Sol Komunistler:

    1 – 1917’de bolsevikleri destekleyen tek marxist akimdir bati avrupa’da. Yani daha sonradan sol komunist olacaklar demek istiyorum.
    2 – Bolsevikler ile yoldasliklari sasvas oncesine gider. Zimmerwald solunda Bolsevikler ve Alman-Hollanda radikalleri bir aradadir.
    3- Sol komunistler Alman KPsi icinden 1918’de Levi’nin parti ici manevralariyla tasviye edilmeye calisilmis, partiden atilmislardir. Partinin yarisi da kendileriyle ayrilmistir. Dikkatinizi cekerim Alman partisi Rusya disindaki tek kitlesel partiydi o zaman. Dolayisiyla sol komunistler marjinal entellektueller degillerdir.
    4- Lenin ve Radek (o esnada Bolseviklerin Almanya’da ki temsilcisi sayilirdir) Levi’yi elestirmis ve sol komunistleri geri kazanmaya calismistir ama isler 1920’de karismistir. Bunda sol komunistlerin de hatasi vardir ama esas sebep kominternin bati avrupa taktikleridir.

    Esas rahatsizlik konumuz olan anarsistler ve SKlarin sol icerisinde ideolojik olarak ciddiye alinabilir bir muhattaplari kalmadigi konusuna gelirsek:

    Hele bir dusunun: 1930’lar da sol komunistler ve anarsistler marjinalize olmus ve yenilmislerdi. Stalinist KPler gucluydu.

    1930-1945 arasinda sol komunistler ve enternasyonalist anarsistler nazizm-bati demokratizmi-stalinizm tarafindan neredeyse tamamen tasviye edilmisti.

    1960’lar proletaryanin yeniden kendisini radikal bir bicimde ortaya koymasiyla SK ve anarsizm yeniden canlanmisti ama hala solun golgesi altindaydi ve reel sosyalizm iluzyonuna karsi elestirel bir savunma konumundaydi.

    1980’ler de hem SK hem de anarsistler bir onceki on yilin mucadele dalgasinin gerilemesi karsisinda ayakta kalmaya calistilar.

    1990’lar SSCB’nin cokmesiyle ortama yayilan sosyalizm oldu kapitalizm kazandi masallariyla gecti. Post-modernist v.s. bir dolu cozulme ideolojisinin guclenmesine tanik olduk. Bu surecte sadece komunist (yani anarsist ve sk) siyasetler degil ayni zamanda stalinist siyasetler de agir darbe aldi.

    2000lerin basindan beri ise leninizm ciddiye alinir bir alternatif olmaktan cikmistir. Leninizmin ayagini bastigi en temel perspektif -rusya savunusu- gecersizlesmistir. Leninist siyasetler ya tamamen cozulduler ya da burjuvazi ici catismalarda “ilericiyi bulma” oyununa gomulduler. Artik isci sinifi onlari onlar da isci sinifini umursamiyor.

    Bu durumda artik anarsistler ve sol komunistler acisindan leninizmin elestirisi 60lar da oldugu kadar onemli degil. Artik anarsizm ve sol komunizm aktif bir sekilde pozitif ufkunu ortaya koyabilir, komunizmin (bu sefer) gercek tanimini yukseltip onun baslica savunucusu olabilir. Yeter ki oz guvenlerini geri kazansinlar. Bu yolda da elbette leninistlerin “en iyi unsurlarini” da kazanmalilar, ya da kazanabilirler diye umuyorum.

  29. Bana kalirsa, once sol komunizm, ardindan da birlesik cephe taktikleri Leninlerin farketmeye basladiklari agir bir problemden kaynaklaniyor. Ne diyor Sol Komunizm’de; ” “Parlamenter mucadele teshir olmustur” diyorsunuz da kitlelere teshir olmamis gorunen o ki. Onlar hala buna inaniyor.” vs. Sonra Gramsci de ayni seyi soyluyor. O dogu bati ayrimi koyarak anlatiyor. Ayni anda Trocki de Nazilere karsi olan durumda bunlari anlatiyor. Ama ortak nokta hep su bana kalirsa: Sloganlar, buyuk laflar kitleleri cekmiyor. Daha farkli yollar bulmaliyiz.

    Gramsci bunu iscileri ikna icin mevzi savasi olarak formule etmis. Trocki bunu illa sovyet lafini etmenize gerek yok, fabrika komitelerinizi isci iktidarinin olasi oldugunu gostermek icin kullanin diyerek. Lenin “kolay para kazanmayi uman” sol komunistleri azarlayarak.

    Bana kalirsa simdiki yol, Lenin’in ve Trocki’nin siyasal manevralarla solu dogru seyi yapmaya ikna etme yolu olamaz. Ortada ozneler yok. Kime ne anlatacaksin? Kimi parlamentoya neden girmiyorsuna ikna edeceksin? Kimi sosyal demokratlarla ittifak yapmaya zorlayacaksin? Ama Gramsci’nin durusu biraz daha iyi. Sorel’ci iradecilikle Bolseviklerin “hurra” taktikleri arasinda gayet rasyonel bir ortaklik yakaliyor. En azindan kendi zamani icin.

    Simdi bizim de benzer bir seyi yapmamiz gerekiyor sanirim. Bu seferkinde de IWW gibi sinif merkezci anarsistlerden kafayi parti insasina takmis olmayan ya da DSIP gibi ucuz yoldan zengin olma hayali kurmayacak trockistlere kadar herkesi toplayacak bir paradigma degisimi. Yeni bir sentez…

  30. Dinle Burjuva 6

    Benim sol komünizmi kavramsallaştırmam ya da tarihselleştirmem leninist tarzda ve onun politik metni çerçevisinde yaptığım değerledirmelerdir. Parlamentoyu girmeme,sendikaları reddetme vs gibi politik ve siyasal görüşlerin çizgisini takip eden bir siyasi akımdır. Çünkü devrim ertesin de enternasyoneldeki ‘sol komünizmin’ siyasal evrimi ile ekim devriminden sonra ki sol komünizmin siyasal evrimi ve çizgisi farklılıklar taşır çünkü çağın kendisi yaygın ve derin ekonomik ve sosyal dönüşümlere gebe işte böyle bir ortamda çağın meselelerini devrim ve sosyalizm bağlamında kuran tek parti Bolşeviklerdir diğer akımlar ise ya bunun sağına düşmüştür ya da soluna ama bu yüzdendir ki devrimin başarıya ulaştığı ve halkanın koptuğu yerle sınırlı kalması ve bir dünya devrimi doğrultusunda sürecin gelişmemesi ekim devriminde sağ bir çizgiye evrilmesinin sebeplerden bir tanesidir… Bugün ise durum ve şartlar çok farkıdır Sovyet devrimi ve dünyanın geçirdiği dönüşümler M-L çerçevede iyi özümsemiş ve madddeci bir doğrultuda iyi tahlil edilmiş dahası bundan programatik sonuçlar çıkarmış bir marksizmin kaybedecek hiç bir şeyi olmaz… Çünkü Burjuva kavram setinin, yaygın önyargılarını taşıyan bütün siyasi akımlar tasfiye olmuştur.. Bütün bu akımlarlar karşısında komünist tarzda bir siyaset ve program önerecek tek akım olarak ben marksizmi görüyorum dolayısıyla Sadece marx haklı değildi Lenin de haklıydı..

  31. Keske sen de hakli olabilseydin dinle burjuva. “Çünkü Burjuva kavram setinin, yaygın önyargılarını taşıyan bütün siyasi akımlar tasfiye olmuştur” Oyle mi gercekten? Tasfiye olmayan dogru mudur diye sorgulamiyorum henuz. Bu dusuncenin altinda teori-pratik iliskisinin “Hakliyiz kazanacagiz” seklindeki basitlestirilmesi ya da dogru fikrin hep kazandigi basamakci bir bilgi anlayisi var. Bir seyi guvenle soylemek o seyi daha gercek yapmiyor.

    Ama buna girmeden bile, soylesene kim tasfiye oldu? Ortada kendisini bolsevik sayan ve birbirleriyle ilgisi alakasi olmayan onlarca grupcuk, particik var. Ve yine onlarca kendisini oyle gormeyen “cik”lerden var. Dolayisiyla gercege gozlerini kapamadan bu sozleri soyleyemezsin. Ama Lenin’den ogrenecegimiz bir ders varsa o da “somut durumun somut tahlili” degil midir?

    Ve tabi nasil yani? “Bir hata yapmadilar, tamamen hakliydilar ama her nasilsa biz kendimizi kapitalist bir dunyada ve marjinal sol akimlar halinde bulduk” mu diyorsun? Bu durum, tarih ve tabiat ustu bir mudahale olmasi disinda olasi midir? Buyuk bir hata yapmis olmalilar ki bu haldeyiz. Eger kazanmak istiyorsak o hatayi bulup, hatayi yapanlari acimasizca elestirip, bir daha yapilmamasini saglamamiz gerekmez mi?

  32. mikail firtinaci

    Yusuf Cemal;

    butun tahlillerine katiliyorum. Hatta Gramsci meselesi konusunda yazdiklarini okuyunca ne yalan soyleyim heyecanlandim. Cunku bende bir suredir bu taktik sorununun cok onemli oldugunu anlamaya basladigimi dusunuyorum. Uzun sure savunmada kalmanin getirdigi ilkeler konusunda asiri israrin radikal solu (sol komunizm, anarsizm) cok belirledigini dusunuyorum.

    Halbuki Kautsky’de, Pannekoek’te, Lenin’de vs. ilkeler ve taktik tartismalari hep el ele. Gramsci’de ki bir cok kavramin (mevzi savasi, taktik kavrayislar, hegemonya uzerine v.s.) bu 1914 oncesi tartismalara referans verdigini dusunuyorum. Su anda ispatlayamam ama bunu isaret eden yeni calismalar var. (Mesela Lars Lih “Lenin Rediscovered”)

    Neyse IWW konusunda ayrisiyorum ya da tam emin olamiyorum deyim. IWW gercekten ciddiye aldigim bir yapi. Ama politikanin dislanmasi bence cok sorunlu. Evet bence de butun isci sinifi militanlarini bir araya getiren bir yapi sart. Ama bu politik sorunlardan kacamaz. Ornegin sanirim IWW icinde katolik isciler de var. Bir sendika icin bu anlamli olabilir. Ama bir militan grubu icin bu bana makul gelmiyor. Ve dogru soylemek gerekirse IWW su an icin bir kitle orgutu goruntusu de vermiyor. yani IWW’nin buyumesi bence guzel ve bu sevindirici. Ama gercekci olmak gerekirse IWW en buyuk oldugu ikinci dunya savasindan beri bir tur radikal anarsist ve sol koalisyonu gibi. Politik sorunu disliyor ama bu meseleyi yine de cozmuyor.

    Nasil olacak bu is peki? Bilmiyorum. Ama IWW’nin 1910’lar 1920’ler de ki ruhunu tasiyan ve fakat politik meseleleri ve ilkeleri de tartismaktan kacmayan bir orgutlenme tarzi…

  33. mikail firtinaci

    o ikinci paragrafta ki “en buyuk oldugu” kismi yanlis oldu. Onu silmeyi unutmusum. gormezden gelin.

  34. Dinle Burjuava 7

    Yusuf Cemal ilginç bir noktaya taşıdın tartışmayı. Söylemediğim laflar üzerinden bir metin oluşturmak gibi bir talihsizliği ve demogojiyi kullanıyor olman siyasi fikirlerinle ilgili olsa gerek.. (Haklıyız kazanacağız,Lenin hata yapmadı vb) Yazdıklarımız üzerinden konuşmak daha doğru bir tutum diğer türlüsü demogoji olur ki bu işi iyi beceriyorsun.. M-L Dünya görüşü İdeolojik Siyasal ve programtik düzeyde Kapitalizme alternatif tek görüş olduğunu düşünüyorum. Tasfiye olan Sosyalizm ve onun dünya görüşü değildir revizyonizmdir,oportünizmdir. İrili ufaklı particikler dediğin akımlar,rfaksiyonlar Eğer Sınıf mücadelesinin güncel-tarihi görevlerini devrimci siyasal partide kaynaştırmazsalar onlarda tasfiye olacaklardır ve fraksiyon olarak kalacaklardır.

  35. Mikail, IWW’nun siyasal olanı dışlamasının şu an için bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Öncelikle işçi sınıfının militan örgütlülüğünü savunmak, bunu kurmaya çalışmak zaten siyasal bir tercihtir sen de takdir edersin ki. Onların dışlıyoruz dediği politika, şu an çok küçük bir değer içeriyor. O değerin çoğalacağı zamanlar gelecek; gerçek taktikler konusunda ayrışacağımız, birleşeceğimiz zamanlar. Ama şu anki sorunlarımızın çok azı manevralarla, taktiklerle, ittifaklarla aşılabilir diye düşünüyorum. Şu an değersiz gibi görünen, ama gelecekte hayati olacak parti, diktatörlük, hegemonya/dikatatora vs. gibi sorunlara ise, zaten IWW gibi bir sendikal örgütlenme çözüm bulamaz. Ama onun açacağı yol, bunlara bizi götürebilir.

    Taktik derken, örgütlü öznelerin yaptıkları manevraları belirttiğimi özellikle belirteyim. Yoksa, mesela “solcu dediğin işyerleri çalışması yapmalı” düşüncesi bile taktiktir zaten. Bunu özel olarak belirttim, çünkü burjuvaya laf anlatmaya çalışan şu arkadaşın aksine sen de benim gibi yol bulmaya çalışanlardansın ve bir de senden haksız yere demagog lafını yemeyi hiç istemem. :p

  36. mikail firtinaci

    estafurullah Yusuf. Hic oyle bir niyetim yok. Samimiyetin yeterli. Daha cok tartsimamiz gereken mevzular bunlar ve eger bu kavga son kavga ise sabirla birbirimizi anlamaya calismanin, dislamaktan ve acelecilikten daha onemli oldugunu dusunuyorum. O yuzden cevabin ve tartismaya ilgin/acikligin icin tesekkur ederim kendi adima.

  37. Troçki sazı baya eline almış!

    “Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar?”

    http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/marksistler-bireysel-terorizme-neden-karsidirlar-14238

  38. Siz burada yazılanlara ne diyorsunuz gün bey? iyi günler diliyorum.

  39. Troçki’nin yazdıklarına mı?

  40. evet efendim troçkinin yazısı hakkında

  41. MHP solcular kadar fasist degil

    BDP’li Sırrı Süreyya Önder gezinin iptal edildiğini ve bu akşam Ankara’ya döneceklerini duyururken konuyla ilgili yaptığı açıklamada ilginç sözler sarf etti.

    Önder şunları söyledi:

    Olaylarda MHP’nin bir vebali yoktur. Biz orada bazı tespitler yaptık, gözlemlerde bulunduk. MHP’liler bu kalabalıklar arasında yoktu.

    Ancak maalesef CHP’li yetkililerin vebali vardır. CHP’li Sinop Belediye Başkanı’nın provokatif açıklamaları olmuştur. Ben eminim Karadeniz halkı bizi tekrar çağıracaktır

  42. Bu, klasik Marksizmin bireysel teröre karşı tutumdur. Yüz yıldan fazla bir zamandır genel tutum budur. Ne var ki, Marksistler bireysel teröre karşı tavır alırken örgütlü teröre ya da kendi kuracakları ya da kurdukları devletin terörüne, örgütlü teröre karşı tavır almamışlardır. Oysa bireysel terör, terör çeşitleri içinde en masum olanıdır. Devlet terörü dururken bireysel terörle uğraşmak bana çok sahtekarca geliyor.